Ahmet Davutoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet Davutoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜM SÜRECİNE GÜVENMEK NEREYE KADAR?

ÇÖZÜM SÜRECİNE GÜVENMEK NEREYE KADAR?


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 14.04.2014
Türkiye-Irak/Irak Kürdistan’ı/ABD ilişkileri 2010 yılına kadar uyum içindeydi. ABD'nin Irak'tan askerini çekmesiyle birlikte bölgesel güçlerin etkinliği ABD'ye göre arttı. Irak üzerinde İran, Türkiye ve Suudi Arabistan'ın etkisi görülmeye başlandı. ABD, gittikten sonra Irak'ın İran'ın kontrolüne girmesini önlemek için Iraklı ılımlı şii ve Sünnileri esas alacak bir yönetim kurması için Türkiye ve Suudi ile birlikte hareket etti. Buna göre içinde Maliki'nin başbakan, Kürtlerin de cumhurbaşkanı olmadığı bir yönetim planlandı. Buna göre başbakan ılımlı Şii İyad Alavi, cumhurbaşkanı da Sünni Haşimi olacaktı. Kürtlere ise meclis başkanlığı bırakılacaktı. O dönemde Talabani henüz hastalanmamıştı. Kürtlerin Irak'taki kazanımlarını yok sayan bu plana karşı Kürtler İran'ın desteğini alarak Maliki ile birlikte hareket etme kararı aldılar. Bunun sonucunda Maliki yeniden başbakan, Talabani de cumhurbaşkanlığına devam etti. Aslında Türkiye'nin Ortadoğu'da yaptığı hamlelerde ilk başarısızlık da burada görüldü. Müslüman Kardeşlere de yakın olan Haşimi'nin Irak'taki başarısızlığı Türkiye'nin başarısızlığıydı. Daha sonra bu başarısızlık Suriye, Mısır ve Filistin'de kendisini gösterdi. Türkiye ve Türkiye'nin destek verdiği hiç bir güç başarılı olamadı. Ahmet Davutoğlu'nun Stratejik Derinlik politikası iflas etti. Kürtler açısından en büyük şanssızlık ise Talabani'nin hastalanıp siyaset sahnesinden gitmiş olmasıdır. Ortadoğu'da dengeli bir politika yapan aynı zamanda KDP ve KCK ve TC arasındaki dengeyi sağlayan Talabani'nin yokluğu ve bunun sonucunda KYB'inde yaşanan düşüş KDP ve Barzani'nin ulusal Kürt birliğine aykırı politikalara savrulmasını beraberinde getirdi. Kuşkusuz bunun en büyük nedeni, onca olumsuzluklarına rağmen KDP'nin Türkiye'ye yakınlaşmış olmasıdır. ABD açısından ise yenilgili durumu kabul etmekten başka bir yol kalmamıştı. ABD'nin bundan sonraki politikası Irak'ın İran'ın etkisine girmesini önlemek üzerineydi. Bundan sonraki süreçte ABD ile Türkiye ilişkileri de eskisi gibi olmayacaktı. Bu da haliyle Türkiye ile ilişki geliştiren Barzani ile ilişkilerin bozulması anlamına geliyordu. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin(IKBY) kendi bölgesindeki petrolü, Irak merkezi yönetiminin itirazına rağmen Türkiye üzerinden satmaya çalışması IKBY ile Irak arasını iyice bozdu. ABD'nin bu tartışmada Irak merkezi hükümetinden yana tavır alışı Barzani'yi zora soktu. Barzani'nin statüsünü borçlu olduğu ABD ile çelişkiye düşüşü, statü kazanmasında sürekli engel oluşturan Türkiye ile iyi ilişkiler kurması aslında Barzani'nin en büyük açmazıydı. Kürt ulusal birliği ve Kürdistan ulusal kongresinin toplanacağı bir dönemde Türkiye için önemli bir fırsat doğmuştu. Türkiye, Barzani'yi rehin alacak şekilde onu hem Türkiye Kürdistanında hem de Rojava'daki Kürt kazanımlarının karşısına çıkartma imkanı elde etmişti.

Çözüm koşulları oluşmadan çözüme yönelik adımlar atmak çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Çözüm olacak diye bir tarafın kendisini çok rahat hissetmesi ortama güven duyarak bazı etkinliklere girmesi karşısında diğer tarafın güçlü taraf olmasının avantajlarını kullanarak bu durumu tespit ve fişleme amaçlı kullanması ve sonrasında çözümün tıkanması halinde bir kimsenin rehine olarak alınmasına beraberinde getirmiştir. Bu aynı zamanda devlet adına çözüme aracılık edenleri de tehlikeye atmaktadır. Siyasi sorumluların desteğini çektikleri anda meydana gelecek sonuçlar her iki taraf açısından yıkıcı olacaktır. Bu nedenle yalancı bahar gibi sonuçlar ortaya çıkacaktır. Nasıl ki, erken bahar gelince ona güvenerek ağaçlar çiçek açıyor sonradan fırtına ve soğuklar başlayıp çiçekler dökülüyor ve o yıl ürün verilmiyorsa burada olan da budur. Kürtlerin yalancı bahar yaşadıkları ortaya çıktıkça vereceği ürünü bir yıl daha da gecikeceği ortada. Çözüme oturacakların gücü gerçekten de olmalıdır. Kendi içinde belirli bir politika yaratamayanlar sırf bu nedenle güçsüz sayılırlar. Ve bu durumda bulunanlardan bir grup diğer grubun teklemesini bekler. Başarısızlık onunda hemen devreye girip krizden güçlü bir şekilde çıkarlar. Depremde yıkılan/zayıflayan binaların ekonomik değeri iyice dibe vururken ayakta kalan binaların değeri bir anda artar. Ancak o binalar sağlam oldukları için değil diğerlerine göre daha az hasar gördükleri için değer kazanırlar. İşte bu şekilde henüz deprem olmadan önlemini almak gerekiyor. Şimdilik ayakta kalan ayakta kalmanın ona verdiği öz güvenle kendisini kamburlar ülkesinin kralı ilan eder. Yeni bir değişim düzeni ayağa kaldırma amacı olmaz. O zayıfın düşüşü karşısında mevcut gücünü şişirmekle övünür durur. ***

8 Aralık 2020 Salı

Bu tablo senin Eserin Tayyip Erdoğan !

Bu tablo senin Eserin Tayyip Erdoğan !



SABAHATTİN ÖNKİBAR : 
Özel-Büro-İstihbarat 
SURİYE DOSYASI 
7 Eylül 2015












Kapital,Zenginlik ve Burjuva,

Avrupa nın , yeni kıtaları bulması , ona büyük zenginlik kazandırdı. Merkantalizm , Avrupalı tüccarların desteklenmesi sonucu, Bankacılar,  Kapitalistler güclendi ve bunların coguda Davudi kayanaklı, oldu.

Fransız Devriminin arkasında Davudi sermaye vardı.
Marks , Davudi sermayeden destek buldu.
Rusya da Kominizm devrimi , Trocki-Lenin , Davudi sermayeden destek aldı.
Amac para oyunları ile , ülke yönetimleri ister sağcı , ister solcu ister dinci olsun ele geçirmekti.

I.Elizabet , Güneş batmayan imparatorluğunu kurdu, Davudi başbakanı da, Elzabet i, yöneten krallığını kurdu.
Kanuni,Osmanlı imparatorluğunu genişletti, onun üzerinde de Davudiler krallıklarını kurdular.

Kovboy güç kuruldu, Kovboy gücü de Davudi sermaye yönetir duruma geldi.
Ortadogu petrol şeyhleri, Ortadogu politikasını yönetmeye çalıştı, bir çok ülke siyasetçilerine para dağıttılar,onların arkasında da , Davudi Sermaye yer aldı.
Iran la bir anlaşma yapıldı buna en çok sevinen de , Davudi sermaye oldu.
TC de de küçük bir azınlık, Dinci , ritüeller ile kendi burjuvazisi ni ve Kapitalistleri ni kurma peşinde. Asker ölmüş, vatan satılmış umurlarında bile değil. 
Kendi sırça köşklerinde yasama peşindeler.

Aristonun dediği doğru.
Ülkede zenginler, ülkeyi daha çok sömürmek , güçlenmek ve krallar gibi yasamak peşindeler.

Mekkede , Allah vardır , birdir ve tektir diyen , Hz.Muhammed , Putları yıkınca, put
ticaretinden çıkar sağlayanlar, İslam dan çıkar sağlamak peşine düştüler.
Bizans, Pers , Mısır toprakları ellerine geçince, bu zenginliklere sahip olmak istediler.
Bu ,çıkarcılar,Hz.Muhammed in yaşamını özlemediler.
Hz. Aliyi de sehit ettikten sonra , karsılarında, o ıslam ahlakını savunacak güc de kalmadı.

Müslümanlıgı savunanlar, İslam ın yüksek ahlak prensiplerini yasatmak pesinde değiller, sadece çıkarlarının peşindeler.
Gür-Buz
On Monday, September 7, 2015 1:06 AM, “Digi Security (İşnet) Digi.Security@isnet.net.tr [Ozel-Buro]” 
Ozel-Buro-noreply@yahoogroups.com

– Suriye dün, yani ABD hücum emrini vermeden ve Tayyip Erdoğan saldırmadan önce barış içinde bir ülkeydi. Bugün, cehennem!
– Suriye’de dün Hıristiyanı-Müslümanı, Alevisi-Sunnisi, Arabı-Kürdü, Dürzisi-Marunisi kardeşçe yaşıyordu. Bugün, pek çoğu birbirine hasım!
– Suriye, dün istikrar adasıydı. Bugün, küçük Irak!
Suriye, dün Büyük Kürdistan projesine setti. Bugün değil!
– Suriye, dün Kürdistan’ın Akdeniz’e açılamaması için kaleydi. Bugün tünel!
– Suriye, dün Güney sınırımızın güvencesiydi. Bugün, yeni güney komşumuz fiili PKK devleti!
– Suriye, dün tek parçaydı. Bugün, fiilen birkaç parça!
– Suriye, dün Müslüman komşumuzdu. Bugün Haçlı’larla beraber yıkmaya çalıştığımız hasım ülke!
– Suriye, dün dış ticarette en çok artı verdiğimiz ülkeydi. Bugün, tek kuruşluk bir ticari ilişki yok!
– Suriye, dün Ortadoğu’ya açılan kapımızdı. Bugün, sınırlarımızı kapattığımız ülke!
– Suriye ile dün dost iken, Rusya, İran ve Irak’la da dosttuk. Bugün, Suriye ile beraber bu ülkelerin tamamı ile düşmanız!

Burada bir parantez açıp soralım:

Sahi, Türkiye hangi çıkarı adına Suriye’ye hasım oldu ve örtülü bir savaşı başlattı, bilen var mı?

Zerre bir çıkarı yok ise, istikrar adası olan bir ülkeye yani Suriye’ye, Haçlı’nın amaçları ve de Irak -Libya tarumar örnekleri ortada iken nasıl ve niçin saldırır?
Sadece gerekçesiz bu saldırı tutumu bile Tayyip Erdoğan’ın neye ve kime hizmet ettiğini ortaya koymuyor mu?

Altını çizerek yazıyorum, Suriye’deki yıkımın ve ölen on binlerin birinci derecede ki sorumlusu ABD değil, Tayyip Erdoğan ile şurekasıdır!

Bir başka şey daha:

Dünyanın en önemli stratejisyenlerini toplasanız ve Türkiye’yi bölme senaryonuzu yazın deseniz, emin olun Türkiye’nin bugün izlediği Suriye politikasından 
daha etkili bir şey yazamazlar! Düşünebiliyor musunuz, hem Suriye’de hem de Irak’ta Kürdistan’a karşı olan Esad ile Maliki bugün Türkiye’nin can 
düşmanları konumunda!

Evet, bugün izlenen Suriye politikası dışında hiç bir şey Türkiye’yi bölemezdi ki, hicap ile yazıyorum artık bölünmede geri sayım sürecindeyiz!
Bahçeli’nin Kerkük tezgahına dikkat!

Kaynağım emin.

Anlattığı şu:

Bahçeli, kongre öncesi panikte ya, hizmetinde olduğu ve yardım talep ettiği malum derin çevrelerden, “imaj atağı yap” önerisini almış ve bir oyun kurulmuş.
Buna göre, Bahçeli, ülkücü taban için özel anlamı olan Kerkük’ü kongre öncesi ziyaret edecek!
Diyeceksiniz ki, tek başına ziyaret imaj oluşturmaya yetmez!
Devamı var dinleyin:
İşte, o ziyaret esnasında bir tiyatro sergilenecek ve bir grup, Bahçeli’yi güya protesto edip heyetine saldıracak!
Kameraların çekeceği o an sürecinde, Bahçeli birden, “One minute” tavrı takınacak, yani onlara meydan okuyup kahramanlık taslayacak ve çok sert 
mesajlar verip, işte lider böyle olur dedirtecek!
Yemezler, Devlet efendi, ağzınla kuş tutsan, kongreden sonra senin gideceğin yer Çayyolu’ndaki trilyonluk malikanendir!
Öyle, çünkü senin Türk dünyası ya da Kerkük diye bir derdin olsa, bugüne kadar bir kez olsun ağzına alırdın. Şimdi yapacağın kurultay gezisidir!
Şu tabloya bakar mısınız!
PKK, Suriye’de devlet kurdu, Bahçeli’den tık yok. Ondan sonra Kerkük’te bayram namazı imiş!
Yahu, sen 10 yıldır MHP Genel Merkezi’ndeki büyük mescitte bir kez olsun Cuma namazı kıldın mı ki Kerkük’te namaz diyorsun!
Çamlıca camisi bu günahlarınızı örter mi?
Tayyip Erdoğan, bir şeyi iyi biliyor!
İnanç üzerinden yapılacak bütün tartışmalar, kendine artı yazar.
Bunun için de, sürekli yeni yeni inanç konularını gündeme taşıyor ki, bu aralar bu konu Çamlıca’daki cami inşa olayıdır.
Peki ama, Çamlıca’ya cami inşa etmek AKP ya da Erdoğan’ın bu devasa günahlarını örtebilecek mi?

