körfez savaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
körfez savaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Eylül 2021 Salı

2016’ya Girerken Türkiye ve Dünya.. BÖLÜM 2

2016’ya Girerken Türkiye ve Dünya..  BÖLÜM 2


Derin Rusya analizi ve Türkiye ile ilişkiler..

Sovyetlerin dağılmasının ardından hala durumu kabullenemeyen Rus halkı ve yönetimi eski günlere dönmenin hayali içinde yaşıyor. 

Bu yönde Rus liderlerinin atacağı adımlar alkolizm, tembellik ve vurdumduymazlık girdabına düşmüş halkta prim yapıyor. 1991’de Sovyetlerin dağılmasından sonra Putin’e kadar olan dönemde ülkeyi Batı yanlısı ve neo-liberal bir elit kesim yönetmeye çalıştı. Bugün ise muhafazakâr ve milliyetçi bir kesim yönetiyor . 

Putin, devlet başkanı olduğunda oligarkların elinden ülkeyi kurtardı ama ortaya eski devlet bürokrasisi ile iç içe geçmiş yeni bir oligark grubu ortaya çıktı. 

81 eyaletin valisi zaten bu gurubun doğal üyesi ve Rusya’nın kalkınamamasının altında da bu kişiler var. Bu valiler federal bütçeden aldığı payı kendi ceplerini doldurmak için kullanıyor ve rüşvetsiz iş dönmüyor. Dağıstan ve Çeçenistan, bütçe adı altında liderlere verilen rüşvet ile kontrol ediliyor. Putin’in etrafında Kremlin’de gördüğümüz 500 kişi var, gerisi boş. Ruslar emperyal bir kültüre sahip, sadece kendilerine konuşma hakkı tanır ve düşündüklerini yaparlar. Merkeze yakın toplam 200 kişi (Siloviki) birlikte hareket ediyor, bunlar; valiler eski bürokratlar, istihbarat ağırlıklı elit. Putin, devleti istihbarat teşkilatı gibi yönetiyor. Robert Gates’in dediği gibi Putin aslında bugünün değil, geçmişin Rus imparatorluklarının Çarı ve bunu oynamak istiyor. 

Yeri gelmişken eski Sovyet coğrafyasındaki Türk Cumhuriyetlerinin Rus güdümündeki liderlerinden bahsedelim. Bu liderler ülkenin enerji kaynaklarını Rusya’nın kontrolüne verme karşılığı koltuğundalar. Rusya, buna karşılık bu ülkelerde muhalefet bırakmadı. Varlıkları, Rusya ile olan bağları ile doğrudan ilişkili. ABD’ye bölgeye gelirse “demokrasi” diyeceğinden, bunu geciktirme, kişisel olarak Rusya’nın sadık bir müttefiki olma derdindeler. Özledikleri otoriter sisteme ancak Putin’in Çar olduğu bir dönemle geçeceklerini sanıyorlar. Putin ise onlardan çaldıkları ve çalacakları dâhil 125 trilyon dolarlık bir doğal enerji kaynağını kontrol ettiğini ve geleceklerinin sağlam olduğunu düşünüyor.

Rus yönetimi içinde arka planda büyük bir devlet krizi yaşanıyor ve bunun kırılganlığı derin oluyor. Rusya’da çok büyük bir yönetim krizi olabilir ama bu bir ayaklanma olamaz çünkü halkta böyle bir kültür yok, Putin yönetim içinde radikal düzenlemeler yapabilir ama kendisi gitmez. 

Rus halkında ABD, Putin’i iktidardan düşürecek kanısı var, Çin’i dost görmüyorlar. Güneyde hayat Çin etkisine girmiş durumda. Ambargo ile Rus halkı yalnızlaştı, umutsuzluğa kapıldı. Ülkeden 1990-2015 arasında yüzbinlerce bilim adamı yurt dışına kaçmış ama Sibirya’da yol yapamıyorlar. Sibirya’da bir bilimsel toplantı yapsanız katılacak 4-5 bin bilim adamı bulursunuz ama bir tane girişimci yani özel sektörde ihale alacak kişi yok. Alkolizm ve umutsuzlukta iklim şartlarının da etkisi var. Sanat ve kültür alanında derin bir dünyaları var. Rus gençliğinin 2/3 ü parazit şeklinde yaşıyor, çalışmıyor. Edebiyat, dans, bale, operada özellikle Sovyet eğitim sistemi ile oldukça ileri gittiler ama öte yandan kendini yönetemeyen, bir toplum oldular. Sovyetlerden sonra sanat Batıya kaçtı, kalanda ticarileşti. Sanat ve bilim St. Petersburg’da, Moskova ise kaba ve vahşi Rusların yeri. Ruslar şimdilerde kitap okuyor, operaya gidiyor, şarap içiyor, entelektüel dünyasını geliştiriyor. Rus halkı, 80 yıl malborosuz, domatessiz, hamburgesiz yani Batı standartlarından uzak yaşamayı başarmış. 

Sokaktaki Ruslar için öncelikler farklı. Ülkede tüccar olanlar; Rusya’daki Azeriler, Kafkasyalılar, Tatarlar, Türk Cumhuriyetlerinden gelenler. 

Azeri olanlar; restoran sektörü, meyve-sebze ve kadın ticareti, Çeçenler; kadın ticareti ve mafya (şirket alıp-satmak) ile meşgul. 

Rusya’daki inşaat ameleliği Özbek ve Taciklere, bulaşık ve tuvalet temizliği gibi hizmetler Kırgızlara ait. Rusya’da Yahudilerin etkisi (Rus ve Azeri Yahudisi) göz ardı edilmemelidir. 

Akkuyu Santralı ihalesini onlar aldı. 

Rusya’nın büyük bir devlet olarak kalabilmesi için iki şey lazım; nüfus ve ekonomi. Rusya’da ikisi de yok, bu yüzden geçmişte olduğu gibi dünyadan izole edilmek ve ambargo en hassas taraflarıdır. Çok uzak bir zamanda değil, Rusya, önce yavaş yavaş sonra birden dağılacak. Ne demek istiyoruz anlatalım. 

Rusya’nın yaklaşık 142 milyon nüfusu var ve doğum oranı oldukça düşük. 

Bu nüfusa başka ülkelerde yaşayan yaklaşık 27 milyon Rus’u da ilave edelim. 

Rusya dünyanın en çok suçlu barındıran, nüfusuna oranla en çok hapishane dolduran ülkesi. Rusyanın enerjiden sonra en iyi ihraç maddesi güzel kadınlar; 

2 milyonu ülke içinde 4.5 milyon fahişe yanında Ukrayna ve diğer ülke kadınlarının da trafiğini yönetiyorlar. Rus kadınlar; Japon sınırına yakın bölgelerde Japonlar, güneyde Çin sınırından Hazar’a kadar Sibirya boyunca Çinlilerle, Karadeniz’e yakın olanlar Türkler ve Doğu Avrupa’da olanlar Avrupalılarla evleniyorlar. 

Güzel kadın ülkeyi terk ediyor, toplumu yenileyecek kadın yok. Sadece Türkiye’de son 20 yılda 550 bin evlilik olmuş ve onbinlerce çocuk doğmuş. 

Bunda Türkiye ile Rusya arasında her alanda yaşanan romantizmin de etkisi oldu. Aslında bu romantizm tek taraflı idi. Rus kadının evlilik stratejisi vardı; önce iyi bir hayat, sonra ailesine para göndermek, müteakiben kendi geleceğini garanti altına almak ve nihayet bir gün ülkesine dönmek. Rus kadını aynı zamanda istihbarat vasıtası idi. Genç iş adamlarının çok gittiği otellerde ortaya çıktılar. Bugün güzel Rus kadını öyle azaldı ki Rus dış istihbarat servisi FSB’nin yaklaşık %40’ı bu işler için çalıştırılan Beyaz Rus kızlardan oluşuyor. İşin ilginç yanı bu kadınların trafiğini yönetenler Çeçen ve Azeri mafyasıdır. 

Kadın ticareti Rus istihbaratının çalışma alanı ve başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’ya (Arap şeyhleri) yönelik özel çalışmalar yaparak, sızma yapılacak  grupları seçiyorlar. Rus istihbaratı, Ermeniler ile de iç içedir. Rusya’daki 2 milyon Ermeni devlet yönetiminde önemli noktaları tutmuş durumdadır. 

