12 Mart etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
12 Mart etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Şubat 2019 Çarşamba

TÜRK DEMOKRASİ HAYATINDA ASKERİ UYARILAR: 1971 - 2007 MUHTIRALARININ KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ BÖLÜM 2

TÜRK DEMOKRASİ HAYATINDA ASKERİ UYARILAR: 1971 - 2007 MUHTIRALARININ KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ BÖLÜM 2



  28 Nisan’da Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, yaptığı basın açıklamasında bildiriye sert tepki göstererek “Bu açıklama hükümete karşı bir tutum olarak algılanmıştır. Kuşkusuz, demokratik bir düzende bunun düşünülmesi dahi yadırgatıcıdır. Öncelikle söylemek isteriz ki, Başbakan’a bağlı bir kurum olan Genelkurmay Başkanlığı’nın herhangi bir konuda hükümete karşı bir ifade kullanması demokratik bir hukuk devletinde düşünülemez. Genelkurmay Başkanlığı, hükümetin emrinde, görevleri Anayasa ve ilgili yasalarla tayin edilmiş bir kurumdur. Anayasamıza göre, Genelkurmay Başkanı görev ve yetkilerinden dolayı Başbakan’a karşı sorumludur.” ifadelerini kullanmıştır. Aynı gün, Hürriyet “Gece Yarısı Açıklama”, Milliyet “Türkiye Kilitlendi”, Posta “Laiklik Muhtırası” Vatan “Gece Yarısı Bildirisi”, Akşam “Gece Yarısı Laiklik Uyarısı” şeklinde manşetlerle okuyucularının karşısına çıkmıştır. Bazı gazeteler de bildiriyi değil mecliste sağlanamayan 367 sayısını manşete taşımıştır. Anayasa Mahkemesi 1 Mayıs günü “367 şart!” kararı alarak Cumhurbaşkanlığı seçimini iptal etmiş ve 4 Mayıs’ta erken seçim kararı alınmıştır. 

27 Nisan tarihli e-muhtırada bazı konular ön plana çıkarılmıştır. İlk olarak laiklik 
hassasiyetinden bahseden TSK, Kutlu Doğum faaliyetleri sırasında ortaya çıkan başörtülü kızların görüntülerinden ve ilahi okumalarından rahatsızlıklarını dile getirmiş, bu kutlamaların 23 Nisan ile aynı döneme denk gelmesini “(devletin) temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin” hususi gayretine bağlamıştır. Genelkurmay, böylelikle dini duyguların istismar edildiği tespitinde bulunmuştur. Bu gelişmelerden hareketle bildiri, 
cumhurbaşkanlığı seçimine ve “sözde değil özde rejime bağlılık” ilkesine vurgu yaparak siyasi iradeye müdahale etmiş ve bu şekliyle muhtıra hüviyeti kazanmıştır. Bildiri, laikliğin tartışılmasından endişe duyulduğunun ifadesiyle devam etmiş ve “Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.” düşmanlaştırmasının altı çizilmiştir. Son olarak 
gerekli önlemler alınmadığında TSK’nın müdahalede bulanacağı konusunda kesin inanç taşıdığı ikazı ile bildiri noktalanmıştır.5 Son paragrafta “Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir” vurgusu yukarıda belirtilen ve uyarılan hususlar için gereğinin yapılmasını istemekte, aksi durumda kanunların kendisine verdiği “yönetime el koyma” yetkisini kullanacağına dair gözdağı vermektedir (Devran ve Özcan, 2016: 16). 

4. Muhtıra Bildirilerinin Ortak ve Farklı Yönleri 

1971 ve 2007 askeri muhtıraların bazı yönleriyle birbirine benzerken bazı yönleriyle de farklılıklar taşımaktadır. Tablo 1’de gösterildiği üzere bildiri metinlerinin içerikleri üzerinden bir karşılaştırma yapılmıştır. Bu karşılaştırma, bildirilerin amacı, niteliği ve içeriği açısından bir değerlendirme sağlamaktadır. 

Tablo 1: 1971 ve 2007 Muhtıra Bildirilerinin Ortak ve Farklı Yönleri 

Sonuç 

1971 ve 2007 muhtıraları, Türk demokrasisine yönelik askeri uyarılardır. Her iki muhtıra da ordu tarafından kaleme alınmış ve kamuoyuna deklare edilmiştir. Gerek 1971 gerekse 2007 muhtıraları iktidarı doğrudan ele geçirmeden önce hükümete yönelik son ikaz niteliği taşımaktadır. 

Bununla birlikte muhtıra metinlerinin ortak ve farklı yönleri bulunmaktadır. 1971 muhtırası öncesi toplumsal kaos ve kargaşa bildiri metnine yansımış olmasına rağmen, 2007 muhtırasında böyle bir gerekçe söz konusu değildir. İki bildiri arasında bir diğer fark 1971 muhtırası partiler üstü bir dille kaleme alınırken, 2007 muhtırasının doğrudan muhatabı irticai faaliyetlere destek verdiği gerekçesi ile AK Parti hükümeti ve siyasi lideridir. Her iki bildiride de ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e atıf bulunmasına rağmen, 1971 muhtırasında bu vurgu daha fazla konu edinilmiştir. Şöyle ki bildiride “Atatürk’ün muasır medeniyetler seviyesine ulaşma ümidi kaybolmuş” ve “Atatürkçü görüş ve reformların yapılması” ifadeleri bu durumu desteklemektedir. Yine 1971 muhtırası mecliste ve TRT’de okunmuş ancak 2007 muhtırasında böyle bir durum söz konusu olmamıştır. Bildiri Genelkurmayın resmi internet sitesinden paylaşılmıştır. Son olarak 1971 muhtırasına karşı hükümet istifa ederken 2007 muhtırasında hükümet geri adım atmamış ve muhtırayı kabul etmediğini 
açıklamıştır. 

2007 muhtırasının, 1971 muhtırasından farklı yönleri bulunmaktadır. Öncelikle 1971 muhtırasındaki temel gerekçe toplumsal huzursuzluk ve kaos iken 2007 muhtırasının ana gerekçesi irtica ve laiklik olmuştur. 1971 muhtırasında asker, partiler üstü bir noktada kendini konumlandırırken 2007 muhtırasında ordu bizatihi laikliği savunmak üzere taraf olmuş kendisini laiklik savunucuları arasında konumlandırmıştır. Buna bağlı olarak Cumhuriyetin temel değerleri ve 
laiklik ilkesine bağlığını vurgulamıştır. Yine 1971 muhtırasından farklı olarak bildiride düşman nitelendirmesi yapılmıştır. Bu durum, “Atatürk’ün Ne Mutlu Türküm Diyene sözüne karşı olan herkes TC düşmanıdır” şeklinde kaleme almıştır. 

1971 ve 2007 muhtıra metinlerinde öne çıkan bazı ortak başlıklar bulunmakta dır. Bunlar, Cumhuriyetin veya rejimin tehdit altında olduğu vurgusu, toplumsal huzursuzluk söylemi, TSK’nın ülkeyi koruma ve kollama yönünde sarsılmaz inanca sahip olduğu ve görevini yapmaktan çekinmeyeceği tehdididir. Yine her iki bildiri de siyasal iktidara ihtarda bulunma amacı taşımakta hükümeti doğrudan ele alma düşüncesi barındırmamaktadır. Bildirilerin ortaya çıkardığı sonuçlar açısından bakıldığında; 1971 muhtırasında hükümet istifa ederken 2007 muhtırasına karşı iktidar geri adım atmamıştır. Bu açıdan bakıldığında ilk muhtıranın amacına ulaşarak başarılı olduğu, ikinci muhtıranın ise başarısız olduğu söylenebilir. 

Sonuç olarak, demokrasilerde, ordu, yargı, bürokrasi, STK’lar, iş dünyası vb yapı ve kurumlar gerekli ve demokrasinin olmazsa olmaz unsurlarıdır. Ancak bu yapılar, anayasanın ve yasaların kendisini konumlandırdığı alanda ve çizdiği sınırlar içinde kalarak faaliyet yürütmelidir. 

Bu açıdan siyasal iktidarın, hükümet etme sürecinde bu çevrelerle iletişim ve etkileşim içinde olacağı muhakkaktır. Hatta bu yapı ve kurumların siyasal karar alma süreçlerinde etkili olma çabaları da demokrasi anlayışıyla çatışmaz. Ancak farklı argümanlarla güç devşiren çevrelerin siyasal iktidarı vesayet altına alma, iktidar üzerinde tahakküm oluşturma çabaları anti-demokratik bir anlayışın 
tezahürüdür. Bu durum, demokrasiyi sekteye uğrattığı gibi toplumda demokratik değerlerin yerleşmesine de engel olmaktadır. Peki bu sürecin önüne nasıl geçilebilir? Yani farklı vesayet odaklarına karşı demokrasi kazanımları korumak mümkün müdür? Bu sorulara sosyolojik, hukuki ve siyasal çerçevede cevap aranmalıdır. Özellikle Türkiye gibi asker-millet gibi sosyolojik bir öğretinin olduğu toplumlarda askerin sivil alana müdahalesi daha fazla olmaktadır. Nitekim askeri müdahalelerin bazıları halkın bir kısmı tarafından takdirle karşılanırken, askere yüklenen misyon demokrasinin çıkmaza girdiği dönemlerde yine bazı kesimlerce “ordu göreve!” şeklinde bir çağrıya dönüşmektedir. Vesayet geleneğinin önüne geçmek için kültürel kodlara yönelik demokrasi değerlerini ön plana çıkaran bir eğitim anlayışıyla başlamak gerekmektedir. İkinci olarak hukuki anlamda orduya müdahale alanı yaratacak boşlukların ortadan kaldırılması ve bunu engellemeye yönelik yasal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Demokrasilerde yasama, yürütme, yargı gibi devlet organlarının yanında basın, STK, Ordu vb yapıların da hukuki açıdan bir konumlandırmaya 
ihtiyacı bulunmaktadır. Yine benzer şekilde bu kurumların görev ve yetkileri demokratik ilkelere göre oluşturulmalıdır. Örneğin son dönemde TSK iç hizmet kanununun 35.maddesinin revize edilmesi, askeri yargının kaldırılması, TSK’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması gibi reformlar askeri vesayete karşı oluşturulan yasal düzenlemelerdir. Son olarak siyasal açıdan bakıldığında halk tarafından seçilen temsilcilerin toplumun farklı kesimlerinden ortaya çıkacak olan seçkinci bir tahakküme karşı demokrasinin namusunu! koruma cesaretine sahip olması gerekmektedir. 