– Suriye’de, Haçlı ile işbirliği yapıp Müslümanları boğazlamak!
– BOP hedefi bağlamında, Büyük Kürdistan’ı adım adım inşa etmek!
– İsrail’i korumak için füze kalkanını Türkiye’ye monte etmek!
– 9 Türk vatandaşının Gazze yolunda, İsrailliler tarafından katledilmesine, fiili, zerre bir tepki vermemek!
– Türkiye’nin en önemli enerji ve ticari partnerleri Rusya ve İran ile hasım olup hedef ülke olmak!
– Doğu Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama olayında Kıbrıs’lı Rumlardan bile kötek yemek
– İncirlik’ten kalkan uçaklarla bir buçuk milyon Irak’lı Müslümanın öldürülmesine ortak olmak!
Ahmet Davutoğlu, Barzani’ye “Kak Mesud” diye hitap eder!
Kak Kürtçe’de ağabey anlamına geliyor ve dolayısı ile Mesut ağabey demek istiyor!
Davutoğlu özel yaşamında, Barzani’ye isterse baba da diyebilir, ama Türkiye’nin Dışişleri Bakanı sıfatı ile; “Tepemi attırırsanız Diyarbakır’a da karışırım” 
deyip Türkiye’yi tehdit eden ABD ajanı bir peşmergeye ağabey diye hitap edemez! Ederse, bu ülkeyi küçük düşürmek olur!

Gelelim konumuza:

Tayyip Erdoğan, Davutoğlu’nu Kak’ına pardon, ağabeyine gönderiyor!
Niçin mi?
Barzani’nin Suriye Kürtlerini sahiplenmemesi için!
Komikliğe bakar mısınız?
Yahu adam, Suriye Kürtlerini bölükler halinde eğittiğini kendi ifade ediyor. İlgilenmemek nerede kaldı! Hal bu iken, bu seyahat neyin nesi?
Hayır, bunu Tayyip’te, derin stratejisti Davutoğlu da biliyor. Lakin, gayeleri iç kamuoyunu manipüle etmek!
Hani, AKP’nin bir şarkısı var ya o misal. Bunların tamamı, “aynı dağın yelleri” yani ABD’nin İnzibatları!

https://stratejikoperasyon.wordpress.com/2015/09/07/ozel-buro-istihbarat-suriye-dosyasi-sabahattin-onkibar-bu-tablo-se-nin-eserin-tayyip-erdogan/

***

22 Mart 2020 Pazar

Türk Dış Politikasına Yansımalarıyla Arap Baharı., BÖLÜM 2

Türk Dış Politikasına Yansımalarıyla Arap  Baharı., BÖLÜM 2


Nihayetinde; Türkiye’nin bölgede yaşanan olaylarda demokratik dönüşümü 
destekleyici rolü, artan etkisi ve bölge halklarında oluşan Türkiye’ye karşı büyük 
heyecan ve hayranlıkla birlikte, uluslararası camiada Türkiye’nin bölgenin lider 
ülkesi olabileceğine yönelik düşünceler yeni bir tartışmayı da ortaya çıkmıştır. 
Bu tartışmanın ana eksenini; Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması ve 
demokratik bir rejimle yönetilmesi nedeniyle Arap baharında dönüşüm yaşayan 
ülkelere model olabileceğine dair düşünceler oluşturmaktadır. Biz de bu noktada 
bu tartışmaların her iki yönüne de yer vererek bir sentez yapmaya çalışacak ve 
“Türkiye demokratik bir ülke olarak Ortadoğu’ya model olabilir mi?” sorusunu 
cevaplamaya çalışacağız. 

Sonuç Yerine: Türkiye Demokratik Bir Ülke Olarak Ortadoğu’ya Model Olabilir Mi? 

Türkiye’nin demokratik bir ülke olarak Ortadoğu’ya model olması, Arap baharı 
süreci ve ardından oluşan ortamda kendine has bir tartışma alanı oluşturmuştur. 

Fakat Türkiye’nin model olması ilk olarak Arap baharında gündeme gelen bir 
konu değildir. 1991 yılında SSCB’nin dağılmasıyla 15 yeni cumhuriyet ortaya 
çıkmış ve bu cumhuriyetlerden Kafkasya ve Orta Asya’da yer alan Türk 
Cumhuriyetleri için de Türkiye model olarak gündeme gelmişti. Fakat model 
olma konusunda Türkiye’nin ve Batılı ülkelerin beklentisi farklıydı. Batılı 
ülkelerinin önceliği; Türk Cumhuriyetleri’nde yönetimin İslamcı radikallerin, 
dolayısıyla Batı karşıtı akımlarının eline geçmemesi ve Batı dünyası ile 
ekonomik ilişkileri geliştirecek laik yönetimlerin işbaşına gelmesiydi. Onlara 
göre; yeni Cumhuriyetlerin demokratik temeller üzerine kurulmaları fazla önem 
taşımamaktaydı. Türk Cumhuriyetleri’nde demokratik bir yönetimden çok 
otoriter yönetimler kuruldu ve bu durum Batı tarafından bir bakıma kabul gördü. 

Batılılara göre; ancak otoriter sistemler, bağımsızlıklarını yeni kazanmış 
ülkelerde siyasi istikrarı ve ekonomik kalkınmayı gerçekleştirebilirler ve Orta 
Asya’yı tehdit eden İran’ın destek verdiği radikal akımlara karşı durabilirlerdi 
(Demiray, 2010: 102). 

2010 yılının sonlarında başlayan Arap Baharı sürecinde de Türkiye’nin model 
olup olamayacağı çok farklı çevrelerde tartışılmaya başladı. Farklı pek çok 
görüşün bulunduğu bu tartışma alanındaki çalışmalara yakından bakıldığında, 

Türkiye’nin bölge ülkelerine model olabileceği yönünde görüşlerin varlığıyla 
birlikte, bunun geçerli bir tespit olmadığını savunan fikirlerin de var olduğu göze 
çarpmaktadır. Model olma konusunda Türk yetkililerin ifadesi son derece açık: 
Başbakan ve Cumhurbaşkanı gibi üst düzey yetkililer, Türkiye’nin bölgeye 
model olma gibi bir amacının olmadığını ifade etmekteler. Diğer yandan da 
Türkiye’nin deneyimi ve başarıları ile bölgedeki hareketlere yardımcı olabileceği ve bölgedeki demokratik gelişmelerde destek olabileceğini de belirtmektedirler   (Çakmak, 2011: 17; http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1177903-bagis-ortadoguya-model-olma-gibi-bir-istegimiz-yok). Model konusunda, diyalektik bir yöntem kullanarak sorunun cevabını iki taraflı olarak ele alacak ve ilk olarak Türkiye’nin bölgeye model olabileceği yönündeki olumlu görüşleri ve onların gerekçelerini sunacağız, ardından karşı görüşleri ve gerekçelerini aktararak bir bakış açısı oluşturmaya çalışacağız. 

Türkiye’nin Ortadoğu’ya ve özellikle Arap baharı yaşanan ülkelerin içinde 
bulundukları dönüşüm sürecine model olabileceğini savunan görüşlerin 
temelinde, Türkiye’nin bütün eksikliklerine rağmen Müslüman ağırlıklı nüfusuyla, laik ve işler bir demokrasiye sahip ülke olması yatmaktadır (A Model of Middle East Democracy, Turkey Calls For Egypts Change in Egypt, 2011). 

Türkiye, Müslüman çoğunluğa ehil toplumunun dini ve muhafazakâr değer 
yargılarını laik devlet anlayışı ve liberal sosyoekonomik yapıyla bir araya 
getirebilmiştir. Bu temel parametrelere Türkiye’nin Batı dünyası ile geliştirmiş 
olduğu fonksiyonel ilişkiler de eklendiğinde oluşan tabloda Türkiye, Ortadoğu 
coğrafyasında hem liberal temsili demokrasinin yaşamasını hem de bölge 
toplumları nazarında düşman Batılı dünya algısının değişerek; yerine pragmatik 
ve işbirliği odaklı ilişkiler kurulmasını sağlaması ekseninde öne çıkan bir ülke 
durumundadır (Oğuzlu, 2011: 74). 

Türkiye’nin bölgeye yönelik model olabileceğini güçlendiren diğer bir unsur ise; 
2002 yılından sonra ülkede yaşanan gelişmelerdir. Bu tarihten sonra iktidara 
gelen Adalet ve Kalkınma Partisi, İslami geleneklerden gelen muhafazakâr bir 
yapıya sahiptir. Bu özellikleriyle parti, rejimin laik ve çoğulcu karakterini 
benimseyen bir politika izlemiş ve bu durum kimi çevrelerce Batı dünyasındaki 
Hıristiyan demokrasinin Müslüman versiyonu olarak gösterilmiştir (Turkey: A 
Model For The Arab World?, 2011). Bununla birlikte, Mısır ve Tunus’ta seçimlere giren ve kazanan partilerin, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne benzer parti 
programları nı benimsemeleri ve özellikle Tunus’ta iktidara gelen El Nahda 
partisinin Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi’ni örnek alacağını söylemesi 
gibi pratikte yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin demokratik bir ülke olarak bölgeye 
model olabilme ihtimalini arttırmaktadır (Türel, 2011: 27). Bu gelişmeler, Arap 
dünyasında model sorununun önemli bir problemi olan İslam dini ile 
demokrasinin birlikte düşünülemeyeceği inancına yönelik şüpheleri de 
değiştirmeye başlamıştır. Bu bağlamda Washington Ortadoğu Enstitüsü 
direktörü Wendy Chamberlin, Türkiye’nin İslam ve demokrasiyi kucaklayan 
yapısına işaret ederek, İslam ve demokrasinin uyumsuz olmadığını; aksine 
karşılıklı olarak birbirlerini destekleyici içeriğe sahip olduklarını belirtmiştir 
(Turkey: A Model For The Arab World?, 2011). 

Türkiye’nin demokratik bir model olarak savunulmasını ve öne çıkarılmasını 
sağlayan bir başka faktör de: diğer Müslüman ülkelerin ve özellikle İran’ın 
bölgeye yönelik beklentileri karşılayamamasıdır. İran’ın Esad rejimini 
desteklemesinin yanı sıra Bahreyn’e yönelik duruşu da; İran politikalarının 
mezhepçiliğe dayandığını göstermesi ve Arap toplumunda İran algısının negatif 
yönde etkilenmesine neden olmuştur. Zira İran yönetiminin hızlandırılmış 
prosedürlerle Irak ve Lübnan’daki müttefiklerini Suriye rejimini desteklemeye 
zorlaması da, bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır (Bakeer, 2012: 4). İran, 
1979’da İslam devrimini gerçekleştirdikten sonra bu devrimi Ortadoğu 
halklarına bir yol gösterici olarak önermekteydi. Hatırlanacağı üzere Arap 
dünyasında son iki yılda yaşanan değişimde meydanları dolduran kalabalıklar 
demokrasi, özgürlük ve sosyal adalet isterlerken; aynı zamanda -Müslüman 
kardeşler örneğinde görüldüğü gibi- iktidarların güçlü alternatif adayları olan 
İslamcı muhalefet daha pragmatik bir siyaset izlemektedir (Fakho ve Hokayem, 
2011: 25). 

Buraya kadar olan kısımda, Türkiye’nin demokratik bir ülke olarak Ortadoğu’ya 
model olabileceğini savunan görüşlerin ana hatlarını aktarmaya çalıştık. 
Bu noktada, Türkiye’nin bölgeye model olamayacağını öngören görüşleri ele 
alacağız. 

Türkiye’nin bölgeye model olamayacağını savunanların dikkat çeken ilk iddiası, 
Türkiye’nin demokratik dönüşümünü tamamlayamadığı yönündedir. 
Bu bağlamda Türkiye’nin otoriter bir rejimden çıkarak tam bir demokrasiye 
geçtiğini söylemenin zor olduğu belirtilmekte ve Türkiye’de demokrasinin 
konsolidasyonu sürecinin eskilere dayanmasına rağmen zaman içerisinde farklı 
nitelikler kazanarak evrimine devam ettiği vurgulanmaktadır (Oğuzlu, 2011: 78). 
Nitekim Oxford Üniversitesi profesörlerinden Tarıq Ramadan da Türkiye’de 
demokrasi adına bazı ilerlemeler kaydedilmesine rağmen, ülkede yaşanan bu 
dönüşümün uzun bir süreç olduğunu belirtmiş ve Türkiye’de hala askeri 
vesayetten arındırılmış tam bağımsız bir demokrasinin var olmadığını söylemiştir (Turkey: A Model For The Arab World?, 2011). 

Bu görüşe benzer şekilde ünlü tarihçi Norman Stone da, bu denli yavaş bir demokratik gelişime sahip ve İslam’a mesafeli temeller üzerine kurulu Türkiye’nin, Ortadoğu’ya model olamayacağını aktarmaktadır (Egypt Isn’t Turkey, 2011). Türkiye demokrasinin modelliğine yönelik olarak aktardığımız bu bakış açılarına eklenebilecek bir görüş de demokrasi kültürü ile alakalı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’nin demokrasi modelinin kendi özgün 
kültüründen ortaya çıktığını, aynı şekilde her ülkenin özgün demokrasi modelini 
kendi özellikleriyle bulması gerektiği söylenmektedir (Ayman, 2011). 

Türkiye demokrasisinin özgünlüğüne yapılan bu vurguya paralel şekilde iç 
politik şartlarda meydana gelen Kürt halkı sorunu, kamusal alanda başörtüsü 
problemi, azınlıklar sorunu, ifade özgürlüğünde ortaya çıkan sıkıntılarla birlikte 
çok çeşitli bir muhalefetin oluşamaması gibi değişkenler göz önüne alındığında, 
Ortadoğu bölgesinde her ülkenin kendi özgün demokrasi modelini oluşturması 
fikri kuvvet kazanmaktadır (Özdemir, 2012). Bu özgün iç dinamiklere gönderme 
yapan Amerikalı gazeteci David Judson da, ülkelerin ve toplumların birbirlerine 
monte edilebilecek “lego parçaları” olmadıklarını belirtmiş, kendilerine has 
özellikleri olan ülkeleri birbirlerine benzetmeye çalışmanın tehlikeli bir girişim 
olduğu üzerinde durmuştur (Türkiye Arap Baharına Model Olabilir Mi?, 2011). 

