KÜRDİSTAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KÜRDİSTAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ocak 2021 Pazar

KAMU DÜZENİNE HAPSEDİLEN ÇÖZÜM SÜRECİNİN ORTADOĞU'NUN YENİ DENGESİNDEKİ YERİ ÜZERİNE

KAMU DÜZENİNE HAPSEDİLEN ÇÖZÜM SÜRECİNİN ORTADOĞU'NUN YENİ DENGESİNDEKİ YERİ ÜZERİNE

 


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
29.12.2014 15:05:13

Türkiye tarihinin en uzun süren MGK toplantısı 30 Ekim 2014 tarihinde yapıldı. Yaklaşık olarak 10 saat süren bu toplantı, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığındaki ilk toplantıydı. Bu toplantı öncesinde, 6-8 Ekim Kobani’ye destek eylemleri, çözüm süreci hükümetin deyişiyle “Türbülans” geçirmişti. Öncelik, “Paralelle mücadele” şeklinde olsa da toplantının ana gündem maddesinin “Güvenlikle” ilgili olduğu; toplantının sonunda yapılan açıklamada, "Terörle çok boyutlu mücadele kapsamında sürdürülen çözüm süreci ele alınmış, sürecin oluşturduğu olumlu atmosferi ve huzur ortamını bozmaya yönelik provokatif olaylara karşı kamu düzeni ve güvenliğini koruma konusundaki kararlılık teyit edilmiştir" denilmiş olmasıyla açığa çıktı. Sonrasında “İç güvenlik paketi” hazırlanarak meclise sevk edilmiştir. Çözüm sürecinin bir anlamda askıya alınması anlamına gelen “İç güvenlik paketinin” meclise sevk edilmesi bu konuda hem hükümetin gerçek niyetini açığa çıkarmış hem de “İç güvenlik paketine” karşı, sadece Kürtler değil, değişik kesimlerden de tepkiler geldi.  

Henüz İç güvenlik paketi yasallaşmadan polis toplumsal olaylara orantısız/suç işleyecek şekilde müdahalelerde bulundu. Polisin ateşli silahıyla Abdülkadir Çakmak ve Rojhat Özden iki çocuk vurularak öldürüldü.  Bu öldürmeler dahi başlı başına müzakere/diyalogun önünde engeldirler. Buna rağmen HDP, hiçbir şey yokmuş gibi görüşmeleri devam ettiriyor. Bu çocukların sokağa çıkıp eylem yapmaları HDP'nin ve herkesin gözü önünde oluyor. Onların öldürülmesini sorun yapmıyorsanız en azından ölümle sonuçlanacak eylemler yapmalarını engelleyin. Bunu yapmak için bir şey yapılmadığı gibi ölümlerden sonra bu ölümler yokmuş gibi "çözüm süreci" devam ediyor. Yaşanan olumsuzluklardan kimin, ne şekilde sorumlu olmadığı araştırılmadan “çözüm sürecine karşı provokasyon”  olarak değerlendirilip geçiştiriliyor. Cizre’de olan da buna benzer bir olay olduğu halde, daha öncekilerde olduğu gibi “provokasyon” denilerek aynı tavırlar sergileniyor. Bu konuda hem devlet yönünden hem de PKK yönünde bazı sorunları olduğu açıktır. Bundan bir süre önce HDP Eş Genel Başkanının Cizre’deki gençliği, bazı eylemlerinden dolayı eleştirmesinden sonra Demirtaş’ın bundan dolayı KCK yöneticileri tarafından sert bir şekilde eleştirilmesi, bu konudaki eylemliliklerin KCK düzeyinde sahiplendiğinin en önemli işaretlerinden biridir. KCK kendisine göre bu tür eylemlilikleri sahiplenmesi normal görünse bile İmralı’da HDP’yle birlikte geliştirilen sürece ters düştüğü kabul edilmelidir. Demek ki, burada çok önemli sorunlar vardır. Bu sorunlar aşılmadan sürecin sağlıklı yürümesi mümkün değildir. Öncelikle Kürt siyasi merkezinin neresi olduğu belirlenmeli ve şu da açıkça bilinmelidir ki, "cezaevindeki Öcalan tek irademiz" söyleminden vazgeçilmelidir. Öcalan'ın Özgür olması halinde dahi bu söylemin doğru olmadığı bilinmelidir. 
Siyasetin iki işleyen motoru Öcalan ve Erdoğan, toplumla ilişkilerinde kendi kadrolarına gerekli inisiyatifleri tanımadıklarından dolayı siyasal kanallar tükenmiş duruma gelmiştir. Her iki liderin çevresinde yer alanlar ona yol gösterme yerine onun gösterdiği yolda gitme, başka bir deyişle onun suyundan gitme anlayışı, her iki lideri daha fazla muhafazakarlığa doğru itmektedir. Özellikle, liderin söylemlerine karşı eleştirilerin yokluğu, eleştirenlerin daha çok karşı mahalleden oluşu, iç eleştiri mekanizmasının işlemeyişi çıkmazı derinleştiriyor. Her türlü siyasetsizlik, Ortaçağ Avrupa’sında kilisenin düştüğü durumu andırıyor. Liderlerin mevcut durumu, işlerin yolunda gitmesi halinde iyi olarak değerlendirilebilirdi. Ne yazık ki, işler yolunda gitmiyor. Hastalıklar baş göstermiş durumdadır.
2014 Yılı, Kürt uluslaşmasında dönüm noktası oldu. Tarihte ilk kez dört devlet arasında bölüşülmüş Kürtler hem üzüntülerinde hem de sevinçlerinde aynı duyguları birlikte yaşadılar. Şengal'in işgali ve Kobani'nin istila girişimi Kürtleri nasıl ki, birlikte üzüntüye boğduysa Şengal ve Kobani'den gelen iyi haberler birlikte sevinci de getirdi. Uluslaşmanın en önemli sonucu uluslar arası alanda Kürt etnik kimliğinin Kürdistan ulus kimliğine doğru gitmeye başlamış olmasıdır. Bunun aynı zamanda tarihi bir anlamı da vardır. Şimdiye kadar tarihte Kürtlerin yerini, Türklere, Osmanlıya ve İslam'a katkıya göre belirleyen anlayış yerini Kürtlerin Kürdistan'a katkı anlayışına bırakmış durumdadır. Asıl Ortadoğu'yu derinden etkileyen de budur. Bu aynı zamanda Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin önünü açacak anahtardır. Bunu, PKK de KDP ve YNK de anlamış durumdadır. Parti veya aşiret çıkarı yerini Kürdistan'ın ulusal çıkarı almış durumdadır. Maxmur'da, Şengal'de, Kerkük'te, Kobani'de olan budur. Bu da Kürtleri, esaret altında tutmaya alışmış Türkiye ve İran'ı ürkütmüştür. Mücadele ve pratiği ile Kürdistan'ın kalbi durumuna gelen Irak Kürdistan'ındaki bu etkinin Türkiye ve İran Kürdistan’ına yayılmaması için bu iki devlet inanılmaz taktikler içine girebilirler.

Türkiye, Öcalan'ın rehineliğinden faydalanarak uluslar arası alanda gelişen PKK etki ve gücünü hem sınırlamak hem de ulusal Kürdistanilikle buluşmaması için elinden geleni yapmaya çalışıyor. Çözüm sürecini bu amaçla kullanmaya çalışıyor. Bunu uygulamak için, TC, Öcalan üzerinde inanılmaz bir baskı uygulayarak, demokratik cumhuriyet/özerklik ideolojik çıkmazından sıyrılma belirtileri gösteren PKK'yi durdurmaya çalışıyor. 2013 Yılı Newroz'unda "güncellenmiş misak-ı millinin" piyasaya sürülüşünün cilalarının dökülüşü ile birlikte, bunu yeni bir formatta yürütmek amacıyla İmralı'da Öcalan'a atfen bir öz eleştiri mekanizması hayata geçirildi. Öz eleştiri mekanizmasıyla yaşanan başarısızlık ve aldatılma geçiştirilmeye çalışıldı. Bu şekilde kopukluk yaşanan "çözüm süreci"ne "Hatip Dicle" halkası eklenerek devam ettirilmeye çalışılıyor. Bunun, Cemil Bayık'ın çözüm sürecinde ABD'ye arabuluculuğunu gündeme getirmesi giderek PKK'nin ABD ile IŞİD nedeniyle müttefik haline geldiklerinin söylenmeye başlamasıyla bağlantısı olduğu muhakkaktır. 6-8 Ekim olayları ve yaşanan diğer gelgitlere rağmen, ısrarla Öcalan'ı merkeze alan çözüm sürecinin daha fazla ivme kazanması, Kürt hareketinin uluslar arası alanda kimlik edinmesine karşı taktik bir hamle olduğunun en önemli göstergesidir.

Hem PKK ile çözüm sürecinin hem de IŞİD'le ilişkinin birlikte yürümesi mümkün değildir. Konsolosluk görevlilerinin IŞİD tarafından Türkiye'ye teslim oyununun olduğu günlerde, Kobani'yi düşürmek için IŞİD'e teslimi her şeyi açıklamaya yetiyor. Kürt ulusal çıkarlarıyla Türk ulusal çıkarlarının uyuşmadığı Kobani ile birlikte defalarca ortaya çıkmıştır. Önce Şengal ve Maxmur, sonrasında Kobani PKK ve Kürdistan Bölge Yönetimi(KBY)'ni birbirinden uzak düşmüş aşıkları birbirine kavuşturmuştur. Özellikle, Maxmur'un kurtuluşundan sonra Mesud Barzani'nin HPG'yi Maxmur'da mütevazi bir şekilde ziyareti bu ilişkinin stratejik boyutunu en ilerisine taşımıştır. Omuza omuza mücadele veren gerilla ve peşmergenin, Koalisyon güçlerinin desteğiyle Şengal'i kurtarmış olması bu birlikteliğin en uç noktası olmasına rağmen, farklı Kürt partilerinin “Şengal’i kimin kurtardığı” tartışmalarına girmeleri Kürtlerin ulusal birliği konusunda henüz yeterli mesafenin alınmamış olduğunun göstergesidir.

PKK ve Cemil Bayık'ın ABD ile ilişkiler anlamındaki stratejik çıkışları Türkiye KCK açısından "üst akıl" olarak değerlendirerek Öcalan ve HDP üzerinden konuyu millileştirme ve Kürt sorununa sıkıştırıp, kolektif hakları tanımadan denetimli özerklikle çözmek istediğini gözlemliyor. Gerillanın koalisyon güçlerinin desteğiyle Peşmerge ile birlikte Güney Kürdistan Ve Rojava'da gösterdikleri birliktelik Türkiye'nin en büyük korkusudur. 

IŞİD'in hem Rojava ile hem de Güney Kürdistan'la aynı anda savaşması aslında Türkiye'nin vekaleten yürüttüğü savaştır. Tam uygun şartlar varken, HDP'nin cemaate yönelik operasyonlarda tarafsız gibi görünse de son kertede AKP'den yana tavır takınmış olması dahi başlı başına HDP'nin AKP'nin etkisinde kalmaya devam ettiğini gösteriyor. Konu, KCK Operasyonlarında AKP'yi masum, her şeyi cemaate yükleyerek işin içinden sıyrılmak basitliktir. Oysa gerçekte olan KCK operasyonlarının daha fazlasının devam ettiğidir. Dosyalar onaylanıyor, yargılama lar devam ediyor. AKP tutuklama ve davaları Kürtlerin üzerinde tutmaya devam ederek bunu pazarlık konusu yapıyor.

Gezi'den önce AKP'nin gerçek yüzü Reyhanlı patlamasında görüldü. BDP, çözüm süreci zarar görür diye Reyhanlı olayının üzerine gerektiği gibi gitmedi. AKP'nin olayı önemsiz gibi göstermesi karşısında sessizliğe bürünmekle kalmadı. Dolaylı da olsa AKP'ye destek verdi. Bu durum Gezi'de de sürdü. Gezi'de ulusalcı/laiklerin etkinliği gerekçe gösterilerek bundan uzak duruldu. Demirtaş'ın Erdoğan'ın CB töreninde ayakta alkışlamasını da bu kapsamda değerlendirebiliriz.

Türkiye, bölgede bir güç haline gelecek Kürdistan'ı engellemek için Rusya'ya yanaşarak, ABD'yi etki altına almaya çalışıyor. Ancak, Türkiye'nin Suriye'deki Esad yönetimine yönelik politikalarının devam etmiş olması, Türkiye'nin Rusya ile anlaşmasının önünde engel olarak duruyor. Bunu aşabilmek için, Katar üzerinden Mısır'la ilişkilerini geliştirip, Esad'a yönelik yakınlaşma yoluna da gidebilir. Türkiye'nin amacı, ABD ve Batı tarafından modern silahlarla donatılan Güney Kürdistan'ı Kürdistan'ın diğer parçalarından yalıtmak, Kürdistan parçalarının ulusal anlamda birbirini beslemekten çok birbirini tırtıklama zemini yaratmak içindir. Rojava'da Salih Müslim, Kuzey'de Öcalan aracılığıyla Rojava'nın Kuzey Kürdistan benzeri bir şekle sokulması amaçlanıyor. Bunu yapmasının en önemli sebebi Dohuk anlaşmasını boşa çıkarmaktır. MİT'in bütün çabası bunun üzerinedir. IŞİD'in Kürdistan'dan tamamen atılmasından sonra, IŞİD'in oluşturduğu fiili durumu Kürtler arası parçalanmayı esas alarak değişik bir versiyonla devam ettirmek istiyor. Kürtlerin şunu iyice anlamaları gerekiyor o da Rusya'nın hiç bir zaman Kürdistan taraftarı olmadığını. Sovyetler döneminde, Şeyh Said ve Ağrı İsyanında bu açıkça ortaya çıktı. Yine başında destek verip, kurulmasına yardım ettiği Mahabat Cumhuriyetini yüz üstü bırakılması da gözler önündedir. 1998-1999'da Öcalan'ın Türkiye'ye teslim yolunun da Rusya tarafından döşendiğini de unutmamak gerekiyor. Ne zaman Cemil Bayık'ın ABD'nin çözüm sürecine hakemlik edebileceğini açıklamasıyla birlikte, PKK-ABD yakınlaşmasının, PKK-Barzani'nin yakınlaşması anlamına geleceği için Türkiye bunu önlemek için Rusya'ya yaklaşımında farklılığa gitti. Türkiye'nin Rusya'ya yaklaşımı stratejik olmaktan çok taktikseldir. Türkiye'nin amacı, NATO içindeki rolünü pazarlayarak ABD-Kürt ilişkilerini önlemeye yöneliktir. Bu Türkiye'nin yabancısı olduğu bir politika da değildir. 18. Ve 19. Yüzyılda Avrupa-Rusya çelişkisi Osmanlı'nın ömrünün uzamasının en önemli nedenlerinden biriydi. 

Osmanlı o dönemde Batı içi çekişmelerden faydalanarak ömrünü uzatmış ise de yıkılmaktan da kurtulamamıştır.

