ANAP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ANAP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Kasım 2019 Pazartesi

DP, ANAP ve Sonunda AKP

DP, ANAP ve Sonunda AKP


Ömer Laçiner 
(Sayı : 163-164
Kasım-Aralık 2002)



Öyle anlar vardır ki; her biri tek tek sınırlı anlam ve öneme sahip, zaten beklenmekte olan bir dizi olay topluca gerçekleştiğinde, adeta birbirlerinin önem ve anlamını çoğaltarak, insanları birdenbire hiç beklemedikleri, hesaplamadıkları, hazırlıklı da olmadıkları, yepyeni bir durum yarattıkları, bir çığır açtıkları duygusuyla sarmalar. Toplum, farkına varmadığı bir gebelikten sonra doğum yapmış gibi şaşkınlık, sevinç ve ürküntü karışımı içindedir.
3 Kasım ertesinde Türkiye toplumunun durumu en kestirme biçimde böyle özetlenebilir.
Her ne kadar, Birikim’in bir önceki (Ekim, 162) sayısında
“...sonuçlar nasıl tecelli ederse etsin, 3 Kasım’dan sonra Türkiye’nin siyasal düzeninde -1950’lerden beri- süregelen ve giderek kaotikleşen geçiş döneminin sona erip, ‘taşların yerine oturduğu’ bir sürece girileceği şimdiden kesinlikle söylenebilir. Bu, yeni bir siyasal yapı ve düzenin teşekkül edeceği anlamına gelir.”
denmiş ise de; 3 Kasım’ın fiilî sonuçlarının yarattığı toplu durum, bu öngörünün de ötesine geçerek, Türkiye toplumunu önümüzdeki üç-beş yıla yayılacak gerçek bir yeniden kuruluş mecrasına sokmuştur.
Bu yeniden kuruluş sadece “siyasetin üst düzeyi” ile sınırlı olmayacaktır. Orada, AKP’nin odağında yer alacağı iktidar -paylaşım- mücadeleleri ve uzlaşmalarla genel siyasal yapı ve işleyiş yeniden düzenlenirken başta “siyaset”in yeniden içeriklendirilmesi olmak üzere siyasal-toplumsal olanın tümüne şamil bir iç hesaplaşma ve yeniden kuruluş ister istemez gündeme gelecek ve her siyasal akım kendini yeniden tanımlamak zorunluluğunu duyacak ve bunu başarabilmenin ölçüsünde bir gelecek umabilecektir.
3 Kasım seçimlerinden sonra nelerin olabileceğini, durumun hangi ihtimal ve gelişmelere kapı araladığını, potansiyel dönüşüm mecra ve imkânlarını gereğince tespit edebilmek için öncelikle 3 Kasım’da ne olduğunu görmek gerekir.
Olumlu ya da olumsuz bir değer yargısı yüklemeksizin, eğer 1946-50 seçimlerinde Türkiye’nin siyasal düzeninde bir devrim olduğu söylenebiliyorsa; 3 Kasım’da bundan daha kapsamlı ve derinlikli bir devrim gerçekleştiği pekâlâ ileri sürülebilir. Devrim kavramının ihtilale karşılık düşen anlamında değil elbette, ama inkılap -kalıp değiştirme- anlamında bir devrim vuku bulmuştur 3 Kasım’da.
Ancak bu tespitin gerekçelerine geçmeden önce 3 Kasım’ın benzetildiği çağrıştırdığı 1946-50 hareketi ışığında devrim profili ile çelişir gibi gözüken yanlarına değinmek gerekecek. Şüphesiz, 1946-50 devriminin “kahramanları, yani DP kadrosu ve onlara oy verenler, ne yapmak istediklerini bilen, tanımlayan, önceden düşünmüş ve hesaplamış, önlerinde geniş bir değiştirme planı, ufku olan ve bunun heyecanını, umudunu yaşayan “özneler” idi. Karşı safta yer alanlarla aralarında DP projesinin içeriği ile orantılı bir gerilim ve çatışma ortamı, aylar öncesinden beri oluşmuş ve nihai gün yaklaştıkça yoğunlaşmıştı. DP seçim zaferi kazananların coşkun sevinç patlamaları, kaybedenlerin karamsar çekilişleriyle yaşanmıştı.
Oysa “3 Kasım devrimi”, bu süreç ve görüntüden tamamen farklı, tarihimizin herhalde en az çatışmalı, gerilim ve polemikten, umut ve heyecan gösterilerinden neredeyse arındırılmış bir seçim öncesi döneminin sonunda sessizce vuku buldu. Gerçi seçimden en yakın rakibinin iki katına varan bir oy oranıyla, tek başına iktidar olarak çıkan AKP’nin yükselişi, iki yıl önceki kuruluşundan hemen sonra, seçimden aylarca önce hissedilir hale gelmişti; Ama ne dikkatleri çekecek kadar bir heyecan ve umut halesiyle çevriliydi bu “yükseliş’; ne de 1946-50 DP’sinin o ateşleyici “yeter, söz milletindir” gibi bir slogan dolaşıyordu ortada ve ne de AKP iktidarı ile yapılacak olanların parlak bir tasviri söz konusu idi. AKP, rakibi diğer büyük(çe) partiler gibi yürürlükteki iktisat politikalarını ana hatları ile sürdüreceğini yine onlar gibi AB’ye katılmayı hedeflediğini söylüyor ve sadece “tek başına, iş başına” geçerek dürüst, işbilir, çalışkan bir yönetim vaadediyordu. Bu fikir ve görüşleriyle ötekilerden hiç de farklı değillerdi, şahsi sicilleri ile onlardan daha inandırıcı bir kadro olmalarıydı onları “yükselten”. 3 Kasım’da AKP’nin şahsında, “1946-50 devrimi”nin “her mahallede bir milyoner” sloganıyla kitleleri zenginleşme yolları aramaya ve tek parti yönetiminin sosyal hayata empoze ettiği kalıpların dışına çıkmaya teşvik eden DP’si gibi bir “devrimci öncü” de söz konusu değildir. 1946-50’nin DP’si, insanlara şu andaki ekonomik-sosyal statüleri ile olduklarından daha başka bir şey olma-“zengin” olma, itildiği sosyo-politik varoluş kalıbının dışına, üzerine çıkıp, varoluş/hayat tarzını özgürce belirleyen “vatandaş” haline gelme potansiyellerini harekete geçirme imkânlarını açacak bir iktidar vaadediyor ve böylece o insanların bir DP iktidarı ortamında bizzat kendilerinin neler yapabileceklerini, ne olabileceklerini hesaplama, hayal etme imkânı veren bir perspektif sunuyordu. 1946-50 öncesinin sosyo-ekonomik-politik statüsünün bozulacağı, yeniden teşekkül edeceği vaadi idi bu. 3 Kasım’ın AKP’si ise, böylesi bir vaat ve perspektif sunmaktan özellikle kaçınmasına rağmen “yükselmesi”ni sürdürebilmiştir. Mevcut sosyo-ekonomik statüko ve gidişatın aynen korunacağını, yürürlükteki ekonomik düzenleme programını sürdüreceğini belirtmiş ve sadece daha dürüst, işbilir bir yönetim sözü vermiştir.
Yani -AKP ve en yakın rakibi CHP de- ne mevcut sosyo-ekonomik statükoyu bozmak ne de kendilerine oy vermiş kesimlere statülerini yükseltmek -ve elbette başka birilerinin statüsünü tehdit etmek- gibi bir vaad ve perspektif sunmuşlardır. Eğer her devrim bir sınıfı veya zümreyi karşısına alarak, onun statüsünü alaşağı etmek veya indirmek gibi olmazsa olmaz bir özellik taşıyorsa; 1946-50 CHP’nin temsil ettiği “devletlu” zümresini, bu zümre’ye dayanan mütegallibe ve büyük servet, imtiyaz sahibi kesimleri gerileteceğini açıkça ilân eden kimliğiyle bu özelliğe sahip denilebilir. Ama 3 Kasım’ın aktörlerinin ne “devirmek” istediği bir sınıf veya zümre söz konusudur ne de herhangi bir sınıf ya da zümre 3 Kasım arefesinde ve sonuçlarında kendi statüsüne karşı bir tehdit olduğunu açıkça ilân etmiştir. Çekirdeğinde 28 Şubat postmodern darbesine muhatap olan MNP-MSP-RP çizgisinden yetişme kadroların yer aldığı AKP, şüphesiz odağında ordunun yer aldığı “laik cephe”nin kesik kesik ve sert de olmayan saldırıları altında, karşı saldırıya asla yeltenmeksizin yürüyüşünü sürdürmüş, zaferinin ertesinde bile rövanşı alacağına dair en ufak bir imâda dahi bulunmamış, aksine liderinin ağzından “ordu ile aralarını açmaya çalışanlara izin verilmeyeceği” peşinen ilân edilmiştir.
Bütün bu söylenenler, 3 Kasım’ın bildik “devrim” profili ile çelişen, onu bu bağlamda kıyaslanabileceği 1946-50 hareketinden farklı kılan yön ve görünümlerdir. Ama öte yandan da tüm bu benzemezliklerine rağmen 3 Kasım seçim sonuçları, onunla kapanan bir dönemin sadece siyaset sahnesini altüst etmekle, birçok köklü siyasal parti ve akımı tam bir çöküntüye uğratmakla kalmayıp, bunu yapmakla siyaseti hattâ bizzat toplumu yeni baştan tanımlayıp ona göre hareket etmemizi zorunlu kılan bir ortam, bir iklim değişikliği yaratmış ise bu da farklı ama yine de bir devrim sayılmalıdır.
Özel bir öznesi olmayan bir devrimdir bu. Bildik devrimler gibi, sürükleyici bir kesimin, bir “devrimci özne”nin yönlendirdiği bilinçli, açık bir hedefi olan eylemcilerin ve eylemlerin sonucu olan, bunların damgasını taşıyan türde bir devrim değil; aksine AKP dahil kimsenin özne olmadığı, bilinçli, sonuçları iyice hesaplanmış bir eylemler zincirinin neticesinde değil, birbirinden çok farklı saiklerle, çoğu kez negatif seçimle, hattâ sonuçlarını düşünmeyi reddederek verilmiş oyların, taraf olmaktan ziyade karşı oluşların harmanlanmasından, bileşkesinden oluşan; dolayısıyla taşıyıcısı hiç kimse ve herkes olan bir “devrim”dir bu. Üzüleni, sevineni, yıkılanı yükseleni ile herkesin eseri olan, ama kimse tarafından da öngörülmeyen dolasıyla sonuçlarıyla ortaya çıktığında özne denmeye en yakın duranları bile şaşırtan; yapılırken değil yapıldıktan sonra bilincine varılan, varılmaya çalışılan bir “devrim” oldu 3 Kasım.
3 Kasım, en baştan da ifade edildiği gibi, tek bir olguya, örneğin AKP’nin 15 yıldır görülmemiş yükseklikteki bir oy oranıyla seçimi kazanmış olmasına indirgenemeyecek bir “devrim”, -bu abartılı geliyorsa- yeni bir durumdur. AKP’nin bu oy oranı ve tek başına iktidar imkânı edilebileceği CHP’nin ikinci parti konumuyla Mecliste yeniden yer alacağı ve 1950’den beri ilk kez iki partili bir parlamentonun oluşabileceği, seçim kararının alındığı Temmuz ayının epey öncesinden beri yapılan anketlerin de gösterdiği güçlü ihtimallerdi. DYP, MHP, ANAP ve DEHAP’tan en az ikisinin mutlaka baraj gerisinde kalacağı, tümünün de Meclis dışı kalmasının hiç de ihtimal dışı olmadığı konuşuluyordu. DSP, YTP, BTP ve sosyalist etiketli partilerin çok düşük oy alabileceği, SP’nin “Millî Görüş” çizgisinin çekirdek oylarını dahi koruyamayabileceği öngörülebilir gözükmekteydi. Beklenmedik, ya da hesapta olmayan tek olgu Genç Parti’nin ilk başlardaki hızlı yükselişiydi. Bazı partiler için ölümcül (çöküp gitmek) bazıları için başdöndürücü (daha iki yıl önce gerileyen bir partiden koparak kurulmuşken tek başına iktidar konumuna gelmek) ihtimaller söz konusu olmasına rağmen, böylesine hayatî bir dönemeç geçiliyorken, partilerin dişe diş bir yarışa girişmeyişleri, bu gerilimsiz gürültüsüz ortam da 3 Kasım sonrasının bize alıştığımız, ezbere bildiğimiz bir manzaradan pek farklı bir şey göstermeyeceği izlenimini vermiş olmalıdır.
Ve herhalde Türkiye toplumu olarak, tüm şu yukarıdaki ihtimallerin gerçekleşmesi halinde ülkede tam bir siyasal deprem yaşanmış olacağını, verdiğimiz oylarla yeni bir siyasal yapı ve düzenin teşekkül zeminini yaratmış olacağımızı görmüş olsak bile; onca deneyin kültürümüze, şuur altımıza kazıdığı “bilgi” depreşmiş ve bize, “milletin kendi iradesiyle böylesi bir sonuç durum yaratma”sına mutlaka dışardan “üstten” bir müdahale olur ve böylece her şey yine eski mecrasına döner” dedirtmiş, düşünmemizi, tahayyül ve beklentilerimizi kısa kestirmiş olmalıdır. O nedenledir ki seçim sonuçları ve yarattığı spektaküler durum besbelli olduğunda, bırakın AKP’ye oy verenleri örgüt çalışanlarını, başdöndürücü bir hız ve oranla iktidarın zirvelerine çıkmış olan AKP yöneticilerinde bile sevinç ve gururdan daha fazla şaşkınlık ve tevazu ile örtülmüş bir ürküntü göze çarpmaktaydı 3 Kasım gecesinde.
“Sivil iktidar”, tek başına temsil konumuna geleceği daha önceden aşağı yukarı belli olduğu için, seçimin bu sonucu şaşırtmış değildi AKP’yi. Şaşkınlığı, ürküntüsü onu bu konuma yükselten oy kaymalarının -umduğu kadar doğrulamamış CHP hariç tutulursa- diğer partileri ne hale düşürdüğünü görmekten ve bu durumda önüne açılan hareket imkânlarının genişliği oranında üzerine binecek yükün de ağırlaşacağını sezmekten dolayıdır.
3 Kasım seçimleriyle doğan durumun asıl anlam ve önemine, sosyo-politik mahiyetine işaret eden noktaya gelmiş bulunuyoruz.