Türkiye’nin bölgeye yönelik model olamayacağına ilişkin sunulan bir diğer 
görüş de: Türk modelinin önemli bir niteliği olan “laikliğin” Arap dünyasındaki 
algısıdır. Özellikle Türkiye’nin bölgeye yönelik ziyaretlerinin Mısır ayağında, 
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı laikliği savunan konuşması bir 
tartışma yaratmıştır. Bu konuşma bir yandan liberal eğilimli bölge halklarının 
beklentilerini karşılayan bir çizgidedir; ancak diğer bir yandan geniş İslamcı 
kesimin tepkisine yol açmıştır. Türkiye’nin model olamayacağını savunanlar, 
böyle bir temel konuda ikiye ayrılmış olan Arap toplumunun konsensüs halinde 
Türk modelini benimseyeceğini düşünmenin zor olduğunu dile getirmektedirler. 
Onlara göre, Araplar kendi özelliklerine uygun şekilde kendi modellerini 
geliştirmeyi tercih edeceklerdir (Kohen, 2012). 

Son olarak Türkiye’nin bölgeye model olamayacağına ilişkin savlar içinde 
değerlendirilebilecek farklı bir görüş de, ortak mutabakat üzerine kuruldur. 
Boğaziçi üniversitesi profesörlerinden Hakan Yılmaz’ın dile getirdiği bu bakış 
açısına göre; Türkiye, Amerika ve Avrupa Birliği birlikte hareket eder, 
birbirlerine karşı dürüstlük ilkesini korur ve her ülke kendi modelini 
Ortadoğu’da kabul ettirmeye çalışmazsa, bölgede demokratikleşmeye yönelik 
bir umut meydana getirilebilir. Yine Yılmaz’a göre esasen gerekli olan olgu 
gerçekçi bir bakış açısından ziyade; romantik bir algılama ve mutabakattır. Aksi 
halde tek başına Türk modeli sistematik bir fayda sağlamayacaktır (Türkiye 
Arap Baharına Model Olabilir Mi?, 2011). 

Sonuç itibariyle, “Türkiye demokratik bir ülke olarak Ortadoğu’ya model teşkil 
edebilir mi?” sorusuna yönelik verilebilecek bütün cevaplar bazı eksikleri 
bünyesinde barındıracaktır. Gösterdiğimiz üzere, Türkiye’nin birçok olumlu 
özelliği her ne kadar iyi bir tablo oluştursa da; öte yandan hiç de 
azımsanmayacak ölçüde öneme sahip olumsuz yönlerinde var olması, bu tabloya net bir yorum yapılmasının önünü kesmektedir. Çünkü model olma tartışması bir nevi açık uçlu tartışmadır ve buradan kesin bir hüküm çıkarmak son derece zordur. Mamafih, Arap baharıyla birlikte zirveye taşınan bu tartışmanın nasıl bir sonuca varacağını belirleyecek tek faktör: Ortadoğu’nun kaderini kökten değişeme uğratarak yeni bir döneme girmesini sağlayan halkın, yine aynı şekilde bölgenin nasıl bir yapıya bürüneceğine dair göstereceği iradesidir. Hemen belirtmek gerekir ki; bu iradenin önemini gösteren bir örnek Mısır’da meydana gelmiştir. Ülkede oluşturulacak yeni anayasa yönelik Birleşmiş Milletlerin yardım teklifini reddeden Mısır, bu süreci ülkesinin iç meselesi olarak görmüştür (Mısır Anayasa Konusunda BM Yardımını Reddetti, 2012). 

...............

    Orta Doğu ve Kuzey Afrika Ülkeleri İle İlişkiler;

Genel:

Orta Doğu’daki gelişmeler gerek bölge halklarıyla mevcut tarihi, kültürel ve sosyal yakınlığımız, gerek bu gelişmelerin doğrudan veya dolaylı etkileri nedeniyle Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir.

Çok boyutlu, proaktif, yapıcı ve geleceğe dönük bir dış politika izleyen Türkiye, Orta Doğu’da barış, istikrar ve refahın egemen olmasını arzu etmekte, bu hedefle yürütülen çabalara güçlü destek vermekte ve gereksinim duyulan her alanda krizlerin aşılması ve sorunların çözümü için girişimlerde bulunmakta veya çözüm süreçlerinde aktif katkı sağlamaktadır.

Küresel düzeyde olduğu gibi Orta Doğu’da da mevcut sorunlar sonsuza kadar çözümsüz kalamayacaktır. Çözümlenemeyen her sorunun, her an yeni insani trajedilere yol açabileceği maalesef çeşitli vesilelerle tecrübe edilmiştir. Ortak sorunların çözümü bölgesel sahiplenme ve kapsayıcı diyalog anlayışından geçtiği cihetle bu konuda tüm bölge ülkelerine görevler düştüğüne inanmaktayız.

Türkiye’nin bölge için vizyonu kalıcı barış, istikrar ve güvenlik ile sürdürülebilir ekonomik kalkınmanın sağlanmasıdır. Güvenlik ve istikrarın tesisi, ekonomik kalkınma ve refah için temel şarttır. Bu nedenle, Türkiye bölgedeki sorunların kapsayıcı diyalog yoluyla çözülmesi, bölge ülkeleri arasında ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda ilişkilerin güçlendirilmesi için çaba sarfetmektedir. Komşu çevremizde kalıcı istikrar arayan ve bölgesel bütünleşme sağlanmasını hedefleyen girişimlerimiz, bu çabaların somut birer tezahürünü oluşturmaktadır.

Türkiye bu çerçevede gerek ikili düzeyde, gerek çok taraflı platformlarda Orta Doğu ülkeleriyle mevcut ilişkilerini ve işbirliğini yapısal temelde güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu kapsamda, Türkiye’nin Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi (YDSK) süreçlerini, Batılı ülkelerden önce Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi ülkeleriyle tesis etmiş olduğu da hatırda tutulmalıdır.

Arap Ülkeleri ile İlişkiler:

Ortadoğu coğrafyasının önemli unsurlarından biri olarak Türkiye, Arap ülkelerinin istikrar, güvenlik ve huzurlarını doğrudan kendi istikrar, güvenlik ve huzuruyla bağlantılı görmektedir.

Bu bağlamda Türkiye, Arap ülkelerinin karşı karşıya olduğu tüm sosyal, ekonomik ve siyasi sınamalarda, bu ülkelerin yanında durmak ve elden gelen destek, dayanışma ve katkıyı sağlamaya gayret göstermekte, sorunların ancak işbirliği, eşgüdüm ve diyalog yoluyla ve sadece siyasi sahada kalıcı ve sürdürülebilir çözümlere kavuşturulabileceğine inanmaktadır.

İstikrar ve barış arayışı kapsamında Türkiye, bölgede yaşanmakta olan sınamalara soğukkanlı ve uzun vadeli bir bakış açısıyla eğilmekte, günü kurtarıcı çözüm önerilerinden ziyade, alandaki gerçekliklerle uyumlu, bölge halkların özümseyeceği, dolayısıyla da kalıcı olabilecek çözüm alternatifleri geliştirilmesi yönünde aktif ve ön alıcı bir tavır sergilemektedir.

Keza Türkiye, bölgeye yönelik genel bakış açısı çerçevesinde, tüm Arap ülkeleriyle şartların el verdiği ölçüde siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel işbirliği ve angajmanı artırmaya çaba göstermekte, bu angajman çabaları sayesinde sağlanabilecek ikili ve bölgesel karşılıklı bağımlılığın, bölgesel istikrar, barış ve huzur ortamının en güçlü temel taşı olacağını savunmaktadır.

Bu genel çerçeve kapsamında Türkiye’nin Arap ülkeleriyle geleceğine yönelik vizyonu da, kalıcı ve sürdürülebilir bir siyasi ve güvenlik istikrar ortamında, sosyal, ticari ve kültürel etkileşimin kazan-kazan ilkesi temelinde geliştirilmesi ve bu sayede, ülkemiz dahil, tüm bölge ülkeleri halklarının refah ve huzurunun artırılması yönündedir.


http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-ortadogu-ile-iliskileri.tr.mfa


Kaynaklar 

“A Model of Middle East Democracy, Turkey Calls For Egypts Change in 
Egypt”, (2011) Time World News, 
http://www.time.com/time/world/article/0,8599,2045723,00.html 

AKGÜN, M., PERÇİNOĞLU G. ve GÜNDOĞAR, S. S. (2009) Ortadoğu’da 
Türkiye Algısı 2009, TESEV Yayınları, İstanbul. 

AKGÜN, M. ve GÜNDOĞAR, Ş. S. (2012) Ortadoğu’daki Türkiye Algısı 2011, 
TESEV Yayınları, İstanbul. 

ALTUNIŞIK, M. B. (2011) “Türkiye’nin Ortadoğu’daki Yumuşak Gücü ve 
Önündeki Engeller”, TESEV Dış Politika Programı, 
http://www.tesev.org.tr/tr/yayin/turkiyenin-ortadogudaki-yumusak-gucu-ve-onundeki-en, ss.3-4. 

“Arap Baharı Başladığı Günden Beri Türkiye’nin Tutumu Değişmedi” (2012) 
Turkishny Leading Turkish-American Web Portal, 
http://www.turkishny.com/other-news/4-other-news/84122-arap-bahari-basladigi-gunden-beri-turkiyenin-tutumu-degismedi. 

Arap Baharı (2012) http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-ortadogu-ile-iliskileri.tr.mfa. 

AYMAN, M. (2011) “Türkiye Ortadoğu’ya Model Olamaz”, Habervesaire 
http://www.habervesaire.com/news/ayman-mohyeldin-turkiye-ortadogu-ya-model-olamaz-1869.html. 

BAKEER, A. H. (2012) İran’ın Suriye’ye Yönelik Tutumunun Analizi, USAK 
Analiz, No: 17, USAK Yayınları, Ankara ss. 1-16. 

BAL, İ. (2001) Türk Dış Politikası, Alfa Yayınları, İstanbul. 

BOLAT, D. (2012) “Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Genel Çizgisi ve Bu 
Politikada Etkili Olan Faktörler”, Akademik Makalem, 
http://akademikmakalem.com/2012/01/27/turkiyenin-orta-dogu-politikasinin-genel-cizgisi-ve-bu-politikada-etkili-olan-faktorler/ 

ÇAKMAK, C., Yetim, M. ve Çolak, F. G. (2011) Ortadoğu’da Devrimler ve 
Türkiye, Bilgesam, Rapor No: 31, İstanbul. 

ÇİÇEKCİ, C. (2012) “Arap Baharı Sürecinde Türk Dış Politikasındaki 
Dönüşümün Ana Hatları”, Academia, 
http://comu.academia.edu/Ceyhun%C3%87i%C3%A7ek%C3%A7i/Papers/1483425/Arap_Bahari_Surecinde...-_Ceyhun_CICEKCI s.20 

CRİSS, N. B. (2002) “Türkiye Cumhuriyeti’nin Dış Politikaları”, Doğu Batı 
Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 21, Ankara, ss.141-142. 

DALACOURA, K. (2012) “The 2011 Uprisings in the Arab Middle East: 
Political Change and Geopolitical Implications”, International Affairs, 88: 1, 
Number: 63. 

DAVUTOĞLU, A. (2008) “Turkey’s Foreign Policy Vision: An Assesmen of 
2007”, Insight Turkey, Volume: 10, Number: 1. 

DEDE, A. Y. (2011) “The Arab Uprisings: Debating the Turkish Model”, 
Insight Turkey, Volume: 13, Number: 2, ss.23-24 

DEMİRAY, M. (2009) “Model Ülke mi Lider Ülke mi? Değişen Dengeler 
Bağlamında Türkiye’nin Bölgesel Rolü ve Stratejileri”, Journal Of Azerbaijani 
Studies, Khazar Univeristy Press, ss. 91-112. 

DURAN, H. (2008) “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Dış politika Anlayışı ve 
İlkeleri”, Editör: BIYIKLI, Mustafa, Türk Dış Politikası -Cumhuriyet Dönemi- 
Cilt:1, Bilimevi, ss. 35-52. 

Egypt Isn’t Turkey (2011) The Daily Beast World News Internet News Page 
http://www.thedailybeast.com/newsweek/2011/02/20/egypt-isn-t-turkey.html. 

EROL, M. S. (2007) “11 Eylül Sonrası Türk Dış Politikasında Vizyon Arayışları 
ve “Dört Tarz-ı Siyaset”, Akademik Bakış, Cilt:1, Sayı:1, Ankara, s.34 

FAKHO, E. ve HOKAYEM, E. (2011) “Waking the Arabs”, Survival, Volume: 
53, Number: 2, Philadelphia, s.25. 

GÖZEN, R. (2007) “Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Gelişimi ve Etkenleri”, 
Çukurova Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi, 
http://strateji.cukurova.edu.tr/ORTA_DOGU/04.htm 

KHOURİ, Rami G. (2011) “Drop the Orientalist Term, ‘Arab Spring’’”, The 
Daily Star: Lebanon, 
http://www.dailystar.com.lb/Opinion/Columnist/2011/Aug-17/Drop-the-
Orientalist-term-Arab-Spring.ashx#axzz1mhR03jGW. 

KİBAROĞLU, M. (2011) “Arap Baharı ve Türkiye”, Adam Akademi, Sayı: 2, 
ss. 26-36, 
http://www.mustafakibaroglu.com/sitebuildercontent/sitebuilderfiles/kibaroglu-
adamakademi-arapbahariturkiye-aralik2011.pdf. 

KNAPP, C. (2012) Turkey: The Past, Present, and Future Leader of the Middle 
East, The Georgia Political Review, 
http://www.georgiapoliticalreview.com/turkey-the-past-present-and-future-
leader-of-the-middle-east/ 

KOHEN, S. (2012) “’Türk Modeline’ Gölge Düşüyor”, Haber Akademi İnternet 
Haber Sayfası, 
http://www.haberakademi.net/2012/basindanyazi.aspx?yzid=6547&yzr=143. 

KURUBAŞ, E. (2011) “Türkiye’nin Ortadoğu’da Misyon Arayışları”, Ankara 
Strateji Enstitüsü, http://www.ankarastrateji.org/yazar/prof-dr-erol-
kurubas/turkiye-nin-orta-dogu-da-misyon-arayislari/ 

LAÇİNER, S. ve EKİNCİ, A. C. (2011) 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Usak 
Yayınları, Ankara, s.46. 

