Avrupa Birliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Avrupa Birliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Nisan 2020 Pazar

İşbirlikçilerin kimlik parçalanması ve sonuçları.,

 İşbirlikçilerin kimlik parçalanması ve sonuçları., 





Sabahattin İsmail
27 Kasım 2018, 11:00
İşbirlikçilerin kimlikleri nasıl parçalanıyor, zihinleri nasıl işgal ediliyor 27 Kasım 2018, 11:00 Sabahattin İsmail Sabahattin İsmail ABD tarafından organize edilen conflict resolution eğitimlerinde büyük bir ustalıkla yapılan iş; katılımcıları kimlik bunalımına sokmak, kimlik parçalanmasını gerçekleştirmek ve yaratılan o çatlaktan katılımcıların beynine girerek yeni bir kimlik enjekte etmekti... Enjekte edilen bu yeni kimlik, Rum ve Türklerin ortaklaşa sahip olduğu iddia edilen “KIBRISLI” kimliği idi... Oysa Rumlar da kendilerini KIBRISLI (Cypriot) olarak tanımlıyordu ve dış dünyada “Cypriot” dendiği zaman ilk anda akla Rum gelmekteydi.. Tabii KIBRISLI kimliği enjekte etmenin Rum milli hedeflerine hızmet amacı taşıyan yayılmacı-hegemonyacı bir amacı vardı.. 

    Rum Milli tezine göre, Kıbrıs’ta Rum çoğunluk ve azınlık Türk, Latin, Ermeni, Maronitler den oluşan tek bir KIBRISLI MİLLETİ-KIBRISLI HALK vardır…  

Bu Kıbrıslı milletinin %82’si Rumlardan oluşmaktadır..  Bu tek KIBRISLI Halkın tek self-determinasyon hakkı vardır…Bu hak doğrultusunda 1950’de yapılan plebisitte “KIBRISLI HALKI ENOSİS istediğini ortaya koymuştur…Ya ENOSİS gerçekleşmeli, ya da KIBRISLI HALKIN % 82’sini oluşturan Rum çoğunluk azınlık Türk, Ermeni, Latin ve Maronitleri yönetmelidir.. Görüldüğü gibi KIBRISLI kimliği enjekte etmenin ve ben Türk değil, KIBRISLI’yım demenin objektif olarak ENOSİS’i savunmaktan veya Rum çoğunluğun hakimiyetine girmeyi kabul etmekten başka bir anlamı yoktur… Dış güçlerin düzenlediği “iki toplumlu eğitimlere, guruplara ve “conflict resolution” çalışmalarına girenler günün sonunda kendilerini KIBRISLI olarak tanımlamaya başlıyorlar… Bu eğitimlere uyuşmazlıkların çözümü yöntemlerini öğrenmek için Türk kimliği ile girenler, eğitimler sürerken kendilerini kimlik bunalımı içinde buluyorlar ve eğitimler bittiği zaman kendilerini artık Türk değil, “KIBRISLI” olarak tanımlamaya başlıyorlardı.... Bunlar artık yabancılar milliyetlerini sorduğu zaman, “we are not Turkish Cypriot, just Cypriot” ( Kıbrıs Türk’ü değiliz, sadece Kıbrıslıyız) diyorlardı.... Bunun anlamı ise melez bir kimliğe sahip olduklarıydı. Yani, “biraz Türk, biraz Rum, biraz Ermeni, biraz Latin, biraz İngiliz” olduklarıydı... Bu yöndeki ilk söylem ABD tarafından eğitilip conflict resolution eğitmeni yapılan ve “ABD, bizi 30 kişi olarak eğitti, biz de 3 bin kişiyi eğittik, 10 bin kişiyi harekete geçirdik, 100 bin kişiyi etkiledik” diye övünen Yenidüzen yazarı CTP’li Sevgül Uludağ tarafından ortaya konmuştu... Sevgül Uludağ, 21 Ağustos 2001 tarihinde Yenidüzen’de yayınladığı yazıda “ kendisini biraz Rum, biraz Ermeni, biraz Lüzinyan, biraz İtalyan ve biraz da Türk olarak hissettiğini” açıklamıştı... O günlerde işbirlikçi-mandacı cepheye savaş açan rahmetli Doğan Harman sahibi olduğu Kıbrıslı gazetesinin 21 ve 22 Ağustos 2001 tarihli sayılarında Mehmetali Talat, Şener Levent ve İzzet İzcan’ın fotoğraflarını koyarak “yüzde kaç Türk olduklarını” açıklamaları çağrısında bulunuyor ve “mandacıların halk, özgürlük ve insan hakları kavramları arkasına saklanarak ulusal ve insani değerleri ayaklar altına aldıklarını ve bu mandacıların artık gerçek kimliklerini açıklamaları gerektiğini” yazıyordu Nereden nereye? 2004’de Annan Planı referandumu öncesinde HAYIR kampanyası yürütürken ve ABD’nin sürdürdüğü beyin yıkama operasyonları ile ilgili yayınlar yaparken, gazetemizi ziyaret ederek yayınlarımızdan duydukları rahatsızlığı dile getiren ABD Büyükelçiliğinin bir diplomatı da çok sert geçen tartışma sırasında “Türk ve Rumların DNA’sının aynı olduğunu, dolayısı ile önemli olanın Türklük-Rumluk değil KIBRISLILIK olduğunu” söyleyecek kadar ileri gidebilmişti.. Bu ise, ABD’nin Türk kimliğini parçalayacak diye, insanların kafataslarına takan Hitler faşizmi gibi, insanların DNA’ları ile uğraşan ırkçı bir konuma düştüğünü ortaya koyan çarpıcı bir örnekti... Belli ki conflict resolution eğitimlerinde de barış adına insanların beynine bu türden ırkçı safsatalar enjekte ediliyor ve bu eğitimlerden çıkan insanlar “kendilerini Rumlara, Türklerden daha yakın hissettiklerini” canlı radyo programlarında açıklayabiliyor ve “biraz Rum, biraz Ermeni, biraz Latin olduklarını” yazabiliyorlardı...Nitekim ben bunu CTP’nin radyosunun programına katılan bir gencin ağzından bizzat duydum…Söz konusu programda konuşan genç “Güneyde iki toplumlu bir kampa katıldığını burada eğitimler verildiğini ve şimdi kendisini Türk değil KIBRISLI olarak hissettiğini” söylemekteydi... Bu ise söz konusu eğitimlerde nasıl bir kimlik parçalanmasına uğradıklarını kanıtlıyordu... Böylece farklı bir kimlik yüklenen insanlar, daha sonra kendi toplumları içinde doğal Türk kimliğini taşıyan büyük çoğunlukla barış adına çatışma içine giriyordu.... 

Türk halkı içinde son yıllarda iç barışın bozulmasında en büyük etken budur...

Bir başka deyişle, sözde barış adına Rumla ortak KIBRISLILIK kimliği yaratılacak diye, Türk kimliği ile çatışma yaratılarak toplumların kendi içinde yeni bir çatışma alanı yaratılıyordu... Ne ilginçtir ki, bugün Rumlarla oluşturulan tüm iki toplumlu gruplarda görev alanlar, Annan Planı referandumu öncesinde destek için grev ve mitingler örgütleyenler, Anavatan Büyükelçiliği ve Meclis önünde Türkiye ve KKTC karşıtı eylemler yapanlar, gazete köşelerinde Türk kimliğine, Türkiye’ye, ordumuza, KKTC’ye saldıranlar ezici çoğunlukla AB ve ABD’deki yaz kamplarına katılanlar, gri rüşvetlerle ülke ülke gezdirilip beş yıldızlı otellerde ağırlanan ve beslenenler ve beyinleri yıkanıp kendilerini KIBRISLI olarak tanımlayanlardır… Devlete, Anavatana, ordumuza saldıranlar hep conflict resolution eğitimlerinden geçirilmişlerdir, iki toplumlu guruplar içinde yer almışlardır, almaktadırlar ve kendilerini hep KIBRISLI veya “biraz Rum, biraz Ermeni, biraz Latin, azıcık da Türk” hissetmektedirler... 

