Millî Güvenlik Kurulu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Millî Güvenlik Kurulu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 15


DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 15


8. Ekonomi ve Darbeler 

Türkiye’de yaşanan bütün darbeler aslında ekonomiyle önemli ölçüde iç içe süreçlerdir. Örneğin, 1954’ten itibaren Demokrat Partinin iktisadi olarak kriz yaşamaya başladığı, bu krizin 1956’da ithalatın sıkıştığı, 1958’de devalüasyon ve istikrar politikasının uygulanmasına yol açan bir süreçle devam ettiği dönem, ilk cuntaların kurulduğu döneme denk gelmektedir. 
Demokrat Parti, özellikle dış politikada ve ekonomik krizi çözme yönündeki arayışlarını çeşitlendirme yönünde adımlar atmaya başladığında da darbe süreciyle karşı karşıya kalmıştır. 
12 Mart’a giden süreçte de, istikrar politikaları çerçevesinde Türk lirasının dolar karşısında değer kaybetmesi ve ekonomik kriz sonucunda halkın iki biçimde askeri müdahale sürecine hazırlanması amaçlanmıştır: Birincisi, “yönetenler bizi istediğimiz gibi yönetemiyorlar” ikincisi de “biz bu hayat pahalılığından ve ekonomik krizden de yorulduk” algılarını toplumda oluşturmak biçiminde. Bununla, toplumun, “bu sorunların çözümünü acaba hangi halaskâr sağlayacaktır” arayışına sokulması ve böylece, psikolojik olarak hazırlanması hedeflenmiştir. Keza 12 Eylül’e baktığınızda da 24 Ocak istikrar tedbirlerinin alınmasından itibaren -ki çok önemli bir kırılmadır, tıpkı 71’de olduğu gibi serbest piyasa ekonomisinin Türkiye’de uygulanması yönünde atılmış son derece önemli bir adımdır- dönemin DPT Müsteşarı Turgut Özal 3 kere askerlere giderek 24 Ocak istikrar tedbirlerini onlara izah etme ihtiyacı duymuştur. Bunlar 
henüz 12 Eylül askerî rejimi gerçekleşmeden yaşanmıştır; orada Kaya Erdem diyor ki: “Biz, özellikle DİSK’in gerçekleştirdiği ve yaklaşık 100-110 bin işçiyi kapsayan, mesela, karşı hak grevleri sırasında bunları anlattığımızda, dönemin kuvvet komutanlarından biri, ‘O zaman bu iktisadi tedbirleri uygulamanın imkânı yok, işçileri bir şekilde bu sürecin dışında bırakmak gerekir.’ açıklamasını yapıyor.” 

Sayın Evren de o dönemde eğer, 12 Eylül olmasaydı, 24 Ocak198 istikrar tedbirlerinin bu ülkede uygulanamayacağı yönünde bir beyanatta bulunmuştur. Benzer bir beyanat Memduh Tağmaç tarafından 12 Mart döneminde halkın sosyal uyanışıyla iktisadi gelişmenin geride kalması arasındaki benzetmesidir. Dolayısıyla, 28 Şubat sürecinin alâmetifarikalarından biri, 1994 iktisadi krizinin yarattığı ortam ve bu ortamla 2001 krizine kadar giden süreç içerisinde Türkiye’deki sermaye birikiminin çeşitli çevreler tarafından bir şekilde ele geçirilmeye çalışılması ya da bu çevrelerin bundan büyük bir pay kapma yarışına girmiş olmalarıdır. Özellikle 1993-2001 sonu aralığını dikkate alacak olursak, o dönemde özellikle 2001 krizinde hangi bankaların o döviz krizinden büyük paralar kazanmış olduğu sorusu, bugün hâlâ tam olarak yanıtlanamamış bir sorudur. Oysa kamuoyunun çok merak ettiği bir sorudur aynı zamanda. Çünkü aşağı yukarı 200-250 milyar dolar civarında bir parayı halk ödemek zorunda kalmıştır. 94 krizinde de yaklaşık 800 bin kişinin işsiz kaldığı, sübvansiyonların ortadan kaldırıldığı, döviz krizi nedeniyle iflasların yaşandığı bu dönemin sonunda insanlar “Ben artık böyle yaşamak istemiyorum.” duygusuna fena hâlde sahiptiler. İşte o sahip olma duygusudur ki bir darbenin meşruiyetini de sağlayabilirdi.199 

Bir ülkede demokratik işlevlerin geçerliliğini yitirdiği darbe süreçleri siyasi sonuçları yanında ekonomik sonuçları bakımından da önemli tahribatlar meydana getirmektedir. Toplumsal reflekslerin tam olarak gelişmediği Türkiye gibi ülkelerde kamu kaynakları rasyonaliteden uzaklaşılarak darbeyi destekleyen çıkar gruplarının istekleri doğrultusunda kullanılmaktadır. 
Aynı zamanda kendileri gibi düşünmeyen diğer grupların ekonomik aktiviteleri de çeşitli yöntemler kullanılarak engellenmektedir. Bunun yanında kurumların işleyişinde piyasa kurallarının dışına çıkılması, işletmelerin muadil ekonomilere göre küçük, yoğunlaşmanın az, risk yönetimi kültürünün tam olarak yerleşmediği yapıya bürünmelerine neden olabilmektedir. 

Böylesi bir durumda ulusal ekonominin uluslararası platformda rekabetçi kimliğe kavuşması mümkün olmadığı gibi dışarıdan gelecek şoklara karşı kırılganlık katsayısı da artış göstermektedir. Öte yandan küreselleşme sürecine bağlı olarak ülkelerin birbirlerine karşı bağımlılıklarının giderek arttığı içinde bulunduğumuz dönemde uluslararası sermaye akımlarının bir ülkede makro ekonomik performans üzerindeki etkinliği daha da belirginleşmektedir. Sermaye yetersizliğinin bulunduğu Türkiye gibi ülkelerde demokrasinin kesintiye uğradığı darbe dönemlerinde uluslararası sermayenin ülkeye girişleri de önemli oranda düşmektedir. Demokratik işleyişe dışarıdan yapılan her türlü müdahale ulusal ve uluslararası bağlamda iktisadi faaliyetlerin ülke lehine gelişmesine engel olmakta ve bedeli ağır tahribatlar meydana getirmektedir. Bu bakımdan siyasi ve ekonomik yapının doğal dinamiklere bağlı olarak değişimine mani olan dış müdahaleleri ortadan kaldıracak toplumsal refleksin oluşturulmasına yönelik çalışmaların yapılması gerekmektedir. Bunun yanında demokrasiye müdahaleyi engelleyecek yasal düzenlemelerin de hayata geçirilmesi, önümüzdeki süreçte kaynakların daha etkin kullanıldığı rekabetçi üretim yapan ekonomik yapının oluşumuna önemli düzeyde katkı sağlayacaktır. 

Demokratik usullerin geçerli olduğu ekonomilerde şeffaf kuralların bulunması bir taraftan belirsizliği azaltırken, diğer taraftan yöneticilerin kaynakları gayri meşru araçları kullanarak bir başkasına devretmelerini ve politik aşırılığa gitmelerini engellemektedir. Demokrasi politik gücün barışçı ve öngörülebilir biçimde transferini ifade ederken, otokrasilerde politik güç şiddetle ve intizamsız biçimde transferlere konu olmaktadır. Bu türden yönetimlerde kamu harcamalarına ilişkin büyüklükler siyasal karar alma sürecinde baskı ve çıkar gruplarının rant 
kollama faaliyetleri yoluyla aktif görevler aldığı ve kamu harcamaları kompozisyonunu büyüme ve kalkınmanın finansmanı yerine hiç de rasyonel olmayan kişisel ya da grupsal çıkarlar doğrultusunda belirlenmektedir. 

Nitekim Türkiye’de bunun en son örneği 28 Şubat sürecinde yaşanmıştır. 
1997 yılından itibaren kamu harcamalarının kullanımında ekonomik kriterlerin göz ardı edilmesi yanında harcamaların finansmanında da ekonomik rasyonaliteden uzaklaşılmasının meydana getirdiği sorunlar borçlanmayı besleyen ve daha maliyetli konuma getiren sebeplere dönüşmüştür. Bu dönemde kamu ve bankalar asli görevlerinden uzaklaşmışlardır. Popülist 
politikaların finansmanı amacıyla kamu bankalarının kullanılması bu bankaların görev zararları yazmalarına neden olmuştur. 2001 krizi sonrasında finansal sistemin güçlendirilmesi sürecinde kamu bankalarının görev zararlarının ülkeye maliyeti 21,9 milyar ABD doları seviyesindedir. Öte yandan yüzde 100 mevduat garantisi altında özel sektör bankalarının zayıf denetim altında toplamış oldukları fonları geri dönüşü olmayan ekonomik birimlere transfer etmeleri, öz kaynakları yetersiz ve küçük ölçekli özel bankaların risklere karşı kırılganlığını artırmıştır. Nihayetinde bankacılık görevini yerine getiremeyecek hale gelen şirketlerin yönetimlerine TMSF tarafından el konulmuştur. TMSF’nin yönetimlerini 
devraldığı 25 banka için 31,4 milyar ABD dolarlık kaynak ihtiyacı doğmuştur. Sonuç olarak bu süreçte, özel sektör ve kamu sermayeli bankaların yeniden yapılandırılmasının ülkeye maliyetinin 53,3 milyar ABD doları olduğunu ifade edebiliriz. 