LEVACK, J. ve PERÇİNOĞLU G. (2012) Türkiye ve Ortadoğu: Alt-Bölgeler 
Üzerinden Bir Değerlendirme, TESEV Yayınları, İstanbul. 

MAKOVSKY, A. ve SAYARI, S. (2002) Türkiye’nin Yeni Dünyası ve Türk Dış 
Politikasının Değişen Dinamikleri, (Der.), Alfa Yayınları, İstanbul. 

“Mısır Anayasa Konusunda BM Yardımını Reddetti” (2012) Zaman Gazetesi 
Dış Haberler İnternet Sayfası, 

http://zaman.com.tr/haber.do?haberno=1249265&title=misir-anayasa-
konusunda-bm-yardimini-reddetti 

MURRAY, D. (2011) “After Spring, Winter”, The Spectator, 
http://www.spectator.co.uk/essays/all/7418928/after-springwinter.thtml 

MÜNFERİD, Ebu’l-Hasan H. (2012) “Bölge Devrimleri ve Türkiye’nin Rolü 
(Örnek Olma Çabası)”, Sedat Baran, (Çev.) Uluslararası İslami Mezhepleri 
Yakınlaştırma Kurulu ve Islamic Mazahep Uni. 
http://www.taqrib.info/turkish/index.php?view=article&catid=1%3Ajahane-
eslam&id=655%3Aboelge-devrimleri-ve-tuerkiyenin-rolue-oernek-olma-
cabas&format=pdf&option=com_content&Itemid=27, s.5. 

OĞUZLU, T. (2011) “Ortadoğu’da Demokratikleşme ve Türkiye Model Olabilir 
mi Tartışması: ‘Evet, Ama!’”, Ortadoğu Analiz, Cilt: 3, Sayı: 27, Ankara, s.74. 

ÖZCAN, D. (2011) “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye’nin Ortadoğu 
Politikası”, TASAM, http://www.tasam.org/tr-
TR/Icerik/2357/soguk_savas_sonrasi_donemde_turkiyenin_orta_dogu_politikasi 

ÖZDEMİR, A. Y. (2012) Türkiye: Ortadoğu İçin Bir Model?, Magrib Enstitü, 
http://magrib.org/turkiye-ortadogu-icin-bir-model/ 

Turkey: A Model For The Arab World?, (2011) Euronews Internet News Page, 
http://www.euronews.com/2011/03/25/turkey-a-model-for-the-arab-world/ 

TÜREL, O. (2011) “2011 Yazında Orta Doğu’yu Düşünürken”, Mülkiye 
Dergisi, Cilt: 35, Sayı: 272, Ankara, s.27. 

Türk Dış Politikasında Sorunsuz Alan Kaldı Mı? (2011) Stratejik Araştırmalar 
Enstitüsü, http://www.turksae.com/sql_file/384.pdf s.4. 

“Türkiye Arap Baharına Model Olabilir Mi?” (2011) Ses Türkiye Gazetesi, 
İnternet Haber Sayfası, 
http://turkey.setimes.com/tr/articles/ses/articles/features/departments/national/2011/10/19/feature-01 

UĞUR, M. U. vd. (2011) 2011 Yılında Türk Dış Politikası Değerlendirmesi, 
Bilim ve Sanat Vakfı, 
http://www.bisav.org.tr/yayinlar.aspx?module=makale&yayinid=123&menuID=
2_3&yayintipid=3&makaleid=934 

VELTHEIM, R. (2011) “The Arab World and Europe- New Challenges for the 
Union for the Mediterranean”, 

http://www.iss.europa.eu/uploads/media/The_Arab_World_and_Europe_-
_new_challenges_for_the_Union_for_the_Mediterranean.pdf. 

YAKIŞ, Y. (2011) “Arap Baharı ve Türkiye”, Müstakil Sanayici ve İşadamları 
Derneği (MÜSİAD) Çerçeve Dergisi, 
http://www.musiad.org.tr/img/arastirmalaryayin/pdf/CERCEVE%20SAYI-
57%20son.pdf, ss.121-122. 

YALÇIN, H. B. “Türkiye’nin ‘Yeni’ Dış Politika Eğilim ve Davranışları: 

Yapısal Realist Bir Okuma”, Bilgi, s.23, 2011 Yaz, ss. 35-60, 
http://www.bilgidergi.com/uploads/yalcin2011.PDF. 


***

Türk Dış Politikasına Yansımalarıyla Arap Baharı., BÖLÜM 1

Türk Dış Politikasına Yansımalarıyla Arap  Baharı., BÖLÜM 1 



Hasan Duran1 
Çağatay Özdemir2 
1 Yrd. Doç. Dr., Dumlupınar Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim 
Üyesi, hduran71@hotmail.com. 
2 Uzman, Dumlupınar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 
cgtyozdemir@windowslive.com. 


Özet 

Bölgesel ve küresel etkileriyle Ortadoğu bölgesinde amentüleri baştan sona sarsan halk hareketleri, çevre ülkeler üzerinde büyük etkiler oluşturduğu gibi; uluslararası alanda kuvvetli aktörlerin üzerinde de büyük etkiler yaratmıştır. Bölgeye yönelik politikalarını yeniden gözden geçirerek farklı taktik ve 
stratejilere yönelen ülkeler, bir satranç tahtası edasında olan Ortadoğu’da yeni konjonktüre uygun hamleler yapmak üzere harekete geçmişlerdir. 

Bu yeni duruma yönelik geliştirilen politikalara ilişkin olarak pek çok çevre, Ortadoğu’da değişimin getirdiği güç boşluğunu doldurma ya da bölgede yaşanan dönüşüm sürecinin fırsatlarını değerlendirme gibi açıklamalar getirirken; pratikte yaşanan, farklı ülkeler tarafından bölgeye yapılan ziyaretler ve bu ziyaretlerde ortaya çıkan çekişmeler paralel şekilde stratejik bir güç mücadelesi alanın oluştuğuna işaret etmektedir. 

Tüm bu gelişmeler ve stratejik arka planda yaşanan çekişmelerle birlikte Arap baharı karşısında Türk dış politikasının geliştirmiş olduğu retorik, bölgede ve uluslararası çapta yankı uyandırmıştır. Çalışmada Arap baharı karşısında Türk dış politikasını ele alarak yaşanan dönüşüm sürecinde Türkiye’nin bölgedeki rolünü değerlendirmeye çalışacağız. 

Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Temelleri ve Yakın Tarihi 

Türkiye, Ortadoğu bölgesine bir yandan yakın diğer bir yandan ise uzak bir ülke 
durumundadır. Yüzyıllara kadar uzanan tarihi süreç içerisinde coğrafi, tarihi, 
sosyokültürel etkiler ile dini bağlar, Türkiye’yi bölgenin bir parçası konumuna 
getirmiştir. Bu algı Türkiye’yi bölgeye yakın bir ülke olarak göstermeye 
yararken; öte yandan Türkiye’nin uzun yılları kapsayan öncelikli Batı’ya 
yakınlaşma politikası, Ortadoğu bölgesinden uzak kalmasıyla sonuçlanan bir 
çizgi oluşturmuştur (Gözen, 2007). Özellikle Cumhuriyet tarihinden itibaren 
Türkiye, Ortadoğu’ya yönelik olarak mesafeli bir politika izlemeye devam 
etmiştir (Bolat, 2012). Bölgeye yönelik olarak bu yakınlık- uzaklık kavramsal 
ikileminin içerisinde Türkiye’nin Ortadoğu politikasını oluşturan iki faktör 
büyük önem arz etmektedir (Gözen, 2007). Bunlardan birincisi; Türkiye’nin 
bölgeden bir ülke olması hasebiyle bulunduğu topraklardan kopuk bir dış 
politika uygulayamaması üzerine kuruludur. Türkiye’nin Ortadoğu bölgesinde 
kendi güvenliği, istikrarı ve refahı bu bölgelerdeki gelişmelerle sıkı sıkıya bağlı 
gözükmektedir. Bir anlamda bölgedeki konjonktür üst başlığı altında 
toplayabileceğimiz bir çok gelişme, Türkiye’yi doğrudan etkilemekte ve 
gelişmelere yönelik politikalarda belirleyici unsur olarak var olmaktadır 
(Makovsky ve Sayarı, 2002: 53-75). İkinci faktör ise; Türkiye’nin sahip olduğu 
ideolojik önceliklerdir. Cumhuriyetin birincil hedefi modernleşmek olarak 
özetlenebilecek olgu üzerine kurulu olmasından dolayı, Türkiye birçok dinamiğe 
dayanan hedefler ve uygulamalar bütününü politikalarına yansıtmıştır. Millet, 
milliyetçilik, din, kültür, Batılılaşma, çağdaşlaşma ve daha pek çok benzeri 
konudaki düşünce sistematiğinden oluşan devlet ideolojisi, Türkiye’nin 
bölgeden uzak kalmasına yol açmıştır (Gözen, 2007; Duran, 2008). Türkiye’nin 
Ortadoğu’ya yönelik politikalarını etkileyen bu temel parametrelerle birlikte, 
tabi ki farkı değişkenlerin de varlığından söz etmek mümkündür. Kimi zaman 
konjonktür içerisinde, kimi zaman da devlet ideolojisi içerisinde ele alınan bu 
etkiler: güvenlik olgusu, lider profili, ittifaklar, ekonomik çıkarlar, anti terörizm, 
insan kaçakçılığı gibi pek çok alt başlık altında toplanmaktadır (Criss, 2002: 141-142). 

Türkiye, yakın zamana kadar Ortadoğu’yu ihmal etmiş, sorunlarına taraf 
olmamış; bölgeyi, kuruluş felsefesi ve kendini içinde hissettiği Doğu-Batı 
gerilimi çerçevesinde değerlendirmiştir. Benzer bir yaklaşım, Ortadoğu 
açısından da mevcuttur. Yine yakın zamana kadar Ortadoğu ülkeleri için Türkiye 
ağırlığı olan, dikkate alınması gereken bir devlet değildi. Kıbrıs sorunu ile karşı 
karşıya kalan Türkiye’nin bölgede destek aramasıyla başlayan değişim, 1980’li 
yıllara kadar samimiyetten uzak kalmıştır (Akgün ve diğ., 2009). 

Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik olarak politikalarının temelinde yatan bu 
etkilerle birlikte, Türkiye’nin Ortadoğu politikasında yakın dönem olarak ele 
alabileceğimiz 1980 sonrası -bilhassa 1980-1988- dönemde başlayan hareketlilik bölgeye yönelik Türk dış politikasını Türkiye, Irak ve Amerika denklemine taşımıştır. Hakikaten Türkiye’nin 1990 sonrası dış politikasında Körfez krizi ve sonrası gelişmeler politikaları ciddi şekilde etkilemiştir (Bal, 2001: 409-439). 
Söz konusu süreçte Ortadoğu siyasal gündemini belirleyen Körfez Savaşı ve 
Ortadoğu barış süreci gibi olaylar, bölgede dış aktörleri daha etkili bir hale 
getirmiştir. Ancak Türkiye bu gelişmelere karşı politikalar geliştirirken iç siyasal 
şartların etkisinde kalmış, yeni dönemin değişkenlerine uyum sağlama 
aşamasında yakın coğrafyada meydana gelen değişikliklere tepkisel reaksiyon lar vermekle yetinmiştir (Özcan, 2011). Soğuk Savaş sonrası dönemde dış politika ufkunu genişletebilme imkânı kazanan Türkiye, Soğuk Savaş sırasındaki pasif rolünün aksine, aktivist bir politikaya doğru yönelmeye başlamıştır (Erol, 2007: 34). 

2000’li yıllara doğru ve özellikle 11 Eylül sonrası dönemde ise, Ortadoğu’ya yönelik dış politikasında özgüveni giderek pekişen ve her geçen gün bölgeye ilgisi artan bir süreç söz konusudur. Türkiye, geçmişe nazaran Ortadoğu ile kurduğu ve yeniden canlandırdığı özel ilişkileri nedeniyle, bölgede yaşanan gelişmelerde daha etkili ve daha aktif bir aktör haline gelmiştir (Laçiner ve Ekinci, 2011: 46). 

Irak’ın 1990 yılında Kuveyt’i işgal etmesi, Türkiye’nin bölgeye bakışını 
değiştirmiş; 1991 Mart’ında patlak veren insani kriz, Türkiye’nin sınırlarına 
akan mülteciler, sonrasında Madrid Barış Konferansı ile başlayan ve Oslo’da 
filizlenen Filistin sorununa çözüm bulunabileceğine olan inanç, söz konusu 
değişime ivme kazandırmıştır. AK Parti’nin iktidara gelmesiyle Ortadoğu 
politikalarında değişim ve yakınlaşma, hız ve görünürlük kazanmıştır (Akgün ve 
diğ., 2009). 

  Nitekim 11 Eylül sonrası Türkiye’nin içerisinde bulunduğu uluslararası 
konjonktür, Türkiye’yi farklı bir sürece doğru sürüklemektedir. Bu bağlamda 
Türkiye stratejik derinliklerine ve tarihinin mirasına doğru yol almaya başlarken; İmparatorluk geçmişi, Türkiye’nin dış politikasında temel dayanaklardan birisi 
haline gelmeye başlamaktadır. 

  Bu bağlamda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na göre; Türkiye, “tek, bütünsel bir kategoriye indirgenemeyecek çoklu bölgesel kimlikleri olan merkezi bir ülke” konumundadır (Davutoğlu, 2008: 1). 
Böyle bir süreç ve dönüşüm içerisinde Türkiye’nin Ortadoğu’da ve eski Osmanlı coğrafyasında artan etkisi, yeni Osmanlıcılık gibi fikirlerin de tartışmaya açılmasına yol açmıştır. Her ne kadar Ortadoğu merkezli bir İslam dünyasından şimdilik bahsetmek mümkün olmasa da; Türkiye, günümüzde ve gelecekte Ortadoğu bölgesine liderlik yapabilecek en yakın ülke olarak 
gösterilmektedir (Erol, 2007: 47-48). 

