Hamas etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hamas etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜM SÜRECİ VE BİR KAÇ SORU İŞARETİ

ÇÖZÜM SÜRECİ VE BİR KAÇ SORU İŞARETİ


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
01.06.2013 


Kişilikli,  kendi farklılığını ifade eden ve farklılığı kabul edilen ilişkilerin olması gerekiyor. Eğer bir taraf diğer tarafı baskı vs yoluyla veya ona başka bir yol bırakmamak şeklinde hareket ediyorsa kendi iradesini ona kabul ettirme çabası olduğundan dolayı bu ilişki biçimi eşit bir ilişki biçimi değildir. Bunu bu şekilde kabul edenler de eşit ilişki içinde olmadıklarının farkındalar. O nedenle onun istemlerinden çok ona bahşedilenden söz etmek daha doğru olacaktır. Beşir Atalay barış sürecini tek taraflı yaptıklarını söylemekten çekinmekle kalmıyor BDP’yi kendileri tarafından atanmış siyasi bir muhatap olduğu şeklinde sözler sarf ediyor Bunun anlamı devlet tarafını üstün görme anlayışının devam etmesidir. Bu da eşitliğe dayalı ilişkiyi dışlayan bir tavırdır. Bu şekildeki tavırlar siyasi ilişki geliştirmek o ilişkiyi başından beri sancılı hale getirir, gelecekte ilişkilerin yürümemesi riskini kendi içinde taşır. Bu şekilde hareket etmenin bir başka olumsuz tarafı da bu tarz ilişkilerin zamana yayılarak farkına vardırmadan onu etki altına almak, bunu bu şekilde tasfiye yöntemi olduğunun anlaşılması durumunda karşısında muhatap olarak yer alanların kandırılmışlık konumuna düşürüldüğünün anlaşılması durumudur. Bu aynı zamanda iki toplum arasında güvensizlik bunalımına yol açar ki gelecek yıllarda çatışma riskini daha fazla içinde taşımasına neden olur. Bu nedenle eşit ilişki temeline dayanılmadığı durumda muhatap olarak kabul ettiğinizi bir taraf olarak da görmekten uzaklaşırsınız bu da sağlıklı ilişki ve iletişimin temeli olan samimiyetin de olmadığını ifade eder.

Beşir Atalay, süreci ayakta tutmak için büyük çaba sarf ediyor. Ancak etrafında dönen oyunları engelleyecek gücü de yoktur,  önemli istihbarat birimleri kendisine bağlı olmasına rağmen bunları etkili bir şekilde kullanamıyor, pratik yönü oldukça zayıf; en önemlisi siyaseti de iyi bilen birisi değil. Bilindiği gibi KCK Operasyonları soruşturması 2007 yılında start aldı. Bir söylentiye göre bu operasyonlarda gözaltına almaları o dönemde Beşir Atalay’ın engellediği söyleniyor ancak bunun doğru olmadığını söyleyebiliriz. Durdurma, yavaşlatma olmuşsa da bu taktiksel bir durdurma, yavaşlatma olduğu söylenebilir. Yerel seçimlerin sorunsuz atlatılması hedeflenmiş olabilir. Nitekim seçimlerden hemen sonra gözaltıların başlamış olması bunun seçimlere dönük bir yavaşlatma olduğunu ortaya koyuyor ayrıca soruşturmanın geniş kapsamlı oluşu da dikkate alınırsa bir yavaşlama ya da durdurmadan söz etmek de mümkün değildir. Böyle bir soruşturma için geçen süre o kadar uzun bir süre de sayılmaz. 

Beşir Atalay’ın yumuşak söylemlerine kanmamak, hükümetin yumuşak yüzü şeklinde bakmak bizi yanıltıcı sonuçlara götürebilir. Onun söylemlerine inanılarak Kürtler üzerinde rehavete de yola açabilir. Bu kadar KCK adı altında operasyonlar yapılırken bunda yer alan aktörlere hiçbir şey olmadan onlar kendi konumlarını devam ediyorlarsa politik olarak farklı bir yönelimin olmadığını bize gösteriyor. Ya da somut adım atılıp bu davaların doğrudan düşmesini sağlamaları gerekiyor madem ki bu operasyonların yapılmasının yanlış olduğu söyleniyorsa o zaman bunca insan neden mağdur edilmeye devam ediliyor, normal yargılama sürecinde dahi tutukluluğun bu kadar uzun sürmesi mümkün değilken, açılımın konuşulduğu bir dönemde hiçbir eyleme karışmamış insanların bu kadar uzun süre tutuklu kalmalar burada bir oyalamanın, zamana yayarak unutturma, onların içerde oluşunu normalmiş gibi topluma yedirme anlayışının hakim olduğu görülüyor. Devlet, bir anlamda Kürt siyasi kadrolarını dizayn etmeye çalışıyor, adeta birilerinin önü kapatılırken birilerinin önü açılıyor benzeri bir durum var. Kürt siyasetinin bir bölümünde çözüm olsun da ne olursa olsun anlayışının giderek etkisini gösterdiği, AKP’nin kendisini egemen güç haline getirip her şeye hükmedebileceği anlayışının kabulüne benzer eğilimlerin Kürtlerin devrimci mücadelesiyle çelişmektedir. Kürtler bulundukları konum, mücadele dinamikleri, dört ayrı ülke içinde etkili siyaset yürütebilmeleri siyasetin Kürtlerin konumuna göre yapılmasını gerektiriyor. Zaten Kürtler bu konuda kararlı bir duruş sergilerse diğer güçlerin Kürtlerin konumuna göre siyaset yapacakları belli olmasına rağmen Kürtlerin bu güçlerinin farkında olmayışları, geçmişin acı olaylarının yarattığı izler nedeniyle kendilerine olan güvenlerini kaybetmeleri konusundaki psikolojileri de bunda etkili olabiliyor. Yapılması gereken en önemli husus birliktelikten ve birlikteliğe dayalı örgütlülüğü daha da geliştirmektir. Geçmişte AKP’ye sonuna kadar kapıyı sonuna kadar kapalı tutmaları nasıl normal değilse AKP’ye kapıların tamamen açık tutulması da normal değildir. Geçmişten bir dakika durun, AKP’yi anlamaya çalışın denildiğinde içinde AKP geçen ne varsa elinin tersi ile geri çeviriyorlardı. Şimdi Reyhanlı olayında dahi AKP’ye yönelik ciddi bir eleştiri yapılmayışı bu söylemle ilgili olabilir. 

Bu Kürt siyaseti için tehlikelidir çünkü kendi içinde tartışmayı ve şeffaflığı da ortadan kaldıran bir durumdur. Eleştirilmesi gereken bir husus da “biz Öcalan’a güveniyoruz, geri çekiliyoruz, Öcalan’a güveniyoruz demokratik siyaset yapıyoruz” söylemidir. Bunu Kürt halkına anlatmak kolay ancak başkalarına bunu inandırmak o kadar kolay olmamaktadır. Onlara da “bu sürecin arkasında Öcalan var, ondan dolayı herkes rahat olsun” diyemiyoruz. Onlar daha somut belirtiler görmek istiyorlar ve bunda da haklılar. İşte böyle bir durumda daha önce Kürtlere yakın durmuş devrimci demokratik çevreler giderek Kürt siyasal hareketinin giderek AKP’yle aynı zemine geldiklerini düşüneceklerinden dolayı Kürtlerin sürekli yaratmak istedikleri birlikteliklere de zarar verecektir. Zarar vermekle kalmayacak bu çevrelerin AKP’nin oluşturmak istediği muhafazakar otoriter yapı karşısında ulusalcı güçlerin yanına savrulmasını da beraberinde getirmektedir. Kürt siyasal hareketi ile AKP arasındaki ilişkilerde eşitlik temelinde gelişmediği için bunun Kürtlerin siyasal varlığına zarar vermeye başladığını görmek gerekiyor.
< Kürdistan Ortadoğu’nun yıldızı veya Kürt sorununu çözen Türkiye Ortadoğu’da güç olacak gibi görüşlerin yoksul Kürde bir faydası yoktur. Kürtler kendi çabasıyla neden Türkiye’yi güç haline getirsinler ki Kürtler neden göbeklerini Türkiye’den koparmıyorlar Türkiye’yi büyüten Kürtlere Türkler ne verecek? >

Verecekleri özgürlük olmayacağı kesin. Verebilecekleri bahşişten öte bir şey olmaz Kürtler, Türklere Anadolu topraklarını açtıkları zaman kazançları ne oldu güçlü bir devlet haline gelen Selçukluların karşısında Bisans gerilemiş oldu daha sonraki aşamalarda Selçuklu çökünce Kürtlerin de çöküşü oluyor ancak Türkler Osmanlı’yı kuruyorlar. Osmanlı zayıf Bisans’ı kolayca yeniyor önünde en büyük engel İran’dı İran’a karşı Osmanlı birlikteliği Osmanlı’nın egemenliğini sağlamakla kalmıyor, Osmanlı İran’ı da arkasına alacak şekilde genişlemesine devam ediyor. 

Ondan sonraki tarihi süreç içersinde Osmanlı ile İran’ın savaşmayışı Osmanlı’nın genişlemesi üzerindeki etkisindendir. Bu şekilde İran siyasi varlığını devam ettirmiştir. Bu kadar önemli siyasal sonuçların oluşmasını sağlayan Kürt-Osmanlı anlaşmasından Kürtler lehine siyasal/tarihsel bir kazanımın çıkmayışı üzerinde Kürtlerin iyi düşünmesi gerekiyor.  Kürtlerin kalıcı bir başarısı yok sadece kendi bölgesinde özerklik(beylik)  benzeri bir durum var. İran’la birlikte olmuş olsalardı daha büyük imkanlar elde edebilecekler miydi? Bunun cevabını vermenin bir anlamı yoktur. Önemli olan bunun bilincine varabilmektir.  Osmanlı’nın son dönemi de Ermeni vs. gelişmelere de bu kapsamda bakmakta fayda vardır. Unutulmaması gereken bir şey varsa o da  yoksul halka dayalı bir hareketi getirip egemenlerin hizmetine koymanın halkların kalıcı barışına bir katkı sunmadığıdır.
Başbakan Erdoğan, 2009 yerel seçimlerinden önce Diyarbakır için Ortadoğu’nun parlayan yıldızı demişti. 

Diyarbakır demek Kürdistan demek olduğu için Demirtaş’ın sözleriyle Erdoğan’ın sözlerinin benzerliği ikisinin hedeflerindeki benzerliği ortaya koyuyor. 

PKK'nin 2004 yılında getirilmek istendiği duruma geldiği görülüyor o dönem ki koşulların uygun olmayışı nedeniyle Öcalan buna karşı durmuştu ya da bundan haberdar edilmemişti yani örgüt bölünürken Öcalan haberdar edilmemişti. 

Bu da yapılmak istenilenin yapılmayışı anlamına geliyordu. Kürdistan konumu ile dünyanın yıldızı durumu da olduğu için rahat yüzü görmüyor Kürdistan’ın suyu, petrolü ve çıkarılmayı bekleyen yer altı zenginlikleri ve uranyumu onu başlı başına yıldız yapıyor. Bu aynı zamanda Kürdistan’ın şanssızlığıdır herkesin Kürdistan’a el atmasının da yolunu açıyor Kürdistan’ın bölünmesinin en önemli nedenlerinden biri de budur. Kürtlerin yapması gereken onları bölenlerden uzak durup bölgenin yoksul ezilen halklarıyla birlikte mücadele edebilmektir. Yoksul Kürdün kanını dökerek mücadeleyi getirdiği aşamayı birine teslim edip onların koruyuculuğuna girmenin Kürtlerin ve Kürdistan’ın kurtuluşu ile ilgisi yoktur. Öteden beri yapılmak istenen, istenilene katılma söz konusudur. Ortadoğu’daki mevcut güçlere yapılan müdahalenin siyasi biçimi Kürtlere ve onun örgütlerine uygulanmıştır, dayatma ile karşı karşıyalar. Ne yazık ki bu dayatma karşılığını bulmuş sivri uçlar törpülenmiş, yumuşak uçların önü açılmıştır. Öcalan da buna ikna olmuştur şimdi yapılmak istenilen 2004'te yapılmak iste istenilenin gerçekleşmiş halidir.