Bu seçimde 1946’dan beri Türkiye’de siyasî hayata egemen olagelmiş, hemen tümü de toplumda derin kökleri olan geleneksel mecralar olarak bu siyasal hayat içindeki akışları, akımları, yönlendirmiş olan siyasal partilerin tümü de gayet ağır bir yenilgiye uğradı; birçoğu silinme derecesine düştü, çoğu birer enkaz haline geldi.
Tümü de en az yarım yüzyıllık bir maziye dayanan, kimi uzun yıllar %50’yi aşan bir çoğunlukla ülkeyi tek başına yönetmiş, tümü de %20’yi bulan veya aşan oy gücüyle koalisyon hükümetlerinde nazım rol oynamış, ülke siyasetine onlarsız düşünülemez biçimde damgalarını vurmuş bu kuruluşlar, daha üç yıl önceki seçimlerde oyların %80’den fazlasını toplamışlarken 3 Kasım’da bu oranın üçte birinden azını, çoğu da kerhen evrilmiş oylarla edinebilmişlerdir. Bunların arasında sadece MHP, yarım asırlık mazisinin ortalaması olan %5-8 civarındaki çekirdek oyunun 1999 seçimlerinin özel ortamında %18’e yükselebildiği, dolayısıyla şimdi yeniden % 8’lere inen oy gücüyle eski haline dönmüş sayılabilir. Ancak ulaştığı o noktadan çok büyük oy kaybıyla düşüşün bu partiyi ciddi iç hesaplaşmalara, kopuşlara gebe, çalkantılı bir sürece sokması da kaçınılmaz olacakır.
Türkiye koşullarında bile varlığı bir anomali olan, Ecevitler’in şahsıyla kaim bir kişiye özel “parti” olarak DSP’nin silinip gitmesi aslında yadırganacak değil, şu birkaç yıl içinde kaçınılmaz olarak karşılaşılacak bir sonuçtu. Şaşırtıcı olan, 1987’den beri girdiği her seçimde oy oranını arttırarak 1999’da % 22 oy oranına sıçramış bu partinin üç yıl sonunda % 1 (YTP’yi de eklersek) % 2 düzeyine düşerek, ardında hemen hiçbir iz bırakmaksızın silinip gitmesidir.
3 Kasım sonrası ortamın ve özel olarak AKP’nin anlam ve mahiyeti bağlamında asıl üzerinde durulması gereken, kökleri 20. yüzyıl başlarına kadar uzanan “merkez sağ” geleneğin partileri ile en son SP’nin temsil ettiği “İslâmi hareket”in, “Milli Görüş” çizgisinin geldiği noktadır.
Her şeyden önce belirtilmelidir ki; bu iki asırlık gelenek, dar anlamıyla birer siyasî görüşü, akımı parti örgütünü değil; dünya görüşü, yaşama tarzı, ilişkileri, çıkar-tahayyül ufku ve hesapları ile Türkiye toplumunun belirli kesimlerini, yani somut sosyo-politik varlıkları neredeyse birebir temsil eder, onların organik birer parçası, “uzanımı”dırlar. Bu köklü geleneklerin omurgasını oluşturan ve Türkiye toplumunun mülk-servet sahibi orta sınıfların büyük çoğunluğunu kapsayan bu iki kesim, partileri aracılığı ile dünya ve siyaset görüşlerini paylaşan öteki toplum kesimleriyle, “oy depoları” ile çevrelenmişlerdir.
1969 seçimlerine kadar aynı parti (DP-AP) çatısı altında yer alan ve “Millî Görüş”ün, bu tarihten sonra ayrılarak kendi parti geleneğini başlatmasından itibaren iki ayrı mecrada hareket eden bu iki orta sınıf kesimi, partilerinin siyasal programları üzerinden tüm mülk ve servet sahibi kesimlere, köylülük, küçük esnaf ve emekçilerin oluşturduğu “oy depoları”na, aslında orta sınıfların ülke siyasetinde nasıl, neye dayanarak ve ne ölçüde bir belirleyicilikle damgalarını vurabileceklerinin iki ayrı modelini, perspektifini sunmaktaydılar. Her biri o partilerin omurgasını oluşturan orta sınıf kesiminin hayat tarzının, mülk ve servet sahibi olarak varoluş koşullarının derin izini taşıyan bu iktidar modelleri şüphesiz “oy depoları”nca çekici bulunacak vaadleri, moral-manevi tatmin veya motivasyon argümanları da içermekteydi.
12 Eylül darbesi sonrasında, 1983 seçimleri ile merkez sağ geleneğin DYP ve ANAP’la ikiye bölünmesi, merkez sağ ve “milli görüş”ün toplam %70’e varan oy potansiyeli üzerinde süren rekabetini üç parti arası bir yarışmaya dönüştürdü. Burada bu rekabetin sayısal sonuçlarının gidişatını yorumlamadan 3 Kasım’daki durumu kavrayabilmek için, önce her üç partinin orta sınıflar için hangi iktidar modellerine tekabül ettiği konusu üzerinde durmalıyız.
İlkin şu nokta belirtilmelidir ki; bütün bu orta sınıf omurgalı partiler, ekonomik-sosyal varoluşları ile modern burjuvaziye benzeyerek güçlendikleri, yaygınlaştıkları oranda, böylece “burjuvalaşan” toplumun siyasal iktidarını da o iktidarı halen elinde tutan kesimlerden almak, en azından iktidardaki paylarını tedrici olarak genişletmek isterler. Bu partilerin politik diskurlarındaki “demokrasi mücadelesi” deyiminin asıl kasdettiği budur. Ancak ne var ki, devlet iktidarını elinde tutmakta olan zümreler de (Türkiye özelinde “devleti kuran” ve arada yuvalanan asker-bürokrat-elit) egemenliklerini, orta sınıflardan gelen bu atağa karşı, kendilerine sosyal destek ve takviyeler edinerek tahkim etmeye çalışırlar. Konuyu, Türk orta sınıfları, burjuvazisi bağlamında ele aldığımız için burada işaret etmemiz gereken nokta, Türkiye’de devleti elinde tutan zümrenin, 1930’da Serbest Fırka ile başlayan orta sınıfların ilk iktidar atağının ertesinde uyguladığı genel “devletçi” politika ile, “devlet eliyle ve devlete bağlı, bağımlı” bir orta sınıf yaratma yoluna girmiş olmasıdır. Hızla zenginleştirilen, mülk ve servetinin büyüklüğünün yanısıra “modern-monden” yaşam tarzıyla da henüz pre-modern ve modern arası eşikte yalpalayan Türk orta sınıflarından koparak bir yüksek-büyük burjuvazi profili gösteren bu kesim, 1946-50 DP’sinin karşısında, CHP’nin yanında yer aldı ve bu desteğini 1970’lere kadar büyük ölçüde korudu.
1946’dan günümüze merkez sağ geleneğin kendini bir “halk hareketi” olarak sunma ve geniş kitleleri de buna inandırabilmesinin aslî gerekçesi budur. Türkiye’nin bu “büyük burjuvazi”si 1970’lere kadar CHP’nin temsil ettiği asker-bürokrat zümre ile birlikte bir tür “aristokrasi” görünümü verebilmiştir.
Dolayısıyla, 1950-70 döneminin çok büyük bölümünde tek başına iktidar olmuş “merkez sağ” , DP-AP geleneği, her ne kadar bu “yerleşik” büyük sermaye ve mülk sahibi kesimin ekonomik çıkarlarına dokunmaksızın, asıl temsil ettiği orta sınıfların hızla zenginleşip güçlenmesine dönük politikalar izlemeye ağırlık vermiş ise de, bu kesimlerin CHP dolayımında asker bürokrat elitle açık veya zımni birlikteliğinden doluşan iktidar-devlet gücünü esaslı olarak geriletememiştir.
12 Eylül’den sonra ANAP’ın yürürlüğe koyduğu iktidar stratejisi, merkez sağın omurgasını oluşturan orta sınıf kesimleri ile o büyük -“yüksek”- burjuvazinin ittifakını, “kaynaşma”sını sağlayarak orta vadede “devlet” (lular)ın iktidarını geriletebilme hesabına dayanıyordu. Neo-liberal iktisat politikalarının orta sınıflara kazandırdığı dinamizm ve “ihracat ekonomisi” ile açılan hızla zenginleşme yolları, gerçekten de “ANAP dönemi zenginleri”ni temsil eden Türk yuppieleri ile Türk yüksek burjuvazisinin genç kuşakları arasındaki köprüyü kurmaya, “kaynaşma”yı sağlamaya yetti ama, bu sürecin vahşi kapitalizm ortamı, “merkez sağ”ın “oy depoları”nda ağır hasarlar da yarattı. 1987 seçimleri sonrasında, ilk yapılan mahalli seçimlerde ANAP’ın büyük oy kaybı ve SHP’nin (sonradan CHP) birinci parti konumuna yükselmesi, “merkez sağ”ın geleneksel çizgisine, DP-AP’nin uzanımı olan Demirel’in DYP’sine hamle yapma, 1950-70’lerin o “oy depoları”nı da gözeten “popülist” politikaların devreye sokulması yolunu açtı.
Demirel’in DYP’si, 1991 seçimlerinden birinci parti olarak çıkma başarısını gösterse de; ANAP üzerinden sağlanan orta sınıfın bir kesimiyle büyük sermayenin kaynaşmasını partisi hesabına geçirme yönündeki çabaları sonuçsuz kaldı. ANAP o kaynaşmanın partisi olarak, DYP ise bu kaynaşmayı mümkün kılan neo-liberal iktisat politikalarına ayak uydurmakta zorlanan orta sınıfların, bu zorlanma arttıkça “oy depoları”na ekonomi dışı argümanlarla sarılarak ayakta durmaya çalışacak kesimlerin partisi olarak ayrı mecralarda yollarına devam ettiler. Ancak her iki mecranın da tıkanması kaçınılmazdı.
Çünkü ANAP noktasından bakıldığında; ona hayat vermiş olan neo-liberal politikalar, her ne kadar başlangıçta geniş kesimlerde “ben de zengin olabilir, köşeyi dönebilirim” izlenimi vermiş, böylece geniş bir kitlesel destek sağlanabilmiş ise de, çok geçmeden bu politikaların sınırlı bir kesimi zenginleştirirken yoksulluğu ve yoksulların sayısını, oranını çok daha hızlı arttırmaktan başka bir sonucu olamayacağı açıkça görülmüştür. 1990’larda tüm dünyada bir seri ağır ekonomik krizle birlikte neo-liberal fırtınanın dinmeye başlamasının ve tüm ekonomilerin bir restorasyon sürecine girmelerinin nedeni de bu olmuştur. Bu fırtınanın dinmesiyle ANAP hem 1980’lerde kazandığı kitlesel desteğin önlenemez çekilişiyle yüz yüze kaldı; hem de kapitalist mantığın bile şaibeli saydığı yöntemlerle zenginleşmeye cevaz veren neo-liberal yaklaşımla özdeşleşmiş kesimlerle, bundan sıyrılmaya çalışanlar arasında 1990 sonrası başgösteren ayrılık ANAP’ın omurgasını oluşturan yeni orta sınıflar-yüksek burjuvazi (büyük sermaye) “kaynaşması”nı giderek çatlattı.
Türk büyük burjuvazisi -herhalde “devlet ana”sının sürekli himayesinde büyüyüp beslenmesinden ötürü- egemen sınıf/zümre haline gelmenin sosyo-politik yükümlerinden, bedellerinden kaçınarak sadece bu konumun rantına talip, kastımsı karakteriyle temayüz etmiştir. Bu vasfıyla 1960’lardan itibaren devlet=CHP formülü silikleşmeye başladığında o da CHP ile ilişkilerini gevşetmeye, 1970’lerin CHP’si döneminde ise neredeyse koparmaya yönelmişti. Bu tarihlerden itibaren tüm -orta sınıf omurgalı- büyük merkez partileri ve ordu gibi güç odakları ile özerk, konjonktürel ilişkiler çerçevesinde ekonomik iktidarı ve nüfuzu ile siyasal gidişatı etkilemeye matûf bir tutum izledi. ANAP’ın “hızlı dönemi”nde Özal’ın orta ve üst burjuvazi katmanlarını neo-liberalizmin potasında kaynaştırma projesine meyleden bu zümrenin genç kuşakları, ANAP iktidarı ve hortumlamaya dayalı Türk neo-liberalizmi tökezlemeye başladığında ve 1990’lı yıllar konjonktüründe ANAP’a yakınlıklarını sürdürmekle birlikte, zümrenin örgütü TÜSİAD üzerinden yine o özerk ilişkiler moduna geçmişti. Büyük sermayenin ANAP’la arasına koyduğu bu mesafe, o partiyi “İstanbul dükalığı”nın gölgesi altında göstermeye yetecek kadar kısa, ama aynı zamanda ANAP’ın büyük sermayeden ziyade 1980’lerin hızla ve şaibeli yollarla zenginleşmiş hırslı yeni burjuvaların partisi olduğunu bildirecek kadar da uzundu. Böylece ve bu kimlik kartıyla ANAP, yürürlükteki iktisat politikalarından canı yanan, ama tepkisini bunların “yan ürünü” olan yolsuzluklara, vurgunlara yöneltebilen kesimlerin ilk hedefi olarak, değil seçmen kitlesini tutmayı, dayandığı kesimin firarını da önleyemeyeceği bir tükeniş sürecine girmiş oldu.
DYP, daha ikinci iktidar döneminden itibaren hızlı bir yıpranışa mahkûm olduğu belli olan ANAP’ın dayandığı yeni, dinamik burjuva katmanlarını ve bu partiyi destekleyen büyük burjuvaziyi geleneksel merkez sağa -1980’lerin ekonomik gidişatına uyarlanma zorluğu çektikleri için- sadık kalmış, böylece “taşralı”laşmış orta sınıflarla kendi bünyesinde biraraya getirmek için, Çiller gibi vitrin malzemeleri de kullanarak epey uğraştıysa da; 1990’larda iktidarda olmasına ve bizzat Çiller’i başbakanlığa getirmiş olmasına rağmen başarılı olamadı. İlk geldiğinde DYP’yi “ağzı çorba kokanlar” partisi olmaktan çıkarma sözü veren Çiller, daha iki yıl geçmeden büyük burjuvaziye-“creme de la crema”e veryansın ediyor, iktidarın verdiği “fırsat”ları kaçırmamak için ANAP’tan DYP’ye yamanan birkaç yuppie ile DYP’nin geleneksel DP-AP rotasına dönüyordu.
Bir krizler sarmalına gireceğinin işaretlerini vermekte olan ülke ekonomisinin 1990’lı yılları boyunca bu rotada yürümenin mümkün olmadığı çabucak anlaşıldı. 1994 Nisan krizinde ekonominin batağa saplanmasından çok daha önce DYP, Demirel’le başlayıp Çiller’le hız verilen bir “proje”yle, o zamana kadar sürdürülen “seçmeninden aldığı destekle politik gücünü arttırma” yöntemini geri plana atıp gücü doğrudan temsil edenlerle ilişkilerini öne çıkararak bunları bünyesine, vitrinine yerleştirerek politik gücünü sürdürme yoluna girdi. 1995 seçimlerinde RP ve ANAP’ın gerisinde oy oranıyla üçüncü parti konumuna geriledikten sonra çark ettiği bu politikanın gereği olarak DYP, Doğan Güreş gibi generallerle ordunun, Mehmet Ağar ve bazı üst düzey polis şefleri ile Emniyet kuvvetlerinin de “temsilini üstlendiği”ni kuvvetle ima etmekteydi. “Ülkücü hareket”ten yetişme “Komando Ayvaz” gibi figürler de ihmal edilmemişti. O yıllarda tam gaz sürdürülen “Kürt sorununa askerî-polisiye çözüm” stratejisinin, bu “devlet politika”sının yürütücü güçleri, toplumun her alanına yaydıkları “icraat”ları ile özerk birer politik güç-parti gibi görünme ve davranma imkânını bulmuş olmaktaydılar.
DYP’nin bu “parti”lerle eklemlenme projesi, -ki birkaç yıl sonra Refahyol hükümeti ile bundan da çark edilecektir- 1946’dan beri iktidar mücadelesi vermekte olan -kapitalizme, moderniteye ilk geçiş safhasının özellikleriyle yüklü, makûl, bu anlamda geleneksel- orta sınıfların, bu süreçteki sonuncu ve tükeniş hamlesidir.
Çünkü, kapitalizmle birlikte -orta sınıfın- burjuvazinin verdiği iktidar mücadelesi, dar anlamıyla bir devleti ele geçirme, o gücü kullanabilme mücadelesi değil, orta sınıfın, burjuvazinin temsil ettiği -ekonomi kökenli- değer, öncelik, kurum ve ilişkilerin topluma egemen kılınması, o sırada egemen olan düzenin ve iktidar sahiplerinin temsil ettiği -en genel ifadeyle- pre-modern, din ve fiziki-askerî güce, değişmez hiyerarşiye odaklı değer, öncelikler ve kurumlar düzenini yıkmak, değilse ikincilleştirmek mücadelesidir. DP ve AP çizgisinin “her mahallede bir milyoner yaratma” yüceliğiyle asker-bürokrat zümrenin “devlet”ine karşı yürüttüğü mücadele, tüm kısırlıklarına rağmen bu perspektif içine yerleşir. ANAP’ın “devletlu”ların şemsiyesi altında eğleşen büyük burjuvaziyi saflarına çekerek kadim muktedirleri izole etme stratejisi de öyle.
DYP’nin yaptığı ise ekonomi üzerinden savunabileceği, en öncelikli diye güvenle ilân edebileceği değeri ya da bunu yapacak mecali kalmamış olanların sırf var kalabilmek için daha dün çarpıştıklarının kılıç gölgesine sığınmaktan, pes etmekten başka bir şey değildir.