  Ve yine ne ilginçtir ki, böylesine bir kimlik parçalanması içine girip Türk kimliği ni inkar edenlerin bazıları, ilk okullarımızda, orta eğitimde, üniversitelerde gençlerimize sözde Atatürkçü milli eğitim veriyorlar... Laf... Türk kimliğini inkar edip kendilerini “biraz Rum, biraz Ermeni, biraz Latin, azıcık da Türk” görenlerin, kendilerini KIBRISLI olarak tanımlayanların, Atatürkçü milli bir gençlik yetiştirmesi olası mı? Ve, böylesine bir kimlik parçalanması içinde olan kişilerin hala okullarımızda gençliğimizi Türk kimliğinden koparmakla uğraşmaları milli hükümetler açısından ayıp değil mi? Bunların yaptırdığı eğitimden “milli eğitim” diye söz etmek olası mı? Eğitimimizin Atatürkçü milli eğitim çizgisinden koparıldığı, bugün önemli sayıda gencimizde gözlenen kendilerini “KIBRISLI” olarak tanımlama saplantısından, Türk bayrağına karşı çıkmalarından, yerine AB ve Rum bayrağını kendi bayrakları olarak görmelerinden belli değil mi? Dolayısı ile Hükümetlerin, Eğitim Bakanlığının ilgili devlet kurumlarının artık, dış güçler tarafından milyonlarca Euro akıtılarak beslenen iki toplumlu gurupları ve dernekleri kontrol altına almaları, gençlerimizi bu beyin yıkama operasyonlarından, kimlik parçalanmasına uğramaktan ve Türk kimliğine karşı çıkma faaliyetlerinden kurtarmaları gerekiyor…Bunda çok geç kalındığı bugün gençliğimizin bir kısmının geldiği durumdan bellidir..


http://www.haberalkibrisli.net/isbirlikcilerin-kimlikleri-nasil-parcalaniyor-zihinleri-nasil-isgal-ediliyor-makale,110.html


***

20 Şubat 2020 Perşembe

Alman Koalisyondan Türkiye Kritiği

Alman Koalisyondan Türkiye Kritiği



Gözde Nur ŞAHİN
5 Şubat 2018   



     Geçtiğimiz günlerde Avrupa Birliğinin en büyük üyesi Almanya, Berlin’deki koalisyon ön görüşmelerinde Türkiye’ye vize serbestliği olmayacağını açıkladı.[1] Almanya’da seçimlerin üzerinden 100 günden fazla geçmesine rağmen halen yeni hükumet kurulamadı. Seçimler öyle gösteriyor ki Merkel artık rahat değil. Çünkü Almanya’nın iç politikada karışık günler yaşayacağı muhtemeldir. [2]Merkel’in Alman siyasetindeki tutumu, Alman sağının yükselip, yükselmeyeceğine ve ırkçılığın artıp artmayacağını da belirleyecektir. Yaşanan bu olaylar Türkiye ile Almanya ilişkilerine de zarar verecek gibi görünüyor.
Başbakan Angela Merkel’in liderliğindeki Hristiyan Demokrat Parti ve Sosyal Demokrat Partiler arasında süren görüşmelerde koalisyon hükümetini devam ettirme konusunda anlaşma sağlandı.

Berlin’deki ön görüşmelerde; Vergi artırımına gidilmeyeceği, sağlık sigortasına ödenen primlerin eşit olması, mülteci göçünün sınırlandırılması, emekli maaşının sabit kalması, dayanışma vergisi ve işsizlik sigortası konu başlıklarında anlaşma sağlandı. Partilerin Euro bölgesini güçlendirmek ve Avrupa Birliği ile diğer uluslararası konularda Fransa ile ortak hareket etme konusunda fikir birliği sağlandı. Uzlaşmaya varılan konuların bir diğeri ise Türkiye maddesi:

“Türkiye’nin çok önemli bir komşu ülke olduğu fakat ülkede hukukun üstünlüğü, insan hakları, demokrasi gibi temel konularda gittikçe kötüye gittiği düşüncesi yer alıyor. Bu sebeplere dayandırarak, Türkiye ile AB müzakerelerinde başlık açılmayacak ve yükümlülükler yerine getirilmediği sürece vize serbestisi ve Gümrük Birliği genişlemeyecek yani AB üyeliği ile ilgili yeni bir başlık açmak istemediklerini ve açılan başlıkları kapatmak istemedikleri kararları alındı.”[3]

İki ülke arası ilişkilerin geçmişten günümüze kadar olan periyoduna kısaca bakacak olursak Cumhuriyet sonrası dönemde ticaret, dostluk anlaşmalarının imzalandığını Almanya ve Türkiye arasında yoğun bir ticari ilişki olduğunu biliyoruz. 1960’lı yıllarda imzalanan iş gücü anlaşmasıyla çok sayıda Türk çalışmak amacıyla Almanya’ya göç etmiştir. Bu dönemde ilişkiler normal seyretmiştir.

[4] Avrupa’nın Türkiye’ye vize uygulaması ilk olarak Almanya tarafından 1974’te başlamıştı. Dönemin Dışişleri Bakanı Türkiye’den işçi alımına bir son verip başka ülkelerden de işçi alacaklarını ve böylece gelen göç akımını bu yolla durdurmayı planladığını açıklamışlardı. Bu kararın sebebi Türkiye’de o dönemlerde yaşanan ekonomik kriz ve buna bağlı işsizlik oranındaki artış sebebiyle ülkenin her yerinden Almanya’ya göçler artarak devam ediyordu ve bundan endişe duymaya başlayan hükümet kapıları kapatma kararı almıştı.  Almanya’nın takındığı bu tutum karşısında diğer Avrupa ülkeleri de endişe duymaya başlayıp göç alımlarını durdurma kararını onlarda almışlardı. Son 20 yıldır günümüze kadar bakıldığında ise eskiden yaşanan korkular şiddetini azaltmış gibi görünüyor ki Avrupa artık pek çok ülkeden yabancı işçi kabul edebiliyor. Genel olarak vize uygulamaları esnekleşti diyebiliriz tabi Türkiye hariç.

2015 yılından sonra Suriye iç Savaşının neden olduğu mülteciler sorunu için Almanya ve AB ile Türkiye arasında diplomatik görüşmeler yapılmıştı. Bu sebeple Angela Merkel bu yıllarda göçmen krizini masaya yatırmak için birkaç kez Türkiye’ye gelmişti.

Bu ziyaretlerin temel amacı hatta Türkiye ve Avrupa Birliği arasında imzalanan sığınmacı protokolünde etki rol almasının sebebi, bu konu ile Avrupa’ya yasa dışı göçleri durdurmaktır. Akabinde iki ülke arasında gerginliğe neden olan Ermeni olaylarının “soykırım” olarak tanınması meselesi gündeme gelmişti. Bu karara Türk Hükümeti tepki göstermiş, ardından Türkiye’nin Almanya büyükelçisi geri çağırılmıştı.

2016 Haziran’ında yaşanan başarısız darbe girişiminden sonra Almanya’ya sığınma talebinde bulunan terör örgütü mensuplarının kabul edilmesi ile ilişkiler iyice gerilmiştir. Bu gerginlik ise günümüze kadar halen devam etmektedir. İlişkiler eski seyrine kavuşmadan bir diğer kriz ile karşı karşıya kalınmıştır. Adalet Bakanı’nın Nisan 2017 tarihinde yapılacak anayasa değişikliği referandumu ve diplomatik temaslar için gittiği Almanya’da bulunan Türklerle yapacağı miting yasaklanmıştı. Türkiye bu durumdan duyduğu rahatsızlığı açıkça ifade etmişti.

Son yıllarda ülkemizde artan terör olayı ve 2016 Haziran’ında yaşanan darbe girişimi sonrasında iç ve dış ilişkilerde ciddi sorunlar ortaya çıktı. Bu sorunların en temel nedenlerinin başında insan hakları ihlali ve hukukun üstünlüğü yer alıyor. Türkiye’de bu süreçte yaşanan insan hakları ihlalleri nedeniyle, Avrupa Birliği duyduğu endişeden bahsetmiş ve Türkiye’nin hukuk devleti ilkelerinden uzaklaştığı eleştirisini yapmıştı.

Avrupa Birliğinin temel taşlarını oluşturan kavramın hukukun üstünlüğü olduğunu biliyoruz. Yenidünya düzeninde, koyduğu bu temel taşlar ile söz sahibi olmak isteyen Avrupa Birliğinin en büyük üyesi Almanya, bu emeline Türkiye’ye karşı koyduğu ret kararlar ile varabileceği pek olağan değildir. Bu konuyu tek bir başlık altında ele almamak gerekir. Avrupa Birliğinin ortak savunma politikasını, terörle mücadelesini ve mülteciler sorunu gibi meselelerin çözümü için Türkiye ile işbirliğine ihtiyacı olabileceğini unutmamak gerekir. Ayrıca Türkiye ile karşı karşıya gelmek komşu coğrafyadaki krizlerin çözümü konusunda da pek mantıklı olmayabilir. Aksi durum düşünüldüğünde, AB üyelik sürecinin neredeyse durdurulması, artık onlar için Türkiye’nin stratejik bir öneminin kalmadığının göstergesidir.

Fakat AB küresel bir güç haline gelebilmek için bütün koşullara rağmen bunu ancak Türkiye ile karşı karşıya gelerek değil yan yana durarak yapabilir.

Aslında AB’nin şu anki güvenlik ve mülteci sorununun bir nedeni de Merkel dışında etkin bir siyasi liderin diğer devletlerde bulunmamasıdır. Siyasi lider eksikliği genişleme ve uluslarüstü yapısını artırma görevini engellemektedir.