Suriye konusunda Türkiye ile ABD aynı düşünmüyor görünürde he ikisi de Esad’ın gitmesi konusunda görüş birliği içinde ancak ABD, Esad sonrası Suriye’de etkili olacak radikal İslam’dan dolayı endişeli İsrail’in radikal İslam’ın denetiminde güvenliğinin ne olacağı ABD için önemli bir kaygı. Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gerginlik de dikkate alındığında Türkiye’nin denetleyebileceği bu şekildeki Suriye’nin güvenliği için olası zorluklar ABD’nin Türkiye’nin istekleri doğrultusunda hareket etmesini önlüyor. ABD’nin öncülüğü Türkiye ile İsrail’in ilişkilerini düzeltmektir. Ondan sonra çözüm de kolay olacaktır. Türkiye’nin radikal unsurlarla ilişkisini kesmesini istiyorlar aynı şekilde Mısır’ın da mübarek dönemine dönmesini istiyorlar kendi başına hareket eden bir Filistin’i istemiyorlar. Bunun ilk adımı HAMAS’ın Şam’ı terk etmesiyle atılmıştı. Böylece Filistin’i koruyucu gücü haline gelen Lübnan Hizbullah’ının etkisi kırılmaya çalışılıyor. Filistin konusunda mezhepçi yönelimlerden uzak kalan Hizbullah mezhep batağına çekilerek etkinliği ve saygınlığı sıfırlanmaya çalışılıyor. Hizbullah bu halde Suriye’ye girip savaşırsa karşısında Sünni güçleri bulacaktır. HAMAS’ın ve FKÖ’nün de Sünni olduğu dikkate alındığında Filistin davası için meydana gelen birlikteliğin mezhep temelli ayrışması ve çatışması büyük bir kaos demektir böylece saflar giderek derinleşirken İsrail kendisini daha fazla güvence altına alacaktır. Kürtlerin Ortadoğu devriminde öncü rolü vardır. Bunu saptırmanın başkaca güçlerin hizmetine koşturmanın bir anlamı yoktur. Aynı şekilde Arap baharındaki halklara verilen devrim umudunun tüketilmesi de bununla bağlantılıdır. Kürtler kendi devrimlerinin Arap baharı gibi amacından saptırılmasına izin vermemelidirler. Kürtler bunu Türkiye Ortadoğu’nun bir gücü haline gelsin diye bu mücadeleyi vermediler. Güçlü bir ülke haline geldikçe Türkiye’nin Kürtlere yaptıklarını hiç bir zaman unutmamaları gerekir. Güçlü bir devlet haline gelecek bir Türkiye Kürtlere ne verecek Kürtlerin güçlü bir Türkiye’den alacağı bir bahşişten öteye geçmeyecek tir. Bu da ulusal olmayacaktır geçmişte devletle işbirliğine giren ağa ve şeyhlerin konumuna düşülecektir. Belki özerklik benzeri uygulamalara geçiş olsa bile bunun üzerindeki etkili idari ve mali vesayetle kendisine bağımlı hale getirmeye devam edecek.

“Kürtler İstanbul’dan, İzmir’den, Adana’dan neden vazgeçip de Hakkari’ye mahkum olsunlar.” şeklindeki görüşlerin Kürtler tarafından dillendirilmesinin Kürt toplumunun toplumsal-tarih bilinci üzerindeki olumsuz etkileri üzerinde de durulması gereklidir.  Neden bir Kürt başkasının ülkesini kendi ülkesinden daha çok sevsin ki eğer Kürdistan bu kadar kötü veya geri ise TC neden orayı terk etmiyor ki! Kendi askeri gücünün yarısını orada tutuyor ki o zaman Kürdistan bu kadar geri ve kötüyse neden devlet orada kalıyor ki, onlar Kürtlerin kaşı gözü için mi orada kalıyorlar durum böyle iken Kürtler aptal mı ki İstanbul’u bırakıp Hakkari ile yetinsinler demenin bir anlamı var mı? Kürtler acaba İstanbul’da hangi şartlarda yaşıyorlar? Ekonomik imkanları nedir? Nasıl bir eğitim görüyorlar? 
Bunu biliyorlar mı? Böyle diyenler gönüllü asimilasyona razı olanlardır.

***

14 Aralık 2020 Pazartesi

İşbirlikçi Terör ile Antiemperyalist Başkaldırıyı Karıştıranlar

İşbirlikçi Terör ile Antiemperyalist Başkaldırıyı Karıştıranlar  



EROL MANİSALI

ABD ve AB için terör, Ortadoğu'da yeniden yapılanmanın en önemli araçlarından birisi olarak kullanılmaktadır. ABD ve AB, ''PKK'yi terör örgütü olarak tanımlamalarına rağmen'' onu Türkiye'ye karşı Ortadoğu'nun yeni sömürgeciliğinde en önemli silah olarak görüyorlar.

- PKK, ABD ve AB'nin terör listesinde ise Türkiye'nin bu örgüte karşı her türlü önlemi alma ve operasyon yapmasına destek vermeleri gerekmez mi?
- Aksine, Ankara üzerinde baskı yaparak, bu terörün Türkiye ve bölgeyi yıpratmasına destek veriyorlar. Eşref Bitlis , ''onların bu baskısına rağmen terörü ortadan kaldırmak istediği için'' hedef alındı.

- Kuzey Irak'taki Kürtçü oluşum ABD, İngiltere ve İsrail tarafından 1990'dan beri planlı bir biçimde hazırlandı.

- ABD ve AB, ''onlar benim teröristim'' diyorlar. Silah ve para yardımı yanında her türlü siyasal desteği veriyorlar. Avrupa Parlamentosu'nun 1993 yılından başlayarak aldığı kararlara bakarsak bu siyasi desteği görürüz. 

Bugün Güneydoğu'daki bazı belediyeler Washington ve Brüksel'in maşaları durumuna gelmişlerdir.

Ortadoğu'da terörün en büyük kaynağı ABD ve Avrupa'nın bu bölgedeki sömürgeci ve baskıcı politikalarıdır. Demokrasiyi son 60 yılda sürekli engellediler.
Bunun sonucunda bölgede iki çeşit terör ortaya çıkmıştır; ya PKK gibi ABD ve AB'nin destekleyerek ürettiği bir terör örgütü vardır; ya ABD (ve AB) sömürgeciliğine karşı başkaldıran Hizbullah, Hamas, FKÖ gibi Batı'nın terör örgütü adını verdiği örgütler ortaya çıkmıştır.
PKK, Talabani ve Barzani ; ABD, İngiltere ve İsrail sömürgeciliğinin bölgedeki işbirlikçileri konumundadırlar. Washington ve Brüksel ile işbirliği yapan bizdeki kimi İslamcı siyasilerle aynı konumdadırlar. Her ikisi de Batı'nın bölgedeki yeni sömürgeciliğine hizmet etmektedirler.

Teröre Karşı terör mü?

Bugün İsrail'in Filistin ve Lübnan'a karşı yeniden başlattığı saldırılar terör örgütü olarak tanımladıkları Hizbullah'a ve Hamas'a karşıdır.

Antiemperyalist başkaldırı terör değildir. ABD ve Avrupa'nın büyük devletlerinin Ortadoğu'da başlattıkları yeni sömürgeciliğe karşı hareketler, kurtuluş hareketleridir. Mustafa Kemal 'in Anadolu'da 1919'da başlattığı Kurtuluş Savaşı da Avrupa tarafından terörist başkaldırı olarak adlandırılmıştır. Batı emperyalizmi bunu hep yaptı; dün de, bugün de.

ABD ve AB bugün Cumhuriyet'e ve Lozan'a karşıdır. 

Kendi Teröristlerini bize karşı Örgütlüyorlar.
Kuzey Irak'ta Talabani ve Barzani ABD ve AB'nin temsilcileri ve işbirlikçileri konumundadırlar. Bu işbirliği Arap ülkeleri, İran ve Türkiye'ye karşı yapılmakta ve yeni sömürgeciliğe destek vermektedir.
İsrail bölgede ABD ve İngiltere'nin öncü gücü olarak Hizbullah'a ve Hamas'a karşı saldırılarda bulunurken PKK ile işbirliği yapmakta ve onu bölgedeki bir maşası olarak kullanmaktadır.
Bu nedenle bölgedeki terör ve başkaldırı hareketleri siyah ve beyaz gibi iki ayrı çizgide yürüyor;

1. PKK, Talabani, Barzani örneklerinde olduğu gibi yeni sömürgeciliğin kullandığı örgütler vardır.
2. Hizbullah ve Hamas gibi ABD ve Avrupa sömürgeciliğinin bölgedeki faaliyetlerine karşı koyan antiemperyalist örgütler bulunmaktadır.
Bu gerçeği kimse inkâr edemez. Bu net gerçeğe rağmen bizde kimi medya çevreleri, ''emperyalizme karşı başkaldıran örgütlerle, sömürgecilerle işbirliği yapan teröristleri'' özellikle aynı kefeye koyuyorlar.
Bunlar Ortadoğu'ya Bush yönetiminin gözlükleri ile bakanlardır. 
Kısacası İşbirlikçilerdir...
***

5 Ekim 2019 Cumartesi

15 Temmuz Darbe Girişiminde BAE

15 Temmuz Darbe Girişiminde BAE

2013 Gezi Parkı şiddet eylemleri dışında Dahlan’ın BAE adına Suriye’nin kuzeyinde PKK-PYD terör örgütüne bazı finansal kaynaklar açtığı da bilinmektedir. 
Türkiye’de yakalanan BAE ajanlarının da yine Dahlan’a bağlı kişiler olduğu ortaya çıkmıştır.
15 Temmuz Darbe Girişiminde BAE
Taha Dağlı


   15 Temmuz 2016 gecesi o kanlı kalkışma başladığı andan itibaren Türkiye’de herkes darbe girişiminin FETÖ tarafından yapıldığının farkındaydı.

FETÖ bir Amerikan projesi terör örgütüdür ve her terör örgütü gibi de bağlı bulunduğu istihbaratların yönlendirme ve talimatlarıyla harekete geçer. 
FETÖ de tepedeki akla bağlı olmakla beraber o aklın yönlendirdiği ve irtibatlandırdığı finans kaynaklarıyla da ilişki halindedir. Her terör eyleminde olduğu gibi 15 Temmuz darbe girişiminin de bu akıl çerçevesinde bir finansörü vardı. Teröristler tepeden emri aldıktan sonra harekete geçti. Öte taraftan bir başka coğrafyada birileri de o gece Türkiye’de yaşananları anbean takip edip medya yoluyla algı oluşturuyordu. Onlar 15 Temmuz darbe girişiminin finansörleriydi.

Benzer durum aslında 2013’te Gezi Parkı Şiddet Eylemleri sırasında da cereyan etmişti. Sokaklar karıştırılırken hem sokaktaki militanların cebini dolduran hem de olup biteni farklı yorumlarla medyadan lanse eden bir finans merkezi vardı. 2013 sonrası ortaya çıkan detaylar o finans gücünün Birleşik Arap Emirlikleri 
(BAE) üzerinden yönlendirildiğini gösteriyordu. Türkiye’yi son yıllarda hedef alan bir rejim: BAE.

BAE’nin Dönüşümü,

Aslında BAE 2010’ların başına kadar Türkiye ile yakın ilişkiler içerisindeydi. Bugün Türkiye için Katar nasılsa o günlerde BAE de öyleydi. 
Üstelik BAE’nin ilişki ağında Türkiye ile birlikte Katar da vardı, Hamas da. Bugün Katar’ın başkenti Doha nasıl Hamas için güvenli bir liman ise o süreçte 
Dubai de aynısıydı. Mahmut Mabhuh Hamas’ın üst düzey yetkililerinden biriydi. Sürgündeki Filistinli liderin adreslerinden biri Dubai’ydi. Ancak 19 Ocak 2010’da Dubai’de kaldığı otelde infaz edildi. Suikastın arkasından Mossad çıktı. Mossad ajanlarının birçok farklı ülke vatandaşının pasaportlarını kopyalayıp otele girdikleri ve suikastı gerçekleştirdikleri anlaşıldı. Mossad ajanlarına o fırsatı verenin de Dubai istihbaratından bir isim olduğu ortaya çıktı. 

İsrail o Suikastın ardından BAE ile ikili ilişki içerisine girdi.

28 Eylül 2012 ise İsrail-BAE arasındaki ilişkiler açısından büyük öneme sahipti. İsrail Başbakanı Netanyahu o gün BAE’nin Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed ile New York’ta bulunan Loews Regency Hotel’de çok gizli bir görüşme gerçekleştirdi. Netanyahu BM Genel Kurul toplantıları için gittiği New York’ta o otelde kalıyordu. 