Türkiye orta sınıflarının iktidara ikinci hamlesinin ANAP’ı Türkiye kapitalizminin neo-liberal evresine tekabül eden yeni, ayrı bir mecra saydığımızda üçüncü “tarz”ını temsil eden MNP-MSP’den RP-SP’ye uzanan -Milli Görüş- çizgisi, başlangıcından 1980’lere kadar bu orta sınıfların pre-modern/kapitalist özelliklerini koruyarak var olmak isteyen kesimlerinin hareketi kimliği ve görünümündedir. 1960’ların sonlarına kadar DP-AP çizgisinin bir bileşeni olarak -ya da onun kanatları altında- yer aldıktan sonra partileşmiş, % 10 civarında -çekirdek- bir oy gücüyle 1970’leri geçtikten, 12 Eylül darbesini atlattıktan sonra 1980’ler sonunda parti olarak yeniden faaliyete geçmiş, 1987 seçimlerinde %4 civarında oy alabildiğinde marjinalleşmekte olduğu izlenimini vermiş, MHP ile ittifak yaparak girdiği 1991 seçiminde alınan % 16 oy, çekirdek oylarının tekrar bu partiye döndüğü şeklinde yorumlanmış; fakat dört yıl sonra % 25’e varan bir “oy patlaması” yaparak ülkenin birinci partisi konumuna yükselmişti.
1995 seçimlerinin bu sonucu sürpriz değildir. 1990’ların ilk yıllarından itibaren “İslâmî hareket”in güçlenip yaygınlaştığı açıkça görülebilir hale gelmiş 1994 mahalli seçimi (RP adayları R.T. Erdoğan’ın İstanbul, M. Gökçek’in Ankara Belediye başkanlıklarını kazandığı seçim) ile bu gözlem çarpıçı biçimde doğrulanmıştı.
Ancak çok daha dikkatli gözlemciler, “İslâmi hareket”in 1980’lerin ortalarından itibaren yükselişe geçtiğini tespit etmekle kalmayıp; bu “yükseliş”in “Milli Görüş”ün pre (veya anti) modern/kapitalist çekirdeğinin bu özelliği ile genişlemesinin bir sonucu değil; modernist yaklaşımı olmasa bile onun işlevsel yöntemlerini, kapitalizmin değer ve önceliklerinin birçoğunu İslâm -bir ideoloji- içinde harmanlayan veya tersinden ifade edilirse, İslâmiyeti o yöntem, değer ve öncelikleri onaylayacak hattâ öne çıkaracak biçimde “anlayan” yeni unsurların o çekirdeğe “eklenmesi”nin, bu sonuncuların kazandırdığı dinamizm ve ivmenin sonucu olduğunu da belirtmekteydiler.
Bu “yeni unsurlar”, endüstriyel üretimden pazarlamaya, bankacılıktan medyaya kadar ekonominin bütün alanlarında modern rakiplerinden kalite ve perforans olarak hiç de aşağı kalmayan işadamları, üstdüzey uzman, teknisyenlerden, bu konum ve işlevlere aday üniversite öğrencilerinden oluşan, büyük çoğunluğu genç bir orta sınıf kesimidir, ileride AKP’yi onun çekirdeğini oluşturacak olanlar bunlardır.
Şüphesiz bunların yanısıra aynı RP eksenli “İslâmi hareket” içinde ve çevresinde Osmanlı son döneminin İslâm/Batılılaşma geriliminin problematiğine kapanmış, bu çatışmayı bir yaşam tarzının zorla egemen kılınması, amacı bu olan bir güç (iktidar) mücadelesine indirgeyen, bu perspektifi rövanşist bir anlayışla uygulamaya çalışan, örgütlenenler de dahil olmak üzere çeşitli akım ve eğilimler de sıralanmaktaydı. Ancak İslâmi harekete özellikle metropollerde ve 1980’lerin “ihracata dönük ekonomi”sinin hareketlendirdiği Anadolu kentlerinde genişleyen bir kitlesel destek sağlayanlar bu “radikal İslâmcı” grupçuklar değildi. İktidarlarına, “devlet”e yönelik aslî tehdidin bunlardan gelmediğini, en kolay ve gayet iyi bildikleri biçimde onları bertaraf edebileceklerinin de bilincinde olan Türkiye’nin muktedirleri, görünürdeki tüm heterojenliğine rağmen genel İslâmi hareketin ortak paydasını o radikal grupların özetlediğini empoze etmenin politik yararlarının da elbet farkındaydılar.
Ayni İslâmi dili kullanmak, aynı kitabi referanslara başvurmak ve bu ortaklığa dayanarak tümünü aynı potaya yerleştiren yerleşik muktedirlerin “laikliği koruma” adına başlattıkları karşı saldırı, sadece “Milli Görüş” eksenindeki legal hareketle illegal gruplar arasındaki çok yönlü farklılıkların anlaşılmasını değil; bu yöntem farklılığı koordinatını dikey kesen alt sınıflara özgü İslâmîyet yorum ve talepleri ile -sınıf veya konumunu yükseltmeye odaklı- orta sınıf İslâmiyet yorumu arasındaki derinleşmeye açık farklılıkların da su yüzüne çıkmasını imkânsızlaştırdı.
Öte yandan, yükselen İslâmi hareketin odağında ekseninde yer alan RP’yi yönlendiren “Milli Görüş” ve onun Erbakan liderliğindeki yönetici kadrosu, içinden geldikleri geleneksel merkez sağın siyasal kültürü, deneyimleri ve perspektifinden hiç de uzak olmadıkları için, iktidar mücadelesi vermeyi devlet fonksiyonları alanına dönük, bu fonksiyonların icrası üzerinde nüfus veya pay sahibi olmaya odaklı bir mücadele olarak görmekteydiler. ANAP çizgisi de dahil geleneksel merkez sağın, bu perspektifte davranması normal sayılabilir; çünkü devlet aygıtında yerleşik asker bürokrat muktedirler zümresi ile benzer bir yaşam tarzını, çoğu noktada benzer veya ortak bir modernleşme diskurunu paylaşan kadroları ile, muktedir zümrenin üstün konumuna ve önceliklerine dokunulmadığını gösteren formel taviz ve uzlaşmalar yapmak, böylece iktidar payını tedricen arttırmak mümkündür.
Oysa yüzyıllık hesaplaşmaların yükü bir yana; “sahibi” olduğu modernleşme projesi ile Türkiye toplumuna yaşam tarzları ile tarif edilen bir toplumsal hiyerarşi empoze eden, “çağdaş yaşam tarzı” kalıplarına aykırı gündelik hayat davranışlarını bile birer “sosyal düzeni tehdit” işareti olarak algılayan, kendi muktedir konumunu -özellikle ’80’lerden itibaren- neredeyse sadece bu tür tehditlerin varlığıyla meşrûlaştıran, “çağdaş yaşam tarz”larını böyle yaşamayanlara karşı bir üstünlük duygusuyla sürdürmeye alışmış kesimlerin desteğini o meşrûlaştırmanın -resmî- ideolojisiyle sağlayan “Atatürkçü” asker-bürokrat zümrenin Millî Görüş çizgisi ile böyle bir mecraya girmesi, kendi konum ve meşrûiyetini reddetmek anlamına geleceği için imkânsızdır.
Erbakan liderliğindeki Millî Görüş çizgisi, ülkenin en çok oya sahip partisi olma kozundan ziyade, kritik “Kürt” sorunuyla başı dertte olan, bu soruna “askerî çözüm” yolunu dayatmanın yol açtığı karanlık, şaibeli yöntem ve sonuçlar nedeniyle konum ve meşrûiyeti yıpranan, sorgulanabilir hale gelen asker-bürokrat zümrenin bu durumda, kendisine tüm icraatı konusunda her türlü tavizi de veren RP ile uzlaşma kapısını -nihayet- aralayabileceğini, onu da diğer “merkez” partiler gibi “hükûmet edebilir” kategorisine alabileceğini düşünerek Refah-Yol deneyimine hevesle atıldı.
Sonuç 28 Şubat ve ertesindeki bozgundur. Bu bozgun “Milli Görüş”ü 1999 seçimlerinde oylarında % 40’a varan bir kayba uğrattı; 3 Kasım’da ise başdöndürücü bir düşüşle % 2.5’luk bir oy oranıyla bir enkaza dönüştürdü.
Bu bozgun sürecinde RP’nin, ardından kurulan FP’nin içinde üst-orta düzey kadrolar olarak yer almış bir ekibin kurduğu AKP’nin, daha iki yıl bile geçmeden 1983’teki ANAP’tan beri hiçbir partinin erişemediği bir oy oranı ile birinci parti ve tek başına iktidar konumuna ulaşmasını konjonktürel koşullarla, o pek moda “tepki” oyları argümanıyla açıklamak en hafif deyimiyle sığlık, yüzeyselliktir.
Daha Birikim’in 149. (Eylül 2001) sayısında AKP’nin ciddi, yeni bir orta sınıf hareketi olduğu özellikle belirtilmiş ve bu partinin
“...içinden geldiği İslâmi-Sûnni haraketin MNP-MSP...FP’de somutlaşmış siyasallaşma mecrası içinde ele alınmaktan çok, 1930’ların Serbest Fırkası 1946-50’nin DP’si, 1965 AP’si gibi kurulu -devlet- düzene karşı kitlesel bir tepkinin mecrası olabilmiş hareketlerin bir devamı, son halkası...”
olduğuna özellikle işaret edilmişti.
O yazıda AKP’ye yön veren kadronun, kurucu çekirdeğin ideolojik açıdan homojen olduğu da vurgulanmış, bu homojen ideolojinin ne arkaik, pre-modern dönem İslâmiyeti, ne “Milli Görüş” çizgisinin MNP-MSP evresinde sunduğu mühendislik, sanayi fetişizmi ve ilmihali eklemleyen ideolojisi ne de 1990’lardaki RP-FP evresindeki adil düzen retoriği ile Kur’anı ve İslâmı yeniden yorumlayan -popülist- ideoloji olmadığını, bu çizgiden hemen hemen koparak -kestirme bir ifadeyle- Avrupa’da Protestanlığın yaptığı, Batı kapitalizminin, burjuva dünya görüşünün mayasında yer alan, din ve kapitalizm sentezinin bir benzerini andıran otantik bir Türk burjuva ideolojisidir. Biraz daha ileri gitmek pahasına AKP’de temsil edilen ideolojinin daha önce DP-AP ve ANAP tarafından formüle edilmiş ideolojilerden çok daha pür bir burjuva ideolojisi olduğunu da söyleyebiliriz.
Nasıl Serbest Fırka’dan -MNP-MSP’yi de içererek- 1970’lerin AP’sine varan orta sınıf hareketi Türkiye’nin pre-modern safhadan modernizme. kapitalizmin başlangıç evresine, ilk gelişme, ivme kazanma evresine tekabül ediyor, bu sınıfın kendisi ve iktidar mücadelesi perspektif(ler)i böylesi geçiş dönemlerinin kaçınılmaz pre-modern kalıntıları, pre-modern iktidar anlayış ve kültürü ile malûl ise... ANAP, neo-liberalizme uyarlanmış katmanlar öncülüğünde bu sınıfın postmodernizme geçiş sürecinde, önceki “çarpık modernleşme” döneminin kalıntılarıyla yüklü safhaya tekabül ediyorsa; şimdi AKP’de çoğunluğuyla (diğer kanadı -bu yazıda bağlam gereği yeterince ele almadığımız- CHP’de kümelenen) Türkiye postmodernizminin dinamik orta sınıfı da bu yeni dönemin siyaset ve iktidar anlayışına büyük ölçüde oturan bir politik hareketle iktidara gelmiştir.
Bu, sadece çatışma gürültülerinin, sert polemiklerin, kapışmaların yaşanmadığı, sakin bir seçim öncesi süreç yaşandığı için “sessiz” bir devrim değildir. Daha önceki orta sınıf hareketleri, siyasal mücadeleyi önceki -halihazır- muktedirlerin işlev alanlarına -“devlet fonksiyonları”na, “devlet politikaları”na- ve mevzilendikleri bürokratik aygıda dönük bir perspektifle yürüttükleri, “mücadele alanını” yöntem ve başarı kıstaslarını böylece belirledikleri için, aslında “rakip”lerinin sahasında onun kurallarını ve güç mantığını kabullenmiş oluyorlardı.
Oysa AKP-ANAP’ın başlattığı perspektifi olgunlaştırarak mücadelenin alanını, bu ilk kritik safhada, sadece “burjuva toplumu”nun aslî unsurlarının yer aldığı, bu topluma özgü dinamiklerin belirlediği ekonomi alanı ile sınırlayarak, “ekonominin sorunları”na teksif ederek, öncelikle “devlet”in müdahil olamayacağı onu dışarıda tutan bir zemine yerleşti ve rakip partilerin onu çekmeye çalıştığı “devlet”le ilgili, “devletin hassas olduğu” alanlara asla girmedi. Ve herhalde hükümet olduktan sonra da epeyce bir süre girmeyecektir. Bu noktada ne denli bilinçli olduğunun kanıtı içinden geldiği “İslâmi hareket” ve seslendiği seçmen kitleleri için gayet hassas olan “türban sorunu”nda bile “öncelikli sorunumuz değil” diyebilmiş olmasıdır.
Bu, aşırı bir ılımlılaşma, taviz ve çekinme gibi görünüyorsa da aslında otantik Türk orta sınıf temsilcilerinin bu ve benzeri sorunlara kendi içinde tutarlı, tam bir burjuva mantık içinde yaklaştıklarını, bu mantığın gereklerine uygun bir yol izleyeceklerinin kanıtı olarak değerlendirilebilir.
AKP, bu ve benzeri “devlet”le ilgili sorunları kendi koyduğu bir öncelikler sırası içinde, vakti ve koşulları olgunlaştığında mutlaka çözüme kavuşturma kararlılığından geri adım atmış değildir.
AKP, temsil ettiği sınıfın (burjuvazinin) varoluş etkinliğinin ekonomi olduğunu, güç ve iktidar -dolayısıyla devlet- kavramlarına ekonomi kaynaklı bir içerik, meşrûiyet referansı kazandırdığı oranda egemenliğini kurabileceğini; bu içerik ve referansa yaslanarak, devlette mevzilenmiş ekonomi dışı-üstü addedilen fonksiyonlarıyla hükmeden pre-modern kalıntı iktidar sahiplerini ya gerilemeye ya da tâbi olmaya zorlayabileceğini esas almış gözüküyor şimdilik. Krizlerden, artan yoksullaşmadan bunalmış toplum çoğunluğunun, “güç ve iktidarın ekonomik sıkıntıları azaltmaktan daha değerli bir içeriği ve meşrûiyeti olamaz” demeye en yatkın olduğu; dibe vurmuş ağır hasarlı halihazır ekonomik düzenin kaçınılmaz bir restorasyondan başka çaresinin kalmadığı ve zaten bu yola girdiği önümüzdeki dönem koşulları, eğer şu yukarıda özetlenen yaklaşımı esas almış ise, AKP’ye gayet uygun bir zemin sunacak demektir. Son seçimlerde yalnızca alt sınıfların “tepki oylarının çoğunu değil, DYP ve ANAP’ın omurgasını teşkil eden orta sınıf katman ve kesimlerinin -o partilerin çökmesine, enkaza dönüşmesine yol açacak ölçüde- desteğini almış olan AKP, ülke ekonomisine -ilân ettiği düzeyin bir hayli aşağısında da olsa- bir sağlamlık, verimlilik ve dinamizm kazandırdığında, kazandırdığının işaretleri görülebilir olduğunda tarihsel bir eşiğe varmış olacaktır. Böylece “nihai hesaplaşma”yı arkaikleşmiş bir devlet anlayışının değil, dinamik bir orta sınıfın “öz” değer ve güç kıstaslarının egemen olduğu bir zeminde yapmanın koşulları oluşmuş olacaktır. Bu durumda toplumun “asıl” gücünü göstermiş ve iyi yönetmiş olarak AKP ve Türk orta sınıfları, toplumun büyük çoğunluğu ile birlikte bu toplumun kadim egemenlerine “hesap veren” değil, “hesap soran” konumuna geçmiş olacaklardır. Ve bu noktada eğer AKP’liler, bu “hesap sorma”yı yalnızca kendi boyunlarındaki -türban gibi- “namus borçlar”ı ile kısıtlamaz, diğer demokratik güçlerle birlikte Türkiye’nin demokratik gelişiminin önüne tüm “borçlar”ın gündeme geleceği “çoğul” bir ortam yaratılmış olursa... işte o zaman Türkiye’nin pre-modern tarih öncesi nihayet bitiyor diyebileceğiz.