İngiltere’nin AB’den ayrılma kararı almasından sonra Almanya’nın, birlik içerisinde etkinliğinin arttığını ve AB’nin tek gücü olma eğilimini gözlemleyebiliyoruz. Almanya’nın Türkiye’yi coğrafyasında zayıflatma çabaları aşikârdır. Özellikle terör örgütlerine verdiği siyasal destek herkes tarafından bilinmektedir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin terör örgütlerine karşı yaptığı operasyonları saldırı olarak nitelendiren Almanya’nın Türkiye’ye karşı olan bu siyasi tutuma düşmanca demek yerinde bir kavram olur. Diğer Avrupa Birliği üyelerinin de Almanya’nın yanında durması Türkiye ile AB ilişkilerinde önemli gerginliklere yol açacağı aşikârdır. Türkiye’nin siyasal ve ekonomik alanda zayıflaması veya iç karışıklıkların artarak bölünme noktasına gelmesi, güvenlik ve ekonomik açıdan çok daha tehlikeli bir durumla karşılaşacaklarına işaret etmektedir. Bölgedeki dengenin Türkiye olmadan sağlanamayacağını göz ardı etmemeleri gerekir. Aksi takdirde bölgesel savaşlar bütün bir Avrupa’yı etkileyebilecek seviyededir. Şuan ki Türkiye karşıtlığı belki de ileride Avrupa Birliği’nin parçalanma sürecine neden olabilecektir. Ayıca Türkiye gibi önemli jeopolitik konuma sahip bir ülkeyi bölmeye çalışmak, Avrupa’yı, Orta Doğu’daki sıcak çatışma alanlarına sınır komşusu yapacaktır. Bu durum Avrupa ülkeleri açısından bir kâbus olur. Birliğe kabul edilmeme sebeplerinin en önemlileri arasında bu mesele de vardır.

[5] Almanya Türkiye’yi daima ABD’nin yanında ve kontrolünde bir devlet olarak görmektedir. Bu algı Türkiye ile ABD arasında imzalanan anlaşmalar ve Türkiye’nin NATO üyeliği bağlamında oluşmuştur. Almanya’nın esas endişe duyduğu konu Türkiye ile ABD’nin siyasi ve askeri alandaki stratejik ortaklıktır. Polonya ile ABD arasındaki iyi ilişkilerde Polonya’yı üyelik sürecinde zorlamıştır. Aslına bakarsak Türkiye AB üyesi olsa bile dış politika ve siyasi tercihlerinde, ’nin etkisinde kalacağı korkusu vardır. Kısacası Almanya ve Türkiye ilişkilerinin sağlam bir şekilde yürütülebilmesi için ABD ile Türkiye arası ilişkilerinin daha dengeli ve seviyeli olması gerekmektedir. Bu durumda Almanya’nın, Türkiye ile ABD arasındaki ikili ilişkiler iyi olduğu müddetçe, Türkiye’ye yönelik daha pek çok konuda plan ve programların askıya alınacağını tahmin etmek zor değildir.

Almanya’nın almış olduğu ret kararları iki ülke arasında güven problemi olduğunun bir göstergesidir. Mülteci akınları nedeniyle farklı kimliğe sahip pek çok kişinin Türkiye’de yer edinmesinden dolayı Avrupa ülkeleri bir sonraki durak olma korkusuyla, kapılarının üzerlerine kilit takmayı bile düşünüyordur. Buna bağlı olarak Türkiye’den en fazla göç almış ülke statüsündeki Almanya, gelebilecek her türlü tehlikeye karşı önlemini vize serbestisi konusuna yöneltmiştir. Ne yazık ki son iki yıla baktığımızda gerilimin en ağır faturasını Türkiye’de ve Almanya’da yaşayan emekçilere çıkarıldığını görüyoruz.

Karşılıklı izlenen politikalar anlaşmazlıkları, iki ülkeyi karşı karşıya getirmeyi körükledi. Aslına bakılırsa emekçilerin olanlardan çıkarmaları gereken en önemli sonuç; devletlerin ve hükümetlerin siyasi anlaşmazlıklarının, karşılıklı çıkar mücadelelerinin sonuçlarına göre şekillenmeyip, dostça bir arada yaşamak, benimsenen karşıt politikalara bakmaksızın kardeşliği güçlendirmek olmalıdır. Bugün Almanya’da aynı fabrikada çalışan kimlik gözetmeksizin bütün işçilerin çıkarları ve kaderleri ortak olmalıdır. Devletlerin birlik oluşturmasında da, dostça yaşamasında da asıl ve en temel etken budur.

Gözde Nur ŞAHİN

Dipnotlar:

[1] Almanya’da koalisyon çerçeve anlaşması: Türkiye’ye vize serbestisi ve yeni fasıl yok.2018. (2018, Ocak) BBC Haber Bülteni. Erişim adresi: http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-42660096 .

[2] KARADEMİR, Mustafa (2017). “Almanya Seçimleri Bitti. Şimdi Ne olacak? Merkel Sallanıyor Mu?”.TASAM. Erişim adresi: http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/48123/almanya_secimleri_bitti_simdi_ne_olacak_merkel_sallaniyor_mu_ .

[3] Almanya’da koalisyon çerçeve anlaşması: Türkiye’ye vize serbestisi ve yeni fasıl yok.2018. (2018, Ocak) BBC Haber Bülteni. Erişim adresi: http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-42660096 .

[4] BİRAND, Mehmet Ali(2011). “AB vizesi, Türkiye’nin beceriksizliğidir.” Milliyet Haber Bülteni.  Erişim adresi: http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/mehmet-ali-birand/ab-vizesi–turkiye-nin-beceriksizligidir—-1358244

[5]TARAKÇI, Nejat (2015). Almanya Neden Türkiye’ye Karşı?. TASAM Erişim adresi: http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/20599/almanya_neden_turkiyeye_karsi

Kaynakça:

http://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-42685337
https://tr.sputniknews.com/turkiye/201603131021443186-ilber-ortayli-vize-avrupa/
http://akademikperspektif.com/2018/01/14/2018e-girerken-turkiye-ab-iliskileri/
http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/20599/almanya_neden_turkiyeye_karsi
https://www.amerikaninsesi.com/a/turk-alman-iliskileri-zor-bir-donemden-gecti/4182475.html
http://www.star.com.tr/acik-gorus/turkalman-iliskilerinin-seyri-ve-turk-diasporasinin-rolu-haber-1297236/
http://www.internethaber.com/turkiye-almanya-iliskileri-neden-bozuldu-iste-11-olay-foto-galerisi-1728838.htm
http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/39018/vizesiz_avrupadan_vizeli_avrupaya_nasil_geldik
https://www.dailysabah.com/eu-affairs/2018/01/12/german-coalition-rules-out-turkeys-eu-bid-visa-liberalization-customs-union
https://tr.sputniknews.com/avrupa/201605111022673369-almanya-icisleri-maiziere-ab-turkiye-vize/

http://www.tuicakademi.org/alman-koalisyondan-turkiye-kritigi/


***

4 Aralık 2019 Çarşamba

Avrupa Birliği de Suriyelilerin Türkiye’de Kalmasını İstiyor

Avrupa Birliği de Suriyelilerin Türkiye’de Kalmasını İstiyor




Yavuz Selim Yıldız, 

02 Aralık 2019



Suriye‘de patlak veren iç savaş sonrası oluşan göç dalgaları, Suriye’nin komşu ülkelerinden olan ve göç konusunda akademik alanda transit ülke olarak adlandırılan ülkemiz Türkiye’yi de derinden etkilemiş ve kayıtlı 3.5 milyon, kayıtsız 5 milyona yakın Suriyeli halen ülkemizde yaşamaktadır.

Geçici koruma statüsündeki Suriyeli göçmenlerin toplumda yarattığı kargaşa ve uyuşmazlık her geçen gün daha da tırmanırken, bazı siyasiler ve sivil toplum kuruluşları bu duruma sessiz kalmaktadır. Hatta bu durumdan bazı STK‘lar kendilerine pay da çıkartmaktadırlar. Bu konuda dikkat çeken en önemli nokta AB’nin mali yardımlarıdır. Kendi topraklarına mültecllerin girmesini engellemek ve onların transit ülkelerde kalmasını sağlamak için milyonlarca euroyu harcayan Avrupa Birliği, Türkiye Cumhuriyeti hükümetine ve sivil toplum kuruluşlarına da hibe olarak sunduğu mali yardımla Suriyelilerin Türkiye’de kalmasını istemektedir. Ayrıca AB çıkarlarına göre işleyen Geri Kabul Anlaşması da tamamiyle yalnızca Suriyelilerin değil tüm göçmenlerin Türkiye’de kalmasını amaçlamaktadır. Fakat Türkiye’de yaşamak istemeyen onbinlerce göçmen de her yıl Akdeniz ve Ege’de AB tarafından ölüme terk edilmektedir.