KAYNAKÇA 

Aristotales (2013), Atinalıların Devleti, (Çev. A Çokona) İş Bankası Kültür yayınları, İstanbul 

Alacadağlı Esmeray (2017), Darbeler, Ordu ve Siyaset, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz Yerdelen), Divan Kitap, 553-577 

Başaran Doğacan (2017), 12 Mart Askeri Muhtırası Ve Türk Demokrasisi, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler Ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz Yerdelen), Divan Kitap, 111-130 

Beetham David (1988), Democracy: Key Principles, İnstitutions and Problems, Democracy: İts Principles and Achievement, Inter-Parliamentary Union Geneva, 21-31 

Devran Yusuf ve Özcan Faruk (2016), 1960’tan 2016’ya Askeri Darbe Ve Muhtıra Metinleri Anlamlar, Amaçlar, Niyetler Ve İdeolojiler, İnönü Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi 1-2 (7-20) 

Heywood Andrew (2014), Siyaset, Liberte Yayınları 

Karataş Murat (2017), 12 Mart Askeri Muhtırası ve Partiler Üstü Hükümetler, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler Ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz) Yerdelen, Divan Kitap, 140-166 

Kurt Selim (2017), 27 Mayıs Darbesi Ve Cumhuriyet Dönemi Darbelerine Olası Etkileri, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler Ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz Yerdelen), Divan Kitap, 72-93 

Kuru Ahmet T. (2012), The Rise and Fall of Military Tutelage in Turkey: Fears of Islamism, Kurdism, and Communism, İnsight Turkey, 14-2, 37-57 

Krane Dale ve Marshall Garry (2003), Democracy and Public Policy, Encyclopedia of Public Administration and Public Policy, Third Edition 

Munck L. Gerardo (2014), What is democracy? A reconceptualization of the quality of democracy, Democratization, 12 

Uygun O.(2017) Devlet Teorisi, Onikilevha yayıncılık, İstanbul 

Yazıcı (2018) İnovasyon, Rekabet ve Devlet, Turkish Studies, c. 13-13, s. 67-86 

DİPNOTLAR;

1 URL1
2 Bu tarihte Yeniçeri Ocağı I.Mustafayı tahtan indirerek yerine II.Osman’ı getirmiştir.
3 URL2 
4 URL3 
5 URL3 


URL1:http://www.sjsu.edu/people/ken.nuger/courses/pols120/Ch-3-Principles-of-Democracy.pdf 

<Erişim Tarihi: 12.06.2018> 

URL2: http://darbeler.com/2015/05/18/12-mart-muhtirasi/ <Erişim Tarihi: 14.06.2018> 

URL3: http://darbeler.com/2015/05/18/27-nisan-e-muhtirasi/   <Erişim Tarihi: 14.06.2018> 

 ***

TÜRK DEMOKRASİ HAYATINDA ASKERİ UYARILAR: 1971 - 2007 MUHTIRALARININ KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ BÖLÜM 1

TÜRK DEMOKRASİ HAYATINDA ASKERİ UYARILAR: 1971 - 2007 MUHTIRALARININ KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ BÖLÜM 1


İsmail DURSUNOĞLU* 
Sinan YAZICI** 

* Dr. Öğr. Üyesi Bayburt Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü, El-mek: idursunoglu@bayburt.edu.tr, 
** Dr. Öğr. Üyesi Bayburt Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü, El-mek: syazıcı@bayburt.edu.tr, 


ÖZET 

En basit tanımıyla halkın yönetimi olan demokrasi, modern dünyanın en önemli kavramlarından biridir. Meşruiyetinin halka dayanması nedeniyle en saygın yönetim sistemidir. Bu sistem günümüzde, seçilen temsilciler aracılığıyla sürdürülmektedir. 
Demokrasilerde düzenli aralıklarla yapılan seçimlerde halk, iktidarı kullanacak olan yöneticileri seçmektedir. Seçilen bu kişiler belli dönemler içinde ve yasal çerçevede iktidarı kullanmaktadır. Hükümet etme sürecinde, siyasal partilerin veya temsilcilerin halka karşı sorumlulukları bulunmaktadır. Nitekim halk, iktidarın devamlılığı noktasında nihai ve tek karar merciidir. Bu yönüyle demokrasi, aynı zamanda hesap verilebilir bir anlayışı barındırmaktadır. Türkiye, eksikliklerine rağmen yüzyılı aşkın demokrasi geleneğini içselleştirmeyi başarmış bir ülkedir. 

Türkiye, demokrasi hayatı boyunca farklı vesayet odaklarının tehditlerine maruz kalmış, dönem dönem demokrasi askıya alınmış veya demokrasiye balans ayarı verilmiştir. Ancak bütün bu gelişmeler, devletin demokrasiye olan inancından ve bağlılığından bir sapma meydana getirmemiştir. Demokratik değerleri aşındıran bu süreçlerden, demokrasiye sarılarak çıkan ülkede, yaşanan anti-demokratik 
uygulamaların izlerini silmek için adımlar atılmaktadır. Başta anayasa değişiklikleri olmak üzere, siyasal, hukuksal ve sosyo-kültürel çerçevede 
yapılan reformlar bu amaca hizmet etmektedir. Demokratik düzenlemeleri yaparken, farklı vesayet odaklarına hareket imkânı kazandıran alanları bilmek ve bu alanları ortadan kaldırmak gerekmektedir. Bunun için de tarihsel süreçte yaşanan vesayet girişimleri çok iyi analiz edilmelidir. Bu çalışma, Türkiye’de bir vesayet unsuru olan TSK’nın, 1971 ve 2007 yıllarında siyasal iktidarlara yönelik 
verdikleri muhtıraları konu edinmektedir. Çalışmanın amacı, muhtıra metinleri üzerinden asker-siyaset ilişkisinin irdelenmesidir. Çalışmada muhtıra öncesi yaşanan gelişmelere yer verilirken yöntem olarak içerik analizi yapılmış ve iki bildiri metni karşılaştırılarak muhtıraların ortak ve farklı yönleri belirlenmiştir. 

Giriş 

Demokrasi, insanların çeşitli yönetim sistemlerini tecrübe ederek ulaştıkları bir yönetim biçimidir. Günümüzde meşruiyeti en gerçekçi ve uygulanması en yaygın sistem olan demokrasi, toplumlar ve devletler tarafından ulaşılması hedeflenen, ulaşıldığında da korunması amaçlanan bir yönetim anlayışıdır. Demokrasi, Latince demo (halk) ve krasi (iktidar) kavramlarının bir araya gelmesiyle oluşan ve halkın iktidarı şeklinde tanımlanan bir kavramdır (Uygun, 2017:74). Kavramla ilgili en bilindik tanımı yapan Abraham Lincoln’e göre demokrasi, “halkın, halk için halk tarafından yönetimi”dir (Heywood, 2014:102). Tanımla ilgili en fazla dikkat çeken nokta, halk tarafından yönetim vurgusudur. Doğrudan demokrasi, ilk ortaya çıktığı Yunan şehir devleti Atina’da uygulama imkanı bulurken (Aristotales, 2013:3-4) günümüzde bunun mümkün olmadığını belirtmek gerekir. Sanayi devrimi ile birlikte yaşanan gelişmelere paralel olarak devlet işlevlerinde meydana gelen değişimler ve devletler arasında var olan rekabet sürecinin siyasal ve yönetsel faaliyetleri etkin ve verimli şekilde yapma gereği (Yazıcı, 2018:73) gibi faktörler ve günümüzde insanlığın ulaştığı nokta 
(genel oy, nüfus vb) göz önüne alındığında demokrasi, ancak temsilciler aracılığıyla uygulanması mümkün olan bir sistem haline gelmiştir. Dolayısıyla günümüzde temsili demokrasi anlayışı söz konusudur. Demokrasi bugünkü anlamıyla şu unsurları içermektedir; 1 

. Vatandaşların karar alma süreçlerine katılımı 
. Temsil sistemi 
. Hukukun üstünlüğü 
. Bireyler arası eşitlik 
. Özgürlük 

Munck yaptığı çalışmada (2014:12), demokrasinin politik bir kavram olduğuna dikkat çekerken, bu kavramın siyasal özgürlük ve eşitlik değerleri ile yakından ilgili olduğunu belirtmiştir. Siyasal özgürlük karar alma süreçlerinde ve düşünce paylaşımlarında serbestliği ifade etmektedir. 
Eşitlik değerleri ise iktidarın tüm bireylere eşit mesafede olmasını ve hukuki eşitliği içermektedir. 
Beetham’a göre (1998:21) ise demokrasinin başlangıç noktası, insan onurunu koruyan bireysel haklardır. Bunun yanında halkın iktidar sürecine dahil olması, her bireye eşit saygı ve değer gösterilmesi ve siyasal anlamda eşitliğin ilke edinilmesi diğer prensipler olarak ortaya çıkmaktadır. 
Demokrasinin en önemli özelliği, siyasal süreçte bireyin/halkın referans alınmasıdır. Modern demokrasilerde halkın referans alınmasının en yaygın yöntemi ise seçimlerdir. Seçimler demokrasinin işleyişi ve sürdürülebilirliği açısından oldukça önemlidir (Krane ve Marshall, 2003:2). 
Seçimlerle oluşturulan parlamento ise demokrasiyi ve politik süreci yönetmek için yetkilendirilmiş bir kurumdur. Dolayısıyla parlamento veya hükümeti göz ardı edecek her anlayış veya çaba bir nevi halkın iradesini yok sayma anlamına gelecek ve bu durum vesayet olarak kabul edilecektir. 

Demokrasilerin en önemli özelliği yönetenlerin meşruiyetinin halka dayanması ve halkın otoritesi üzerinde herhangi bir güç veya vesayet odağına rıza gösterilmemesidir. Farklı siyasal rejimlerde görülen toplumsal, ekonomik veya askeri elitlerin/güçlerin siyasal otoriteyi doğrudan kullanma veya dolaylı şekilde bu otorite üzerinde tahakküm oluşturma anlayışı demokrasi düşüncesiyle bağdaşmaz. Demokrasi, yönetim anlayışında bireyi temel alan ve meşruiyetini yalnızca halka dayandıran bir sistemdir. Bu nedenle asker veya demokrasi tarafından tanımlanması gereken başkaca unsurların, demokrasiyi tanımlaması ve demokratik hayata müdahale etmesi düşünülemez. 

Batı Avrupa ve ABD dışında demokrasinin ilk yaşam alanlarından biri olan Türkiye, yüzyılı aşkın demokrasi tecrübesiyle, siyasal, hukuki ve toplumsal yapısında demokratik değerleri inşa etme çabası göstermiş ve farklı vesayet odaklarına rağmen bu konuda önemli mesafe almıştır. Bu çalışmada, son yıllara kadar Türkiye’de güçlü bir vesayet odağı olan TSK’nın, 1971 ve 2007 yıllarında siyasal iktidara yönelik verdiği muhtıraların içerik analizi yapılmış, benzer ve farklı yönler karşılaştırılmalı olarak sunulmuştur. Çalışmanın birinci bölümünde askeri vesayet kavramı, ikinci bölümünde 1971 muhtırası ve üçüncü bölümde 2007 e-muhtıra konu edinilmiştir. Son olarak dördüncü bölümde ise iki muhtıra tablo üzerinden karşılaştırılmıştır. 

1.Askeri Vesayet Kavramı 

Vesayet, kelime anlamı itibariyle vasiyet kavramından türetilmiştir. Bir ölünün veya kısıtlı birinin adına hareket etme ve onunla ilgili tasarruflarda bulunma anlamına gelmektedir. Bu yetkiyi kullanan kişi de hukuki literatürde vasi olarak ifade edilmektedir. Vesayet kavramını tanımladıktan sonra askeri vesayet anlayışını da askeri kurumların, çeşitli gerekçelerle rejim üzerinde baskı 
kurduğu ve siyaset alanına yönelik tasarruflarda bulunduğu bir anlayış olarak ifade etmek mümkündür. Yukarıda belirtilen çeşitli gerekçeler, bazı durumlarda toplumun, bazı durumlarda rejimin, bazı durumlarda da demokratik sistemin bizzat kendisinin korunması şeklinde ileri sürülebilir. Türkiye’deki askeri darbelerin gerekçelerine bakıldığında bahsedilen sebeplerin tamamının var olduğu görülmektedir. 

Türkiye’de demokrasisinin yerleşmemesinde doğrudan veya muhtıra biçiminde askeri müdahalelerin rolü bulunmaktadır (Kuru, 2012:38). Bu müdahalelerin gerekçeleri dönemlerine göre farklı olsa da irtica, komünizm, bölücülük, terör, anti-cumhuriyetçilik, toplumsal kaos vb kavramlar ordunun demokrasiye müdahalesi için öne sürdüğü başlıklar arasındadır. Nitekim bu gerekçeler, her 
müdahalede kaleme alınan darbe bildiri veya muhtıra metinlerine yansımakta, hangi gerekçeyle Türk Silahlı Kuvvetlerinin üzerine düşen görevi! yaptığı belirtilmektedir. 