1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 7


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 7



Mesut Yılmaz'a Göre, İstenenler Atla Deve Değil!

KOB ile ilgili en ilginç değerlendirmeyi ise ANAP Genel Başkanı, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, 14 Kasım 2000 tarihinde partisinin TBMM Grup Toplantısında yaptı. Yılmaz, "KOB'da yerine getirilemeyecek, kesinlikle reddedilecek bir unsur bulunmadığını, istenenlerin atla deve" olmadığını söyledi. Yılmaz'ın, AB'ye bakış açısını göstermesi bakımından önemli olan bu konuşma özetle şöyledir: 

"KOB ile Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri yeni bir döneme girmiştir. Türkiye'nin AB ile ilişkileri, hem kendisi gibi aday durumunda olan diğer 12 ülkenin hepsinden, hem de şu anda tam üye durumunda olan bazı ülkelerden daha köklü ilişkilerdir. Aramızdaki hukukî ilişkinin 40 yıla yaklaşan bir geçmişi vardır.

1963'te Avrupa Birliği ile yaptığımız Ortaklık Anlaşması, nihai hedef olarak Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üyeliğini öngören bir anlaşmadır. Bunun için Türkiye ekonomisinin evvela güçlendirilmesi hedeflenmiştir. 22 yıllık bir takvim içerisinde Türk ekonomisi AB ile rekabete hazırlanmıştır. ANAP'ın iktidara gelmesiyle birlikte, Türkiye'de serbest piyasa ekonomisine geçilmesi yönünde çok kapsamlı bir reform gerçekleştirilmiştir. Bunların sonucu olarak, 1987'de Türkiye AB'ye tam üyelik için başvuruda bulunmuştur. 

1987'de, o zamanki ANAP Hükümeti tarafından yapılan bu tam üyelik başvurusu üzerine, AB, Türkiye'nin durumunu incelemeye almış ve iki sene sonra, 1989 yılında Türkiye'nin AB standartlarına, değerlerine, normlarına çok uzak olduğu, bu nedenle tam üyelik başvurusunun şu anda dikkate alınamayacağı cevabı verilmiştir.

1989'da bize verilen bu cevap olumsuz, AB ile ilişkilerimizi bir belirsizliğe sürükleyen bir cevaptır; ama, 1990'da, bildiğiniz gibi, dünyada ve özellikle Avrupa'da çok büyük bir değişim yaşanmıştır. Demirperdenin ortadan kalkmasıyla birlikte, o zamana kadar Doğu Bloku içinde yer alan, Demirperdenin arkasında bulunan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri bağımsızlıklarını kazanmışlardır ve kendi bünyelerinde gerekli değişimi başlattıktan sonra, ilk yaptıkları iş de Avrupa Birliğine tam üyelik başvurusunda bulunmak olmuştur. Böylece, 1989'dan sonra, 1990, 1991 yıllarında AB, birdenbire, çok sayıda Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin üyelik başvurusuna muhatap olmuştur. Bunun üzerine, Birlik, o tarihten itibaren AB'ye yeni üye olacak ülkelere hangi kriterlerin uygulanacağını, daha doğrusu o ülkelerde hangi kriterlerin aranacağını tesbit etmiştir. Bu, 1993'te Kopenhag'da belirlenmiştir. O tarihten itibaren, AB, kendisine yapılan tam üyelik başvurularını Kopenhag Kriterleri dediğimiz, bu ölçülere göre değerlendirmektedir. 

1997 yılında Lüksemburg Zirvesinde, diğer 12 ülkeye aday statüsü verilmiş, daha doğrusu 12 ülkenin aday statüsü kabul edilmiş; ama, Türkiye için gene Türkiye'nin bu kriterlere çok uzak olduğu, Türkiye'deki uygulamalarla bu kriterler arasında çok büyük bir fark olduğu ifade edilerek, Türkiye'ye adaylık statüsü verilmemiştir. Türkiye ile bir özel ilişki geliştirilmesi karara bağlanmıştır. Biz, Lüksemburg Zirvesinden sonra, hepinizin hatırlayacağı gibi, bu karara çok sert tepki gösterdik. Böyle bir özel ilişkiyi kabul etmeyeceğimizi, AB ile siyasî diyalogumuzu askıya alacağımızı, Türkiye'nin bu kriterleri gerçekleştirme kararlılığında olduğunu; ama, Türkiye'ye karşı açıkça ifade edilemeyen birtakım nedenlerle ayrımcılık yapıldığını ifade ettik. Bizim bu tutumumuz, Avrupa'yı Türkiye meselesini yeniden değerlendirmeye sevk etmiştir. Ve iki senelik bir değerlendirme sonunda, Avrupa Birliği Helsinki'de Türkiye'nin aynı diğer adaylarla eşit şartlarda, tam üyelik adaylığını kabul etmiştir."

Yılmaz, bu konuşmasında AB'nin Türkiye'ye ayırımcılık yaptığını kabul etmiştir. Yılmaz, Helsinki'de Türkiye'nin diğer adaylarla eşit şartlarda görüldüğünü söylese de, bunun böyle olmadığı, ayırımcılığın sonraki karar ve uygulamalarda devam ettiği görülecektir. Ayrıca, Lüksemburg ile Helsinki'deki talepler arasında hiçbir fark olmadığı hatırlandığında, sadece "şartlı adaylık" ilanı karşılığında sözkonusu talepleri kabul etmiş oluyorduk. AB çevrelerinde, Türkiye'nin bu şartları nasılsa yerine getiremeyeceği inancı ile adaylık statüsünün verildiği değerlendirmelerinin yapıldığını açıkça söyleyen de Yılmaz olmuştur. Yılmaz'ın konuşması şöyle devam etmiştir: 

"Şimdi, Helsinki Kararları, Avrupa'da birçok çevreyi rahatsız etmiştir. Bu çevreler, Türkiye'ye tam üyelik aday statüsünün verilmesinin yanlış olduğunu, Türkiye'nin bu kriterleri yerine getiremeyeceğini, hiçbir zaman tam üyelik için gerekli bu şartları sağlayamayacağını, dolayısıyla Türkiye'ye yerine getiremeyeceği şartlara bağlı bir adaylık statüsü verilmesinin ileride Türkiye-Avrupa ilişkilerini daha kötü etkileyeceğini ifade etmişlerdir. 
Tabiî ki bunların arkasında, bunların kafalarının arkasında, Türkiye'nin Avrupa'nın diğer 27 tam üye ve aday ülkesinden farklı olarak, nüfusunun tamamına yakınının Müslüman bir ülke olması, farklı bir kültürü temsil etmesi yatmaktadır. Ama, bütün bunlara rağmen, hükümetler bazında yapılan değerlendirmede, Türkiye'nin dünyanın en kritik üçgeni olan Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya üçgeninde sahip olduğu stratejik ve jeopolitik konumu nedeniyle AB açısından ihmal edilemeyecek, dışlanamayacak bir ülke olduğu değerlendirmesi ağır basmıştır ve Helsinki'den böyle bir karar çıkmıştır. Demek istediğim, Helsinki'de hükümetler düzeyinde verilen bu karar, Avrupa ülkelerinde yaşayan insanların çoğunluğunun eğilimini yansıtmamaktadır. Yani, Avrupa halklarının büyük çoğunluğu, Türkiye'nin tam üyeliğine karşıdırlar. Daha geçen hafta AB kendi kamuoyu araştırma şirketinin yaptığı bir araştırmaya göre, AB'de yaşayan nüfusun yaklaşık yüzde 70'i Türkiye'nin üyeliğine karşıdır. Türkiye için oranın bu kadar yüksek olması, demin dediğim özel nedenlere bağlıdır; ama, aslında AB ülkelerinin halkları, genişlemeye de karşıdır. Yani, diğer aday ülkelere baktığınız zaman, onlar için de, hiçbiri için yüzde 50'den fazla bir kamuoyu desteği söz konusu değildir. 

Şu anda bizim dışımızdaki 12 aday ülkenin hepsiyle tam üyelik müzakereleri yürütülmektedir. Yani, Türkiye, şu anda aday olup da AB ile tam üyelik müzakeresi yapmayan tek ülke konumundadır. Tam üyelik müzakerelerine başlamamız için, kısa vadeli hedeflerin gerçekleşmesi lazım.
Şimdi, Türkiye'nin bu süreçte niye diğerlerinden bir anlamda geride kaldığı, onların dışında kaldığı incelendiği zaman, tabiî ki bunda AB'de demin söylediğim Türkiye'ye karşı olan önyargılı tutumlar rol oynamıştır; ama, bunun yanında, Türkiye'nin konumundan kaynaklanan, Türkiye'nin özelliklerinden kaynaklanan çok ciddî nedenler vardır.

Türkiye, bugün sayı olarak 65 milyon nüfuslu bir ülkedir. Hesaplara göre, 30 sene sonra 100 milyona varacaktır, yüzyılın sonunda da Fransa ile Almanya'nın toplam nüfusuna eşit bir nüfusa erişecektir. Yani, Türkiye'yi bugün Avrupa Birliğine tam üye aldıkları zaman, yüzyılın sonunda Türkiye'nin Avrupa Birliğinin en büyük ülkesi olmasını da kabul etmeleri gerekecektir. Bu konuda Avrupa Birliğinin ciddî rezervleri vardır; çünkü, Avrupa Birliğinin şu anki mekanizması, nüfus çoğunluğuna dayalı bir mekanizmadır. Yani, Parlamentosunda nüfusunuza oranla temsil edilirsiniz. Keza, komisyonda, diğer organlarda ülkeler nüfusları oranında temsil edilmektedirler. Türkiye'nin bu ağırlığı, Avrupa ülkelerini ciddî suretle endişeye sürükleyen; ama, aynı zamanda da onları kendi mekanizmalarını yeniden gözden geçirmelerini gerektiren bir durum yaratmıştır.
Şu anda Avrupa Birliği, 2004 yılına kadar genişleme sürecini durdurma eğilimindedir, yani 2004'e kadar yeni üye almak yerine, kendi içindeki bu düzenlemeleri gerçekleştirecektir. Muhtemelen oybirliği esasından, oyçokluğu esasına geçilecektir. Muhtemelen Parlamentonun ağırlığı artacaktır; ama, Avrupa Parlamentosunda ülkelerin temsilinde başka kriterler söz konusu olabilecektir. Dolayısıyla Avrupa Birliği yeni üyeleri kabul etmeden önce, kendi bünyesindeki bu iç düzenlemeleri gerçekleştirmeyi hedeflemektedir." 
Yılmaz, burada AB'nin ileriye yönelik olarak Türkiye'nin önünü kesmeye devam edeceğini itiraf etmektedir. Bu da AB'nin duruma göre karar ve kriter değiştirebildiğine, Yılmaz'ın ağzından bir örnektir. Bu ilginç konuşmanın devamında şunlar vardır: 

"Şimdi, Türkiye açısından bakıldığında, KOB'da, bizim yerine getiremeyeceğimiz, kesinkes reddedeceğimiz herhangi bir unsur söz konusu değildir. Ama, bizi rahatsız eden iki tane unsur vardır. Bunlardan birincisi Kıbrıs ile ilgilidir, ikincisi de malî işbirliği ile ilgilidir. Kıbrıs ile ilgili konu, aslında Helsinki Zirvesi kararlarında Türkiye ile ilgili olarak bir ifade kullanılmıştır. Bu ifade, bizim yadırgadığımız bir ifade değildir, hatta mutabık kalarak o belgeye konulmuş bir ifadedir. Bu da, "Türkiye'nin Kıbrıs konusunda yürütülen siyasî diyaloga, yani Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin gözetiminde yürütülen siyasî diyaloga güçlü biçimde destek olacağı" ifadesidir. Bu, Helsinki'de yer almıştır; ama, Helsinki'de bu ifade yer aldığı zaman, Sayın Başbakan, bunu hiçbir şekilde Türkiye'nin tam üyeliğinin Kıbrıs sorununun çözümüne bağlı olduğu şeklinde anlamadığımızı, yani Kıbrıs meselesinin çözümü ile Türkiye'nin üyeliği arasında bir bağlantıyı kabul etmediğimizi açıklamıştır. Sayın Başbakanın açıklamasıyla yetinilmemiştir, o zamanki Avrupa Birliğinin Konsey Başkanı olan Finlandiya Dışişleri Bakanı da bunu yazılı olarak Türkiye'ye taahhüt etmiştir. Yani, "Biz de sizin bu anlayışınızı kabul ediyoruz, bu mesele, Kıbrıs meselesi ile Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği arasında bir bağlantı yoktur, bu bir önşart değildir" şeklinde bize yazılı güvence vermiştir. Dolayısıyla bizim açımızdan Avrupa Birliğinin bu konudaki anlayışı bizim anlayışımızla örtüşmektedir.

Buna rağmen, Katılım Ortaklığı Belgesi-nde ilk taslakta, yani ilgili komiser tarafından Komisyona sunulan ilk taslakta, aynı ifade, ama genel ilkeler içerisinde ifade edilmiştir. Bu bizi pek mutlu etmese de, biz buna karşı herhangi bir tepki göstermedik; çünkü, netice itibariyle Helsinki'deki durumun tekrarından ibaretti. Ama, son anda Komisyonda bu metnin karara bağlanması sırasında, hem ana giriş bölümündeki o ifade muhafaza edilmiş hem de Türkiye'nin bir yıl içerisinde gerçekleştirmesi gereken kısa vadeli hedefler arasına aynı ifade tekrar konulmuştur. Hiç şüphe yok ki, bu, Yunanistan'ın baskısıyla olmuştur.
 Bu durumda, Türkiye açısından belgeyi değerlendirirken, iki ihtimal vardı: Birincisi, AB'nin Helsinki'den bu yana Türkiye'nin üyeliği ile ilgili olarak Kıbrıs konusundaki bu tavır değişikliği nedeniyle bu belgeyi tümüyle reddetmek, bunu kabul etmediğimizi söylemek. İkincisi, Helsinki'de bize AB tarafından da yazılı olarak teyit edilen anlayışın bizim için geçerli olduğu, dolayısıyla Kıbrıs meselesinin hiçbir şekilde bizim AB ilişkilerimizde bir unsur olarak tarafımızdan kabul edilmeyeceğini ifade ederek, belgenin tümünü kabul etmek.
Bakanlar Kurulunda bu konu tartışılmıştır. Hem Bakanlar Kurulu'nun açıklamasında, hem Dışişleri Bakanlığının bir gün önce yaptığı açıklamada bu konudaki anlayışımız açıkça ifade edilmiştir ve Kıbrıs konusundaki bu ifade, dışta kalmak kaydıyla belge Türk Hükümeti tarafından kabul edilmiştir. Yani, basında çıkan "Acaba Hükümet buna evet mi dedi, hayır mı dedi" tartışmaları bir anlamda abes tartışmalardır. Hükümet, bu belgeye dayalı olarak ulusal programı hazırlayacağını ifade etmekle, bu belgeyi kabul ettiğini zaten ortaya koymuştur; ama, Kıbrıs meselesindeki tutumunu muhafaza etmektedir. Bu, sadece bizim tutumumuz değildir, biraz önce söylediğim gibi, Helsinki'de bize zaten Avrupa Birliği tarafından da yazılı olarak teyit edilen bir tutumdur." 
Helsinki Zirvesi sebebiyle yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında, Kıbrıs'la ilgili endişelerimi dile getirirken kafasını "yanlış" anlamında sallayan Yılmaz'ın, 1 sene sonra gelen bu şikâyeti anlamlıdır. Yılmaz, Lipponen'in hukuken geçersiz mektubunun yazılı bir teyit olduğundan bahsediyor ama bizim neden yazılı bir belge sunmadığımızı söylemiyor. Yılmaz'ın açıklamalarına devam edelim: 