    İlk olarak tartışılması gereken önemli noktalardan biri ülkemiz ve AB arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması[1] kapsamında yaşanan geri göndermeler  ve Yunanistan tarafından defalarca tekrarlanan anlaşma ihlalleridir. Anlaşma, düzensiz yollardan AB topraklarına girmeye çalışıp yakalanan göçmenlerin önce Türkiye’ye oradan da ülkelerine sınır dışı edilmelerini amaçlamakta fakat anlaşmada bu durum Türkiye’ye geri gönderilen Suriyeliler akrabalarının yanına ya da talep etmeleri halinde kapasitesi mevcut olan kamplara gönderilecek, Suriyeli olmayan göçmenler ise geri kabul merkezlerinde kayıtları alındıktan sonra ülkelerine gönderilecek ya da geçici koruma altına alınacak diye belirtilmiştir. Plan metninde bu sayede insan kaçakçılarının önünün kesilebileceği, Avrupa’ya göçün düzenli hale sokulabileceği belirtilmektedir. Anlaşmada Suriyeli olmayan göçmenlerin durumu ise belirsizdir. Türkiye’nin AB‘den istedikleriyse üç başlık altında sınıflandırılabilir. Bu başlıklar vizesiz Avrupa, mali yardım ve AB üyelik sürecinin hızlandırılmasıdır. Türkiye anlaşma çerçevesinde üzerine düşeni yaparken, AB sadece mali yardım noktasında belirli birkaç adım atmıştır. AB vizesiz Avrupa konusunda ise Türkiye’den biyometrik pasaport gibi adımların atılması yanısıra, belge güvenliği, göç yönetimi, kamu düzeni, temel haklar ve düzensiz göçmenlerin geri kabulü olmak üzere beş ana başlıkta bulunan 72 kriteri daha ortaya atmıştır. Türkiye 2019 itibariyle bu kriterlerden şu ana kadar 66 tanesini yerine getirilmiştir. AB ve Erdoğan hükümeti her ne kadar anlaşmadan memnun gibi görünse de Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) planın uluslararası mevzuata uygun olup olmadığını sorgulamaktadır. AB çözümü anlaşmalarda aramak yerine mülteciler için kıtaya daha güvenli giriş güzergahları oluşturmalıdır. Üye ülkelerin belirlenen mülteci politikalarını hayata geçirme noktasındaki çelişkilerini gidermeli ve sorumlulukları daha eşit bir biçimde paylaştırmalıdır. Mültecilerin Yunan adalarından Ve Meriç nehri üzerinden toplu biçimde kanunsuz olarak Türkiye’ye geri gönderilmesi sırasında mültecilerin yasal haklarının korunması da gereklidir. Ayrıca  bu anlaşma sayesinde, AB ülkeleri Türkiye’den AB’ye geçenn yasadışı tüm kişileri Türkiye’ye geri gönderme hakkına sahip hale gelmektedir. Hatta bu kişiler Avrupa Birliği ülkelerinden birine gittiklerinde orada iltica talebinde bulunsalar bile AB üyesi devlet onları geldikleri ülke olan Türkiye’ye geri gönderecektir. Dolayısıyla iltica taleplerini kayda almayacaktır. İltica taleplerini kayda almadığı için de bu kişilerin AB üyesi ülkelerde mülteci olarak bulunmalarının önüne geçilecektir.


Bunun yanısıra anlaşmada Türkiye güvenli bir ülke sayılmaktadır fakat Türkiye PKK, DAEŞ ve benzeri terör gruplarının saldırısıyla karşı karşıyadır. Dahası ülkemiz henüz daha güvenli bir sınıra da sahip değildir. AB yasalarınca bir ülkenin güvenli sayılabilmesi için o ülkenin Cenevre Sözleşmesi’nin hükümlerini, hiçbir coğrafi kısıtlama koymadan onaylamış olması gerekmektedir. Fakat ülkemiz Mülteci Sözleşmesi’ne coğrafi kısıtlama uygulayan bir ülkedir. Bu açıdan ülkemiz AB kanunlarınca mülteciler için güvenli ülke sayılamaz. Anlaşmada  iltica ile ilgili prosüdürel güvencelerde yer almamaktadır. Yani hukuka göre ilticacının başvurusunu yapabilmesi lazımken Türkiye’den Yunanistan’a geçti diye toplu halde iade edilince böyle bir iltica başvurusu da yapılamayacaktır. Ayrıca gönderilen her bir Suriyeli için, Türkiye’de bulunan ve iltica başvurusu yapmış olan bir Suriyeli, Avrupa Birliği ülkelerinden birine yasal yollarla gönderilecektir maddesi yüzünden Yunanistan  kıyılarına yaklaşan her yıl çeşitli ülke vatandaşlarını taşıyan botları karasularına ulaşmadan batırmaktadır. Meriç nehri üzerinden yapılan  girişimlerde de Yunan polisinin göçmenleri hastanelik ederek Türkiye’ye geri ittiği de artık herkes tarafından bilinen bir gerçektir. İnsanlık açısından durum bu kadar vahim ve anlaşma şartları delik deşik olmuşken AB yetkilileri Yunanistan’a hiçbir yaptırım uygulamazken, hükümetimizde hala anlaşmaya uygun hareket etmektedir.


Göçmen Mezarlığı

Türkiye‘nin kabul edebileceğinden çok çok fazla  mülteciye evsahipliği yapması takdir görürken, görülmeyen bir diğer gerçek ise mültecilerin ve Suriyelilerin Türkiye de yaşamak istememesidir. Bu yüzden Ege Denizi ve Akdeniz göçmenler için bir mezarlığa dönüşmüştür. Göçmenlerin Türkiye'den başka ülkelere yerleştirilmesi elzemdir. Bunun için başka ülkelerde yeterince yer açmak, kaçakçılara ve ölümcül deniz yolculuğuna karşı güvenilir bir alternatif sunabilmek lazımdır. Bu konuda ülkemiz ideolojik romantizmi bir kenara bırakarak gerçekci bir kararla sorunun çözümüne yönelik uluslararası bir konsesyumun yolunu aramalı, AB’ni bu konuda daha etkin bir rol oynamaya teşvik etmeli, dünyanın başka yerlerindeki zengin ülkeleri de sorunun çözümüne katkıda bulunmaları için cesaretlendirmelidir. Ek olarak AB‘nin denizdeki düzensiz göçmenlerin hayatlarını kurtardığı iddiası ise güvenlikçi sınır koruma tedbirlerine kılıf olarak kullanılmaktadır. Ne var ki eski yollar kapandıkça insanların ihtiyaçlarına ve kararlılıklarına cevap veren yeni yolların ortaya çıkacağı aşikardır. Tekneleri ve ufak botları durdurmak ya da patlatmak insanlık suçu olduğu kadar, Avrupa’da güvenlik arayan ilticacıları da durdurmayacaktır. Bu adımlar umut tacirlerini de göçmenleri kara ve deniz sınırlarından geçirmek için daha tehlikeli alternatif yollar aramaya yöneltecektir. İnsani yönden bakacak olursak geçiş ve başvuru için uygun alternatifler sunulmadığı sürece kaçakçılık ağlarını engellemek, göçmenleri aslında ölümle sonuçlanabilecek daha çetin yolculuklara itmek demektir.  Avrupa Birliği ülkeleri sınırları daha da sıkı denetlemeye ve kontrol altında tutmaya odaklanmak yerine, mülteci akışının yönetilmesindeki sorumluluk paylaşımına daha fazla para ve çaba harcamalıdır. AB ve AB üyesi ülkeler, mülteciler için etkin yerleştirme programlarını artırarak, aile birleşimi, insani ve diğer vizeleri kolaylaştırmak suretiyle AB’ye giden yasal ve güvenli yolları çoğaltmalıdır.


Mali Yardımın Yerleştirmeye Yönelik Amaçları

Konuyla ilgili bir diğer can alıcı noktada Avrupa Birliği’nin, Suriyeli ve diğer göçmenlerin Türkiyede kalmasını sağlamak amacıyla ayırdığı fonlardır. Bu fonların yatırım alanlarıysa göçmenlerin eğitimi ve entegrasyonudur. Örneğin, Türkiye’de yüksek öğrenim sektöründe 'UMUTLAR' projesi yaklaşık 250.000 Suriyeli mülteciye burs ve dil eğitimi sunulmasını planlamakta, Türkiye'de eğitim alanında yapılacak 70 yeni okulun inşası ve teçhizatını  da kapsamaktadır[2]. Avrupa Birliğinin projeleri genel olarak Mali Yardım Programı’nın bir parçası olarak Türk dilinin öğretilmesine, Suriyeli çocukların Türk eğitim sistemine entegrasyonlarına ve istihdama  odaklıdır. Bu çerçevede AB, 300,000'i aşkın Suriyeli çocuğa dil eğitimi verirken 5,600 Türkçe dil öğretmeninin istihdam edilmesinde Milli Eğitim Bakanlığı ile yakın işbirliği içerisinde çalışmaktadır[3]. Burada temel amaç dilimizin Suriyelilere öğretilerek Türkiye‘de işgücüne katılmalarını sağlamak ve AB‘ye göç etmelerini engellemektir. Türkçe öğrenen bir Suriyeli bir Türk gencinin rahatlıkla giremeyeceği okullara kolayca erişebilmektedir. Türkçe öğretme noktasında da BMMYK ile Türk Hükümeti Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı tarafından uygulanan programda Suryeliler Türkçe  kurslarına katılmaktalar ve giderleri için de aylık bir ödemeden faydalanmaktadırlar[4]. Programın amacı ise, Suriyelileri yüksek öğrenime hazırlamak, üniversite başvurularını desteklemek ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapmaktır. AB tarafından desteklenen ve Şişli Belediyesi ile birlikte yürütülen diğer bir BMMYK  projesi ise sağlık sektöründe çalışmak isteyen Suriyeliler eğitilmekte ve hastanelerdeki sağlık birimleri tanıtılmakta ayrıca hastanelere iş başvuruları yapabilmeleri için nasıl özgeçmiş hazırlamaları öğretilmektedir[5]. Dolayısıyla gerek üniversitede eğitim gören gerekse sağlık sektöründe çalıştırılmak istenen Suriyeliler işsizlik rakamlarının tavan olduğu ülkemizde vatandaşlarımızın önünde konumlandırılmaktadır.