Arap Baharı ve Türk Dış Politikası 

Arap Baharı süreci, bahar nitelendirmesiyle uluslararası çapta farklı bir ilginin 
odağı haline gelmiştir. Uyanış ya da isyan değil de, “bahar” kavramının 
kullanılması kimi çevreler tarafından olumlu karşılanırken; kimi çevreler de 
eleştirilerde bulunmuştur. Bu farklı görüşlerle birlikte bahar kavramının tarihte 
birçok olayı nitelendirmek için kullanıldığı göze çarpmaktadır. Örneğin: 
Avrupa’daki 1830 ve 1848 devrimlerinde kullanılmış (Dalacoura, 2012: 63), 
bunun yanı sıra 1968 yılında Çekoslovakya’da “politik özgürleşme” olarak 
adlandırılan; ancak Sovyetler Birliği’nin müdahalesiyle sona eren dönemi 
anlatmak için de bahar nitelemesi yapılmış ve yaşanan gelişmeler “Prag Baharı” 
olarak anılmıştır (Khouri, 2011). Bu özellikleriyle Arap Baharı, Ortadoğu’da 
baskıcı ve otoriter yönetimlere karşı yakın dönemde meydana gelen halk 
hareketlerini göstermek ve süreci bir demokratikleşme dalgası şeklinde ifade 
etmek için kullanılmaktadır (Murray,2011; Dede, 2011: 23-24). Arap dünyasın da büyük bir değişikliğe yol açan, ülkeden ülkeye geçen, ulusal ölçekteki esaslı farklılıklara rağmen; benzer sloganlar ve benzer talepler – daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi ve daha fazla temel ve sivil haklar- içeren, nerede ve ne şekilde sona ereceği bilinmeyen (Veltheim, 2011) ve adlandırılmasıyla da büyük yankı uyandıran Arap baharı, Ortadoğu toplumlarının içinde bulunduğu işsizlik, gıda yetersizliği, enflasyon, siyasi yozlaşmalar, ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar gibi olumsuzluklara karşı bir tepki olarak ortaya çıkarak, kısa zamanda Ortadoğu’da sarsıcı etkiler yaratmıştır (Dede, 2011: 23-24). 

Sosyal iletişim ağlarının hem sayı hem de etkinlik bakımından hızla arttığı 
günümüz dünyasında, Ortadoğu coğrafyasında yaşananların zamanla bölge 
sınırları dışına taşacağını ve küresel bir boyut kazanacağını söylemek mümkün dür. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan renkli devrimlerin Arap 
Baharı’nı tetiklemiş olduğu nasıl düşünülüyorsa; Ortadoğu’da yaşanan olayların 
da, gelişmiş Batılı ülkelerin vatandaşı olmalarına karşın geri kalmış ülke 
vatandaşı standartlarında yaşayanlar için de harekete geçmek ve sokaklara 
dökülmek için tetikleyici bir etkisinden söz edilebilir. 

   Örneğin; Occupy Wall Street (Wall Street’i işgal et) sloganının kitlesel eylemlere dönüşmesi, Ortadoğu’daki kitlesel eylemlerin bir sonucu olarak görülebilir (Kibaroğlu, 2011: 30). 

Arap baharı, küresel konjonktür açısından da son derece kritik gelişmeleri 
bünyesinde barındıran bir süreçtir. Uzun yıllardır yönetimde bulunan baskıcı 
iktidarların tahtlarını kaybetmelerini simgeleyen bu süreç, daha önce de 
belirttiğimiz gibi sadece bölgesel değil küresel bir etki de yaratmıştır. Tüm bu 
özellikleriyle uluslararası politikanın birçok alanında Arap baharı, pek çok veri 
ve analiz üretmiştir. Bu noktada Arap baharına yönelik olarak Türk dış 
politikasının üretmiş olduğu retorik, sebep sonuç ilişkisi bağlamında önem arz 
etmektedir (Çiçekçi, 2012: 20). 

Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasında Yeni Osmanlıcılık fikirlerinin 
tartışıldığı ve Komşularla Sıfır Sorun gibi ilkelerin sergilendiği bir dönemde, 
Arap baharı parametrelerde büyük sarsıntılar yaratmıştır. Özellikle komşularla 
sıfır sorun politikası çerçevesinde barış ve refah nitelendirmesiyle öne çıkan 
bölge, bir savaş alanına dönmüştür. Örneğin bir yıl önce vizelerin kaldırıldığı, 
dostluk barajı temellerinin atıldığı, sınırlardaki mayınlı bölgelerin temizlendiği 
ve ortak bakanlar kurulunun yapıldığı Suriye sınırında, bir yıl sonra Suriye 
ordusu ile çatışma durumuna gelinmiştir (Türk Dış Politikasında Sorunsuz Alan 
Kaldı Mı?, 2011: 4). Aslında komşularla sıfır sorun yaklaşımı, son dönemde 
otonomi arayışı içerisindeki Türk dış politikasının en önemli araçlarından 
birisidir. Sıfır sorun yaklaşımı, Türkiye’nin komşularıyla ve yakın coğrafyasıyla 
mümkün olduğunca asgari ölçüde sorun yaşamasını hedeflemekte ve bölgeyi bir 
güven ve istikrar bölgesi haline getirmeyi hedeflemektedir. 

    Türkiye komşularıyla ve yakın coğrafyasıyla sorunlu olduğu takdirde, bölge dışı aktörlere bağlı kalacağını bildiği için, mümkün olduğunca sorunsuz ve dengeli politikalar izlemektedir (Yalçın, 2011: 47-48). Fakat bölgede –özellikle 
Suriye’de yaşananlar ve Esad yönetiminin tutumu- böylesine bir dönüşüm 
yaşanırken komşularla sıfır sorun gibi bir politikanın siyasi olarak başarıya 
ulaşmaması normal gözükmektedir. Fakat siyasi olarak bu tür bir dönemi 
yaşamasına rağmen, Türk dış politikası Arap baharı sürecinde iktisadi ve 
diplomatik olarak sıfır sorun ilkesinden vazgeçmemiştir (Uğur ve diğ., 2011). 
Tüm bu gelişmeler komşularla sıfır sorun politikasını etkilemekle birlikte, 
Türkiye yine de Ortadoğu’da ağırlığını ve diplomasi gücünü muhafaza etmekte 
aynı zamanda bölge ülkelerinde yaşanan -demokratik- geçiş süreçlerini 
desteklemektedir (Türk Dış Politikasında Sorunsuz Alan Kaldı Mı?, 2011: 4). 

Herhalukarda doğru teşhis ve tedavi uygulanması için şunu da mutlaka göz 
önünde bulundurmak gerekir; komşularla sıfır sorun politikası çerçevesinde ikili 
ilişkileri yüksek seviyeli işbirliği düzeyine çıkarmak arzusu doğru bir hedeftir; 
fakat ikili ilişkilerde tarafların ortak hedeflere ulaşması için gerekli koşullar: her 
iki tarafın da niyetlerinde samimi olmaları ve davranışlarında tutarlı olmalarıdır. 
Maalesef bu samimiyet ve tutarlılık Suriye yönetimince sergilenmemiştir. 

Komşularla sıfır sorun politikasını her şeye rağmen uygulamak mümkün değildir. 

Komşularla sıfır sorun ilkesinin yaşadığı bu problemlerin büyük etkisiyle 
birlikte, bölgeye yönelik Türk dış politikasına karşı yeni bir kavramsallaştırmaya 
da ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyaca yönelik üretilen normatif popüler liderlik 
kavramı, bölge yönetimlerini kazanma yolundan ziyade bölge halklarını 
kazanmaya dönük bir tarif olarak göze çarpmaktadır. Bu bağlamda Türk dış 
politikası, Ortadoğu halkları nezdinde kazandığı güveni ve kabulü uluslararası 
çevrelerde ulusal çıkarlarına yönelik olarak dile getirmektedir. Dışişleri Bakanı 
Davutoğlu yapmış olduğu bir röportajda, güncelliğini koruduğu için özellikle 
Suriye konusunda izlenebilecek üç politikadan bahsetmiştir. 

Davutoğlu’na göre; Statüko adına Esad’ın yanında olmak, ikincisi Suriye’de yaşananlarla ilgilenmemek, üçüncüsü ve Türkiye’nin izlediği: Esad’la ilişki yürütülemediği için halkın yanında yer almaktır. Diplomasinin bütün imkânlarının Suriye için kullanıldığını ifade eden Davutoğlu, krizin büyümemesi için çok çaba 
harcandığını farklı formüller geliştirildiğini; fakat Suriye yönetiminin bunları 
kabul etmediğini de belirtmektedir (Davutoğlu Esad’a Ömür Biçti, 25.08.2012, http://www.ntvmsnbc.com/id/25376791). 

Türkiye’nin, Suriye’deki iç savaştan dolayı kaygılı olduğu açıktır. Mülteci akını 
ihtimali, olası ekonomik kayıplar ve özellikle Kürt sorunuyla ilgili stratejik 
sonuçları dolayısıyla, Suriye’nin gidişatı hakkında ciddi endişeler taşımaktadır 
(Altunışık, 2011: 3). Yine paralel olarak bölgeye yönelik İslami söylemleriyle 
öne çıkan Türkiye, medeniyetler ittifakı süreçlerine İslam Dünyası’nı temsil 
etme düşüncesiyle hareket ederek bölgeyle bütünleşme yoluna gitmektedir. 

Bu açıdan Arap baharıyla birlikte genelde Türk dış politikası ve özelde bölgeye 
yönelik dış politika etki alanını genişletmektedir (Çiçekçi, 2012: 21-22). 
Genişleyen bu etki alanı, bazı problemleri de meydana getirmektedir. Özellikle 
Arap baharıyla birlikte Türk dış politikasının önündeki zorluk, çıkarları ile söz 
konusu ülkelerde demokratik dönüşümü destekleyen ilkeli bir dış politika 
arasında sağlamaya çalıştığı dengede oluşmaktadır. Bu bağlamda Ortadoğu’da 
barışçıl ve kontrollü bir dönüşümü desteklemek Türkiye için en iyi seçenek 
olarak gözükmektedir. Eğer ki bölgedeki rejimler Arap baharı sayesinde temsil 
kapasitesi yüksek ve hesap verebilir niteliğe sahip yönetimler haline gelirse, bu 
durum Türkiye için çıkarları yönünde yararlı olacak ve ortaya çıkacak yeni 
rejimlerin Türkiye’ye karşı bakışı eski yönetimlere nazaran belirli ön yargılardan 
kurtulmuş olacaktır. Nitekim böyle bir Ortadoğu’nun Türkiye’nin yakınlaşma, 
işbirliği ve diyalog üzerinden ilerleyen bölgeye yönelik dış politikasıyla daha iyi 
senkronize olacağı aşikârdır (Altunışık, 2011: 3-4; Akgün, 2012: 16- 20). 

Sonuç olarak Türk dış politikasında Arap baharı süreci yeni Osmanlıcılık 
fikirlerinden, komşularla sıfır sorun politikasına; normatif popüler liderlikten, 
bölgede ortaya çıkan pek çok yeni fırsatlara değin pek çok alanda kendisini 
göstererek yeni bir vizyonun oluşmasında önemli rol oynamıştır. Yaşanan bu 
gelişmeler ışığında belirtmek gerekir ki; dış politikalara yönelik yapılan günü 
birlik değerlendirmeler idealler ve pratikler doğrultusunda objektif veriler 
sunamamaktadır. 

Türkiye’nin Arap Baharı Karşısında Tutumu 

Türkiye, Arap baharı sürecinde hangi Ortadoğu ülkesi olursa olsun halkın ve 
demokrasinin yanında yer alan bir tutum sergilemiş ve bölgedeki değişim 
hareketlerini desteklediği her fırsatta belirtmiştir (Münferid, 2012: 5). 

Bu bağlamda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu; Arap baharının başladığı günden beri Türkiye’nin tutumunun değişmediğini; aynı zamanda bölge halklarının demokrasi, yönetimde şeffaflık ile hukuk devleti taleplerine destek verildiğini belirterek Türkiye’nin yaşanan olaylara yönelik tavrını açık bir şekilde ortaya koymuştur (Arap Baharı Başladığı Günden Beri Türkiye’nin Tutumu Değişmedi, 2012). 

Türkiye, Arap baharı adıyla Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da yaşanan toplumsal 
hareketleri, bölge halklarının meşru talep ve beklentilerinin gerçekleşmesinin 
daha fazla ertelenemeyeceğinin işareti olarak görmekte ve esasen Soğuk 
Savaş’ın sona ermesiyle 90’lı yıllarda yaşanması gereken bu geciken değişimi, 
tarihi yeniden doğal akışına yerleştiren bir dönüm noktası olarak kabul 
etmektedir (Arap Baharı, www.mfa.gov.tr). Bu çerçevede Türkiye, güvenilir ve 
kardeş Müslüman ülke sıfatıyla farklı birçok yerde İslam ülkelerine seslenerek 
reform yapmalarının zorunluluk olduğunu vurgulamıştır. Geçmişten bu yana 
bölgede değişim ve dönüşüme ihtiyaç duyulduğunun altını çizen Türkiye, 
sürdürülebilir istikrarın ancak halkın huzur, güvenlik ve refahının güvence altına 
alınmasıyla sağlanabileceğine inanmaktadır. Değişim sürecinin barışçıl 
yollardan hayata geçirilmesini, şiddet ve orantısız güç kullanımından 
kaçınılmasını; devletlerin egemenliği, toprak bütünlüğü ve siyasal birliğinin 
korunmasını; etnik, mezhepsel ve dini bölünmelerin önüne geçilmesini, 
izlenmesi gereken temel ilkeler olarak savunmaktadır. 
(Arap Baharı, www.mfa.gov.tr). 

Ancak kimi ülkelerin baskıya devam etmesi Türkiye’yi farklı bir tutuma doğru sürüklemiş ve Türkiye Ortadoğu’da sahaya inerek bizatihi oyunu kurgulayıcı ve düzenleyici bir yapıya bürünmüştür. Yakın tarihlere şöyle bir bakıldığında Ortadoğu coğrafyasına Türkiye tarafından yapılan ziyaretler bu tavrı pratikte çok iyi şekilde göstermektedir (Kurubaş, 2011). Bu noktada önemli bir husus da Arap Baharı ve Türk dış politikası konusunda bahsettiğimiz normatif “popüler liderlik” kavramıdır. Bu kavram çerçevesinde ve bölgede Türkiye’nin üstlendiği kurgulayıcı rol üzerinden bakılacak olursa, bölgeye yapılan ziyaretler Arap halklarında Nasır’dan beri eşi benzeri görülmemiş bir heyecan ve umudu temsil etmiş; bölge halkları Türkiye’yi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı makûs talihlerini tersine çevirecek bir kurtarıcı gibi karşılamışlardır. 