Moskova, Suriyeli ve Lübnanlı kaynamaktadır. Türk iş adamlarının ve devlet adamlarının yurt içi ve dışı gezilerinden nerelerde yemek yediklerini, otellerini takip ediyorlar. Son 20 yılda bu tuzaklara düşenler ile ilgili epeyce roman yazılabilir. Bunlar içinde İslamcı kesimin meşhur isimleri öne çıkar.

Rusya ile romantizmin yaşandığı diğer bir alan ise ekonomi oldu. Kırım’ın alt yapısına 12 milyar dolar ayırdı ama para ortada yok. Tıpkı Putin gibi vali diye atananlar da kişisel gelirlerinin peşinde. Putin, bunları kontrol edemiyor, hemen her devlet toplantısının ana gündemi de bu konu; halk fakir, fabrikalar eski. 

Yukarıdakiler cebini dolduruyor, devlet özel sektörü yaratmıyor, girişimci yok, kimsenin çalışmak ya da yatırım yapmak gibi bir derdi yok. 

Rus ekonomisinin %70’i madenler, mineraller, petrol ve doğal gaza bağlı ve ülke gelirlerinin önemli bir bölümü bu sektörden geliyor. Rus Merkez Bankası başkanı Ekim 2015’de ülke rezervlerinin bir yılda 510 milyar dolardan 370 milyona düştüğünü açıkladı. Petrolün varili 35 dolara düştü ve 29 dolara düşecek gibi, Rusya ekonomisi bunu kaldıramaz. Halen Rus ekonomisi petrol ve doğal gaz yani enerji satışları yanında Sovyet döneminden kalma silah teknolojisi ile yürüyor. O yüzden Avrasya Ekonomik Birliği’nin şansı yok çünkü birbirlerinde olan petrol ve doğal gazdan başka satacak bir şeyleri yok. Belarus ve Kazakistan’ın ekonomileri de zayıf. BRICS ve Şanghay ile de Batıya karşı bir denge kuramadılar çünkü ekonomileri desteklemiyor. Ekonomik kriz ülkeyi bitiriyor, oteller boş, mağazalar kapandı, halk umutsuz, ülkede yabancı kalmadı. 

Rus Ordusunun gücü Sovyetlerden kalma eski nükleer silahlara dayanıyor, orduyu modernize etmek için gerekli makine sanayi yok ve Avrupa, özellikle Almanya vermiyor. Rusya’da sanayi üretimi oldukça geri seviyededir. 

Modernizasyon için verilen paraları bürokratlar cebe indirip, Batıya gönderiyorlar. Örneğin Başkurdistan’da bir bürokrat Petro-kimya tesisini olduğu gibi söküp Avusturya’ya gönderince, Putin uzun mücadeleden sonra 3 yıl önce geri getirebildi. Ruslar ve Almanlar Baltık üzerinden doğal gaz hattı ile daha da yakınlaştılar. 

Ruslar, Almanya’yı yanında tutarak Avrupa’yı bölünmüş tutmayı, Almanlar da Rus pazarını elinde tutmayı istiyor.

Türkiye’deki gibi sanayi tesisleri ve fabrika kurma kültürleri yok, daha da açıkçası imalat sanayileri yani küçük ve ortak ölçekli yani KOBİ dediğimiz kesim yok. Enerji ve madencilik sektörlerine ilaveten ciddi bir silah sanayi, büyük ölçekli otomotiv sanayileri var Alt yapı inşaatçılığında çok ilerideler. 

Ankara çevre yolu ve köprülerini Ruslar yaptı. Kanal açarlar, metro yaparlar, 250.000 km boru döşediler. Ancak, KOBİ’lerin yaşayabilmesi için herşeyden önce uygun bir iş iklimi yok. Türkiye’nin 21 katı büyüklüğünde ve 8 ayı kar-kış içinde yaşayan bir topluma sahip. Temel sorun halkın karakteri, girişimcilik kültürünün olmaması. Bu yüzden yıllardır Rus üniversiteleri Türkiye ile bu alanda ortak programlar düzenlemek istediler. Rusya’da olan; ağır sanayi, eski teknoloji iş makineleri ve büyük tonajlı kamyon üretimi, bunun dışında doğal gazi gübre ve kimya sanayi var ama hepsi devlete bağlı şirketler. 

Otomobil üretiyor ama eski model, yan sanayi yok, Türkiye’den geliyor. İnsanlar üretim ya da yatırım yapmak istemiyor, olanları Türkler kurdu, 1990’lardan beri devam eden ekonomide romantizmin kaynağı bu oldu. Türkiye’den giden ana kalemler şunlardı; otomotiv ve yan sanayi (Tofaş), kablo-elektrik parçaları (EAE), kimya sanayi (Hayat holding), inşaat (Eczacıbaşı), orman işleme sanayi (Kastamonu entegre), beyaz eşya (Vestel), doğal gaz enerji-elektrik santralı (Zorlu), bira (Efes), soda üretimi (Şişecam), halı fabrikaları (Merinos), gayrimenkul emlak (özellikle Moskova ve Petersburg’ta büyük ölçüde Türklerde). 

Türkiye’nin Rusya’da 15-16 milyar dolar yatırımı var. Rusya’ya yılda 26 milyar dolar harcıyoruz; enerji (23 milyar dolar), hububat/tarım ürünleri (2 milyar dolar). 

5 milyar dolar ihracatımız var; narenciye (1 milyar dolar), turizm (3.5 milyar dolar), yedek parça-tekstil (600-600 milyon dolar). Ancak, geçmiş yıllarda buna yılda yaklaşık 8.5 milyar dolarlık bavul ticaretini de ekleyebiliriz. 2014 yılında 3.3 milyonu turist olmak üzere, 4.4 milyon Rus, Türkiye’ye gelmiş. 

Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’e göre Rus krizi bize 9 milyar dolara mal olacak. İş dünyası bu kadar ülkenin içine girince Ruslar, bu süreci tehlikeli buldular. Türk romantizmine kapıldıklarını, ilişkiye sürüklendiklerini sandılar. Şimdi duygusallık bitiyor, Ruslar kış uykusundan uyandıklarını düşünüyorlar. 

Yıllardır Türkler, Rus pazarına alışmıştı, çıkmak niyeti yoktu. Türk Cumhuriyetlerine alfabe ve cami götürme projelerimiz de çöktü. Şimdi Türk tarafında da artık kriz biter ve eskiye döneriz beklentisi bitiyor ve Rus pazarına alternatif arayışları başladı. Bununla beraber, Rusyayı ancak Türkler imar edebilir. 

Zor da olsa kriz bitecek ama hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Türkiye-Rusya ilişkilerinin geleceği ve enerji denklemi..

Ruslar, 1990’lardan beri Batı tarafından küçümsenmenin, dış politikada yaşadığı yenilgilerin ve ambargonun acısını Türkiye üzerinden bastırmak için ilişkilerde yeni bir dönem başlattı. Ukrayna’nın doğusunu ayaklandıran, Kırım’ı ilhak eden Putin, Suriye müdahalesi ile iç politikada zirve yapmış ve ABD’ye “Ben de senin kadar güçlüyüm” mesajı vermişti ki uçaklarının düşmesi tüm fiyakalarını bozdu. 2014 yılındaki Ukrayna olaylarından beri Rusların %68’i ülkenin eski büyük güç statüsünü geri kazandığını düşünüyor. Türkler için Amerikalıların Irak’ın kuzeyinde Türk askerlerinin başına çuval geçirmesi nasıl bir travma yarattı ise, uçak olayı da Rus halkı için aynı şiddette bir sarsıntı oldu. Rusya, Türkiye ile krizde halkını memnun etmek için popülist politikalar uyguluyor. Aslında Rusya, Suriye’nin kuzeyinden Türk hava sahasında yaptığı ihlalleri uzun zamandır Baltık denizinde NATO hava sahasında da yapıyor, ama kimse sesini çıkaramıyordu. İki ülke arasında 1990’larda bazı iş adamları ve bürokratların yaptığı gibi balans ayarı yapacak bir grup bugün yok. 

Devreye Nazarbayev, Aliyev ve Beyaz Rusya girdi ama olmadı. Rusya, derin iç sorunları ve ambargo yanında dış politikada uzun zamandır oldukça sıkıntılı bir dönemde. Sovyet döneminde Afrika’da Angola, Mozambik, Güney Afrika ve Cezayir üzerinde Rus etkisi vardı. Şimdi sadece Angola’da biraz etkisi var, Güney Afrika ile ancak, BRICS dolayısı ile aynı kulvardadır. Ortadoğu’da ise Suriye son kaledir. NATO’nun genişlemesi Rusya için 25 yıldır en büyük tehdittir ve ancak Ukrayna’da bunu durdurabildi ama başına büyük işler açtı. Ukrayna da düşse idi Rus gemileri Karadeniz’de demirleyecek liman bulmayacak, Amerikan füzeleri Moskova’ya 450 km. kadar yaklaşmış olacaktı. Rusya, Latin Amerika’daki kalelerini de kaybetmeye devam ediyor. Putin, Güney Amerika’ya gitti ama Arjantin devlet başkanının yerine sağcı bir başkan geldi. Venezüella’da genel seçimleri merkez sağ kazandı. Rusya, ABD gibi yumuşak güç kullanmayı bilmemekte, her seferinde askeri seçeneklere başvurmaktadır.