Sosyo-Kültürel Yapının Tahribi

Türk milletini oluşturan çeşitli etnik kökenlerin içinde bulunmayan, entegre olmak istemeyen, yüzyıllarca aynı devlet altında yaşadığımız fakat Türk halifelerin açtığı hilafet bayrağı altında toplanmayan, sürekli olarak yaşadıkları coğrafyada baskın olmaya çalışan Arap toplumu, ülkemizde de kendi dilinde açtığı ticarethanelerle bu özelliğini kamuoyunun gözleri önüne sermiştir. Dahası aynı kıbleye başkoyduğumuz, din kardeşi diye adlandırdığımız Araplar ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti topraklarında kendi kurdukları arap camiilerinde ibadet etmektedirler. Bu da bize gösteriyor ki tek ortak noktamız olan dinimiz için bile Suriyelilerle biraraya gelemiyoruz. Türkçe öğrenmek istemeyen, kendi dilinde ve kültüründe bir toplum oluşturmaya çalışan Suriyeliler tepki toplamakta varlıkları artık vatandaşlarımızı rahatsız etmiş durumdadır. Hal böyleyken hala ülkemize Suriyeli sokmak arapça dilinde esnaflığa, cami kurulmasına izin vermek Türkiye’yi iç savaşa sürüklemek demektir. Türk milleti Türkçe öğrenseler dahi gelecekte yaşanabilecek ikinci bir terörden ötürü ülkemizin etnik yapısının değişmesine karşıdır. Zaman zaman hükümet yetkilileri tarafından dillendirilen yakında gidecekler söylemleri de halkı yatıştırma anlamı taşımaktadır. Gerçekte ise, Suriyelilerin Türkiye’de kalması ve hükümete oy vermesi devletimizi yönetenlerin yegane arzusudur. Fakat Türkiye’nin sosyo-etnik yapısının romantizme ya da koltuk hırsına kurban edilmesi ülkemizi dönülmesi zor bir noktaya taşıyacaktır. Bu zor noktada Türk milleti hangi partiyi tutarsa tutsun aynı tepkiyi verecektir.

 https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/avrupa-birligi-de-suriyelilerin-turkiye-de-kalmasini-istiyor


14 Eylül 2019 Cumartesi

AB ile Türkiye arasındaki Geri Kabul Anlaşması’nın İnsan Hakları Açısından Değerlendirilmesi. BÖLÜM 4

AB ile Türkiye arasındaki Geri Kabul Anlaşması’nın İnsan Hakları Açısından Değerlendirilmesi. BÖLÜM 4 




G. Sonuç 

Türkiye, Avrupa Birliği ile yapılan Geri Kabul Anlaşması’ndaki yükümlülükleri çerçevesinde AB ülkelerinden sığınmacıları kabul edecektir. Fakat Türkiye’nin bizzat barındırdığı ve geçici koruma statüsü altında değerlendirilen 4 milyon gibi büyük bir rakamın olduğu da düşünülürse Türkiye açısından altından kalkılması neredeyse imkânsız bir nüfus söz konusudur. 

Öte yandan Avrupa Birliği’nin bu tavrı, uluslararası insan hakları metinlerinde kabul edilen geri göndermeme yasağına uygun bir görüntü çizmemektedir. Jus cogens norm niteliğinde olan geri göndermeme ilkesi herhangi bir derogasyona uğramaya ve ihlal edilmeye müsait olmadığı için bu durum uluslararası hukukta bir sorun olarak karşımıza çıkabilecektir. Nitekim Türkiye bu 
kişiler için bir güvenli ülke değildir. Bunu pek çok sivil toplum kuruluşu da dile getirmektedir.41 
Buna rağmen yük paylaşımından kaçınılarak bu sözleşmenin ısrarla uygulanması insan hakları hukuku açısından bazı sorunları da barındırdığı sonucunu beraberinde getirmektedir. 


DİPNOTLAR;

1 Frontex, göç ve güvenlik konularında işbirliğini ve operasyonel etkisini artırmak üzere 2004 yılında, EC 2007/2004 numaralı tüzük ile kurulmuş olan birimdir. İlgili tüzüğün orijinal metni için bkz. 
http://frontex.europa.eu/aboutfrontex/origin/ 
2 Bkz. 
http://frontex.europa.eu/assets/Publications/Risk_Analysis/FRAN_Q1_2017.pdf (Erişim: 23.10.2017) 
Kurumun bütün yayınları için bkz. 
http://frontex.europa.eu/publications/ 
3 Sibel Özel, AB-Türkiye Geri Kabul Anlaşması ve Vize Serbestisi, Toplantı Notları, İstanbul Barosu Yayınları, İstanbul, 2014, s.8 
4 RG. 28.06.2014, S.29044 
5 Esasen mültecilik, koruma sağlayan devletin verdiği bir statü değildir. Daha doğru bir ifadeyle kişi, maddede yer alan unsurların gerçekleşmesi ile kendiliğinden mülteci haline gelir. Devletlerin yapması gereken ise kendi iç hukuklarında belirledikleri usullerle mevcut durumu tespit etmek ve Sözleşmenin öngördüğü korumayı sağlamak olmalıdır. 
UN High Commissioner for Refugees (UNHCR), UNHCR Note on the Principle of Non-Refoulement, November 1997, available at: 
http://www.refworld.org/docid/438c6d972.html [Erişim: 24 Eylül 2017] 
6 Bu hüküm, geri göndermeme ilkesiyle ilgili en önemli düzenlemedir. Sözleşmenin kayda değer sayıda tarafı olması ve uluslararası insan hakları hukuku ile insancıl hukuk alanındaki konuyla ilgili gelişmeler, ağırlıklı olarak bu düzenlemenin yorumu ve uygulaması üzerinden ilerlemektedir. 
7 Elif UZUN, “Geri Göndermeme (Non-Refoulement) İlkesinin Uluslararası Hukuktaki Konumu Üzerine Bir Değerlendirme” , Uluslararası Hukuk ve Politika, 2012, C.8, S. 30, s.30. 
8 Bülent ÇİÇEKLİ, Uluslararası Hukukta mülteciler ve Sığınmacılar, İstanbul, Seçkin Yayınları, 2009, s.81 
9 UZUN, s.30 
10 Aynı yönde bkz. Guy S. GOODWIN-GILL & Jane McADAM, The Refugee in ınternational law, Oxford University Press, Oxford, 2007, s.207; Nils COLEMAN, “Non-Refoulement Revised-Renewed Review of the Status of the Principle of Non-Refoulement as Customary International Law”, European Journal of migration and law, C.5, 2003, s.40; UZUN, s.31; ÇİÇEKLİ, s.82. 
11 UZUN, s.31. 
12 Lauterpact ve Bethlehem, istisnaların uygulanması ile ilgili olarak uyulması gereken standartları şu şekilde sıralarlar: 
     1. 33(2). maddede düzenlenen ulusal güvenlik ve kamu güvenliği istisnaları Sözleşmenin geri göndermeme ilkesine izin 
verdiği tek istisnalardır. 
     2. Bu istisnaların uygulanması işkence, zalimane, gayri insani ya da aşağılayıcı muamele ya da cezaya ya da buna denk düşecek bir muameleye veya sınırlandırılması mümkün olmayan diğer insan hakları prensiplerine aykırılık oluşturmamalıdır. 
     3. İlkenin insani karakteri ve ihlalinde ortaya çıkacak ciddi sonuçlar dikkate alındığında, istisnalar dar yorumlanmalı ve özel dikkatle uygulanmalıdır. 
     4. Geri gönderilmeme ilkesine yönelik istisnaların uygulanmasında adil yargılama ilkesine sıkı bir şekilde bağlı kalınmalıdır. 
     5. İstisnaların uygulanması durumunda dahi, ilgili Devlet bireyin güvenli üçüncü bir ülkeye kabulünü sağlamaya yönelik 
bütün makul önlemleri almalıdır. 