Arap Emirliklerinin bakanı da Netanyahu’nun kaldığı otele gitti ve oto parktan gizlice girip servis asansörüne bindikten sonra kimselere görünmeden Netanyahu’nun süit odasına çıktı. Yıllar sonra Haaretz gazetesinin ortaya çıkardığı o görüşmede Netanyahu’nun BAE’li bakana 2010’daki Hamas liderine yönelik Mossad suikastından dolayı teşekkürlerini sunduğu da öne sürülmüştü.

BAE’nin dönüşümünde Arap Baharı’nın etkili olduğu söylenebilir. 2011 sonrası BAE’ye Arap Baharı’yla yükseliş trendine giren Müslüman Kardeşler alerjisi enjekte edildi. 
Açıkça şu söyleniyordu, “İhvan her yerde devrim yapıyor, önünü almazsanız yarın sıra size gelecek”. Bu korkunun pompalanması BAE’nin Tunus, Mısır ve Suriye’de Müslüman Kardeşleri destekleyen Türkiye’den uzaklaşmasındaki önemli etkenlerden biriydi. 2013’e gelindiğinde BAE ile İsrail’in ortak paydaları genişledi. Türkiye’deki Gezi Parkı Şiddet Eylemleri’yle birlikte Mısır darbesi bu yöndeki en önemli gelişmelerdi, sonrası malum. 

Trump’ın 2016’daki başkanlığıyla beraber bugün Ortadoğu’da “yüzyılın anlaşması” dahil Sudan darbesi, Libya’daki iç çatışmalar, Yemen iç savaşı gibi tüm dizayn çalışmalarında BAE’nin İsrail ABD adına sahadaki en önemli organizatör olduğu görülüyor. Bu tarz organizasyonlarda BAE’nin kullandığı çeşitli araçlar var. 

Örneğin Libya’da Haftar’a darbe girişimi yaptırırken veya Sudan’da darbe sonrası askeri konsey baskı altına alınırken kullanılan araçlar gibi. Tabii buna Yemen’de 
İç savaşı körüklemek adına Güney Amerika’dan getirilen paralı askerler de eklenebilir. İşte bu çalışmaların BAE adına Muhammed Dahlan tarafından yönlendirilmekte olduğuna dair çok ciddi duyumlar vardır. Dahlan’ın adı 2013 Gezi Parkı Şiddet Eylemleri sürecinde de duyulmuştur. Kendisi bir Filistinli olmakla beraber Filistinlilerin yüzde 90’dan fazlasının nefret ettiği bir isimdir. Yaser Arafat’ın sağ koluyken Arafat’ın ölümünde rolü olduğu yönünde ciddi ipuçları ortaya çıkmıştır. 

Dahlan’ın bu anlamda sabıkası bir hayli fazladır.

2013 Gezi Parkı Şiddet Eylemleri dışında Dahlan’ın BAE adına Suriye’nin kuzeyinde PKK-PYD terör örgütüne bazı finansal kaynakları açtığı bilinmektedir. 

Bu anlamda Türkiye’de yakalanan Filistin asıllı BAE ajanlarının da yine Dahlan’a bağlı kişiler olduğu ortaya çıkmıştır. Ama Dahlan’ın Türkiye’ye yönelik en büyük 
saldırısının 15 Temmuz darbe girişimi olduğu söylenebilir. 
FETÖ’nün gerçekleştirdiği darbe girişiminde Dahlan da BAE adına önemli rol üstlenmiştir. 
Filistinli yazar Dr. İbrahim Hamami darbe girişiminden dört gün sonra 19 Temmuz’da kendine ait internet sitesinde yayımladığı makalesinde 15 Temmuz darbe girişimini FETÖ ile beraber BAE’nin gerçekleştirdiğini, darbe öncesi Abu Dabi’nin süreci yönlendirdiğini ve bunlara ait ortada birçok kanıt olduğunu yazmıştır.

FETÖ Destekli Yayınlar 15 Temmuz’a gidilen süreçte BAE ve Dahlan adına en dikkat çekici gelişme 15 Kasım 2015’te Muhammed Dahlan’ın Belçika’nın başkenti Brüksel’deki bir forumda yaptığı konuşmaydı. Dahlan o gün terörizmle mücadeleden bahsediyor, İslamcı teröristlerin Türkiye tarafından desteklendiğini iddia ediyor ve bu anlamda terörle mücadele için Türkiye’ye yönelik adım atılması gerektiğini savunuyordu. 15 Temmuz öncesi yine Arap kaynaklı yayın organlarında önemli bir iddia daha vardı. O da FETÖ elebaşı Gülen ile Muhammed Dahlan arasındaki bir görüşmeydi. Bazı kaynaklara göre Dahlan Pensilvanya’ya gidip Gülen’le görüşmüş, bir başka kaynağa göre ise Gülen darbe girişiminden bir hafta önce BAE’ye gidip Dahlan’la Abu Dabi’de bir araya gelmişti. Arap kaynaklı yayın organlarının bazılarında ise birebir Gülen-Dahlan görüşmesi değil de Gülen’e bağlı bir grup ile Dahlan’ın ekibinin bir araya geldiği yönünde haberler vardı.

Mısır’daki 2013 darbesinin ardından Sisi rejimi üzerinde BAE adına etki sahibi olan Dahlan’a yakınlığıyla bilinen Vatan gazetesi 15 Temmuz darbesinin olduğu 
gece darbenin başarılı sonlanacağından zerre kadar şüphe duymuyor olmalıydı ki 16 Temmuz tarihli sayısında “Türk Ordusu Yönetime Geçti, Erdoğan Bozguna Uğradı” manşetini atmıştı. Mısırlı gazeteci Wael Qandil o gece BAE kontrolündeki Körfez medyasının bilhassa da Al Arabiya ve Sky News Arabic’in 15 Temmuz darbe girişimine yönelik bakışını “Bu darbe Sky News’in himayesinde geliyor, Al Arabiya ile Sky News’in tüm yayınları Türkiye’deki darbeden ne kadar mutlu olduklarını gösteriyor” diyordu.

15 Temmuz gecesi ABD kaynaklı bir iddia da haber sitelerine düşmüştü. Başkan Erdoğan’ın Almanya’ya kaçtığı yönündeki o yalan haber Körfez medyası tarafından hemen dolaşıma sokuldu. Sky News ve Al Arabiya darbenin başarılı olduğunu hatta Erdoğan’ın kaçtığını iddia ediyordu. Darbe püskürtülünce ise BAE destekli Arap yayın organlarının büyük şaşkınlık yaşadığı dikkatlerden kaçmamış tı. İngiliz Sky News’in BAE merkezli Arapça yayın yapan kanalında da haber sunan bazı spikerlerin bastırılan darbe girişimine üzüntüyle tepki verdikleri görülmüştü.

Darbe girişiminde FETÖ ile BAE ve Dahlan arasındaki irtibata yönelik bir diğer önemli iddia da Katar merkezli “raya.com” adlı haber sitesinde 6 Haziran 2017’de yayımlanan “BAE’nin Türkiye’deki Başarısız Darbe Girişimindeki Rolüne Ait Yeni Kanıtlar Var” başlıklı makaleydi. O yazıda BAE’nin ABD merkezli FETÖ’ye de yakın bir STK ile 15 Temmuz irtibatı masaya yatırılıyordu. STK’nın adı Demokrasiyi Savunma Vakfı ve başında Mark Dubowitz bulunuyor. Vakfın üyelerinden biri eski CHP milletvekili Aykan Erdemir. Bu vakfın FETÖ ile yakın irtibatı var ve 17 Aralık sürecinin New York’taki yansıması olan Halkbank davasında önemli rol üstlenmiştir. 
FETÖ’cü polislerin hazırladığı düzmece deliller New York’taki mahkemeye götürülürken bu vakıf o firari FETÖ üyeleri ve Halkbank davasını başlatan FBI ajanlarını ödüllendirmiştir.

Demokrasiyi Savunma Vakfı Türkiye karşıtı faaliyetlerinin bir bölümünü de BAE’nin Washington büyükelçisi Yusuf Uteybe aracılığıyla yürütüyor. 

Yusuf Uteybe Suudi Arabistan veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı Washington’da ABD Başkanı Trump’ın damadı ve danışmanı olan Jared Kushner’e “Suudi Arabistan veliahtlığı için size en uygun isim Muhammed bin Selman” diyerek sunmuştur. Uteybe’nin o konuyla ilgili e-mailleri de basına sızmıştır. 
Basına sızan diğer elektronik yazışmalarında Uteybe’nin BAE adına Türkiye karşıtı kara propaganda için Demokrasiyi Savunma Vakfı yöneticisi Mark Dubowitz ve John Hanna ile de iletişim halinde olduğu ortaya çıkmıştır. 15 Temmuz’dan birkaç ay önce iki isim de ABD Temsilciler Meclisine Türkiye’de Erdoğan’a karşı baskı uygulanması konusunda tavsiyelerde bulunmuş hatta “Gerekirse Erdoğan’a karşı sertleşmeliyiz” ifadelerini kullanan konuşmalar yapmışlardı.

Darbe girişiminin ardından Demokrasiyi Savunma Vakfı yöneticisi Hanna’nın BAE Washington büyükelçisi Yusuf Uteybe’ye gönderdiği elektronik postada ise 
“Türkiye’de darbenin komplocuları arasında vakfımız ile BAE’nin isimleri zikrediliyor, sizinle birlikte anılmaktan onur duydum” ifadeleri yer alıyordu.

İsrail’in Takibi,

İsrail’in 15 Temmuz bakış açısı da BAE’den farklı değildi. BAE darbe sürecinin finansörlüğünü ve medya ayağındaki kara propagandayı üslenirken bunu İsrail’den bağımsız yapmıyordu. İsrail ise tüm olup biteni yakından takip edip15 Temmuz’a yönelik destekleriyle ilgili renk vermemeye özen gösteriyor ancak darbenin başarılı olması yönündeki temennilerini de gizlemiyordu. İsrailli bir televizyon yorumcusu o gece boyunca İsrail kabinesinin güvenlik üyelerinin Türkiye’deki gelişmeleri çok yakından takip ettiğini söylemişti. İsrail Kanal 2 televizyonunda da darbenin İsrail çıkarlarına uygun olacağından söz edilmişti. 
Aynı televizyon kanalı ayrıca İsrail Başbakanı Netanyahu’nun tüm kabine üyelerine kesinlikle Türkiye’deki gelişmelerle ilgili açıklama yapmamaları talimatı verdiğini vurgulanmış, İsrailli bakanların da gece boyunca hiç uyumadan darbenin başarılı olmasını beklediklerini öne sürmüştü.

İsrail Maariv gazetesindeki bir haberde de “İsrail nefesini tuttu ve darbenin başarılı olmasını ümit etti” deniliyordu. Hayom gazetesinin yorumcusu 
Dan Margalit ise “O gecenin sonunda Erdoğan’dan kurtulacağımızı ümit etmiştim” diyordu.

https://kriterdergi.com/dosya/15-temmuz-darbe-girisiminde-bae


***

6 Ocak 2019 Pazar

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ BÖLGESELLEŞMESİ

 TÜRK DIŞ POLİTİKASININ  BÖLGESELLEŞMESİ 





Özdem SANBERK 
E. Büyükelçi 
RAPOR NO: 21 
İSTANBUL 
2010 


TÜRK DIŞ POLİTİKASININ BÖLGESELLEŞMESİ 
Hazırlayan: 
E. Büyükelçi Özdem SANBERK 
RAPOR NO: 21 

SUNUŞ 

Türk tarihi incelendiğinde geçmişteki başarıların arkasında iyi yetişmiş bilge 
adamların bulunduğu görülmektedir. Ancak günümüzde olayların çok boyutlu olarak gelişmesi ve sorunların karmaşıklaşması, birkaç bilge kişinin veya aydının gelişmeleri zamanında ve doğru olarak algılamasını ve alternatif politikalar üretebilmesini zorlaştırmaktadır. Gelişmelerin yakından takip edilmesi, gelecekle ilgili gerçekçi öngörülerin yapılabilmesi ve doğru politikalar üretilebilmesi için farklı disiplinlere ve görüşlere sahip bilge adamlar ile genç ve dinamik araştırmacıların, esnek organizasyonlar içinde sinerji sağlayacak şekilde bir araya getirilmesi gerekmektedir. 

Dünya’daki ve yurt içindeki gelişmeleri takip ederek geleceğe yönelik öngörülerde bulunmak; Türkiye’nin ikili ve çok taraflı uluslararası ilişkilerine ve güvenlik stratejilerine, yurt içindeki siyasi, ekonomik, teknolojik, çevresel ve sosyo-kültürel problemlerine yönelik bilimsel araştırmalar yapmak; karar alıcılara milli menfaatler doğrultusunda gerçekçi, dinamik çözüm önerileri, karar seçenekleri ve politikalar sunmak maksadıyla Bilge Adamlar Stratejik 
Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) kurulmuştur. BİLGESAM’ın vizyonu, amacı, hedefleri, çalışma yöntemi, temel nitelikleri, teşkilatı ve yayınları http://www.bilgesam.org/tr web sitesinde sunulmaktadır. 