Ruslar, yüzyıllardır olduğu gibi kendi yollarını bir şekilde bularak, çok farklı adımlar atabilen bir ülke. Çarlığı yıkmışlar, Komünizmi kurmuşlar ve hala çevrelerini düzenliyorlar yani şapkadan tavşan çıkarabilirler. Çin’den çok daha fazla askeri kabiliyete sahip, dünyanın ABD’den sonra ikinci büyük askeri gücü olan Rusya yeni askeri maceralar peşinde. Ekonomik krize ve Batı ambargosuna rağmen savunnma harcamalarını 2014’de 40 milyar dolardan  2015’de  50 milyar dolara çıkardılar . Bu rakamlar, Rusların niyetleri ve öncelikleri konusunda önemli bir ipucu. Baltık bölgesinden Moldova ve Doğru Avrupa’ya, Karadeniz’den Orta Asya’ya bir korku koridoru oluşturmanın yanında Suriye örneğinde olduğu gibi küresel arenada ABD ile bilek güreşi derdinde. 

Rusya, Türkiye ile krizi derinleştirerek, uzun vadeli kullanmak istiyor. 

İran üzerinden Irak Şii yönetimini Türkiye’ye karşı tahrik ediyor. Türkiye’ye karşı açık bir ekonomik savaş başlattı. Bundan sonra ne yapacağını kestirmek zor. Suriye’nin sınırının güneyine geçecek Türk uçaklarını vurmak için pusuda bekliyor. 

Esat güçlerinin yanında Türkiye’nin desteklediği direnişçileri ve Türkmenleri vuruyor. Bu grupların elinden bugüne kadar ki kazanımlarını geri almaya kararlı. 

Rusya’nın askeri bir yola başvurmasının Türk-Rus çekişmesini silahlı bir çatışmaya hatta bir savaşa dönüştürme riski yüksek. Bu çatışma sadece Suriye ya da Doğu Akdeniz’de değil Karadeniz üzerinde de olabilir.

Tarihte iki ülke 17 kere savaştı ama şimdi şartlar çok farklı. Putin’in askeri seçenekleri ve bölgede kullanabileceği kuvvetleri oldukça sınırlı. Türkiye, coğrafi üstünlüğe ve güçlü bir orduya sahip yani konumu Ukrayna ve Gürcistan ile kıyaslanamaz. Muhtemel bir savaş iki tarafa da büyük kayıplar verdirebilir ve dileriz bu olmaz. Öte yandan, Rus tehdidinin açıkça ortaya çıkması; Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne göre “savaş riski ile tehdit edildiğinden” Türkiye’ye, boğazları Ruslara kapatma şansı verecektir. Uçak düşürme olayı ile ilgili gelişmeler; ABD’nin Suriye’de Rusya ile anlaşır gibi gözüküp batağa çekti tezini güçlendiriyor. Nitekim Ruslar gelince Amerikalılar 12 uçaklarını İncirlik’ten çektiler ve Rusların Türklerle yok ama ABD ile hava sahası koordinasyon  düzenlemeleri var. Rusya’nın Suriye müdahalesinin en önemli gerekçelerinden biri, burada yapılacak pazarlıkların Ukrayna’dan dolayı uygulanan ambargoyu  rahatlatma yönelik kazanımlardı. Sürekli kan kaybeden Rusya, bir delilik yapabilir, Amerikalılar da gelişmeleri bu yönü ile izliyorlar. 

Kriz derinleşirse Ruslar, Türkiye’nin enerji ile bağını koparmak için Azeri-Ermeni savaşı çıkarabilirler. 

Türkiye ise Rusya karşısında özellikle enerji konusunda yeni açılımlar peşindedir. Yıllardır Türkiye’nin enerji bakımından Rusya’ya çok bağımlı olduğunu yazıyor ve bu konuda hükümeti eleştiriyorduk. Ancak, bu kriz nedeni ile bu bağımlılığı daha iyi analiz etme gereği duyduk. EPDK kayıtlarına göre; 

30 milyar m3 Rusya’dan, 9 milyar m3 İran’dan, 6 milyar m3 ise Azerbaycan’dan doğal gaz alıyoruz. Bu rakamlara göre; Ruslara bağımlılığımız %54 civarındadır. İthal edilen gazın %19’u ise İran’dan geliyor. Ancak, Ruslardan alınan gazın 8 milyar m3’ü İtalyan ENI şirketine ait olduğuna göre bu oran %42’ye düşüyor. Öte yandan Botaş rakamlarına göre Ruslardan alınan gazın 10 milyar m3’ü özel sektör alımı olduğu da göz önüne alınırsa Ruslara bağımlılık %28-30 seviyesine düşüyor. Bunları neden söylüyoruz; çünkü kamuoyuna Rus gazına bağımlılığı azaltıyoruz yanıltması ile şu aralar Türkiye, enerji tekellerine büyük paralar kaybetme sürecindedir. Halen Türkiye, Rusya’ya alternatifmiş gibi dört ayrı enerji projesi ile ilgileniyor;

- Azeri (Şahdeniz) gazı; bu gazın arkasında sanıldığı gibi Azeriler değil büyük ölçüde konsorsiyum içindeki Ruslar, İran ve Batılı şirketler (BP) var. TANAP 

sadece bir botu hattı. Rus gazı bize halen 212 dolara mal olurken, bugünkü fiyatlarla bu gaz 300 dolara mal olacak ve %30 daha fazla ödeyeceğiz. Bitmedi, 

bölgede boru hatları varken, 10 milyar dolara mal olacak TANAP için de payımız oranında 3 milyar dolar boru hattı inşası parası ödeyeceğiz.

- Katar gazı; Suriye savaşının arkasındaki nedenlerden biri olan bu gaz aslında Katarlılar değil ABD’nin LNG şirketi tarafından işletiliyor. LNG içinde Exxon, 

Mobil, Fransız Total ve Japon enerji şirketleri de var. Bu gaz Türkiye’ye gelse bile konvert edecek alt yapımız yok yani bunu da yapmayı teklif ediyorlar. 

Uzun vadeli anlaşmalarla LNG alabilir ama pahalı bir seçenek.

Harita: Katar Gazı İçin Projeler

- Musul ve Kerkük gazı; 10 milyar m3 kapasiteli bu gaz Türkiye için en kullanışlı olanı ama bu gazı Barzani’den almakla hem meşru Irak hükümetini bir kez daha yok saymış hem de Barzani’nin devletçiğini beslemeye devam edeceğiz.

- Doğu Akdeniz gazı; Kıbrıs adasının doğusunda Rumların sahiplenmeye çalıştığı bu gaz için Yunanistan-Rum Kesimi-İsrail-Mısır arasında bir mutabakat var. 

Bu gaz da siyasi olarak tartışmalı ve Türkiye’ye ulaşması için en az 500 km.lik bir boru hattı kurulması lazım. Burada da gazı çıkaracak ve nakledecek şirketlerin arkasında ABD’liler olduğu için Obama gitmeden bir an önce işlerini görmek istiyorlar. Ayrıca bu gazın Türkiye’ye gelebilmesi Suriye ya da Kıbrıs Rum yönetiminin ekonomik bölgesinin belirlenmesi ile mümkün olabilecek. Boru hattı için başka bit alternatif yok.

Görüldüğü gibi son dönemde Rusya’ya enerji bağımlılığını aşma gerekçesi altında uluslararası enerji tekellerinin tuzağına düşme riski içindeyiz. ABD’nin Rusya’nın Türk akımı projesini kabul etmememiz için çok baskı yaptığını, aynı baskının Akkuyu Nükleer santrali için de yapıldığını not edelim. 

Baskıyı daha önceden kabullenen Bulgaristan da Ruslara hayır demişti. ABD, başından beri Katar gazını öne sürüyor ama Rusya, Akdeniz kıyısına Esat 

devletini kurarsa Akdeniz’e çıkışı için bir Sünni devlet çıkışı düşünülüyor . 