KBY'nin Bağdat'la yapmış olduğu siyasi ve ekonomik anlaşma da Türkiye'nin KBY'ne olan umudunu da ortadan kaldırmıştır. Türkiye bu anlaşma üzerinde etkili olmak adına Irak merkezi yönetimi nezdinde girişimde bulunmuş ise de bu girişimin karşılığını alamamıştır. KBY'nin Irak'la anlaşması ve Batı'nın KBY ile iyi ilişkiler geliştirmesinin verdiği hayal kırıklığını gidermek adına raftan kaldırdığı(30 Ekim 2014 tarihli MGK’da yeniden savaş kararı vermiş olma ihtimali yüksektir.) çözüm sürecini yeniden canlandırma yoluna gitti. Dikkat edilecek olursa, yeni bir formatta dönüştürülen çözüm sürecinin ana ekseni PKK'nin silah bırakmasından çok "PKK'nin silahlı eylem gücünü Kuzey Kürdistan'dan çekip, Rojava ve Güney Kürdistan'a doğru sınır dışına çektirmeyi amaçlanmaktadır.

Uluslar arası ve Kürtler arası diyalog ve işbirliği gelişmişken, bir anda “Şengal’in kurtarılması ve Statüsünün” tartışılmaya başlamasının oluşan işbirliği ve diyalog ortamını yıkmaya yönelik olduğunun çokça delilleri bulunmaktadır. Başka bir ifade ile, tam bu döneme denk gelecek şekilde, Şengal'de IŞİD'in işgaline son verilmesi ve Şengal'in kurtarılması çerçevesinde "Şengal'in kimin tarafından kurtarıldığı" tartışmasının gündeme gelmiş olması, IŞİD sonrasında "Şengal'in yönetimi" konusunda PKK/PYD eksenli güç mücadelesinin işaretleri mevcuttur. Hukuken Musul’a bağlı bir ilçe olmasına ancak Güney Kürdistan'a ait olan Şengal'in fiilen Rojava'ya katılması halinde, bunun KBY için prestij kaybı anlamına geleceği için, Barzani'nin bizzat komuta ettiği büyük bir peşmerge gücünü harekete geçirerek "Şengal'i kurtarmanın" kendi eseri olduğunu ilan etmesi, Şengal nedeniyle yıpranan imajını düzeltmek için kullandığı görüldü. PKK yetkilileri de bu konuda boş durmayarak "Şengal özerk bölgesini" gündeme getirdi. Türkiye-Rusya ilişkilerinden sonra alelacele HDP Eşbaşkanı Demirtaş'ın Rusya temasındaki sürpriz gelişme, ABD ve Batı ile dolaysız ilişki geliştirip öncülüğü ele alan Barzani'yi PKK aracılığıyla dengeleme siyaseti mi güdülüyor? Sorusu akla geliyor.

Kürtlerin, gerek Rusya gerekse başka güçlerle ilişki geliştirip anlaşmalar yapmış olması kadar normal bir durum olamaz ancak Kürtler başka güçlerle ilişki geliştirirken birbirine karşı kullanılmayı esas alan ilişkilerden kaçınmalıdırlar. Geçmişte, Irak'ın, İran'ın ve Türkiye'nin bu konuda sayısız örnekleri vardır.
ABD'nin Irak'ı gündemine almasıyla birlikte, Kürtlerin bütünsel davranmalarını isteyen ilk güç ABD'iydi. ABD, Barzani ve Talabani arasındaki çatışmaların son verilmesinde belirgin bir rol oynamıştır. ABD'nin Kürtlerin birlikte hareket etmesi isteği IŞİD'in Kürdistan'a saldırısı ile birlikte kapsamı artarak buna PKK'yi de dahil etmiştir. PKK de kendisini buna göre hazırlamışken, birden bire AKP'nin manevra yaparak Öcalan'ı merkeze alıp, Kürt hareketini birliktelik ekseninden delik açmaya çalışmasının ileriki süreçte Kürtlerin genel kazanımlarına zarar verebilir. Qandil bunun farkında olduğu için, HDP eleştirisi üzerinden bir anlamda Öcalan'ı da uyarmaktadır.

Kürdistan'ın kendisine özgü bir durumu olmasına rağmen, bulunduğu yer itibarıyla jeopolitik konumu Polonya'yı andırmaktadır. 18.yüzyılın sonuna kadar Avrupa'nın merkezi ve güçlü devletlerinden biri olan Polonya'nın Almanya ve Rusya'nın güçlenerek tarih sahnesinde yer almasıyla birlikte bu iki gücün çatışma alanı haline gelişi, Polonya'yı siyasi anlamda sonunu getirdi. Yüz elli yıl boyunca, Polonya kah Rusya'nın, Kah Almanya'nın egemenliğine girdi. Hep savaş yaşandı. Büyük göç ve katliamlar oldu. Sadece ikinci dünya savaşında Polonya'nın 6 milyonluk insan gücü yok oldu.

Kürdistan da tıpkı Polonya gibi  Türkiye, Irak, Suriye ve İran gibi büyük devletlerin ortasında ve işgali altındadır. 21. Yüzyıldaki gelişmelerle birlikte Irak ve Suriye'nin Kürdistan üzerindeki etkisi kalmamıştır. Polonya, Rusya ve Almanya arasında bölünmek veya onların mücadele alanı olmaktan doğrudan doğruya ABD ve Atlantik’le ilişki geliştirerek kendisini korumuştur. Ulusal bütünlük ve çıkarını esas aldığı için Ukrayna ve Gürcistan'ın düştüğü Rusya tuzağından kendisini korumuştur. Kürdistan'ın kendisini koruması bakımından Polonya'yı örnek alması gerekiyor.

***


HDP İSTANBUL İL KONGRESİ VE YÜZDE 10 BARAJ AÇMAZININ SİYASET ÜZERİNDEKİ KIRILGANLIĞI

HDP İSTANBUL İL KONGRESİ VE YÜZDE 10 BARAJ AÇMAZININ SİYASET ÜZERİNDEKİ KIRILGANLIĞI




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN

28.12.2014 22:31:32

Genel seçimlere altı aydan az bir süre kala, 4 Ocak 2015 günü, HDP İstanbul’da Kongresini yapacak. CB Seçimlerinde İstanbul’da gösterilen başarının genel seçimlerle giderek artması için İstanbul’a verilecek önem Türkiye siyasetini ve Kürt Siyasal Hareketini(KSH) derinden etkileyecektir.

 İstanbul bir yönüyle Türkiye'nin merkezi bir yönüyle de dünyanın merkezi yerlerinden biridir. Sadece şimdi değil en az 2000-3000 yıllık bu özelliğini koruyan bir kaç yerden biridir. Ortadoğu ve Balkanlar ile ilişkisi çok canlıdır. Osmanlı'daki başkent konumu gibi, Balkanların, Kürdistan'ın Kafkasya'nın Orta Asya'nın ve Ortadoğu'dan Afrika'dan gelen göçmenlerin uğrak veya geçiş merkezidir. İstanbul'un bu özelliğinden İstanbul'un en örgütlü toplumu olan Kürtlerin önemli siyasal rol oynaması gereklidir. Bu konuda politika oluşturmalıdır. İstanbul'un merkeziliği çok boyutludur. En önemlisi de ekonomik boyutudur. Türkiye'nin ve çevre ülkelerin pazarı durumundadır. Buradaki belirleyiciliğin alt yapısında dinamik bir Kürt sermayesi veya emek gücü bulunmaktadır.

İstanbul'un kimlik yapısındaki Kürt ağırlığı, Kürt konusundan dolayı meydana gelen sorunların çözümü konusunda İstanbul çözümün merkezi konumundadır. Bu sadece Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtlerle de sınırlı değildir. Diğer ülkelerde yaşayan Kürtlerle de ilgilidir. Bu bakımdan İstanbul Kürt siyaseti bakımından inanılmaz imkanlara sahiptir. Kürtlerin örgütlülüğü ve HDP etrafındaki kenetlenişi, bu dinamiğin merkezi konumundadır. HDP ve öncekiler bunu göremedi. Siyaseti öncelikle Ankara/Diyarbakır merkezli ele aldılar. İstanbul'u, başlı başına bir merkezden çok Diyarbakır'ın peşinde sürüklenen bir yer olarak algıladılar. 

Devletin KCK adı altındaki en kapsamlı operasyon İstanbul KCK olmasına rağmen bu davalardan Diyarbakır KCK'nin ön planda tutuluşu bu genel eğilimi ortaya çıkarıyor. Oysa Öcalan'ın avukatları, Kürt basını, İstanbul BDP/Siyaset akademisine yönelik en kapsamlı operasyon buradan yürütülüyordu.

Yüzde on seçim barajı varken, seçimlere girerken tüm bu sosyo-ekonomik durumlar dikkate alınmadan riske girilmesi barajı aşmama ile sonuçlanırsa bundan herkesin zarar görebileceği de gözden uzak tutulmamalıdır. Kürt siyasetinin Demirtaş'ın CB adaylığı döneminde yakaladığı rüzgarı yeterince kullanmadığını da düşünüyorum. AKP hükümeti, HDP’yi rahat bırakmamak için elinden geleni yapıyor. Kendi hatalarını, HDP’ye mal etmek için her türlü yalan ve hileye başvurmaya devam ediyor. Kürt siyasi Hareketini sürekli olarak kovalama / kovalayarak  dövme yöntemiyle onu sürekli kendisini savunur konumda göstererek mahkum etmeye çalışıyor. O nedenle, kendisini anlatabilecek imkanları bir türlü elde edemiyor. Bu bakımdan, CB Seçimleri, KSH bakımından en rahat seçimlerdi. Ana akım medyanın Demirtaş’a bakış açısı da olumluydu. Kanal ve gazetelerinde kendisine yer buluyordu. CB seçimlerinde Demirtaş’ın aldığı sonuç değerlendirilirken, bu hususun da göz önünde bulundurulması gerekiyor. Seçimlere giren bir parti risk de alabilir. Kendisine güvenerek barajı aşabileceği öz güvenine de sahip olabilir. Ancak çok az bir oyla da olsa yüzde 10’u aşmama ihtimali, yüzde 10’u aşma ihtimalinden daha yüksektir. Eğer bu risklere rağmen HDP, seçimlere parti olarak girecekse, yüzde 10 barajını aşmaması durumunda B planının ne olacağını iyi tartışması gerekiyor. HDP, barajın aşılmaması halinde “seçilip de milletvekili olarak Ankara’ya gönderilmeyenleri” seçilmiş kabul ederek bölgesel bazlı fiili meclis oluşturacağını sanıyorsa, geçmişteki seçimlerden sonra olduğu gibi bunun gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü, yüzde onluk barajı bilerek seçimlere girildiği zaman, seçimlerin yasallığını/hukukiliğini öncesinden kabul ettiğiniz için, sonuçlar istediğiniz gibi çıktı diye çekip giderseniz hem size oy verenler nezdinde hem de Türkiye toplumunun genelinde meşruluğunuzu kaybedebilirsiniz. Yine bir yıl öncesinde yapılan yerel seçimlerde onca belediye kazanıldı, onların ne olacağı da belirsizdir. Eğer HDP’nin B Planı, yukarıda yazdığımız gibi olacaksa bunu yapmak için genel seçimlere katılmasına da gerek yoktur. Bu planını kendi seçimini yaparak gerçekleştirebilir. HDP buna yanaşmayacağına göre, milletvekili sayısının daha az olma pahasına olsa da daha önceki seçimlerde olduğu gibi bağımsız adaylarla seçime girmek ihtimali daha yüksektir. Bağımsız şeklinde 40’a yakın milletvekili seçildiğinde buradaki küçük kaybı topluma açıklamak kolaydır. Ancak baraj nedeniyle 40 milletvekilinin AKP’ye “bonus olarak” gitmesi halinde bunu topluma açıklamak o kadar kolay değildir. Tersine KSH’nde büyük tartışma ve bölünmeleri beraberinde getirebilir.
Kürt siyaseti, CB seçimleriyle doğrudan doğruya topluma yönelik siyaset yaparak büyük oranda medyanın da desteğini aldı. Sosyal demokrat/sol bir adayın eksikliği Kürt siyasetini önemli bir alan bırakmış durumdaydı. Bu da o dönem itibarıyla başarıyı getirdi. CB seçimlerinde elde edilen başarı değerlendirilirken bu hususların da dikkate alınması gerekir. Yine yerel seçimlerdeki katılım oranının CB seçimlerindeki katılım oranının düşüklüğü dikkate alındığında, Demirtaş’ın bu nedenle oy yüzdesinin yüksek göründüğü hususu da vardır. Yerel seçimlerdeki katılım CB seçimlerindeki katılım kadar olsaydı;yapılan hesaplamalarda Demirtaş’ın oyunun yüzde 8, 5-9 arasında olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.
CB Seçimlerinin birinci tur sonuçlarından hareketle HDP’nin yüzde 10 barajını aşabileceğini savunanların, seçimin birinci turunda çok sayıda AKP’ye oy vermiş bulunan Kürtlerin Demirtaş’a oy vermiş olduğudur. Genel seçimlerde bu oyların HDP’de kalıp kalmayacağı belirsizdir.

Kürt siyasetinin bu başarısına rağmen, aynı başarının Kürt siyasetinin diğer renklerinin ve sol/sosyalist ve demokratların desteğini almasını sağlayamadı. Başta ÖDP olmak üzere bir çok sol parti ya desteğini sunmadı ya da sessiz kalmayı tercih etti. Yine, çözüm süreci nedeniyle AKP/HDP ilişkileri üzerinden yaratılan AKP-HDP Algısı da demokrat liberal ve Türkiye solundan HDP’ye desteği de zora sokmaktadır. CB Seçimleri dahil olmak üzere sonrasında bu ilişkiye geliştirecek bir şey de yapılamadı. Büyük umutlar bağlanan HDK işlevsiz kaldı. HDP, genişleyemedi.
HDP'nin sol ve sosyalist partilerle ilişkisi sorunludur. HDP ile ilişkiler, sol ve sosyalist partilerin kendi aralarındaki çelişkileri daha da derinleştiriyor. Bunun en önemli örneği Nurtepe'de meydana gelen olaylardır. Bu olaylar nedeniyle Halk Cepheci taraftarları HDP il binası önünde oturma eylemi yapmışlardır. Bu tür çatışmalarda yatıştırmacı/uzlaştırmacı rolü oynamamaktadır. Tersine, çatışma ve çelişki zemininin artışında rol oynamaktadır. Sorumluluğu sol/sosyalistlere atıp onları suçlamak en kolay yoldur. Nitekim, EMEP'in dahi HDP'den ayrılmış olması bu konudaki darlaşmanın belirtilerinden biridir.

HDP'nin bu konudaki tutumu, HDP ile ittifak veya ilişki kuran parti ve örgütlerin kendi iç işleyişinin parçalanmasındaki etkisi de göz önünde bulundurulmalıdır. Kurumsal kimlikleri adına HDP listeleriyle seçime girenlerin seçildikten sonra bunların HDP'yle entegre olmalarında zorluklar bir yana bu kişilerin geldikleri anlayışı temsil etmeleri konusunda sorun yaşanmasını beraberinde getiriyorlar. DTP döneminde Ufuk Uras'ın durumu üzerinde duracak olursak, Ufuk Uras o dönem itibarıyla ÖDP'yle ilişkiliydi. Ancak aday gösterildikten sonra kendi partisiyle sorunlar yaşadı. Mersin'de DTP'nin bağımsız adayına ÖDP destek dahi vermeyişi, Mersin'de bir milletvekiline mal oldu. Yine uzun süre Ufuk Uras, Kürt siyasetiyle tam bir entegrasyona da girmedi. 2011'den sonra benzer durum Levent Tüzel'de yaşandı. Kendisi HDP'de yönetimde ancak EMEP bundan ayrılmış durumdadır. Buna benzer bir durum, Altan Tan ve Şerafettin Elçi'nin durumunda da yaşandı.