Türkiye’de yüksek kamu borçlanma gereğine bağlı olarak artan faiz oranları bir taraftan özel sektör yatırımlarını dolayısıyla da büyüme sürecini olumsuz etkilerken, diğer taraftan da bankacılık kesiminin asli görevinden uzaklaşmasına ve daha çok Hazinenin fon ihtiyacına cevap verecek yapıya bürünmelerine neden olmuştur. 28 Şubat süreci sonrasında şoklara karşı kırılganlıkların daha da yükselmesiyle 1999 ve 2001 yıllarındaki ekonomik küçülmelerin yatırımlara olumsuz yansımaları 47 milyar ABD doları civarındadır. Devlet iç borçlanma 
senetlerinin bankaların toplam aktiflerindeki payı 1990 yılında %10 iken, bu oran 1999’da %23 seviyesinde gerçekleşmiştir. Kamu kesiminin faiz harcamalarının gayri safi milli hasılaya oranının değişmediğini kabul ettiğimizde 1997-2007 periyodunda yaklaşık 119 milyar ABD doları fazladan faiz giderlerine harcama yapıldığı görülmektedir.

Bunun yanında ilgili dönemde hükümetlerin yapısal sorunlara kayıtsız kalması ve popülist harcamalarını finanse etmek için yüksek faiz oranlarını teşvik etmeleri kısa vadeli sermaye akımlarını teşvik etmiş ve kur-faiz arasındaki makasın açılmasına neden olmuştur. Böylesi durumlarda ekonomi kısa vadeli sermaye akımlarına karşı bağımlılık katsayısı yükselmekte ve meydana gelen cari açığın sürdürülemez boyuta ulaştığının hissedilmesinin akabinde sermaye çıkışlarının yaşanması, iktisadi büyümeyi olumsuz etkilemekte ve büyüme performansını 
istikrarsız kılmaktadır. Bu bağlamda 1999 yılında meydana gelen ani sermaye çıkışlarının ardından ekonomide %6,1 oranında, 2001 yılındaki sermaye çıkışları sonrasında ise gelir seviyesinde %9,5 oranında daralma söz konusu olmuştur. İki dönemdeki sermaye çıkışları sonrasında gayri safi milli hasıla düzeyinde toplamda 75 milyar ABD Doları azalış meydana gelmiştir. 

Fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu ve karlılık oranlarının tahmin edilemediği ekonomilerde doğrudan yabancı sermaye girişleri beklentilerin altında kalmaktadır. Küresel bazda sermaye girişlerine yönelik genel eğilimlerin yoğunlaştığı 1994- 2001 yılları arasında Türkiye’ye yönelik doğrudan sermaye yatırımları beklentilerin altında kalmıştır. Meksika ve Brezilya örneklerinde 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da %3 ve Meksika’da %3,2 
düzeyinde iken ilgili yıllarda Türkiye için bu oran %0,4 seviyesindedir. Milli gelirin %2 seviyesinde sermaye girişlerinin olacağını varsaydığımız takdirde 16,5 milyar ABD Doları daha fazla net doğrudan yabancı sermaye girişlerinin olacağını söyleyebiliriz. 2001 yılında yaşanan büyük ekonomik kriz sonrasında uygulamaya konulan ekonomik program ve 2002 Kasım ayında yapılan genel seçim sonrasında şekillenen tek partili hükümet yapısı ile birlikte makro ekonomik istikrarın sağlanması yönünde alınan önlemler ekonomide 
istikrarsızlıkların azalmasını sağlamış, bankacılık sektöründe 2003 yılında yaşanan İmar Bankası olayı dışında her hangi bir olumsuzluk görülmemiştir. 

Ekonominin krizlere maruz kalması, mafyatik örgütlerin toplumun hücrelerine kadar nüfuz edip finansal sistemin işleyişine ve adalet sistemine bile müdahale edecek cesaret gösterisine kalkışması, bankaların peş peşe batması darbe süreçlerinde yaşanan deformasyonun ve çürümenin vahim sonuçları arasında yer aldığını söyleyen eski TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) Başkanı Ahmet Ertürk, komisyonumuza şu açıklamalarda bulunmuştur: 
Ekonomik manipülasyonlar, darbe korkusunu oluşturmak ve darbeyi insanların zihninde meşrulaştırmak için yapıldı. 

Darbeci güçler, demokrasi düşmanı unsurlar zaman içinde model ve strateji değişikliğine gittiler ve bizzat doğrudan darbe yapmak yerine darbe korkusu yaratma yoluna gittiler. Bu yeni model, birilerinin “postmodern darbe” diye adlandırdığı bu yeni strateji darbeciler için daha kolay ama toplum için sonuçları daha ağır ve daha tahrip edici bir modeldir. Darbeciler için kolaydı çünkü darbe yaparken aslında darbe yapmamış görünüyorlardı. Toplum için daha zahmetli ve vahim idi çünkü darbe korkusu yaratma süreci toplumun en kritik kesimlerini zihinsel olarak darbe destekçisi bir psikolojiye soktu. Toplumun, ekonominin, sosyolojinin ve toplum psikolojisinin bütün dinamiklerini deforme etti. Korkuyu besleyen bir ortam oluşturmak için toplumda ağır ajitasyonlar ve manipülasyonlara başvuruldu. Suikastlar dâhil, ekonomik manipülasyonlar dâhil darbe korkusunu oluşturmak ve sonuçta modern veya postmodern -her neyse- meydana gelen darbeyi insanların zihninde meşrulaştırmak için böyle bir dezenformasyon ve manipülasyon süreci yaşandı. Bu, medyanın, bazı sivil toplum kuruluşlarının, meslek örgütlerinin, üniversitelerinin, yargının 28 Şubat sürecinde oynadıkları rol, bu vahim sonuçların ibret verici, acı örnekleri arasında hatırlanmaktadır. Ekonominin krizlere teşne hâle gelmesi, mafyatik örgütlerin toplumun hücrelerine kadar nüfuz edip finansal sistemin işleyişine ve adalet sistemine bile müdahale edecek cesaret gösterisine kalkışması, bankaların peş peşe batması bu deformasyonun ve çürümenin vahim sonuçları arasındadır. Onun içindir ki birilerinin “Ben, darbeyi önledim aslında.” demesinin hiçbir kıymeti yoktur. Bu tavır ve söylem, aslında o darbe sürecinin bizatihi bir parçasıdır. Yani, bu rol aslında o senaryoda zaten yazılmıştır, bu yazılan rolü oynamıştır birileri. Darbe korkusu yaratmak ile aslında darbe yapmış gibi aynı sonuçları alıyorsunuz ve almışsınız. 

28 Şubat aynı zamanda bir finansal mühendislik projesidir. 28 Şubat bir toplumsal ve siyasal mühendislik projesiydi. Bununla birlikte, aynı anda, buna 
paralel olarak bir finansal mühendislik projesi de o zaman, o dönemde hayata geçirildi. Bu iki proje arasındaki bağlantı neydi? Aynı güçler tarafından mı eş 
zamanlı olarak bu iki proje oluşturulup dizayn edilip hayata geçirilmişti, yoksa başka bir şey miydi? Ben şahsi fikrimi arz etmek isterim: Burada, aslında bu 
projenin siyasi ve toplumsal ayağını dizayn edenlerin mantığı şuydu: Banknot matbaasını basarsın, parayı sürersin piyasaya, memleketin ihtiyacı hallolmuş olur. 
Böyle bir mantık, böyle bir ekonomi felsefesine sahip bir proje mimarının bu kadar ince işi dizayn edebildiğine ben inanamıyorum. O hâlde şöyle bir durum 
vardı: Eş zamanlı, iki proje iki farklı güç tarafından ama birbirlerinden destek alarak, birbirlerine gülücükler atarak hayata geçirildi. Bu, ikinci finansal 
mühendislik projesi bankaların batmasına sebep olan bu proje, aslında öbür projenin yarattığı kaotik ortamda yüksek kâr, hak etmedikleri kazançlar, adaletsiz kârlar peşinde koşan, kötü niyetli müteşebbisler tarafından hayata geçirildi. Siyasette hak etmediği mevkileri silah zoruyla veya silah korkusuyla elde etmeye çalışan güçler ekonomide de hak etmediği kazançları manipülasyon larla, çeşitli gayrimeşru yollarla elde etmeye teşvik etmiştir. Bu iki güç, bu iki paralel haksızlık ve adaletsizlik birbirini destekleyerek, birbirini besleyerek ekonomiyi çöküşe sürüklemiştir. Bunlar -şöyle bir izlenim kamuoyunda var- bankaların bir kısmında sizin de bildiğiniz gibi asker kökenli kişiler yönetim kurulu üyelikleri 200 yaptılar. 

Şu anda tam sayı olarak veremeyeceğim ama sayısını vermenin de çok önemli olduğunu düşünmüyorum ama en azından beş altı tane bankada emekli askerler 
yönetim kurulu üyesi olarak görev almışlardır. Şimdi, burada şu soru sorulabilir: Şimdi, emekli askerlerin ya da emekli güvenlik mensuplarının o bankaya ne gibi 
katkıları olabilir? Bunların bankanın finansal işleyişine bir katkılarının olmayacağı açıktır. O hâlde neye katkıları olmuştur? O banka sahipleri bu kişilerden ne 
beklemişlerdir ki bunları yönetim kurulu üyesi yapmışlardır? Burada benim açıklamam şu: Bu eski emekli askerler o bankalardan yararlanmak için oraya 
gitmediler, o banka sahipleri hak etmedikleri kazançları, çözmek istedikleri işleri elde etmek, çözebilmek için o günün güçlü gördükleri kişilerinden yararlanma 
yolunu seçtiler. Aslında, sonra, muhtemelen bu emekli generallerin büyük kısmı, belki de hepsi çok pişmanlık duydu ve çok acı çekti çünkü bunlar aleyhine hukuk davaları açıldı. Bir kısmı aleyhine ceza davaları açıldı ve bunların sonuçta aldığı, yönetim kurulu ücretleriydi. Yani orada bu banka sahiplerinin profilini aklımıza getirirsek bunların önemli bir bölümü bazı iyi niyetli olan, o günün kaotik, kötü ekonomik şartlarından dolayı zor duruma düşmüş olan banka sahiplerini hariç tutarsak, bir bölümü kötü niyetle bu sektöre girmiştir. 