Askeri vesayetin veya askeri müdahale girişiminin demokratik sistemin kökleşmediği toplumlarda ve demokratik değerlerin dikkate alınmadığı yönetimlerde görülme olasılığı daha fazladır. Çünkü demokrasinin, kendi kendisini beslemediği, yüceltmediği ve korumadığı bir yerde farklı odakların demokrasi adına hareket etmesi kaçınılmazdır. Demokrasiye rağmen demokrasi için düşüncesiyle harekete geçen askeri müdahale, en nihayetinde demokrasiyi vesayet altına almaktan başka bir anlam taşımayacaktır. 

Türkiye tarihinde, 1618 yılında Yeniçeri Ocağıyla başlayan2 (Kurt, 2017:72) askeri müdahale geleneği, 15 Temmuz askeri darbe girişimine uzanan bir süreçte farklı tarihlerde ve farklı şekillerde ortaya çıkmıştır. Türkiye’de askerin siyasal iktidara yönelik doğrudan müdahalelerine bakıldığında sırasıyla 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909), 27 Nisan 1960 Darbesi, 12 Eylül 1980 Darbesi, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi görülmektedir. Bu darbelerden, sonuncusu hariç hepsi başarıya ulaşmıştır. Bu tarihler dışında, 28 Şubat 1997 yılında Milli Güvenlik Kuruluda kaleme alınan ve dönemin Refah-Yol hükümetine kabul ettirilen kararlar da siyasi otoriteler tarafından askeri bir müdahale olarak görülmekte ve teamül dışı bir yöntemle bu müdahale gerçekleştirildiği için post-
modern darbe olarak nitelendirilmektedir. Bütün bunların dışında Türkiye’de askerin doğrudan siyasi otoriteye müdahale etmediği ancak yaptığı uyarılarla iktidarı vesayet altına almaya çalıştığı iki önemli tarihi de askeri müdahale çerçevesinde ele almak gerekmektedir. Bunlardan ilki 12 Mart 1971 Muhtırası, ikincisi ise 27 Nisan 2007 E-Muhtıradır. 

2.1971 Muhtırası 

1971 muhtırasını anlamak ve anlamlandırmak için süreci 1960 darbesinden ele almak gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nde başarılı olmuş ilk askeri darbe 27 Mayıs darbesidir. Bu dönemde ordu, anti-demokratik bir anlayışla yönetime el koymuş ve seçilmiş başbakan Adnan Menderes’i ve arkadaşlarını idam etmiştir. Ardından 1965 yılına kadar koalisyon hükümetleri ve başarısız darbe girişimleri (Talat Aydemir olayları) olmuştur. 1965 yılında yapılan seçimlerde halk 
nezdinde Demokrat Parti’nin devamı niteliğinde görülen Adalet Partisi birinci parti olmuş ve tek başına iktidara gelmiştir. 1969 seçimleri ise dünyada hakim olan “68 kuşağı” gençlik hareketlerinin gölgesinde yapılmış ve yine Adalet Partisi tek başına iktidarı ele geçirmiştir. 1961 anayasasının özgürlükçü yapısından da güç alan gençlik hareketleri bu dönemde daha da yoğunlaşmıştır. ODTÜ 
ziyaretinde bulunan ABD büyükelçisinin aracının yakılması, 16 Şubat 1969 tarihinde Taksimde 6. filoya karşı yapılan protesto gösterilerinde 2 kişinin ölümü (Kanlı Pazar), bu dönemdeki eylemlerin simgelerinden olmuştur. Yine benzer şekilde büyük işçi direnişi olarak kabul edilen 15-16 Haziran 1970 tarihli eylemlerde kan dökülmüş ve gösterilerin bastırılması için asker devreye girmiştir. Bu durum, bazı çevrelerce yaklaşan darbe öncesi askerin provası olarak nitelendirilmiştir. 1 Ocak 1971 tarihinde Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu’nun verdiği bir röportajda dile getirdiği “1961 Anayasasını bertaraf etmek gayesi güden aşırı ve zararlı akımlar mevcuttur” şeklindeki ifade yaşanan 
süreçlerden ordunun rahatsız olduğunu göstermektedir. 1971 yılının başlarında da bu olaylar devam etmiş toplumun birçok kesimi rahatsızlıklarını dile ‘getirmeye başlamış, sokak kavgaları, üniversite boykotları, adam kaçırma, banka soygunu gibi birçok olay bu dönemde yaşanmıştır. İktidar, sokak 
karşısında çaresiz, ordu perde arkasında hazır beklemektedir.3 Dönemin Genelkurmay Başkanının, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a söylediği ve daha sonra darbelerin ön söylemi olan “genç subaylar rahatsız” sözü bu durumu açıklamaktadır. 

1971 askeri muhtıra öncesi, 1960’lı yılların ortalarından itibaren gelişen öğrenci ve işçi eylemlerini görmek mümkündür. Bu eylemler, o dönem için kaos ortamı yaratmış ve orduya cumhuriyetin kazanımlarını muhafaza, toplumsal barış ve uzlaşı sağlama adına harekete geçme zeminini hazırlamıştır. 1971 Muhtırası öncesi siyasetin genel görünümü ise şu şekildedir. 1965 seçimlerini Demokrat Parti’nin mirasçısı olarak görülen Adalet Partisi kazanmış (%52,9) ve tek 
başına iktidar olmuştur. Sağın bu başarısının yanında o dönem, sol hareket de kendi açısından başarılı bir sonuç almış ve Türkiye İşçi Partisi de 15 milletvekilliği kazanarak meclise girmiştir. Bu durum, sosyalistlerin mecliste ilk defa grup kurmasını sağlamıştır. TİP’in başarısı Türkiye’de sınıf mücadelesini öne çıkarmış ve sol-sosyalist görüşlerin önünü açmıştır. 1968 yılı dünya konjonktürüne paralel biçimde Türkiye’de görülen 68 kuşağının gençlik hareketleri politik bir görünüme dönüşmüştür. Bu hareketlere katılanlar aynı tarihlerde üniversite boykot ve işgalleriyle birlikte kendilerinde siyasal sistemi değiştirme gücü görmüşlerdir. 1969 seçimleri öğrenci hareketlerinin 
gölgesinde yapılmıştır. Ancak 1969 seçimlerinde sandıktan çıkan sonuç sokağın düşüncesini yansıtmamış Adalet Partisi (%46,6) yine tek başına iktidar olmuştur. Bu seçimlerde ortaya çıkan meclis görünümü, istedikleri sonucu alamayan bazı sol çevrelerin parlamenter sisteme olan inancını zayıflatmış ve yeni arayışların kapısını aralamıştır (Başaran, 2017:116-117). 

1960 darbesi sonrası yapılan seçimlerde Demokrat Parti geleneğine veya seçmen tabanına sahip Adalet Partisi’nin önemli başarılar kazanması, 1965 ve 1969 seçimlerinde tek başına iktidar olmasının bazı çevrelerce hoş karşılanmaması, 1961 anayasanın getirdiği özgürlükçü ortam nedeniyle toplumsal fikir ve düşüncelerin sokağa hakim olması, öğrenci olaylarının baş göstermesi, bu dönemde demokrasinin sürdürülmesini tehdit etmektedir. 1968 yılında dünyadaki öğrenci olaylarına paralel biçimde Türkiye’de de bu tür olayların baş göstermesi, bu olayların “sağ sol yok boykot var” sloganı ile zaman sonra anti emperyalizm ve anti Amerikancılığa evrilmesi devrim düşüncesinin doğmasına zemin hazırlamıştır. TİP, Yön/Devrim gibi sol çevrelerce bu düşünce 
gerçekleştirilmeye çalışılmış ve bu durum büyük kaosun kapılarını aralamıştır. Bu şekilde girilen 1969 seçimlerini, güç kaybetmesine rağmen yine Adalet partisi kazanmıştır. Ancak toplumsal olaylar son bulmamış ve artarak devam etmiştir. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel bu gelişmeleri 1961 anayasasının fazlaca özgür olmasına bağlamıştır. Ancak bütün bu gelişmeleri yakından takip eden 
ordu, tüm ülkeye yayılan ve artan olayları gerekçe göstererek, 1971 muhtırası ile seçilmiş iktidarı yönetimden uzaklaştırmıştır (Karataş, 2017:145-146). 

12 Mart müdahalesi, 27 Mayıs’tan farklı olarak doğrudan iktidara el koyma biçiminde olmamıştır. Genelkurmay başkanı ve üç kuvvet komutanı tarafından imzalanan muhtıra başbakan ve meclis başkanına verilmiş ve TRT kanalı ile tüm ülkeye duyurulmuştur (Alacadağlı, 2017:564). 
Darbenin gerekçesi olarak yukarıda belirtildiği gibi; ülkede sürüp gitmekte olan anarşi, sokak olayları, ekonomik ve sosyal huzursuzluk öne sürülmüştür. Muhtırada dönemin hükümetinin bu sorunlar karşısında yetersiz kaldığı, bir an önce Atatürkçü bakış açısıyla reformlar yapılması gerektiği ifade edilmiştir. Bu adımlar atılmadığı zaman ise açıkça Türk Silahlı kuvvetlerinin yönetime el koyacağı belirtilmiştir. Muhtıraya ayrıca şu açıdan bakmak gerekmektedir; 12 Mart muhtırası aslında 27 Mayıs darbesinin önemli generallerinden Cemal Madanoğlu’nun başını çektiği ve üç gün önce planlanan 9 Mart cuntasının deşifre olmasının bir sonucu olarak Genelkurmayca verilen bir muhtıradır. Verilen 12 Mart muhtırasıyla hem fiili bir darbe olarak tasarlanan 9 Mart darbesi önlenmiş hem de ordudaki genç subayların rahatsızlığı bir nebze giderilmiştir. Muhtıra 
sonrası, Başbakan Süleyman Demirel istifa etmiştir. 

12 Mart Muhtırası şu Maddelerden oluşmaktadır; 


1. Parlamento ve hükümet; süregelen tutum, görüş ve icraatı ile 
yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine 
sokmuş; Atatürk’ün bize verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini 
kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa’nın öngördüğü reformları tahakkuk 
ettirememiş olup Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine 
düşürülmüştür. 

2. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim 
ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek partiler üstü bir 
anlayışla Meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve 
Anayasa’nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap 
kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik 
kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir. 

3. Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde Türk Silahlı 
Kuvvetleri, kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak 
ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya ele almaya 
kararlıdır. 

3. 2007 E-Muhtıra 

27 Nisan 2007 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yayınlanan bildiri, askeri vesayetin bir örneği kabul edilmekte ve e-muhtıra şeklinde tanımlanmaktadır. 
11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün TBMM tarafından seçilme sürecine yönelik kaleme alınan bildiride “laiklik” vurgusu ön plana çıkmaktadır. Bildiride laikliğin tarafı ve kesin savunucusu olarak tartışmalarda kendini konumlandıran TSK’nın, bu konuda kararlılığını sürdüreceği ve gerektiğinde görevini eksiksiz yerine getireceği vurgulanmaktadır. Bu yönüyle bildiri, siyasi iktidara yönelik açık 
ve net bir müdahalenin öncesinde yapılmış uyarı niteliği taşımaktadır.4 

Ülkemiz siyasal hayatında, askeri muhtıralar verilmeden veya darbeler gerçekleşmeden önce sosyal ve siyasal hayatta yaşanan gelişmelerin, ortaya çıkan olumsuz durumların, tırmanan sosyal şiddetin ve tepkilerin, bilindik ve alışılagelmiş süreçler olduğu gözlemlenmektedir. Bu konudaki tecrübeler, askeri müdahalelerin hemen hepsinde bu süreçlerin bazen benzer bazen dönemin 
şartlarına uygun biçimde farklılaştırılarak sahneye konulduğunu göstermektedir. Bazen de kendiliğinden oluşan siyasal tepkilerle olaylar yönlendirilmeye çalışılmıştır. 2007 e-muhtırası öncesinde de Türkiye’de birtakım olaylar yaşanmış ve bildiride bizzat bu olaylara da atıflar yapılmıştır. Bildiride yer verilen bu olaylar ve Cumhurbaşkanlığı seçimi, e-muhtıranın gerekçesi olmuştur. 