6-8 Ekim Kobani'ye destek olaylarında hükümetin, karşı karalama politikasına karşı yetersizlik oluştu. Bu yetersizlikler, olaylardaki olumsuz sonuçlarının Kürt siyasetine mal edilmesine yol açtı. Altan Tan'ın HDP'ye yönelik eleştirileri iyi anlaşılamadı. Oysa olayların kontrolden çıkışında KCK ve HDP'nin rolü vardır. Kurumsal bir açıklamayla bu ortaya konulabilirdi. Özellikle, KCK'nin Kobani'ye destek çağrısındaki "IŞİD ve uzantılarına yaşam hakkı tanınmamalıdır" şeklindeki açıklamadaki düzeyin olayların kontrol edilemez duruma gelişi üzerindeki etkisi göz önünde bulundurulmalıdır. Bu açıklama İslami duyarlılığı yüksek Kürt kesimlerinde tedirginliğe neden olmuş olabilir. Bu tedirginlik onları savunmacı veya saldırıcı konuma getirmiş olabilir. Daha doğrusu, onları AKP veya devlete daha fazla yakınlaştırmış da olabilir. Kaldı ki, bu destek eylemlerinin Kobani'nin düşüp düşmediğine etkisinin olup olmadığı da belirsizdir. 

Her ne kadar Kürt tarafı, destek eylemlerinin Kobani'nin düşmesine engel olduğu söyleniyorsa da Kobani'nin yaşadığı büyük kayıp ve göç hiç de durumun iç açıcı olmadığını gösteriyor. Köyleri işgal edilmiş, Kentin dar alanlarına karşı sıkıştırılmış bir savaş varken hiç kimse Kobani kurtuldu da diyemez. 

***

CİZRE, ÇÖZÜM SÜRECİ ÖNÜNDE ÖNGÖRÜLMEYEN TEHLİKE OLARAK YENİDEN PKK-HİZBULLAH ÇATIŞMASI

CİZRE, ÇÖZÜM SÜRECİ ÖNÜNDE ÖNGÖRÜLMEYEN TEHLİKE OLARAK YENİDEN PKK-HİZBULLAH ÇATIŞMASI




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
28.12.2014 


AKP Hükümeti, Kürt toplumu içinde çok önemli temsiliyeti bulunan Kürt Siyasal Hareketi(KSH'ne, geçmişteki hükümetlerin bakış açısından farklı bir bakış açısı getirmedi. Onu, sürekli olarak "bölücü" olarak gösterdi. Onu, siyasi bir varlık olarak göstermesinden çok tehdit, şantaj, hile vs. kullanarak yola getirilmesi gereken biri gibi gördü. Onunla, ilişki geliştirirken ona eşit bir taraf muamelesini göstermedi. Bir yandan ilişki geliştirirken ona karşı mücadeleyi hiçbir zaman gündemden çıkarmadı. Sorunun çözümü için, Öcalan'ın konumunda yaptığı da bundan farklı değildir.

AKP, KSH ile Öcalan'ı görüştürürken, bu görüşmeye kimlerin katılacağına kendisinin karar vermek istemesi kendisi açısından normal bir durumdur. Ancak, bu belirlemeye KSH'nin sessiz kalması normal bir durum değildir. Eğer, belirleme tek taraflı olarak AKP'ye bırakılıyorsa ve buna onay veriliyorsa bunun KSH için bir sıkıntıya neden olacağı da bilinmelidir. KSH'nde yaşanan tam da budur. Bu sıkıntıyı en üst düzeyde hisseden de KCK'den başkası da olamaz. Öcalan'ın mesajlarının oluşma sürecinde büyük bir baskı vardır.

AKP'nin siyasal temsiliyeti bakımından karşılığı çok zayıf olan Kemal Burkay'ın partisini merkezinde ziyaret ederek, HDP'ye parmak salarcasına "Kürt toplumunun sizden başka temsilcileri de vardır" demiş olması olayı dahi AKP'nin KSH'ne bakış açısını ele veriyor. Hak-Par'a gösterdiği duyarlılığın yüzde birini KSH'ne göstermiyor. Aynı tavrını, Hüda-Par'ı ziyaretinde gösteriyor. Onu da bir Kürt partisi göstermek için Hak-Par'la ziyaretle neredeyse aynı zamanda yaparak gösteriyor. 
Öte yandan Öcalan üzerinden de çözüm sürecinin gelişme göstereceğini gösteriyor. KSH'nin "çözüm sürecinde" tereddütlü halde olmasının en önemli nedeni budur. Yine 6-8 Ekim olaylarında hep öldürülen Hüda-Par'lılar gündeme getirilerek binlerce HDP'li tutuklanırken, Kürtlerin üzerine ateş açan polis, asker, korucu, paramiliter güçler ve Hizbullahçılara karşı bir şey yapılmıyor. Cizre'de olan da tam böyledir. Cizre'de hükümet yine eskiden yaptığını yaparak, Hüda-Parlılar mağdur, KSH saldırgan olarak göstermeye devam ediyor. Aslında böyle yapmakla Hüda-Par'a bir iyilik de yapmıyor. Onları kendi yedeğine almak, onları bir çeşit "şehir korucusu" durumuna getirmek için elinden geleni yapıyor. KSH'ne de Kürdistan'ı 1990'lı yıllara döndürebileceği mesajını vererek çözüm sürecinden kendi istedeği sonucu almak istiyor. Hükümet bir yönüyle de Meclise getirmek istediği, Türkiye genelinde sürekli olarak yaşanacak olağanüstü/sıkıyönetim hallerini andıracak güvenlik paketini çıkarması için ortam hazırlıyor. Bu nedenle Hüda Par'ın ve KSH'nin provokasyonun derinliğini görerek dikkatli olmalarında fayda vardır.

Hem KSH'nin hem de hükümetin bu durumun oluşmasına karşı önlem alması gerekiyor. Cizre'de mahallenin girişi neden hendek kazılarak engelleniyor ki? KSH'nin Cizre'de hendek kazma ihtiyacı var mıdır? Kaldı ki, bir gün öncesinde Komala Civan adlı gençlik örgütü "yüzünü kapatan"ları dahi ajan olduğunu ilan etmedi mi? Durum böyle iken hem AKP'nin hem de KSH'nin kendisini sorgulaması gerekmiyor mu? Yapılanı hep provokasyon, parelel yapı, darbe mekaniğine yüklemek doğru mudur? Tabi ki, yanlış yapıldığı zaman başkaları bunu abartarak verecek, olur olmaz yorumlar yapılacaktır.

KSH açısından bakıldığında KSH'nin iradesini Öcalan'a teslim ettiği gerçeği dikkate alındığında bu teslim etme devam ettiği sürece İmralı'dan farklı yönden bir açıklama gelmediği müddetçe, Qandil'in ve diğer Kürt dinamiklerinin söylemlerindeki sertlik düzeyinin yükselişi beraberinde politika değişikliğini getirmeye yetmiyor. Olan, yörede yaşayanlara ve öldürülen gençlere oluyor. Gençleri dolduran, dönemin ruhunu kendi medyasına yaşatmayanların bu şekilde kısır döngüye mahkum olmaktan öteye gidemiyor.

Bilindiği gibi Hizbullah/YDG-H çatışması çözüm mektubunun okunduğu 2013 Newroz'undan sonra Dicle Üniversitesinde öğrenci gençlik içindeki çatışmalarla başlamıştı. Hizbullah'ın Kürt halkı ve gençliği üzerinde oluşturduğu geçmişin kabusunun gitmesi o kadar kolay değildir. Her bir olay olduğunda DTK, devreye girerek olayların önlemek için elinden geleni yaptı. DTK'nın olayların azmaması için elinden geleni yapmış olması, DTK'nın kendisini Kürt siyasetinin partiler üstü platformu olarak görmüş olmasıdır. KSH, belki bunu kendisi açısından haklı gördüğünü DTK içinde değişik dini anlayış ve farklı grupların temsil edildiğine inanılmasından ileri geliyor. DTK'nın gerçek anlamda değişik Kürt kesimlerini temsil eden bir kongre/meclis niteliğinin olup olmadığının siyasetin genel kuralları çerçevesinde ele alındığında, merkezi bir yapıyla sıkı bağlılığı, bu merkezi yapının onu bir meclis işlevinden çok danışsal bir yürütme organı gibi göstermesi, DTK'nın Kürtlerin geneli açısında Kongre tarzı örgütlemeden uzak olduğu görülmektedir. DTK Tarzı örgütlemenin bir modeli de Rojava'da kurulan TEV-DEM örneğidir. TEV-DEM da tıpkı DTK gibi kendisini Rojava'nın kongresi şeklinde göstermiş ise de bunun dışında yer alan kesimler TEV-DEM içine girmek yerine ESNK gibi adlar altında alternatif gruplar kurma ihtiyacı duyuyorlar. Kuzey Kürdistan'da KSH'nın dışında yer alanlarda böyle bir arayış yoktur. Bunun en önemli nedeni KSH dışında yer alan Kürtlerin genellikle AKP'de politika yapma imkanı bulduklarından dolayıdır. Kısacası, AKP mevcut Türkiliğine rağmen Kürtler için siyaset yapma alanı olmaya devam ediyor. Ancak bunun sürekliliği tartışmalıdır. Diğer Türki partiler nasıl Kuzey Kürdistan'da eridiyse  aynı akibet AKP'nin başına da gelecektir. Bu durumda AKP'de siyaset yapan bu Kürtlerin DTK veya KSH'ine geçecekleri beklenemez. Hüda-Par'a bu açıdan bakıldığında Kürd-İslami kesimlerin kendilerini ifade etme biçimi olarak kabul etmekten başka bir yol yoktur. Kürt siyaseti ve ideolojisi bakımından devlet temelli partilerden daha fazla zarar verme güç ve anlayışları yoktur. Kürt siyasal kanallarının kendisini meclis şeklinde örgütleyerek bunlara katılım yolu açılmalıdır. Aksi durumda bu kesimler kendilerini güvensizlik içinde gördükleri oranda hem devlete daha fazla muhtaç hale gelirler hem de devletin kendi egemenliğini devam etmesi için onları kullanma imkanı elde ederler.

Her olayda DTK, olayları yatıştırma rolü oynamak yerine  tüm enerjisini bu yolda kullansa daha iyi olacaktır. DTK'nın üstenci bir anlayışa soyunarak toplumun bütün sorunlarını çözmesi mümkün değildir.

IŞİD'in Kürtlere saldırıltılması, Kürtlerde büyük bir hassasiyet oluşturdu. IŞİD'in Kobani'yi düşürme planına karşı Kürtlerde IŞİD'e karşı oluşan tepkiler karşısında Hüda-Par'ın kayıtsızlığı, KSH kadrolarını İslam dışı, kendilerini İslam'ın temsilcisi gibi görüp, IŞİD vahşetine karşı sessizliği Hüda-Par'ın demokratlığı konusunda soru işaretlerine neden oluyorlar. İslam konusunda hassasiyet içinde elinden geleni yapan KCK ve HDP'yi İslam karşıtı gösterip, bunun üzerinden siyaset yürüten Hüda-Par, nasıl ki, bu konuda KSH'inden taleplerde bulunuyorsa aynı şekilde onların da kendilerine buna göre düzen vermesi gerekir.
KSH eğer yaşananları bir provokasyon olarak niteliyorsa, bu konuda açıklama yapmakla yetinmemelidir. KSH'nin Cizre'yi ele alıp burada YDG-H, Botan İnisiyatifi adı altında eylemlilikleri gözden geçirmesi gerekmektedir. Özellikle Kasım ayında iç infaz anlamına gelen Abdullah Budak adlı bir gencin öldürülmesi, bu ve buna benzer yapılamaların kontrolden çıkıp provokasyonlara zemin olacağı açıktır. Bu nedenle KCK'nin bu yapılamalar üzerinde denetim kurarak, bunlara olası sızmaları önlemek durumundadır. Komela Civan adına yapılan açıklamalar bu yönden önemli bir adımdır. Aynı adımın KSH'nin medyası hakkında da atılması gereklidir. KSH'nin medyasının çözüm süreci, Güney Kürdistan'la ilgili tutumu, gerek HDP gerekse KCK tarafından provokasyon zemini olarak gösterilen bu kontrolsüz gençlik yapılanması açıklama ve eylemlerine gözü kapalı bir şekilde yer verilmemelidir. Medyada manipülatif haber ve açıklamalar devam ettiği sürece, olayları yapanların harekete sızma olduğunu söylemek yetersizdir. KCK veya HDP/DBP'nin üst düzeyinde bunların dayanaklarının olma olasılığı da göz önünde bulundurulmalıdır. Konu öyle basitleştirilip, gençlik içine sızan kontralarla açıklanamaz. Kaldı ki, bir kontra sızması varsa, bu sızmanın büyük bir kusur olduğu da açıktır. Varsa, bu sızmalar, bunu alelacele kamuoyuna açıklanmadan yapılabilirdi. Öyle olaylar olduktan sonra, basit bir açıklamayla geçiştirip, var olan sorunları erteleyip büyütmekten başka bir anlama gelmez.

***

AKP'NİN TEHLİKELİ OYUNU "KÜRT SİYASETİNİ TASFİYE PLANI"

AKP'NİN TEHLİKELİ OYUNU "KÜRT SİYASETİNİ TASFİYE PLANI"