Batık bankaların paraları nereye gitti? 25 tane banka o dönemde battı, bunların yirmi tanesi denetim ve yönetimi fona devredilerek, geri kalan beşi tamamen doğrudan tasfiyeye sokularak ve iflas yoluyla tasfiye edilerek. Ayrıca batan yirmi beş bankanın on tanesi aynı zamanda medya sahibi olan bankalardır. Yani on tanesinin ya televizyonu, gazetesi veya ikisi birden olan bankalardır. Bazı paralar nereye gitti? Bunun açıklaması finansal mantık içinde mümkün olamadı ve bunun izini sürmek de o kadar kolay değil, para uçucu. Bugünün şartları içinde bir bilgisayar tuşuna bastığınız zaman, o paranın dünyanın neresine gittiğini artık izleyemez hâle gelebilirsiniz çünkü dünyada maalesef bu tür paralara sığınak olmak için yaratılmış mekânlar da var. Oralara gittiği zaman bu paranın akıbetini süremiyorsunuz. Dolayısıyla, açıklanamayan, bankaların kaynaklarının gittiği yerlerden bir kısmı bilinmiyor, belli değil. 

Şimdi, şunları bilebiliyoruz: Bankaların zararlarının önemli bir bölümü, o banka sahiplerinin kendilerine aktardığı kaynaklardır, doğrudan veya dolaylı olarak. 
Kendi şirketlerine kredi açmış, sonra o krediler geri ödenmemiştir. Kendi şirketlerine iştirak edilmiş, yani şirketin hisselerini banka satın almış, o şirketler 
sonra sıfırlanmış, o paralar gitmiş. Dolaylı yollardan akrabalarına, eşine, dostuna, tanıdıklarına krediler aktarmış, o paralar batmış. Bunlar klasik, bildiğimiz “back to back” krediler yoluyla yani iki batık bankacının birbirlerine kredi vermişler, o ona kredi vermiş, o ona vermiş. Bir de “fiduciary” dediğimiz bir işlem var. Türkiye’deki bir banka yurtdışındaki bir bankaya para gönderiyor, orada bir hesap açıyor, o hesabı teminat olarak göstererek yurtdışındaki banka bu kişiye kredi açıyor, bir de böyle bir yolla… Yani bu yolları tespit edebiliyoruz, bu yollarla ne kadarlık paranın kaybolduğunu tespit edebiliyoruz ama buna rağmen, izah edilemeyen zararlar var, bunların akıbeti nedir? Bunları bilemiyoruz. Dolayısıyla, bu iki süreç arasında finansal, parasal bir ilişki olmuş olabilir ama bunu çok somut rakamlarla tespit etmek maalesef mümkün değil ve bu sürecin, bu ekonomik ve politik sürecin en büyük hasarlarından biri bütün bunlar olup biterken yani ekonomi çöküşe doğru giderken, siyasi sistem işlemez hâle gelmişken bunlara “Dur” diyecek bir akıl ve sağduyuyu da yok etmişti o dönem. Batık bankalardan TMSF eliyle 20 milyar dolar civarında bir tahsilât yapıldı ve bu tahsilatın önemli bir bölümü daha sonra yapılan hukuksal düzenlemelerle, güçlendirilen yaptırımlar sayesinde alınmış oldu. Yoksa aslında bu paranın belki dörtte biri bile eski sistemle ve eski mantaliteyle dörtte bir bile alınması mucize olurdu.201 

Yabancı sermayenin bir ülkede yatırım yapması için siyasi, ekonomik istikrar ve kârlılık oranları önemli faktörler arasında bulunmaktadır. Bu anlamda sık sık darbelerin yapıldığı, konuşulduğu ya da tehlikesinin bulunduğu ekonomilerde yabancı sermaye girişleri sınırlı düzeyde kalmaktadır. Bunun yanında fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu ve kârlılık oranlarının tahmin edilemediği ekonomilerde doğrudan yabancı sermaye girişleri beklentilerin altında kalmaktadır. Küresel bazda sermaye girişlerine yönelik 
genel eğilimlerin yoğunlaştığı 1994-2001 yılları arasında Türkiye’ye yönelik doğrudan sermaye yatırımları beklentilerin altında kalmıştır. Meksika ve Brezilya örneklerinde 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da yüzde 3 ve Meksika’da yüzde 3,2 düzeyinde iken ilgili yıllarda Türkiye için bu oran yüzde 0,4 seviyesindedir. Milli gelirin yüzde 2 seviyesinde sermaye girişlerinin olacağını varsaydığımız takdirde 16,5 milyar ABD doları daha fazla net doğrudan yabancı sermaye girişlerinin olacağını söyleyebiliriz. Türkiye’de bir taraftan yatırım ve üretimde bulunması için yurt dışından yabancı sermayenin gelmesini istenirken, diğer taraftan da kendi bünyesinde bulunan yerli sermayenin bir kısmına yeşil sermaye adı verilerek, sahiplerinin yatırımlarını engelleme veya ürettikleri malların bazı kurumlarda satışına izin verilmeme gibi bir uygulama 28 Şubat darbesi sonrasında yaşamıştır. 

Darbelerin bir iç denge ve iç dinamikler sorunu olarak görülmemesi gerektiğini, Türkiye’nin dünyadaki ekonomik değişimlerden doğrudan etkilenen bir ülke olduğunu söyleyen İstanbul Üniversitesi İktisat Politikaları Ana Bilim Dalı Profesörü Mehmet Altan komisyonumuza yaptığı açıklamada: 

Türkiye’nin darbeleri hep dünyayı iyi okuyamamaktan kaynaklanmıştır ve Türkiye’de darbeler aslında içeriden kaynaklanan unsurlar değildir. Türkiye bir 
NATO ülkesidir ve siyaseti dünyayı algılayamadığı vakit, dünyadaki gelişmeleri okuyamadığı vakit uluslararası sistem, işin çok çıkmaza girdiği noktalarda 
askeriyeyi kullanmıştır. Yani siyasetin okuyamama bazen de 80’de olduğu gibi okumasına rağmen alamayacağı, alamadığı kararlara karşı dünya sisteminin 
reaksiyonu olarak gelmiştir ve dünya sistemini okuyamayan girişimlerde Talat Aydemir, Balyoz gibi hikâyeler de akamete uğramıştır. Uluslararası sistemin bir 
şekilde emir-komuta zinciri dışındaki darbeler kişisel macera olarak kalmıştır ve hepsi bir şekilde akamete uğramıştır. Yani aynı siyaset gibi askeriye de bunu iyi 
okuyamadığı vakit, yeryüzünü iyi değerlendiremediği vakit, kendi başına kalkıştığı vakit iyi okuyamamasının cezasını iktidara gelerek değil işte, başına belalar gelerek öder. Onun için bu dış politikadaki esas, dünyayla irtibatların ahenksizleştiği noktadan darbelere bakmak gerek hep biz bunu iç nedenlere bağlarız. Aslında, iç nedenler hiç önemli değildir yani o Türkiye’de her seferinde bu darbeler dış dünyayla anlaşmazlıktan, dış politikadaki kaymalardan şekillenmiştir. Ve Amerika’nın izni olmadan Türkiye’de darbe olmaz. 

Türkiye cumhuriyet tarihi Osmanlı’yı da içine alarak baktığınızda tasarruf oranı çok düşük bir ülkedir. Yani zenginleşme refleksleri gelişmemiş bir ülkedir, kendi 
ihtiyacı olan kalkınmayı hiçbir zaman kendi kaynaklarıyla sağlayamaz. Onun için hep dış tasarruflara ihtiyaç duyar, dış tasarruflara ihtiyaç duyduğu vakit dünya 
sisteminin gelişmesi, değişmesi, dönüşmesini iyi okumak lazımdır. Okuyamadığın vakit dış tasarruf gelmez, içeride kriz başlar, kriz başladığı vakit dış politikada bu söylediğim yapı 28 Şubatta biraz daha farklılaşmıştır çünkü ikili bir dünya sistemi olduğunda, Sovyetler’in var olduğunda, Batı’yla başı derde girdiği vakit 
Sovyetler’den kaynak bulmaya gitmiştir. Yani 60 darbesine ve Hükümet üyelerinin başbakanın asılmasının gerekçelerine bakarsan ihanettir o, NATO’ya 
ihanettir aslında, ondan başı belaya girmiştir. İçeride o kaynak gelmeyince Sovyetler’den kaynak almaya kalkışmıştır ve dış politikasını değiştirmek, en 
azından esnetmek istemiştir ve ceza olarak geri dönmüştür. 28 Şubatta da Müslüman dünya zorlamasıyla sistemin sınırlarının dışına girmiştir yani o bir 
postmodern darbe olması Amerikalıların askerleri kullanmadan yani fiilî darbe için kullanmadan ama mevcudu da Batı sisteminin dışına doğru fazla taşmasını 
engelleyecek bir yapı olarak ortaya çıkmıştır. Yani bunun ekonomik olarak tasarruf yetersizliğini giderecek bir dış dünyayla ahenk bozulur. O, dış politikaya 
yansır, sonra krize dönüşür ve darbeyle sonuçlanan bir şeyi vardır. Bunların temelinde tabii, Türkiye’nin kendisinin istediği kaynakları bulamaması, o 
kaynakları bulabilecek bir dünya okuması yapamaması. 