E. Büyükelçi Özdem SANBERK tarafından hazırlanan “Türk Dış Politikasının 
Bölgeselleşmesi” isimli rapor; Türkiye’nin son yıllarda izlediği Ortadoğu eksenli aktivist dış politika ve neticesindeki Türk dış politikasında Ortadoğu ekseninin ağırlık kazanmasının sebep ve sonuçları, Türkiye’nin iç ve dış politika dinamikleri açısından değerlendirilerek Türkiye’nin yeni dış politika vizyonunu değerlendirilmeye çalışılmıştır. 
Raporun Türkiye’nin önünü açarak gelişim sürecine katkı yapmasını diler, raporu hazırlayan E. Büyükelçi Özdem SANBERK’E teşekkür ederim. 

Dr. Atilla SANDIKLI 
BİLGESAM Bşk. 


 TÜRK DIŞ POLİTİKASININ BÖLGESELLEŞMESİ*
* Bu yazı 5 ve 6 Ocak 2010 tarihlerinde Radikal Gazetesi’nde yayınlanmıştır. 

Türkiye Avrupa Birliği'nden beklediği karşılığı görerek, katılım sürecine ve tam üyelik hedefine tekrar kilitlenebilirse, o zaman Türkiye'deki demokratik atılımlarla siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmelerin yaratacağı dinamiklerin tüm Ortadoğu'da ve daha geniş bir alanda barış, istikrar, refahı ve demokratik atılımları tetikleyeceği açıktır. 

Eksen Tartışmalarının Altındaki Gerçekler 

Türk dış politikasında eksen tartışmaları 2009 yılının büyük bölümüne egemen oldu. Bu tartışmalar hala sürüyor. Muhakkak olan bir şey varsa son yıllarda ve özellikle 2009 yılında dış ilişkilerimizin uygulama alanı genişledi ve yönü en azından görünürde, büyük ölçüde bölgeselleşti. Önceliklerimizde Ortadoğu ağırlık kazandı. Değişen dünya koşulları bu gelişmede hiç şüphesiz önemli rol oynadı. Ama dış ilişkilerimizde görünürdeki bu değişikliğin ötesinde daha ciddi bir bu rota değişikliği var mı? Eğer varsa bu değişikliğin nedenleri ve yeni dönemin geride bıraktığımız yıllardan farkları nelerdir? 
Her şeyden önce unutulmaması gereken bir gerçek var: Dış politika, kendi içinde dondurulmuş, durağan bir politika olamaz. Kendini her gün yeniden yaratan bir dünyada yaşıyoruz. Dış ilişkilerini değişen koşullara uyarlayamayan ülkeler bunun bedelini öderler. Yalnız, ideolojik, dogmatik devletler ve dış dünyaya kapalı olan antidemokratik rejimler değişen dünya gündemini, güç dengelerini ve değişen dünya değerlerini umursamaz. 

İç Dinamikler 

Dış politika aynı zamanda bir ülkenin iç dinamiklerinin de bir sonucudur. 
Yine son yıllarda ve özellikle 2009’da iç siyaset sahnemizde dış ilişkilerimizi 
etkileyen değişiklikler oldu. 

Bunlardan Birincisi Ahmet Davutoğlu faktörüdür. Geçen mayıs ayında Dışişleri Bakanı olan Davutoğlu Türk dış politikasının yeniden ele alınmasını ve kavramsallaştırılması gerektiğine inanan bir akademisyen. Türkiye’nin dünya sahnesinde bir rol oynaması zamanın geldiğini düşünüyor. Davutoğlu’nun, göreve gelir gelmez bu düşüncesini süratle gerçekleştirmeye koyulduğunu görüyoruz. 

İkincisi, yedi yıldır iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kimliği ile ilgili. Ak Parti, Türkiye’nin Avrupa ve Atlantik toplumu içindeki yerinin önemini reddetmeyen, ama aynı zamanda gerek bölgemizde, gerek dünyada İslam dayanışmasına da önem veren bir kimliğe sahip yöneticilerden oluşuyor. Son yıllarda İsrail ile aramızda açılan mesafe, hükümetimizi oluşturan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bu özelliğini kanıtlamakta. Bu partinin bölgemize ve Müslüman ülkelere ilgisi sadece İslam dayanışmasıyla sınırlı değil. Erdoğan hükümeti bölgemizde ve Rusya, Kafkasya ve Orta Asya’yı da kapsayan daha 
geniş alanda ticaret ve ekonomik işbirliği ve enerji alanında mevcut olanakların ve potansiyelin bilincinde ve bu olanakların ve potansiyelin değerlendirilmesini hedeflemektedir. 

Üçüncü bir faktör, Ortadoğu’da Türkiye’nin kontrolü ve iradesi dışında meydana gelen gelişmeler. Irak’ın ve Afganistan’ın işgali, İsrail ve Filistin arasındaki ihtilafın ulaştığı boyutlar, İran’ın nükleer emellerini bunlar arasında sayabiliriz.

Türk Diplomasisinin bölgeye doğru yönelmesinde dördüncü önemli nokta, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne entegrasyon idealine Sarkozy ve Merckel gibi Avrupalı liderlerin verdiği cevaplar ve katılım sürecinde bilhassa Kıbrıs sorunun çözümü konusunda Türkiye’ye verilen sözlerin tutulmaması. AB destekli BM barış ve birleşme planını reddetmiş olan Kıbrıslı Rumların Avrupa Birliğine alınarak bizim üyeliğimizi veto etmelerine yeşil ışık yakılması ve buna karşılık bu planı kabul eden Kıbrıs Türklerinin yalnızlaştırılmasına devam edilmesi bu çerçevede yer alıyor. 

Nihayet son bir nokta da, Türkiye’nin halen iç politikada yaşamakta bulunduğu inanılmaz Siyasi, Ekonomik, Sosyolojik ve kültürel değişim ve dinamizm. Bize, siyasi kutuplaşma ve ciddi gerginlikler şeklinde yansıyan ve içinde radikalleşme ve demokratikleşme tohumlarını aynı zamanda barındıran bu dinamizmin muhtevası, niteliği ve kapsamı Avrupalı ve Amerikalı müttefiklerimizce anlaşılamıyor. Burada yaşayan bu ülkenin insanları olarak bizim tarafımızdan da tam anlamıyla anlaşıldığı söylenemez. Bu dinamiklerin hangi yöne doğru 
evrileceği, yani daha fazla demokratikleşmeye mi, yoksa radikalleşmeye doğru mu gelişeceği sorusu zihinleri meşgul etmekte. 

Sabit Parametreler 

Evet, saydığımız bu faktörler Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra çok boyutlu bir karakter taşıyan dış ilişkilerimizin önceliklerinde ve yönünde, gerçek hayatta ister istemez değişikliklere sebep olurken, bu değişikliklerin, dış politikamızın 87 yıldır aynı kalan bazı temel ilkeler içerisinde kaldığını gözden kaçırmayalım. Türk dış politikası geçmişte de zaman zaman bölgesel ilişkilere öncelik vermiştir. O zaman da bu temel ilkelerinden vazgeçmedi. 
Türkiye, dün olduğu gibi bu gün de, aynı ilkeler çerçevesinde, etrafını çevreleyen ülkelerin toprak bütünlüğünün korunmasına ve ekonomik refahlarının arttırılmasına katkı yapmaya çalışmakta ve bu politikaları izlerken, kendi güvenliğini ve ekonomik gelişmesini teminat altına aldığının bilinci içinde hareket etmeye devam etmekte.

Ortadoğu Politikamız, 

Türkiye 2009 yılında Ortadoğu’da, kısmen yukarıda belirttiğimiz nedenlerle daha etkili bir rol oynamaya başladı. Türkiye’nin bölgedeki politikasının, devlet dışı aktörler dâhil, bütün aktörlerle temas ve diyalog kurulması, Filistin ve İran dahil, bölgede yapılan tüm seçim sonuçlarının tanınması, bölge ülkeleri arasında ekonomik ve kültürel temasların sıkılaştırılması, bu temaslardan azami yarar sağlanması için bölge içi ve bölge dışı tüm uluslararası örgütlerle işbirliğinin artırılması gibi bazı rehber ilkeler çerçevesinde uygulanmakta olduğunu görmekteyiz. Bir ölçüye kadar Batı Balkanlar dâhil, eski Osmanlı coğrafyasına ve doğusundaki Kafkasya ve Hazar alanına ve kuzeyindeki komşu Karadeniz  Bölgesi’ne de teşmil edilebilecek olan bu ilkeler türünde başka rehber ilkelerin Batı Avrupa ve Amerika ile ilişkilerde var olmadığını görmekteyiz. 

Osmanlı Coğrafyası 

Bu gözlem de Türk dış politikasında Osmanlı coğrafyasına verilen önceliği net bir şekilde ortaya koyuyor. Tabii Avrupa ile ilişkilerinde karşılaştığı zorluklar bağlamı içinde düşünüldüğünde, Türkiye’nin eski Osmanlı topraklarında haiz olduğu tarihi, insani, kültürel ve dil bağları dolayısıyla sahip bulunduğu mukayeseli avantajları kullanmak istemesinin, ideolojik veya nostaljik yanından ziyade, rasyonel ve pragmatik gerekçelerle izah edilmesi doğal olacaktır. Ayrıca, bu tarihi ve kültürel unsurlar bir tarafa bırakılsa bile, Ortadoğu, Türkiye’nin güvenliği bakımından barındırdığı tehditler ve aynı zamanda, enerji ihtiyaçları ve ekonomik kalkınması için yarattığı olanaklar ve haiz olduğu potansiyel, Türk diplomasisinin bu günkü koşullar altında bu bölgeyi en öncelikli eylem alanı olarak görmesi için yeterli sebepleri oluşturur. 

Barış Havzaları 

Bölgeselleşen Türk dış politikasının bir diğer özelliği de, Türkiye’nin, yukarıda 
belirttiğimiz gibi, büyük istikrarsızlık ve güvensizliklerle dolu kendi bölgesinde, mümkün olan yerlerde barış havzaları yaratma yolundaki çabalarıdır. Dışişleri Bakanı Davutoğlu tarafından komşularla sıfır sorun politikası şeklinde kavramsallaştırılan bu ilke, tabii Türk dış politikasının yeni bir parametresi değil. Ancak Erdoğan hükümetlerinin son yedi yıldan bu yana bu ilkeyi, yeni girişimlerle zenginleştirerek, etkin bir şekilde uyulamaya koyduğu da bir 
vakıa. Bu etkiliğin son örneklerini, Ermenistan’la akdedilen protokoller, Suriye ve Irak’la ve (Libya ile) vizelerin kaldırılması ve bu ülkelerle oluşturan ortak Bakanlar Konseyleri gibi somut gelişmelerle görüyoruz. Tabii Türkiye’nin bölgede istikrar sağlayıcı ve düzen kurucu girişimleri aslında Batılı müttefiklerinin de çıkarına. Unutulmaması gerekir ki Avrupa ve Atlantik toplumunun ile Ortadoğu’nun mukadderatları birbirine çok sıkı şekilde irtibatlıdır. 
Ne var ki Fransa ve bir ölçüde Almanya gibi bazı Avrupa ülkeleri, ülkemizin bölgede kazandığı bu diplomatik etkinliği, Avrupa Birliği’nin bölgedeki ortak çıkarları açısından değil, 19. yüzyıl güç dengeleri ve rekabet yaklaşımları açısından görmeleri ve bizimle istişare etmekten dahi kaçınmaları, hatta katılım Sürecimizde enerji başlığını açamamaları talihsizlik. 

Nitekim üçüncü bir özellik de, bu bölgeselleşme nin AB ile ortak çıkarlarımızın örtüştüğü enerji boyutunu ve ekonomik işbirliği potansiyelini oluşturuyor. Erdoğan Hükümetleri, bölgeyle ve komşu ülkelerde Özal döneminden itibaren başlayan ekonomik, ticaret, enerji ve yatırım ilişkilerini geliştirme politikasını sürdürmekte ve dış ilişkilerin ekonomi boyutunu, enerji boyutunu dış siyasetimizin birer eylem araçları haline getirme stratejisini, komşularımızla mübadelelerin dış ticaretimizdeki payını büyük oranlarda arttırarak 
uygulamakta. 