Yine yazarlara göre, istisnaların uygulanmasında, ülke güvenliğine yönelik tehlikenin ciddiyeti, bu tehlikenin gerçekleşme olasılığı ve yakınlığı, geri gönderme işleminin birey için oluşturacağı riskin niteliği ve ciddiliği, geri gönderme yasağı ile uyumlu diğer alternatiflerin gerek iltica ülke-sinde gerek güvenli üçüncü ülkede mevcut olup olmadığı ve bunların takip edilip edilemeyeceği, dikkate alınmak durumundadır. Hersch LAUTERPACHT ve Daniel BETHLEHEM ‘The Scope and Content of the Principle of Non-refoulement: Opinion’ içinde Erika FELLER, Volker TURK ve Frances 
NICHOLSON (der.) Refugee Protection in International Law, Cambridge, 2003, para. 159 ve devamı. Aktaran: ÇİÇEKLİ, s.93. 
13 Konu hakkındaki bazı kararlar için bkz. Chahal v. Birleşik Krallık, 15 Kasım 1996 tarihli karar; Ahmed v. Austria, 17 Aralık 1996 tarihli karar; Nsona v. Hollanda, 28 Aralık 1996 tarihli karar; Paez v. İsveç, 30 Ekim 1997 tarihli karar; Othman (Abu Qatada) v. Birleşik Krallık, 17 Ocak 2012 tarihli karar. Kararlara ulaşmak için bkz. ECHR-HUDOC, 
http://www.echr.coe.int/echr/en/hudoc/ (Erişim: 24 Eylül 2017), ayrıca ÇİÇEKLİ, s.102. 
14 BMMYK İcra Komitesi (UNHCR EXCOM), Conclusion on International Cooperation and Burden and 
Responsibility Sharing in Mass Influx Situations, No. 100 (LV), 8 Ekim 2004; http://www.unhcr.org/refworld/ 
docid/41751fd82.html (Erişim: 16 Eylül 2017) 
15 Jean ALLAIN, “The Jus cogens Nature of Non-Refoulement”, ınternational Journal of Refugee law, 2002, C. 13, S. 4, ss.534-535. Ayrıca bkz. H Victor CONDE, A Handbook of ınternational Human Rights Terminology, 
University of Nebraska Press, Lincoln ve Londra, 2004, s.142; Godefridus J. H. HOOF, Rethinking the Sources of ınternational law, Kluwer Law and Taxation Publishers, Deventer/Netherlands, 1983, s.151; Robert KLOB, Peremptory ınternational law – Jus Cogens: A General ınventory, Hart Publishing, Oxford, 2015, ss.1-12. 
16 Thomas WEATHERALL, Jus Cogens: ınternational law and Social Contract, Cambridge University Press, Cambridge, 2015, s.90. 
17 Alice FARMER, “Non-Refoulement and Jus Cogens: Limiting Anti-Terror Measures That Threaten Refugee Protection”, Georgetown ımmigration law Journal, 2008, C. 23, S. 1, s.23. 
18 Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Uluslararası Hukuk Komisyonu Raporu, “Fragmentation of International Law: Difficulties Arising from the Diversification and Expansion of International Law: Report of the Study Group of the International Law Commission Finalized by Martti Köskenniemi”, 2006, paragraf 367. 
19 Genel olarak bkz., Gerald FITZMAURICE, The General Principles of ınternational law Considered from the Standpoint of the Rule of law, Sijthoff, Leiden, 1957; George HAIMBAUGH, “Jus cogens: Root & Branch: An 
Inventory”, Touro law Review, 1987, C. 3, S. 2; Lauri HANNIKAINEN, Peremptory norms in ınternational law: Historical Development, Criteria, Present Status, Finnish Lawyers’ Publishing Company, Helsinki, 1988. 
20 Genel olarak bkz., Andrea BIANCHI, “Human Rights and the Magic of Jus cogens”, European Journal of ınternational law, 2008, C. 19, S. 3; Christine CHINKIN, “Jus cogens, Article 103 of the UN Charter and Otehr Hierarchical Techniques of Conflict Solution”, Finnish Yearbook of ınternational law, 2006, C. 17. 
21 GOODWIN-GILL & McADAM, s.201. 
22 Alexander ORAKHELASHVILI, Peremptory norms in ınternational law, Oxford University Press, Oxford, 2006; FARMER, s.22. 
23 Advisory Opinion on the Rights and Guarantees of Children in the Context of Migration and/or in Need of International Protection, OC-21/14, Inter-American Court of Human Rights, 19 Ağustos 2014, paragraf 225. 
24 Advisory Opinion, paragraph 225. Ayrıca bkz. Karen PARKER & Lyn B. NEYLON, “Jus cogens: Compelling the Law of Human Rights”, Hastings International and Comparative Law Review, 1989, C. 12, S. 2, ss.435-436. 
25 İlgili davalar için bkz.: Fermin Ramirez v. Guatemala, Seri C Numara 126, Inter-American Court of Human Rights, 
20 Haziran 2005, paragraf 117; Tibi v. Ecuador, Seri C Numara 114, Inter-American Court of Human Rights, 7 Eylül 
2004, paragraf 143; Maritza Urrutia v. Guatemala, Seri C Numara 103, Inter-American Court of Human Rights, 27 Kasım 2003, paragraf 92; Ximenes-Lopes v. Brazil, Seri C Numara 149, Inter-American Court of Human Rights, 4 Temmuz 2006, paragraf 126. 
26 Hirsi Jamaa and Others v. Italy, App. No. 27765/09, European Court of Human Rights, 23 Şubat 2012, Yargıç Pinto de Albuquerque’nin Mutabık Görüşü, s.67. 
27 Hirsi Jamaa and Others v. Italy, s.67. 
28 ALLAIN, s.558. 
29 Tahsin ŞENSOY, “Türkiye Sığınmacılar için Güvenli Bir Ülke mi?” Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezi, 
11.04.2016, Bkz. http://gusam.org/2016/04/11/turkiye-siginmacilar-icin-guvenli-bir-ulke-mi/ 
30 Mehmet ÖZCAN, Avrupa Birliği Sığınma Hukuku, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu Yayınları, Ankara, 2005, s.68 vd. 
31 DIRECTIVE 2013/32/EU OF THE EUROPEAN PARLIAMENT AND OF THE COUNCIL of 26 June 2013, Bkz. 
http://eur-lex.europa.eu/legal-content/EN/TXT/PDF/ uri=CELEX:32013L0032&from=en. 
32 Maria Teresa GIL-BAZO, ‘The Safe Third Country Concept in International Agreements on Refugee Protection’ 
netherlands Quarterly of Human Rights, V.33/1, 2015, s.43. 
33 GIL-BAZO, s.44. 
34 Helene LAMBERT, ‘“Safe third country” in the European Union: an Evolving Concept in International Law and Implications for the UK’) Journal of Immigration Asylum and Nationality Law, v.26/4, 2012, s.318 
35 GIL-BAZO, s.44. 
36 GIL-BAZO, s.47. 
37 İlke GÖÇMEN, “Türkiye ile Avrupa Birliği Arasındaki Geri Kabul Anlaşmasının Hukuki Yönden Analizi”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, 2014, C.13, S.2, s.22. 
38 Söz konusu resmi bilgi için bkz. http://data.unhcr.org/syrianrefugees/country.php?id=224#_ga=2.255367304. 
1215497727.1508873157-2092449339.1508873157 
39 Örneğin konuya ilişkin Prof. Dr. Nuray Ekşi, Türkiye PKK ile çatışma içinde ve bazı bölgelerde ciddi sıkıntılar yaşanırken ya da entegre sınır yönetimi yokken Türkiye güvenli ülke olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığını ifade ederken eski AİHM hakimi Rıza Türmen Türmen, Türkiye’nin 1951 tarihli Cenevre Konvansiyonu’nu coğrafi 
kısıtlama ile uyguladığına, yani Batı’dan gelenleri mülteci olarak gördüğüne, Doğu’dan gelenleri ise mülteci olarak kabul etmediğine işaret etmiştir. 
Haber için bkz. 
http://www.dw.com/tr/m%C3%BClteci-anla%C5%9Fmas%C4%B1uluslararas%C4%B1-hukuka-ayk%C4%B1r%C4%B1/a-19120690 
40 M.S.S. v. Belgium and Greece, No. 30696/09, 21 January 2011. 
41 Örnekler için bkz. 
http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/03/160319_af_orgutu_multeci. 
Bkz. 
http://gusam.org/2016/04/11/turkiye-siginmacilar-icin-guvenli-bir-ulke-mi/ 


Kaynaklar 

Advisory Opinion on the Rights and Guarantees of Children in the Context of Migration and/or in Need of International Protection, OC-21/14, Inter-American Court of Human Rights, 19 Ağustos 2014 

ALLAIN, Jean; “The Jus cogens Nature of Non-Refoulement”, International Journal of Refugee Law, 2002, C. 13, S. 4, ss.533-558. 