Katar gazı, doğrudan Wall Street’in para babalarının yani ABD’yi arka planda yönetenlerin cebini dolduracak.

2016’ya girerken ABD-Rusya denklemleri ve Türkiye..

     ABD tarafında son aylarda IŞİD’a yönelik neler yapılacağı ile ilgili, Beyaz Saray ve Pentagon arasında yoğun temas vardı. 

ABD düşünce merkezleri kısa vade için Suriye ve Irak’a, orta vade için Rusya ve İran’a, uzun vadeli projeksiyonlar için Çin’e yönelik çalışmalar yapıyor. 

Irak’ın kuzeyinde Kürt devleti kurulması için çalışılıyor. 

Ankara, Barzani ile doğal gaz/petrol karşılığı buna onay vermiş durumda ama ABD, Barzani ile de yakınlaşmamızı da istemiyor, daha da açıkçası ABD ve İsrail, Irak’ın kuzeyinde bizi istemiyor. 

Rusya ile yaşadığımız kriz ve Suriye içine uçaklarımızı gönderemememiz, Rusya’nın El Nusra’yı da vurması ABD’nin de işine geldi. ABD, Türkiye’nin kendi Sünni planından ve vurduğu hedeflerden memnun değildi.  

Şimdi Suriye’de Türkmenleri bahane edip, Rusları şikâyet etmekten başka söyleyecek sözümüz kalmadı. ABD, kendine karada İslamcı müttefik bulamadığını bahane edip, Kürtleri doğal müttefik ilan etti ve PKK uzantısı PYD/YPG’yi açıkça destekliyor. ABD, koridorun açık kalan kısmından IŞİD ve El Nusra’ya yardım gittiğini bahane edip, buraları da Kürtlere teslim etmek niyetinde. 

ABD’de 8 Kasım 2016’da seçimler bitip, yeni başkan direksiyona geçene kadar Ortadoğu ya da başka bir ülkeye yönelik büyük bir operasyon beklenmemelidir. 

Rusların ABD seçimlerinde açıkça Trump’ı desteklemesi, küresel sermayenin adayı Clinton’a uzak durmaları dikkat çekiyor. ABD’nin elini kolunu bağlayan 17 trilyon dolar bütçesine rağmen 65 trilyon dolara ulaşan borçlarıdır. ABD, IŞİD’a karşı savaşın Sünnileri mağdur duruma düşüreceğinden endişe ediyor. 

Obama’nın yeni terörle mücadele stratejisi de ortaya çıktı ;

- Suriye ve Irak’ta karada fazla asker bulundurmadan hava saldırıları ve özel kuvvetler ile mücadele,

- Göçmenlere kapının aralanması,

- Son terör saldırıları nedeni ile ülke içinde silah satışlarının daha sıkı kontrol alınması.

ABD, tehdit değerlendirmesini değiştirdi ve küresel terörden sonra ikinci sırayı Rusya aldı. RAND analizcileri Rusya için ABD ordusuna 120 bin kişilik ilave bir 

insan gücü planlaması yaptı. İlginç olan ABD’nin bir yandan Rus silahlarına olan merakı; S-400’lerden sonra Ruslardan 21 adet MİG-29 savaş uçağı aldılar .

ABD ve Rusya kritik dönemeçteler; biri Pasifik’te yeni bir güç merkezi kurmaya başlıyor, diğeri eski Sovyet cumhuriyetlerinin merkezinde ki konumu nu geliştirme ye. Modernist ABD, Pasifik’te “istisnai ülke” olma rolünden öncelikle ekonomi üzerine bir strateji geliştirme ihtiyacı duyuyor. 

Post-modern Avrupa Birliği ise kendi sınırlarını bile koruyamadığı yüzleşmesi ile karşı karşıya kaldı. Ne Rusya ne de Çin gelecekte Avrasya’nın merkez gücü olabilecek. Rusya, nüfus ve ekonomi yüzünden dağılırken, Çin’i petrol ve doğal gaza bağımlılık yanında ileri teknoloji ile rekabet edememesi bitirecek. 

Kafkasya’da ise Ermenistan-Gürcistan-Azerbaycan üçgenine dikkat. Bütçesi ve bankacılık sistemi krizde olan Azerbaycan hedefteki ilk ülke ve bakanların istifasına varan yolsuzluklar, Aliyev’in kontrolü kaybettiğini gösteriyor.

Uzun zamandır İran’dan bahsetmedik; ABD-İran ilişkileri Humeyni’nin geldiği 1979 yılından beri en iyi durumda, ancak bu doğru bir romantizm değil. 

Ocak ayının sonundan itibaren Amerikalılar, Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) ile İran’ın anlaşmayı uygulayıp uygulamadığını denetlemeye başlayacaklar . 

Sonra sıra İran’ın teröre verdiği destek, Hizbullah ve rejim konuları masaya gelecek. Daha fazla özgürlük ve serbest pazar dayatmaları başlayacak. 

Bu arada ABD’deki İsrail lobisi işi çomaklamak için hükümetten daha iyi hazırlanıyor. Şimdilik İran’a uzatılan havuç ise visa (bankacılık) kolaylıkları. 

2 ay önce İran TV’sindeki bir dizide Türklere hakaret edilince Azeri Türkleri ayaklandı, Azeriler sokağa döküldü. Son 5-6 yıldır Batı, İran’ı kaşıyor, ciddi ciddi üzerinde çalışıyor. İşin ilginç tarafı İran’daki yönetim de halk da ambargonun kalkacağını ve çok rahatlayacaklarını, Batılı gibi olacaklarını sanıyor. 

İran halkı, her zaman kendini Batı kültürüne yakın hissetti ve bunun özlemini içten içe duyuyor. İran seçimlerinde Batıya açılma kartı en iyi iç politika ve seçim malzemesi olmaya devam ediyor. Rus-İran ilişkileri ise hep karşılıklı çıkar üzerine özellikle de yaşanan ambargo ve izolasyonları aşma üzerine olmuş, kültürel bir derinlik hiçbir zaman kazanmamıştır. İlişkiler bugün de daha çok ABD karşısında Suriye’de ki ortak çıkarlar ve silah alış-verişi üzerinedir. 

İlginçtir, İran ABD’den kaçırmak istediği nükleer fazlalıklarını Rusya’ya gönderiyor.

Afganistan’da henüz ufuk gözükmüyor; son iki yılda olanlar bir Milli Birlik Hükümeti kurulması, ABD ve NATO operasyonlarının sona ermesi, Taliban ve Afgan hükümeti arasında yüz yüze görüşmelerin başlamasıdır . ABD askerleri hala ülkede ve Afgan hükümetinin ayakta kalması için oyunlar devam ediyor. 

Pakistan ise Taliban tarafını destekliyor. Liderleri Molla Ömer’in iki yıl önce ölmesinden beri Taliban cephesinde de kırılma belirtileri var ama hala toprak kazanıyorlar. Taliban’ın bölünmesi yeni bir IŞİD ortaya çıkarabilir, nitekim Nangarhar’da bu tür oluşumlar var. 

ABD, Afgan hükümeti ile Pakistan’ın anlaşmasından barış çıkacağını umut ediyor.

Ortadoğu’ya dönecek olursak, fırtına öncesi sessizlik dönemindeyiz. Fransa, Körfez bölgesine bir uçak gemisi gönderdi. ABD Merkez Komutanlığı’nın 60 gemisi yanında Avrupalılar da Görev Kuvveti 50 dâhilinde yeni gemilerle bölgedeki deniz güçlerini takviye ediyorlar . NATO ise 6 Kasım 2015 tarihinde Portekiz’de İspanya, Portekiz ve İtalya’yı kapsayan 6.000 kişilik tarihinin en büyük tatbikatını (Trudent Juncture)  yaptı. Tatbikata 28 ülkeden 230 askeri birlik, 140 savaş uçağı ve 60 savaş gemisi katıldı. Bu arada NATO, sadece 2.080 kişilik ordusu olan Karadağ’ı da ittifaka davet etti. Bu durum bazı üyeler tarafından Facebook arkadaş sayfasına döndük eleştirisine neden oldu . Bu eleştirelerin nedeni ise Baltık ülkeleri ve Türkiye gibi ülkelerin Batının güvenliğine daha çok zararları olduğu düşüncesi. Amerikalılar, Avrupa’daki 30 bin askerlerinin dünya GDP’nin %46’ına sahip Batı Avrupayı değil, ittifakın doğusu için konuşlandığı eleştirisi yapıyor.