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
08.12.2014 

AKP'nin tasfiye anlayışı, PKK ile sınırlı değildir. HDP'yi de tasiye etmeyi düşünmektedir. HDP'nin bütün itirazlarına rağmen 6-8 Ekim Kobani eylemlerinden HDP'yi sorumlu tutuşu, kendi sorumluluğunu ise ustaca gizlemeye devam etmiş olması, AKP'nin büyük tasfiye planını açığa vurmaktadır. Anayasa Mahkemesinin yüzde on barajı ile ilgili olarak henüz verilmiş bir karar yokken, AKP'nin büyük telaşa kapılması, Kürt siyasetinin Türkiye genelinde göstereceği başarıdan dolayı duyduğu korkuyu açığa çıkardı. Bu salt AKP korkusu değildir; geçmişten AKP'ye sirayet eden devletin korkusudur. Bu da devletin Demokrasi ve Özgürlük konusunda duyduğu korkudan ileri gelmektedir. Bunun AKP ve devlet açısından en önemli sonucu geçmişte Türkiye Kürdistan'ında CHP'nin etkisiz hale gelmesine benzer bir durumun Türkiye Kürdistanındaki son Türk kalesi olan AKP'de düşüşün başlamasıyla sonuçlanacağından duyulan korkudur. Türkiye Kürdistanında DBP/HDP dışındaki yeni gelişme ve Kürt temelli siyasal örgütlemelerin kurulmuş olması da AKP'nin alanını daraltmaya başladığı da göz önünde bulundurulmalıdır. 
Türkiye'nin IŞİD'le ilişkisi, IŞİD'in Kürtlerin üzerine salınması, Rojava'nın düşürülmeye çalışılması da büyük tasfiyenin aşamaları durumundadır. Türkiye, IŞİD Silahını, Kürtleri de aşacak şekilde ABD ve AB'ye karşı da kullanarak, Batı'nın Kürt haklarına Türkiye gözlüğünden bakılmasını sağlamak için elinden geleni yapmıştır. Ancak, IŞİD'le ilişkileme süreci ABD'nin Türkiye'ye bakışını değiştirmiştir. ABD, radikal bir şekilde Kürtlerle ilişkiyi Türkiye aracı kılınmadan / Türkiyenin hassiyetlerini(?) dikkate almadan yapmıştır. Batı ile Kürt ilişkilerinin bu düzeyde olması, Kürtlerin örgütlülüğü ve birbirleriyle çatışmamalarının bir sonucudur. 
Bu örgütlülüğün bütünsel bir Kürt ulusu duruma geldiği düşünüldüğünde uluslar arası alanda Kürdistan'ın rolünün de bununla orantılı olarak gelişeceği dikkate alınırsa, bundan en büyük kaygıyı duyacak güç Türkiye'den başkası da olamaz. Ulus temelli örgütlülüğü tamamlamış Kürdistan'ın en dinamik ve yaygın parçası Türkiye Kürdistan'ında örgütlü olan Kürt Siyasal Hareketi (HDP-DBP) olduğu kuşkusuzdur. Bunlar olmadan, Irak, Suriye ve İran'daki Kürt uluslaşmasının yalnız başına bir anlam ifade etmeyeceği de bilindiğinden dolayı, Türkiye hükümetleri bunun önünü kesmek için her şeyi yapabilirler. Özellikle, Öcalan'ın Türkiye'nin elindeki "rehinelik" durumu, KSH'nin en zayıf noktası durumundadır. IŞİD, Kobani ile birlikte Türk/Kürt kardeşliğinin AKP açısından hiçbir anlamının kalmadığına dair onca örnekler varken, çözüm sürecinin bu minval üzerinden yürütülmeye çalışılmasından Kürtlerin kuşku duymaları zorunludur. KCK, bunu fark etmiş, bu konuda söylem geliştirmektedir. Çünkü, KCK tasfiyenin PKK'yle sınırlı olmayacağını, HDP'yi de kapsamına alacağını biliyor. KCK, Kürtler arası birlikteliği engelleyen gücün TC olduğunu iyi biliyor. 
Bülent Arınç'ın, HDP'yle ilgili olarak söylediklerine bakalım; Bakın diyor ki, "HDP’den bahsediyorum. 
Şu 6-7 Ekim olaylarında Türkiye’ye kan kusturan, 40’dan fazla insanımızın hayatına mal olan, ırkçı söylemleriyle, şiddetle, terörle, millete baskıyla oy toplamaya çalışan bir partinin CHP ile seçimlere beraber girebileceğinden bahsediliyor." İşte AKP'nin bakış açısı budur. HDP'ye "Öcalan'ın itibarını" koruma çağrısı yapan biri aradan iki gün geçtikten sonra Dünyadaki tüm Kürtlerin en yaygın legal örgütünü "katil, ırkçı" olarak suçlamasındaki iki yüzlülüğü görmek gerekiyor. Kürtlerin ve Kürt örgütlerinin itibarını düşünmeyen birinin "Öcalan'ın itibarını" düşündüğü konusunda samimiyet olabilir mi? Onun yaptığı, kendi elinden kayanı elinde tutmak çabasından başka bir anlama gelmez. Şimdi de söyledikleriyle de güya "CHP'nin itibarı"nı düşünüyormuş gibi yapıyor. Gün geçmiyor ki, CHP'ye sürekli olarak hakaret eden birinin gerek "Öcalan'ın itibarı" gerekse "CHP'nin itibarı" konusundaki sözler ikiyüzlülüğün itirafıdır. 
Davutoğlu'nun başbakanlığından bu yana bir "Kamu düzeni" lafıdır almış başını gidiyor. Kağızman'da üç gerillanın infazı, Bingöl yargısız infazı, başbakanın emri ile yapılan tutuklamalar, Yüksekova'da 17 Yaşındaki bir gencin polis kurşunu ile öldürülmesi olaylarının şifresi "kamu düzeni" lafında gizlidir. Bu giderek boyutlanacak gibi duruyor. Kürt siyasal hareketinin bunu anlaması gerekiyor, bunun olması da HDP ve KCK'nin eleştiri noktasını iyi yakalaması gerekiyor. KCK'nin asıl eleştirilecek noktadan çok HDP'yi ön plana almaması gerekiyor. Örneğin, başta Demirtaş olmak üzere HDP'nin çözüm sürecine sarılması, Öcalan'ın isteminden ileri geldiği halde, burada eleştirilecek biri varsa onun da Öcalan olması gerekirken, eleştirilerin suçlamaya dönüşecek şekilde Demirtaş'a yöneltilmiş olması doğru değildir. Sanki, HDP, hükümetin kontrol ve etkisine girmiş gibi davranılıyor. Gerçekten olan da Öcalan'ın süreci AKP ile yürüteceği konusundaki ısrardan ileri gelmektedir. Gerek hükümet gerekse Öcalan, bu konuda hiçbir zaman BDP/HDP'ye inisiyatif tanımadı. Geçmişte avukatlar üzerinden yürütülen diyalogun başka bir biçimde HDP üzerinden yürütülmesinden başka bir şey değildir. Kuşkusuz bunda HDP'nin sahip olduğu siyasi gücü kullanışındaki yetmezliklerin de etkisi olduğu da unutulmamalıdır. HDP'nin kendisini "olayların akışına" bırakmasının doğru olmadığını da vurgulamak gerekiyor. Özellikle HDP'nin süreci, Türkiye'deki değişik toplumsal tabanlarla tartışmadan çok, kamusal(devlet eksenli) bakmış olması en büyük yanılgılarından biridir. Hele hele HDP'nin. "Türkiyelileşmeyi" bazı marjinal sol ve kesimlerle sınırlamış olması bunun somut hali olmuştur. 

Hükümet tarafından HDP'ye getirilen suçlama, 6-8 Ekim Kobani'ye destek eylemlerine çağrı yapılmış olmasıdır. Her şeyden önce Kobani'nin düşmesi için her şeyi yapan Türkiye hükümetine karşı oluşan tepki, Kürt siyasal hareketiyle sınırlı değildir. Bu eylemlere AKP'ye yakın duran Kürtler dahi tepki göstermiştir. Çünkü, Davutoğlu ve Erdoğan'ın açıklamalarının Kürt/Türk kardeşliğini yerle bir ettiğini onlar da gördüler. AKP, kendisine karşı oluşan Ulusal Kürt tepkisini kırmak için, din üzerindeki hassasiyetleri kullanarak Kürt siyasetini Hüda-Par'la karşı karşıya getirdi. 8 Aralık 2014 tarihli Sabah Gazetesinde yayınlanan habere göre 6-8 Ekim olaylarında Bingöl'de silahla öldürülen Cengiz Tiryaki adlı Hüda-Par'lının ölümünde Jandarmanın ihmali olduğu ileri sürülmüştür. Haberde her ne kadar saldırıyı gerçekleştirenlerin PKK'li olduğu ileri sürülmüş ise de olayın PKK tarafından gerçekleştirildiğine dair şimdiye kadar bir bulguya da ulaşılmamıştır. Bundan da anlaşılacağı gibi, Jandarma, birilerine kolaylık sağlayıp önce bir Hüda-Par'lının ölümüne neden oluyor, sonra da olayı PKK'ye mal edip PKK-Hizbullah çatışmasını yeniden başlatmak istiyor. Bingöl'de Emniyet Müdürüne yapılan saldırının soruşturulması halinde ortalığı karıştırmak isteyenlerin planları da ortaya çıkacaktır. Ancak hükümetin bu konuda adım atması mümkün değildir. Çünkü, meydana gelen olayların sonuçlarından faydalanmıştır. HSYK Seçimlerinin arifesinde meydana gelen bu karışıklıklar kullanılarak HSYK Seçimi üzerinde de etkili olmuştur. Özellikle Bingöl'de kendisine suikast düzenlenen Emniyet Müdürünün adının Paralelcilerle birlikte anıldığı da göz önünde bulundurulursa, bu olayın Paralel yapılanma içinde olanlara karşı yüksek bir uyarı olduğu hususunun da dikkatten kaçmaması gerekiyor. Bundan dolayı, meydana gelen olaylardan AKP'nin doğrudan doğruya bilgisi ve sorumluluğu bulunmaktadır. 

AKP, geldiği nokta itibarıyla dış politikada büyük bir iflas yaşamıştır. AKP, Bu iflasın, Türkiye'deki siyasal sonuçları ortaya çıkmasın diye, hukuksuzluğa başvurmaya başlamıştır. Bunu da Kürtler üzerinden Osmanlı Milliyetçiliğiyle yapmaktadır. Dış politikada Neo-Osmanlıcılıkta iflas eden AKP'nin iç politikanın gündemine Osmanlıca polemiğini taşımış olması bununla ilgilidir. Osmanlıcılık, küçüle küçüle okullara "Osmanlıca" dersi olarak konulmasıyla yetinilirken, günlerce süren Eğitim Şurasında Kürtçe eğitimden hiç sözedilmemiş olması, AKP'nin gündeminde Kürt konusu bakımından şiddetten başka bir yöneliminin olmadığı ortaya çıkmıştır. Kamu düzeni adı altında Kürtlere topyekün bir saldırının boyutunun daha da artacağı Yüksekova'daki infazla birlikte ortaya çıkmış bulunmaktadır. Sulh ceza hakimleri aracılığıyla da tutuklamlara da artıyor. 2009'da başlayan KCK Operasyonlarını aşan bir durumla karşı karşıyayız. Bunun hedefi de Kürt Siyasal Hareketinin topyekun tasfiyesidir. KSH'nin, AKP'nin bu yönelimini görerek, çözüm süreci aldatmacasından kendisini kurtarması gerekiyor. 

***

HIZLI KOŞAN ATI YAKALAMAK

HIZLI KOŞAN ATI YAKALAMAK

 



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
30.11.2014 

Bir tıkanma vardı karşılıklı güvensizlik ve beklentilerdeki farklılıklar ilkin kendisini Kürt hareketinin gençlik örgütlenmesinde gösterdi. Lice ve Cizre örnekleri. Bunlar sıkıntı vermeye devam ediyor. Bazen heykel tartışması, bazen de yüzü maskeli gençlerin kimlik kontrolü haberleri eşliğinde. 
Bu gibi olayların, siyasi karar vericilerin kendi kitlelerini beklenti içine sokmaların dan ileri geliyor. Beklentinin insanlar üzerindeki yıkıcı etkisi olayları geri dönülmez bir noktaya götürebiliyor. 
Aslında sorunu örgüt/hükümet çerçevesinden kurtarmak gerekirdi Erdoğan ve süreci yönetenlerin(?)  hatası akil adamları kısa sürede devre dışı bırakmasıydı. Üçüncü bir denetim gücü olmalıydı. Denetim veya izleme ne denilirse denilsin, bunun hukuksal çerçeveden yoksunluğu da ayrı bir garabet olarak duruyordu. 
İki liderin "sözüne" güven ve bağlılığın temel alınması en büyük zorluktu. CB seçimlerinden önce çıkarılan çözüm süreci çerçeve yasası da bir türlü somutlaşmayınca, beklentiler, kitleler tarafından oyalanma şeklinde algılanmaya başlandı. Birbiriyle ilgili konular arası bağlantılar yok sayılırken, birbiriyle ilgili olmayan konular bağlantılı gibi gösterildi. Bu da ikili(?) arasındaki sorunlara bakış açısını derinleştiriyor. Bakış açısındaki derinleşmenin daha da büyümesi veya yakınlaşmaması açısından bundan sonrasını AKP için iyi görmüyorum.Dolayısıyla kürt hareketi için de.
Hükümet Öcalan'a imkansızı yap! diyor; Ondan, yüksek hızla koşan atı durdurmadan binmesi isteniliyor. O atı durdurmak o kadar kolay değilken, bir de ona binmenin zorlukları ortadadır. At durmayınca, ata da binilmeyince de suçlu da o ata binmesini isteyenler değil de, ata binemeyen şimdi de suçlu ilan edilince, gerçek niyetin ne olduğunu siz düşünün tıpkı iyi bir yüzücüyü içinde yeterli su bulunmayan havuzda yüzmeye zorlamak gibi. Bir zamanlar aynısının yapılması Filistin Halkının lideri Arafat'tan da istenilmişti. Arafat koşan atı yakalayamadığı gibi düşmanları tarafından zehirlenerek öldürüldü. 

Bunun en önemli sonuçlarından biri de tüm enerjinin buraya kanalize edilip, siyasi karar vericilerin devre dışında kalmasının oluşturduğu tehlike ve en önemlisi inisiyatifsizliğin hareketi hareketsizleştirmesi. Başka bir deyişle, Kürtlerin siyasi mekanizmaları işlemiyor günübirlik hareket ediliyor AKP'de de benzer durum var. Kişiye bağlılık (Öcalan/Erdoğan)

"Sorunu Erdoğan çözer" görüşü çökmüş durumda. Siyasal ve hukuksal mekanizmalara ihtiyaç var.  Sorunu halletmek için hiçbir şey yapılmadığı zaman her iki taraf sorunu haletmemek için her şeyi yaparlar. Kürt hareketine katılımlar öncekini katlayarak artarken, hükümet tarafı da "Dağa çıkmış çocuk anneleri" gündeme getirilir. Bir anda yeni gündemler oluşur. Liderler bu gündemi sönümlendirmek/harlandırmakla meşgul olurlar. Bir tür bumerang gibi, çözüm olmadıkça atılan bumerangın atana geri dönmesi durumu. IŞİD ve Kobani'de de böyle. 

AKP konuya algı yönüyle bakıyor, geçmişte denenmiş psikolojik taktikleri uyguluyor. Süreci rahmete doğru götüren de bu. Algı oluşturalım denilirken, sürece ihtiyacı olanların buna inancının tükenmesiyle sonuçlanması. Kürtlere yönelik ırkçılığın zirve yapmaya başlaması. 

Sorun, Erdoğan'ın kendisi. "Gezi hayaleti" onun üzerinden gitmiyor. Gezi'yi Geziciler bile unuttu o hala unutmadı. Bu da onu zora sokuyor. Büyük güçler karşısında bocalıyor, onlara taviz vermekte cömert, güçsüzler karşısında ise cimrileşiyor.  Batı ona, her istediğini yaptırabilecek bir durumda. İçerdeki korkular, onu buna zorluyor, mecbur bırakıyor. 

Kürt siyasetinin bunu iyi görmesi, değişen güç dengeleri arasında iyi karar vermeleri lazım. 

Sürecin geleceği ne olacak? Yine başa dönülecek gibi görünüyor: Her iki taraftan biri diğerine yerine getirmesi imkansızı yapmasını istemeye devam ediyor. Bu da işi zora sokuyor. Hükümet tarafı, PKK'den silahı bırakmasını, Kürt tarafı ise Kürtlerin siyasi statü elde etmesini esas alan kollektif hak talebindeki meşru talebini dile getiriyor. Her iki taraf arasındaki bakış açıları arasındaki farklılık makası giderek açılıyor. Bunun sonucunda her iki taraf çatışmasızlığı uzatarak seçimleri atlatmaya çalışıyor. 
Sonuç olarak çatışmasızlık devam edecek çözüm yine ertelenecek masayı hiç kimse devirmeyecek her iki taraf da seçmenini oyalayacak. Bu da kısır döngü ve çözümsüzlüğün devam etmesi demektir. Bunun sonucu patlamaya giderse etkisi geçmişi aratır durumda olur. 

Sorunun çözümü, pratik rollleri oynayabilecek aktörlerin oyuna dahil olmasıyla mümkündür. Bu da toplumun daha fazla rol alması gerektiğidir. Kürt siyasetinde de AKP'de de sessiz kalanlar seslerini yükseltmelidirler; 'ayrık otu' muamelesi görmek korkusundan sıyrılarak. 