Yeryüzündeki iktisat politikasını anlamak. 60’taki nispi, ordu eliyle gelen özgürleşmenin temelinde ithal ikamesi vardır. Yani bir büyüme modeli, montaj 
sanayinin, dışarıdaki sanayinin ki bu, dayanıklı tüketim mallarıdır ve onu Türkiye’de herkesin alabileceği bir alım gücünü yükseltmek ve dolayısıyla daha 
toplu sözleşme, grev, aynı zamanda işçilerin alım gücünün yükselmesi. Bu, uluslararası sermayenin gelişmesini sağlayacak bir montaj sanayinin gelişmesiyle bağlantılı bir iktisat politikasını bize enjekte etmiştir. Ama onu da bizim sermayemiz kendi aklıyla ve talebiyle oluşturamadığı için o ithal ikamesinin ikinci aşamasına biz geçemedik. Ama daha sonra, yeryüzündeki yapı değişmeye yani sanayi döneminden sanayi sonrası döneme geçmeye başladığı sırada Türkiye bunu okuyamadı ve 71 muhtırasıyla 80 arasında hiçbir fark yoktur. 24 Ocak kararları siyasetin alabileceği bir karar değildi çünkü bütün alım gücünü sıfırlıyordu ve böyle bir baskıyı ancak darbeyle sağlayabildi Türkiye. Amerika Birleşik Devletleri bugün dünyanın siyasi, ekonomik yapısı içinde en güçlü devlet ama Amerika Birleşik Devletlerinden de daha güçlü olan bir güç var. O, zamanın ruhu, tarihin temposudur, teknolojik değişimdir. Türkiye’nin iç tartışmaları, bunun sosudur, biberidir, tuzudur ama esas belirleyici unsur uluslararası sistemdir. Sistem seni geliştirmeye çalışıyor ki işte iPhone 5 satsın. Türkiye’de hane başına düşen gelir, aylık gelir, 683 lira bugün. 683 lira geliri olan bir hane iPhone 5 alamaz, onun için buranın demokratikleşmesi, gelişmesi, dönüşmesi lazım. Belki bugünkü siyasi kadroların anlamadığı bu, demokratikleşmeden gelişemez, ekonomik olarak kalkınamaz. 

Banka soygunları. Son Bankalar Birliğinin açıkladığı bir rakama göre, bankalardaki, toplam mevduatın yüzde 46’sı, yani Türkiye’de ne kadar banka 
varsa, bu bankalardaki paraların aşağı yukarı yarısına yakını, 49 bin kişiye ait. Yani, askerî dönemlerdeki soygun dışında da, “Egemenlik milletin de paralar 
kimin?” yani o çarpıklık temelde hiçbir zaman değişmez. 28 Şubattaki soygunda banka sahipleri bankaları çaldılar yani adam halkın verdiği mevduatı 
cebine koydu, gitti. Laiklik, bilmem gericilik kavgası derken esas bankaları alıp götürdüler ve bu paraların 50-60 milyar doların götürülmesinde siyasetçinin 
ortaklığı vardır, aynı zamanda bürokratın ortaklığı vardır, paşaların, ordunun üst kademelerinin vardır, iş adamlarının. Bunları söylüyorum ama burada sistem 
değişmiyor yani eğer bu darbeler, bu Araştırma Komisyonu, Sovyetik modeller görüntüden ibaret değilse ki inşallah değildir, o zaman bu sistemi, rejim, 
Parlamentonun demokrasiden yana mevcut rejim muhalifi olması lazım. Resmî olarak statükonun her unsuru o 60 milyardan yararlanmıştır. 60 milyarı geri 
alamadık biz, uçtu, gitti yani onların hepsi halkın parasıydı. Burası aslında bir Prusya tipi bir ordudur. Prusya tipi ordu, askerlerin “Biz milletin parçasıyız.” 
demeleriyle çok kısaca anlatılabilen bir yapıdır. Hâlbuki gelişmiş demokratik ülkelerde ordu, milletin parçası değildir, devletin hizmet üreten, güvenlik üreten 
bir birimidir; sorgulanır, şu olur, bu olur. Ama Türkiye’de sistemi ve rejimi demokratikleştirmek yerine sosyal sınıfların gelişmemesi, emek ve sermayenin 
olmaması, tasarruf oranlarının düşüklüğü, sanayi devrimini yapamaması başka bir yapılanma çıkarmıştır.202 

1960 darbesinin ardından sermayenin iki yönlü olarak, militaristleştiği söylenebilir. İlk olarak, bizzat sermaye kesiminin ordunun politikalarını onaylayıcı ve ordu ile yakın ilişkiler geliştiren bir yaklaşımı olmuştur. Bu bağlamda Sakıp Sabancı anılarında babasının sürekli bir şekilde askerlerle irtibat halinde olduğunu ve Sabancı şirketlerinde emekli askerlerin yönetici olarak 
sorumluluk üstlenmelerine özen gösterildiğini dile getirmiştir. Ordunun 1960 öncesi işadamlığı karşıtı tutumu, bu tarihten itibaren değişmiş ve karşılığında iş dünyası seçkinleri de bir ortaklık ya da boyun eğme duygusuyla, orduya hem insan gücü hem de maddi kaynaklar sunmayı akıllıca bir yönelim olarak görmeye başlamışlardır. Zaten siyasal nitelikli bir özerkliğin ve müdahale yetkisinin bir sonucu olarak ortaya çıkan OYAK, orduyu kapitalist sisteme ihtiyacı olan ve bu nedenle siyasal sisteme müdahale etmekten kaçınan bir yapıya dönüştürmemiş, aksine ordunun ülkenin siyasal gelişimine müdahale etme eğilimini daha da arttırmıştır.203 

Türkiye’de 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden kısa bir süre sonra, günün askeri-sivil hükümetince önerilen sui generis bir yasa maddesi Kurucu Meclis tarafından çıkarılan bir “özel Kanun” ile OYAK adı altında bir oluşum meydana getirerek, hızla onandı.204 Bu Yasanın “amaç” maddesi (Türk Silahlı Kuvvetleri üyeleri için yardımlaşma hizmetlerinin sağlanması), oluşumun asıl etkinlik alanını olduğundan eksik gösteriyordu; son maddenin ayrıntılı listesi, büyük bir ticari işletmenin silahlı kuvvetlerin kurumsal yapısıyla birleştirileceği gerçeğinden azını anlatmıyordu. Çoktan siyasetçi olmuş at sırtındaki memur; tüccar, sanayici, sermayedar ve gelir sahibi olacaktı. Öyle de oldu ve bunu başarılı bir şekilde yaptı. 1961’den 1970’e OYAK’ın net değeri şaşılacak bir biçimde yüzde 2.400 oranında arttı.205 

Ordu açısından bakıldığında temel güdünün, askerin geçmiş yıllarda oldukça kötüleşmiş olan maddi koşullarını iyileştirme ve kendilerini o koşullara düşüren 
sivil iktidarlar karşısında iktisadi özerkliklerini garantileme olduğu söylenebilir. 205 sayılı Yasa Teklifi ile Güvenlik ve İktisat Komisyonu Raporları’nda OYAK'ın 
kuruluş gerekçesi: 

Filhakika, uzun hizmet yılları sonunda TC Emekli Sandığı'ndan alınan maaş ve ikramiye ile ancak mütevazı geçim şartları sağlanmakta, küçük bir ev sahibi olmak hususunda müşküllerle karşılaşılmaktadır... İktisadi hayatın gün geçtikçe inkişaf ettiği memleketimizde ordu mensupları herhangi bir sebep tahtında vazifeden ayrıldıkları takdirde, bugünkü mevzuat muvacehesinde kendilerine sağlanan yardımlarla kendi içtimai seviyelerine uygun bir hayat seviyesi temin 
edememektedirler... 

Ordu mensuplarının kendi içlerinde ve kendi mali imkânlarıyla bir dayanışma suretiyle istikbal endişesinden kurtularak maddi ve manevi huzura kavuşmalarını temin maksadıyla Ordu Yardımlaşma Kurumu Kanunu Tasarısı hazırlanmış bulunmaktadır. 

OYAK ile Askeri personelin üst orta sınıflara denk refah düzeyinde bir yaşam sürebilmesini sağlamak hedeflenmektedir.206 

Kurumun özel hukuka mı kamu hukukuna mı tabi olduğuna ilişkin Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin aralarındaki uyuşmazlığın görüldüğü 1978 tarihli Uyuşmazlık Mahkemesi, OYAK’ı bir kamu tüzel kişiliği olarak tanımlamış ve ancak üçüncü kişilerle olan ilişkilerinde özel hukuka tabi tutulabileceğine karar vermiştir. Kazanç merkezli faaliyetlerinde kendisine daha geniş bir alan açmasını sağlamak amacıyla kurum 1. madde ile özel hukuk hükümlerine bağlanmış ve buna karşılık 2001 yılana kadar hiçbir kurumun denetimine açık 
olmamıştır. OYAK böylelikle hukuksal düzlemde de piyasadaki diğer rakiplerinden daha ayrıcalıklı bir konuma kavuşturulmuştur. Bu durum ordunun siyasî ve ekonomik sınıf karşısındaki ayrıcalıklı konumu ile birlikte düşünüldüğünde kurumun mutlak bir güçle piyasaya dâhil olduğu söylenebilir. Bu mutlak gücün sonuçları hemen hissedildi. Kurumun net varlığı yaşanan bütün ekonomik krizlere rağmen 1960-1980 arası dönemde sürekli bir artış trendinde seyretti ve el attığı bütün girişimlerde başarılı oldu. 1971 ve 1980 askeri darbelerinin hemen ardından kurumun gelirlerinin ilk olarak 1973 ve 1974’te daha sonra 1981 ve 1982’de olmak üzere ikişer kat artması ise kurumun nasıl geliştiği noktasında hayli dikkat çekicidir. 1990’a gelindiğinde Türkiye’nin en büyük holdingi olan kurum, 1996’da dördüncü, 2000’de yine üçüncü sırada yer almıştır. Bu hızlı gelişim sayesinde kurum kısa sürede Türkiye’nin pazar ekonomisini yönlendirebilecek kadar güçlü bir kuruluş halini aldı ve ülkenin sanayileşmesinin ve ekonomik gelişiminin doğal müttefiki oldu. Sonuç olarak 
OYAK’ın böylesine güçlü bir şekilde piyasaya dâhil olması kaçınılmaz bir şekilde “sermayecilerin militaristleşmesi” denen sürece katkıda bulundu.207OYAK çeşitli yasal ayrıcalıklara sahiptir ve bunlar arasında en önemlisi vergi muafiyetleri olup OYAK’a bağlı iştirakler normal bir şekilde vergi ödemesine rağmen, OYAK’ın kendisi vergi muafiyetleriyle diğer holdinglere göre bir ayrıcalık taşıyor.208 OYAK şunlardan muaftır: Kurumlar vergisi, diğer her türlü gelir vergisi, katılım ücreti ve düzenli aidat alan tüm kuruluşların ödediği özel gelir vergisi, bütün satış ve tüketim vergileri, tüm yasal işlemlerden alınan damga vergisi. 