Konu NATO’ya gelmişken ittifak içinde Türkiye ile ilgili eleştirelerin arttığına değinelim. Türkiye uzun zamandır Erdoğan’ın İslamcı tavırları ve otoriter eğilimleri nedeni ile takipte idi. Türkiye’nin Rusya ile çekişmesinin ittifak çıkarları için kendi emperyal heveslerinden kaynakladığı tenkidi yapılıyor. 

Türkiye’nin NATO ülkeleri içinde halkın çoğunluğunun ittifaka iyi bakmadığı tek ülke olduğu söyleniyor. Türk halkının 1991, 2003 ve 2012-2015 arasında silah takviyelerinden de memnun olmadığı düşünülüyor. Türkiye’ye karşı tepkiler artıyor. Çek Cumhurbaşkanı Miloş Zeman, “Türkiye’nin bir NATO müttefiki olmaktan ziyade İslamcı Devlet gibi hareket ettiğini ve AB üyesi olması için bir neden bulunmadığını” söyledi . NATO, Rusya’ya karşı Türk hava savunmasını güçlendirme kararı alıyor ama Almanya, mevcut Patriot sistemlerini Türkiye sınırından çekiyor , yerine istihbarat amaçlı AWACS gönderiyor.

Özetle, ne Batıda ne Doğu’da istenmeyen ülkeyiz. Ermenistan, İran, Irak ve Suriye ile aramız bozuk. Rusya ile tarihi ve uzun bir krizin başlangıcındayız. 

Bizi birliğe istemeyen Avrupalılar kadar, ABD ile de ilişkilerimiz şantajlar üzerinden yürüyor. Erdoğan’ın çok güvendiği İslamcı grupları bile şimdi Rusya’nın bilgisi dahilinde toplanıyor, Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap ülkeleri İran’a yanaşan ABD’den daha çok Rusların yolunu gözlüyor. 

Amerikalıların müttefiki PKK/PYD, Rusya’da şube açıyor. Erdoğan ise gündem değiştiriyor; ODTÜ’de namaz kılan öğrencilere saldırı olmuş.. 

ABD ve Rusya, Ortadoğu’dan elimizi ayağımızı kesmek için uçak krizini; Kürt koridoronu kurana ve bölgenin yeni haritasını tamamlayana kadar aleyhimizde kullanacaklar. 

Türkiye-Rusya ilişkilerinin düzelmesi her iki ülke için de jeopolitik bir zorunluluk ve ABD’ye karşı güç dengesi gereğidir.


***

2016’ya Girerken Türkiye ve Dünya.. BÖLÜM 1

2016’ya Girerken Türkiye ve Dünya..  BÖLÜM 1




Doç.Dr.Sait Yılmaz

İçimden hiç yazmak gelmiyor, günlerdir bu yazı bir kenarda bekliyor. Ülkenin içinde olduğu kasvet kadar, ülkeyi yönetenlere olan inançsızlık uzun zamandır beni alıkoyuyor. O yüzden Türkiye dışı konulara; ABD’ye, uzaya, kutuplara, Kuzey Kore’ye sardım bir süredir. 

Ancak, Türkiye, 2016 yılına çok önemli iç ve dış gelişmelerin sarmalında giriyor ve yeni yılda bizi çok önemli dönemeçler bekliyor. 

Bu yüzden yeni yıla genel bir Türkiye ve dünya değerlendirmesi ile girmek iyi olacak. 

Türkiye’nin içinde bulunduğu önemli parametreleri şu şekilde sıralayabiliriz;


- Ülke içinde devam eden bölücü terörle mücadele,

- Türkiye’yi “de facto” olarak başkanlık rejimine dönüştürmeye çalışan ve hukuksuzluğu kendine güç unsuru edinmiş bir Cumhurbaşkanı ve iktidar partisi,

- Ülke içi kutuplaşma, demografik yapımızda ve ekonomide çalan çanlar,

- Suriye’de yıllardır süren iç savaş destekçiliğinin iflası ve bu savaşın yarattığı sorunlar,

- Rusya ile yaşanan krizin yol açtığı gelişmeler. 


Bu gelişmelerin pek çoğu son 14 yılın yani AKP iktidarının yanlış politikalarının ülkeyi getirdiği açmazlar ile ilgilidir. 2016 yılında bizleri neler beklediğini;  dünyadaki gelişmelerden ve bunların Türkiye’ye olan ve olabilecek yansımalarından da ayrı tutamayız. Bu nedenle, dünyadaki gelişmelerin neresindeyiz, sorusu ile işe başlamak zorundayız. Halen üç ana büyük kriz halen dünyadaki güvenlik ortamının ana meselesidir;

- Ortadoğu’da mezhep savaşının doğurduğu IŞİD tehlikesi ve Suriye başta olmak üzere bölge ile ilgili harita düzenlemeleri,

- Doğu Ukrayna’daki ayaklanma ve Kırım’ın Ruslar tarafından ilhakı,

- Avrupa’da 2008 yılından beri devam eden ekonomik kriz,

- Güneydoğu Asya’da uzun vadeli olarak kaynamakta olan kazan.

Bundan yüzyıl önce Osmanlı İmparatorluğu’nun da içinde olduğu Birinci Dünya Savaşı’nın kırılma yılının içinde idik. 2015 yılının en önemli 10 gelişmesi ise şu şekilde sıralanabilir;

- IŞİD saldırılarının üç kıtaya yayılması,

- Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi,

- Avrupa’ya yönelik göçmen krizi,

- ABD ile İran arasında nükleer görüşmelerin anlaşma ile sonuçlanması,

- Yunanistan borç krizine AB çözümü,

- Suudi Arabistan’ın Yemen’e müdahalesi,

- Çin’in Güney Çin Denizi’nde suni adalar inşası,

- ABD’nin Trans-Pasifik Ortaklık Anlaşması’nı tamamlaması,

- Latin Amerika’da Arjantin, Venezüella ve Brezilya’da sol kalelerin düşmesi,

- Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesi.

2016 yılına girerken Türkiye’de yaşanmakta olan rejim krizi ile ilgili konuları diğer yazarlarımıza bırakalım. Bu yazıda; bölücü terörle mücadelede gelinen aşama, Suriye ve Irak’ta düştüğümüz durum, özelde Rusya ile ilişkilerin geldiği boyut ile ilgili bir analiz yapalım. Son bölümde ise 2016’ya girerken dünyanın genel haline kısa bir bakış atalım.

Bölücü terörle mücadelede hangi aşamadayız?

22 Temmuz’dan itibaren hükümetin terörle müzakereden terörle mücadele sürecine geçişi kritik bir safhaya ulaştı. Güvenlik güçlerimizin canla-başla mücadelesinde terör örgütüne çok önemli darbeler vurulmakla birlikte, henüz daha işin başındayız ve önümüzde uzun bir yol var. 

Örgütün kırsal ve şehirlerde uzun zamandır başıboş kalmasının, güvenlik güçlerimizin yıllardır örgüt tarafından şehirleri tahkim etmesi karşısında eli kolu bağlı bırakılmasının suçu valilere atılsa da konu siyasi iktidarın sorumluluğu ve inisiyatifinde idi. Düşünün bir şehre 10 ton patlayıcı bulunuyor; bu patlayıcı nasıl taşındı ve devletin neden haberi olmadı? Terör örgütü ve yandaşı siyasi parti HDP’nin yıllardır Türkiye’de bir iç savaş yapmak için hazırlandığı, bunun için de patlayıcılar ve düzenekler ile bir strateji dâhilinde birlikte çalıştıkları ve halen de birbirlerini takviye ettikleri açıkça görülmektedir. 

Gelinen aşamada kırsalda askerler karşısında barınamayan PKK, tamamen şehirlere kaçtı ve saklandığı mahallelerde şantaj altına aldığı halkı kullanarak, Suriye’de öğrendiği kanton stratejisini uygulamaya çalışıyor. PKK’nın barikat-mayınlama-çocukların kullanılması-sniper (keskin nişancı) uygulamalarından bu stratejiye uzun zamandır hazırlandığı ortaya çıkıyor. Arkasına gizlendiği halkın tahliye edilmemesi, sıkıştığı evlerde imha olmaması için de HDP devreye girip, halkı yönlendirmeye çalışıyor. Özetle, mahalleye giren yolların üzerine barikat koyup, mayın döşüyor, çocukları da önlerine dizip, evlerden sniper ile güvenlik güçlerine ateş ediyor, evlere girilince de bu tuzak devam ediyor ve önceden hazırlanmış hendekler vasıtası ile kaçmaya çalışıyorlar. 

Bu arada ölü yakalanan üç sniper elemanının Alman vatandaşı çıkması dikkat çekiyor. 