***

DEMOKRATİK SİYASET VE MUSTAFA KARASU'NUN DEMİRTAŞ ELEŞTİRİSİ ÜZERİNE

DEMOKRATİK SİYASET VE MUSTAFA KARASU'NUN DEMİRTAŞ ELEŞTİRİSİ ÜZERİNE

 

DEMOKRATİK SİYASET, MUSTAFA KARASU, SELAHATTİN DEMİRTAŞ, ELEŞTİRİSİ, 



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
23.11.2014 


KCK Yürütme kurulu üyesi Mustafa Karasu'nun Özgür Politika gazetesindeki köşe yazısında, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın psikolojik savaşın etkisinde olduğunu yazmış olması bir eleştiriden çok suçlamayı akla getirmektedir. Karasu, Demirtaş'a bu suçlamayı yaparken, Demirtaş'ın bir TV programında bazı yerlerde kontrolsüz eylemlerde bulunan gençlere getirdiği eleştirileri esas almıştır. Özellikle bazı gençlerin ilçelerde yol kesme, hendek açmasını yanlış bulduğunu söylemiştir. HDP'nin genel olarak bu tip eylemlerden rahatsız olduğu bilinmekte dir. Yol kesme türü eylemlerin yapılmaması gerektiği Haziran ayında KCK tarafından da dile getirilmiştir. Hatta Duran Kalkan daha da ileri giderek 'Lice'deki Mahsum Korkmaz heykelini" dikenleri de eleştirmiştir. Durum böyle iken Demirtaş'ın buna benzer eylemleri eleştirmesinin. 'Psikolojik savaşın etkisinde' olmakla ne ilgisi olabilir ki. Kaldı ki, Demirtaş, bunu söylemekle durma aşamasına gelen çözüm sürecini canlandırmak istediği de unutulmamalıdır. 
KSH'nin AKP'ye bakışında kendi içinde farklılıklar vardır. Bunların bazıları, 12 yılı aşkın sürede AKP ile KSH'nin yürüttüğü ilişkileri görmezlikten gelirken, bazıları bunu hak ettiğinden daha fazla önemsemiştir. Belirli bir doğrultada olduğu sanılan KSH'nin bu konuyu netleştirmesi gerekmektedir. Bu doğrultunun bir türlü sağlanmamasının en önemli nedeni KSH'nin bir yandan DTK aracılığıyla bölgeselleşmeyi esas alması, diğer yandan HDK aracılığıyla Türkiyelileşmeyi esas alan siyaset arasındaki çelişkiyi aşamamış olmasıdır. İşin ilginç yanı Türkiyelileşme siyasetinin PKK üst kadrolarındaki hakimiyetinin HDP/BDP kadrolarından daha fazla olmasıdır. Bunun en önemli nedeni PKK kemik kadrolarındaki değişimin HDP'ye göre az olmasıdır. Eskiyi kendi içinde yaşayan ve yaşatan bu kadroların her biri adeta doğal bir parti temsilcisi durumuna gelmiştir. Her birisi kendi çapında teorisyen olan bu kadrolar, KSH'nin yayın organlarını doğrudan kontrolleri altında bulundurarak, yeninin önünü de kolayca kapatmaktadırlar. 
Ancak pratik adım ve uygulamalar onları da kendi teorileriyle ters yaşamalarını zorunlu kılıyor. IŞİD, ABD Yardımı, PYD/PDK ilişkilerinin pratik durumu onları da zorluyor. Geçmişte, kendisini buna kapatanlar bunu daha da ileri götürerek 'çözüm süreci için ABD'yi gözlemci' olmasını ister duruma gelmişlerdir. Durum böyle iken, devletin de KCK'nin de kolay yolu seçip HDP'yi eleştirmesi en kolay ve kestirme yoldur. Kaldı ki, HDP'nin ideolojisi ve örgütlemesindeki KSH'nin etkisi de göz önünde bulundurulduğunda, Demirtaş'a yöneltilen suçlamaların bir yarardan çok devletin işine yarayacağı bilinmelidir. 
HDP'nin Demirtaş'ı CB'na aday göstermesi ve CB seçiminde alınan iyi sonuç, Kürt siyasetinin demokratik misyonu açısından en iyi dereceyi ifade eder. Aynı zamanda Kürt siyasetinin devleti ve devlet dışı örgütleri aracı yapmadan almış olduğu en önemli sonuçtur. Her şeyden önce ilk kez Türkiye çapında oy almış bulunan legal Kürt liderliği Demirtaş'ın şahsında sonuç almıştır. Öcalan dışında liderliğin geçer akçe olmadığı Kürt siyasetinin açılımda bulunması böyle bir çıkışı zorunlu görüyordu. Demirtaş'ın liderlik çıkışı bu bakımdan Öcalan'a alternatif bir çıkış olarak görülmemelidir. Tersine, Öcalan'ı tamamlayan ve onun yükünü hafifleten bir liderliktir. Geniş halk kesimlerinin kendisine verdiği temsil yetkisi onu Türkiye siyasetine de dönülmez bir duruma getirmiştir. Temsiliyet bakımından hiçbir deneyim yaşayamamış adının önünde KCK Yöneticisi sıfatı olsa bile böyle önemli bir başarıyı gösteren birinin suçlaması karşısında geri adım atmaması gerekir. Tersine, temsil meşruiyetinin verdiği yetkiyle onu psikolojik savaşın etkisinde gösterenlere karşı eleştiri ve cevaplarını vermekten çekinmemelidir. Onun hesap vereceği bir partisi ve seçmeni olduğunu unutmamalıdır. 
En basit bir tartışma ve çelişkide devletle her an karşı karşıya gelen, devletin suçlamalarına gögüs geren de o ve partisidir. Bu nedenle başta HDP meclis grubu olmak üzere tüm seçilenler Karasu'nun Demirtaş'ın uslubu ve suçlamasına karşı koymalıdır. Aksi durumda, Demirtaş'ın yapacağı bir şey yoktur. Özellikle HDP içinde umudu kalmamış bazı marjinal kesimlerin HDK aracılığıyla pusuda beklediği bilinmelidir. HDK içindeki bazı bileşenlerin bu konuda HDP'yi yol ayrımına ve bölme girişimleri bunun peşinden gelebilir. Burada görev seçilmişlere düşüyor. Halkın seçilmişlere verdiği temsil gücü onların en önemli silahıdır. Bölünme ve yol ayrımını KSH'ne dayatılanlara bu fırsat verilmemelidir. Nasıl ki, bu anlayış HDP'nin yeniden kuruluşunda etkili olmadıysa HDK adı altında da etkili olmayacaktır. İçi boş bir kabuk gibi duran HDK'nin mevcut durumuyla KSH'ni etkisi altına alması da mümkün değildir. Gelecek yıl yapılacak seçimlerde başarı göstermek buradaki duruşla sonuç alabilecektir. 

Yine Öcalan/Demirtaş uyum ve birliktelik dikkate alınmalıdır. Öcalan'ı eleştirmeyi göze alamayanların Öcalan'la birlikteliği şüphe götürmeyen Demirtaş'ı suçlamanın Öcalan'ı suçlamak anlamına geldiğini de göz önünde bulundurulmalıdır. Çünkü İmralı-HDP-Qandil denkleminde, ağırlık HDP/İmralı'dan yanadır. Burada eleştirilecek bir şey varsa, İmralı/HDP bütünlüğüne yapılmalıdır. Bu bütünlük görülmeden sadece HDP'ye suçlama getirirseniz, suçlamadaki samimiyetiniz de sorunlu olacaktır. Geçmişte, Öcalan, Qandil'e, devrimci halk savaşı yapacaksınız yapın, BDP'ye de serhıldanla sonuca ulaşacaksınız ulaşınız demişti. Ancak sonuçta her ikisi 'Öcalan İrademdir." Demedi mi? En büyük açmaz da burdadır. Bana göre bir eleştiri yapılacaksa, buna yapılmalıdır. Sonsuz yetki ve irade devrinin sorun yaratacağı ortadadır. Eğer bunun sorun yaratacağı düşünülemiyorsa, Öcalan diyalog sürsün diyorsa gerisi laf güzaftan başka bir şey değildir. 

Öcalan, PKK'nin örgütlenmesinden, ideolojik yapılanması ve dönüşümünün tek mimarıdır. Öcalan dışarıdayken de içerideyken bunu sürekli olarak sürdürmüştür. Onun dışında dönüşümü aklına getirebilecek başka bir ideologu da yoktur. Sovyet Sosyalizminin yıkılışından sonra PKK bayrağından orak-çekicin çıkarılması, Özal döneminde ateşkes ilan edilmesi, 1999'daki geri çekilme, yeniden savaşa başlama ve 2013 Newroz'undaki 'silahlı siyasetin yerini demokratik siyasete bırakma' kararları hep onun kararları oldu. Onun dışında yıllarca kalem oynattığını sananlar, her seferinde Öcalan'daki ideolojik dönüşümü şaşkınlıkla kabul etmekten başka bir iş yapmadılar. Demirtaş'ı ve HDP'yi kolayca suçlayanlar konuya bu açıdan bakarlarsa, suçlanması bir yana eleştirilecek son kişinin Demirtaş olacağını çok iyi anlayacaklardır. 

***

ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN AKTÖRÜ TSK'NIN YENİ YÜZÜ DAVUTOĞLU

ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN AKTÖRÜ TSK'NIN YENİ YÜZÜ DAVUTOĞLU




ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN AKTÖRÜ, TSK NIN YENİ YÜZÜ, Feyzi Çelik,
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ, KÜRDİSTAN, AHMET  DAVUTOĞLU,


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
07.11.2014 

Kürt Sorununun demokratik çözümü önünde şimdiye kadar bir tek Recep Tayyip Erdoğan engel olarak görünüyordu. Erdoğan, Cumhurbaşkanı olduktan sonra onun yerine başbakanlığa atanan Ahmet Davutoğlu da çözümsüzlüğün önünde engel olan ikinci kişi oldu. Davutoğlu’nun HDP’ye yönelik dışlayıcı ve aşağılayıcı sözler söylemiş olması, Davutoğlu’nun da tıpkı Erdoğan gibi HDP’yi çözümün bir aktörü olarak tanıması bir yana HDP’yi sorunun bir parçası olarak gösterme anlayışı başlı başına bir sorundur. Bu düşüncenin temeli, AKP’nin HDP’yi bir taraf gibi görmek istemeyişinden ileri gelmektedir. CB’si BB’si ile AKP hükümeti, kendisini kutsal devlet şeklinde gösterip, muhalefetin kendisine uyum göstermesini istemektedir.
AKP'nin, bırakalım HDP’nin taleplerini, HDP’li olmayan Kürtlerin dahi sorunlarına  çözüm olabilecek politik dil ve politik aktörlerden yoksun olduğunun bir çok örneği vardır. Bunun en iyi örneği de 2011’den bu yana AKP içindeki Kürt bilinci yüksek politikacıların tasfiye edilmiş olmasıdır.Geçmişte AKP’nin ikinci adamı olarak bilinen Dengir Fırat’ın tasfiye edilmiş olması bunun görünen örneklerinden sadece biridir. AKP, kendi dışındakilerden beklediği gibi kendi içindeki Kürtlerin “söz dinleyen, Erdoğan’ın sözünden dışarı çıkmayanlardan” olmasını istemektedir. Bu şekilde olmasının nedeni, AKP’nin devletleşmesi ve ideolojik dönüşümünü bu yönde kullanmış olmasıdır. 1990’lı yıllardan sonra Kürt sorununun da dayatması nedeniyle devlet içinde iki farklı bakış açısı ortaya çıkmıştı. Bunlardan biri, Kürt sorununun hukuk dışına çıkılmak suretiyle olsa dahi, şiddet uygulayarak çözüleceğini esas alıyordu. Davutoğlu’nu bu açıdan değerlendirecek olursak, çözümden yana biri olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Demirel’in de destek verdiği, Çiller döneminde zirve yapan bu bakış açısı, sadece Kürt Siyasal Hareketine yönelmekle kalmadı. Eşref Bitlis’ten Turgut Özal’a kadar uzandı. 3 Kasım 1996’da meydana gelen Susurluk kazasıyla birlikte bunun aktörleri gün yüzüne çıktı. Susurluk’tan sonra “derin devletle hesaplaşma” gündeme geldiyse de hiçbir zaman bunun asker ve MİT içindeki boyutu gündeme getirilmedi. Mehmet Ağar ve birkaç polisin yargılanmasının ötesine gidilmedi. 28 Şubat 1997 askeri muhtırasıyla eski bakış açısına yeniden dönüldü. Oluşan kamuoyu tepkisinin içi iyice boşaltılarak, askerin parlatılmasına dönüştürüldü.

Susurluk olayı aynı zamanda Tansu Çiller ve arkadaşları çerçevesinde oluşturulan özel savaş çetesinin işlevini kaybetmiş olmasıdır. Tansu Çiller’in siyasal İslam’ın temsilcisi Erbakan’la hükümet kurması, Erbakan’la birlikte ABD ve Batı ile ilişkilerinde sorun yaşamış olması, genel anlamda Çiller/Erbakan hükümetine bir tepki oluşmuş durumdaydı. Sonuçta 28 Şubat 1997’de alınan kararların yerine getirilmemesi nedeniyle, Çiller/Erbakan hükümeti yerini ANAP/DYP’den ayrılan bir grup/DSP hükümetine bıraktı. Erbakan’ın partisi kapatılıp, Erbakan’a siyaset yasağı getirildi. Erbakan/Çiller hükümeti, Çiller’in geçmişteki olumsuz siciline rağmen, Kürt sorunun çözümü konusunda başta Öcalan’la Mektuplaşma olmak üzere bazı gelişmelerin olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Erbakan’ın başbakanlığı döneminde atılan adımların sonuçlarından biri de “Özal dönemine” benzer bir çatışmasızlık hazırlıklarının olmasıydı. Hatta 1 Eylül 1998’de Öcalan, tek taraflı ateşkes de ilan etmişti. Bu ateşkes ilanından kısa bir süre sonra içeride ve dışarıda PKK’nin ateşkesine karşı sertlikle cevap verildi. Öcalan’ın Suriye’den çıkması için, Suriye sınırına tank yığınağı yapılarak, Suiye’ye adeta savaş ilan edildi. Bunun sonucunda Öcalan, Suriye’den ayrılmak zorunda kaldı. Burada önemli olan bir husus, Kürt sorunu konusunda AKP de dahil olmak üzere tüm hükümetlerin “Kürt sorunu ile ilgili tüm çalışmaları TSK'ya bırakmış olmasıdır. Çözümü, TSK’ya bırakma anlayışına ters düşen hükümetlerin gidici olmalarıdır.