Dahası, OYAK'ın serveti, kazancı ve tahsil olunacak hesapları, tıpkı hükümetlerinki gibi üçüncü şahıslara karşı rüçhan hakkına sahiptir. OYAK'ın mal varlığına zarar veren her şahıs ya da kuruluş devlet malına zarar vermiş gibi işlem görür. Bunlara rağmen Özel Yasa, OYAK'ın Özel Ticaret Yasası'na bağlı yasal bir oluşum olduğunu söyler. Bu çelişkiler tablosunu tanımlamak için, yasanın OYAK'ı Savunma Bakanlığı'na bağlı, mali ve idari anlamda özerk, özel bir anonim şirket olarak tanımladığını ayrıca belirtmemiz gerekir. Askeri 
seçkinler ve iş dünyasının seçkinleri arasında kusursuz bir görüş birliğinin varlığı, Türk sanayisi ve ticaretinin “imparator”u Vehbi Koç'un ve Türk özel bankacılığının baronu Kazım Taşkent’in, ilk yönetim kurulunda yerlerini almış olmalarıyla ve ayrıca ilk önemli OYAK girişimlerinde -Koç, OYAK Goodyear'da; Taşkent, OYAK Renault'da- birer kurucu hissedar olmalarıyla kanıtlanmıştır.209 

Türkiye’de ordunun savunma sanayinde girişimci olarak yer almaya başlaması, 1970’lerin ikinci yarısında kuvvetlere (Kara, Deniz ve Hava) bağlı vakıfların kurulmasıyla başlamış olmakla beraber, bünyesinde yerli ve yabancı sermaye ortaklıkları olan 15 şirketi barındıran büyük bir holding yapısına kavuşması, çok kısa bir yasa olan 3388 sayılı yasa210 ile tüm 
vakıfları bünyesinde birleştiren “Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı”nın kurulmasının ardından gerçekleşmiştir. Vakıfların birleşmesi ile beraber TSKGV’ye şu şirketler o dönemdeki hisse oranlarıyla geçmiştir: 
. ASELSAN yüzde 83,16; 
. TUSAŞ yüzde 45; 
. TAI yüzde 1,9 (yüzde 49 hissesi Tusaş’ındır, diğer ortak yüzde 42 ile Lockheed 211 Martin Turkey ve yüzde 7 ile General Electric International’dır.) 
. HAVELSAN yüzde 98,7 
. TEI yüzde 3,02; 
. ASPİLSAN yüzde 95,1; 
. İŞBİR Elektrik yüzde 90,47; 
. ROKETSAN yüzde 15; 
. MERCEDES-BENZ TÜRK yüzde 5; 
. DİTAŞ yüzde 20; 
. NETAŞ yüzde 5 vb.212 

Medeni Kanuna bağlı bu yeni kurum şunlardan muaftır: Kurumlar Vergisi (kendi ekonomik girişimlerinin dışında), bağışlar ve aldığı yardımlarla ilgili veraset ve intikal vergisi, tüm resmi işlemlerden alınan damga vergisi. 

OYAK ve TSKGV, bir başlarına, hesaba katılması gereken birer ekonomik güç haline geldiler. İkisi bir arada düşünüldüğünde ekonomide daha da güçlü bir varlık oluşturuyorlar. 

Daha şimdiden 55 ortak girişimde yatırımları bulunuyor (sırasıyla 25 ve 30), yaklaşık 40.000 insanın işvereni durumundalar (OYAK daha 1990'da 23.000, TSKGV ise 1998’de 10.000). 

Ama bütün bu ekonomik göstergelerden daha önemlisi, OYAK ve TSKGV, Türkiye ekonomisinin yapısını ve doğasını değiştirmiş bulunuyor. Önce OYAK’la birlikte pazara askeri sermayenin girişi, sonra, TSKGV ile birlikte ekonomide, savunma ve savaş sanayinin gelişimiyle ekonominin militaristleştirilmesi. Belki daha da önemlisi, bu olgu, özel sektörle kamu sektörü ve ekonomiyle siyaset arasındaki çizgiyi bulanıklaştırdı ve ayrıca yansız bir bürokrasinin tüm kalıntılarını tehlikeye attı; ordu sermayesi ve yerli-yabancı özel sermayenin 
organik birlikteliğini yarattı. 

TSK'nın OYAK aracılığıyla kapitalist ilişkiler ve çıkarlar geliştirmesi, 'siyasal' nitelikli bir özerkliğin ve müdahale potansiyelinin nedeni değil sonucudur. Kurum ve diğer toplumsal aktörler arası ilişkiler üzerinden bakıldığında, siyasal özerkliği sınırlayıcı etki çok daha barizdir. Her ne kadar tek tek OYAK mensupları steril bir orta sınıf yaşamına çekilerek toplumsal ve siyasal yaşamdan belli oranda soyutlansalar da bir (bütün) kurum olarak ordu, OYAK ve TSKGV'nin faaliyetleri sonucunda sermaye birikim sürecinin ve sınıflar arası ve sınıf içi güç ilişkilerinin daha çok içine çekilmekte ve özellikle orta vadeli yeniden yapılanma sürecinin de doğrudan bir tarafı olarak yer almaktadır. Özellikle sınıf içi ilişkiler açısından 
bakıldığında büyük sermaye kesimi ile aynı organik çıkarları paylaşan ordu, büyük sermaye ve küçük ve orta boy işletmeler arasındaki çelişkilerden azade olamayacaktır. Anadolu'daki esnafa, küçük ve orta boy sanayi işletmelerine kepenk kapattıran krizleri, büyük sermaye kesimleri gibi askeri sermaye de kapitalist sermaye birikiminin çalışma sistematiği uyarınca bir fırsat olarak algılayacaktır. Ya da örneğin Anadolu menşeli İslamcı sermayenin 1990’lar boyunca gelişmesi, Türkiye büyük sermayesinin yaşam alanlarına el uzatması ve dünya ile alternatif bir bütünleşme modelinin taşıyıcısı olması, TÜSİAD gibi yapılarda örgütlenen büyük sermaye için olduğu kadar aynı organik çıkarlara sahip askeri sermaye açısından da bir tehdit olgusudur. Ancak bu tehdit salt ideolojik-kültürel bir algılamanın ötesinde bir olgudur, tıpkı İslamcı sermayenin askeri sermayenin hâkim olduğu savunma sanayisine gireceğini 
beyan etmesinin orduda yarattığı tedirginlik gibi.213 

OYAK, kamu çalışanları arasında eşitsizlik yaratan bir kurumdur. TBMM Dilekçe Komisyonuna Şubat 2012’de bilgi veren Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) Genel Müdürü Coşkun Ulusoy; 2010 yılı itibariyle OYAK’a 30 yıl aidat ödeyen bir subaya 260 bin lira, 30 yıl aidat ödeyen astsubaya 205 bin lira,45 yıl aidat ödeyen bir orgenerale emekli olurken 600 bin lira emekli ikramiyesi ödendiğini ifade etmiştir.214 Sivil bürokraside durum farklıdır ve hemen hemen aynı hizmet süresiyle emekli olan bir büyükelçinin emekli ikramiyesi ise yalnızca 75 bin liradır. Hakim, savcı, vali, kaymakam ve benzer statülerdeki kamu görevlilerinin ikramiyeleri büyükelçinin üstünde değildir. Dışişleri, Maliye, Millî Eğitim 
gibi kamu kurumlarında çalışanların, aynı şartlarda fabrikaları, holdingleri neden olmasın? 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