Bununla birlikte söz konusu gezilerin Mısır ve Tunus’taki seçimlerden sonra gerçekleşmesi ise, Türkiye’nin Ortadoğu bölgesindeki gelişmelere ilişkin olarak kurgulayıcı ve düzenleyici bir yönlendirme arzusu içinde olduğunun sinyallerini vermektedir (Kurubaş, 2011). 

Arap Baharı sürecinde, normatif popüler liderliğin örneklerini üst düzey 
yöneticilerin tutumlarında görmek mümkündür. Başbakan Recep Tayyip 
Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun sıklıkla, Cumhurbaşkanı 
Abdullah Gül’ün ise zaman zaman, Mısır’da yaşanan gelişmelerin ilk günlerinden itibaren süreçle ilgili yaptıkları açıklamalar ve kullandıkları ifadelerde, muhatapları olan Mısır, Libya ve Suriye yöneticilerinin ne gibi adımlar atmaları gerektiği konusunda kesin ve netti. Özellikle Arap halkları arasında geniş yankı uyandıran ve takdirle karşılan ifadeler sonrasında bireysel seviyede Türk devlet adamları ve genel olarak Türkiye ile ilgili sempati düzeyi çok yüksek seviyelere ulaşmıştır (Kibaroğlu, 2011: 31). Yapılan alan çalışmalarında da bunun sonuçlarını görmek mümkündür 3. 

3. Son dönemlerde Arap dünyasında Türkiye üzerine farklı alan araştırmaları yapılmakta ve bu araştırmalar bölgede Türk imajının olumlu yönde bir değişime uğradığını göstermektedir. 
Bu konuda bakınız: Meliha Benli Altunışık, (2010), Arap Dünyasında Türkiye Algısı, TESEV Yayınları, İstanbul., Mensur Akgün, Sabiha Şenyücel Gündoğar, (2012), Ortadoğu’daki Türkiye Algısı 2011, TESEV Yayınları, İstanbul. 

Türkiye’nin sürece yönelik bu tutumuna ve sonuçlarına uluslararası camiadan 
baktığımızda ise büyük bir yankının oluştuğunu söyleyebiliriz. Öyle ki; bölge 
ülkeleri arasında Arap baharından güçlenerek çıkan Türkiye’nin gelecekte 
Ortadoğu’nun lider ülkesi olabileceğine dair düşünceler oluşmuştur (Knapp, 
2012). TESEV tarafından 2011 de yapılan bir araştırmada “Türkiye, Ortadoğu 
ülkeleri için başarılı bir model olabilir mi?” sorusuna katılanların % 61’i “Evet” 
demiştir (Akgün, 2012: 20-21; Levack ve Perçinoğlu, 2012: 2-5). 

Olaylara ilişkin tutumuyla Türkiye, Arap baharında her ülkeye eşit mesafede 
kalarak objektif bir duruştan yana olmuştur. Daha farklı bir ifadeyle; Türkiye’nin 
bölgede yaşanan gelişmelerde değerlendirmelerini, ülkeden ülkeye ayrılık 
gözetmeksizin; her ülkenin kendi değişkenleri çerçevesinde ele alarak eşitlik 
prensibiyle gerçekleştirdiğini söylemek mümkündür (Yakış, 2011: 121-122). 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

10 Şubat 2019 Pazar

Davutoğlu Kerkük'te

Davutoğlu Kerkük'te



Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'ndan tarihi ziyaret..


02.08.2012

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Erbil'deki temaslarının ardından Kerkük'ü bir ziyaret etti.

Erbil'de Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani ile görüşen Bakan Davutoğlu, temaslarının ardından bu sabah Irak'ın Kerkük vilayetine geçti.
Burada Kerkük Valisi ile ortak bir basın açıklaması yapan Ahmet Davutoğlu, "Kerkük Türk'tür Türk kalacak" sloganları eşliğinde konuştu. 

IRAK'TAN ZİYARETE SERT TEPKİ 75 YIL ARADAN SONRA BİR İLK

Davutoğlu, 75 yıl aradan sonra Kerkük'e giden ilk Türk Dışişleri Bakanı oldu.

Davutoğlu ve beraberindekileri taşıyan konvoy, Erbil'in 83 kilometre güneyindeki Kerkük'e bugün sabah yoğun güvenlik önlemleri altında girdi.

HABERİN VİDEOSU İÇİN TIKLAYINIZ!..

VİDEO;
https://www.youtube.com/watch?v=EKd8pPNCqR8


Kerkük ziyaretiyle ilgili sosyal paylaşım sitesi Twitter hesabından mesaj yazan Davutoğlu, "75 yıl aradan sonra Kerkük'e gelen ilk Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı olmanın gururunu yaşıyorum" dedi.

"KERKÜK EBEDİ BARIŞ ŞEHRİ OLACAK"

Davutoğlu, "Kerkük Irak'ta Türkmen, Kürt, Arap kardeşlerimizin huzur içinde yaşadığı ebedi bir barış şehri olacak" diye yazdı.



"BİR GECE ANSIZIN GELEBİLİRİM DEMİŞTİM"

Türkmen cephesini ziyaret eden Davutoğlu burada bir açıklama ve şunları söyledi: "Türkiye için Irak gönüllerden ırak olan ülke değil. Irak'ın bütün kesimleriyle kardeşliğimiz var. Bütün Irak bizim için candan aziz dost. Tırnağınıza küçük diken batsa 75 milyon Türk Anadolu'da hisseder. Bir gece ansızın gelebilirim demiştim. Ani bir karar alıp bir sabah geldik. İnşallah daha çok geleceğiz, daha çok beraber olacağız. Bütün Türkiye'nin size selamlarını getiriyorum. Kerkük bütün bölgemizin örnek bir şehri. Buraya fitne sokmak isteyenler olabilir. Kerkük'ün barış şehri olmasını sağlayacağız."



ZİYARET UZUN SÜREDİR PLANLANIYORDU

Güvenlik gerekçesiyle gizli tutulan Davutoğlu'nun ziyareti uzun süredir planlanıyordu.

Daha önce dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, 1937 yılında Kerkük'e gitmişti. Fahri Korutürk de daha sonra Cumhurbaşkanı olarak kenti ziyaret etmişti.

KERKÜK CAMİİ'NDE ÖĞLE NAMAZI

Vali Necmettin Kerim de, Davutoğlu'nun Kerkük'e yaptığı tarihi ziyaretten dolayı çok memnun olduğunu ve Konya ile kardeş şehir olmasının kendileri için sevindirici olduğunu söyledi. Davutoğlu ve Kerim daha sonra öğle namazını kılmak üzere yoğun güvenlik önlemleri altında Kerkük Camii'ne gitti.



https://www.ensonhaber.com/davutoglu-kerkukte-2012-08-02.html


***

AHMET DAVUTOĞLU’NUN DIŞİŞLERİ BAKANI OLARAK KERKÜK ZİYARETİ

AHMET DAVUTOĞLU’NUN  DIŞİŞLERİ BAKANI OLARAK KERKÜK ZİYARETİ.

AHMET DAVUTOĞLU’NUN  DIŞİŞLERİ BAKANI OLARAK KERKÜK ZİYARETİ,





17.10.2017 

Partisinin meclis grup toplantısında konuşan MHP lideri Devlet Bahçeli, eski Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun Kerkük için sunduğu 10 maddelik çözüm önerisine çok sert tepki gösterdi. Salı günü gerçekleşen meclis grup toplantıları MHP lideri Devlet Bahçeli ile başladı. Kerkük meselesini değerlendiren Bahçeli, 
Ahmet Davutoğlu'nun sunduğu 10 maddelik çözüm önerisini eleştirirken, "Gafillik ve garabettir. Sen hangi yüzle konuşuyorsun" ifadelerini kullandı. 



MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, partisinin grup toplantısında eski Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun Kerkük için 10 maddelik çözüm önerisinde bulunmasına çok sert çıktı. Bahçeli, "Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu, TSK, güçlü bir irade ile ağız birliği içindeyken eski Başbakan'ın aykırı beyanat vermesi gafillik ve garabettir. Durdun durdun da şimdi neden ortaya çıktın? Sen hangi yüzle konuşuyorsun." diye konuştu. İşte Bahçeli'nin açıklamasının o kısmı: 

" TÜRKİYE'Yİ BOĞMAK ÜZEREYKEN..." Eski Başbakan kendini hatırlatma gereği duymuştur. Bu şahıs asırlardır Kerkük'ün etnik renkliliği barındırdığını söylemiştir. Kerkük'ün Türk yurdu olduğunu inkar etmiştir. Stratejik derinlik ile Türkiye'yi boğmak üzere iken görevden el çektirilen bu zihniyet mesajlar sunmuştur. Eski Başbakan çıkıp müzakere tavsiyesinde bulunarak referandumun dondurulmasını öneriyor. Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu, TSK, güçlü bir irade ile ağız birliği içindeyken eski Başbakan'ın aykırı beyanat vermesi gafillik ve garabettir. Durdun durdun da şimdi neden ortaya çıktın? Sen hangi yüzle konuşuyorsun. Kerkük'ün acıları büyürken hala zalimlerin sözcülüğüne cüret edenlerin varlığı kabul edilemez.  

https://www.a24.com.tr/bahceliden-davutogluna-sert-tepki-haberi-40107700h.html?h=52


****

10 Aralık 2018 Pazartesi

FETULLAH GÜLEN DOSYASI, BÖLÜM 3

FETULLAH GÜLEN DOSYASI, BÖLÜM 3



Şimdi Lütfen Merakımızı bağışlayın!

1- Fetullah Gülen'e, Papayla görüşmek ve işbirliğine girişmek üzere; Türkiye ve dünya Müslümanları böyle bir yetki vermiş midir? Yoksa malum ve mel’un merkezler mi o'na böyle bir kılıf geçirmiştir?

2- Bu tavrı ve telaffuzlarıyla, İslam'ın tebliğcisi ve temsilcisi mi, yoksa Vatikan'ı da kontrolüne alan Siyonizm’in hizmetçisi midir?

3- Hz. Peygamber Efendimizin devrinin önemli devlet liderlerine gönderdikleri ve "Ya, bozuk ve batıl inançlarınızı bırakıp İslamiyet'e ve benim risaletime iman edersiniz. Ya da tüm tebaanızın da günahını yüklenerek cehenneme girersiniz." İçerikli mektuplarıyla, Fetullah Gülen'in Papaya yazdığı mektubunda söyledikleri aynı şeyler midir? Hâlbuki Peygamber Efendimizin tavrı, izzet ve davet, bununki ise, zillet ve teslimiyettir.

4- F. Gülen, haddini aşarak, “bugüne kadar İslamiyet'in hep yanlış anlaşıldığını ve bunun Müslümanların suçu olduğunu” söylüyor ve doğrusunun kendisi tarafından ortaya koyulacağını ima ediyor!.. Peki, bugüne kadar sahip çıktığını iddia ettiği Bediüzzaman ve Onun izlerini takip ettiği tüm Ehl-i Sünnet uleması; İslam'ın neresini yanlış anlamışlardı ve hangi yanlışları Müslümanlara öğütlemişlerdi?

5- Papayı Türkiye'ye davet ve kutsal yerleri ziyaret teklifini, Süleyman Demirel adına tekrarlama yetkisini ve cesaretini kendisine kim vermişti? Yoksa mason Demirel'le, özel bir ilişki içinde miydi? Hani bu Hoca ve ekibi siyasetten uzak kimselerdi?

6- Urfa'da 3 dinin ortak eğitimini verecek ilahiyat okulunu açma kararı, İsrail'le birlikte mi verilmişti?  Çünkü AKP'li Belediye Başkanı döneminde bu proje, İsrail yardımıyla Urfa'da gerçekleştirilmişti.

7- Fetullah Gülen, acaba insanlığı, en azından kendi taraftarlarını; İslami değerlere göre yeniden düzeltmek ve yeryüzünde adil bir düzen yerleştirmek isteyen ender ve önder bir şahsiyet miydi? Yoksa Papalık Konseyinin basit bir parçası, Papa hazretlerinin ve GAP'ta yatırım yapan İsrail'in bir hizmetçisi miydi?

Şu ABD’li Prof. niye ısrarla uyarmaktaydı?

Chalmers Johnson (University of California'da emeritus Profesör): “The sorrows of empire, New York, 2004” kitabında, ABD'nin dış politikasının tümüyle Wolfowitz gibi Neo-Conların söz sahibi olduğu Pentagon’un elinde olduğunu, Beyaz Saray'ın by-pass edildiğini belirtiyordu. "ABD, ona buna demokrasi sat­mak istiyor,  Ortadoğu'ya da  "demokrasi yok" gerekçesiyle müdahale ediyor, ama kendisi demokrasinin ilkelerinden uzaklaşıyor. ABD adeta bir imparatorluk oldu ve militarist bir düzen içinde yönetiliyor. Ancak, ABD imparatorluğun diğer imparatorluklardan ayıran önemli bir özellik var: ABD imparatorluğu bir "üsler imparatorluğu"dur. İngiliz ya da Fransızlar gibi gittiği yerlerde toprak İşgali amacı taşımıyor, dünyanın değişik bölgelerini "Üs"leri aracılığıyla kontrol altında tutup, ele geçirmeyi hedefleyen bir imparatorluktur Amerika..." diye uyarıyor ve ekliyordu:

“ABD, askeri malzemelerini Türkiye üzerinden nakletmek için 7 liman ve 6 havaalanını kullanma izni aldı. ABD'nin kullanı­mına verilen liman ve alanlara ilişkin karar yürürlüğe girdi. Bush'un açıkladığı "Türkiye cephe ülkesidir;" sözleri ABD'ye verilen liman ve üslerle daha bir an­lam kazandı.

Haber turuma devam ediyorum sevgili okur, nasıl hoşunuza gidiyor mu? Bambaşka bir dala konuyoruz, ne âlâkası var demeyin, an­layana; 'En büyük Yahudi nişanı Nazarbayev'e verildi. Dünya Yahudileri Konseyi, Kafkasya'nın enerji merkezlerinden Kazakistan'ın Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’e, medeniyetlerarası diyaloğa katkılarından dolayı, "Uluslararası Maimonides Nişanı - en büyük Yahudi nişanı" verdi. Avrasya Kuruluşları Birlikleri temsilcileri ve Nazarbayev ödül töreni­nin ardından, Kazakistan-Astana'da yeni yapılan Orta Asya'nın en büyük sinagogu Rachel-Habad Lyubavivch'i törenle açtılar.”[11]

Bu en büyük Yahudi nişanının Nazarbayav'e verilmesinin diğer önemli sebebi ise; Fetullah Gülen'in okullarına yaptığı destek olduğu konuşulmaktadır.