2007 yılında 11.Cumhurbaşkanının seçilmesi sürecinde yaşanan bir takım gelişmeler e-muhtıra ile zirveye ulaşmıştır. Muhtıra öncesinde AK Parti içinden bir kişinin köşke çıkmasına karşı çıkan kimi çevrelerce tepkiler ortaya konulmuş tur. Bu dönemde ilk olarak Yargıtay Cumhuriyet Eski Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından 28 Aralık 2006 tarihinde “TBMM’deki oylamaya 367 milletvekili katılmazsa seçim iptal olur” şeklinde bir açıklama yapılmıştır. Bu, AK Parti’nin meclisteki sandalye sayısı göz önüne alındığında belli olan sonucun önceden iptalinin bir gerekçesi olarak ortaya atılmıştır. Nitekim bu söylem, seçimlerin iptal edilmesini sağlamış ve tarihe “367 krizi” şeklinde not düşürmüştür. Seçimler yaklaştıkça bazı çevreler laiklik ve cumhuriyetin 
savunuculuğuna soyunmuş ve gösteriler düzenlemişlerdir. Daha sonra Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından başlatılan cumhuriyet mitinglerinde hükümete karşı tepkiler ortaya konulmuştur. Siyasal partilere bakıldığında ise AK Parti 367 söylemine ve yapılan gösterilere tepki gösterirken; meclisin bir diğer partisi olan CHP’nin genel başkanı Deniz Baykal, 367 vurgusuna destek çıkmış ve dönemin 
Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a aday olmaması çağrısında bulunmuştur. 10 Nisan’da MGK’da Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in irticai akımlara dikkat çekmesi, Çankaya’yı da sürece dahil ederken, 12 Nisan’da Genelkurmay Başkanı yaptığı bir konuşmada “Cumhurbaşkanı, cumhuriyete sözde değil özde bağlı olmalıdır” şeklinde bir ifade kullanmıştır. Daha sonra bu ifade bir biçimle e-
muhtırada yer almıştır. Bu süreçte Ankara Tandoğan Meydanında başlayan ve zamanla diğer illere de yayılan cumhuriyet mitinglerinde “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganları atılmıştır. Bu slogan, yaşanan krizin, laiklik eksenli bir kriz olduğuna işaret etmektedir. 14 Nisan’da Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Harp akademilerinde yaptığı bir konuşmada “Rejim hiçbir dönem bu kadar 
tehdit altında olmadı” ifadeleri devletin en üst kademesinde krizin nasıl algılandığını göstermektedir. 

16 Nisan’da ADD Başkanı Şener Eruygur “Muhatapları algılarsa yeni mitinglere gerek kalmaz” diyerek cumhuriyet mitinglerinin amacını açık etmiştir. 23 Nisan’da Deniz Baykal, ilgili resepsiyona katılmayarak tepki göstermiştir. 24 Nisan’da ise AK Parti, Cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül ismini kamuoyu ile paylaşmıştır. 27 Nisan’da yapılan oylamada Abdullah Gül, TBMM Genel 
kurulunda bulunan 361 milletvekilinden 357’sinin oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Oylamaya ANAP-DYP grubu katılmazken, CHP seçimleri Anayasa Mahkemesine taşımıştır. Aynı gün saat 23:17’de Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi sitesinde e-muhtıra yayınlanmıştır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 15


DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 15


8. Ekonomi ve Darbeler 

Türkiye’de yaşanan bütün darbeler aslında ekonomiyle önemli ölçüde iç içe süreçlerdir. Örneğin, 1954’ten itibaren Demokrat Partinin iktisadi olarak kriz yaşamaya başladığı, bu krizin 1956’da ithalatın sıkıştığı, 1958’de devalüasyon ve istikrar politikasının uygulanmasına yol açan bir süreçle devam ettiği dönem, ilk cuntaların kurulduğu döneme denk gelmektedir. 
Demokrat Parti, özellikle dış politikada ve ekonomik krizi çözme yönündeki arayışlarını çeşitlendirme yönünde adımlar atmaya başladığında da darbe süreciyle karşı karşıya kalmıştır. 
12 Mart’a giden süreçte de, istikrar politikaları çerçevesinde Türk lirasının dolar karşısında değer kaybetmesi ve ekonomik kriz sonucunda halkın iki biçimde askeri müdahale sürecine hazırlanması amaçlanmıştır: Birincisi, “yönetenler bizi istediğimiz gibi yönetemiyorlar” ikincisi de “biz bu hayat pahalılığından ve ekonomik krizden de yorulduk” algılarını toplumda oluşturmak biçiminde. Bununla, toplumun, “bu sorunların çözümünü acaba hangi halaskâr sağlayacaktır” arayışına sokulması ve böylece, psikolojik olarak hazırlanması hedeflenmiştir. Keza 12 Eylül’e baktığınızda da 24 Ocak istikrar tedbirlerinin alınmasından itibaren -ki çok önemli bir kırılmadır, tıpkı 71’de olduğu gibi serbest piyasa ekonomisinin Türkiye’de uygulanması yönünde atılmış son derece önemli bir adımdır- dönemin DPT Müsteşarı Turgut Özal 3 kere askerlere giderek 24 Ocak istikrar tedbirlerini onlara izah etme ihtiyacı duymuştur. Bunlar 
henüz 12 Eylül askerî rejimi gerçekleşmeden yaşanmıştır; orada Kaya Erdem diyor ki: “Biz, özellikle DİSK’in gerçekleştirdiği ve yaklaşık 100-110 bin işçiyi kapsayan, mesela, karşı hak grevleri sırasında bunları anlattığımızda, dönemin kuvvet komutanlarından biri, ‘O zaman bu iktisadi tedbirleri uygulamanın imkânı yok, işçileri bir şekilde bu sürecin dışında bırakmak gerekir.’ açıklamasını yapıyor.” 

Sayın Evren de o dönemde eğer, 12 Eylül olmasaydı, 24 Ocak198 istikrar tedbirlerinin bu ülkede uygulanamayacağı yönünde bir beyanatta bulunmuştur. Benzer bir beyanat Memduh Tağmaç tarafından 12 Mart döneminde halkın sosyal uyanışıyla iktisadi gelişmenin geride kalması arasındaki benzetmesidir. Dolayısıyla, 28 Şubat sürecinin alâmetifarikalarından biri, 1994 iktisadi krizinin yarattığı ortam ve bu ortamla 2001 krizine kadar giden süreç içerisinde Türkiye’deki sermaye birikiminin çeşitli çevreler tarafından bir şekilde ele geçirilmeye çalışılması ya da bu çevrelerin bundan büyük bir pay kapma yarışına girmiş olmalarıdır. Özellikle 1993-2001 sonu aralığını dikkate alacak olursak, o dönemde özellikle 2001 krizinde hangi bankaların o döviz krizinden büyük paralar kazanmış olduğu sorusu, bugün hâlâ tam olarak yanıtlanamamış bir sorudur. Oysa kamuoyunun çok merak ettiği bir sorudur aynı zamanda. Çünkü aşağı yukarı 200-250 milyar dolar civarında bir parayı halk ödemek zorunda kalmıştır. 94 krizinde de yaklaşık 800 bin kişinin işsiz kaldığı, sübvansiyonların ortadan kaldırıldığı, döviz krizi nedeniyle iflasların yaşandığı bu dönemin sonunda insanlar “Ben artık böyle yaşamak istemiyorum.” duygusuna fena hâlde sahiptiler. İşte o sahip olma duygusudur ki bir darbenin meşruiyetini de sağlayabilirdi.199 

Bir ülkede demokratik işlevlerin geçerliliğini yitirdiği darbe süreçleri siyasi sonuçları yanında ekonomik sonuçları bakımından da önemli tahribatlar meydana getirmektedir. Toplumsal reflekslerin tam olarak gelişmediği Türkiye gibi ülkelerde kamu kaynakları rasyonaliteden uzaklaşılarak darbeyi destekleyen çıkar gruplarının istekleri doğrultusunda kullanılmaktadır. 
Aynı zamanda kendileri gibi düşünmeyen diğer grupların ekonomik aktiviteleri de çeşitli yöntemler kullanılarak engellenmektedir. Bunun yanında kurumların işleyişinde piyasa kurallarının dışına çıkılması, işletmelerin muadil ekonomilere göre küçük, yoğunlaşmanın az, risk yönetimi kültürünün tam olarak yerleşmediği yapıya bürünmelerine neden olabilmektedir. 

Böylesi bir durumda ulusal ekonominin uluslararası platformda rekabetçi kimliğe kavuşması mümkün olmadığı gibi dışarıdan gelecek şoklara karşı kırılganlık katsayısı da artış göstermektedir. Öte yandan küreselleşme sürecine bağlı olarak ülkelerin birbirlerine karşı bağımlılıklarının giderek arttığı içinde bulunduğumuz dönemde uluslararası sermaye akımlarının bir ülkede makro ekonomik performans üzerindeki etkinliği daha da belirginleşmektedir. Sermaye yetersizliğinin bulunduğu Türkiye gibi ülkelerde demokrasinin kesintiye uğradığı darbe dönemlerinde uluslararası sermayenin ülkeye girişleri de önemli oranda düşmektedir. Demokratik işleyişe dışarıdan yapılan her türlü müdahale ulusal ve uluslararası bağlamda iktisadi faaliyetlerin ülke lehine gelişmesine engel olmakta ve bedeli ağır tahribatlar meydana getirmektedir. Bu bakımdan siyasi ve ekonomik yapının doğal dinamiklere bağlı olarak değişimine mani olan dış müdahaleleri ortadan kaldıracak toplumsal refleksin oluşturulmasına yönelik çalışmaların yapılması gerekmektedir. Bunun yanında demokrasiye müdahaleyi engelleyecek yasal düzenlemelerin de hayata geçirilmesi, önümüzdeki süreçte kaynakların daha etkin kullanıldığı rekabetçi üretim yapan ekonomik yapının oluşumuna önemli düzeyde katkı sağlayacaktır. 

Demokratik usullerin geçerli olduğu ekonomilerde şeffaf kuralların bulunması bir taraftan belirsizliği azaltırken, diğer taraftan yöneticilerin kaynakları gayri meşru araçları kullanarak bir başkasına devretmelerini ve politik aşırılığa gitmelerini engellemektedir. Demokrasi politik gücün barışçı ve öngörülebilir biçimde transferini ifade ederken, otokrasilerde politik güç şiddetle ve intizamsız biçimde transferlere konu olmaktadır. Bu türden yönetimlerde kamu harcamalarına ilişkin büyüklükler siyasal karar alma sürecinde baskı ve çıkar gruplarının rant 
kollama faaliyetleri yoluyla aktif görevler aldığı ve kamu harcamaları kompozisyonunu büyüme ve kalkınmanın finansmanı yerine hiç de rasyonel olmayan kişisel ya da grupsal çıkarlar doğrultusunda belirlenmektedir. 