198 Kenan Evren anılarında: “12 Eylül olmasaydı 24 Ocak kararları fiyasko ile biterdi. 24 Ocak kararlarına bağlı tedbirler ancak böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde meyvesini verdi.” demiştir. Ayrıca, Korkut Boratav: 24 Ocak Kararları’nın uluslararası sermayenin özellikle Dünya Bankası aracılığıyla pazarladığı, içe ve dışa karşı piyasa serbestliği ile uluslararası ve 
yerli sermayenin emeğe karşı güçlendirilmesi gibi yönleri de vardır. Programın bu boyutu zaman içinde daha da ön plana çıkmaktadır. 
Bir diğeri Demirel Hükümeti bu programı, Özal’ın ve sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda yani sistemli ve sürekli olarak emek aleyhtarı bir doğrultuda uygulayabilmenin ve geliştirebilmenin araçlarından yoksundur. İşte 12 Eylül 1980’de gerçekleşen rejim değişikliği, 24 Ocak programının önündeki bu önemli engeli ortadan kaldıracaktır. Korkut Boratav (2003); s. 148. 
199 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 14, 15, 23. 
200 Komisyonumuzca Fon'a devredilen bankalar ve kamu bankalarında üst düzey yöneticilik yapmış olan asker kökenli kişilerin görev dönemlerine, sorumluluk alanlarına ve varsa haklarında yapılmış suç duyurularına ve akıbetlerine ilişkin ilgili kurum ve bankalardan bilgi talep edilmiş olup, söz konusu bankalarda görev yapmış olan asker kökenli personel ve görev 
dönemlerine ilişkin bilgiler ise şu şekildedir: (Emekli Orgeneral) Hüsnü ÇELENKLER (Halkbank Danışma Kurulu Üyesi) (1990-1991); (Emekli Orgeneral) A. Doğan BAYAZIT (Kentbank) (1996-1999); (Emekli Oramiral) Ö. Feyzi AYSUN 
(Bayındırbank) (1991-1993); (Emekli Orgeneral) Sabri YİRMİBEŞOĞLU (Bayındırbank) (1996); (Emekli Koramiral) Çetin ERSARI (İnterbank) (1996-1999); (Emekli Orgeneral) Teoman KOMAN (İnterbank) (1997-1999); (Emekli Koramiral) Işık BİREN (Egebank) (1989-1991); (Emekli Oramiral) H. Vural BAYAZIT (Etibank) (1999-2000); (Emekli Orgeneral) M. Muhittin FİSUNOĞLU (Sümerbank) (1998-1999); (Emekli Oramiral) Zahit ATAKAN (Impexbank) (1989-1991); (Emekli Koramiral) Ekmel TOTRAKAN (Etibank) (1997-Özelleştirme öncesi); (Emekli Korgeneral) Alaettin GÜVEN (Etibank) 
(1998-Özelleştirme öncesi); G. Aydın AKSAN (Etibank) (1994). BDDK ve TMSF tarafından gönderilen cevabi yazılarda bu kişilerden H. Vural BAYAZIT ve Muhittin FİSUNOĞLU hakkında BDDK tarafından, Teoman KOMAN ve Çetin 
ERSARI hakkında ise Hazine Müsteşarlığı tarafından görev yaptıkları dönemlere ilişkin suç duyurularının tespit edildiği belirtilmiştir. (23. Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu döneminde emekli paşaların bu tür görevlerde bulunmaları 
yasaklanmıştır.)  
201 Ahmet Ertürk, eski TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) Başkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma 
Komisyonu Dinleme Tutanağı, 16 Ekim 2012, s. 69, 77-81, 84, 86. 
202 Mehmet Altan, İstanbul Üniversitesi İktisat Politikaları Ana Bilim Dalı Profesörü, TBMM Darbe ve Muhtıraları 
Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 2 Ekim 2012, s. 12-15, 19, 21. 
203 Ali Balcı (2011); s. 65, 66. 
204 205 sayılı Ordu Yardımlaşma Kurumu Kanunu (1961, 1 Mart). T.C. Resmi Gazete 10702. 
205 Taha Parla; Türkiye’de Merkantilist Militarizm 1960-1998, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, 
İstanbul, 2009, s. 201, 202. 
206 İsmet Akça; Kolektif Bir Sermayedar Olarak Türk Silahlı Kuvvetleri, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 232, 233, 238. 
207 Ali Balcı (2011); s. 67, 68, 69. 
208 İsmet Akça (2009); s. 249. 
209 Taha Parla (2009); s. 205, 211. 
210 3388 sayılı Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı Kanunu (1987, 25 Haziran). T.C. Resmi Gazete 19498. 
211 Lockheed Martin: Lockheed Corporation ve Martin Marietta iştiraki olarak kurulmuş çok uluslu, ileri teknoloji ve havacılık 
şirketidir. Dünya çapında 56 ülkede faaliyet göstermektedir. İki ortaktan bir olan Lockheed, rüşvet skandalları ile 
hatırlanmaktadır. 1976 Şubat'ında Lockheed Aircraft Corporation'ın Japonya, Hollanda, Almanya, İtalya, Fransa ve 
Türkiye'de rüşvet dağıttığı ortaya çıktı. Türkiye, 1974–1975 yılları arasında Lockheed firmasından çok sayıda savaş uçağı 
satın almıştı. Lockheed skandalı, Japonya'da başbakanı hapse düşürdü. Hollanda'da kraliçenin tahtını sarstı. Türkiye’de 
TBMM ve Genelkurmay Başkanlığı, iddiaları araştırmak için birer komisyon kurmak zorunda kaldı. Türkiye dışındaki 
ülkelerde yürütülen soruşturmalar sonucunda yolsuzluk skandalına bulaşanlar yargılandı, ağır cezalara çarptırıldı. 
Mehmet Altan, komisyonumuza darbe ekonomisini anlattığı konuşmasının bir bölümünde: “Lockheed askerî uçak 
alımındaki rüşvet, burada ben yanılmıyorsam, hafızam beni yanıltmıyorsa (501) numaralı Meclis Komisyon Raporu’dur. 
Bu soygunları sorarken bir tane, en güzel örneklerinden biridir. Orada da muazzam, adam “Rüşveti ben verdim.” dedi, 
dünyanın her tarafında çıktı, Türkiye’de çıkmadı, aynı 28 Şubat ve yani o soygun sistemi bir, uluslararası iktisat politikasının 
değişimiyle meşru ülke içi paylaşım değişir ve o sırada darbeyi yapanların peynir fareliği vardır, onlar işte parasını, pulunu, 
bilmem nesini arttırır.” demiştir. (Mehmet Altan, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 2 Ekim 2012, s. 14) 
212 İsmet Akça (2009); s. 257-2598. 
213 İsmet Akça (2009); s. 263, 265. 
214 Ulusoy: Orgeneral emekli olurken 642 bin lira alıyor, 3 Şubat 2012, 
(http://t24.com.tr/haber/ulusoy-orgeneral-emekliolurken-642-bin-lira-aliyor/195615 Erişim: 20 Eylül 2012) 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 



***

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 13


 DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 13


6. Askerin Eğitimi 

Eğitimin genel kabul gören iki tanımı: İnsan davranışlarında bilgi, beceri, anlayış, ilgi, tavır, karakter gibi önemli sayılan kişilik nitelikleri yönünden belli değişmeler sağlamak amacıyla yürütülen düzenli bir etkileşimdir. Kişinin davranışlarında, kendi yaşantısı yoluyla istenilen yönde ve bir dereceye kadar kalıcı değişmeler meydana getirme sürecidir. Askerin eğitim sorununu ele almadan önce, Türk eğitim sisteminin durumuna bakmakta yarar vardır: 
Türk eğitim sistemi son derece katıdır, aydınlanmacı ve eleştirel özelliklerden 
bütünüyle yoksundur. Eşitliğe aykırı ilkelere dayanan hiyerarşik ve elitist bir 
sistemdir. Ama dahası da var. Üniversitelerde dahi akademik özgürlüğe hiçbir 
şekilde yer vermediği için, liberal anlamda özgürlüğe bile tahammülsüz bir sistem söz konusudur. Türk millî eğitim sistemi, bu açıdan, Mori Arinori’nin kurduğu milliyetçi Japon eğitim sisteminin bile gerisine düşmektedir. Anımsanacağı gibi, Mori Arinori’nin oluşturduğu eğitim sistemi aynı derecede eşitliğe aykırı ve hiyerarşik bir yapıda olduğu halde, üniversitelerin düşünce özgürlüğü ile aydınlanma değerlerinin serpilip geliştiği merkezler olmasını öngörmekteydi. Türk millî eğitim ideolojisi, evrensellik ve enternasyonalizme karşı güvensizliği ve önyargıları pekiştirme eğilimi taşımaktadır. Siyasal ve ideolojik öğretilemeye yönelik olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Bu durumdan kurtulmak için, eğitim sistemini, insanlığın köklü felsefelerine, uluslararası kültüre, evrenselliğe, dünya halklarının ortak mirasına açmak gerektiği öne sürülebilir. Türkiye’deki eğitim sisteminin bir felsefe değişikliğine ihtiyacı vardır. Her alanda özgürlüğü ve eşitliği esas almayan düzenlemeler toplumsal çıkmazları daha da derinleştirmektedir.177 Fransa hem ilk ulus devlet, hem de ordu-milletti. 19. yüzyılın başından itibaren Fransa’yı örnek alan Avrupa’da paralı askerlik üzerine kurulu imparatorluk orduları, yerlerini zorunlu askerlik görevine dayalı millî vatandaş ordularına bırakmaya başladılar. Bu ordular uluslaşmanın hem sonucu hem de aracı oldular. Sosyolog Eugen Weber'in deyişiyle, 
Fransa'da köylülerin "Fransız"a dönüşmeleri sürecinde askerlik ve eğitimin rolü büyüktü. Her iki pratikte de 18. yüzyıldan itibaren önce Avrupa'da daha sonra (veya eşzamanlı olarak) başka coğrafyalarda özel alanlarından sıyrılıp belirli sınıfların tekelinden çıkarak, herkesi kapsayan (en azından niyet bazında) ve hatta "zorunlu" bir nitelik kazandı. Yeni bir "disiplin" anlayışının geliştirilip uygulandığı bu iki kurum aracılığıyla, aynı üniformayı giyen, aynı dili 
konuşan, aynı marşları söyleyen itaatkâr ve üretken bedenler, milliyetçi ve sadık vatandaşlar yaratmak hedeflendi. Bu anlamda vatandaş orduları, yalnızca ulus devletin vatandaş yaratma projesinin önemli bir ayağı olmakla kalmayıp, diğer önemli bir ayak olan eğitimin de şekillenmesine katkıda bulundular. “Ordu-millet” kavramı ilk olarak İngiltere’de yayımlanan (yazarı belirsiz) The French Considered as a Military Nation Since The Commencement of Their 
Revolution (Londra, Egerton, 1803) kitabında yer alır. Bu kitap, Fransa’nın tüm vatandaşlarını askere dönüştürerek askeri alanda çok önemli ve tehlikeli bir yeniliğe imza attığını anlatıyor ve Büyük Britanya’nın bu tehdit karşısında yapması gerekenleri sıralıyor.178 