Fetullah Gülen'le MOON ve MASON ilişkileri kafa karıştırmaktaydı!

Moon tarikatı ile Fetullah teşkilatı arasındaki örgütlenme modellerindeki Siyonist ilişkileri yanında en önemli benzerlikse birinin Mesihliğe, diğerinin ise İslam temsilciliğine ve Mehdiliğe soyunmalarıdır. Her ikisini de organize eden, Amerika'daki Siyonist kuruluş; CSIS'tır.CSIS 1962'de Georgetown Üniversitesi'nde kurulmuştu. Amerikan devletine ve özellikle petrol ve silah şirketlerine hizmet veriyordu. Dış ülke yöneticileriyle, bürokratlarıyla, Amerikan çıkarlarına dolaylı ya da dolaysız hizmet verecek akademisyenlerle bağlar kuran CSIS, bir devlet kurumuyken, yeni dünya düzenine uyum sağlamak üzere şirkete dönüştürülüyordu. CSIS, Ortadoğu petropolitik araştırmalarıyla da dikkat çekiyordu. Ortadoğu bölümünün içinde Türkiye'ye de ayrı bir bölüm açılıyor, CSIS birimlerinin yönetimlerinde istihbarat örgütlerinde ve yabancı ülke­lerdeki diplomatik misyonlarda dünya deneyimi kazanmış eski dev­let memurları bulunuyordu. Üçüncü ülke adamları da bu şeflere raporlar hazırlıyordu.CSIS yabancı devletlerin görevlilerini de gerektiğinde ABD'de konuk edip, ilgili konularda konferans vermelerini sağlıyordu. Bunların arasında Türkiye başbakanları da bulunuyordu. Hatta CSIS, Kafkasya petrol boru hatları ile ilgili toplantılarını Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığında gerçekleştiriyordu. Sonraları Başba­kanlık danışmanlığına getirilen, DSP milletvekili ve Ecevit'in ABD gezilerinde en büyük yardımcısı, 2002 yılında Kıbrıs’tan sorumlu Devlet Bakanı, Harvard mezunu Tayyibe Gülek komitenin sekreterliğini yürütüyordu. CIA'nın bile bir üst kurumu gibi çalışan CSIS Fetullah Gülen'in de en büyük destekçisi oluyordu.

Çok sayıda ülkenin yanı sıra ABD'de de "lobby" oluşturmak gerekçesiyle cemaat okulları kurulması bir gazetede şu ilginç açıklamayla yer almıştı:

"Gülen'in şimdiki planı, ABD'de Türklere de, Amerikalılara da eğitim verecek bir üniversite açmaktır. Virginia eyaletine bağlı kü­çük bir yerleşim birimi olan Staunton'da, boşaltılmış bir hasta­ne binasını devralan "Fetullahçı" grup, burada binden fazla öğrenci kapasiteli bir üniversitenin kurulması çalışmalarına başlamıştır. Gülen Londra'da kolej açmış, matematik doktoru bir Fetullahçı: Staunton Belediyesi ile anlaşması halinde, üniversitenin dünyanın her yanından gelecek öğrencilere "evet" diyeceğini açıklamıştır.[12]

"Fetullah Gülen'in" adamları tüm dünyada, Tanzanya'dan Çin'e çoğunluğu eski Sovyetler Birliği Türki cumhuriyetlerinde yer alan 200'den fazla okul kurmuşlardır. Bu okullar İslam'dan çok güya Türk milliyetçiliğini esas alan ılımlı İslam felsefesini yaymaktadır. Balkanlar'dan Çin'e, Türkiye'yi model alan bir seçkinler kadrosu yetiştirmeyi amaçlamıştır. Bu kuruluşlar Müslüman olmayan öğrencileri alarak belki de İngilizceyi temel eğitim dili olarak kullanmaları nedeniyle, sadece seçkinlerin ço­cuklarını okutmaktadır.

Şimdi: İngilizce dilinde eğitim yapmayı esas alan bu kurumların hangi "Türk milliyetçiliğini" esas aldığı, ya da nasıl olup Tanzanya veya Çin yönetimleri, seçkin aile çocuklarının "Türk Milliyetçiliğini esas alan" bir eğitimden geçirilmesine göz yumdukları, niçin sorulmamaktadır?

Siyonist Yahudi Graham Fuller: "The man and his movement" (Bir Adam ve Hareketi) diye alkışlamıştı!?

26-27 Nisan 2001 tarihlerinde, Georgetown Üniversitesi'nde CMCU'nun son konferansının konusu "F. Gülen: The man and his movement (Bir adam ve onun hareketi) idi. Bu konferansta F. Gülen'in son elli yılda gelişen İslami hareketler içinde kurumlaşan tek hareket olduğuna dikkat çekildiğine ve eski CIA şefi Graham Fuller'in RAND şirketi adına Türkiye Nurculuğunu araştırmaya baş­lamış olduğuna dikkat edilirse ABD ile "entegrasyon"un liberal olarak tamamlanmak üzere olduğu söylenebilirdi.CMCU konferansına katılanların kimlikleri ve deneyleri, Georgetovvn Devlet Üniversitesi'nin yanı sıra ABD yönetiminin ve Yahudi örgütleri ile Alman Stiftung'larının Türkiye'deki din ve ifade hürriyetine verdikleri değerin açık bir göstergesiydi(!): Toplantıya katılanların özellikleri işin ne denli ciddiye alındığını göstermekteydi.

Alan Makowsky: ABD Dışişleri istihbarat Bürosu eski şefi, Körfez savaşında ordu danışmanı, İsrail destekçisi WINEP (Washington Institute for Near East Policy) elemanı.

George Harris: ABD eski dışişleri görevlisi, eski Ankara B.elçisi, istihbarat uzmanı, Asya, Ortadoğu, Güneydoğu Asya uzmanı.

Roscoe Suddarth: Mali 1961, Lübnan 1963-65, Yemen 1967, Ürdün 1974-1990 istihbarat görevlisi, Middle East Institute başkanı.

Graham Edmund Fuller: Yemen, Cidde, Uzakdoğu CIA görev­lisi, ABD Hava Kuvvetlerine bağlı RAND şirketi yöneticisi. Şimdi­lerde Türkiye'deki Nurcu hareketini ve "Irak, Bahreyn, Suudi Ara­bistan, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri'ndeki çeşitli "Şii Müslü­man Cemaatlerin gelecekteki politik rolleri'ni Rend Francke ile bir­likte araştırıyor. Şii araştırması projesinin amacı, "Şiilerin özgürlü­ğü, siyasete ve yönetime katılımlarının geliştirilmesinin yollarını bulmak" olarak belirtilmektedir.

Bekim Akal: Wolkswagen Stiftung, Almanya (Yahudi).

Osman Bakkar: Georgetovvn CMCU Malezya Seksiyonu İslâm Kürsüsü Başkanı.

Thomas Mitchel: Vatikan Cizvit Seksiyonu sorumlusu, İstanbul Bediüzzaman ve "medeniyetler arası diyalog" konferansları katılımcısı.

Mücahit Bilici: Sosyolog, Boğaziçi Üniversitesi.

Yasin Aktay: Prof. ODTÜ.

Fahri Çakı: Sosyolog; İstanbul Üniversitesi'nden sonra Temple'da Nurcu Hareketin Sosyo-Ekonomik gelişmesi tezini hazırlıyor.

Ahmet Kuru: Bilkent Üniversitesi, Fatih Üniversitesi. Utah Üniversitesi doktora öğrencisi.

Zeki Santoprak: ABD Rumi Forum Başkanı, Marmara İlahiyat Fakültesi, El-Ezher, Harran Üniversitesi. Şimdi Washington Katolik Üniversitesi'nde.

Hakan Yavuz: Utah Üniversitesi.

Elizabeth Özdalga: Prof. ODTÜ, CHP araştırmacısı, İsveç Enstitüsü müdürü, İslâm Konferansı örgütleyicisi, "Adsız Kahraman: Fetullah Gülen Cemaatinin kadınları arasında Bireysellik ve İçselleşmiş Yansıma" tebliği sahibi.

Bayram Balcı: Fransa Milli İltica Bürosu, Paris Arap Dünyası gö­revlisi, Fransa Dışişleri Orta Asya Araştırmaları Enstitüsü'nde kadrolu eleman.

Berna Turam: McGill Üniversitesi/Kanada

ABD Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Din Hürriyeti Bürosunca hazırlanan "Din Hürriyeti-Türkiye Raporu"nda "İslamic Leader" ve  "Moderate İslamic Leader" olarak kayıtlara geçirilen F. Gülen'in hakları Amerikan devletince resmen savunulduktan sonra, ilginin boyutu genişletilmekte ve Amerikan devletinin ünlü üniversite­sinde akademik bir düzeye yükselmekte olduğu görülüyordu. Bu "bilimsel" toplantıyı CMCU ve "The Rumi Forum" düzenlemişti.Bu tür "bilimsel" toplantıların sonuçlarının resmi raporlara etkisi elbette olumlu olacaktı.  ABD Dışişleri Bakanlığının raporlarında "Ilımlı İslami Lider" olarak sıfat kazanan F. Gülen, 2002 yılı Din Hürriyeti Raporu'nda "İslamic philosopher and leader/İslam Filozofu ve Lideri" olarak nitelenmeye başlanmıştır.Aynı raporun 44. paragrafında "Din Hürriyeti Tacizleri" başlığı altında "Ahmadi Muslims" cemaati diye Cüppeli Ahmet Hoca'ya da sahip çıkılmıştır.[13]

ABD'de son toplantıysa 19-20 Nisan 2004'de Washington'daki John Hopkins Üniversitesi'nde "Abant in Washington-İslam Laiklik ve Demokrasi: Türk Deneyimi"  adı altında yapılmıştı.

Toplantının programına göre, "hoş geldiniz" konuşmalarını Francis Fukuyama ve "Abant Platformu" başlığıyla Bilgi Üniversitesi'nden Mete Tuncay yaptı. Açılış konuşmalarını ise diyanetten sorumlu Devlet Bakanı Prof. Mehmet Aydın ile ABD Dışişleri Müste­şarı eski Ankara Büyükelçisi Marc Grossman yaptı. Türkiye Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nca çağrısı yapılan ve ATFA (American Turkish Friends Association- Fairfax) örgütlenen bu ilginç konferansın panellerine içinde CIA şefleri yanında Cengiz Çandar da vardı.

Türkiye'nin İslam, Laiklik ve Demokrasi Deneyimi ve Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya İlişkisi Yuvarlak Masa Toplantısı:

Kemal Derviş (CHP Genel Başkan Yardımcısı-Açılış konuşması),  Elisabeth Özdalga  (CHP eski danışmanı, TESEV danışmanı, İsveç Araştırma Enstitüsü),  Cüneyt Ülsever  (Liberal Dü­şünce Topluluğu Derneği, Hürriyet Gazetesi), Sabri Sayarı (Eski RAND danışmanı, Georgetown Ünv.), Emal Uşşaklı (TGYV), Hüse­yin Gülerce (TGYV), Kenan Gürsoy (Galatasaray Ünv.), Fehmi Koru (Yeni Şafak Gazt.), Kemal Karpat (Wisconsin Ünv.), Ruşen Çakır (TESEV), Mithat Melen (İstanbul Ünv.) Şahin Alpay (Bahçeşehir Ünv.), Zeki Sarıtoprak (John Caroll Ünv.), Adnan As­lan (ISAM-İslami Araştırmalar Merkezi), Ömer Taşpınar (John Hopkins Ünv. Brookings Inst), Zeyno Baran (Nixon Center, Eski CSIS elemanı), Cengiz Çandar (Sabah Gazetesi), Seda Çiftçi (CSIS elemanı), Hakan Yavuz, Henry Barkey, John Lee Esposito David Calleo, Steven A. Cook, Svante Cornell, James Miller, Charles Fairbanks, Carter Findley, Hussain Haqqani (Carnegie Endowment), Barry Jacobs ve Anatol Lieven (American Jewish Committee), Heath Lowry, Zack Messitte (Saint Mary's College), Eric Hooglund (Filistin Araştırmaları) ve John Hulsman (Heritage Fdn.) Çoğu Yahudi ve Mason olan bu kişilerle birlikte, toplantıya ABD eski Ankara Büyükelçisi ve Dışişleri Siyaset Planlama Müsteşarı Marc Grossman'ın yanı sıra Savunma Bakanlığı Müsteşarı Paul Wolfowitz'in de açılış konuşması yapacağı, eski Büyükelçisi ve NED yönetim kurulu eski üyesi Abramowitz, WINEP eski direktörü, 1990'da Ortadoğu'ya ABD askeri saldırısı sırasında danışmanlık yapmış olan, ABD Temsilciler Meclisi Perso­nel Direktörü Alan Makowski, Temsilcilerden Rober Wexler, John Hopkins, Arap İşleri uzmanı Fuad Ajami'nin ve Frederick Star'ın da katılacağı açıklanmıştı.

O sırada, Türkiye'de DGM'nin aradığı kişi, ABD'deki devlet üniversitesinde adına düzenlenen bilimsel toplantılarla onurlandırılıyor, ABD üst düzey Dışişleri'nin katıldığı toplantılar düzenleniyordu! Bir kişinin bir mahkeme tarafından aranıp aranmaması, haklılığı ya da haksızlığı önemli görülmeyebilirdi. Ancak uzun yıllar devlet yöneticilerince "stratejik ortak" olarak tanıtılan ABD'nin tutumuna kısa bir soruyla değinmek gerekirdi: ABD'nin ulusal güvenlik gerekçesiyle aradığı herhangi bir kişi için,  örneğin Ankara Üniversitesi'nde onurlandırıcı bir konferans düzenlenebilir miydi?[14]

Kim ne derse desin, işin özü, toplulukların dinsel inançları kullanılarak oynanan oyun değişmiyor; Moon hareketi Mesih'e; Fetullahcılık hareketi de Mehdi'ye özeniyordu. Her ikisinin yolu da "Amerika ile entegrasyon" projesine çıkıyordu.