Nitekim Türkiye’de bunun en son örneği 28 Şubat sürecinde yaşanmıştır. 
1997 yılından itibaren kamu harcamalarının kullanımında ekonomik kriterlerin göz ardı edilmesi yanında harcamaların finansmanında da ekonomik rasyonaliteden uzaklaşılmasının meydana getirdiği sorunlar borçlanmayı besleyen ve daha maliyetli konuma getiren sebeplere dönüşmüştür. Bu dönemde kamu ve bankalar asli görevlerinden uzaklaşmışlardır. Popülist 
politikaların finansmanı amacıyla kamu bankalarının kullanılması bu bankaların görev zararları yazmalarına neden olmuştur. 2001 krizi sonrasında finansal sistemin güçlendirilmesi sürecinde kamu bankalarının görev zararlarının ülkeye maliyeti 21,9 milyar ABD doları seviyesindedir. Öte yandan yüzde 100 mevduat garantisi altında özel sektör bankalarının zayıf denetim altında toplamış oldukları fonları geri dönüşü olmayan ekonomik birimlere transfer etmeleri, öz kaynakları yetersiz ve küçük ölçekli özel bankaların risklere karşı kırılganlığını artırmıştır. Nihayetinde bankacılık görevini yerine getiremeyecek hale gelen şirketlerin yönetimlerine TMSF tarafından el konulmuştur. TMSF’nin yönetimlerini 
devraldığı 25 banka için 31,4 milyar ABD dolarlık kaynak ihtiyacı doğmuştur. Sonuç olarak bu süreçte, özel sektör ve kamu sermayeli bankaların yeniden yapılandırılmasının ülkeye maliyetinin 53,3 milyar ABD doları olduğunu ifade edebiliriz. 

Türkiye’de yüksek kamu borçlanma gereğine bağlı olarak artan faiz oranları bir taraftan özel sektör yatırımlarını dolayısıyla da büyüme sürecini olumsuz etkilerken, diğer taraftan da bankacılık kesiminin asli görevinden uzaklaşmasına ve daha çok Hazinenin fon ihtiyacına cevap verecek yapıya bürünmelerine neden olmuştur. 28 Şubat süreci sonrasında şoklara karşı kırılganlıkların daha da yükselmesiyle 1999 ve 2001 yıllarındaki ekonomik küçülmelerin yatırımlara olumsuz yansımaları 47 milyar ABD doları civarındadır. Devlet iç borçlanma 
senetlerinin bankaların toplam aktiflerindeki payı 1990 yılında %10 iken, bu oran 1999’da %23 seviyesinde gerçekleşmiştir. Kamu kesiminin faiz harcamalarının gayri safi milli hasılaya oranının değişmediğini kabul ettiğimizde 1997-2007 periyodunda yaklaşık 119 milyar ABD doları fazladan faiz giderlerine harcama yapıldığı görülmektedir.

Bunun yanında ilgili dönemde hükümetlerin yapısal sorunlara kayıtsız kalması ve popülist harcamalarını finanse etmek için yüksek faiz oranlarını teşvik etmeleri kısa vadeli sermaye akımlarını teşvik etmiş ve kur-faiz arasındaki makasın açılmasına neden olmuştur. Böylesi durumlarda ekonomi kısa vadeli sermaye akımlarına karşı bağımlılık katsayısı yükselmekte ve meydana gelen cari açığın sürdürülemez boyuta ulaştığının hissedilmesinin akabinde sermaye çıkışlarının yaşanması, iktisadi büyümeyi olumsuz etkilemekte ve büyüme performansını 
istikrarsız kılmaktadır. Bu bağlamda 1999 yılında meydana gelen ani sermaye çıkışlarının ardından ekonomide %6,1 oranında, 2001 yılındaki sermaye çıkışları sonrasında ise gelir seviyesinde %9,5 oranında daralma söz konusu olmuştur. İki dönemdeki sermaye çıkışları sonrasında gayri safi milli hasıla düzeyinde toplamda 75 milyar ABD Doları azalış meydana gelmiştir. 

Fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu ve karlılık oranlarının tahmin edilemediği ekonomilerde doğrudan yabancı sermaye girişleri beklentilerin altında kalmaktadır. Küresel bazda sermaye girişlerine yönelik genel eğilimlerin yoğunlaştığı 1994- 2001 yılları arasında Türkiye’ye yönelik doğrudan sermaye yatırımları beklentilerin altında kalmıştır. Meksika ve Brezilya örneklerinde 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da %3 ve Meksika’da %3,2 
düzeyinde iken ilgili yıllarda Türkiye için bu oran %0,4 seviyesindedir. Milli gelirin %2 seviyesinde sermaye girişlerinin olacağını varsaydığımız takdirde 16,5 milyar ABD Doları daha fazla net doğrudan yabancı sermaye girişlerinin olacağını söyleyebiliriz. 2001 yılında yaşanan büyük ekonomik kriz sonrasında uygulamaya konulan ekonomik program ve 2002 Kasım ayında yapılan genel seçim sonrasında şekillenen tek partili hükümet yapısı ile birlikte makro ekonomik istikrarın sağlanması yönünde alınan önlemler ekonomide 
istikrarsızlıkların azalmasını sağlamış, bankacılık sektöründe 2003 yılında yaşanan İmar Bankası olayı dışında her hangi bir olumsuzluk görülmemiştir. 

Ekonominin krizlere maruz kalması, mafyatik örgütlerin toplumun hücrelerine kadar nüfuz edip finansal sistemin işleyişine ve adalet sistemine bile müdahale edecek cesaret gösterisine kalkışması, bankaların peş peşe batması darbe süreçlerinde yaşanan deformasyonun ve çürümenin vahim sonuçları arasında yer aldığını söyleyen eski TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) Başkanı Ahmet Ertürk, komisyonumuza şu açıklamalarda bulunmuştur: 
Ekonomik manipülasyonlar, darbe korkusunu oluşturmak ve darbeyi insanların zihninde meşrulaştırmak için yapıldı. 

Darbeci güçler, demokrasi düşmanı unsurlar zaman içinde model ve strateji değişikliğine gittiler ve bizzat doğrudan darbe yapmak yerine darbe korkusu yaratma yoluna gittiler. Bu yeni model, birilerinin “postmodern darbe” diye adlandırdığı bu yeni strateji darbeciler için daha kolay ama toplum için sonuçları daha ağır ve daha tahrip edici bir modeldir. Darbeciler için kolaydı çünkü darbe yaparken aslında darbe yapmamış görünüyorlardı. Toplum için daha zahmetli ve vahim idi çünkü darbe korkusu yaratma süreci toplumun en kritik kesimlerini zihinsel olarak darbe destekçisi bir psikolojiye soktu. Toplumun, ekonominin, sosyolojinin ve toplum psikolojisinin bütün dinamiklerini deforme etti. Korkuyu besleyen bir ortam oluşturmak için toplumda ağır ajitasyonlar ve manipülasyonlara başvuruldu. Suikastlar dâhil, ekonomik manipülasyonlar dâhil darbe korkusunu oluşturmak ve sonuçta modern veya postmodern -her neyse- meydana gelen darbeyi insanların zihninde meşrulaştırmak için böyle bir dezenformasyon ve manipülasyon süreci yaşandı. Bu, medyanın, bazı sivil toplum kuruluşlarının, meslek örgütlerinin, üniversitelerinin, yargının 28 Şubat sürecinde oynadıkları rol, bu vahim sonuçların ibret verici, acı örnekleri arasında hatırlanmaktadır. Ekonominin krizlere teşne hâle gelmesi, mafyatik örgütlerin toplumun hücrelerine kadar nüfuz edip finansal sistemin işleyişine ve adalet sistemine bile müdahale edecek cesaret gösterisine kalkışması, bankaların peş peşe batması bu deformasyonun ve çürümenin vahim sonuçları arasındadır. Onun içindir ki birilerinin “Ben, darbeyi önledim aslında.” demesinin hiçbir kıymeti yoktur. Bu tavır ve söylem, aslında o darbe sürecinin bizatihi bir parçasıdır. Yani, bu rol aslında o senaryoda zaten yazılmıştır, bu yazılan rolü oynamıştır birileri. Darbe korkusu yaratmak ile aslında darbe yapmış gibi aynı sonuçları alıyorsunuz ve almışsınız. 

28 Şubat aynı zamanda bir finansal mühendislik projesidir. 28 Şubat bir toplumsal ve siyasal mühendislik projesiydi. Bununla birlikte, aynı anda, buna 
paralel olarak bir finansal mühendislik projesi de o zaman, o dönemde hayata geçirildi. Bu iki proje arasındaki bağlantı neydi? Aynı güçler tarafından mı eş 
zamanlı olarak bu iki proje oluşturulup dizayn edilip hayata geçirilmişti, yoksa başka bir şey miydi? Ben şahsi fikrimi arz etmek isterim: Burada, aslında bu 
projenin siyasi ve toplumsal ayağını dizayn edenlerin mantığı şuydu: Banknot matbaasını basarsın, parayı sürersin piyasaya, memleketin ihtiyacı hallolmuş olur. 
Böyle bir mantık, böyle bir ekonomi felsefesine sahip bir proje mimarının bu kadar ince işi dizayn edebildiğine ben inanamıyorum. O hâlde şöyle bir durum 
vardı: Eş zamanlı, iki proje iki farklı güç tarafından ama birbirlerinden destek alarak, birbirlerine gülücükler atarak hayata geçirildi. Bu, ikinci finansal 
mühendislik projesi bankaların batmasına sebep olan bu proje, aslında öbür projenin yarattığı kaotik ortamda yüksek kâr, hak etmedikleri kazançlar, adaletsiz kârlar peşinde koşan, kötü niyetli müteşebbisler tarafından hayata geçirildi. Siyasette hak etmediği mevkileri silah zoruyla veya silah korkusuyla elde etmeye çalışan güçler ekonomide de hak etmediği kazançları manipülasyon larla, çeşitli gayrimeşru yollarla elde etmeye teşvik etmiştir. Bu iki güç, bu iki paralel haksızlık ve adaletsizlik birbirini destekleyerek, birbirini besleyerek ekonomiyi çöküşe sürüklemiştir. Bunlar -şöyle bir izlenim kamuoyunda var- bankaların bir kısmında sizin de bildiğiniz gibi asker kökenli kişiler yönetim kurulu üyelikleri 200 yaptılar. 

Şu anda tam sayı olarak veremeyeceğim ama sayısını vermenin de çok önemli olduğunu düşünmüyorum ama en azından beş altı tane bankada emekli askerler 
yönetim kurulu üyesi olarak görev almışlardır. Şimdi, burada şu soru sorulabilir: Şimdi, emekli askerlerin ya da emekli güvenlik mensuplarının o bankaya ne gibi 
katkıları olabilir? Bunların bankanın finansal işleyişine bir katkılarının olmayacağı açıktır. O hâlde neye katkıları olmuştur? O banka sahipleri bu kişilerden ne 
beklemişlerdir ki bunları yönetim kurulu üyesi yapmışlardır? Burada benim açıklamam şu: Bu eski emekli askerler o bankalardan yararlanmak için oraya 
gitmediler, o banka sahipleri hak etmedikleri kazançları, çözmek istedikleri işleri elde etmek, çözebilmek için o günün güçlü gördükleri kişilerinden yararlanma 
yolunu seçtiler. Aslında, sonra, muhtemelen bu emekli generallerin büyük kısmı, belki de hepsi çok pişmanlık duydu ve çok acı çekti çünkü bunlar aleyhine hukuk davaları açıldı. Bir kısmı aleyhine ceza davaları açıldı ve bunların sonuçta aldığı, yönetim kurulu ücretleriydi. Yani orada bu banka sahiplerinin profilini aklımıza getirirsek bunların önemli bir bölümü bazı iyi niyetli olan, o günün kaotik, kötü ekonomik şartlarından dolayı zor duruma düşmüş olan banka sahiplerini hariç tutarsak, bir bölümü kötü niyetle bu sektöre girmiştir. 