BIANCHI, Andrea; “Human Rights and the Magic of Jus cogens”, European Journal of ınternational law, 2008, C. 19, S. 3, ss.491-508 

CHINKIN, Christine; “Jus cogens, Article 103 of the UN Charter and Otehr Hierarchical Techniques of Conflict Solution”, Finnish Yearbook of ınternational law, 2006, C. 17, ss.63-82 

COLEMAN, Nils; ‘Non-Refoulement Revised-Renewed Review of the Status of the Principle of Non-Refoulement as Customary International Law’, European Journal of Migration and Law, C.5, 2003, 
ss.23-68. 

CONDE, H Victor; A Handbook of ınternational Human Rights Terminology, University of Nebraska Press, Lincoln ve Londra, 2004 

ÇİÇEKLİ, Bülent; Uluslararası Hukukta Mülteciler ve Sığınmacılar. İstanbul, Seçkin Yayınları, 2009. 

ÇİÇEKLİ, Bülent; Yabancılar ve Mülteci Hukuku. İstanbul, Beta Yayınları, 2014. 

FARMER, Alice; “Non-Refoulement and Jus Cogens: Limiting Anti-Terror Measures That Threaten Refugee Protection”, Georgetown Immigration Law Journal, 2008, C. 23, S. 1, ss.1-38 
Fermin Ramirez v. Guatemala, Seri C Numara 126, Inter-American Court of Human Rights, 20 Haziran 2005 

FITZMAURICE, Gerald; The General Principles of ınternational law Considered from the Standpoint of the Rule of law, Sijthoff, Leiden, 1957 

GIL-BAZO, Maria Teresa; ‘The Safe Third Country Concept in International Agreements on Refugee Protection’ Netherlands Quarterly of Human Rights, V.33/1, 2015, ss.42-77. 

GILLADE, Kim; Readmission Agreements Concluded by the EU (Yayınlanmamış Master Tezi), 2011, 
Erişim: http://lib.ugent.be/fulltxt/RUG01/001/787/173/RUG01-0017871 73_ 2012_0001_AC.pdf 

GOODWIN-GILL, Guy S. ve McADAM, Jane; The Refugee in International Law, Oxford OUP, 2007. 

GÖÇMEN, İlke; “Türkiye ile Avrupa Birliği Arasındaki Geri Kabul Anlaşmasının Hukuki Yönden Analizi”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, 2014, C.13, S.2, ss.21-86 

HAIMBAUGH, George; “Jus cogens: Root & Branch: An Inventory”, Touro law Review, 1987, C. 3, S. 2, ss.203-228 

HANNIKAINEN, Lauri; Peremptory Norms in International Law: Historical Development, Criteria, 
Present Status, Finnish Lawyers’ Publishing Company, Helsinki, 1988 

Hirsi Jamaa and Others v. Italy, App. No. 27765/09, European Court of Human Rights, 23 Şubat 2012, Yargıç Pinto de Albuquerque’nin Mutabık Görüşü 

HOOF, Godefridus J. H.; Rethinking the Sources of ınternational law, Kluwer Law and Taxation 
Publishers, Deventer/Netherlands, 1983. 

HUYSMANS, Jef; “The European Union and Securitization of Migration.” Journal of Common market Studies. C.38, N.5, 2000, ss.751-772. 

İÇDUYGU, Ahmet; Transit migration in Turkey: Trends, Patterns and ıssues. Euro-Mediterranean 
Consortium for Applied Research on International Migration, Research Reports, 2005/04. 

KLOB, Robert; Peremptory ınternational law – Jus Cogens: A General ınventory, Hart Publishing, 
Oxford, 2015 

LAMBERT, Helene; “Safe third country” in the European Union: an Evolving Concept in International Law and Implications for the UK’, Journal of ımmigration Asylum and nationality law, V.26/4, 2012, 
ss.318-336. 

Maritza Urrutia v. Guatemala, Seri C Numara 103, Inter-American Court of Human Rights, 27 Kasım 2003 

ORAKHELASHVILI, Alexander; Peremptory norms in ınternational law, Oxford University Press, 
Oxford, 2006 

ÖZCAN, Mehmet; Avrupa Birliği Sığınma Hukuku, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu Yayınları, Ankara, 2005. 

ÖZTÜRK, Neva Övünç; “Avrupa Birliği Temel Haklar Şartında Yer Alan Sığınma Hakkının Tahlili”, İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2012, C.3, S.2, ss.187-228 

PARKER, Karen and NEYLON, Lyn B.; “Jus cogens: Compelling the Law of Human Rights”, Hastings International and Comparative Law Review, 1989, C. 12, S. 2, ss.411-464 

SALIJI, Turker; Sığınmacı Krizi ve Türkiye AB Görüşmeleri, 2015. 

ŞENSOY, Tahsin; “Türkiye Sığınmacılar için Güvenli Bir Ülke mi?” Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezi, 11.04.2016, Bkz. 
http://gusam.org/2016/04/11/turkiye-siginmacilar-icin-guvenli-bir-ulke-mi/ 

Tibi v. Ecuador, Seri C Numara 114, Inter-American Court of Human Rights, 7 Eylül 2004 

TRAUNER, Florian and KRUSE, Imke; EC Visa Facilitation and Readmission Agreements: A new 
Standard EU Foreign Policy Tool? CEPS Working Document No. 290/April 2008. 

UN High Commissioner for Refugees (UNHCR), UNHCR Note on the Principle of Non-Refoulement, November 1997, available at: http://www.refworld.org/docid/438c6d972.html [Erişim: 24 Eylül 2017] 

United Nations International Law Commission, “Fragmentation of International Law: Difficulties Arising from the Diversification and Expansion of International Law: Report of the Study Group of the International Law Commission Finalized by Martti Köskenniemi”, 2006 

UZUN, Elif; “Geri Göndermeme (Non-Refoulement) İlkesinin Uluslararası Hukuktaki Konumu Üzerine Bir Değerlendirme” , Uluslararası Hukuk ve Politika, 2012, C.8, S. 30, ss.25-58 

WEATHERALL, Thomas; Jus Cogens: ınternational law and Social Contract, Cambridge University 
Press, Cambridge, 2015 

Ximenes-Lopes v. Brazil, Seri C Numara 149, Inter-American Court of Human Rights, 4 Temmuz 2006 


***

AB ile Türkiye arasındaki Geri Kabul Anlaşması’nın İnsan Hakları Açısından Değerlendirilmesi. BÖLÜM 3

AB ile Türkiye arasındaki Geri Kabul Anlaşması’nın İnsan Hakları Açısından Değerlendirilmesi. BÖLÜM 3 





D. Güvenli 3. Ülke Kavramı 

Avrupa başta olmak üzere gelişmiş olarak addettiğimiz pek çok ülke, kendi ülkesine gelen kitlesel akın halindeki sığınmacıları kendi ülkesinde barındırmak istememektedir. Nitekim bambaşka bir kültür ve sosyal yaşama sahip çok sayıda insanın birden bir ülkeye gelmesi sosyal, ekonomik ve siyasal açıdan olumsuz etkiler doğuracaktır. Gelen kişilerin toplum ile entegrasyonu sağlanmadıkça suç oranı yükselecek, toplumsal eğitim ve refah seviyesi azalacak, kısaca ülke 
insanlarının alışmış olduğu düzen sarsıntıya uğrayacaktır. Fakat aynı zamanda çok sayıda akdedilen uluslararası hukuk metinleri vasıtasıyla göçe zorlanan insanlara bir statü ve buna bağlı olarak bazı hakların verilmesi taahhüdü verilmiştir. Dolayısıyla bu iki durumu bir arada değerlendirerek ortaya atılan bir çözüm olarak mültecileri ya da diğer sığınmacıları güvenli bir 3. ülkeye yerleştirme ortaya atılmıştır. 

Güvenli 3. Ülke kavramı (safe third country) AB hukuku tarafından uluslararası iltica hukukuna kazandırılmış özel bir kavramdır.29 

Söz konusu kavram – ilk iltica ülkesi kavramı ile birlikte – esasen AB ortak sığınma sistemi daha henüz ortada yok iken 1992 yılında yayınlanan tavsiye niteliğindeki “Londra İlke Kararları” ile atılmıştır.30 

Fakat şu an için bu kavramların dayanağını 2013 tarihli AB Sığınma Prosedürleri Yönergesi oluşturmaktadır.31 

Bu düzenleme Dublin III Tüzüğü olarak da bilinmektedir.32 

Yönergenin 38. Maddesine göre üye ülkelerin bir ülkeyi “güvenli üçüncü ülke” olarak kabul edebilmeleri için bu ülkede; 

•Yaşam ve özgürlüklerin, ırk, din, milliyet, belli bir sosyal gruba mensubiyet veya siyasi düşünce nedeniyle tehdit altında bulunmaması, 

• Ciddi zarar riski bulunmaması, 

- Ölüm cezası veya infaz, 
- İşkence, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele veya cezalandırma, 
- Sivillerin hayatına yönelik ayrım gözetmeyen şiddet veya iç ya da dış çatışma kaynaklı ciddi tehdit. 