 Bölgeselleşme nin Bedeli 

Türk diplomasisinin bölgedeki görünürlüğünün artmasının ve izlediği bağımsız çizginin Amerika ve Avrupalı müttefiklerimizin siyasetleriyle yer yer tam bir uyum içinde olmadığı açıktır. Ama Amerika ve Avrupa Birliği’nin Ortadoğu siyasetlerinin birbirinin aynı olmadığı da malumdur. Türkiye’nin burada Batılı müttefiklerinden ve bilhassa Amerika’dan özerk hareket etmesi kendini en ziyade İran ve İsrail - Filistin meselesinde ortaya çıkan görüş ayrılıklarında gösteriyor. 

İran ile iyi ilişkiler öteden beri Türk dış politikasının ve güvenlik politikasının 
değişmeyen temel taşlarından biri. Bu ülke ile rejim farkımız ve zaman zaman doğan rekabet, görüş ayrılıkları ve hatta gerginliklerin aramızda yüz yıllardır süren barış havasını hiç bir zaman ciddi şekilde etkilemediği bilinen bir gerçek. Öte yandan iki ülke son yıllarda enerji konusunda işbirliği yapmakta ve zaman zaman da etnik terör hareketlerine karşı güvenlik konusunda benzer görüşleri paylaşmaktalar. 

Bölgeselleşme Kalıcı Olabilir 

Türkiye'nin Batı seçeneği kapanacak olursa, o zaman Türk diplomasisindeki 
bölgeselleşme nin kalıcı bir dönüşüm eğilimi içine girmesi ciddi bir olasılıktır. 
Bu takdirde orta ve uzun vadede, Ortadoğu ve İslam dünyasındaki dayanışma arayışlarının, ağır basacağına muhakkak nazarıyla bakılabilir. 

Eksen tartışmalarının altındaki gerçekler (2) İran’ın nükleer güç olma emellerinin Türkiye’nin çıkarına olmadığı da hiç şüphesiz ayrı bir gerçek. Türkiye bu Doğu komşusunu bu emellerinden vazgeçirmek amacıyla kendi ikna kanallarını devreye sokuyor. Uluslararası Enerji Ajansına da yarımcı olmak istiyor. Ama BMGK tarafından yaptırım uygulanmasına karşı. Yaptırım ve yalnızlaştırma politikalarının sonuç veren politikalar olmadığı görüşü Türk 
diplomasisine hâkim olan bir görüş. Bu politikaların Irak’ta ve Kıbrıs’ta sebep olduğu sonuçlar ortada iken Türk kamuoyunun BMGK tarafından İran’a yaptırım uygulanmasına destek vermesi mümkün görülmüyor. Kaldı ki İran’ın muhtemel yaptırımları ihlal etmesi halinde uluslararası toplumca atılacak adımın ne olacağı da açık değil. Askeri seçeneğin yaratacağı sonuçların tarif edilemez felaketler ve ıstıraplara yol açacağını herkes biliyor. Bu nedenle Türkiye İran’la diyalogunu sürdürerek bu anlaşmazlığın burada, yerinde yani bölge içinde çözülmesine çalışıyor. Ne var ki İran’ın oyalama siyaseti sorunun BMGK gündemine 
gelmesini kaçınılmaz kılabilecek. O zaman Türkiye’nin bugünkü tutumu ile kendini radikal ülkeler grubu içinde bulması da kaçınılmaz olacak. 

Türkiye’de İran’a yaptırım uygulanmasının sakıncaları konusunda muhalefet partilerinin ne düşündüğü halen açıkça belli değilse de, Türk halkı ve kamuoyunun, büyük bir çoğunlukla, buna karşı olduğu kesin. Bu durumda İran meselesi, doğal olarak Amerika, İsrail ve bir kısım Avrupa ülkeleri ile aramızda oldukça ciddi görüş ayrılığı yaratan bir konu haline gelmekte. 

Hamas, 

Ortadoğu’da, Amerika ve İsrail ile aramızda yaşanan bir diğer görüş ayrılığı ise 
Türkiye’nin Hamas ile kurduğu ilişki. Türkiye’nin bu bölgede Filistin meselesinde devlet dışı bir aktör olan bu örgüt ile uluslararası toplum arasında bir nevi muhatap rolü üstlenmek istediği anlaşılıyor. Ancak böyle bir girişimden hem İsrail ve Amerika’nın, hem de Ortadoğu’daki öteki bir kısım Arap rejimlerinin rahatsız olmaya devam ettiklerini görmek zor değil. Tabii bu rolün bölgede barış şansını arttırması halinde, Türkiye’nin tüm tarafların takdirine mahzar olacağına şüphe yok. Hamas ile temas konusu son zamanlarda Avrupa Birliği’nce üzerinde ciddi şekilde durulan bir konu. Bu durum ise, bu örgütle ilk temas eden ülke olan Türkiye’nin politikasının isabetini kanıtlıyor. 

Amerika İle İlişkiler 

Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkileri, Amerika ilişkilerinde her zaman önemli bir yer tutar. Geçmişte Türkiye ile Amerika arasındaki münasebetler, Türkiye’nin Ortadoğu’da pek fazla aktif olmayan ve daha ziyade tarafsız bir çizgi izlemesi siyasetine dayalı ve İsrail ile de iyi ilişkiler ve hatta fiili bir ittifak temelinde sürdürülmekteydi. Bu kere bu durumun tamamen değişmiş olduğunu görüyoruz. 
Başkan Obama’nın ilk ziyaretini Türkiye’ye yapması, 1 Mart tezkeresi krizinden sonra bu ülke ile aramızda patlak veren krizin etkilerinin en azından Hükümetler düzeyinde tamamen silindiğini göstermekte. Taraflar bu krizin etkilerini zaten daha Bush döneminde de, PKK’ya karşı anlık ortak istihbarat paylaşımı gibi işbirliği önlemleriyle geniş ölçüde bertaraf etme iradesini ortaya koymuşlardı. Bu gün akla gelen soru, Türkiye Ortadoğu’da Amerika’dan bağımsız bir aktör olarak, İsrail ile münasebetleri düşük seviyede tutarken, İran ile ilişkilerinin düzeyini yükseltmek gibi farklı politikalar izlemeye devam ettikçe, iki ülke arasında şimdi yeniden başlayan bu karşılıklı güvenin sürdürülebilir olup olmayacağıdır. 

Çıkar ve Sorun Alanları 

Başbakan Erdoğan’ın son Vaşington ziyareti bu farklılıklara ve Türkiye’nin Orta 
Doğu’daki yeni bağımsız politikalarına rağmen, karşılıklı güvenin devam edeceğini gösteren önemli bir işaret oluşturuyor. Zira Türkiye ile Amerika arasında mevcut konular sırf İran’la ve Filistin meselesi ile sınırlı değil. Her şeyden önce Türkiye ve Amerika NATO üyesi içinde çok önemli müttefikler. Başta Afganistan olmak üzere iki ülke, geleceğe dönük bir bakışla bölgede beraber çalışmanın ortak çıkarlarına hizmet edeceği inancını taşıyorlar. Bazı 
konulardaki görüş ayrılıklarının yanı sıra Irak, Kafkasya, enerji işbirliği gibi başka birçok alanda ise görüş birliği içinde olduklarının bilinci içindeler. 

Etnik Lobiler 

Bununla birlikte Amerika’da, Vaşington’un Ankara ile münasebetlerinin bozulmasını isteyen etkili muhalif siyasi çevrelerin ve güçlü etnik lobilerin varlığı da bir gerçek. Türk Amerikan münasebetlerinde 2010 yılının Vasington’da Türkiye karşıtı bu çevreler ve lobilerle Obama Yönetimi arasında aynen geçen yıl ve yıllarda olduğu gibi bir güç mücadelesi şeklinde geçeceğini tahmin etmek zor değil. Türkiye’nin kendi bölgesinde izleyeceği politikalarda göstereceği basiret ve başarılar Vaşington’daki bu güç mücadelesinin sonucunun tayininde de 
etkili olacak. 

Dünya Gücü mü? 

Nihayet 2009 yılı Türk dış politikasının BMGK geçici üyeliğine ve G20’ler arasında yer aldığı, aynı zamanda Afrika, Güney Amerika ve Okyanusya’ya açılışına başladığı bir yıl oldu. 
Ülkemizin bir dünya gücü olması kuşkusuz hepimizin arzusudur. Ne var ki, Türkiye henüz ne Amerika ne Çin, ne de Hindistan. Sınırlı kaynaklarının rasyonel tahsisi ilkesi, dış politika da geçerli bir ilkedir. Önceliklerini iyi saptaması ve önceliklerine odaklanması muhakkak ki akılcı bir davranış tarzı olur. 

 Sonuç 

Her ne kadar bir yandan Ortadoğu’da ve bölgemizdeki olaylar ve gelişmeler ve öte yandan Ak Parti hükümetlerinin izlediği politikalar Türkiye’nin Ortadoğu ve İslam Dünyası’ndaki profilini yükseltmiş ise de, Türkiye’nin uzun vadeli ekonomik ve stratejik çıkarları, Türkiye ve Avrupa/Atlantik dünyasını daha uzun yıllar karşılıklı dayanışma içinde aynı ittifak çerçevesinde bir arada tutmaya devam edecektir. 

Bununla birlikte eğer Türkiye’nin Batı seçeneği şu veya bu sebeple kapanacak olursa, o zaman Türk diplomasisindeki bölgeselleşme nin kalıcı bir dönüşüm eğilimi içine girmesi ciddi bir olasılıktır. Bu takdirde orta ve uzun vadede, Ortadoğu ve İslam dünyasındaki dayanışma arayışlarının, Avrupa tarafından dengelenmeyen çekici gücünün ağır basacağına muhakkak nazarıyla bakılabilir. Bu durum dış ilişkilerimizdeki bölgeselleşme nin dış politikamızda radikalleşmeyi tetiklemesi şaşırtıcı olmaz. İç politika ve dış politika dinamikleri birbirini etkiler. Dış politikada radikalleşme, içerde radikalleşme riskini beraberinde getirir. Böyle bir gelişmenin ilk zayiatının Türkiye’de çağcıl demokrasi hedefine yönelik reform çabaları olacağına şüphe yoktur. Bu zayiattan bölgedeki demokratik eğilimler de payını alır. 
Buna mukabil eğer Türkiye Avrupa Birliği’nden beklediği karşılığı görerek, katılım sürecine ve tam üyelik hedefine tekrar kilitlenebilirse, o zaman Türkiye’deki demokratik atılımlarla siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmelerin yaratacağı dinamiklerin tüm Ortadoğu’da ve daha geniş bir alanda barış, istikrar, refahı ve demokratik atılımları tetikleyeceği açıktır. 
2010 yılı sarkacın hangi tarafa doğru evrilme göstereceğinin muhtemelen ilk işaretlerini verecektir. 

 E. Büyükelçi Özdem SANBERK 

Dışişleri Bakanlığı Eski Müsteşarı E. Büyükelçi Galatasaray Lisesi ve İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu olan Özdem Sanberk, Dışişleri Bakanlığı memuru olarak Madrid, Amman, Bonn ve Paris Büyükelçiliklerinde ve OECD ve UNESCO Daimi Temsilciliklerinde çeşitli derecelerde görevde bulunduktan sonra, 1985–1987 yılları arasında zamanın Başbakanı Turgut Özal’ın dış politika danışmanlığını yapmıştır. 

Sanberk 1987–1991 yılları arasında Avrupa Topluluğu nezdinde Büyükelçi Daimi 
Temsilci, 1991–1995 yılları arasında Dışişleri Müsteşarı ve 1995–2000 yılları arasında da Londra Büyükelçisi olarak görev yapmıştır. 

2000 yılında emekliye ayrılan Sanberk, 2003 Eylül ayına kadar Türkiye Ekonomik Sosyal Etütler Vakfı (TESEV) Direktörlüğü görevinde bulunmuştur. Halen BILGESAM, GPOT ve GIF gibi çeşitli düşünce kuruluşlarında çalışmalar yapmakta, yazılı, sözlü ve görsel yayın organlarında makaleleri ve görüşleri yayınlanmaktadır. Özdem Sanberk Sumru Sanberk ile evli olup Nazlı Sanberk Altılar’ın babası ve Umut Altılar’ın dedesidir. 