Batık bankaların paraları nereye gitti? 25 tane banka o dönemde battı, bunların yirmi tanesi denetim ve yönetimi fona devredilerek, geri kalan beşi tamamen doğrudan tasfiyeye sokularak ve iflas yoluyla tasfiye edilerek. Ayrıca batan yirmi beş bankanın on tanesi aynı zamanda medya sahibi olan bankalardır. Yani on tanesinin ya televizyonu, gazetesi veya ikisi birden olan bankalardır. Bazı paralar nereye gitti? Bunun açıklaması finansal mantık içinde mümkün olamadı ve bunun izini sürmek de o kadar kolay değil, para uçucu. Bugünün şartları içinde bir bilgisayar tuşuna bastığınız zaman, o paranın dünyanın neresine gittiğini artık izleyemez hâle gelebilirsiniz çünkü dünyada maalesef bu tür paralara sığınak olmak için yaratılmış mekânlar da var. Oralara gittiği zaman bu paranın akıbetini süremiyorsunuz. Dolayısıyla, açıklanamayan, bankaların kaynaklarının gittiği yerlerden bir kısmı bilinmiyor, belli değil. 

Şimdi, şunları bilebiliyoruz: Bankaların zararlarının önemli bir bölümü, o banka sahiplerinin kendilerine aktardığı kaynaklardır, doğrudan veya dolaylı olarak. 
Kendi şirketlerine kredi açmış, sonra o krediler geri ödenmemiştir. Kendi şirketlerine iştirak edilmiş, yani şirketin hisselerini banka satın almış, o şirketler 
sonra sıfırlanmış, o paralar gitmiş. Dolaylı yollardan akrabalarına, eşine, dostuna, tanıdıklarına krediler aktarmış, o paralar batmış. Bunlar klasik, bildiğimiz “back to back” krediler yoluyla yani iki batık bankacının birbirlerine kredi vermişler, o ona kredi vermiş, o ona vermiş. Bir de “fiduciary” dediğimiz bir işlem var. Türkiye’deki bir banka yurtdışındaki bir bankaya para gönderiyor, orada bir hesap açıyor, o hesabı teminat olarak göstererek yurtdışındaki banka bu kişiye kredi açıyor, bir de böyle bir yolla… Yani bu yolları tespit edebiliyoruz, bu yollarla ne kadarlık paranın kaybolduğunu tespit edebiliyoruz ama buna rağmen, izah edilemeyen zararlar var, bunların akıbeti nedir? Bunları bilemiyoruz. Dolayısıyla, bu iki süreç arasında finansal, parasal bir ilişki olmuş olabilir ama bunu çok somut rakamlarla tespit etmek maalesef mümkün değil ve bu sürecin, bu ekonomik ve politik sürecin en büyük hasarlarından biri bütün bunlar olup biterken yani ekonomi çöküşe doğru giderken, siyasi sistem işlemez hâle gelmişken bunlara “Dur” diyecek bir akıl ve sağduyuyu da yok etmişti o dönem. Batık bankalardan TMSF eliyle 20 milyar dolar civarında bir tahsilât yapıldı ve bu tahsilatın önemli bir bölümü daha sonra yapılan hukuksal düzenlemelerle, güçlendirilen yaptırımlar sayesinde alınmış oldu. Yoksa aslında bu paranın belki dörtte biri bile eski sistemle ve eski mantaliteyle dörtte bir bile alınması mucize olurdu.201 

Yabancı sermayenin bir ülkede yatırım yapması için siyasi, ekonomik istikrar ve kârlılık oranları önemli faktörler arasında bulunmaktadır. Bu anlamda sık sık darbelerin yapıldığı, konuşulduğu ya da tehlikesinin bulunduğu ekonomilerde yabancı sermaye girişleri sınırlı düzeyde kalmaktadır. Bunun yanında fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu ve kârlılık oranlarının tahmin edilemediği ekonomilerde doğrudan yabancı sermaye girişleri beklentilerin altında kalmaktadır. Küresel bazda sermaye girişlerine yönelik 
genel eğilimlerin yoğunlaştığı 1994-2001 yılları arasında Türkiye’ye yönelik doğrudan sermaye yatırımları beklentilerin altında kalmıştır. Meksika ve Brezilya örneklerinde 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da yüzde 3 ve Meksika’da yüzde 3,2 düzeyinde iken ilgili yıllarda Türkiye için bu oran yüzde 0,4 seviyesindedir. Milli gelirin yüzde 2 seviyesinde sermaye girişlerinin olacağını varsaydığımız takdirde 16,5 milyar ABD doları daha fazla net doğrudan yabancı sermaye girişlerinin olacağını söyleyebiliriz. Türkiye’de bir taraftan yatırım ve üretimde bulunması için yurt dışından yabancı sermayenin gelmesini istenirken, diğer taraftan da kendi bünyesinde bulunan yerli sermayenin bir kısmına yeşil sermaye adı verilerek, sahiplerinin yatırımlarını engelleme veya ürettikleri malların bazı kurumlarda satışına izin verilmeme gibi bir uygulama 28 Şubat darbesi sonrasında yaşamıştır. 

Darbelerin bir iç denge ve iç dinamikler sorunu olarak görülmemesi gerektiğini, Türkiye’nin dünyadaki ekonomik değişimlerden doğrudan etkilenen bir ülke olduğunu söyleyen İstanbul Üniversitesi İktisat Politikaları Ana Bilim Dalı Profesörü Mehmet Altan komisyonumuza yaptığı açıklamada: 

Türkiye’nin darbeleri hep dünyayı iyi okuyamamaktan kaynaklanmıştır ve Türkiye’de darbeler aslında içeriden kaynaklanan unsurlar değildir. Türkiye bir 
NATO ülkesidir ve siyaseti dünyayı algılayamadığı vakit, dünyadaki gelişmeleri okuyamadığı vakit uluslararası sistem, işin çok çıkmaza girdiği noktalarda 
askeriyeyi kullanmıştır. Yani siyasetin okuyamama bazen de 80’de olduğu gibi okumasına rağmen alamayacağı, alamadığı kararlara karşı dünya sisteminin 
reaksiyonu olarak gelmiştir ve dünya sistemini okuyamayan girişimlerde Talat Aydemir, Balyoz gibi hikâyeler de akamete uğramıştır. Uluslararası sistemin bir 
şekilde emir-komuta zinciri dışındaki darbeler kişisel macera olarak kalmıştır ve hepsi bir şekilde akamete uğramıştır. Yani aynı siyaset gibi askeriye de bunu iyi 
okuyamadığı vakit, yeryüzünü iyi değerlendiremediği vakit, kendi başına kalkıştığı vakit iyi okuyamamasının cezasını iktidara gelerek değil işte, başına belalar gelerek öder. Onun için bu dış politikadaki esas, dünyayla irtibatların ahenksizleştiği noktadan darbelere bakmak gerek hep biz bunu iç nedenlere bağlarız. Aslında, iç nedenler hiç önemli değildir yani o Türkiye’de her seferinde bu darbeler dış dünyayla anlaşmazlıktan, dış politikadaki kaymalardan şekillenmiştir. Ve Amerika’nın izni olmadan Türkiye’de darbe olmaz. 

Türkiye cumhuriyet tarihi Osmanlı’yı da içine alarak baktığınızda tasarruf oranı çok düşük bir ülkedir. Yani zenginleşme refleksleri gelişmemiş bir ülkedir, kendi 
ihtiyacı olan kalkınmayı hiçbir zaman kendi kaynaklarıyla sağlayamaz. Onun için hep dış tasarruflara ihtiyaç duyar, dış tasarruflara ihtiyaç duyduğu vakit dünya 
sisteminin gelişmesi, değişmesi, dönüşmesini iyi okumak lazımdır. Okuyamadığın vakit dış tasarruf gelmez, içeride kriz başlar, kriz başladığı vakit dış politikada bu söylediğim yapı 28 Şubatta biraz daha farklılaşmıştır çünkü ikili bir dünya sistemi olduğunda, Sovyetler’in var olduğunda, Batı’yla başı derde girdiği vakit 
Sovyetler’den kaynak bulmaya gitmiştir. Yani 60 darbesine ve Hükümet üyelerinin başbakanın asılmasının gerekçelerine bakarsan ihanettir o, NATO’ya 
ihanettir aslında, ondan başı belaya girmiştir. İçeride o kaynak gelmeyince Sovyetler’den kaynak almaya kalkışmıştır ve dış politikasını değiştirmek, en 
azından esnetmek istemiştir ve ceza olarak geri dönmüştür. 28 Şubatta da Müslüman dünya zorlamasıyla sistemin sınırlarının dışına girmiştir yani o bir 
postmodern darbe olması Amerikalıların askerleri kullanmadan yani fiilî darbe için kullanmadan ama mevcudu da Batı sisteminin dışına doğru fazla taşmasını 
engelleyecek bir yapı olarak ortaya çıkmıştır. Yani bunun ekonomik olarak tasarruf yetersizliğini giderecek bir dış dünyayla ahenk bozulur. O, dış politikaya 
yansır, sonra krize dönüşür ve darbeyle sonuçlanan bir şeyi vardır. Bunların temelinde tabii, Türkiye’nin kendisinin istediği kaynakları bulamaması, o 
kaynakları bulabilecek bir dünya okuması yapamaması. 

Yeryüzündeki iktisat politikasını anlamak. 60’taki nispi, ordu eliyle gelen özgürleşmenin temelinde ithal ikamesi vardır. Yani bir büyüme modeli, montaj 
sanayinin, dışarıdaki sanayinin ki bu, dayanıklı tüketim mallarıdır ve onu Türkiye’de herkesin alabileceği bir alım gücünü yükseltmek ve dolayısıyla daha 
toplu sözleşme, grev, aynı zamanda işçilerin alım gücünün yükselmesi. Bu, uluslararası sermayenin gelişmesini sağlayacak bir montaj sanayinin gelişmesiyle bağlantılı bir iktisat politikasını bize enjekte etmiştir. Ama onu da bizim sermayemiz kendi aklıyla ve talebiyle oluşturamadığı için o ithal ikamesinin ikinci aşamasına biz geçemedik. Ama daha sonra, yeryüzündeki yapı değişmeye yani sanayi döneminden sanayi sonrası döneme geçmeye başladığı sırada Türkiye bunu okuyamadı ve 71 muhtırasıyla 80 arasında hiçbir fark yoktur. 24 Ocak kararları siyasetin alabileceği bir karar değildi çünkü bütün alım gücünü sıfırlıyordu ve böyle bir baskıyı ancak darbeyle sağlayabildi Türkiye. Amerika Birleşik Devletleri bugün dünyanın siyasi, ekonomik yapısı içinde en güçlü devlet ama Amerika Birleşik Devletlerinden de daha güçlü olan bir güç var. O, zamanın ruhu, tarihin temposudur, teknolojik değişimdir. Türkiye’nin iç tartışmaları, bunun sosudur, biberidir, tuzudur ama esas belirleyici unsur uluslararası sistemdir. Sistem seni geliştirmeye çalışıyor ki işte iPhone 5 satsın. Türkiye’de hane başına düşen gelir, aylık gelir, 683 lira bugün. 683 lira geliri olan bir hane iPhone 5 alamaz, onun için buranın demokratikleşmesi, gelişmesi, dönüşmesi lazım. Belki bugünkü siyasi kadroların anlamadığı bu, demokratikleşmeden gelişemez, ekonomik olarak kalkınamaz. 