• Cenevre Sözleşmesinde yer alan geri göndermeme prensibine uyuluyor olması, 
• İşkence ve zulüm görmekten, insanlık dışı ve aşağılayıcı muameleye tabi tutulmaktan özgür olma hakkının ortadan kaldırılmasının uluslararası hukukta öngörüldüğü şekilde yasaklanmış olması, 
• Cenevre Sözleşmesi kapsamında iltica başvurusunda bulunabilmenin ve statü verildiği takdirde sözleşmede öngörülen korumaya erişimin mümkün olması gerekmektedir. 

    Tüzüğün amacı olarak diğer bütün AB üye ülkeleri adına sığınmaya karar verecek olan sorumlu devletin tespit edilmesi gösterilse de sığınmacıların güvenli Üçüncü ülkelere gönderilebileceklerine ilişkin düzenleme doktrin ve mahkeme kararlarında eleştirilmiştir.33 

Bu kavram hakkındaki tartışmalar özellikle ‘etkili koruma’ ve üçüncü bir ülkenin güvenli sayılması için olması beklenen gereklilikler üzerinde yoğunlaşmakta dır.34 
Buna karşın güvenli üçüncü ülke kavramının hukukiliği konusunun sorgulanmaması eleştirilmiştir.35 

Gerçekten de güvenli üçüncü ülke kavramı, zorunluluktan ötürü bir ülkeye girmeye ya da orada kalmaya çalışan bireyler için getirilen geri gönderilmeme ilkesi çerçevesinde ortaya çıkmıştır. 

Fakat burada ilgili devletlere bu ilkenin getirdiği yükümlülüklerden bir kaçış yolu sunuluyor izlenimi uyanmaktadır. 

Güvenli üçüncü ülke kavramı, esasen yük paylaşımı kavramı ile bir arada kullanılmaktadır.36 

Bir başka deyişle uluslararası toplumun bir parçası olan devletler imkanları dahilinde zorla göç ettirilen insanlara destek çıkmalıdır ve kişilerin daha önceden zaten bir sığınma hakkı kazanmış bir ülkeye gönderilerek yükün paylaşılması söz konusu olmaktadır. Oysa Türkiye’nin imzaladığı Geri Kabul Anlaşmalarında göze çarpan bir yük paylaşımından ziyade mültecilerin kullandığı güzergâh içerisinde yer alan Türkiye’de insanların alıkonulmasıdır. 

E. Genel Olarak Geri Kabul Anlaşmaları 

Geri Kabul Anlaşmaları, Genel itibariyle, bir ülkede veya sınırları belirlenmiş bir grup ülkede yasa dışı olarak bulunan kişilerin anlaşma yapılmış kaynak ülkeye veya en son transit geçiş yaptıkları ülkeye geri gönderilmesini düzenler. Türkiye, şimdiye kadar Rusya ve Hong Kong dahil pek çok devlet ile Geri Kabul Anlaşması imzalamıştır. Ancak bunlardan en önemlisi şüphesiz 16 Aralık 2013’te imzalanan Türkiye Cumhuriyeti ile Avrupa Birliği Arasında İzinsiz İkamet Eden Kişilerin Geri Kabulüne İlişkin Anlaşma’dır. 

Bu anlaşma özü itibariyle, karşılıklı olarak, Türkiye veya AB üyesi bir devlet açısından düzensiz göçmen olan vatandaş, üçüncü ülke vatandaşı veya vatansız kişinin duruma göre geri kabulü veya transit geçişi ile ilgili koşulları, esasları ve usulleri tespit etmektedir.37 

1999 Amsterdam Anlaşması ile Geri Kabul Anlaşmaları akdetme yetkisi alan AB de, bunları yasadışı göçleri önlemenin bir aracı olarak kullanmış ve AB yetkili organları çok sayıda Geri Kabul Anlaşması imzalamıştır. 

Yukarıda sözü edilen Geri Kabul Anlaşması’nın kapsamına, Türkiye’nin veya AB üyesi bir devletin ülkesine girme, burada bulunma veya ikamet etme şartlarını taşımayan veya artık taşımayan kişiler girer. Türkiye ve AB üye devletleri karşılıklı olarak belirli hâl ve şartlar altında, birbirinin ülkesinde bulunan düzensiz göçmen kendi vatandaşını geri kabul ile yükümlüdür. Bunun yanı sıra taraflar belirli hâl ve şartlar altında, birbirinin ülkesindeki düzensiz göçmen “üçüncü ülke 
vatandaşı” veya “vatansız” kişiyi geri kabul ile yükümlüdür. Asıl tartışma konusu kısım da bu ikinci kısımdır. Zira yukarıda ilk bölümde ifade edildiği üzere Avrupa’ya yasadışı olarak gelen göçmenlerin büyük bir kısmı Türkiye’nin üzerinde bulunduğu Doğu Akdeniz güzergâhından gelmektedir. Bu da anlaşma kapsamında Türkiye’ye gönderilecek göçmen sayısının yüksekliğine doğrudan etki edecektir/etmektedir. 

F. Suriyeli ve Diğer Sığınmacılar Açısından Türkiye’nin Durumu 

Türkiye’de mülteci ve özellikle Suriyeliler açısından çok ciddi rakamlar üzerinde konuşulmaktadır. Bazı konferanslarda 4,5 milyon gibi rakamlar zikredilmekle birlikte BMMYK’ya göre kayıt altına alınmış Suriyeli göçmen sayısı 3,25 milyon civarındadır.38 

Avrupa Birliği ülkelerinden devam eden geri göndermeler ve hatta göçlerin devam etmesi ile de bu sayı had safhaya ulaşacaktır. 

Öte yandan BMMYK raporu çerçevesinde yukarıda bahsedilen raporun sadece yaklaşık 260 bini kamplarda yaşamaktadır. Diğer geri kalanı ise büyük şehirler başta olmak üzere ülkenin dört bir tarafına dağılmış bulunmaktadır. Bu insanlar ise bazen sokaklarda dilencilik yaparak, bazen de çok ağır koşullar altında, az ücretle çalışarak yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadır. 
Ayrıca ülke bahsedilen göç olgusu nedeniyle teröre daha açık bir halde bulunmaktadır. 

Bir başka açıdan gerek Türkiye’nin 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu çekince gerekse de kendi iç mevzuatı gereğince Suriyeliler mülteci statüsünde değildir. YUKK m.91 ve Geçici Koruma Yönetmeliği ile kendilerine geçici bir koruma sağlanmıştır. Bu bakımdan mültecilerin sahip oldukları haklara sahip değildirler. Ayrıca geçici oldukları düşüncesiyle entegrasyonlarına dair 
herhangi bir hukuki ve sosyal çalışma yürütülmemiştir. Dolayısıyla geri gönderilen sığınmacılar açısından sürekli bir statüye sahip olamayacaklar ve bu durum da kendilerinin pek çok temel nitelikli haktan mahrum kalmaları sonucunu doğuracaktır. 

Yukarıda belirtilen çekinceler, hukukçuların yanı sıra yetkililer tarafından da defalarca dile getirilmiştir.39 

Tüm bunlar ortada iken Avrupa Birliği’nin uluslararası yük paylaşımından 
kaçınarak sığınmacıları Türkiye’ye gönderecek şekilde bir anlaşmanın formüle etmesi yerinde görünmemektedir. Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki Geri Kabul Anlaşması ilk bakışta karşılıklı hak ve yükümlülükler içeren bir metin gibi gözükse de fiili durumda Avrupa ülkelerinin başına bela olacağı düşünülen sığınmacıların Türkiye’ye gönderilmesine hukuki dayanak oluşturulduğu 
sonucuna ulaşmak zor olmayacaktır. 

Bu konuda birkaç tane Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararına değinmekte fayda vardır. Nitekim söz konusu mahkeme, hatalı görülebilecek bazı kararları istisna tutulursa, insan haklarının korunmasından dünyada eşi görülmemiş bir işleve sahiptir. Mahkeme, 2011 tarihli M.S.S. v. Belçika ve Yunanistan kararında,40 

Türkiye ve Yunanistan üzerinden Belçika’ya giden ve iltica başvurusu yapan Afgan mültecinin, Yunanistan’a geri gönderilmesi nedeniyle hem Belçika’yı hem de Yunanistan’ı Sözleşmenin 3. maddesini ihlal ettiğine karar vermiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. Maddesi, bilindiği üzere, işkence yasağını düzenlemekte ve hüküm 

“Hiç kimse işkenceye veya insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele veya cezaya tabi tutulamaz” 

şeklinde ifade edilmektedir. Buradan çıkan sonuç şudur ki her ne kadar Avrupa Birliği ülkesi olsa bile somut olay incelendiğinde bir sığınmacıyı gerekli şartları taşımayan bir üçüncü ülkeye göndermek bu kişiye zulmetmektir, işkence yasağına aykırı davranmaktır. Bir başka ifadeyle geri gönderme yasağı söz konusu iken bu ilke ihlal edilmektedir. 

4.CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***