"Niye bu değişiklik son dakikada gerçekleşmiştir? Çünkü, bu Katılım Ortaklığı Belgesi, şimdi bu ayın 18'inde Avrupa Birliğinin Bakanlar Konseyinde görüşülecektir, yani Dışişleri Bakanlarının katılacağı Konseyde görüşülecektir. Daha sonra da Aralık ayının -sanıyorum- 9'unda Hükümet Başkanları Zirvesinde görüşülecektir. Ancak, bu sürecin sonunda bu belge resmiyet kazanacaktır, şu anda sadece bir komisyon metnidir. Bu Katılım Ortaklığı Belgesinin hem Bakanlar Konseyinde hem de Hükümet Başkanları Zirvesinde karara bağlanması sırasında oybirliği aranmamaktadır. Yani, bazı üyelerin muhalefetine rağmen, oy çoğunluğu ile bu belgenin kabul edilmesi mümkündür. Ama, bu belgenin içinde yer alan birtakım malî hükümlerin, yani Türkiye'nin bu hedefleri gerçekleştirmesi için Avrupa Birliği tarafından Türkiye'ye yapılacak olan ekonomik yardımları içeren malî hükümlerin içinde bulunduğu çerçeve anlaşması, mutlaka oybirliğiyle kabul edilmesi gereken bir belgedir. Dolayısıyla Yunanistan, Katılım Ortaklığı Belgesini, eğer kendisi açısından tatmin edici bir belge olmazsa, engelleyemese bile, bu belgenin hayata geçirilmesini sağlayacak olan çerçeve anlaşmasını veto etmek, onun karara bağlanmasını engellemek hakkına sahiptir, yetkisine sahiptir. 
Yunanistan'ın bu blokajını aşmak için, Yunanistan'a, bize göre, Hükümetimizin anlayışına göre, benim anlayışıma göre, tamamen kozmetik olan böyle bir taviz verilmiştir. 
İleride bu Avrupa Birliği ilişkilerimizde çeşitli aşamalarda yeniden önümüze çıkarılamaz mı? Çıkarılabilir. Ama, demin dediğim gibi, bu konuda bizim çok sağlam dayanaklarımız vardır. Yani, 1981'de Yunanistan'ın tam üyeliğinin kabulü sırasında Avrupa Birliği bize taahhütte bulunmuştur, demiştir ki: "Yunanistan'ın Avrupa Birliğine tam üye olması, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerini etkilemeyecektir." Ama, buna rağmen görülmüştür ki, Yunanistan her safhada bizim ilişkimizi bloke etmiştir, engellemiştir, veto hakkını uygulamıştır, hep Türkiye'ye karşı kötü niyetli bir tutum içinde olmuştur. Ama, bu seferki güvence sadece sözlü bir güvence değildir. 1981'de Yunanistan'ın tam üyeliğindeki gibi sözlü güvence değildir, demin dediğim gibi, elimizde aynı zamanda Konsey Başkanı sıfatıyla yazılmış, bir anlamda AB müktesebatının bir parçasını oluşturan bir de mektup söz konusudur, bir belge söz konusudur. Dolayısıyla Kıbrıs konusundaki bu anlayışımızı muhafaza ederek, Türkiye, Katılım Ortaklığı Belgesinde kendisinden yapılmasını istediği hususları kabul etmiştir." 
Yılmaz'ın bu itirafı gerçekten dehşet vericidir. Hakkımız olan ama bugüne kadar alamadığımız, bundan sonra da alamayacağımız malî yardımlar için Yunanistan'a, hem de Kıbrıs konusunda taviz verildiğini açıkça itiraf etmektedir. Geçmişte nasıl aldatıldığımızı örnekleri ile anlatan ancak bu kez elimizde sözlü değil, yazılı güvence olduğunu belirten Yılmaz, Lipponen'in hukukî hiçbir bağlayıcılığı olmayan mektubuna sığınmaktadır. Ancak Yılmaz'ın, hemen bir sonraki cümlesinde AB'nin sözünü nasıl tutmadığını anlatması, verilen tavizin vehametini daha da arttırmaktadır. Özrü kabahatinden büyük deyimi Yılmaz'ın mantığını anlatmada yetersiz kalmaktadır. Bu aldatılmışlıkla, Kıbrıs ikinci kez taviz olarak veriliyordu. Gümrük Birliği uğruna Rum kesimi ile görüşmelere başlanmasına göz yumulmasından sonra, bu kez de sadece "sanal adaylığımızın" ilanı için Kıbrıs konusu bir kez daha AB'nin ellerine teslim ediliyordu. Yılmaz'ın konuşmasına dönersek bugüne kadar nasıl aldatıldığımızı daha açık bir şekilde görebiliriz;
"Şimdi, bizi rahatsız eden ikinci unsur, malî işbirliğine ilişkin hükümlerin yetersiz olmasıdır. Türkiye'den gerçekleştirmesi istenen şeylerle, bunları gerçekleştirmesi için Türkiye'ye yapılması düşünülen yardımlar arasında büyük bir oransızlık söz konusudur. Bize senede ancak 177 milyon ECU'luk bir hibe yardımı öngörülmektedir. Bu, Türkiye gibi bir ülke için, Türk ekonomisi ölçüsündeki bir ekonomi için hiç sayılabilecek bir katkıdır. Bu katkının mutlaka Türkiye'nin üstlendiği yükümlülükler doğrultusunda artırılması gerekir. Dolayısıyla Türkiye'ye sağlanan malî yardımın, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki malî işbirliğinin mutlaka burada öngörülen hedefler doğrultusuna yükseltilmesi lazımdır, seviyesine çıkarılması lazımdır. Aksi takdirde Avrupa Birliği, Türkiye'ye yüksek birtakım hedefler gösteren; ama, bu hedeflere ulaşılması için samimi hiçbir katkıda bulunmayan bir kurum konumuna düşecektir. Bu konu, önümüzdeki aylarda, hatta belki önümüzdeki yıllarda Avrupa Birliği ile aramızdaki ilişkilerde, görüşmelerde herhalde en temel konulardan birisi olacaktır." 
AB, ileriki bölümlerde görüleceği gibi malî yardımlar konusunda malum tutumunu sürdürdü. Diğer aday ülkelere büyük rakamlarda yardımda bulunup, az şey isterken, Türkiye'ye hemen hiç yardım yapmadan inanılmaz talepler dayattı. Ancak Yılmaz'ın gözünde hâlâ, "Yüksek bir takım hedefler gösteren ama bu hedeflere ulaşılması için samimi hiçbir katkıda bulunmayan bir kurum konumuna" düşmemiş olmalı ki tüm bunlar yaşanmamış gibi Türkiye'nin "olmayan" yükümlülüklerinden bahsedip, hep kendi ülkesinin kaybına yol açacak baskıları ve Türkiye'yi suçlayıcı açıklamalarını sürdürmektedir. Yılmaz'ın konuşması devam etmiştir: 
"Bu belgenin hazırlanması sırasında, diğer aday ülkelerden farklı olarak, Avrupa Birliği Komisyonu bizimle devamlı istişare içinde olmuştur. İlgili kişi iki defa Ankara'ya gelmiştir. Bizim bu belgede neleri kabul edebileceğimizi, neleri kabul edemeyeceğimizi bizimle görüşmüştür. Biz Brüksel'e gitmişizdir, aynı konuları görüşmüşüzdür. Biz onlara açıkça şunu söylemişizdir: "Biz, Türkiye olarak birtakım hassasiyetleri olan bir ülkeyiz. Bu hassasiyetlerimiz hem tarihî gelişmeden kaynaklanmaktadır, hem coğrafî konumumuzdan kaynaklanmaktadır. Biz, Türkiye'de Lozan'da kabul ettiğimiz dinî azınlıklar dışında bir azınlık kavramını kabul edemeyiz. Eğer belgede bize böyle bir şey getirirseniz, bu belge baştan bizim için kabul edilemez bir belge olur. Etnik gruba dayalı hakları da kabul edemeyiz. Onun için, bizim bu duyarlılıklarımızı mutlaka bu belgede dikkate almanız gerekir." 
Memnuniyetle gördük ki, Katılım Ortaklığı Belgesinde, bizim söylediğimiz bu hususlar hepsi dikkate alınmıştır. Yani, bir azınlık hakkından söz edilmemiştir, Türkiye'den istenen hususlar herhangi bir dinî veya etnik gruba dayalı olarak değil, sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının temel hakları olarak belgede yer almıştır. Bu haliyle, belgenin bizi rahatsız etmesi gereken hiçbir ciddî yönü yoktur."
Yılmaz, KOB'un hazırlanmasındaki engin katkısını ifade etmeye çalışırken, AB'ye "taktik" verdiğini itiraf etmektedir. AB'nin isteklerini sadece KOB ile değerlendirirseniz, bazı ciddi talepleri gözden kaçırabilir ve "Bunda bir şey yok" diyebilirsiniz. Ancak vardır. Daha önceki belgelerde "Kürtler" için haklar isteyen AB, Yılmaz'ın tavsiyesi üzerine bu ifadeyi kullanmamış ama KOB'da, "Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm - eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere - kaldırılması" şeklinde bir genelleme yapılmıştır ki, bu kapsama herkesi sokup, rahatlıkla yeni yeni sanal azınlıklar yaratmak mümkün olacaktır. KOB ve bu belgenin temelini oluşturan AB'nin ilerleme raporları ile Avrupa Parlamentosu kararları birlikte değerlendirildiğinde belgenin Yılmaz'ın gösterdiği gibi hiç de masum olmadığı ortaya çıkmaktadır. Mesela, ilerleme raporlarında eğitim talebinin açılımı yapılmakta ve hem temel, hem de yaygın eğitimden bahsedilmektedir. Belgede, bunun gibi Türkiye'yi rahatsız eden çok sayıda haksız unsur bulunmaktadır. Yılmaz'ın konuşmasının devamında Kürtçe yayın vardır:
"Şimdi kamuoyunda biraz da pompalanmak istenen bir tartışma var: Kürtçe yayın meselesiyle ilgili. Bazı basın organları öyle bir hava veriyorlar ki, sanki ben Kürtçe yayını savunuyorum, başka bir parti Kürtçe yayına karşı çıkıyor, başkası da bunu uzlaştırmaya çalışıyor filan... Bunların hiçbiri doğru değildir. 
Benim söylediğim hadise şudur: Belgede Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının radyo televizyon yayınlarından yararlanmasında mevcut bazı yasakların kaldırılması istenmiştir. Şimdi, burada benim söylediğim husus da şudur... Ben bu konuda hiçbir yerde beyanat filan da vermedim, ben sadece bir televizyon kanalında, CNN Türk'te kısa bir söyleşiye çıktım, oradaki konuşmamdan atfen bunları çıkarıyorlar. Benim söylediğim hadise şudur: Özel radyo televizyon yayınları konusunda Türkiye bugün Avrupa Birliği standartlarının gerisinde değil, kat be kat ilerisindedir. Avrupa Birliği ülkelerinin hiçbirinde, bizdeki kadar özel radyo televizyon yoktur. Avrupa Birliği Komisyonunun bu belgesinde, bizden şu veya bu dilde bir özel radyo televizyon kurulmasını sağlamamız istenmemektedir. Böyle bir taahhüdümüz yoktur.
Bugün bazı Avrupa Birliği ülkelerinde, mesela Avusturya'da bir tane bile özel radyo televizyon yoktur. Dolayısıyla özel radyo televizyon olması, bir Avrupa Birliği kriteri değildir. Türkiye'nin böyle bir yükümlülüğü de yoktur. Bizden istenen şudur: Eğer bizim vatandaşlarımızdan, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından bazıları ana dillerinde yayın ihtiyacı ile karşı karşıya ise, bu ihtiyacı devletin göz önünde tutması istenmektedir. Bunun yolu nedir, onu oturup karar vereceğiz. O konuda alınmış bir kararımız yoktur.
 Elbette ki, Türkiye'nin bölünmezliği esastır, elbette ki Türkiye'nin ülke ve milleti olarak bütünlüğü ilkesi korunacaktır; ama, bu çerçevede Türkiye bazı vatandaşlarının ana dilde yayın ihtiyacına cevap verecek bir mekanizmayı da getirmesi istenmektedir bu belgede ve ben diyorum ki: Biz bunu yapabiliriz. Nasıl yapacağımızı daha konuşmadık. Ama, biz bunun yapılmasından yanayız. Bunu yapmazsanız ne olur? Veya bunu yapmıyoruz da şu anda ne oluyor? Vatandaşlarımızın önemli bir bölümü, çanak antenlerle bölücü örgütün yayınlarını izliyorlar. Bunu biliyor muyuz, bunu kabul ediyor muyuz?.. Devlet olarak bu durumdan memnun isek böyle devam edelim. Eğer bundan memnun değil isek, o zaman bölücü olmayan, ayrılıkçı olmayan, ama yeterince belki Türkçe bilmediği için, o yayınları veya dünyadaki gelişmeleri izlemek ihtiyacında olan vatandaşlarımızın bu ihtiyacını biz karşılayalım. Bizim söylediğimiz budur."
Yılmaz, o zaman yayın konusunda bir taahhüdümüz olmadığını söylüyordu. Doğruydu. Ama 2002'ye gelindiğinde, altında kendisinin de imzası bulunan Ulusal Program'da da, hem yayın ve hem de eğitim konusunda herhangi bir taahhüdümüz olmadığı halde, "taahhüdümüz var" demiştir. Bu ya bilinçsizlik, ya da en hafif tabiriyle gerçekleri saptırmaktır. Kaldı ki, PKK ve AB'nin dillendirmesi dışında, vatandaşların böyle bir ihtiyacı olduğunu nasıl ve ne zaman belirlemiştir? Yapılan tüm anketler, bölge halkının öncelikli talebinin aş ve iş olduğunu, bu konuların en sonlarda yer aldığını göstermiştir. Mesela, Marmara Üniversitesi'nden Sosyolog Dr. Mustafa Aksoy tarafından 1997'de yapılan "Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri'nde Terörün Neden ve Sonuçları" konulu araştırmada, "Devletten Beklentiler" şöyle tespit edilmiştir: İş imkânı (yüzde 50.6), can güvenliği ve terörün durdurulması (yüzde 25.9), eğitim, sağlık, konut ve alt yapı isteği (yüzde 16.8), yerel dilde eğitim (yüzde 5) ve sosyal haklar (yüzde 1.7). Ayrıca sayıları az da olsa bu durumdaki vatandaşların Türkçe bilmemesi, o insanların değil, ülkeyi yönetenlerin sorunu ve sorumluluğudur. Bu talepleri savunanlar, birliği ve bütünlüğü sağlayacak yol yerine ayrışmayı getirecek keyfi ve sorumsuz bir tutum izlemektedirler. 
Bizden daha ilk etapta, dilde ayrışmayı isteyen AB, Merkezî ve Doğu Avrupa Ülkeleri için hazırladığı raporlarda ise tüm sosyal grupların topluma entegrasyonundan ve resmî dilin yaygınlaştırılmasından, bu amaçla da bu ülkelerin desteklenmesinden söz etmektedir. Yılmaz'ın konuşması şöyle devam etmiştir: 

"Türkiye açısından bence ülke bütünlüğünü tehdit oluşturacak, birliğimizi tehlikeye sokacak herhangi bir formüle müsaade etmemiz söz konusu değildir. Ama, bence asıl tehdit, bugünkü durumun devam etmesidir. Asıl ülke bütünlüğünü tehlikeye sokan, bölücü örgütün milyonlarca insanımızın evine televizyonla girip onların beynini yıkamasıdır. Bunu da maalesef, dünyada teknolojinin geliştiği ortamda artık yasaklarla, cezalarla önlemeniz mümkün değildir. Devlet olarak aklınızı kullanacaksınız, kendi birliğinizi, kendi değerlerinizi korumak için, o vatandaşlarınızı kendinize cezbedecek bir yayın politikanızı mutlaka hayata geçireceksiniz. Başka çaresi yoktur. Biz şimdi Avrupa Birliği ilişkilerimizde, böyle havuzun kenarına kadar gelip, havuza girmek yerine, ayağını havuza sokup havuzun suyunun sıcaklığını ölçen adamlara benziyoruz. Bundan sonra artık havuza girmemiz, sadece girmekle yetinmeyip yüzmemiz gerekiyor. Sadece yüzmekle de yetinmeyip, diğer yüzücülerle yarış etmemiz gerekiyor." 