***

5 Kasım 2018 Pazartesi

GAZZE’DE BARIŞ VE İSTİKRAR ARAYIŞLARI

GAZZE’DE BARIŞ VE İSTİKRAR ARAYIŞLARI 


Ortadoğu Analiz Şubat 2009 
Cilt 1 - Sayı 2 













Armağan KULOĞLU 
ORSAM Başdanışmanı 
armagankuloglu@orsam.org.tr 



 Avrupa Parlamentosu 4 Şubat’ta Mahmud Abbas’ı dinledi. 
Ancak Gazze operasyonu süresince Batı’dan kayda değer bir tepki gelmedi. 

Gazze’de Mısır’ın da önemli katkılarıyla sağlanan altı aylık ateşkes, 19 Aralık 2008’de sona erdikten sonra, HAMAS’ın 24 Aralık 2008’de İsrail’i hedef alan roket saldırıları ile bozulmuştur. İsrail’in de bu roket saldırılarına hava kuvvetleri ve taarruz helikopterleri ile orantısız bir şekilde karşılık vermesi ile çatışma şiddetlenmiştir. İsrail, yedi gün süren hava ve helikopter taarruzlarını takiben sekizinci günde, yaptığı hazırlıklardan ve beyanlardan beklendiği üzere, Gazze’ye karadan da girmiştir. İsrail, deniz kuvvetleri ile de batıdan HAMAS hedeflerini ateş altına almış ve Gazze’ye abluka uygulamıştır. 

Yirmi beş gün devam eden çatışmalar 17 Ocak 2009 tarihinde İsrail’in tek taraflı ateşkes ilan etmesi, 18 Ocak 2009’da HAMAS ve diğer Filistinli grupların da ateşkes ilan etmesi ve İsrail’e Gazze’den çekilmesi için bir hafta süre tanımasıyla şimdilik durmuştur.1 

İsrail’in başlangıçtan itibaren yaptığı operasyonlarda, HAMAS’a ait çeşitli hedefleri ateş altına alırken, sivillere karşı herhangi bir koruyucu önlem almaması, aksine tamamen hedef gözetmeksizin operasyonlarını sürdürmesi, bölgede bir insanlık dramının yaşanmasına sebep olmuştur. 

İsrail’in, insani duyguları tamamen göz ardı eden davranışları, gönderilen çeşitli yardımların bölgeye ve ihtiyaç sahiplerine ulaşmasını uzun süre engellemesi, 
operasyonları durdurması için yapılan çağrıları dikkate almaması, gerek Türkiye’de gerek uluslararası kamuoyunun önemli bir bölümünde tepki ile karşılanmıştır. İsrail’in, bu operasyonu uzun bir süredir planladığı ve başlatmak için uygun bir ortam oluşmasını beklediği anlaşılmıştır. ABD’de başkanlık seçimleri yapılmıştır. Operasyon zamanının, mevcut başkanın gitme hazırlığı içinde ve fiilen yetersiz bir durumda, seçilmiş başkanın ise henüz başkanlığı devralmadığından resmen etkisiz bir konumda olduğu ve bu konudaki olası bir beyanının da etik açıdan uygun karşılanmayabileceği bir zamana denk getirilmesi anlamlıdır. Diğer taraftan ABD’nin, İsrail ile ilgili geleneksel politikasında bir değişiklik olmasını beklemek de akılcı bir yaklaşım olmayacaktır. Her ne kadar ABD’de başkanların ve mensup oldukları siyasi partilerin 
tarzları önemli bir etken olsa da, ABD’nin bir sistem ülkesi olduğu hatırda tutulmalıdır. Ayrıca AB’nin dönem başkanlığını Çek Cumhuriyeti devralmış durumdadır. Çek Cumhuriyeti’nin füze kalkanı projesinde de görüldüğü üzere ABD yanlısı bir tutum içinde olduğu bilinmektedir. Çek Cumhuriyeti’nin, diğer bazı AB üyeleri tarafından tasvip edilmeyen ve daha sonra yanlış anlaşıldığını ifade eden açıklaması olsa dahi, AB Dönem Başkanı olarak, İsrail saldırılarının meşru müdafaa amacı taşıdığını beyan etmesi bunun bir göstergesidir.2 

HAMAS’ın İsrail’i tanımaması, yok edilmesi gereken bir ülke olarak görmesi, roket saldırılarını sürdürmesi ve İsrail kuvvetlerine karşı direnişini devam ettirmesi, İsrail’in operasyonlara devam etmesi için kendisi açısından haklı bir gerekçe teşkil etmiştir. 

İsrail, Gazze’de HAMAS’ın tehdit olmasına son vermek, etkinliğini ve hâkimiyetini ortadan kaldırmak, sivil halkın HAMAS’a olan güven ve desteğini kırmak ve bölgede kontrolü sağlamak istemektedir. Bu maksatla HAMAS’ı askeri alanda mağlup etmeyi, silah ve mühimmat depolarını, roket rampalarını yok etmeyi, Gazze’ye giren silah, mühimmat ve askeri malzemenin girişini engellemeyi planlamış ve icra etmiştir. Ancak bunları gerçekleştirirken masum kişilerin hayatını dikkate almaması tamamen 

barbarlık olarak nitelendirilmektedir. Bir binada 1-2 HAMAS militanının olduğu şüphesi ile 30-40 masum sivilin, kadın, çocuk demeden öldürülmeleri içler acısıdır. İsrail’in bu suretle, HAMAS’a destek verdiği düşüncesi ile sivilleri de cezalandırdığı, onlara da gözdağı vermek istediği anlaşılmaktadır. 

İsrail bu operasyonla, bölgedeki Suriye-İran dayanışmasının etkinliğini kıracağını da hesaplamıştır. 

 İsrail karşısında parçalanmış değil, bütünleşmiş ve dayanışma içinde olan bir Filistin’in, haklarını daha iyi koruyabileceği dikkate alınmalıdır. 
İsrail üzerinde etkili olabilmenin yolunun ABD’den geçtiği unutulmamalı, bu konuda ABD üzerinde etkili olabilmenin yolları aranmalıdır.

Operasyonlara ısrarla devam etmesinin sebebi olarak da, HAMAS’a karşı uluslararası ortamın önemli bir bölümünün tepkili oluşundan istifade etmeyi düşündüğü anlaşılmıştır. 

Uluslararası kuruluşların ateşkesi sağlamada fazla bir etkisinin olamayacağı kanaati hâkimdir. Nitekim çağrı üzerine toplanan BM Güvenlik Konseyi’nde, ABD’nin itirazı nedeniyle ateşkes kararı alınamamıştır. AB’nin, dönem başkanlığını yapan Çek Cumhuriyeti başta olmak üzere, ABD yanlıları ve diğerleri olarak görüş ayrılığı yaşadığından bu konuda birlik olarak bir karara varmalarının zor olduğu görülmüştür. İslam Konferansı Örgütü ve Arap Birliği’nin çağrılarının da fazla etkili olamayacağı ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin bölgede yaptığı temasların, haklı tarafı da olsa, Türkiye’nin İsrail’e karşı gösterdiği tepkiden sonra, İsrail üzerinde etkisinin olamayacağı anlaşılmıştır. Bu durumda İsrail’in, sürdürdüğü operasyonlarını, uluslararası bütün çağrıları dinlemeyerek, siyasi ve bunu elde etmek için belirlediği askeri hedeflerine ulaşmadan durdurmayacağı açık olarak görülmüştür. Diğer taraftan HAMAS’a karşı uluslararası ortamın önemli bir bölümünde tepki olmakla birlikte, HAMAS’ın bölgede Suriye ve İran başta olmak üzere bir kısım ülkelerin desteğini aldığı da bir gerçektir. Ayrıca bölgedeki diğer radikal İslami örgütler de, İsrail karşıtı olan HAMAS’a destek vermeye devam etmişlerdir. 

 Türkiye’nin, Ortadoğu’da oluşan kutuplaşmanın bir tarafında yer alması, etkinliğini tartışılır duruma getirebilir. >

Barışın sağlanması ve HAMAS ile El-Fetih arasındaki anlaşmazlığın ve rekabetin giderilmesi için İslam Konferansı Örgütü, Arap Birliği ve barışa katkıda bulunmak isteyen Türkiye başta olmak üzere diğer ülkelerin de bu konuya önem vermelerinde ve taraflarla görüşmelerinde fayda görülmektedir. İsrail karşısında parçalanmış değil, bütünleşmiş ve dayanışma içinde olan bir Filistin’in, haklarını daha iyi koruyabileceği dikkate alınmalıdır. İsrail üzerinde etkili olabilmenin yolunun ABD’den geçtiği unutulmamalı, bu konuda ABD üzerinde etkili olabilmenin yolları aranmalıdır. Bu çatışmadan en büyük zararı sivil halk ve masum insanlar görmüştür. İsrail’in orantısız güç kullanması ve sürdürdüğü operasyonlarda hedef gözetmeyerek insanlık dışı davranışlarda bulunması kabul edilemez.

Bu çatışma, başta ABD olmak üzere Batı’nın çifte standardını bir kere daha gözler önüne sermektedir. Irak’ın kuzeyinden Türkiye’ye yönelik PKK terörünü önlemek için Türkiye’ye sınır ötesi operasyona müsaade etmemekte direnen ve çok uzun bir süre sonra çeşitli nedenlerin etkisi ile bu müsaadeyi sınırlı bir şekilde veren ABD’nin, İsrail’in icra ettiği operasyonlar karşısındaki tutumu dikkat çekmektedir. Ayrıca Türkiye’nin PKK terörüne karşı düzenlediği sınır ötesi operasyonlarda, sivil halka zarar vermemek için gösterdiği hassasiyeti de hatırlatmakta yarar görülmektedir. Yine bu operasyonlarda Batı’nın, TSK’nın sivil halka zarara verip vermediğini dikkatle gözlemlediği ve Türkiye’nin bu konuda açığını bulmak için büyük bir gayret sarf ettiği de göz önünde tutulmalıdır. Bu nedenlerle Türkiye’nin uluslararası temaslarında, Batı’nın bu tutumlarını dikkate almasında fayda görülmektedir. İsrail’in operasyonları Gazze’de maalesef çoğu siviller olmak üzere 1300 kişinin ölümüne, 5000’den fazla kişinin de yaralanması na sebep olmuştur.3 

Ölenlerin sayısı resmi kayıtlarda belirtilmiş olanlardır. Kayıt dışı olanlar belirlendikçe ve enkazlar kaldırıldıkça ölü sayısının artması beklenmektedir. Gazze’de şimdilik bir 

ateşkes sağlanmış durumdadır. Ancak bu ateşkesin her an için kırılması ihtimali yüksek görünmektedir. Ateşkesin ihlal edilmesi ve çatışmanın yeniden başlaması halinde bundan sonraki aşamanın, şehirlerde muharebe (askeri tabiriyle “meskûn yerlerde muharebe”) olarak cereyan edeceği göz önünde tutulacak olursa, İsrail’in bu konuda tecrübesi olsa dahi avantajın, sivil halkın da desteğini alan ve bölgesini savunan taraf konumunda bulunan HAMAS’ta olabileceğini söylemek mümkündür. Bu değerlendirme, HAMAS’ın çatışmadan galip ayrılacağı anlamına gelmemekle birlikte, İsrail’in çatışmalarda önemli ölçüde zayiat verebileceğinin dikkate alınması gerektiğini de ortaya koymaktadır. ABD’nin Irak harekâtının ilerleyen safhalarında karşı karşıya kaldığı olaylar, bu duruma bir ölçüde örnek teşkil edebilir. Çatışmalar uzadıkça, radikal İslami örgütlerin İsrail içinde bazı terörist saldırılar düzenleyebilecekleri de ihtimal dâhilindedir. 

Ateşkesin sürekli olması konusunda, özellikle bölgede etkili olmak isteyen başta Fransa olmak üzere bazı AB ülkeleri ve başta Mısır olmak üzere bazı bölge ülkeleri çabalarını sürdürmektedir. 

Türkiye de bu konuda önemli teşebbüslerde bulunan ve mevcut geçici ateşkesin sağlanmasına katkıda bulunan ülkelerin başında gelmektedir. 

Ateşkesin sürekli korunması için Türkiye aşamalı bir planı da tarafların bilgisine sunmuş durumdadır. 

Bu planda öncelikle El-Fetih ile HAMAS arasında mutabakat sağlanması, Filistin’de ulusal birliğin oluşturulması, İsrail’in Gazze’den çekilmesi ve karşılıklı olarak anlaşmazlıkların çözümlenmesi bulunmaktadır. Plan öncelikle, Filistin’de iç barış ve dayanışmanın sağlanmasını olmazsa olmaz ve son derece önemli bir şart olarak nitelendirmektedir. Ancak yaşanan vahim olaylar ve İsrail’in Gazze’deki Filistinlilere karşı sergilediği canice davranışlar, İsrail karşıtlığını 
güçlendirmiş ve tepkili bir nesil yetişmesine sebep olmuştur. Bu durum, ateşkeslere engel teşkil etmese de, bölgeye sürekli barışın gelmesine engel 
olacaktır. 