Askerler kısa sürede kırsalı terör örgütüne dar ettiler, insansız hava araçları çok iyi kullanılıyor. Emniyet güçlerinin mayına karşı korunma kabiliyetleri sınırlı olduğu için askerler de şehirlerdeki mücadelede etkin yer alıyor. Örgüte üst üste önemli darbeler vuruluyor. Dikkat çeken diğer bir husus terör örgütünün eleman yetersizliği nedeni ile niteliksiz insanları (tombalacı eroinman, işsiz vb.) kullanması. Toplumdan uzaklaşmış, ezik, insanlığa hınç dolu insanları seçiyorlar, IŞİD örneğinde olduğu gibi bunlara para ve kadın vaat ediyorlar Bu kişiler acele toplanmış, patlayıcı eğitimi verilip şehirlere sürülmüş. 

Haberleşmelerinde bunlara “arkadaş” jargonu kullanılmıyor, patlayıcı ve hendek kazma işlerinde kullanılıyorlar. Sona geldiklerinde “kendinizi patlatın” deniyor, ölmeleri umursanmıyor. Siyasi alanda; PKK, HDP ve elebaşı Apo’dan bağımsız hareket ediyor. PKK, şehirlerde başlattıkları eylemler ile inisiyatif almak istiyor, uyacaklarsa onlar (HDP ve Öcalan) bana uysun diyor. HDP ise ikisine de yakınlaşmakta kararsız. Apo, kendine rol bekliyor, bunun için bana ihtiyaç duyulsun diye umuyor, böylece liderliği tekrar alacağını düşünüyor. 

PKK şu anda oldukça güçsüz ve sıkışmış durumda ve tek kurtulma stratejisi halkın arkasına saklanmak. Halk da PKK, HDP ve bölgedeki çatışmalar arasında sıkışmış durumdadır. Doğu’dan son birkaç ayda 300-400 bin kişi, Batıdaki akrabalarının  yanına göç etti. Şehirlerdeki çatışmalardan bir an önce sonuç alınması için halkın bir süreliğine de olsa tahliyesi, sıkıyönetim şart gözüküyor. 

Asayiş demokrasisi örgütün ve yandaşlarının işine yarıyor. Özetle, evlerin tek tek örgüt elemanlarından temizlenmesi gerekiyor.

Şu ana kadar gelinen aşama, terör örgütünün Suriye’nin kuzeyinde başarılı olduğunu sandığı kanton stratejisini güney şehirlerimizde bir kuşak boyunca uygulama gayreti ve güvenlik güçlerimizin devam eden, vatandaşlarımıza bir zarar vermeden, örgütü bertaraf etme gayretidir. Uzun zamandır ara verilen ve bu yüzden örgüte önemli mevziler kazandıran terörle mücadelede henüz inisiyatif terör örgütündedir. Güvenlik güçleri öncelikle terör örgütünün inisiyatif aldığı bu stratejiyi boşa çıkarmakta yani reaktif konumdadır. Yapılması gereken inisiyatif almak yani proaktif bir stratejiye geçmektir. Bunun için önerilerimiz şunlardır;

- Terörle mücadelede öncelik avcı stratejisidir; örgütün lider kadrosunu hedef almaktır. Türkiye bu konuyu uzun zamandır ihmal etmiştir. Bu kapsamda ses getiren sonuçlar alınması, örgütün çözülmesini kolaylaştıracaktır.

- Terör örgütünün yurt dışındaki yuvalarına girilmeli, üs-ikmal ve barınma imkânları ortadan kaldırılmalıdır. Yani örgüte yaşam alanı bırakılmamalı, dağılmaya zorlanmalıdır. Bu kapsamda, Irak’ın kuzeyine yönelik kapsamlı bir kara harekâtına ihtiyaç vardır.

- Terörle mücadelenin üç boyutu; terörist, terör örgütü ve terörizm ile ayrı ayrı mücadeledir. Terörle mücadele silahsız olmaz ama sadece silah ile de kazanılmaz.  Terörizmle mücadele kapsamında psikolojik, sosyal ve ekonomik anlamda tedbirler halka hissettirilmelidir. Bölge vatandaşını devletine bağlı tutmak için uzun zamandır denenen İslamlaştırma yerine Atatürkçü yaklaşım en doğru strateji olacaktır.

Yukarıda saydıklarımızdan çok daha önemli olan husus ise hükümetin terör örgütü ile bir daha asla masaya oturmayacağı sözünün arkasında olmasıdır. 

Bu güvenlik güçlerimizin en önemli moral motivasyonudur. Hükümetin terör örgütü ya da uzantıları ile tekrar görüşmelere başlayabileceği ya da bu konuyu kendisine siyasi rant meselesi haline getirebileceği şüphesi yaşanmamalıdır. 

Türkiye, Suriye’de sona geldi, Irak’ta “varım” demek istiyor..

Türkiye’nin son dönemde ulusal güvenliğini etkileyen önemli uluslararası gelişmeler şunlardır;

- Ukrayna ve Suriye’deki Rus varlığının artması, bunun Suriye ve Karadeniz bölgesinde olabilecek yeni yansımaları; Putin’in deniz kıyılarına yakın 5 yeni karargâh kurma kararı iyi bir haber değildir.

- Irak ve Suriye’de genişleyen Kürt grupların toprak edinme heveslerine ABD’den sonra bölgede etkinlik kazanan Rusya’nın da olumlu bakması; 

PYD/PKK’nın Cerablus-Azez arasındaki bölgeyi de işgali ile Kürt koridoru tamamlanabilir.

- Rus uçağının düşürülmesi sonucu Rusya ile Suriye-Irak üçgeni başta olmak üzere, yaşanabilecek krizler; Türkiye’nin Rus ambargosun aşma yönünde enerji alanında yaptığı çalışmalar, İsrail ile yakınlaşma.

- Ortadoğu, Afganistan, Kuzey Afrika ve Afrika boynuzu, Kafkasya ve Orta Asya’da artan İslamcı kutuplaşmanın Türkiye’ye yansımaları; muhtemel göçler, yeni saldırılar ve Arap dünyasının terörle mücadele ittifakı.

Türkiye için iki uluslararası gelişme 2011 yılından beri Ortadoğu’da oynamaya çalıştığı rollerin bir kenara itilmesine, deyim yerinde ise büyük birer şantaj altında masadan eli boş kalkmasına neden oluyor ;

- Paris saldırıları sonrası; Ortadoğu’da IŞİD’in yok edilmesi için Türkiye’ye yönelik artan baskı, İncirlik’in açılması, Türkiye’nin Suriye üzerindeki ihtiraslarından vazgeçmesi ve Batının emrinde olması şantajı,

- Rus uçağının düşürülmesi sonrası; Türkiye’nin Suriye’de desteklediği Sünni cephe üzerindeki tasarruflarının büyük ölçüde elinden alınması, desteklenen 

70 bin kişilik Sünni savaşçının kaderinin artık Ruslar ve ABD’ye kalması.

BM Güvenlik Konseyi’nde Rusya inisiyatifinde alınan son kararlar ile birlikte;

- 1 Ocak’tan itibaren başlayacak ateşkese IŞİD ve El Nusra’nın başını çektiği Sünni direnişçiler dâhil olmayacak yani Batılı güçler ve Ruslar bunları yok edecek,

- Suriye’de geçiş dönemi Esatlı olacak, yani en az 2 sene daha Esat, Suriye’nin başında olacak ve muhtemelen yeni Suriye ya da Alevi devletinin başında 

Esat veya ona yakın bir isim bulunacak.

Suriye-Irak-Türkiye üçgeninde gelinen aşama; 

- “Esatsız Suriye” ile “Suudi Arabistan ve Katar için Sünni eksen” kurma hayallerimizin sonu,

- Yüz binlerce Suriyeli ve diğer Müslümanın iç savaşta boşu boşuna heba edilmesi, milyonlarca göçmen ve tonlarca gözyaşı,

- Irak’ın kuzeyinden sonra Suriye’nin kuzeyinde de Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden bölücü Kürt oluşumları,

- Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine geçmesi yasaklanmış bölücü terörle mücadelesi, 

- Bütün bölge Amerikan ve Rus üssü, diğer tarafta IŞİD büyük bir bölgeyi işgal etmiş iken Arap Birliği’nin Irak’ın kuzeyinde birkaç yüz Türk askerine tahammül edememesi,

- ABD ve Rusya’nın bölgede çıkarları için sağlam adımlarla ilerlerken bizim payımıza göçmenler, ambargolar ve şantaj dayatmaları düşmesi.