AKP’nin Oslo Sürecinden İmralı sürecine kadar Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmayışının en önemli nedeni de TSK’nın bu konudaki angajman kurallarının devam ediyor olmasıdır. Eğer AKP’nin çözüm konusunda kendisine özgü bir planı olmuş olsaydı bunu engelleyecek hiç bir güç de olmazdı. AKP bu gerçeği bildiği halde, başarısızlığının faturasını 2009’dan sonra DTP’nin kapatılması ve kitlesel KCK tutuklamalarıyla sonuçlandırarak fatura sürekli olarak Kürt Siyasal Hareketine(KSH) çıkartılmıştır. Kobani’ye destek eylemlerinden sonra AKP’nin süreci dondurmaya karar vermesi de eskinin tekrarından başka bir şey değildir. Burada Erdoğan’ın CB olduktan sonra 30 Ağustos 2014’te ki resepsiyonda, Genel Kurmay Başkanı Necdet Özel’in “çözüm süreci konusunda bilgilendirilmedik” demiş olması, içinde TSK’nın bulunmadığı bir planın yürümeyeceğinin en önemli işaretlerinden biridir. Dikkat edilirse tüm bunlar, Davutoğlu’nun başbakan olmasıyla birlikte ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan, Davutoğlu’nun Erdoğan’a bağlılığından çok TSK’ya bağlı olduğunu söylesek yanlış değerlendirme yapmış olmayız. Çözümsüzlük adına ne varsa Davutoğlu’nun başbakanlığıyla birlikte oluyorsa artık dengelerin CB Erdoğan’ın istediği şekilde yürümediğini göstermektedir. Üstüne üstlük bunu kurnazca yaparak tıpkı 2009’da olduğu gibi HDP’yi yıpratarak suçu HDP’nin üstüne atmaktadır. Çözüm sürecinden geri adım atanın kendisi olduğu gerçeğine rağmen, medya ve diğer araçlarla HDP’ye yönelik karalama/tehdit/itibarsızlaştırma yoluna gitmektedir. 2009’da oynanan oyun tekrarlanmaktadır. Halbuki, HDP her zamandan daha fazla esnek bir politika izlemektedir. Sorumluluk taşıyan birinin hassasiyetiyle her zamandan daha fazla hareket etmektedir.

Onların, HDP'nin kullandığı dilin çözüm arayışına hizmet etmediği, şiddet içeren bir eğilim taşıdığı konusundaki görüşlerinin hiçbir dayanağı yoktur. Kobani’ye destek eylemlerinde asıl mağdurun HDP olduğu açık olmasına rağmen, ellerindeki propaganda araçlarını devreye sokarak, HDP’ye 2009’da dahi görülmeyecek biçimde fiili öldürme olaylarına teşebbüs edilmektedir. Anakara’da PM üyesine yönelik infaz girişimi bunun zirvesini oluşturmaktadır. Yapılış şekli ve zamanlaması itibarıyla 1998’de İHD Genel Başkanı Akın Birdal’a yapılan saldırıyı andırmaktadır. TİT benzeri yapılanmalar derin hücrelerinden uyanıp harekete geçmişlerdir. Sadece fiziki imha yapmakla kalmamakta, Türkiye toplumunda KSH’ne yönelik psikolojik bir harp uygulanmaktadır. Aslında AKP’nin siyaset yapıcıları oturup düşünseler bunun AKP’nin hayrına da olmadığını göreceklerdir. Davutoğlu'nun her konuşmasındaki İslami/Türk/Osmanı vurgusu, Mescid-i Aksa için gözyaşı dökmesi maskesinin düşmesini önlemeyecektir. O, Çillerleşerek Paşasının Başbakanı olmayı seçti. Böyle yapmakla AKP'nin de sonunu hızlandıracak gibi görünüyor. 

***

ÇÖZÜM SÜRECİNİ CANLANDIRMAK IŞİD'İN HALEP HESAPLARI

ÇÖZÜM SÜRECİNİ CANLANDIRMAK IŞİD'İN HALEP HESAPLARI

 
ÇÖZÜM SÜRECİNİ CANLANDIRMAK, IŞİD'İN HALEP HESAPLARI, Feyzi Çelik, ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ,  KÜRDİSTAN, Kobani, IŞİD, Afrin, Erbil, Musul, Halep,


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
02.11.2014 

1 Kasım Kobani Günü etkinliklerinde olay çıkmamış olması, tesadüfi bir durum değildir. Hükümet ve HDP arasında bu konuda yapılan görüşmeler olayların çıkmamasını sağlamış olabilir. Nitekim, hemen ardından HDP, çözüm sürecinin devamı için hükümete çağrı yapacağını duyurdu. Ancak ortalık o kadar da uygun görülmüyor. HDP ve hükümet karşılıklı olarak birbirini suçlamaya devam ediyor. KCK de yaptığı açıklamada "AKP’nin tekçi, üstenci, hegemonik zihniyeti tam da oligarşik-faşist bir nitelik kazanmıştır." Diyerek AKP'ye bakış açısını ortaya koymuştur. Erdoğan ve Davutoğlu da HDP'ye yönelik ağır suçlama ve tehditlerine devam etmektedir. Tam ortamın biraz yumuşadığının işaretlerinin görüldüğü bir anda CB Erdoğan'ın HDP'yi kast ederek "Sabrın sınırı aşılırsa olabilecekleri aklımından geçirmek istemiyorum” demiş olması, Kobani'nin bahane edildiğini söylemeye devam etmiş olması nedeniyle HDP'nin çağrısının ne kadar etkili olabileceği konusunda soru işaretleri olmaya devam etmektedir. Bu şartlarda çözüm süreci devam edebilir mi?
6-8 Ekim Kobani protesto eylemlerinden sonra hükümet köklü bir güvenlik paketiyle ortaya çıktı. HSYK seçimlerinin hükümete yakın grubun başarısıyla sonuçlanmasından da cesaret alan hükümet yasal değişikliklerden önce soruşturmaları yürüten savcı ve hakimlere TV aracılığıyla uyarılar yaptı. Bu uyarısında 6-8 Ekim olaylarında eylemcileri serbest bırakan hakim ve savcıları işaretlediklerini söyledi. Bu açıklamadan sonra kitlesel tutuklamalar başladı. İncelemelerin devam ettiği adı altında bu tutuklamalar devam ediyor. Bir aylık süre içinde 500'e yakın tutuklama oldu. Bu sayının artması bizzat Davutoğlu'nun talimatı ile olmuştur. Bana göre, hükümete çağrı yapılırken bu hususun mutlaka dile getirilmesi gerekiyor. Aksi durumda bu tutukluların ve ailelerin baskılarıyla birlikte hükümetin bu tutuklulara rehine muamelesi yapacağı, daha önceki KCK davalarıyla ortadadır. Halen binlerce KCK sanığı ağır ceza alma tehlikesi altındadır. Yine güvenlik paketi, hükümetin kamu düzenini bir silah gibi kullanarak Kürt siyasetinin demokratik eylemlerini engelleme anlayışı, MGK'dan sonra özel yetkili mahkemelerin yeniden kurulmasını ön gören kanun teklifinin TBMM'ne sunulmuş olması, hükümetin sertleşmesinin artıracağını göstermişken, HDP'nin alelacele çözüme devam mesajı vermeye hazırlanması çelişkili gibi görünse de bu konuda Öcalan'dan gelen bir talep de olabilir. Yukarıda KCK'nin AKP'yi "faşistlikle" suçlaması karşısında bunun nasıl olabileceğini belirsizleşmektedir. Diyarbakır'da hakim ve savcılara yönelik suikast yapılacağı konusundaki iddialar da geçmişte bir generalin "hakimlerin uyanık olmaları için yakındaki yerlerde bomba patlattıkları" itirafını akla getiriyor. Mardin'de bir Ağır Ceza Mahkemesinin PYD'li birine 7,5 yıl hapis cezası vermesiyle birlikte ele alındığında her bir ağır ceza mahkemesinin özel yetkili/DGM'ye dönüşebileceğini göstermektedir. 

ERDOĞAN'IN HALEP'LE İLGİLİ SÖYLEDİKLERİ VE GÜVENLİ BÖLGE TALEBİ

Erdoğan'a yeniden dönecek olursak, Erdoğan'ın Fransa dönüşünde uçakta "Suriye’de şu anda Halep de tehlikede. Ama bunlar Halep’i bir kenara koymuşlar, varsa yoksa Kobani diyorlar.” Sözleri üzerinde durulmalıdır. Bilindiği gibi Rojava'nın üç kantonundan biri olan Afrin, Halep'e komşudur. Suriye'nin Musul'u olarak da tanımlanan Halep'in IŞİD'in kontrolüne geçmesi halinde, Kobani'ye benzer tehlikenin Afrin'i beklemektedir. 
Türkiye'nin Halep'in düşebileceğini söylemiş olması, Türkiye'nin "tampon bölge/güvenli bölge" siyasetini Batılı devletlere dayattığını göstermektedir. Erdoğan'ın Halep'in düşebileceğini Fransa dönüşünde dile getirmesi, Erdoğan'ın bu görüşünü Fransa'ya söylediğini göstermektedir. 
Bazı ekonomik ve ticari anlaşmalarında görüşüldüğü bu ziyaretten Türkiye'nin güvenli bölge taleplerinin kabul edilebileceğini göstermektedir. Kürt siyaseti açısından burada önemli olan husus, Türkiye'nin güvenli bölge talebinin nasıl karşılanacağıdır. Her şeyden önce 1.7 Milyon Suriyeliyi barındıran Türkiye'nin bu Suriyelileri ne yapacağı başlı başına bir sorundur. En son 180 bin Kobani'linin de geldiği dikkate alındığında Kobani'nin durumu dahi Kürt siyasetinin Türkiye'nin güvenli bölge siyasetine karşı duruşunu zorlamaktadır. 

CB Erdoğan, Güvenli bölgenin Irak'ı da kapsayacak şekilde genişlemesini istemektedir. Erbil ve Musul'u da içine alacak bu bölge Halep'e kadar uzanmaktadır. 

Erdoğan'ın amacı Türkiye'deki Suriyelilere yerleşim birimlerini oluşturmaktır. Türkiye'nin Suriyeli mültecilere özgü kimlik verme konusundaki çalışması ve 
çalışma koşullarında serbestlik getireceğini söylemiş olması da bununla bağlantılıdır. Her üç Rojava kantonunu kapsamış olsa da bu güvenli bölgenin 
Tel Abyad'dan Halep'e kadar düşünüldüğü söylenebilir. Bu düşüncenin temel mantığında Cizire Kantonunun Güney Kürdistan'ına bağlanmasıdır. 

Ciziri'den Halep'e kadar olan bölgelerde ileride yapılacak oldu bitiyle Türkiye'ye katılımın sağlanacağı da Türkiye tarafından düşünülmektedir. 

    Bu nedenle, Kürt siyaseti bakımından Kobani'de yaşananlardan ders çıkartılmalıdır. Tehlike Afrin'in sınırlarına dayanırsa şimdiden düşünme zamanıdır. 
Afrin'de Türkiye'ye Kobani gibi göç olursa ne olacak, Kürtler'in gücü Afrin'i de Stalingrad yapmaya yetecek mi? Anlaşılan Türkiye IŞİD hançerini Afrin'e de 
göstermiş durumda. Bakalım ne olacak? Gerek hükümet gerekse HDP birinin diğerinin yerine getiremeyeceği şartlar ileri sürerse diyalogun sürmeyeceği açıktır. 

   Hükümetin "kamu düzenini" ön şart koyması gibi şartlar ileri sürüp, diyalogun ondan sonra olacağı şeklindeki dayatmalarla çözüme gidilmeyeceğinin bilinmesi 
gerekiyor. 

***

ABD'NİN DÖNÜŞÜ VE KOBANİ'NİN GELECEĞİ

ABD'NİN DÖNÜŞÜ VE KOBANİ'NİN GELECEĞİ



Feyzi Çelik

ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
02.11.2014 

Atlantik’in ötesinde "yeni dünyada" kurulduğunda bir gün onun dünyaya egemen olacağını hiç kimse tahmin edemezdi. 20.Yüzyılı kaplayan dünya savaşları, sadece imparatorlukları yıkmakla kalmadı. İngiltere, Fransa, Almanya gibi emperyal güçleri de tahtından etti. Sömürgelerini bir bir kaybeden İngiltere, kendi toprağını ve ideolojisini bile kaybetmekle karşı karşıyaydı. Kendi ülkesinde ayaklanan maden işçilerinin ücretlerini bile ödeyemezken, İngiltere'den Ortadoğu'yu, Orta Avrupa'yı, Hindistan'ı kontrol etmeyi beklemek hayal olmuştu. Bir yandan sömürgeler bağımsızlığına kavuşurken, diğer yandan Rusya'dan dünyaya yayılan Sovyet/Sosyalist sistem, Kapitalizmin merkezlerinin kapısına dayanmıştı. İşte bu koşullarda ortaya çıkan güç ABD idi. 

İkinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan bloklar arası soğuk savaşın gereği olarak ortaya çıkan NATO Sisteminin kalbinde yer alan güç ABD idi. Petrolün, normal yaşamın kaçınılmaz maddesi haline gelişi ve bu petrolün ABD'den uzak bölgelerde çıkmış olması nedeniyle taşınması ve pazarlanmasındaki riskler güçlü bir askeri yapıyı gerektiriyordu. Aksi durumda ekonomik hegemonyanın devamı mümkün olamazdı. İşte ABD'nin egemen oluşu bu koşullarda oluştu. Bu egemenlik geçmişteki sömürgecilik ilişkisinden farklıydı. 