Yılmaz, tetkik etmeden peşine düştüğü görüşleri kabul ettirebilmek için farkında olmadan adeta bölücü örgütün propagandasını yapmıştır. Örgütün tv yayınları ile milyonlarca insanımızın evine girdiğini ve beyinlerini yıkadığından bahsetmiştir. Önce buradaki yanlışları düzeltelim. Bölücü yayınların dili yüzde 80 oranında Türkçe'dir. Eğer siz beyin yıkanmasına karşı tedbirden bahsediyorsanız, önce bu yüzde 80'e, devletin tv'leri ile hitap etmesini bileceksiniz. Bunu yapmakta acz içindeyseniz, Kürtçe tv'den bahsetmeniz vahim bir aldatmacadır. Ayrıca yapılan incelemelere göre, bölgedeki çanak antenlerin çok büyük bölümü küçük çaplıdır ve bölücü örgütün yayınlarının takibine uygun değildir. Onun için Yılmaz'ın milyonlardan bahsetmesi konuya ne kadar uzak, ama baskılara boyun eğmede ne kadar teslimiyetçi olduğunu göstermektedir. 

Yılmaz, konuşmasını şöyle tamamlamıştır: 

"Avrupa Birliği konusunda Türkiye'de herkesin samimi olmadığını gayet iyi biliyorum. Bazı hususları abartmanın Türkiye açısından kolayca gerçekleşebilecek, aşılabilecek olan bazı konuları çok büyük pürüzler gibi toplumun önüne koymanın arkasında, aslında Avrupa Birliği düşüncesini hazmetmemenin, içine sindirmemenin yattığını gayet iyi görüyorum. Ama, bu konudaki en büyük güvencem, milletimizin büyük çoğunluğuyla, aslında pratik olarak kendisine getireceği yararları tam olarak bilmemesine rağmen, Avrupa Birliğine destek vermesidir. Milletimize şimdi bunu daha iyi anlatmak zorundayız. Yani, Avrupa Birliğine girmenin, Türkiye'de sadece ekonomik bakımdan değil, fakirliğin, yoksulluğun, sefaletin yenilmesi açısından değil, Türkiye'nin kalkınması açısından değil, aynı zamanda insanlarımızın hak ve özgürlüklerini tam olarak kullanabilmeleri açısından, devleti zaman zaman ele geçirmeye çalışan statükonun ortadan kaldırılması açısından, insanlarımızın daha onurlu bir hayat seviyesini yakalayabilmesi açısından gerekli olduğunu milletimize anlatmak gerekiyor. Bu memlekette zerre kadar yüreğinde Atatürk sevgisi taşıyan hiç kimse, Büyük Atatürk'ün milletimizin önünde açtığı Avrupa ufkunu karartmamalıdır." 

Yokluk ve yoksulluk milletimizin kaderi değildir, ortadan kaldırmak da iktidarların görevidir. Bunun ortadan kaldırılmamasından sorumlu olanlar, yıllarca iktidarda kalıp da görevini yerine getirmeyen ve bugün de en azından "malî yardımlar" konusunda Türkiye'yi aldatan ve aldatmaya devam eden AB'den medet umanlardır. Kaldı ki, bunların AB'den umutları da boşa çıkacaktır. Çünkü AB'nin fon kaynaklarının tükenmek üzere olduğu ve yardımların zamanla ortadan kaldırılacağı bilinmektedir. Yani Türkiye sanal adaylıktan, sanal üyeliğe geçse bile söylendiği gibi AB'den akacak ciddi bir kaynak bulunmamaktadır. Olsa bile bu, Karen Fogg'un ifadesiyle, "okyanusta bir damladır" ve "gerekli kaynağın, aslen o ülke tarafından sağlanması" gerekmektedir. Bunun yanı sıra hak ve özgürlükler de bir gelişmişlik meselesi olarak, güvenlikle birlikte ele alınarak, insanlarımıza en iyi şekilde sunulmalı, milletimizin ve devletimizin bir meselesi olarak görülmelidir. Bunu sağlamak isteyen ve hem de icra makamında olanların ellerini veya iradelerini bağlayan bir şey olduğunu sanmıyoruz. Atatürk'ün bu millete layık gördüğü, muasır medeniyet seviyesine ulaşmış ancak bağımsız, egemen ve üniter bir Türkiye Cumhuriyeti'dir. Yüreğinde gerçekten zerre kadar Atatürk sevgisi taşıyanların bu değerlerden, hem de kayıtsız-şartsız vazgeçmemeleri gerekmektedir. 

2002'nin Mesut Yılmaz'ı da apayrı bir profil çizmiştir. Bütün politikasını AB üzerine inşa eden Yılmaz, aynı zaman dilimi içindeki çelişkili açıklamaları ile toplumdaki kafa karışıklığını daha da arttırmıştır. Sık sık AB'yi öven, hatta "hatasız" ilan eden Yılmaz, bir başka konuşmasında, AB'nin kurumsal iradesinin Türkiye'yi istemediğini veya egoist olduğunu söyleyebilmiştir. Türkiye'yi istemeyen kurumsal iradenin, yapamayacağımız şeyler isteyerek, bizi AB'ye almamanın çabası içinde olduğunu, onların (yapamayacağımız dediği) isteklerini yaparak, bu oyunu bozmamız gerektiğini söyleyen de Yılmaz olmuştur. 2002'de takvim verilmemesi halinde, Türkiye'nin başına gelecekler konusunda felaket senaryoları çizmekten geri durmayan, bu uğurda Ulusal Program'da olmayan taahhütleri varmış gibi gösteren ve bu olmayan taahhütlerin yerine getirilmesini "ulusal onur" meselesi yapan Yılmaz, orduya çatmayı da ihmal etmemiştir. 
Kopenhag kriterlerinin ülkeyi bölüp bölmeyeceği endişelerinin doğru olup olmadığını zamanın göstereceğini ifade eden Yılmaz, bir anlamda Türkiye'yi deneme tahtası yerine koymuştur. Yılmaz, bir şey olmayacağını belirtirken de, "163. madde kalktı. O zaman da ülkeye şeriat gelir dendi. Ne oldu?" diye sorarken, 28 Şubat'ı ve o sayede iktidar olduğunu unutmuş gözüküyordu.
Yılmaz, AB'yi sadece terör listesindeki tutumu konusunda egoist ilan ederken, diğer bazı şeyleri unutuyordu. Yukarıdaki grup konuşmasında değindiği Kıbrıs ve malî yardımlarda bizi aldatmasını... Buna gasp edilen serbest dolaşım hakkını da ilave etmemiz gerekmektedir. Yılmaz, buna rağmen AB'yi savunup, listeye almadıkları PKK ve DHKP/C'nin kendilerine zarar verip vermeyeceğini araştırdıklarını söyleyebiliyordu. PKK'nın AB ülkelerinin istediği doğrultuda yapısını değiştirip, siyasallaşma stratejisi çerçevesinde, terör örgütü görüntüsünden çıkma planını hatırlamayan Yılmaz, AB'nin, bu listeleri belirlerken kendi ülkelerinde eylem yapan örgütlere öncelik verdiğini kaydediyor, ancak nedense Avrupa'da hiçbir eylemi olmayan Hizbullah veya Hamas gibi örgütleri neden listeye aldığını ise sormayı akıl edemiyordu. AB gibi hayatî, Türkiye için adeta "varlığını koruma" mücadelesine dönen bu konuda ANAP Genel Başkanı, sadece kendi varlığı için çırpınan ancak labirentlerde yolunu kaybeden bir insan görüntüsü çizmektedir.

ANAP Genel Başkanı Yılmaz'ın, adeta AB kampanyası başlattığı günlerde daha da yoğunlaşan çelişkili tutum ve açıklamalarını soru önergeleri veya basın açıklamaları ile sıklıkla gündeme taşımaya çalıştım. Yılmaz'ın, bu çelişkilerini, soru önergelerimize verdiği cevaplara da yansıttığı görülmüştür. Kamuoyuna AB'nin bizden Kürtçe eğitim talebi olmadığını söyleyen Yılmaz, cevabında bu talebi doğrulamıştır. Yılmaz, "Bu hakları vermemiz AB sürecimizi hızlandıracağı gibi terörizmle mücadelede AB ülkeleri ile işbirliği yapmamızı kolaylaştırabilecektir." şeklinde bir ifade kullanmıştır ki, bu bir pazarlığı çağrıştırmaktadır. Kamuoyu önünde dillendirdiği ve "taahhüt" diye sunduğu birçok hususun gerçekte Ulusal Programda olmadığı tesbitimizi de, programların yenilenebileceğini söyleyerek, dolaylı bir şekilde teyid etmiştir. 


8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

27 Şubat 2016 Cumartesi

28 ŞUBAT TÜRK SİYASETİNİN ACI VEREN YÜZÜ, ÖNCESİ VE SONRASI,, BÖLÜM 17




28 ŞUBAT  TÜRK SİYASETİNİN  ACI VEREN YÜZÜ, ÖNCESİ VE SONRASI,, BÖLÜM 17


.


   MENDERES  DÖNEMİ ;

MENDERES DÖNEMİ

Bu yazımızda MENDERES DÖNEMİ'ni (1950-1960) ele alacak ve ATATÜRKÇÜLÜK'ten nasıl uzaklaşıldığını gözler önüne sereceğiz.

Aslen bir Sabatayist, yani Yahudi kökenli olan MENDERES'i iktidara getiren DEMOKRAT PARTİ'nin doğuş sebebinin, İSMET PAŞA'nın tepkisini çektiği köylüye yaranmak için çıkartmak istediği TOPRAK REFORMU kanunu olduğunu çok az kimse dile getirir... İSMET PAŞA'nın bütün beceriksizliklerine, diktatörce uygulamalarına, hatalarına göz yuman TOPRAK AĞASI MENDERES, 1945 yılında çıkan TOPRAK REFORMU kanunudan sonra Bayar, Koraltan ve Fuat Köprülü ile meşhur Dörtlü Takrir'i vererek menfaatine dokunulduğu için başkaldırmıştır. (1) Ama Takrir'de bu gerçek gizleniyor, ve ülkenin demokrasiye olan ihtiyacından dem vuruluyordu.

Halbuki bu kanunun önemli maddeleri hiç uygulanmadığı gibi, Medeni Kanun'un 635. Maddesi çarpıtılarak bir toprak yağmasına girişilmişti. Üstelik gördüğü tepki üzerine İSMET fırt diye dönmüş, toprak ağası Cavit Oral'ı Zıraat Vekili yapmış, 1950'de bu kişinin hazırladığı "tadilat" yasası ile Toprak Reformu kanunu tarihe karışmıştı!

MENDERES'in, HALKIN YARARINA olan bir kanuna karşı çıkmasına rağmen, büyük HALK DESTEĞİ görerek iktidara gelmesindeki sebep; İSMET'in HALKI BEZDİREN genel politikasıdır.

MENDERES'in köylüye inme siyaseti, aslında ATATÜRK'ün " Köylü milletin efendisidir " düsturuna uygundu. Yol götürdü, traktör verdi. Ancak bunda PLANSIZ bir şekilde davrandı, aşırıya gitti. Neticede köyler kalkınıp geliyeceğine, şehirler köy haline geldi!..

CHP'nin 6 OK'u DP'nin programında da yer almıştı. Hele DEVLETÇİLİK ilkesi CHP'ninkinden bile daha ileridir...Öyleyse 1946-1960 döneminde bu iki parti arasındaki mücadele neydi?..

Mücadele, her iki parti mensuplarının da aslında kendi programları muvacehesin de eğitilmemeleri ve şahısların hırsı idi. İSMET ile BAYAR memleket işlerinin ele alındığı bir masada, 10 yılda iki defa bile karşı karşıya gelmemişlerdir!.

Bu hep böyle olmuştur. DYP ile ANAP, CHP ile SHP farklı neyi savunuyorlar ki?.. İşte o yüzden her iki taraf ta SİYASET değil, POLİTİKA yapmakta, şahsi menfaatini DEVLET ve MİLLET'ten üstün tutmaktadır.

MENDERES döneminin en vahim tavrı, tekrar YABANCI HEGOMONYASI 'nı pekiştirmesi, İNÖNÜ ile başlıyan MANDACILIK anlayışını resmileştirmesi olmuştur. İNÖNÜ (1946-64), MENDERES (1950-60), DEMİREL (1963-96), ÖZAL (1980-93) hep AMERİKAN yanlısıdırlar. ÇİLLER ise İNGİLTERE, FRANSA ve ALMANYA'nın menfaatlerini birleştirdiği AVRUPA BİRLİĞİ yanlısıdır... Mesut YILMAZ'ın ne halt olduğu belli değildir, bu Pontus kırması herif cebinden başkasını düşünmez. ECEVİT son iktidarında KARAOĞLAN imajını tamamen kaybetmiş, Amerika'nın "Irak'ta kitle imha silahları olduğu" iddiası hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, "Amerika diyorsa, doğrudur," diyecek kadar uşaklaşmıştır. GÜL ve ERDOĞAN ise hem AB'ci, hem ABD'cidir, onlara yaranmak iç in KIBRIS konusunda "tavizde hep bir adım önde" olma sözü dahi verebilmişler, askerin başına cuval geçirenlere dahi ses çıkartamamışlardır! Ama tekrar edelim, bu tavrın bir GAYRIMİLLİ POLİTİKA haline gelmesi, TEAMÜL halini alması MENDERES'in suçudur!

MENDERES ilk nutkunda 1923-1950 arasındaki dönemi "müdahaleci bir kapitalizm" olarak vasıflandırır. Açıkça olmasa da ATATÜRK'e çatar. Zaten ne MENDERES, ne 1963-1991 arası DEMİREL, ne de ÖZAL'ın ATATÜRKÇÜLÜK gibi bir iddiaları olmamıştır.

MENDERES'in İSMET PAŞA dönemiyle ilgili tesbitleri şunlardır:

Devlet iktisadi teşebbüsleri (KİT'ler) verimsiz çalışmaktadır. Harp yıllarında 214 ton olan altın stoğu 130 tona inmiştir. 4 ton altın yabancılara rehine verilmiştir. DEVLET borçları artmaktadır. Bütçe açık vermekte, açık MARSHALL yardımı ile kapatılmaktadır. Maliyetlerin yüksek oluşu ihracatı engellemektedir. DEVLET ormancılığı ızdırap vericidir. Kredi hacmi kısıktır.

MENDERES bunlarda haklı idi!.. Ancak kendisinin uygulamaları çözüm yerine yeni sorunlar getirmiş, tenkit ettiklerini kendisi daha kötüye götürmüştür. Altın stoğu 130 tondan 19 tona inmiştir... Borçlanma, hayat pahalılığı, verimsizlik ve orman yağmasında CHP dönemi mumla aranır olmuştur... DP anlayışının başarısızlığı, bu problemlerin hala var olmasından bellidir.

1950 seçimlerinde DP 408, CHP 69, MP 1 milletvekili çıkarttı. Seçim sisteminden dolayı CHP oyların %41'ini almış, ancak MECLİS'te %14 temsil edilebilmişti. Aslında bu da İSMET'in kendisinin biraz daha fazla oy alacağını düşünerek hazırladığı seçim kanununun bir cilvesi idi.