Banka soygunları. Son Bankalar Birliğinin açıkladığı bir rakama göre, bankalardaki, toplam mevduatın yüzde 46’sı, yani Türkiye’de ne kadar banka 
varsa, bu bankalardaki paraların aşağı yukarı yarısına yakını, 49 bin kişiye ait. Yani, askerî dönemlerdeki soygun dışında da, “Egemenlik milletin de paralar 
kimin?” yani o çarpıklık temelde hiçbir zaman değişmez. 28 Şubattaki soygunda banka sahipleri bankaları çaldılar yani adam halkın verdiği mevduatı 
cebine koydu, gitti. Laiklik, bilmem gericilik kavgası derken esas bankaları alıp götürdüler ve bu paraların 50-60 milyar doların götürülmesinde siyasetçinin 
ortaklığı vardır, aynı zamanda bürokratın ortaklığı vardır, paşaların, ordunun üst kademelerinin vardır, iş adamlarının. Bunları söylüyorum ama burada sistem 
değişmiyor yani eğer bu darbeler, bu Araştırma Komisyonu, Sovyetik modeller görüntüden ibaret değilse ki inşallah değildir, o zaman bu sistemi, rejim, 
Parlamentonun demokrasiden yana mevcut rejim muhalifi olması lazım. Resmî olarak statükonun her unsuru o 60 milyardan yararlanmıştır. 60 milyarı geri 
alamadık biz, uçtu, gitti yani onların hepsi halkın parasıydı. Burası aslında bir Prusya tipi bir ordudur. Prusya tipi ordu, askerlerin “Biz milletin parçasıyız.” 
demeleriyle çok kısaca anlatılabilen bir yapıdır. Hâlbuki gelişmiş demokratik ülkelerde ordu, milletin parçası değildir, devletin hizmet üreten, güvenlik üreten 
bir birimidir; sorgulanır, şu olur, bu olur. Ama Türkiye’de sistemi ve rejimi demokratikleştirmek yerine sosyal sınıfların gelişmemesi, emek ve sermayenin 
olmaması, tasarruf oranlarının düşüklüğü, sanayi devrimini yapamaması başka bir yapılanma çıkarmıştır.202 

1960 darbesinin ardından sermayenin iki yönlü olarak, militaristleştiği söylenebilir. İlk olarak, bizzat sermaye kesiminin ordunun politikalarını onaylayıcı ve ordu ile yakın ilişkiler geliştiren bir yaklaşımı olmuştur. Bu bağlamda Sakıp Sabancı anılarında babasının sürekli bir şekilde askerlerle irtibat halinde olduğunu ve Sabancı şirketlerinde emekli askerlerin yönetici olarak 
sorumluluk üstlenmelerine özen gösterildiğini dile getirmiştir. Ordunun 1960 öncesi işadamlığı karşıtı tutumu, bu tarihten itibaren değişmiş ve karşılığında iş dünyası seçkinleri de bir ortaklık ya da boyun eğme duygusuyla, orduya hem insan gücü hem de maddi kaynaklar sunmayı akıllıca bir yönelim olarak görmeye başlamışlardır. Zaten siyasal nitelikli bir özerkliğin ve müdahale yetkisinin bir sonucu olarak ortaya çıkan OYAK, orduyu kapitalist sisteme ihtiyacı olan ve bu nedenle siyasal sisteme müdahale etmekten kaçınan bir yapıya dönüştürmemiş, aksine ordunun ülkenin siyasal gelişimine müdahale etme eğilimini daha da arttırmıştır.203 

Türkiye’de 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden kısa bir süre sonra, günün askeri-sivil hükümetince önerilen sui generis bir yasa maddesi Kurucu Meclis tarafından çıkarılan bir “özel Kanun” ile OYAK adı altında bir oluşum meydana getirerek, hızla onandı.204 Bu Yasanın “amaç” maddesi (Türk Silahlı Kuvvetleri üyeleri için yardımlaşma hizmetlerinin sağlanması), oluşumun asıl etkinlik alanını olduğundan eksik gösteriyordu; son maddenin ayrıntılı listesi, büyük bir ticari işletmenin silahlı kuvvetlerin kurumsal yapısıyla birleştirileceği gerçeğinden azını anlatmıyordu. Çoktan siyasetçi olmuş at sırtındaki memur; tüccar, sanayici, sermayedar ve gelir sahibi olacaktı. Öyle de oldu ve bunu başarılı bir şekilde yaptı. 1961’den 1970’e OYAK’ın net değeri şaşılacak bir biçimde yüzde 2.400 oranında arttı.205 

Ordu açısından bakıldığında temel güdünün, askerin geçmiş yıllarda oldukça kötüleşmiş olan maddi koşullarını iyileştirme ve kendilerini o koşullara düşüren 
sivil iktidarlar karşısında iktisadi özerkliklerini garantileme olduğu söylenebilir. 205 sayılı Yasa Teklifi ile Güvenlik ve İktisat Komisyonu Raporları’nda OYAK'ın 
kuruluş gerekçesi: 

Filhakika, uzun hizmet yılları sonunda TC Emekli Sandığı'ndan alınan maaş ve ikramiye ile ancak mütevazı geçim şartları sağlanmakta, küçük bir ev sahibi olmak hususunda müşküllerle karşılaşılmaktadır... İktisadi hayatın gün geçtikçe inkişaf ettiği memleketimizde ordu mensupları herhangi bir sebep tahtında vazifeden ayrıldıkları takdirde, bugünkü mevzuat muvacehesinde kendilerine sağlanan yardımlarla kendi içtimai seviyelerine uygun bir hayat seviyesi temin 
edememektedirler... 

Ordu mensuplarının kendi içlerinde ve kendi mali imkânlarıyla bir dayanışma suretiyle istikbal endişesinden kurtularak maddi ve manevi huzura kavuşmalarını temin maksadıyla Ordu Yardımlaşma Kurumu Kanunu Tasarısı hazırlanmış bulunmaktadır. 

OYAK ile Askeri personelin üst orta sınıflara denk refah düzeyinde bir yaşam sürebilmesini sağlamak hedeflenmektedir.206 

Kurumun özel hukuka mı kamu hukukuna mı tabi olduğuna ilişkin Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin aralarındaki uyuşmazlığın görüldüğü 1978 tarihli Uyuşmazlık Mahkemesi, OYAK’ı bir kamu tüzel kişiliği olarak tanımlamış ve ancak üçüncü kişilerle olan ilişkilerinde özel hukuka tabi tutulabileceğine karar vermiştir. Kazanç merkezli faaliyetlerinde kendisine daha geniş bir alan açmasını sağlamak amacıyla kurum 1. madde ile özel hukuk hükümlerine bağlanmış ve buna karşılık 2001 yılana kadar hiçbir kurumun denetimine açık 
olmamıştır. OYAK böylelikle hukuksal düzlemde de piyasadaki diğer rakiplerinden daha ayrıcalıklı bir konuma kavuşturulmuştur. Bu durum ordunun siyasî ve ekonomik sınıf karşısındaki ayrıcalıklı konumu ile birlikte düşünüldüğünde kurumun mutlak bir güçle piyasaya dâhil olduğu söylenebilir. Bu mutlak gücün sonuçları hemen hissedildi. Kurumun net varlığı yaşanan bütün ekonomik krizlere rağmen 1960-1980 arası dönemde sürekli bir artış trendinde seyretti ve el attığı bütün girişimlerde başarılı oldu. 1971 ve 1980 askeri darbelerinin hemen ardından kurumun gelirlerinin ilk olarak 1973 ve 1974’te daha sonra 1981 ve 1982’de olmak üzere ikişer kat artması ise kurumun nasıl geliştiği noktasında hayli dikkat çekicidir. 1990’a gelindiğinde Türkiye’nin en büyük holdingi olan kurum, 1996’da dördüncü, 2000’de yine üçüncü sırada yer almıştır. Bu hızlı gelişim sayesinde kurum kısa sürede Türkiye’nin pazar ekonomisini yönlendirebilecek kadar güçlü bir kuruluş halini aldı ve ülkenin sanayileşmesinin ve ekonomik gelişiminin doğal müttefiki oldu. Sonuç olarak 
OYAK’ın böylesine güçlü bir şekilde piyasaya dâhil olması kaçınılmaz bir şekilde “sermayecilerin militaristleşmesi” denen sürece katkıda bulundu.207OYAK çeşitli yasal ayrıcalıklara sahiptir ve bunlar arasında en önemlisi vergi muafiyetleri olup OYAK’a bağlı iştirakler normal bir şekilde vergi ödemesine rağmen, OYAK’ın kendisi vergi muafiyetleriyle diğer holdinglere göre bir ayrıcalık taşıyor.208 OYAK şunlardan muaftır: Kurumlar vergisi, diğer her türlü gelir vergisi, katılım ücreti ve düzenli aidat alan tüm kuruluşların ödediği özel gelir vergisi, bütün satış ve tüketim vergileri, tüm yasal işlemlerden alınan damga vergisi. 

Dahası, OYAK'ın serveti, kazancı ve tahsil olunacak hesapları, tıpkı hükümetlerinki gibi üçüncü şahıslara karşı rüçhan hakkına sahiptir. OYAK'ın mal varlığına zarar veren her şahıs ya da kuruluş devlet malına zarar vermiş gibi işlem görür. Bunlara rağmen Özel Yasa, OYAK'ın Özel Ticaret Yasası'na bağlı yasal bir oluşum olduğunu söyler. Bu çelişkiler tablosunu tanımlamak için, yasanın OYAK'ı Savunma Bakanlığı'na bağlı, mali ve idari anlamda özerk, özel bir anonim şirket olarak tanımladığını ayrıca belirtmemiz gerekir. Askeri 
seçkinler ve iş dünyasının seçkinleri arasında kusursuz bir görüş birliğinin varlığı, Türk sanayisi ve ticaretinin “imparator”u Vehbi Koç'un ve Türk özel bankacılığının baronu Kazım Taşkent’in, ilk yönetim kurulunda yerlerini almış olmalarıyla ve ayrıca ilk önemli OYAK girişimlerinde -Koç, OYAK Goodyear'da; Taşkent, OYAK Renault'da- birer kurucu hissedar olmalarıyla kanıtlanmıştır.209 

Türkiye’de ordunun savunma sanayinde girişimci olarak yer almaya başlaması, 1970’lerin ikinci yarısında kuvvetlere (Kara, Deniz ve Hava) bağlı vakıfların kurulmasıyla başlamış olmakla beraber, bünyesinde yerli ve yabancı sermaye ortaklıkları olan 15 şirketi barındıran büyük bir holding yapısına kavuşması, çok kısa bir yasa olan 3388 sayılı yasa210 ile tüm 
vakıfları bünyesinde birleştiren “Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı”nın kurulmasının ardından gerçekleşmiştir. Vakıfların birleşmesi ile beraber TSKGV’ye şu şirketler o dönemdeki hisse oranlarıyla geçmiştir: 
. ASELSAN yüzde 83,16; 
. TUSAŞ yüzde 45; 
. TAI yüzde 1,9 (yüzde 49 hissesi Tusaş’ındır, diğer ortak yüzde 42 ile Lockheed 211 Martin Turkey ve yüzde 7 ile General Electric International’dır.) 
. HAVELSAN yüzde 98,7 
. TEI yüzde 3,02; 
. ASPİLSAN yüzde 95,1; 
. İŞBİR Elektrik yüzde 90,47; 
. ROKETSAN yüzde 15; 
. MERCEDES-BENZ TÜRK yüzde 5; 
. DİTAŞ yüzde 20; 
. NETAŞ yüzde 5 vb.212 

Medeni Kanuna bağlı bu yeni kurum şunlardan muaftır: Kurumlar Vergisi (kendi ekonomik girişimlerinin dışında), bağışlar ve aldığı yardımlarla ilgili veraset ve intikal vergisi, tüm resmi işlemlerden alınan damga vergisi. 