Sömürgecilik sisteminde sömürgeciler, sömürdükleri ülkeleri merkezi idarelerilerin bir parçası gibi yönetiyorlardı. Bu ülkelerin şu veya bu şekilde bağımsızlıklarını kazanmış olmaları, klasik sömürgeciliği işlemez duruma getirmişti. Bunun yerine, eski sömürgeler içinde yaşayanlar arasında çelişkileri derinleştirip, kendileriyle çalışacak işbirlikçiler oluşturmak şeklini aldı. Bununla hem işbirliğine hazır birini bulma konusundaki imkanlar hem de o toplumlarda sürekli olarak süren çatışmalı durumun egemene bahşettiği avantajlar, geçmişte kendi sorunlarını çözme konusunda yetenekli olan bu toplumların bu özelliklerini kaybetmekle sonuçlanmış tır. ABD ve benzer güçlerin zaman zaman kurtarıcı pozisyonuyla sahneye çıkışındaki psikolojik faktör bununla bağlantılıdır. Bu aynı zamanda ABD'ye bir hukukilik-meşruiyet kalkanını oluşturuyordu. 
Son 60 yıllık sürece bakıldığında, İkinci Dünya Savaşından sonra ABD'nin Japonya/Kore'de ve Batı Avrupa'da etkinlik kurması bu hukukilik-meşruiyet temelinde oluşmuştur. Buradaki devlet/yönetim yapılarının zayıflığı ABD'nin bu ülkelerdeki topluluklarla doğrudan ilişki kurmuş olması, buralardaki egemenliği tartışılmaz bir konuma getirmiştir. Buraların ABD paralelinde kapitalizmin sorunsuz bölgeleri oluşu hem kapitalizmin gelişmesini hem de onun karşısında yer alan işçi sınıfının siyasal taleplerinden vazgeçmesiyle sonuçlanmıştır. Alman Ekonomisinin yeniden rayına girmesi, Japon mucizesi bu koşullarda oluşmuştur. ABD, bu gibi ülkelerde oluşturduğu meşruiyeti başka ülkelerde de gerçekleştirmek istemiştir. ABD açısından bunu ilk örneklerinden bir Wietnam'dır. Bu anlamda Wietnam, ABD için bir bataklık haline geldiyse de ABD'nin kendi askeri/siyasi yapılanmasının yeniden dizaynı için inanılmaz fırsatlara kavuştu. Her şeyden önce ABD'nin de yenilebilecek bir güç olduğu ortaya çıktı. Bu da ABD'yi yeni önlemler almaya itti. ABD, yeni egemenlik alanlarına yöneldi. Bu alanlar Ortadoğu ve Güney Amerika ülkeleriydi. Son 60 yılda Ortadoğu ve Güney Amerika'da "darbenin olmadığı gün olmayışının" ABD'nin bu yeni egemenlik sistemiyle doğrudan bağlantısı vardır. Günümüzde, ABD, Güney Amerika'da, ikinci dünya savaşında Batı Avrupa ve Japonya/Kore'de oluşturduğu yapıya benzer bir yapılama sağlayarak bu ülkelerdeki darbe yapılmasını gereksiz duruma getirmiştir. Buraları ekonomik anlamda kendi sistemine sorunsuz bir şekilde dahil etmiştir. Her ne kadar bu ülkelerdeki yönetimlerle siyasal anlamda çelişkiler yaşansa da bu ilişkileri sarsacak durumda değildir. Ortadoğu'da aynı durumun olduğunu söylemek mümkün değildir. Liderler, rejimler kanlı bir şekilde devrilmeye devam etmektedir. Buna rağmen istikrar ve güvenlik yoktur. Bu nedenle tıpkı Afganistan'da olduğu gibi ABD, Irak ve Suriye'de bataklık içindedir. Radikal İslam'ın etkisini kıracak bir durumda değildir. Radikal İslam'ın yayılmasını önlemek adına Arap diktatörleri ayakta tutmak için elinden geleni yapmaktadır. Arap Baharı nedeniyle sarsılan siyasi dengenin kendisi aleyhine döndüğünü gördükçe, Mısır'da olduğu gibi askeri darbeleri tezgahlanmaktan da geri durmamaktadır. Bu da ABD'yi daha fazla zorlamakta, onu meşruiyet/hukukilik zemininden uzaklaştırmaktadır. İsrail'in güvenliğinin tehlikeye atılması anlamına gelen bu durum tam ABD'yi zorlayacak duruma gelmişken, IŞİD'in önce Musul'a saldırısı sonrasında Kobani'yi kuşatmış olması, ABD hakkında oluşan olumsuz yargıları bir anda tersine çevirdi. Bunun en önemli nedeni, Türkiye'nin Irak ve Suriye'de oynamak istediği oyunun ortaya çıkışıdır. Sünni İslam'ı esas alan bu oyunda IŞİD'in Türkiye tarafından araçsallaştırmasıdır. Bu araç sallaştırmanın Esad ve Irak merkezi yönetiminden çok Şii Türkmenlere, Ezidi Kürtlere, Asurilere yönelmiş olması IŞİD'in Türkiye'nin stratejisine uymasıdır. Aslında bu tarz yönelim IŞİD'in ilham aldığı El Qaide gibi örgütlerin stratejisine de uygun değildir. Hele hele bu tür örgütlerin toplumsal taban elde etmeden Kobani gibi yerleri kuşatması akılcı da değildir. Çünkü, Kobani eline geçirse bile bunu elinde tutmak o kadar kolay değildir. Sınırlı olan gücünün büyük kısmını buraya yığdığınız zaman tıpkı Sovyetler Birliğinin Afganistan'da yaşadığı sonuçla karşlaşmanız kaçınılmazdır. Kaldı ki, IŞİD'e karşı ciddi bir direniş de söz konusudur. Buna rağmen, IŞİD'in Kobani ısrarının gerisinde Türkiye tarafından araçsallaştırmanın gereklerini yerine getiriyor demekten başka bir anlama gelmez. Kuşkusuz bunda Türkiye'nin Kürtleri "hiç bir zaman ve hiç bir yerde özne olarak görmeme" anlayışından ileri gelmektedir. İşte bu koşullarda ABD ve mütefikleri görülmemiş şekilde Kobani nedeniyle kendilerine büyük bir meşruiyet alanı buldular. Toplumsal anlamda ilk kez desteklenme anlamına gelen bu meşruiyet ABD'nin bitmeye giden ömrüne yeni bir can suyu olmuştur. Bu nedenle ABD'nin bu durumuna bakarak ABD'nin Kürtleri araçsallaştırmadığı düşüncesine kapılmamak gerekiyor. Bu da ilişkilere stratejik ortaklık şeklinde bakılmasını gerekli kılmaktadır. IŞİD'in kuşatmasının giderek devam ediyor olması, Kobani halkının gelen kışa rağmen kendi toprakların uzakta kalmış oluşu da dikkate alındığında bu durumun sürdürülebilirliği zora girmiştir. Bu da oldu bittiye getirilirek "sunulana razı olma" ile sonuçlanabilir. Kobani'ye bu yönüyle de bakmakta fayda vardır. Rojava'nın iki ana parçasından bu kadar izole olan bir bölgenin abluka altına alınarak, Rojava'nın diğer Kantonların rehine haline gelmesine neden olmuş da olabilir. Olayı "kahramanlık, direniş" algısına odaklayarak perde gerisinde "sonsuz rehinelik ve PYD'nin yönetemez" duruma getirmek amaçlanmış olabilir. Kaldı ki, kahramanlıklar bir anda simulasyona dönebilir. Ölümler acı ve intikam hırslarını körüklese bile savaşta ölümlerin donuk bir alışkanlığa döndüğü de bir gerçektir. Savaşta ölümler o kadar yoğunlaşır ki, her ailenin evine yerleşir, diğerlerinin ölümden üzülmesi azalır, kamusal ve özel yas tutma kısaltılır. Çok ölünün olduğu yerde geride kalanlar kendileriyle başbaşa kalırlar. Ölüm en korkunç olan olmaktan çıkar(Reiner Stach, Kafka Karar Yılları 1, s. 590, Sel Yayıncılık 2012). Kobani halkının şu anda Türkiye'de olması, Türkiye'deki şartların zorluklarıyla birlikte ele alındığında Kobanililerin bir an önce kendi topraklarına gidişi kadar normal bir durum olamaz. Ancak onlar Kobani'ye gittikleri zaman Kobani'yi bıraktıkları gibi göremeyecekler. Karşılarında yıkılmış, yağmalanmış, talan edilmiş bir Kobani bulacaklardı. O zaman siyasi karar alıcılarının kendilerini yuvarladıkları uçurumun boyutunu anlayacaklardır. ABD'yi kurtarıcı, Obama'yı kahraman yapmak bu şekilde başlar ve kökleşir. Asıl yaratılmak istenen de buydu. Bu başarılmış gibi görünüyor. Ne yazık ki, başta Türkiye olmak üzere bunu elbirliği ile oluşturduk. Giderek zayılayan, çulunu, pırtısını toplamaya hazırlanan ABD'ye dayalı döşeli evi kendi elimizle vermiş olduk. Biz birbirimizi "antiemperyalizm" tartışmalarıyla oyalanmaya devam edelim. 


***

Tunus seçim sonuçlarının yansımaları ve Türkiye

 Tunus seçim sonuçlarının yansımaları ve Türkiye
 


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
DÜNYA
01.11.2014 09:35:25

Tunus seçim sonuçları, yansımaları , Türkiye, Feyzi Çelik, ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ,  KÜRDİSTAN, DÜNYA,Kuzey Afrika, Libya,  Cezayir,


Tunus,  Kuzey Afrika'da Libya ile Cezayir arasına sıkışmış küçük bir devlet. Aslında Tunus, Cezayir'in bir parçası. 20.Yüzyılda, Cezayir Fransa'ya karşı bağımsızlığını kazanırken, Tunus'un Fransa ile ilişkileri Cezayir'e göre daha iyiydi. Tunus, laik iktidarlar/diktatörler yönünden Batı ile hiçbir sorun yaşamıyordu. Ta ki Arap Baharının start aldığı 2010 yılına kadar. 

Tunus'ta ayaklanmanın en önemli sonucu cumhurbaşkanı Zeynel Bin Ali'nin Suudi Arabistan'a kaçmış olmasıdır. Bin Ali, ülkeyi terk ettikten sonra yapılan seçimleri Müslüman Kardeşlerden oluşan lideri Gannuşi olan Nahda Partisi kazanmasına rağmen siyasi istikrar sağlanamadı. Bazı muhaliflere suikast yapılması ayaklamanın seyrini değiştirerek Müslüman Kardeşler karşıtı bir doğrultuya girdi. Mısır'da askeri darbe ile Mursi'ye yapılanın bir benzeri Gannuşi'ye karşı seçimler yoluyla yapıldı. Yapılan seçimlerde Nahda yenilirken, çoğunluğu sağlamasa da laik bir parti seçimleri kazandı. Böylece Arap Baharının başladığı yerde yeniden eskiye dönülmüş oldu. Suudi Arabistan'a kaçmak zorunda kalan Bin Ali'nin halefleri yeniden iktidara gelme şansını yakaladı. Kimisi bundan hareketle Türkiye'de de AKP'ye karşı güçlü laik bir siyasi yönelimin çıkacağını söylüyor ise de bu gerçekçi değildir. Bu olsaydı 2014'te yapılan iki seçimde ortaya çıkacaktı. Kaldı ki, Tunus'ta yaşananların "laik bahar" olup olmadığı da belirsizdir. Toplumsal olarak Batıcı yaşamı tercih edenlerin yoğun yaşadığı Tunus'ta, Batı'nın ekonomik desteği böyle bir sonucun alınmasına neden olabilir. Batı'nın en büyük korkusu, Kuzey Afrika'da başlayan İsyanın Cezayir ve Fas gibi ülkelere sıçramasıdır. Henüz Arap Baharı diye bir durum ortada yokken, seçimlerle başa gelen İslami Partiye karşı yapılan silahlı bastırma hareketinin yapıldığı ülke de Cezayir'dir. Cezayir'in Orta Afrika'nın Akdeniz'e geçiş noktası olduğu düşünülürse Batı'nın Cezayir'e özel önem vermesinin ne anlama geldiğini kavrayabiliyoruz. 

Tunus'ta bunlar olurken, Libya'da siyasi kargaşa devam ediyor. Ülkede büyük bir iç savaş yaşanmaktadır. Kaddafi'nin öldürülmesi ile birlikte, özel ve yabancı güçlerden oluşan Libya Ordusunun dağılmasından sonra güvenliği sağlayacak merkezi bir savunma gücünden yoksunluk, alanı radikal islamcılara ve aşiretlere bırakmış durumdadır. Petrol bakımından zengin olan Libya'da bulunan her bir yabancı güç kendisine bağlı grupları silahlandırmakta tereddüt etmemektedir. Mısır'da darbe ile, Tunus'ta seçimlerle yapılanın benzerinin Libya'da olması mümkün değildir. Libya'nın bu durumda oluşu yanıbaşında bulunan Tunus'u da rahat bırakmayacaktır. Libya'da siyasal istikrarsızlığın sağlanması, radikal islami grupların etkinliğinin azalmasına bağlıdır. Bu da Libya'da Afganistan benzeri, BM ve NATO'yu merkeze alan bir yapının kurulması ile mümkün olabilir. ABD ve Batı şu anda tüm dikkatini Irak ve Suriye'ye vermiş durumdadır. Irak'ın Sünni Bölgesinde etkinlik kuran IŞİD'in Suriye'de de etkili olmaya başlaması, daha önceden temel tehlike olan Esad'ı temel tehlike olarak görmekten vazgeçmiştir. Buna en çok karşı çıkan da Türkiye'dir. Türkiye, Esad'ı temel tehlike olarak görürken, Batı ile çelişkiler yaşamaktadır. Ancak Türkiye'nin NATO anlaşmasının tarafı oluşu, bu konuda daha ileri gitmesine engeldir. Bu nedenle, diğer ülkelerde Müslüman Kardeşlerin başına gelenlerin AKP'nin başına geleceğini söylemek doğru değildir. AKP-Batı/Küresel Kapitalizme göbekten bağlılık derecesi Arap Baharı yaşanan ülkelerle benzersiz bir durumdadır. Batı'nın Türkiye eleştirisi, Türkiye'nin bölgesel rol oynamasına yöneliktir. Ortadoğu'nun reel politiğinde bölgesel güç olunamayacağını, yaşanan gelişmeleri Türkiye acı bir şekilde öğrenmiştir. Bu acıyı kendi içinde yaşayabileceğinin örnekleri ortada iken Türkiye Batı ile ilişkilerini fabrika ayarlarına geri döndürmek durumundadır. Bunun çokça işaretleri vardır. AKP, kendi islami anlayışını uygulamaya devam ederken, Türkiye'de laik baharı bekleyenler daha fazla hüsrana uğrayacaktır. Batı'nın işine gelen de bu olacaktır. 