Kemal Tahir'in tabiri ile "milletin aydını, okumuşu hep egemen olmuştur halk üzerinde, ta 1950'lere kadar...1950 yılı, halkın aydını sırtında taşımaktan kurtulduğu yeni bir sürecin başlangıcıdır!" Sözde inkilapçıların yerini "kalabalığın temsilcisi" olduğunu öne sürenler alır... Yani gelenlerin bir çoğu gidenlerden daha cahil, daha hazırlıksızdı.

MENDERES'in lise diploması bile yoktu. Ancak milletvekili seçildikten sonra dilekçe ile Hukuk fakültesine başvurmuş, kabul edilmiş, tahsilini böylece tamamlamıştı!.. Bu kültür ve yapıdaki bir insanın EKONOMİ, DIŞ SİYASET, DEVLET İDARESİ, ASKERLİK, STRATEJİ, TAKTİK gibi konuları bilmesi zaten düşünülemezdi. Kalkınmış dünya ülkelerini bırakın, gerikalmış ülkelerin pek çoğunda dahi bu kadar niteliksiz bir şahsın 15 yıl memleket gündeminde kalması, söz sahibi olması görülmemiştir.

MENDERES'in bu cahilliği çevresine topladığı adamlara, milletvekillerine de yansıdı. Yassıada'da yargılanan DP milletvekilleri arasında İLKOKUL diploması bile olmayanlar vardı!..

DP iktidarı MENDERES'in MECLİS'teki ilk nutku ile sadece CHP'ye değil, ATATÜRK siyasetine de karşı olduğunu, ondan hiç söz etmiyerek ortaya koydu. (2)

DP iktidarı, işbaşına gelir gelmez İSMET PAŞA'yı desteklediği endişesi ile 1950 yılında ORDU'da bir ayıklama yaptı. Bu onların ORDU ile ilk sürtüşmesidir. Hatta, ALLAH bilir ya, ORDU'nun NATO emrine verilmesinde komutanları ABD'ye denetletip endişeden kurtulmak arzusu da olabilir.

DP ayrıca DEVLETÇİLİK prensibine de karşı çıkıp DEVLET fabrikalarını yok pahasına yakınlarına satmaya kalkıştı. Şevket Süreyya bu gelişme üzerine "Ben Hissemi Satmam!" diye yazı yazdığını, ancak CHP'den hiç itiraz gelmediğini, havanın "ortalıktan silinmek, göze çarpmamak" olduğunu yazar... Yani kurt İSMET PAŞA kediye dönmüş, kendi döneminin icraatını bile savunamıyacak hale düşmüştü!

Despot İSMET iktidarında jandarma dayağından bezmiş köylüler, kasketlerini yana yıkıp, DP'li ocak başkanları ile valinin makam odasına bile selamsız girer oldular. İSMET, bu tutumun aslında DEVLET mekanizmasını çökerteceğini dile getirmekten bile kaçındı. Hatta için için sevindi. Çünkü DP döneminde ezilmeye başlıyan memur kesimi CHP'yi desteklemekten başka çare bulamıyacaktı!.. Böylece zamanla köhnemiş CHP, "HALK'ın partisi" hüviyetini alan DP karşısında "memur partisi" haline dönüştü. Gün geçtikçe de halktan koptu.

İSMET PAŞA paralardan, pullardan, DEVLET dairelerinden ATATÜRK'ün resmini kaldırmış, kendi resmini koydurmuştu. ATATÜRK'e özenip kendi heykellerini diktirmişti. MENDERES iktidara gelince paraları değiştirdi, İSMET'in heykellerini yıktırdı. İnönü Ansiklopedisi adıyla yayınlanan ansiklopedinin adı değiştirildi. Anayasa 1924'deki diline döndürüldü. Ceza Kanunu'nun 526. maddesi ile 1928'de yasaklanmış olan EZAN tekrar getirildi... Biz MENDERES'in bu uygulamalarını onun SEVAP hanesine yazarız.

Halkevleri kapatıldı. Malları TÜRK OCAKLARI'na devredildi. Aslında Halkevleri Türkocakları'nın yerine 1931 yılında kurulmuş, ancak TÜRK OCAKLARI gibi insanımıza ülkü veren, hedef gösteren kuruluşlar olamamıştı. Daha ziyade kütüphane ve tiyatro, müzik gibi faaliyetlerde bulunurdu. Kapatıldığında 478 Halkevi ve 4332 Halkodası vardı.

CHP'nin mallarına el konuldu. Bunlar tek parti olduğu dönemde tümüyle hazine yardımı ile edinilmiş idi. Bu açıdan çok partili rejime geçildiğinde DEVLET'e iade edilmesi uygundu... Ancak MENDERES ileri giderek CHP'yi iflasa sürükliyecek bir müsadere ve borçlandırma girişti.

Ondan sonra KORE SAVAŞI ve NATO geldi. Daha doğrusu, MENDERES iktidara gelir gelmez, KORE'ye asker göndererek DIŞ İLİŞKİLER'de radikal bir politika ortaya koydu. (3) MENDERES'in MECLİS'te yaptığı şu konuşmadaki ifadeleri dikkate değer:

- "BİRLEŞMİŞ MİLLETLER TEŞKİLATI'na girmek suretiyle MİLLETLER, kendi HÜKÜMRANLIK HAKLARI'ndan esaslı takyitler kabul ve kendi MİLLİ İRADE'leri HARİCİNDE bir makamın lüzum göstereceği faaliyetlere girişilmesine, prensip itibariyle muvafakat etmiş bulunmaktadırlar!"

MENDERES bu sözleri ile BİRLEŞMİŞ MİLLETLER, NATO ve AVRUPA TOPLULUĞU gibi kurumlara girmekle temel HÜKÜMRANLIK HAKLARIMIZ'dan vazgeçtiğimizi açıkça belirtmekte ve buna razı olduğunu söylemektedir!..Bizce bu zatın sılmasına esas sebep, işte bu anlayışın İLK TEMSİLCİSİ olmasıdır!.. Ondan sonra aynı tarz düşünenlerin de aynı akıbete uğraması gerekirdi!(4)

MENDERES hükümeti Temmuz 1951'de NATO'ya girmek için müracaatta bulundu.(5) Böylece kendini Rusya'nın önüne "NATO'nun güneydoğu kanadı" olarak atmış oldu. ABD bu başvuruyu sevinerek benimsedi, ama AVRUPA devletlerinin bizi "TÜRKİYE bir ASYA devletidir, ATLANTİK savunma hattının dışındadır" diye oyalamalarına ses çıkarmadı ki, koparacağı tavizler artsın!.. Halbuki TÜRKİYE'nin bir AVRUPA ÜLKESİ sayıldığı, 1878 BERLİN ANLAŞMASI'nda yer almıştı!..Nedense BATILILAR imza koydukları hususları sonradan unuturlar!

Nihayet bizi 21 Eylül 1951'de NATO'ya kabul ettiler. MENDERES bunu bir zafer olarak ilan etti. Tıpkı ÇİLLER'in Gümrük Birliği'ne girişimizi zil takarak kutlaması gibi!..

SOVYETLER BİRLİĞİ gerek NATO'ya girdiğimiz, gerekse ABD'ye üs verdiğimiz için Kasım 1951'de TÜRKİYE'ye nota vermiş, ve "doğacak sorumlulukların ve neticelerinin TÜRKİYE'ye ait olacağı" tehdidini savurmuştu!.. Yani İSMET'ten sonra MENDERES te durup dururken SOVYETLER'i TÜRKİYE'ye düşman etmekte büyük başarı göstermişti!..

MENDERES hükümeti Brüksel'de, hiç kimseye danışmadan, hiç kimse bizden böyle bir talepte bulunmadan DEVLET'in bütün silahlı kuvvetlerini NATO'da yabancı bir kumandanın emrine soktu.(6) Bunun ne mahzurlar doğuracağını, ancak 1963 KIBRIS müdahalemiz ve KÜBA krizi sırasında öğrendik...

Ancak akıllanmıyan politikacılarımız ve bilhassa Özal zibidisi, daha sonra ÇEKİÇ GÜÇ gibi bir yabancı işgal gücünü ülkemize davet etti, yine yabancıların böyle bir talebi olmamasına rağmen!.. Düşündükçe insanın çıldırası geliyor!

MENDERES, bir ara ATATÜRK'e özenip bir Balkan Paktı kurmaya kalktı. Ancak BALKAN ülkelerinin çoğu SOVYET kontrolünde idi. 28.3.1953'de SOYYET etkisi dışındaki Yugoslavya ve Yunanistan ile bir dostluk ve işbirliği anlaşması imzalandı. Ancak vizyonu olmayan MENDERES'in bu girişimi, KIBRIS meselesinin ortaya çıkması ile işe yaramadı. Üstelik Yugoslavya da SOVYETLER'e yanaşınca, anlaşma 1955'de silindi gitti.

20 Mart 1954'de TBMM'de kabul edilen ikili anlaşma "NATO Kuvvetler Statüsü Sözleşmesi" ile ABD'ye Türkiye'de üsler, askerî tesisler kurma, ve askeri personel bulundurma imkânı tanındı. Bu anlaşmanın haysiyet ve şeref kırıcı yönü Türk topraklarında suç işleyen Amerikan askerî personelinin yargılanmasında ABD'ye müdahale hakkı tanınması idi!.. Adlî kapitülasyonlar geri dönmüştü!

Öte yandan 1950-1960 arası sömürge devletlerinin birer ikişer bağımsızlıklarına kavuştukları dönemdir... ATATÜRK bunu 1933 yılında görmüştü, ama MENDERES olayın içinde iken bile kördü. Zaten Çin, Hindistan daha önce kurtulmuştu. Viyetnam 1945'den 1954'e kadar Fransa'ya direnmiş, onları kaçmaya mecbur etmiş, ancak ABD'nin pençesine düşmüştü...Kısacası, başkaları SÖMÜRGE olmaktan kurtulurken, biz tekrar boyunduruğa giriyorduk!

En kötüsü ne idi, biliyor musunuz? Endonezya'nın Bandung kentinde 18-24 Nisan 1955'te toplanan, ve o dönem yeni bağımsızlığını kazanan Asya-Afrika devletlerini bir araya getiren konferansta, herkes TÜRKİYE'ye "dünyada emperyalizme karşı ilk savaş veren ve kazanan ülke" olarak bakıyor, ve yeni bağımsız olmuş ülkelerin liderliğini yapmasını bekliyordu!.. Bandung'daki konferansa 24 devlet EMPERYALİZM'e karşı yürüttükleri savaşta birbirlerini desteklemek amacıyla katılmışlardı.Ne var ki, uşak ruhlu Menderes'in gönderdiği TÜRKİYE'yi temsil eden Fatin R. ZORLU, BATI SÖMÜRGECİLİĞİ'nin avukatlığını üstlendi. Tarafsızlar'ın liderliğine oynayan Hindistan başbakanı NEHRU ile gereksiz tartışmalara girdi. Toplantıya katılan MAZLUM ÜLKELER'in temsilcileri, EMPERYALİZM'e ilk direnen ATATÜRK'ün TÜRKİYE'sini ZORLU'nun ezik-uşak şahsiyetinde hayretle seyrediyorlardı!.. ZORLU bu ülkelere "Amerika ve Avrupa'ya bağlı kalmalarını" tavsiye ederek büyük hayal kırıklığı yarattı! Türkiye o konferansta büyük prestij kaybetti ve hâlâ da bunu geri kazanamadı!

MENDERES bir de Bağdat Paktı hevesine kapıldı. Ancak o da ölü doğdu. (1955) Zira asıl teşebbüs, bölgeyi TÜRKİYE aracılığı ile kontrol etmek isteyen ABD'den geliyordu. O dönemde Arap ülkelerinin liderliğine oynayan Mısır, TÜRKİYE'nin bu teşebbüsünden rahatsız oldu.(7) Zaten TÜRKİYE ne İngiltere ile mücadele eden MISIR'a, ne de Fransa'ya direnen CEZAYİR'e destek olmamıştı. MENDERES'in BATI UŞAKLIĞI, özellikle Birleşmiş Milletler'deki Fransa'nın bile "evet" dediği TUNUS ve CEZAYİR oylamasında ÇEKİMSER kalmasıyla, gözler önüne serildi!..

1955'de IRAK'la imzalanan anlaşmaya, daha sonra İngiltere, İran, Pakistan katıldı. İngiltere'nin Pakt'a girmesi, bölge ülkelerinde tekrar Ortadoğu'ya el atması olarak yorumlandı ve TÜRKİYE'nin de buna zemin hazırladığı düşünüldü. MISIR, SURİYE gibi bazı Arap ülkeleri bunun üzerine SOVYETLER'e yakınlaştılar... Kısacası, MENDERES özel bir gayretle ARAP ve MÜSLÜMAN ülkeleri hem bölmeyi, hem de TÜRKİYE'YE DÜŞMAN etmeyi başardı!

1958'de Irak'ta ihtilal oldu. Irak Pakt'tan çekildi. ABD'nin gayrıresmi katılmasıyla pakt CENTO'ya dönüştü. ABD'nin bölgedeki faal kuruluşu haline geldi. "İkili anlaşmalar", askeri üsler, yabancılara yargı imtiyazları, o tarihten sonra hergün artarak TÜRKİYE'nin başına belâ oldu. Hâlâ da kaç tane, ne mahiyette olduğu bilinmeyen bu anlaşmalardan çoğu yürürlüktedir. 1960'dan bu yana gelmiş geçmiş hiç bir iktidar da bunları ne açıklıyabilmiş, ne de tümüyle ortadan kaldırabilmiştir. 1969'da bunların tek bir anlaşma altında toplanması dahi pek bir işe yaramamıştır.

Şevket Süreyya'ya göre gizli "İkili Anlaşmalar"ın ilki işte bu günlerde (5.3.1959'da), yani Menderes döneminin çöküş yılında imzalanmıştır. CENTO'nun üç üyesi İran, Türkiye ve Pakistan'ın ABD ile ikili anlaşmalar imzalaması öngörülmüştü.

Resmi "ikili anlaşmalar" böyle başlamış olabilir... Ama bizce İSMET PAŞA'nın MARSHALL Yardımı'na el açtığı 1947 yılından itibaren hem İSMET, hem de MENDERES tarafından ister sözlü ister yazılı olsun, pek çok taahhüde girilmiş olduğu, ABD'nin tavrından bellidir.

Bu "ikili anlaşmalar"ın temeli, EISENHOWER DOKTRİNİ'dir... Bu doktrine göre ABD Ortadoğu ülkelerine askeri ve mali yardım yapar. Üsler, tesisler kurar...Ancak bütün yardımlarda takdir hakkı ABD'ye aittir. Taahhütler ABD Kongresi'nin Başkan'a verdiği yetkilerden ibarettir. ABD tatbikatı sadece DİKTE eder. Diğer üye ülkeler sadece DİREKTİFLERE UYARLAR... O yüzdendir ki, "ikili" anlaşmalar, aslında TEK TARAF'tan dikte edilmiş ve DİĞER TARAF'ça imzalanarak itirazsız kabul edilmiş belgelerdir!..

Bu anlaşmalarda ABD'nin bir taahhüdü yoktur!... TAAHHÜT ve İTAAT BİZE ait, YETKİ ve TALEP hakkı ABD'YE aittir. Bu anlaşmaların 34 ile 100 arasında olduğu söylenir. Tam sayısını kimse bilmediği gibi, çoğu Dışişleri arşivlerinde bulunmaz! Üsler ve tesislere TÜRK komutanlar giremez! Oradaki nükleer silahları ve yürütülen faaliyetleri denetliyemez! TÜRKİYE'de görevli ABD personeli eğer herhangi bir suç işlerse, tıpkı KAPİTÜLASYON döneminde olduğu gibi, TÜRK makamlarınca tutuklanıp yargılanamaz! (8) Halbuki ABD'de görevli bir TÜRK elemanın böyle bir hakkı yoktur. Derhal deliğe tıkılır.