  PKK terörünü önlemek için Türkiye’ye sınır ötesi operasyona müsaade etmemekte direnen ve çok uzun bir süre sonra çeşitli nedenlerin etkisi 
ile bu müsaadeyi sınırlı bir şekilde veren ABD’nin, İsrail’in icra ettiği operasyonlar karşısındaki tutumu dikkat çekmektedir.  

Türkiye’nin yaşanan olaylar karşısında insani değerleri ön plana çıkaran tutum ve davranış içinde olması, İsrail’i bir an önce operasyonlarını durdurmaya davet etmesi ve kınaması olumlu bir davranış biçimi olarak görülmüş, hem içte, hem de başta bölgeye yönelik olmak üzere uluslararası ortamda olumlu olarak karşılanmış ve takdir toplamıştır. Ancak bu davranışta İsrail’e karşı gösterdiği tepkide aşırılığa varan söylemlerde bulunmasının ve HAMAS’a destek veren davranışlar sergilemesinin, Türkiye’ye kazandıracağı ile kaybettireceği değerler açısından iyi hesaplanmasına ihtiyaç olduğu düşünülmektedir. Ateşkesin sürekli olabilmesi için, taraflardan biri olan İsrail’le de temas edilmesi gerektiği dikkate 
alındığında, Türkiye’nin bu durumda İsrail ile görüşme durumunun olamayacağı, barış tesisine çalışan diğer ülkelerin, sadece Türkiye’nin HAMAS ile olan yakınlığından istifade etmeye çalışacakları değerlendirilmektedir. Ortadoğu’da etkin bir ülke olduğu kabul edilen Türkiye’nin, bölgede oluşan kutuplaşmanın bir tarafında yer alması, etkinliğini tartışılır duruma getirebilir ve bu durum, önümüzdeki dönemde Türkiye’yi yakından ilgilendiren konularda sıkıntı yaratabilir. 

Uluslararası ilişkilerde dostlukların değil, menfaatlerin söz konusu olduğu gerçeğinden hareketle, söylemlerin ve davranışların, doğal olarak bazı duygusallıklar içerse de, ölçülü tutulmasında fayda görülmektedir. İç politikada bazı grupların sempatisini kazanabilmek için takınılan tavır, dış politikada olumsuz sonuçlar doğurabilir. Irkçılığı çağrıştıran söylemler, ülkemizdeki Musevi cemaatini gücendirebilir. 

 Batılı ülkelerin İsrail’e Gazze Operasyonu sırasında tanıdığı hoşgörü, büyük bir çifte standart olarak dikkat çekti. 


İsrail’i tamamen dışlamanın ve bir daha ilişki kurulmasına imkân bırakmayacak derecede aşağılarcasına tepkili olmanın faydadan çok zarar getirebileceği düşünülmelidir. 

İsrail’in bölgede önemli bir aktör olduğu dikkate alınmalı, ABD Kongre ve Temsilciler Meclisi’nin koyduğu sınırlamalar nedeniyle gerçekleştiremediğimiz bazı savunma sanayi konularında teknoloji transferi yaptığımız, ortak çalışmalarda bulunduğumuz ve ihaleler yoluyla TSK’ya malzeme temin ettiğimiz bir ülke olduğu hatırda tutulmalıdır. Yahudi lobisinin ABD dış politikası üzerindeki etkisi göz önünde bulundurulmalıdır. Diğer taraftan İsrail’e karşı Türkiye’nin çeşitli yerlerinde düzenlenen telin mitinglerinin, insanlığa ve Filistinli kardeşlerimize yönelik saldırıları kınamaktan öteye geçtiği görülmüştür. Saldırıların, Müslümanlara karşı yapılan bir hareket olarak nitelendirilip, düzenlenen mitinglerin dini bir karşı eylem olarak sergilenmesi, radikal İslami görüntüleri andıran ve Osmanlı padişahlarının resimlerinin de kullanıldığı, irtica görüntüsü veren davranış içinde bulunulması anlamlı olarak karşılanmıştır. PKK terörüne karşı ve şehitlerimizin anısına dahi gösterilmeyen bu tepkiler, 

Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullarda düzenlenmesi talimatını verdiği saygı duruşu ve yardım toplama faaliyeti ile çeşitli ulusal ve uluslararası sosyal faaliyetlerde görülen duygusallık da dikkat çekicidir.4 İsrail’i kınamak maksadıyla sarf edilen sözlerdeki aşırılıktan cesaret alan bir takım çevrelerin düzenledikleri gösterilere, iç politik nedenlerle de müsamaha gösterilmesi, ülkemiz için başka bir tehdit olan radikal İslami hareketlerin (İrtica) sergilenmesine imkân yaratmıştır. Bu hassasiyetin dikkate alınmasında ve takip edilmesinde yarar görülmektedir. Ateşkes şimdilik sağlanmıştır. Devamının sağlanması ve kalıcı olması önemlidir. 
Bu konuda Türkiye’nin gösterdiği tepki, ölçüyü kaçırmamak kaydıyla yerindedir. Geçmiş dönemde uygulanan başarılı politikalara dikkat edilmeli, yürütülen ince diplomasi göz önünde bulundurularak ve tarafsızlık ön planda olmalıdır. Türkiye, daha önce de yazılanlardan anlaşılacağı gibi Ortadoğu’da temel sorun olan İsrail-Filistin meselesinde aktif rol almaya çalışmış, etkili olabildiği ölçüde başarılı olmuştur. Barışın sağlanabilmesi için Türkiye’nin aldığı ve alacağı rol, hem insani değerler, hem de bölgesel etkinlik açısından yararlı olacaktır. Ancak taraflardan birinin yanında yer alıp, diğerini dışlamanın, arabuluculuk faaliyetlerine uygun düşmeyeceği dikkate alınmalıdır. Türkiye’nin sadece HAMAS ile ilişki kurabilen ve onu ikna edebilen durumundan daha öteye geçen bir politika uygulaması faydalı olacaktır. Söylem, eylem ve davranışlarda, uluslararası usul ve yaklaşımların göz önünde tutulması, ulusal çıkarlarımızın nerede olduğu konusunda dikkatli olunması ve dengeli politikalar uygulanması gerekmektedir. 

DİPNOTLAR

1 “Gazze’de Ateşkes Sağlandı”, 18 Ocak 2009, http://www.aksam.com.tr/2009/01/18/haber/dunya/271/gazze_
de_ateskes_saglandi_.html,, ( Son Erişim 26 Ocak 2009) 
2 “Çek Cumhuriyeti: Gazze Açıklaması Yanlış Anlaşıldı”, 4 Ocak 2009, http://www.sabah.com.tr/2009/01/04/hab 
er,1D75AE09CD9D4668BE2D96DFC4792C51.html, ( Son Erişim: 26 Ocak 2009) 
3 “Savaşın Bilançosu: 1300 Ölü”, 18 Ocak 2009, http://www.kanal1.com.tr/haber,Savasin-bilancosu-1300-olu,5 
DA33A393B2649FCACE4AF571D80DA38.html, ( Son Erişim: 26 Ocak 2009) 
4 “Okullarda Gazze İçin Saygı Duruşu”, 13 Ocak 2009, www.ntvmsnbc.com/news/472097.asp, ( Son Erişim: 26 
Ocak 2009) 

***

12 Ağustos 2018 Pazar

1 Mart 2003 IRAK Tezkeresi İntikamı Baykalmı., SORUNLU ORTAKLIK.., BÖLÜM 17


1 Mart 2003 IRAK Tezkeresi İntikamı Baykalmı., SORUNLU ORTAKLIK.., BÖLÜM 17



1 MART TEZKERESİ - IRAK İŞGAL PLANI VE TÜRKİYENİN GELECEGİ.

Alternatif Türk Vadeli İşlemleri

ABD-Türkiye ortaklığının geleceği büyük ölçüde değişecektir.

Türkiye'nin önümüzdeki on yılda evrimi. Içine bağlı ve Dış gelişmeler, Türkiye birkaç farklı yönde gelişebilir.
Bu bölüm birkaç olası alternatif geleceği inceler ve ABD politikası için etkileri. Avrupa Birliği'ne Entegre bir Pro-Western Türkiye Bu senaryoda, Türkiye AB'ye üye olacak veya Gelecek on yılda üyelik kazanma yolunda ilerliyoruz.
Her ne kadar Türkiye’nin ekonomik seviyesi pek çoğunun altında kalacaktı AB üyeleri, ekonomik boşluğun devam etmesiyle büyümeye devam etti
oranları, daraltılmış olurdu. Türkiye'nin insan hakları kaydı önemli ölçüde İyileştirilmesi ve ordunun sivil denetimi güçlendirilecektir.
AB güçlü bir federal olma hedefinden vazgeçecek varlık ve ulus devletlerin gevşek bir konfederasyonu haline Türkiye'nin AB üyeliği daha kolay ve politik olarak daha kolay AB üyeleri için kabul edilebilir.

Genel olarak, bu senaryo Birleşik için olumlu faydalar sağlayacaktır Devletler. Türkiye'de iç istikrarı artıracak ve Türkiye'yi demirleyecek geniş bir Avrupa-Atlantik çerçevesinde - ABD'nin en önemli hedeflerinden biri. Politika - dolayısıyla Türkiye’nin uzun vadeli siyaseti konusundaki  tartışmayı sonlandırıyor oryantasyon. Aynı zamanda Müslüman için önemli bir köprü oluşturacaktı Dünya ve daha büyük bir açıklığın gelişmesini teşvik  edebilir ve Müslüman dünyasında siyasal çoğulculuk daha geniş. Ancak, bitti uzun vadede, Türkiye'nin kademeli olarak zayıflamasına da yol açacaktı Amerika Birleşik Devletleri ile güvenlik bağları. Giderek artan bir şekilde Ankara Dış politikasını yönlendirmek için Washington değil, Brüksel. Mesai, Türkiye'nin politikası daha Avrupalı ​​hale geldi ve Ankara etkilenen konularda ABD liderini takip etmeye daha az istekli olmak Türkiye'nin Avrupa ile ilişkileri.

Türkiye'nin AB'ye üye olması ihtimali. Ancak önümüzdeki on yıl zayıftır. Bölüm 6'da belirtildiği gibi, popüler AB’deki Türk üyeliğine karşı muhalefet güçlü, 
özellikle Fransa, Almanya ve Avusturya'da. Birçok AB vatandaşı sadece Türkiye'yi siyasi ya da kültürel ve dini olarak Avrupa olarak değerlendirir.
zeminler. Son olarak Avrupa'da Müslüman toplulukların büyümesi On yıl, terörizmle ilgili endişelerin artmasıyla birlikte, daha geniş çapta, Türk üyeliği ile ilgili Avrupalı ​​kaygıları güçlendirdi.

Türk siyasetinde ordunun etkisi, bir şekilde azalmış olsa da son birkaç yılda, Türk AB üyeliğine engel teşkil ediyor, Kıbrıs'taki bir çözümün olmaması gibi. Son olarak, birçok Avrupalı Türkiye'nin Kürtlerle olan sorunu ve yakınlığı endişe duyuyor çalkantılı Orta Doğu, bu sorunların ortaya çıkmasına neden olabilir. Türkiye'ye üye olursa AB'ye ithal edildi.
Türkiye'nin AB'ye katılım şansının önemli işaretleri İyileştirme politik olmaya devam eden ivmeyi içerecek Türkiye'de reform, Özellikle Türklerin 301. Maddesini yürürlükten kaldırıyor Gazetecileri ve yazarları cezalandırmak için kullanılan ceza kanunu Türklüğe hakaret etmek; Türkiye'de daha yakın bir tutum azınlık hakları, özellikle Kürtlerin hakları; daha güçlü sivil Türk ordusunun kontrolü; Kıbrıs yerleşmesine doğru görülebilir ilerleme; ve AB içinde daha gevşek bir örgütlenmeye doğru hareket “değişken coğrafya” ya da “eşmerkezli daireler” temelinde.

Türkiye katılım müzakerelerini başarıyla tamamlayacaksa 35 fasılda, insan hakları sicilini geliştirmeye devam edin, devam edin AB ortalamasının üzerinde güçlü ekonomik büyümeye tanık olmak, Kürtlerle olan farklılıklarını çözmek ve teşvik etmek için görünür adımlar atmak bir Kıbrıs yerleşim yeri, bu bir devrilme noktasına ulaşabilirdi AB’nin Türk’ü reddetmesi zor ama imkansız değil üyelik.