***

28 Aralık 2020 Pazartesi

SÜRECE DEVAM, ÇÖZÜME AMA (?) VE ERDOĞAN SIKINTISI

 SÜRECE DEVAM, ÇÖZÜME AMA (?) VE ERDOĞAN SIKINTISI

Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 22.05.2014 "Çözüm Süreci"nin başladığı günden bu yana süreçteki en büyük sıkıntı Nisan ayında yaşandı. Nisan ayında Öcalan'la HDP heyetinin görüşmesi defalarca ertelendi. Nihayetinde geç de olsa Nisan ayının sonlarına doğru Öcalan-HDP görüşmesi sağlanmış oldu. Görüşmede yaşanan sıkıntının en önemli nedeni BDP'nin HDP'lileşirken hükümetin bundan duyduğu kaygıydı. Çünkü bu süreci, diğer süreçlerden ayıran en önemli özellik, sürecin BDP/HDP üzerinden yürütülmüş olması ve Öcalan'ın BDP/HDP heyetine olan güveniydi. Hükümet tarafı, yasal Kürt Siyasetinin Türkiye genel siyaseti anlayışında alacağı rolün ne olacağını kestiremiyordu. Türkiyelileşme tartışmasının,HDP'nin genel muhalefetin yanında yer alabileceği şeklinde yorumluyordu. Gezi, 17 Aralık Operasyonu ile büyük tehlike geçiren AKP ile BDP/HDP-Öcalan-Qandil arasında gelişen sürecin bu anlamda AKP'nin aleyhine dönmesi halinde AKP'nin "yalnızlaşmanın zirvesine" çıkması anlamına gelebilirdi. Sürecin iki tarafının attıkları adımların geri dönüşünün her iki tarafa da zarar vereceği hususuyla birlikte değerlendirildiğinde yara alsa da sürecin devam edeceğinin işaretleri daha fazla görülüyor. AKP, HDP ile ilgili endişelerinin doğru olmadığını anladı. Çünkü AKP'nin en büyük kaygısı, HDP'nin AKP Karşıtı kampta yer alacağı şeklindeydi. Öcalan'ın müdahalesiyle HDP tartışmasının Qandil'in gündemine gelmesi, HDP aracılığıyla bu kaygının yersiz bir kaygı olduğu anlaşıldı. Bu da sürecin önünün açılması anlamına geliyordu. Tüm bu gelişmeler olurken, Rojava üzerinden oluşan PKK-PDK gerginliği ne anlama geliyor? Her şeyden önce PKK-PDK arasında ideolojik-politik farklılık vardır. Bu farklılık dün vardı. Bundan sonra da olacaktır. Burada her iki partinin dikkat etmesi gereken husus, iki partinin çatışması halinde her iki partinin de Kürtler arasında itibar kaybedeceğidir. Ayrıca süreç devam ettikçe PKK-PDK çatışması da çıkmayacaktır. Çünkü, süreci devam ettiren HDP heyeti, Qandil'e giderken, Hewler üzerinden gitmeye devam ediyor. Türkiye'den çıkışta, Hewler'den Qandil'e giderken bir zorlukla karşılaşmıyor. Bu da Barzani'nin sürecin içinde yer almaya devam ettiğini gösteriyor. Bana göre sürecin en büyük sigortası da budur. Türkiye ve Suriye Kürt siyaseti de bunun farkındadır. Irak Kürdistan'ında KCK'ye yakın parti ve diğer kurumlara baskın düzenlenmiş olması, Rojava'daki etkinlik mücadelesiyle bağlantılıdır. Konuya demokratik hukuk çerçevesinden bakıldığında Irak Kürdistan'ında çoğulcu bir siyasal yapının olduğu, yönetimlerin özgür seçimler sonucunda belirlendiği, KCK dahil olmak üzere farklı kesimlerin serbestçe çalışma yaptığı bilinmektedir. Aynı şeyin Rojava için olduğunu söylemek mümkün değildir. Rojava'da köklü bir PDK geçmişi olduğu halde PDK/PYD ilişkileri Irak Kürdistan'ındaki gibi değildir. Mutlu Civiroğlu'nun haber/yorumunda dikkat çeken en önemli noktalardan biri de "Türkiye toprağı" sayılan Süleyman Şah Türbesi ile ilgili olarak TC/YPG arasındaki ilişkiler, türbeye giden Türk askerlerine YPG'nin refakat etmesi, yine Kobani Kantonundan gelen bir heyetin Türkiye'de temaslarda bulunmuş olmaları dikkate alındığında Türkiye/Rojava ilişkilerinin düşmanca olmadığını göstermektedir. YPG ile Esad güçleri arasında Haseke'da yaşanan büyük çatışmalar, öyle Barzani'nin iddia ettiği gibi PYD ile rejim arasında bir işbirliğinin olmadığının en önemli göstergesidir. Eğer şimdiye kadar rejimle PYD çatışmıyorsa bunun en önemli nedeni, Esad'ın cepheleri artırmak istememesinden dir. 3 Haziran cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru giderken, muhaliflerden bazı yerleri temizledikten sonra Esad'ın Kürtleri rahat bırakmayacağı beklenmelidir. HDP heyeti, İmralı'ya gidiyor, Qandil'e gidiyor. Siyasal yollar sonuna kadar açıktır. Özellikle Qandil dönüşünde HDP heyetinin çözüm süreciyle ilgili olarak üç bakanla toplantı yapılıyor. Bu durumda çözüm sürecine herkesin sarıldığını gösteriyor. Kaldı ki, bazı kalekolların yapımı sorunlara neden olsa da bir buçuk yıla yakın bir süreden beri TSK ile HPG arasında çatışmanın yaşanmamış olması da ateşkese her iki tarafın ciddi baktıklarının en önemli belirtisidir. Son olarak "Murat Karayılan'ın Newroz 2013 bildirisine bağlıyız, bu süreçte kazanımlarımız" var demiş olması da sürecin devamı için olumludur. Sonuç alıcı olur mu belli olmaz. Ancak sürecin yerini sertliğe bırakması Kürt hareketi için iyi sonuç doğuracağı da kuşkuludur. Her ateşkesin bitiminde olduğu gibi çatışmaların yeniden kısır döngü yaratacağını görmek gerekiyor. Bu sadece KSH açısından değil devlet için de aynıdır. Dönemin genelkurmay başkanı İlker Başbuğ'un 2009'da söylediği "PKK'yi yedi kez yendik, yine bitmedi" demiş olması çatışmalı sürecin devlet için de kısır döngüye yol açtığının itirafıdır. Aynı şekilde, Kürt tarafı şiddet yöntemini ne kadar devam ettirirse etsin, devleti bu yolla ikna etmenin de mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu açıdan çatışmalı süreç için can atanların geçmişi göz önünde bulundurması gerekiyor. Irak ve Suriye'de hiç bir zaman meşruiyeti olmayan rejimlerden sonra oluşan kargaşa da göstermiştir ki, dengeleri daha fazla sarsmak hiç kimse için iyi sonuçlar doğurmayacaktır.
Erdoğan, bir yandan Alevi ve Kürt sorununun dış güçler tarafından kaşındığını söylerken, Alevileri ve Kürtleri kendi içinde parçalamayı çatıştırmayı amaçladı. Alevileri, "Ali'siz" "Ali'li" şeklinde, Kürtleri de "kendisi yanında" "Kürt siyasal hareketi" yanında ikili ayırıma tabi tuttu. Çocukları PKK'ye katılan aileleri KSH'ne karşı kışkırtarak, KSH'ni bir bütün olarak çocukları dağa kaçırmakla suçladı. Çözüm sürecinin ne gibi şantajlarla, rehin tutmayla ilgili olduğunun örneklerini açıkça ortaya koydu. Dağa çıkışın koşullarını ortadan kaldırmak için siyasi/hukuki adım atamamanın sorumluluğunu BDP/HDP'nin üzerine attı. Onları tehdit ederek B ve C planları olduğunu söyleyiverdi. B planından anlaşılan KCK gibi operasyonlar, C planından anlaşılan da BDP/HDP'nin kapatılmasına kadar gider. Görüldüğü gibi KSH hareketi, değişik yönleriyle tehdit altında olduğu için kendisinden beklenen demokratik siyasi dönüşümü gerçekleştirmesi zorlaşmıştır. HPG'ye yoğun katılımların devam edişi, dağdan inmenin de o kadar kolay olmayacağını göstermektedir. Aslında, çözüm sürecini sonuca kavuşturmak Erdoğan'ın en önemli şansıydı. Erdoğan, çözüm süreci olarak ortaya koyduğu süreci çözümsüzlük sürecine çevirerek büyük bir şansı kaybetmiştir.

Öcalan'ın çözüm sürecindeki amacı "silahlı çatışmanın tamamen ortadan kalkması" ve "PKK varlığının yasal-siyasal zemine çekilerek demokratik sistemle bütünleşme"sidir. Öcalan, bunu 1993'ten beri durmadan dile getiriyor. Ne devlet bunu algılayabildi ne de PKK. Öcalan'ı zorlayan da hep bu oldu. Her defasında, yapılanlar bir tarafa bırakılıp sil baştan yapılmaya çalışıldıkça çözüm daha da zora gidiyordu. Devlet içinde olaya yargı-polis çerçevesinde yaklaşıp PKK'nin varlığının yasal-siyasal zeminine çekilmesini "paralel devlet kuruyorlar" denilerek bunu soruşturmaya konu etmiş olmasının verdiği zararın haddi hesabı yoktur. KSH'nin 1993 ateşkes sürecinin bitiminden sonraki sonuçları hiçbir zaman aklından çıkarmaması gerekir. 1993 ateşkesinden sonra çözüm yönünde adımlar atılsaydı belki bambaşka bir Türkiye olurdu. Bu dönemin heba edilmesine tek taraflı bakılmamalıdır. Bu dönemde devletin de ateşkese dair hazırlıkları vardı. Irak Kürdistan'ında KCK'ye yakın parti ve kuruluşlara yönelik baskın ve gözaltıları Türkiye'nin yaptığı KCK operasyonları arasında bir tür Güney'in KCK operasyonu gibi göstermek abartılıdır. Daha da ileri gidip bu operasyonların Türkiye güdümlü olduğunu söylemek manipülasyon amaçlıdır. Çünkü Türkiye Kürdistan'ında AKP ile KSH arasındaki ilişkilerde gerginlik yaşansa da PKK'nin ateşkesi bozmaması, devletin de operasyon yapmayışı dikkate alındığında bu şekilde oluşan yargının doğru olmadığını gösteriyor. Burada sorun, gerek devlet açısından gerek KSH açısından üzerinde düşünülmesi gereken husus devlet içinde de KSH içinde çözüm sürecini her an bitirebilecek yapılanmaların canlılığını korumasıdır. KSH açısından bazı medya organları ve gençlik, inisiyatif adı altında çalışma yapan oluşumlar ile devlet açısından ise muhalefetin de her zaman desteklemeye hazır oldukları güvenlik ve yargı içinde yer alan oluşumların varlığıdır. KCK'nin askeri biriminin başında bulunan Karayılan, sürecin arkasında olduğunu söyleyecek, Öcalan'la MİT adı altında da olsa görüşmeler devam edecek, HDP heyeti de mesaisini İmralı-Ankara-Hewler-Qandil arasındaki ilişki ve iletişime ayıracak öte yandan TC, Irak Kürdistan'ında KCK operasyonu yapacak. Eğer böyle bir şey varsa en azından HDP neden ilişki ve iletişime devam edebiliyorki. Çünkü, Irak Kürdistan'ında Türkiye güdümlü KCK operasyonu yapılıyorsa, bunun Türkiye ayağının hedefinde HDP'nin olacağı bilinmiyor mu? Kaldı ki, böyle bir şey varsa süreci yürüten HDP heyeti neden bir açıklama yapma gereği duymuyor. Bilgi kargaşası zirve yapmış durumdadır. KCK'nin Güney'de siyasal gücü var mıdır? En son seçimlerde çok düşük bir oy aldılar. Bu konu daha çok PDK ile PYD arasındaki politik güç çekişmesinin yansımalarından biridir. PYD'nin Rojava'da PDK-Suriye'ye yaptıklarına benzer faaliyetlerine karşı bir misilleme de olabilir. Türkiye'deki siyasal gelişmeler, AKP'yi HDP'ye, HDP'nin de AKP İle zorunluk dışında bir imkan bırakmamıştır. Muhalfetin başından beri HDP/BDP'ye yönelik olarak "bunlar kendi aralarında anlaştılar" propagandası gerçek olmadığı halde gerçekmiş şeklinde bir algı yarattı. Bu algıyı yıkmak mümkün gibi görünmüyor. Bu da AKP ve HDP'yi birbirine mahkumlarmış gibi bir izlenime neden oluyor. Bunun giderilmesi için her iki partinin çözüm süreci konusunda oynadıkları rollerini topluma açık ve net olarak deklare etmeleri gereklidir. Çözüm sürecine değişik kesimlerin dahil olmasının yollarını açmaları gereklidir. Her şeyden önce görüşmeler üzerindeki MİT örtüsü kaldırılmalı, siyaset etkili kılınmalıdır. MİT'in işlevi başka bir şekilde devam edebilir. Ancak siyasi boyutu açısından MİT'in varlığı sorunun önünde engel olarak duruyor. Kürt tarafında oluşan, "MİT iyi, Erdoğan" kötü argümanının bir geçerliliği yoktur. Bu olsa olsa geçmişte " Erdoğan iyi, cemaat engelliyor" şeklindeki söyleme benziyor. Oysa iyi de kötü de gidiyorsa bunun sorumlusu başbakandan başka birisi değildir. Başbakanı direkt görüşme makamı haline getirmeden bu soruna çözüm getirilemez. Erdoğan'ın gözünde Bekir Bozdağ, Efkan Ala, Beşir Atalay birer memurdurlar. Öz olarak da Hakan Fidan'dan farksızdırlar. Yaptıkları iş idari olmaktan öteye gitmez. Bu nedenle Erdoğan'ın kendisi baş müzakereci olmadıkça yapılanlar havanda su dökmekten başka bir anlama gelmeyecektir. Bunun tersini söyleyenler, Erdoğan'ın söylediklerine bakması yeterlidir. Çözüm süreci için yasal düzenleme yapmayacağız konuşmasını defalarca yaptı. Ancak Beşir Atalay'a göre süreç devam ediyor, birileri de "sürecin kıymetini bilelim" deyişi... Açıklık ve şeffaflık toplumun beklediği bu. Evet, devam eden bir süreç var, çözüme gider mi? Belli değil. Ya Erdoğan başsiyasi müzakereci olarak yerini alacak ya da Erdoğansız bir süreç başlayacaktır. ***

KÜRDİSTAN'DA DEMOKRATİK HUKUK İHTİYACI

KÜRDİSTAN'DA DEMOKRATİK HUKUK İHTİYACI


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 20.05.2014 Kürtlerin ihtiyacı Kürtler arası daha çok demokrasi.
Kürtler, en az sosyalizm ve İslam için yaptıkları ve söylediklerini kendi içlerinde geçerli olacak bir demokratikleşme için yapsalar sosyalizme de İslam’a daha faydalı olurlar. Kürtler arası demokratikleşmenin olabilmesi her şeyden önce evrensel ölçütlere uygun bir Kürdistan hukukunun olmasını gerekli kılar. Kürtler arasında aşiret ilişkilerinin yoğun olarak yaşandığı dönemlerde töre hukuku şeklindeki hukuk dahi Kürtler arasındaki sorunların çözümünde rol oynuyordu. Kürdistan'ın yabancı güçlerin egemenlik sergileme alanına dönüşü, kendisine özgü kargaşa içerikli modernleşme ve kapitalistleşmenin etkisiyle var olan ve kısmi olsa da çözüm üreten töre(örf ve adet) hukukunun alandan çekilmesi ve yerini başka bir hukuka bırakmaması nedeniyle Kürt toplumu kendi içindeki sorunları kendi aktör ve perspektifinden yoksun hale gelmiştir. Sorunlar içinden çıkılmaz hale gelmiş, başkasından(Avrupa dahil) "hukuk dilemek zorunda" kalmıştır.
En azından Türkiye/Rojava ilişkileri, Rojava/IBKY ilişkilerinde daha gelişkindir. Nasıl ki, IKBY, Türkiye üzerinden ekonomik ilişkiler geliştirmek zorundaysa, Rojava'nın aynı şekilde Türkiye ile ekonomik ilişkiler geliştirme zorunluluğu vardır. Bu bir anlamda zorunluluktur. Çünkü, Türkiye'nin Avrupa ve dünya ilişkileri bölgede bulunan Irak, İran'a göre çok ileridir. Irak ve İran'ın dahi ekonomik anlamda Türkiye ile ilişki geliştirme zorunluğuyla kıyaslandığında bunun KBY ve Rojava için ne kadar normal olduğunu Türkiye Kürdistan hareketinin anlaması gerekir.
Kürtler, 20.yüzyıldan farklı konumdalar, 2000'li yılların başında kendi dinamiklerini, kendi öz gücüyle Irak Kürdistan'ında, 2010'lu yıllarda ise Suriye Kürdistan'ında oluşturdular. Ancak bu oluşturma Kürtler arası demokratik hukuku oluşturamadı. İktidar olamayan iktidarcılık bu iki yerde de uygulandı. Her iki Kürt dinamiğinin birbirini beslemesi gerekirken, birbirini boğmaya doğru gidiyor. Öyle söylendiği gibi sayısallığı ön plana koyup Kürdistan Ulusal Kongresinin toplanmasıyla bu sorun çözülmez. Kürt ve Kürdistan şehitlerinin avazını duymak yeterlidir. Hele hele "Brakuji"den dolayı hayatını kaybedenlerin yaşamı ve dramı ortak demokratik hukukun kendisi ve özü değil de nedir? Brakuji'de şehit düşen Kürdistan yiğitlerininin gözü açık gidişi yeterli dersler vermiyor mu? İktidar oyununu, düşmanına karşı oynamayacaksın, kendine göre Güney'de, Rojava'da iktidar bulduğunu sanacaksın ve bunu da kendi insanına karşı kullanacaksın. Bunu yaparken hiç bir hukuka da kendini bağlı saymayacaksın, bunun sonucu hukuksuzluk ve "Brakuji hukukunun" gelişidir. Bu da Kürdistan'ı yönetmeye hazır "yabancı güçlere" davetiye değil de nedir. Bu nedenle Kürtlerin demokratik siyasetten çok "demokratik hukuka" ihtiyacı vardır.

Hasan Bildirici, Kürtlerin ve Kürdistan'ın hukuka ve adalete ihtiyacını vurgulayan yazısı önemli bir yazıdır. ***