TSK kendisini Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve onu önceleyen ilkelerin gerçek koruyucusu olarak görmektedir. Sıkı bir eleme sürecinden sonra askeri okullara giren genç öğrenciler, ilk günlerinden itibaren Türkiye Cumhuriyeti Devletini ‘koruma ve kollama’nın asli görevleri olduğu düşüncesiyle yoğruldukları gibi; bütün meslek hayatları boyunca bu doğrultuda düşünmeye ve davranmaya teşvik edilirler. Bu misyonun temel objeleri, diğer bir deyişle korunması gereken değerler silsilesinin başında gelenler; devlet otoritesi, ülkenin bütünlüğü 
ve laiklik ilkesidir. Laiklik ilkesinin bu değerler manzumesi içinde yer bulabilmesinden de anlaşılacağı gibi, TSK kendisini sadece dış güvenlikten sorumlu görmekle yetinmemekte, ayrıca Cumhuriyetçi Batılılaşma/çağdaşlaşma misyonunun da esas sahibi/taşıyıcısı olarak algılamaktadır. 
Orduların demokratik rejimle birlikte yaşamayı öğrenmeleri kolay olmamıştır, olmamaktadır. 
Hiyerarşinin, disiplinin kayıtsız şartsız itaatin vurgulandığı bir örgüt kültüründe yetişen insanlar için, demokratik rejimin düzensiz, karar alma mekanizmaları çok yavaş işleyen, demagojiye izin veren bir rejim olarak algılanması kuvvetle muhtemeldir. Gerçekten da askerlerin anlayışında sivil siyasetçi imajı, kişisel menfaatler için ilke ve kural tanımayan, demagojiye başvurmaktan çekinmeyen, iyi niyetinden ve bilgisinden şüphe edilecek kişi profiline çok yakındır. Böyle olunca da, meşru kanallardan iktidara gelmiş olan sivillere itaat etme, onların denetimine açık olma fikrinin kabul edilmesi kolay olmamaktadır. Ayrıca, temel 
fonksiyonu güvenlik sağlamak olan bir yapılanmada ulusal güvenliğe yönelik tehditlerin abartılı bir biçimde algılanması söz konusudur. Bu da demokratik rejimin gerektirdiği özgürlüklerin aşırı bulunmasına yol açan bir etkendir. 27 Mayıs’ın etkili isimlerinden Orhan Erkanlı’nın179 konuyla ilgili görüşleri anlamlıdır: 
Türk subayının yetişme tarzı diğer ordulara hiç benzemez. Diğer ordularda 
subaylık herhangi bir devlet hizmeti gibi, profesyonel meslektir. Bizde ise, bir 
mesleğin çok üstünde millî bir vazifedir. Devlet muhafızlığıdır. Bütün okullarda 
bu telkinlerle yetişen subaylar, rütbeleri yükseldikçe, yetki ve imkânları arttıkça 
aynı fikirleri kendi muhitlerine de yayarlar ve böylece okulda başlayan, 
Cumhuriyeti korumak ve kollamak görevine bağlılık bütün ordu hayatları 
boyunca onlar için değişmez bir inanç haline gelir. Şartlar gerektirdiği zaman bu 
vazifeyi yapmak için ya kendileri harekete geçerler veya verilen müdahale 
emirlerini normal bir vazife yapmanın rahatlığı içinde yerine getirirler. 
Harbiye Marşı’nın sözleri bu düşünceyi doğrular niteliktedir: “Kanla irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti, cehennemler kudursa ölmez nigâhbanıyız (bekçisiyiz).”180 Modernizm, tarihsel dönemlerde olduğu gibi, belirli bir eğitimden geçmiş olanlara diğerlerinden farklı oldukları bilincini enjekte eder. Böylece bunların içinden çıktıkları sınıfa yabancılaşmaları sağlanır. Farklı oldukları bilinci taşıyan bu insanlarda, ‘Eğer farklı isem diğer insanlardan farklı yaşamaya, ayrıcalıklı olmaya ve otorite kullanmaya da hakkım vardır.’ bilinci yerleştirilir.181 

Askeri öğrenciler, diğer öğrencilere göre çok farklı bir eğitimden geçmektedirler. Onlara Atatürk’ün çocukları oldukları ve kötülüklerle dolu dünyada çıkarını düşünmeyen bir kadro oldukları defalarca söylenmektedir. İnsanlığın ve bireyin değerlerinden çok, devlet ve ulus değerlerini öğrenmektedirler. En başarılıları, derin bir görev duygusuyla, sadece askeri yönden değil, siyasi ve manevi yönden de Türkiye’nin kaderinin kendilerine bağlı olduğu inancıyla mezun olmaktadır. Askeri okullarda, dünyayı tehlikelerle dolu gösteren stratejik 
doktrin öğretilmektedir. Her yerde tehdit vardır. Yabancı güçler, Türkiye’yi yıkmak, bölmek ve zayıflatmak için hiç durmadan komplolar kurmaktadır. Atatürk düşmanı olan kötü Türkler de bu komplolara katılmaktadırlar. Bu kadar ciddi sorunlarla karşı karşıya olan ulusu savunmak için, ordunun elinde çok sayıda tank, helikopter ve top olması yeterli değildir. 

Nankör bir iş olsa da, toplumu düzenlemek, ulusu felakete götürmek isteyen tehlikeli fikirleri ve bireyleri bastırmak görevlerini de üstlenmelidir. Günler yıllar boyunca bu mesajla doldurulan öğrenciler, kişi hakları ve sivil gücün üstünlüğü gibi insancıl değerlerden çok, “devlet” ve “görev” gibi soyut idealleri benimsemiş subaylar haline gelmektedirler. Onların Türkiye’si, birçok sivilin gördüğü yaşam dolu, kendine güvenli ve hırslı Türkiye değildir. Düşmanlarla çevrili ve kolayca yönlendirilebilen saf insanların oluşturduğu bir halk görmektedirler. 

Bir ülkenin acil toplumsal ve siyasi sorunları olsa da askeri sorunları yoksa, barış içinde ve güvenli ise, ordu o kadar da öncelik taşımaz. Bazı Türkler, sahip oldukları üstünlüğü korumak isteyen generallerin tehditleri abarttığını, hatta olmayan tehditleri varmış gibi gösterdiğini düşünmektedir. Bunu söylemek haksızlık olur. Generaller, büyük kurumsal güçlerini korumayı doğal olarak istemektedir. Ancak korkularında, artık zamanın gerçeklerine uymayan bir stratejik doktrine göre eğitildikleri ve yaşadıkları uzun yılların büyük etkisi 
vardır.182 

Harbiye’nin öğretim yılının açılış töreninde, zamanın Genelkurmay Başkanı “Biz, sizi burada devlet adamı olarak yetiştiriyoruz.” dedi. Harbiye bir meslek okuludur. Tıbbiye ve Mülkiye gibi bir meslek okuludur. “Devlet adamı” denilen şey mektepten yetişmez. Nasıl oluyor da, siz orada doğru dürüst bir profesyonel asker, bir savunma elemanı yetiştireceğinize kendinize böyle bir rol biçiyorsunuz? İşte bu sınırı aşmaktır. O öğrenciler öyle koşullanıyor. Askerlerin 
askerlik yapması gerekir; siyaseti ve rejimi tartışmak değil. O zihniyette yetişmiş olan bir generalin de kendisine “Sen devlet memurusun.” dendiği zaman, memuriyeti küçültücü bir ifade olarak görmesi de sistemin içinde var olan eğitimin bir sapmasıdır. Bu aynı zamanda meslek eğitiminden bir sapmadır. Zaten en büyük sorun da askerliğin bir ideolojik meslek grubu hâline gelmesidir ve toplumu militarize eden bir ideolojiye dönüşmesidir. Askerlerin merkezinde olduğu bir siyasal sistemin varlığını ve sürdürmesini içeren bir ideolojidir bu. 

Askerlerin merkezinde olduğu bir sistemin sürmesi demek, onun otoriter, hiyerarşik ve devletin toplum üzerindeki tahakkümünü içeriyor olması demektir zaten.183 
Darbeler sonrasında demokrasiye geçişte iyi bir uygulama örneği olarak kabul edilen İspanya: 
Öyle bir ülkeydi ki, son 200 yıllık tarihinde 150 civarında darbeye, darbe girişimine ve askeri komplolara sahne olmuştu. Üstelik Franco faşizmi kırk yıl boyunca iktidarda kalabilmişti. Sivil demokrasi karşısında İspanyol ordusu sanki siyasal bir özerkliğe sahipti. Franco diktatörlüğü döneminin 1975’te kapanıp demokrasiye geçişinden sonra 1982’de yapılan yasal değişiklikle belirsizlik giderildi; ordunun siyasal özerkliği ortadan kaldırıldı. Bütün ders 
kitapları ve tarih kitapları İspanya iç savaşında Franco’nun Cumhuriyetçi güçlere karşı kazandığı zafere göre yazılmıştı. Demokrasiye geçişle birlikte okullardaki ders kitapları bütünüyle değiştirildi. Askeri akademilerde okutulan ders kitapları gecikmeli de olsa tümüyle değiştirildi.184 

Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Hilmi Özkök; askerlerin eğitimi meselesi, demokratikleşme ve askerlik mesleğinin ne olduğu ile ilgili komisyonumuza şunları ifade etmiştir: 

“Darbeler sağlıksız bir demokrasinin semptomudur. İspanya eski Millî 
Savunma Bakanı Narcis Serra isimli birisi vardır. Bu 1980’li yıllarda İspanya’da 
özellikle demokratikleşme -Franco’dan sonra- ve ordunun demokratik nizam 
içerisindeki özgün yerinin alması konularında çalışmış, daha sonra çeşitli 
ülkelerde akademisyen olarak danışmanlık yapmış, üniversitelerde ders vermiş, 
gerçekten bu konularda çok değerli bir siyasetçidir. Serra diyor ki: “Darbeler 
sağlıksız bir demokrasinin semptomudur. Semptomla uğraşmak meseleyi çözmez, hastalıkla da uğraşmak lazım.” Tabii hastalıkla uğraşmak 1950’den beri yani çok partili demokrasiye geçtiğimizden beri çeşitli merhalelerle, çeşitli şekilde ele alınmıştır ve bu gayretler sürmektedir. Tabii onu sizler benden çok daha iyi bilirsiniz -genel demokratikleşme- ama bunun içerisinde ordunun yeri konusunda işte bugün ben de sizlere yardımcı olmaya çalışacağım. 