En önemlisi bu anlaşmalar, bir " Tecavüz " durumunda TÜRKİYE'ye ABD müdahalesine imkan sağlıyordu!.. Neyin "tecavüz" sayılacağı ise, ABD'nin yorumuna kalmıştı.

Bu "Anlaşmalar"dan çoğu zaman dönemin hükümetinin, MECLİS'in, muhalefetin haberi yoktu. Esas sorumlular asılan MENDERES ile, yine boynunu yağlı ipe uzatan Dışişleri Bakanı FATİN RÜŞTÜ ZORLU idi.

Bizim KOMUTAN, BAKAN, hatta BAŞBAKAN olarak imzaladığımız bu belgelerin çoğunda, YÜZBAŞI, hatta ÇAVUŞ, veya ELÇİLİK KÂTİBİ gibi çok düşük seviyeli ABD'lilerin imzası vardır!.. Yani "ikili anlaşmalar"da uğradığımız HAKARET, yenir yutulur hazmedilir cinsten değildir!

CENTO'da ise ABD, üye ülkeler ile ikili anlaşmalar imzalıyacaktı. Ancak Dışişleri Bakanı DULLES'in imzası, ABD Anayasası'na göre BAŞKAN'ın imzası ve KONGRE'nin taahhüdü anlamına gelmiyordu!... Yani bu "ikili" anlaşmalar da aslında TEK TARAFLI TAAHHÜTLER'den ibaretti!

ABD bu dümeni pek çok ülkeye karşı, hatta kendi topraklarında yaşayan Kızılderililer'e karşı kullanmıştır. Bir generalin Kızılderili kabileler ile "Başkan adına" imzaladığı bir anlaşmayı, diğer bir general göreve gelince "Bunda Başkan'ın imzası yok" diye kabul etmemiş ve ne olup bittiğini anlamayan zavallı Kızılderililer'e saldırmıştır! O yüzden "Beyaz adamın sözü havadaki duman gibi" Kızılderili deyişi meşhurdur!

Bu anlaşmalardan kısa bir süre sonra ABD üye olmadığı, davet edilmediği halde LÜBNAN'a asker çıkardı, Hükümetimize haber vermeden IRAK'a müdahale için ADANA'ya asker indirdi!

25 Ekim 1959'da başlatılan " Jüpiter Anlaşması " ile TÜRKİYE'ye SOVYETLER BİRLİĞİ'ne karşı nükleer füzeler yerleştirilmeye başladı. MENDERES'in devrilmesi bu olayı durdurtmadı, yerleştirme askerî yönetim döneminde, 1962 yılında tamamlandı.

O günlerin en önemli olaylarından biri de 6-7 Eylül (1955) hadiseleridir.(1955) Aslında KIBRIS'ta azıtan, BATI TRAKYA'da TÜRKLER'e eziyen eden, ve asla dost olmıyan YUNAN Hükümetine bir gözdağı verilmek istenmiştir. Olayların başlamasına sebep SELANİK'te ATATÜRK'ün evine konan bomba gösterildi. Sonradan bu bombayı Milli Emniyet mensuplarından birinin koyduğu ve olayların başlamasında Hükümetin parmağı olduğu öne sürüldü.

Ne şekilde olursa olsun, milliyetçi duygularla hareket edenlerin arasına çapulcular da karıştı. Rum mağaza ve dükkanları yağma edildi, bazıları dövüldü, hatta bir papaz da tutulup sünnet edildi.

Hadiselerin "müttefik"lerimiz tarafından sert biçimde kınanması üzerine Hükümet tazminat ödemeye karar verdi. Ama gözleri korkmuş olan Rumlar İstanbul'u terkettiler.

Bazıları bu " Terketme " işleminin MENDERES döneminde değil de, 27 Mayıs ihtilalinden sonra askerler tarafından baskıyla gerçekleştiğini söyler... Hatta 1963 Kıbrıs bombalamasından sonra olduğu da söylenir...Hangi şekilde olursa olsun, bizce iyi olmuştur. Yoksa 1980'lı yıllarda artan ve 1996'da PATRİK BARTALEMOS'un gayretleri ile doruğa ulaşan "İstanbul'u BİZANSLAŞTIRMA" faaliyetinin RUM dayanağı kalmamıştır.

1956'da MISIR'ın SÜVEYŞ kanalını millileştirmesi üzerine, İNGİLTERE ve FRANSA bu ülkeye çakallar gibi saldırdı!.. MENDERES sadece saldırganları tutmakla kalmadı. Adeta "köpektir zevk alan sayyad-I bi-insafa hizmetten" mısraını doğrulamak istercesine, MISIRLILAR'a karşı asker göndermeyi teklif etti!.. NASIR'ı da BATILI efendilere kafa tuttuğu için azarladı!..Şevket Süreyya UŞAK RUHLU MENDERES'in:

- "AHH! İNGİLİZLER ile FRANSIZLAR iki gün daha dayansaydılar!.."

diye hayıflandığını anlatır!.. Biz, BATI'yı dize getiren ATATÜRK'ten BATI karşısında iki büklüm olan bu adamlara nasıl geldik, anlamak mümkün değildir!

NATO, CENTO ve İkili Anlaşmalar karşısında İSMET ne yaptı?.. Onu her fırsatta metheden Şevket Süreyya bile " İNÖNÜ hiç bir zaman NATO'nun aleyhinde olmadı " diyerek, onun "dış politikada önemli bir konuşması"ndan şu sözlerini nakleder:

" AMERİKA ile yakın temaslarla başlıyan münasebetler, NATO içinde kesin şeklini almıştır. Hülasa bizim memleketin NOTRALİST bir politika takip etmesi tasavvur olunamaz. CENTO ittifakı IRAK'ın ayrılmasından sonra ehemmiyetini arttırmıştır. AMERİKA'nın asli bir aza olmaması eksiği henüz durmaktadır. İKİLİ ANLAŞMALAR, AMERİKA'nın ilgisini daha yakından gösterme fırsatını vermiştir. Bütün bunları memnuniyetle karşılıyoruz!.." (2. Adam, cilt 3, sf. 346-47)

Gördünüz mü?.. Demek ki, biz "BATI'ya uşaklık İSMET PAŞA dönemi ile başladı" derken, hata etmemişiz!..(9) İSMET'in daha sonraki sözlerindeki tek şikayeti, MENDERES'in sırtını AMERİKA'ya dayıyarak DİKTATÖR olması!..Onu da şöyle dile getiriyor:

"AMERİKA emin olmalıdır ki, kendisi için en sağlam MÜTTEFİK TÜRKİYE, DEMOKRASİ ile idare edilen TÜRKİYE olacaktır!"

Yani"Sen bizi bu herifin diktasından kurtar, biz sana daha iyi UŞAKLIK ederiz" demeye getiriyor!.. Yarabbi, sen TÜRK MİLLETİ'ni KUR'AN'da övmüş yüceltmiş iken, nasıl bunların eline terkettin?.. Günahımız neydi?..

Yalnız hakkını yemeyelim, uzun süre MENDERES'e uyarak Amerikan uşaklığı yapmış olan FATİN RÜŞTÜ ZORLU, sonradan uyanmış, Amerikalılar'ın ne kadar kötü niyetli hareket ettiğini görmüş ve dayanamayıp:

- " Bizim EN BÜYÜK HATAMIZ, KAYITSIZ-ŞARTSIZ AMERİKA'YA TÂBİ OLMAMIZ!.. TÜRKİYE sırtını AMERİKA'ya dayamakla hiç bir sonuca varamaz! Aksine, kendimizden çok şey veririz, yine de onları memnun edemeyiz!"

- "TÜRKİYE, NATO ve AMERİKA'nın yanısıra, ÜÇÜNCÜ DÜNYA ÜLKELERİ ve SOVYETLER ile belli ölçüde ve TÜRKİYE'nin çıkarları doğrultusunda yeni bir politika izlemek zorundadır!" demişti!.. belki de kendisini ipe götüren bu sözler ile MOSKOVA seyyahati olmuştur!

Buraya kadar DIŞ SİYASİ GELİŞMELER'i inceledik...Şimdi bir de MENDERES Dönemi'nin EKONOMİK değerlendirmesini yapalım...

1948'de TÜRKİYE'de 1766 traktör vardı. 1950'de traktör sayısı 7500'ü MARSHALL Yardımı'ndan olmak üzere, 10.227'e; 1952'de 26.000'i serbest ithalat olmak üzere, 36.000'e; 1954'de 37.743'e ulaştı... Bu kadar çok traktör alımı, ancak Zıraat Bankası'nın kredileri ile mümkün olabilmişti. Buna paralel olarak ekilen arazi ve tahıl üretimi de arttı.

Ancak YEDEK PARÇA'sı düşünülmemiş bu makinalaşmanın yanısıra, PLANSIZ tarım politikası ormanları, mer'aları yoketti! Motorun teptiği yerde ot bitmedi. Mer'alar 1950'de 38 milyon hektar iken 1954'de 32 milyon hektara; 1960'da ise 28 milyon hektara indi!.. Tabii bu bir TOPRAK YAĞMASI demekti, ama kimse üzerinde durmadı. İSMET PAŞA muhalefeti dahil!..

TOPRAK YAĞMASI orada kalmadı. TRAKTÖR yüzünden işsiz kalan köylüler şehirlere hücüm ederek ilk GECEKONDULAR'ı oluşturdular. (10)

Öte yandan CHP zamanındaki 4 şeker fabrikası 17'ye çıktı. Karne ile şeker alınırken, şeker ihrac edecek duruma geldik. Pancar ekimi köylünün yüzünü güldürdü.

DP döneminde tütün üretimi 2 kat, patates 8 kat, pancar 8 kat, pamuk 4 kat, zeytinyağı 4 kat, narenciye 9 kat arttı. En önemlisi tahıl depolanabilecek silolar yapıldı. 1950'de 10.000 tonluk 2-3 depo varken, 1957'de 1.6 milyon tonluk yaklaşık 300 tesis vardı.

1923-1949 arasında TÜRKİYE'de 4370 km. yol yapılmıştı. 1950-1960 arasında 20.000 km. yol yapıldı.

Bunları inkar etmek mümkün olmadığı gibi, beğenilmeyecek gelişmeler de değildir.

Ancak DP bunları çakıl taşı ile yapmadı. 1950-1960 arasında 545 milyonu hibe olmak üzere dışardan 1.018 milyon dolar para girdi ülkeye!.. ALTIN stoklarımız düştü, HAZİNE boşaldı. KREDİ'nin arkası kesilince, BORÇLAR'I ödeme zamanı gelince, kerametin MENDERES'te olmadığı anlaşıldı! (11)

DP dışardan para dilenmeye 1954 yılında başladı... Zaten ilk günden itibaren döviz kontrolü, fiyat kontrolü, yatırımlar hep bir kargaşa içinde cereyan etmişti. AMERİKALILAR'ın elinde biriken ve ancak onların istedikleri yere sarfedilebilen Türk liralarının (Karşılıklı Paralar Fonu) BÜTÇE'ye dahil edilmesi de, ekonominin tamamen yabancıların kontrolüne girmesi demekti! (12)

Tabii ENFLASYON da etkisini gösterdi. Cumhuriyet altını 1947'de 37.5 TL iken, 1950'de 35, 1955'de 66, 1957'de 109, 1960 da 130 TL oldu. Yani DP döneminde 3.5 kat arttı. Tedavüldeki para 1949'da 806 milyon TL. iken, 1955'de 1.751, 1957'de 2.854, 1960'da 3.699 milyon TL.ya çıktı. Yani 4.5 kat arttı. Toptan eşya endeksi 1949'da 106 iken, 1950'de 96'ya inmiş; 1955'de 134, 1957'de 183, 1960'da 280 olmuştu.

Milli gelir 1949'da 8.3 milyar TL. iken 1954'de 15.5'e, 1957'de 27.4'e, 1958'de 35.2 milyar TL.ya çıktı. Milli gelir de yaklaşık 3 kat artmış görünürken, altın olarak değerlendirilirse, hiç artmadığı; hatta gerilediği çok açık olarak tesbit edilebilir.

DP döneminin başladığı 1950'de ithalat 507 milyon lira, ihracat 651 m. TL idi... 1952'de ithalat 1.280 milyon lira, ihracat 796 milyon TL; 1953'de ithalat 1201 milyon, ihracat 858; 1954'de ithalat 1.ll2 milyon TL, ihracat 704 milyon TL. oldu... 1957'de ithalat 741 milyon, ihracat 581 milyon lira idi. Aslında MENDERES'in pili ilk 3 yılda bitmişti. Tıpkı DEMİREL ve ÖZAL gibi!.. İlerde onları da anlatacağız.

1958 yılında Celal BAYAR AMERİKA'ya gidip bir dilenci gibi avuç açtı, ama umduğunu bulamadı. Aynı yıl Hükümet istimlâk bedellerini ödeyemedi. Transferler ve dış tediyeler de yapılamıyordu. Ama banka kredileri kapanın elinde kalıyor, ihaleler şaibeli tarzda yapılmaya devam ediyordu. O günlerin popüler mizah sanatçısı Celal Şahin, radyoda akordiyonla çaldığı:

İndir kaldırımı 
Kaldır kaldırımı

adlı parçası ile MENDERES'in " Kalkınma " palavrasının gerçek yüzünü anlatıyordu.
TÜRKİYE, İktisadi İşbirliği Teşkilatı'na 1958 yılında bir istikrar programı sundu. Sonunda binbir kayıt, şart ve gizli anlaşma sonucu TÜRKİYE'ye 350 milyon dolarlık bir kredi verilmesi kararlaştırıldı. Bunun 234 milyonunu ABD verecekti. Ancak bu paranın büyük kısmı "eski borçlar ve faizleri" için alıkonacaktı!.. Bir de 400 milyon dolarlık vadesi gelmiş borç ertelenecekti. Peki, ertelenecekti de, bu borç ne zaman ve nasıl ödenecekti?.. İMF'ye üyeliğimiz bu yıl gerçekleşti. Yani BATILILAR borçlarını tahsil için başımıza JANDARMA dikmişlerdi. Şunu hemen hatırlatalım ki, İMF çağın DÜYUN-U UMUMİYE'sidir!

Ve bizi işaşırtan nedir, biliyor musunuz?.. MANDACI İSMET'ten başlayarak, MENDERES, DEMİREL, ÖZAL, ÇİLLER, YILMAZ, ECEVİT, ERDOĞAN... hepsinin son derece fütursuzca borca girmesi, hiç birinin bu paraların nasıl geri ödeneceğini düşünmemesidir!.. Bu heriflerin hepsi sorumsuz kredi kartı sahipleri gibi davranmış, aldıkları borçları çarçur etmişlerdir!.. Hele şu ERDOĞAN'ın dünya faiz haddinin üç-dört katı ile borç alıp borç kapatması, akıllara durgunluk verecek bir enayiliktir! Yani bir kredi kartıyla borç para çekip birbaşka kredi kartının borcunu ödeyen çâresiz vatandaş bile ondan daha mantıklı davranmaktadır!

TÜRKİYE'nin aldığı tedbirler arasında doların 2.80'den 9.00 TL.ya çıkarılması da vardı. Aslında dolar 2.80'lik fiyatına da 1946 yılında, İsmet'in BATI'ya kapılanmaya hazırlandığı sırada çıkartılmıştı!.. Bir süre sonra iyice bunalmış olan memurlara %100 maaş zammı yapıldı.

DP döneminde sadece YOLSUZLUK yapılmakla kalınmadı, yolsuzluklara imkân tanıyan ihale sistemi, bütün ikazlara rağmen muhafaza edildi. DP yolsuzluğundan şikayet ettiği CHP dönemini aratır biçimde, yolsuzluk batağına düştü. Ancak hakkını yememek gerekir... Demirel gelince DP'nin, Özal gelince Demirel'in, SHP gelince Özal'ın, Mesut YILMAZ gelince Karayalçın'ın yedikleri yedikleri, yedirdikleri HİÇ mesabesinde kaldı!..


18 Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR,

http://www.angelfire.com/rnb/atadiyar/ata34.html