OYAK ve TSKGV, bir başlarına, hesaba katılması gereken birer ekonomik güç haline geldiler. İkisi bir arada düşünüldüğünde ekonomide daha da güçlü bir varlık oluşturuyorlar. 

Daha şimdiden 55 ortak girişimde yatırımları bulunuyor (sırasıyla 25 ve 30), yaklaşık 40.000 insanın işvereni durumundalar (OYAK daha 1990'da 23.000, TSKGV ise 1998’de 10.000). 

Ama bütün bu ekonomik göstergelerden daha önemlisi, OYAK ve TSKGV, Türkiye ekonomisinin yapısını ve doğasını değiştirmiş bulunuyor. Önce OYAK’la birlikte pazara askeri sermayenin girişi, sonra, TSKGV ile birlikte ekonomide, savunma ve savaş sanayinin gelişimiyle ekonominin militaristleştirilmesi. Belki daha da önemlisi, bu olgu, özel sektörle kamu sektörü ve ekonomiyle siyaset arasındaki çizgiyi bulanıklaştırdı ve ayrıca yansız bir bürokrasinin tüm kalıntılarını tehlikeye attı; ordu sermayesi ve yerli-yabancı özel sermayenin 
organik birlikteliğini yarattı. 

TSK'nın OYAK aracılığıyla kapitalist ilişkiler ve çıkarlar geliştirmesi, 'siyasal' nitelikli bir özerkliğin ve müdahale potansiyelinin nedeni değil sonucudur. Kurum ve diğer toplumsal aktörler arası ilişkiler üzerinden bakıldığında, siyasal özerkliği sınırlayıcı etki çok daha barizdir. Her ne kadar tek tek OYAK mensupları steril bir orta sınıf yaşamına çekilerek toplumsal ve siyasal yaşamdan belli oranda soyutlansalar da bir (bütün) kurum olarak ordu, OYAK ve TSKGV'nin faaliyetleri sonucunda sermaye birikim sürecinin ve sınıflar arası ve sınıf içi güç ilişkilerinin daha çok içine çekilmekte ve özellikle orta vadeli yeniden yapılanma sürecinin de doğrudan bir tarafı olarak yer almaktadır. Özellikle sınıf içi ilişkiler açısından 
bakıldığında büyük sermaye kesimi ile aynı organik çıkarları paylaşan ordu, büyük sermaye ve küçük ve orta boy işletmeler arasındaki çelişkilerden azade olamayacaktır. Anadolu'daki esnafa, küçük ve orta boy sanayi işletmelerine kepenk kapattıran krizleri, büyük sermaye kesimleri gibi askeri sermaye de kapitalist sermaye birikiminin çalışma sistematiği uyarınca bir fırsat olarak algılayacaktır. Ya da örneğin Anadolu menşeli İslamcı sermayenin 1990’lar boyunca gelişmesi, Türkiye büyük sermayesinin yaşam alanlarına el uzatması ve dünya ile alternatif bir bütünleşme modelinin taşıyıcısı olması, TÜSİAD gibi yapılarda örgütlenen büyük sermaye için olduğu kadar aynı organik çıkarlara sahip askeri sermaye açısından da bir tehdit olgusudur. Ancak bu tehdit salt ideolojik-kültürel bir algılamanın ötesinde bir olgudur, tıpkı İslamcı sermayenin askeri sermayenin hâkim olduğu savunma sanayisine gireceğini 
beyan etmesinin orduda yarattığı tedirginlik gibi.213 

OYAK, kamu çalışanları arasında eşitsizlik yaratan bir kurumdur. TBMM Dilekçe Komisyonuna Şubat 2012’de bilgi veren Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) Genel Müdürü Coşkun Ulusoy; 2010 yılı itibariyle OYAK’a 30 yıl aidat ödeyen bir subaya 260 bin lira, 30 yıl aidat ödeyen astsubaya 205 bin lira,45 yıl aidat ödeyen bir orgenerale emekli olurken 600 bin lira emekli ikramiyesi ödendiğini ifade etmiştir.214 Sivil bürokraside durum farklıdır ve hemen hemen aynı hizmet süresiyle emekli olan bir büyükelçinin emekli ikramiyesi ise yalnızca 75 bin liradır. Hakim, savcı, vali, kaymakam ve benzer statülerdeki kamu görevlilerinin ikramiyeleri büyükelçinin üstünde değildir. Dışişleri, Maliye, Millî Eğitim 
gibi kamu kurumlarında çalışanların, aynı şartlarda fabrikaları, holdingleri neden olmasın? 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

198 Kenan Evren anılarında: “12 Eylül olmasaydı 24 Ocak kararları fiyasko ile biterdi. 24 Ocak kararlarına bağlı tedbirler ancak böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde meyvesini verdi.” demiştir. Ayrıca, Korkut Boratav: 24 Ocak Kararları’nın uluslararası sermayenin özellikle Dünya Bankası aracılığıyla pazarladığı, içe ve dışa karşı piyasa serbestliği ile uluslararası ve 
yerli sermayenin emeğe karşı güçlendirilmesi gibi yönleri de vardır. Programın bu boyutu zaman içinde daha da ön plana çıkmaktadır. 
Bir diğeri Demirel Hükümeti bu programı, Özal’ın ve sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda yani sistemli ve sürekli olarak emek aleyhtarı bir doğrultuda uygulayabilmenin ve geliştirebilmenin araçlarından yoksundur. İşte 12 Eylül 1980’de gerçekleşen rejim değişikliği, 24 Ocak programının önündeki bu önemli engeli ortadan kaldıracaktır. Korkut Boratav (2003); s. 148. 
199 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 14, 15, 23. 
200 Komisyonumuzca Fon'a devredilen bankalar ve kamu bankalarında üst düzey yöneticilik yapmış olan asker kökenli kişilerin görev dönemlerine, sorumluluk alanlarına ve varsa haklarında yapılmış suç duyurularına ve akıbetlerine ilişkin ilgili kurum ve bankalardan bilgi talep edilmiş olup, söz konusu bankalarda görev yapmış olan asker kökenli personel ve görev 
dönemlerine ilişkin bilgiler ise şu şekildedir: (Emekli Orgeneral) Hüsnü ÇELENKLER (Halkbank Danışma Kurulu Üyesi) (1990-1991); (Emekli Orgeneral) A. Doğan BAYAZIT (Kentbank) (1996-1999); (Emekli Oramiral) Ö. Feyzi AYSUN 
(Bayındırbank) (1991-1993); (Emekli Orgeneral) Sabri YİRMİBEŞOĞLU (Bayındırbank) (1996); (Emekli Koramiral) Çetin ERSARI (İnterbank) (1996-1999); (Emekli Orgeneral) Teoman KOMAN (İnterbank) (1997-1999); (Emekli Koramiral) Işık BİREN (Egebank) (1989-1991); (Emekli Oramiral) H. Vural BAYAZIT (Etibank) (1999-2000); (Emekli Orgeneral) M. Muhittin FİSUNOĞLU (Sümerbank) (1998-1999); (Emekli Oramiral) Zahit ATAKAN (Impexbank) (1989-1991); (Emekli Koramiral) Ekmel TOTRAKAN (Etibank) (1997-Özelleştirme öncesi); (Emekli Korgeneral) Alaettin GÜVEN (Etibank) 
(1998-Özelleştirme öncesi); G. Aydın AKSAN (Etibank) (1994). BDDK ve TMSF tarafından gönderilen cevabi yazılarda bu kişilerden H. Vural BAYAZIT ve Muhittin FİSUNOĞLU hakkında BDDK tarafından, Teoman KOMAN ve Çetin 
ERSARI hakkında ise Hazine Müsteşarlığı tarafından görev yaptıkları dönemlere ilişkin suç duyurularının tespit edildiği belirtilmiştir. (23. Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu döneminde emekli paşaların bu tür görevlerde bulunmaları 
yasaklanmıştır.)  
201 Ahmet Ertürk, eski TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) Başkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma 
Komisyonu Dinleme Tutanağı, 16 Ekim 2012, s. 69, 77-81, 84, 86. 
202 Mehmet Altan, İstanbul Üniversitesi İktisat Politikaları Ana Bilim Dalı Profesörü, TBMM Darbe ve Muhtıraları 
Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 2 Ekim 2012, s. 12-15, 19, 21. 
203 Ali Balcı (2011); s. 65, 66. 
204 205 sayılı Ordu Yardımlaşma Kurumu Kanunu (1961, 1 Mart). T.C. Resmi Gazete 10702. 
205 Taha Parla; Türkiye’de Merkantilist Militarizm 1960-1998, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, 
İstanbul, 2009, s. 201, 202. 
206 İsmet Akça; Kolektif Bir Sermayedar Olarak Türk Silahlı Kuvvetleri, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 232, 233, 238. 
207 Ali Balcı (2011); s. 67, 68, 69. 
208 İsmet Akça (2009); s. 249. 
209 Taha Parla (2009); s. 205, 211. 
210 3388 sayılı Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı Kanunu (1987, 25 Haziran). T.C. Resmi Gazete 19498. 
211 Lockheed Martin: Lockheed Corporation ve Martin Marietta iştiraki olarak kurulmuş çok uluslu, ileri teknoloji ve havacılık 
şirketidir. Dünya çapında 56 ülkede faaliyet göstermektedir. İki ortaktan bir olan Lockheed, rüşvet skandalları ile 
hatırlanmaktadır. 1976 Şubat'ında Lockheed Aircraft Corporation'ın Japonya, Hollanda, Almanya, İtalya, Fransa ve 
Türkiye'de rüşvet dağıttığı ortaya çıktı. Türkiye, 1974–1975 yılları arasında Lockheed firmasından çok sayıda savaş uçağı 
satın almıştı. Lockheed skandalı, Japonya'da başbakanı hapse düşürdü. Hollanda'da kraliçenin tahtını sarstı. Türkiye’de 
TBMM ve Genelkurmay Başkanlığı, iddiaları araştırmak için birer komisyon kurmak zorunda kaldı. Türkiye dışındaki 
ülkelerde yürütülen soruşturmalar sonucunda yolsuzluk skandalına bulaşanlar yargılandı, ağır cezalara çarptırıldı. 
Mehmet Altan, komisyonumuza darbe ekonomisini anlattığı konuşmasının bir bölümünde: “Lockheed askerî uçak 
alımındaki rüşvet, burada ben yanılmıyorsam, hafızam beni yanıltmıyorsa (501) numaralı Meclis Komisyon Raporu’dur. 
Bu soygunları sorarken bir tane, en güzel örneklerinden biridir. Orada da muazzam, adam “Rüşveti ben verdim.” dedi, 
dünyanın her tarafında çıktı, Türkiye’de çıkmadı, aynı 28 Şubat ve yani o soygun sistemi bir, uluslararası iktisat politikasının 
değişimiyle meşru ülke içi paylaşım değişir ve o sırada darbeyi yapanların peynir fareliği vardır, onlar işte parasını, pulunu, 
bilmem nesini arttırır.” demiştir. (Mehmet Altan, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 2 Ekim 2012, s. 14) 
212 İsmet Akça (2009); s. 257-2598. 
213 İsmet Akça (2009); s. 263, 265. 
214 Ulusoy: Orgeneral emekli olurken 642 bin lira alıyor, 3 Şubat 2012, 
(http://t24.com.tr/haber/ulusoy-orgeneral-emekliolurken-642-bin-lira-aliyor/195615 Erişim: 20 Eylül 2012) 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 



***