Batının Türkiye sınırındaki tek koridorun da kapanmasını istemesi; IŞİD ve El Nusra’ya yardım trafiğinin kesilmesi, yani S.Arabistan ve Katar’dan Türkiye’ye gelen paranın da kesilmesi demek. Hükümet, bu iki ülkenin parası ile aynı zamanda Türkiye’deki seçmenleri dâhil 13 milyon kişiyi besliyordu. 

IŞİD ve El Nusra cephesine Türkiye’den 20-25 bin Türk var; bunların 14 bini Konya’dan, 4 bini Adıyaman’dan gitmiş. Türkiye sınırlarında 2.5 milyon Suriyeli göçmen besliyoruz. AKP döneminde Türkiye’ye 400 bin Arap yerleşmiş ve bu sürede toplam 45 bin çocuk sahibi oldular. 

Gaziantep’te daha önce çalışacak İnsan bulunamadığı için sanayi bölgesi kurulamazken bugün Suriyeliler sayesinde yedincisi kuruluyor. 

PKK/PYD, 2015 içinde Suriye'de kontrol altında tuttuğu alanı 2 kat artırmış. PKK/PYD terör örgütü, halen ABD ile ortak operasyon ile etkinliğini IŞİD’in 

merkezi Rakka'ya doğru yaymaya çalışırken; Rusya ve Esat rejimi ile işbirliği yaparak Carablus-Azez arasındaki bölgeyi işgale hazırlanmaktadır. 

Kısa bir süre önce PKK/PYD, Suriye Ordusundan ve muhtemelen Rusya'dan aldığı zırhlı araç, tank, füze ve askeri kamyon desteği ile Cerablus çevresindeki 

yığınağını artırdı. Yani PYD/PKK da Suriye ve Rusya'nın desteği ile bu bölgeye girmeye hazırlanıyor .  Türkiye, bu aralar Suriye’de ateşe attıklarını kurtarmaya, 

Irak’ta ise “ben de varım” demeye çalışıyor. 

Aslında ne yaptığını da pek bilmiyor. Kamuoyuna yönelik olarak İsrail ile barışma propagandası ile gündem değiştiriliyor. Erdoğan, Hamas liderinin ülkeden gönderilmesi karşılığında İsrail’in Gazze’deki blokajının sona ereceğini düşünüyor . İsrail ile görüşmelerin arkasında ne var, neler veriyoruz, sıralayalım;

- İsrail’in Gazze uygulamalarına sesimizi çıkamayacağız,

- Suriye’de radikal İslam yerine zayıf bir Esat yönetimi isteyen İsrail ile aynı politikaya dönüyoruz,

- Doğu Akdeniz’de enerji konusunda İsrail ile işbirliği, 

- PYD/PKK yerine Barzani üzerinde ittifak.

ABD, Türkiye’nin Suriye’den dışlanmasından memnun, elimiz kolumuz bağlandı. Terörle mücadelemiz Türkiye sınırlarına hapsedildi. Şimdilerde Türkiye’den üç isteği var, bu istekleri Joe Biden başkanlığındaki heyete bildirdiler;

- IŞİD ve El Nusra’ya yardımı tamamen kes yoksa koridoru kapatıyoruz,

- IŞİD’a yönelik harekâta aktif olarak katıl,

- Kürt meselesini masada çöz.

Suriye-Irak Cephesinde ses çıkmıyor..

ABD’nin Suriye ve Irak hava harekatı günlük 9.5 milyon dolara mal oluyor. Yükü hafifletmek için İngiltere ve Fransa’dan sonra Almanya da bölgeye sevk edildi. 

Kasım 2016 seçimlerine az kaldığından Obama, bölge için radikal bir karar almıyor. Yeni Suriye stratejisi uzun savaşın devamı, bölgeye biraz daha özel kuvvetler takviyesinden başka bir yenilik getirmiyor. PYD/PKK bölgesinde Hasaka’da yeni bir askeri üs kuruyorlar . ABD; Türkiye-Irak-Suriye Kürtleri arasında nasıl bir denge kuracağının arayışı içinde; bu üç grubun bir araya gelmesi mümkün değil, gelmesi de Ortadoğu’da felakete yol açar. 

Rus hava saldırılarının %90’ı Erdoğan’ın muhalif güçlerini hedef alıyor. Ruslar, Suriye rejimini sadece hava kuvvetleri ile değil topçusu ile de etkili bir şekilde destekliyor . 

Türkiye’den destek gelmeyince Esat güçleri mevzi kazanmaya başladı. Rusya’nın planı; Esat olsun ya da olmasın Suriye’de üslerini bulundurabileceği bir rejimi ayakta tutmak. Bölgedeki çatışmalarda 6 generali ölen İran, Rusların rollerini çalmasından memnun değil. Putin’in Tahran ziyareti bunu hafifletmeye yönelikti. Sorun Şii bir devlet, Ruslar ile birlikte nasıl kurabilir? Putin, İran ile koordine etmeden bir hükümet kurulmayacağı garantisi verdi. Bu arada İran bölgede kuvvet kaydırmaya başladı .  Suriye için Alevi-Sünni-Kürt bölgeleri olan bir yeni Lübnan’dan ülkenin beş devlete bölünmesine kadar pek çok alternatif konuşuluyor. Sonuçta Araplar, İsrail’in varlığını tanıyacak, yeni harita ile İsrail yanlısı veya Batıya kafa tutamayacak minik minik birçok devlet kurulmuş olacak. Türkiye’ye dönecek olursak, ABD için AKP’ni kullanım süresi hala bitmedi. Elindeki en kullanışlı kart o, ne derse yapıyor; Irak’ın kuzeyine girmiyor, Barzani ile iyi geçiniyor, İran’dan sonra Rusya ile de ilişkileri de bozdu, Çin füze ihalesini bile iptal etti. Kürtler ise ABD tarafından IŞİD cephesinde harcanma stratejisinin farkında ve bu işi Batının kendisinin çözmesi gibi sesler çıkarmaya çalışıyorlar. 

Bu da ABD tarafında memnuniyet yaratmıyor .

ABD’nin eğittiği 30 bin Irak askerinin içinden 6 büyük tabur çıkaran IŞİD, Amerikalıların Irak’tan çekilen üç tümeninden kalan Humvee araçları ve M1 Abrams tanklarını da edinmişti . IŞİD, kurduğu devleti 12 ayrı idari bölgeye ayırıp, güçlü bir hükümet yapısı ile sağlık hizmetlerinden fırıncılığa her hizmeti düzenliyor, mahkemelerinde kendi yasalarını uyguluyor. Petrol gelirleri günlük 2 milyon dolara ulaşıyor. Türkiye’de gizli lojistik üsleri var. 

IŞİD devleti içinde CIA, FBI, M5, MI6, Mossad, FSB gibi istihbarat örgütlerinin şubeleri var . IŞİD, strateji değiştirdi ve artık sadece yakın düşmana değil, uzaktakilere de saldırmaya başladı. Ancak, IŞİD, gücünün sınırına ulaştı. IŞİD’in stratejik planına göre; 2016’da küresel savaşa başlıyor ve 2020’ye kadar kesin zafere ulaşacak. Bu daha önce açıkladığımız El Kaide stratejisi ile de uyumlu gözüküyor. Tüm ülkeler IŞİD’i hedef gösteriyor ama kimsenin önceliği 

IŞİD değil. Bununla beraber, mesele IŞİD’tan boşalacak bölgeyi kimin dolduracağı ile ilgili hesaplardır. Bu yüzden şimdilerde IŞİD ile ilgili haberler azaldı, Musul’da da hareketlenme yok, çünkü ipler dışarıda. Rusya ile süren kriz nedeni ile ABD, Türkiye’nin IŞİD’a karşı hava harekatına katılımını da ertelemiş .

Irak’ın kuzeyine gelince; Musul, Haziran 2014’den beri IŞİD’in kontrolünde ve Barzani, Musul petrolüne konmak için Türkiye ile enerji pazarlığına güveniyor. 

Barzani için de ekonomi yani kişisel servetini geliştirme Kürtçülüğün önünde. Suriye’den kovulan Türkiye, Irak’ta Barzani ile varım kartını oynamaya çalıştı. 