Moon misyonerleri örgüte bilimsel bir saygınlık görüntüsü vermek için üniversitelerden adam seçiyordu. Bu katılımcıların Moon'un ki­lisesine bağlı olmadığını, salt ayrı dinlerin ya da üniversitelerin tem­silcileri olduğu izlenimini vermeye çalışıyordu. Örneğin, turcular arasında Moon tarafından kutsal nikâhla evlendirilmiş en az on yıl­lık kilise üyelerinin örgüt bağlarından söz edilmiyordu.

Türkiye'yi temsil edenler arasında, Dünya dinleri Gençlik Semineri'ne katılan AKP Eski Dışişleriolan Ahmet Davutoğlu bulunuyordu. Boğaziçi Üniversitesi'nin öğretim görevlisi Davutoğlu, ma­sumane çalışmaların amacını şu ilginç sözlerle açıklıyordu:

"Amerika'da kendi sahasında söz sahibi değişik dinlere mensup bir grup profesörün önderliğini yaptığı bu gezide, amaç bilfiil yaşayarak daha açık bir ifade ile "gezici bir üniversite" şek­linde, dinler arasında diyalog ve fikir alışverişi temin etmektir. İlki geçen sene yapılan bu geziye Türk temsilciler bu sene katıl­dı. Gerek ABD'de gerekse Kudüs'te gerçekten çok değerli göz­lemler yapma imkânı bulduk”[15] diyen Bay Ahmet Davutoğlu, işte bu marifet ve meziyetleri nedeniyle AKP iktidarı Dış İşleri Bakanlığına atanıyordu.

Mooncular "Kitlelerin yoğun ilgisini çeken Futbola da el atmıştı. Seul'de, her girişimin adında yer aldığı gibi, amaç "barış" olarak açıklamıştı. 10 Temmuz 2003 futbol turnuvasına Fransa'dan Olympique Lyonnais, Güney Afrika'dan Kaizer Chiefs, Almanya'dan TSV 1860 München, ABD'den Los Angeles Galaxy, Hollanda'dan PSV Eindhoven, Uruguay'dan Club Nacional de Football ve Güney Ko­re'den de Seongnam Ilhwa takımları katılmıştı. Türkiye'den de Beşik­taş Spor Kulübü Futbol Takımı turnuvada yerini almıştı. Birinciye 2 milyon dolar ve ikinciye de 500.000 dolar ödül aktarıldı. Bu haber Türkiye'deki bazı gazetelerde kısaca yer aldı. Ama "Moon tarikatı­nın düzenlediği turnuva" sözleri ve Moon örgütlenmesiyle ilgili kısa bilgiler aktarıldı. Bu durumda Din-Kilise-Futbol ilişkisi üzerine akla gelebilecek sorulara yanıt da Zaman gazetesinde çıkmıştı. Fatih Üniversitesi öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Ali Murat Yel, kutsallık ile futbol ve din arasındaki ilişkinin teorik temellerini ortaya koyan ilmi(!) bir yazı yayınlamıştı.Öğretim üyesinin yazısındaki satırlar yeterince aydınlatıcı ve tarikat-futbol ilişkisini eleştirenlere de ilginç bir yanıttı: İşte Fetullahçı yazarın saptama ve sapıtmaları:

"(..) Futbol da, birçok özelliğinden dolayı “yeni bir dini hareket” olarak görülebilir. "Para-religious-Din gibi" olarak da adlandı­rılan bu hareketlerde dini herhangi bir unsur olmamasına rağ­men pek çok hususta dine benzer özelliklere rastlanılmaktadır.”[16]

İşte Fetullahçıların din anlayışı ve İslam’ı yozlaştırma çabaları!?

1990'lı yıllarda Moon Hazretleri'nin PWPA örgütünün Türkiye etkinlikleri iyice yaygınlaşıyordu. Medeniyetler arası Diyalog, Bediüzzaman Said-i Nursi Konferansları adı altında yapılan toplantılara Amerika'dan gelip konuk olanlar çoğalıyordu. Bu adamlarla ilgili övgülere Aksiyon dergisinde, Zaman gazetesinde bolca rastlanıyordu.

AKP'li ve Fetullah Gülen'ci Belediye Başkanları eliyle, tarihi camiler yıkılarak, kiliseler açılmaya başlanmıştı:

755 yıllık camiyi yıkıp Moon-Presbiteryen müritlerini karşılamaktan utanılmamıştır.Özellikle 2000-2002 yılları arasında dünya mirası, dinlerarası di­yalog, din-inanç turizmi denilerek bizzat hükümet tarafından uygu­lanan projeyle cemaatsiz kiliseler kurulurken, antik kiliseler de yenilenmiştir. Aynı dönem içinde sayısız tarihi cami ise ya yıkıma ter­kedilmiş ya da bilerek ve istenerek yıkılmıştır. Bunun son örneği Türklerin 1211 yılında kurdukları Denizli kentinde yaşanmıştır."Denizli'de Türklerin ilk yerleşimde kurdukları ve sayısız deprem­den sonra onarıp açık tuttukları, 755 yıllık Ulu Cami ve tarihsel Selçuklu minaresi birbirini izleyen 2 gecede belediye" ekiplerince yıkıldı. Bu yıkımın ardından yedi gün geçmeden yörede devlet eliyle yenilenen 11 kiliseden biri olan ve yüzlerce yıldır kullanılmayan antik Pamukkale Kilisesi'nin yıkıntıları arasında ayin düzenlenmiştir. Ayini düzenleyen birinci grup Amerikan Presbiterian kilisesi mensupla­rıdır. Bu grubun başında Amerikalı papaz Bruce McDovvell ve Pa­paz İlhan Kekinöz bulunmuştur, ikinci 25 kişilik grup ise Unification Church bağlılarıdır.[17]

"Ayinciler devlet yöneticilerinden vali yardımcısı Musa Uçar'ı zi­yaret etmişler ve ondan hediyeler almışlardır. "Bizans dönemi kalıntılarıyla Amerikalı papazın ya da Korelilerin ne tür bir dinsel ilişkisi olabilir? Onlar kendi inançlarına uygun ayin yapacak bir yer bulamamışlar mıdır?" gibi ilginç soruların yanıtını verecek bir laik rejime sahip çıkacak bir görevli herhalde vardır.Koreli misyonerler de deprem yıkımından yararlanarak sözde yardım diye yerleştikten sonra, dışı ev, içi kilise inanç merkezleri kurmayı başardılar. Örneğin Yalova yakınlarında, deniz kıyısında ev-kilise kuran misyonerler, üşenmeyip deprem bölgesini gezip topladıkları çocukları kiliselere ziyarete götürerek beyinlerini yıkamaktadır.

Uluslararası örgütlenmeyi gerçekleştiren Moon Mason Tarikatı Amerika'nın desteği ile “dünya egemenliği ardında koşan devletlerin örtülü operasyon ilkelerini çağrıştıran” önemli bir açıklama yayınlamıştı:

"Zamanı geldiğinde, dünyayı yönetmek için otomatik (olarak işleyen) bir teokratik düzene sahip olmalıyız. Siyaseti dinden ayıramayız. Hülyamda, bir evrensel siyasi parti var; bu parti tüm ülkeleri de içine almalıdır. Bir kolumuzla dini dünyayı, öteki kolumuzla da siyasi dünyayı kucaklayabiliriz.” Evet, bu sözler Siyonist sermayenin küresel hâkimiyet hedefini yansıtıyordu.Bunları söyleyen kişinin liderliğini yaptığı cemaat, yüzlerce şirke­te, vakıflara, okullara, üniversiteye, yayın evlerine, gazetelere, Dini-İlmi örgütlere, hoşgörü kuruluşlarına, vb. sahipti ve gençliğe büyük önem veriyordu. Onları örgütlüyor beyinlerindeki tüm inançları silip kendi safsatalarını yerleştiriyor ve yalnız cemaat içinde ve lideri için kapalı devre yaşamayı öğretiyordu. Politikacı­lar, yazarlar, sanatçılar, bilim adamları, cemaatin çevresinde toplanıyordu. Dünyanın birçok ülkesindekuruluşları olan bu cemaatin, kaynağı merak edilen parasının büyüklüğü hesap edilemiyordu. Söz konusu cemaatin lideri Amerika'da bulunuyordu. Cemaatin li­derine "hazret-üstad" deniyor, ama o bir "Hoca Efendi" değildi. O Reverand (Hazret) Sung Myung (Moon) ve cemaatinin adı ise; Dünya Hıristiyanlığını Birleştirmek İçin Kutsal Ruh Cemiyeti, kısaca Unification Church (UC, Birleştirme Kilisesi) oluyordu.Moon'un, Kore istihbarat servisi K-CIA ile başladığı ve Amerika'daki Siyonist Yahudi stratejistlerin desteği ile parlayıp şöhret kazandığı bu şeytan tarikatında, Japonya'nın ilginç iş adamları, ABD politikacıları, ABD başkanları, Yahudiler Güney Amerikalılar, Katolikler, Protestanlar, Müslümanlar bulunuyordu. Moon'a göre dünyadaki kötülüklerin kökeninde "Adem"baba ile "Havva" ananın işledikleri günah yatıyordu. Bu yasak ilişkiden doğan çocuğun kanı da işte bu yüzden kirleniyordu. O nedenle insanlığın kurtuluşu ancak ve ancak, kanının temizlen­mesine bağlı bulunuyordu. Temizleyici kan ise; dönemin gerçek anababası yani Moon ve Moon'un karısının damarlarında akıyordu. Artık asıl olan Adem ile Havva değil, kendilerini "true-parents" yani "gerçek ana-baba" olarak ilan eden Moon ve eşi sayılıyordu.Yeni ve temiz ana-babaların yetiştirilmesi, kurtuluşun en temel koşuluydu. Temiz ana-babalar ise ancak kutsal nikâh törenlerle birleşebiliyordu. "True-Parents days (günlerinde) Sung Myung Moon 'Hazretleri' binlerce yeni çifti kutsuyor ya da evli olanları yeniden nikâhlayarak toplu düğün düzenliyordu. Nikâhları kutsanan çiftler, Moon'un kanını temsilen birer kadeh şarap içiyordu. Böylece Adem ve Havva'nın şeytanla işbirliği yaparak kirlettikleri insan kanı da temizlenmiş oluyordu.

Moon'un gençlik örgütünün eski yöneticisinin gönderdiği mektuptaki şu bilgi bu işlerin, yalnızca kilise çevresini geliş­tirmek üzere, siyasal-bilimsel toplantılar düzenlenmesini aştığını gösteriyordu. Mektuptan okuyalım:

"... Dünkü New York Post (16 Aralık 1999) Moon'un 13 Şubat kitlesel düğün törenlerine (giriş) ücretinin 100 dolar olduğunu yazıyordu ama haberde bir eksilik vardı. Gerçekte evlenen çiftlerin binlerle ifade edilen dolarlar ödeme zorunluluğundan söz edilmiyordu."

Moon'un Mesihliğinin nedeni ise şöyle belirtiliyordu: Moon'a göre Hz. İsa politik becerisi bulunmadığından, Hıristiyanlığı ve insanlığı kurtarmayı başaramıyordu. Bu nedenle Moon kendini Mesih olarak ilan ediyordu. Sorgusuz bağlanılacak her şeyh-dede-şef örgütünde olduğu gibi, eleman devşirilme işi, hem Moonculukta, hem Fetullaçılıkta beyin yıkama esasına dayanıyordu.

İnsanlığı kurtaracak bir 'Mesih' olarak, ortaya çıkan Moon'a kimse sahte peygamber diyemiyordu. Bu örgütle Fetullah Gülen'in yapılanma modeli oldukça benzeşiyordu. Her ne kadar iki örgütün yükselmeye başlamaları Amerika'nın başlattığı, 1950'lerin komünizmle mücade­le örgütlenmesine dayanıyorsa da, Moon Hazretleri, Amerika'ya uzaktan yaslanacağına, kendisini ABD'ye atmış ve kırk yıldan bu yana işin ana müteahhitliğine soyunmuş bulunuyordu. Fetullah Gülen ise: kırk yılın ardından farkına varmış ki; "Güç neredeyse orada olunmalıdır" der gibi, o da Amerika'ya taşınıyordu. ABD federal devlet yönetimiyle içli dışlı olmayı başaran Moon, her geçen yılın ardından kutsallığının en üst noktasına ulaşıyordu. Her yıl 10-15 Şubat arasında "Gerçek Ana-Baba"nın doğum günleri büyük gösterilerle ve ayinlerle kutlanıyordu. Tıpkı Peygamberlerin do­ğum günlerinin kutlandığı gibi. Bu arada, onun otellerinde intihar ölümleri de sıklaşıyordu. İki yıl önce kendi oğlu da aynı otelde intihar ediyordu.

Moon'un, Amerika'da merkezleşmeyi seçmesinin nedenini an­lamak, şimdi daha iyi anlaşılıyordu. Moon Hazretleri, Yahudi Hahamlarından aldığı talimatları cin gibi anlayıp uyguluyordu, dünya­nın değişik ülkelerine Hristiyanlık Kilisesi olarak gitmenin olanaksız­lığını görmüş ve her dinden, her milliyetten insanlarla ilişki kurmak üzere entel örgütleri oluşturmuştu. Bilim adamları, barış kadınları, dinler arası federasyon, dünya üniversiteleri federasyonları gibi sayısız teşkilat kurmuştu.İşte bunlardan, PWPA (Proffesors World Peace Academy /Profesörler Dünya Barış Akademisi) ile dünyanın dört bucağında toplantılar düzenliyordu. PWPA'nın el atmadığı konu yoktu. "Sovyet­ler yıkıldıktan sonra ne olacak?"tan"Afrika'nın geleceği"ne, "La­tin Amerika'nın borç sorunları"ndan "Ortadoğu'da ticaret ve barış süreci"ne, "İslam’ın sorunlarından" Ermenistan'ın kalkınma yolla­rına dek, akla gelebilecek ne denli konu ya da bölgesel sorun var­sa, hemen hemen tümü için "konferans" ve "sempozyum" adı al­tında, 1973'den bu yana 400'ü aşkın toplantı düzenleniyordu.


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***