“İslamlaştırılmış” Türkiye

Bu senaryoda, Türkiye Müslüman kimliğini giderek daha fazla vurgulayacaktır. Batıya olan bağları önümüzdeki on yılda zayıflayacak, İslam dünyası güçlenecek. Türkiye, İran'ın yoluna gitmeyecek ya da şeriatı temel bir hükümet ilkesi olarak benimseyecek, fakat laikliğe ve Batı değerlerine bağlılığı zayıflardı. Bu eğer ortaya çıkabilirse
(1) ılımlı İslamcılardan oluşan Erdoğan liderliği yerini daha radikal bir Müslüman liderlik aldı.
(2) AB, Türk üyeliği yolunda barikat atmaya devam etti ve
(3) Amerika Birleşik Devletleri’nin PKK’ya karşı yürüttüğü kampanyaya sürekli destek veremedi. Bu koşullar altında, acı ve sinirli Türkiye, Orta Doğu'daki Müslüman ülkelere Batı ile olan güçlü bağlarını değiştiren bir bağ oluşturmaya çalışabilir.

Bu senaryonun ABD-Türkiye ilişkileri için önemli olumsuz etkileri olacaktır. Türkiye’nin Batı’ya bağları - ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri - önemli ölçüde zayıflar. ABD’nin üsleri kullanabilmesi ABD’nin keskin bir şekilde azaltılabilir, muhtemelen sona erdirilir. üzerinde Birçok konu - özellikle Arap-İsrail çatışmasıyla ilgili olanlar Türkiye'yi Arap yanlısı bir tavır takınacaktı. Türk savunma ve İsrail ile istihbarat işbirliğinin büyük olasılıkla kısıtlanması, muhtemelen sona erdi. İran ve Suriye ile güvenlik işbirliği artacaktı.
Türkiye NATO’dan çekilecek ve AB’ye katılma çabalarından vazgeçecekti.

Böyle bir senaryonun nakledilmesi durumunda, ABD'nin Türkiye'deki savunma ayak izini azaltmak ve alternatif erişim arayışına girmek zorunda kalacaktı.
ve halen İncirlik Hava Üssü'nde gerçekleştirilmekte olan görevlerin birçoğunu yürütmek için temel haklar. İncirlik'in kaybı ciddi biçimde engellenecek
ABD’nin Irak’ta görev yapabilmesi. Bugün, ABD’nin askeri birliklerinin yüzde 70’i Irak’a yöneldi.

Bununla birlikte, böyle bir senaryoyu gerçekleştirme şansı düşüktür Birleşik Devletler’in Türkiye’ye en çok duyarlılık göstermesi koşuluyla Güvenlik endişelerini, özellikle de PKK ile olan sorunlarını bastırmak. Türkiye'nin laikliğe bağlılığı güçlü. Bu özellikle doğrudur Türk ordusunun, geç kalınmış olduğu zoraki memorandum olarak Nisan 2007, altını çizdi. Türk hükümeti ciddi gösterdi
laiklikten vazgeçme işaretleri, askeri neredeyse kesinlikle olurdu araya girmek. Ancak, böyle bir senaryo Amerika Birleşik Devletleri'nde ortaya çıkabilir
Türkiye’nin PKK’ya karşı savaşını kuvvetle ve AB, Türk üyeliğine yeni engeller çıkarmaya devam ediyor.

Türkiye'nin daha İslamcı bir yönde ilerlediğini gösteren işaretler eğitim ve yargının seküler denetiminin zayıflamasını; ordunun Türk siyasetindeki etkisinin 
zayıflaması; Artmış Laikçiler ve İslamcılar arasındaki iç kutuplaşma; artan basınç Alkolün satışını ve tüketimini yasaklamak; yoğunlaşma Türkiye’nin İran’a ve diğer radikal Müslüman rejimlere bağları; önemli, belirgin Filistin davasına Türk desteğinin güçlendirilmesi; bir Türkiye'nin Hizbullah gibi radikal gruplarla ilişkilerinin yoğunlaşması ve Hamas; ve Türkiye'nin NATO’dan çekilme kararı.
Türk dış politikasının İslamileşmesi güçlenebilirse ABD ve AB ile Türkiye ilişkileri bozmaya devam ediyor AKP'deki mevcut ılımlı liderlik yerini aldıysa daha radikal bir İslamcı liderlik grubu tarafından.


18 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

12 Aralık 2017 Salı

Yeni Bölgesel Şartlar ve İsrail-Suriye Barış Görüşmeleri


Yeni Bölgesel Şartlar ve İsrail-Suriye Barış Görüşmeleri

Oytun Orhan, 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı


İsrail Başbakanı Olmert’in istifasının ardından ertelenen İsrail-Suriye dolaylı barış görüşmeleri Gazze saldırıları sonrası çıkmaza girmiştir. Suriye, operasyon sürerken görüşmeleri askıya aldığını açıklamıştır. Belirsizliğin hâkim olduğu görüşmelerin geleceği konusunda etkili olabilecek faktörleri şu şekilde sıralayabiliriz: Gazze operasyonunun yarattığı yeni bölgesel güç dağılımı ve İsrail siyasetine etkileri, Obama yönetiminin getireceği yeni yaklaşım ve arabuluculuk rolü üstlenen Türkiye’nin pozisyonunda oluşan değişim.

1. Gazze Operasyonu ve Barış Görüşmeleri: Gazze operasyonu bölgesel güç dengelerini İsrail lehinde değiştirmiştir. HAMAS’ın Suriye etkisine daha açık olan askeri kanadı önemli ölçüde zayıflatılmıştır. İkinci Lübnan Savaşı ile psikolojik üstünlüğü ele geçirdiğini düşünen Suriye, şimdi karşısında güç kullanımında tereddüt etmeyen bir İsrail bulmuştur. Suriye güç dengelerinin aleyhine döndüğü bir ortamda pazarlık masasına zayıf konumda oturmak istemeyecektir. Ayrıca Suriye’nin hassas olduğu Filistin sorunu konusunda, görüşmelerin devam ettiği bir dönemde, İsrail’in saldırı düzenlemesi barış ortamını yok ederek görüşmelerin geleceğini olumsuz etkileyecektir. İsrail açısından da Filistin sorununun öne çıkması, Suriye ile görüşmelerinin rafa kaldırılmasını gündeme getirebilir.

2. İsrail İç Politikası: “İran tehdidi”nin yarattığı kaygılar, 2006 Lübnan (Hizbullah) Savaşı’nın başarısızlığı, Gazze’den tek taraflı geri çekilme sonrası HAMAS’ın düzenlediği roket saldırıları ve son Gazze operasyonu, İsrail kamuoyunun tercihlerinde ulusal güvenlik konularını birinci sıraya yükseltmiştir. Dolayısıyla İsrail seçimlerinden Kadima Partisi birinci sırada çıkmış olsa da genel eğilim İsrail sağı lehinde olmuştur. Likud’un az farkla ikinci sırada yer almasının yanında İsrail Evimiz ve Yahudi Evi gibi milliyetçi sağ partiler seçimden güçlenerek çıkmıştır. İsrail siyasetinin kendine özgü yapısı nedeniyle Knesset’te sandalye kazanan her parti koalisyon görüşmelerinde önemli roller üstlenmektedir. Kadima Partisi hükümeti kurmayı başarabilse bile sağ partilerin etkin olacağı bir koalisyon ile karşılaşabiliriz.

İsrail siyasetinde milliyetçi-sağ partilerin güçlenmesi İsrail-Suriye barış görüşmelerinin geleceğini olumsuz etkileyebilir. Partisi ikinci sırada çıkmış olsa da halen başbakanlık koltuğunun önemli adaylarından Likud lideri Netanyahu, muhalefet döneminde İsrail-Suriye barış görüşmelerinin sürdürülmesine karşı çıkmaktaydı ve kampanya döneminde “barış ancak güçlü iken olur ve İsrail Golan Tepeleri ile çok daha güçlü” söylemiyle stratejik tepelerin Suriye’ye iadesine karşı çıktığını ifade etmişti. Netenyahu, Suriye sınırının zaten güvenli olduğunu ve barışa ihtiyaç olmadığını düşünmektedir. Golan’ın iadesinin gündeme gelmediği bir ortamda İsrail-Suriye barış görüşmelerinin geleceğini tartışmak da anlamsızdır. Seçimlerden beklendiği gibi güçlenerek çıkan ve hükümet içinde bazı bakanlıkları alması muhtemel Evimiz İsrail partisi de “barış karşılığı toprak” ilkesine karşı çıkmaktadır. Dolayısıyla İsrail iç politikasının alacağı yeni şekil zaten kırılgan bir zeminde yürüyen dolaylı görüşmelerin sonlanmasına neden olabilir.

3. Obama ve Ortadoğu: İsrail’de olası milliyetçi-sağ hükümete karşılık ABD’de Obama yönetiminin işbaşında olması, beraber çalışabilirlik açısından umut verici bir tablo çizmemektedir. İsrail sağının müzakereleri ikinci plana atan, kuvvet kullanımı ve tek taraflılığı öne alan yaklaşımı Obama yönetiminin Ortadoğu politikalarıyla çelişebilir. Daha önce Kuzey İrlanda sorununun çözümünde önemli rol oynamış deneyimli müzakereci George Mitchell’in Ortadoğu Özel Temsilciliğine atanması hem diplomasi yoluyla çözüm hem de Barış Süreci’ne verilecek öncelik için önemli işaretlerdir.

Barış Süreci’ne ilişkin Obama yönetiminden genel olarak beklenen, sürecin İsrail-Suriye ayağına öncelik vermesi yönündedir. Bu yaklaşımın temelinde, karmaşık Filistin sorununu çözmeden önce İsrail çevresinde barışçıl bir ortam yaratma düşüncesi yatmaktadır. Suriye’ye Golan Tepeleri’nin iadesi sağlanırsa, Suriye’nin İran, Hizbullah ve HAMAS ile ittifakı zayıflatılabilir, İran’ın da bu örgütler üzerindeki etkisi sınırlanabilir. Obama yönetimi henüz işbaşına gelmeden Suriye’ye yönelik açılımın sinyallerini vermiştir. Obama ekibinden bir grup, görüşmeler yapmak üzere Suriye’nin başkentine gitmiştir. Bu doğrultuda en çarpıcı gelişme, yakın dönemde ABD’nin Suriye’ye büyükelçi atayabileceği yönündeki haberlerdir. Bu açılımlar gerçekleşirse İsrail-Suriye barış görüşmelerinin de ciddi olarak gündeme gelmesini bekleyebiliriz. ABD’nin aktif olarak katılımı ve desteği, görüşmelerin devamı açısından olumlu bir faktör olarak görülebilir. Görüşmelere soğuk bakması beklenen yeni İsrail yönetiminin ABD tarafından ikna edilmesi de gündeme gelebilir.

4. Türkiye’nin Rolü: Türkiye, Gazze operasyonu sonrasında bölgedeki ağırlığını daha çok Filistin tarafından yana koymuştur. Bu yaklaşımın Türkiye’ye belli avantajlar sağlaması kaçınılmazdır. Ancak diğer taraftan İsrail nezdinde Türkiye’nin tarafsızlık algısı erozyona uğramıştır. İsrail’de oluşacak yeni hükümetin Türkiye’yi tarafsız bir arabulucu olarak görme konusunda şüpheleri oluşabilir. Yine de, Filistin tarafında sağlanan güven ve itibar, İsrail açısından Türkiye’yi daha değerli bir arabulucu da yapabilir. Zaten Türk-İsrail ilişkileri pratikte şimdilik bir değişim göstermemiştir. Askeri ve ekonomik alanda işbirliği aynen sürmektedir. İki taraftan da ilişkilerin devamına ilişkin beklentileri dillendirmektedir. Dolayısıyla HAMAS ve Filistin halkı üzerinde etkin bir Türkiye, arabuluculuk açısından ön plana çıkabilir. Son olayların arabuluculuk rolünü nasıl etkileyeceği sorusunun yanıtı, eleştirilerin İsrail’de yarattığı hasarın derinliği ve Türkiye’nin bundan sonra eleştiri dozunu nasıl ayarlayacağı ile doğrudan bağlantılı olacaktır. Türkiye’nin arabulucu rolündeki değişimin yönü, İsrail-Suriye barış görüşmelerinin geleceğini olumlu ya da olumsuz etkileyebilir.

http://orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=132


***