Thomas Bruno diyor ki: “Yeni ya da eski tüm demokrasilerde sivil-asker ilişkileri meselesi temelde aynıdır.” Yani bu bize şunu gösteriyor: Bu mesele sadece Türkiye’ye özgü bir mesele değildir. Askerliğin temel özellikleri: Askerlik en eski mesleklerden birisidir -iki meslek daha vardır bunun yanında- bu nedenle gelenekleri çok kuvvetlidir. Bunu insanların güvenlik içgüdüsü yaratmıştır. Yani doğaya baktığımız zaman her yerde güvenlik vardır. Öyle şeyler var, böyle ağacın üstüne çıkar bir tanesi nöbetçidir bakar çünkü içgüdüsel olarak insan hayatını veya bir hayvan hayatını idame ettirmek ister ve bunun için de evvela güvenlik şarttır, arkasından üreme. Bu iki duygu insanların bütün davranışlarını çok yakından etkileyen duygulardır. 

Askerliğin özü, mensuplarını başkaları için ölmeye veya öldürmeye 
götürmektir. Askerlik yemininde bunu üstelik seve seve yapmamız bize 
öğretilmektedir ve canımızı; vatanımız, ulusumuz, anayasal düzenimiz için seve 
seve vereceğimizi yeminle askerliğe başlarken içimize çakarız. Ölümü göze almak da, öldürmek de çok acı vericidir. İkinci Dünya Harbi’nde Alman askerlerinin çoğunun hedeflere değil, hedeflerin sağına soluna ateş ettiklerini tespit etmişler yani bir sürü mermi atılıyor fakat zayiatı karşı tarafın beklendiği kadar değil ve bunu inceliyorlar, psikologlar bunu tamamen insan öldürmemek içgüdüsüyle, kendi öleceğini de bildiği hâlde -kendisi öldürmezse, kendisini öldüreceklerhedefe ateş etmediğini görüyorlar ve psikolojik olarak bir uzun eğitim ve tedavi döneminden sonra ancak bunun üstesinden gelebiliyorlar. Bu zor işi insanlara veya askerlere yaptırabilmek için askerler kayıtsız şartsız itaate alıştırılmışlardır. 

Süslü üniformalar giydirilmişlerdir, mutluluk hormonu sağlasın diye savaşa ritmik, uygun adımla götürülmüşlerdir. Bunların hepsinin anlamı bu zor görevi askerlere yaptırabilmektedir ve onlara gene bu ölümü göze almaları ve öldürebilmeleri için çok güçlü bir vatan ve ulus sevgisi -bunu bütün ordular için söylüyorumaşılamıştır. Millî menfaatlerinin önemi öğretilmiştir. Düşünün Amerika her iki dünya harbinde binlerce askeriyle geldi Avrupa’da öldü. Lüksemburg’dan 
Belçika’ya girerken büyük bir mezarlık vardır, binlerce Amerikan askeri haçlarla 
temsil edilmiştir, orada yatmaktadırlar. Neden ölmüşlerdir? Vatanları, milletleri 
için değil, Amerika’nın menfaatleri için ölmüşlerdir çünkü Avrupa demek 
Amerikan ekonomisi için sürdürülebilirlik demek, bütün menfaatleri oraya bağlı 
ve şimdi de -bakın- bunları çok gözlemliyoruz, bütün ülkeler artık sınırlarında 
değil, sınırlarının ötesinde millî menfaatlerine doğan tehditleri yavaş yavaş orada gidermeye, böyle kanlı canlı eski Prusya muharebeleri gibi harp yapmamaya çalışıyorlar ve hepsi de ordularını küçülttüler daha ziyade politik ve ekonomik gücü tatbik ederek istediklerini karşı tarafa kabul ettiriyorlar. 
Mamafih askerliğin bu temel özellikleri artık değişiyor -bunu da endişe etmeyin 
diye söylüyorum- askerlerin yerini ölüm makineleri alıyor, orta vadede harp eden iki ülkenin belki de askerleri birbirini görmeyeceklerdir. Şimdi görüyorsunuz Amerika’da konsolun başından Afganistan’da basıyor yani artık bundan sonraki savaşlar robotlar savaşı olacak. Belki de o zaman insanları ölüme götürmenin yöntemleri bu söylediğimin çok dışında olacak ama bunlar tabii bizim gibi orta üstü ülkeler için -teknoloji yönünden kastediyorum, silah teknolojisi yönündenbiraz zaman alacaktır. 

Öğretmekle tabii etkileyebilirsin insanları ama en doğru şey örnek olmaktır. Ben 
çocuklarımdan öyle biliyorum. Eşimle kararlaştırdık, biz doğru davranırsak onlar 
bizim gibi olurlar. Söylüyorsunuz, buradan girer, buradan çıkar. Bunun da çok 
hikâyesi vardır ama iyi örnek olmak, bu da bir yöntemdir. Öğretimle tabii bunu 
desteklemeli ama insanların entelektüel seviyesi… Artık gençlerde ben bunu 
görüyorum. Gençler, inanın, bizden çok daha demokratik düşünüyorlar bizim 
jenerasyona nazaran. Biz çünkü biraz daha eski günleri, soğuk savaşı falan 
yaşadığımız için öyleyiz yani şey böyle. 

Siyasete ve siyasetçiye güvensizlik hissederse halk ordudan bir şeyler 
beklemeye başlıyor. Bu büyük bir sorumluluk yükü oluşturuyor ordu üzerinde 
yani halkın böyle bir beklenti içerisinde olduğunu sezinlemek çok büyük bir yük 
bindiriyor askerlerin omzuna ve her şeye karışmaya başlıyor bu etkinin atında. 
Demokratikleşme geliştikçe müdahale ihtimalleri, askerî müdahale ihtimalleri 
azalacaktır çünkü hastalık ortadan kalkarsa semptomlar da ortadan kalkacak. 
Dolayısıyla güçlü, kuvvetli, halka dayanan temsilî bir demokrasinin varlığı bu 
konuda çok büyük önem taşımaktadır. Tabii darbeleri, muhtıraları ve olumsuz 
girişimleri incelerken demokrasiyi sorunlu hâle getiren unsurlar da araştırılmalı ve yapılacaklar saptanmalıdır.185 

Gazeteci Rıdvan Akar, TSK’nın eğitim modeli ile ilgili olarak: “Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki eğitim modeli sorgulanmalıdır. Kendisini devletin biricik kollayıcısı ve sahibi gören, sivil ve yurttaşı ve siyasetçiyi de aslında devletin onlara karşı da gerektiğinde korunması gerektiğini düşünen bir eğitim modeli içerisinde yetiştirilen askerlerin, işte 1946’dan 60’a, 1956’dan 80’e kadar uzanan o darbecilik duygu ve düşünceleri ve saikiyle Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde kalmamaları gerektiğini, onlarda da ordunun gerçekten millet için var olduğunun, güçlü ordu değil güçlü milletin olması gerektiğinin altının çizilmesi 
gerektiğini düşünüyorum.”186 Demokrasinin üzerindeki gölge olarak tasavvur edilen ordu inisiyatiflerinin menşeinde özellikle subay olacak askeri okul talebelerinin yetiştirildikleri psikolojik ortam ve kendilerine ülke bürokrasisinde biçtikleri rol fevkalade önemli bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. 
Kuşkusuz, askeri okullarda yapılan eğitim ve öğretimin demokratik siyasetin unsurlarıyla uyuşabilecek bir zihniyeti taşıması sadece Türkiye’de değil, dünyanın hiçbir yerinde mümkün değildir. Ama maalesef, Türkiye’de mesele bunun da ötesinde bir vahamet arz etmektedir. 

Çünkü Türk Silahlı Kuvvetlerinin subay adaylarına verdiği eğitim teknik olmaktan ziyade ideolojiktir. Türk subayı aldığı eğitimin bir neticesi olarak, kendisini, mesela mühendis gibi, polis gibi bir kamu hizmetini yerine getiren teknik bir eleman olarak değil; tam aksine rejimin bekçisi olarak görüyor ve bundan dolayı da imtiyazlı sanıyor.187 


BÖLÜM DİPNOTLARI;


177 İsmail Kaplan; Türkiye’de Millî Eğitim İdeolojisi ve Siyasal Toplumsallaşma Üzerindeki Etkisi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 165-166, 172, 393-397. 
178 Ayşe Gül Altınay; Eğitimin Militarizasyonu, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 180,181.
179 Kurmay binbaşı rütbesiyle fiilen darbeye katıldı ve 38 kişilik Millî Birlik Komitesinde yer aldı. 
180 Tanel Demirel (2009); s. 349, 360. 
181 Fikret Başkaya (1999); s. 92.
182 Stephen Kinzer (2002); s. 215, 216, 222. 
183 Doğu Ergil, Siyaset Bilimci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 4 Ekim 2012, s. 22. 
184 Hasan Cemal (2010); s. 72, 73.
185 Hilmi Özkök, Türk Silahlı Kuvvetleri 24. Genelkurmay Başkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, Ankara, 4 Ekim 2012, s. 1-3, 19. 
186 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 17. 
187 Gültekin Avcı (2008); s. 169. 



KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

14 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


***