1 Aralık 2015’te Erdoğan’ın Katar’a gitmesinden birkaç gün sonra, 4-5 Aralık’ta Türk askerlerinin Musul’u takviye ettiği haberleri çıktı. Bu işin arkasında Katar gazı enerji projesi ile Bağdat yönetimine bir şantaj yapıldığı anlaşıldı . Rusya ve İran’ın kışkırttığı Bağdat yönetiminin tepkisini ve BM Güvenlik Konseyi tehlikesini görünce askerlerimizi çektik ve büyük prestij kaybettik. Kısa vadeli de olsa Türkiye-Barzani işbirliğinin inandırıcılığı yok. ABD, Türkiye’yi Barzani ile birlikte görmek istemiyor, kendi özel alanından çıkmasını istiyor. Barzani ise Rusya bıraktığı için ABD’nin kucağına düştü ve ona mecbur. 

Arap Birliği’nden gelen Türkiye’nin Irak’ın kuzeyindeki faaliyetlerini tehdit olarak niteleyen açıklamalar, aslında başından beri Arap sokaklarına oynadığını sanan Erdoğan’ın ne kadar sığ bir denizde yüzdüğünün de göstergesi oldu. Bir yandan da 34 Müslüman ülke tarafından anti-terörizm koalisyonu kurulması düşünülüyor. 

Bu koalisyona liderlik etmesi Türkiye’yi radikal İslamcıların hedefi haline getirebilir . 

Diğer bir komedi ise terörizme karşı askeri bir ittifak kurulması projesi. 

Bu ittifakın da terörizmi değil, İran’ı hedeflediğine şüphe yok. Irak ile ilgili son sözümüz Türkmenler üzerine olsun. AKP iktidarı Irak Türkmenlerini hep horladı, dışladı, yok saydı. Türkmenlere, ABD ve Barzani tarafından yapılan saldırıların medyada verilmesini bile engelledi. 


Bugün de ne Irak ne de Suriye Türkmenleri umurundadır. Son birkaç aydır oynadığı milliyetçi görüntü içinde Suriye politikalarına Bayırbucak Türkmenlerini  kalkan yapmaya çalıştı. Şimdi onlar Esat’ın, Irak Türkmenleri ise daha önce olduğu gibi Barzani’nin insafına bırakıldı. Son sözümüz Barzani ve Suriye Kürtlerine olsun. Bölgede akıl oyunları oynanıyor, bunları siz göremezsiniz. Ama yardımcı olayım; bir oyunda her zaman bir kurban vardır ve stratejinin esası her zaman kurbana istediğini sandığı şeyin bir parçasını vererek, kontrol altında tutmaktır. Sonrası? Keşke biri söyleseydi diyeceksiniz, kopya çekmek yok. Kaddafi’ye bakın, öldüğünüzü defalarca kontrol edecekler.


2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


22 Kasım 2019 Cuma

IRAK’TAN IRAĞA: 2003 SONRASI IRAK’TAN KOMŞU ÜLKELERE VE TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇLER., BÖLÜM 2

IRAK’TAN IRAĞA: 2003 SONRASI IRAK’TAN KOMŞU ÜLKELERE VE TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇLER., BÖLÜM 2



Giriş 

Irak’ta 1991’den beri sürmekte olan şiddet ve istikrarsızlık ortamı dört milyondan fazla kişinin ülke dışına göç etmesine, bir o kadar kişinin de 
ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalmasına yol açtı. Irak dışına yönelik göçün en önemli durakları komşu ülkeler oldu. 1991-2003 arasında milyonlarca Iraklı’yı kabul eden İran, 2003 sonrasında bu rolünü Suriye ve Ürdün’e bıraktı. Suriye’ye bir milyona yakın Iraklı sığınırken, yarım milyondan fazlası da Ürdün’e yöneldi. 

Toplam iki milyona yakın Iraklı şiddet ve çatışma ortamından kaçıp komşu Arap ülkelerine sığınırken, Türkiye’deki Iraklı sayısı çarpıcı bir şekilde düşük kaldı. BMMYK’nın 2007’de yayınladığı bir rapora göre Türkiye’de sadece 10 bin Iraklı bulunmaktaydı. Ancak resmi sığınmacıların sayısı az olsa da 1991’deki büyük iltica hareketinden beri Türkiye’ye yönelik devam etmekte olan bir göç hareketi olduğu bilinmektedir. 


Bu raporda, Iraklıların göç etmesine neden olan koşullar, göçün farklı dönemlerde aldığı şekiller ve Türkiye’de bulunan Iraklıların yasal statüleri ve sosyo-ekonomik durumlarına değindikten sonra, ilgili kurumlarla ilişkilerini inceleyeceğiz. Araştırmanın saha çalışmasını yürüttüğümüz İstanbul’da Iraklılar arasında en dikkat çekici gruplar, üçüncü bir ülkeye yerleştirilmek üzere sığınma başvurusunda bulunanlar ve ikamet izniyle oturanlar oldu. Bunlar dışında çalışma amaçlı gelmiş ve çoğunlukla gerekli evraklar olmadan ikamet eden kişiler bulunmaktaydı. Ancak İstanbul, Ortadoğu’nun ekonomik açıdan en dinamik kenti olmasına rağmen, Iraklı göçmen ve mülteciler için çeşitli 
dezavantajlar taşımaktadır. Yüzbinlerce Iraklının yaşadığı Şam veya Amman’a kıyasla, İstanbul’da kiraların yüksekliği, hayat pahalılığı, Türkmenler dışındaki Iraklılar için dil ve kültürel farklılıklar, yardım kuruluşlarının sınırlı sayıda ve kapasitede olması, Iraklı sığınmacı ve göçmenler için Türkiye’yi zor bir alternatif haline getirmektedir. Tüm bu faktörlerden daha önemli olansa, Türkmenler dışındaki Iraklıların Türkiye’de kalıcı yerleşimlerine sıcak bakılmıyor oluşu ve geçici olarak görülmeleridir. Sonuçta Türkiye pek çok Iraklı için geçici 
bir süre kalınan transit bir ülkedir. 

Bu çalışma, Yakın Doğu Fransız Enstitüsü’nden (Institut Français du Proche-Orient) Geraldine Chatelard ve East London Üniversitesi’nden Philip Marfleet tarafından yönetilen “Irak Göç Örüntüleri” başlıklı uluslararası araştırma kapsamında Türkiye’de gerçekleştirilmiştir. Suriye, Ürdün, Türkiye ve Lübnan’da farklı ekipler tarafından yapılan saha çalışmalarının Türkiye ayağı Dr. Didem Danış tarafından yürütülmüştür. 

Araştırma bulguları, Mayıs 2009’da Şam’da yapılan bir atölye toplantısı ve Ocak 2010’da Beyrut’ta yapılan bir konferansla araştırmacılar arasında paylaşılmıştır. ORSAM tarafından desteklenen Türkiye’deki çalışmada, Damla Bayraktar, Gül Çatır ve Emin Salihi araştırma asistanları olarak görev almışlardır. Nisan-Mayıs 2009 ve Eylül-Kasım 2009 tarihleri arasında İstanbul’da yüz yüze görüşmeler 
yapılarak gerçekleştirilen araştırma sırasında, Türkiye’ye göç etmiş farklı etnik ve dini kökenlerden gelen, farklı yasal statülere sahip yirmi Iraklının yanı sıra ve bu kişilerin bağlantıda olduğu kurumlarla görüşülmüştür. 

Bu kurumlar arasında, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK), Uluslararası Göç Örgütü (IOM), Irak Konsolosluğu, Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği (ITKYD), Kerkük Vakfı, İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı (İKGV), Uluslararası Katolik Muhaceret Komisyonu (ICMC), Caritas, Keldani-Asuri Yardımlaşma Derneği (KADER), Helsinki Yurttaşlar Derneği Mülteci Destek Programı bulunmaktadır. 

Bu araştırma için, bir karşılaştırma zemini olması açısından Didem Danış’ın 20032006 yılları arasında doktora tezi kapsamında İstanbul’da yürüttüğü saha araştırmasının bulgularından da faydalanılmıştır. 

Bu rapor iki ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, Irak göçünün gelişimini incelerken üçlü bir dönemselleştirme yapacağız: 2003 öncesi, 2003-2006 arası ve 2007 sonrası. İlk olarak, Saddam Hüseyin yönetiminin hüküm sürdüğü 2003 yılına dek süren dönem incelenecektir. 

1980-88 İran-Irak Savaşı, 1991 Körfez Savaşı ve sonrasında uygulanan uluslararası ambargolar sırasında siyasi baskılar ve sosyo-ekonomik sebeplerle 
pek çok Iraklı bazen bireysel, bazen de kitlesel olarak ülke dışına göç etmiştir. 2003’te Amerikan işgaliyle Baas rejiminin düşmesi kısa bir süreliğine Iraklıların umutlanmasına ve yurtdışındakilerin bir kısmının geri dönüşüne neden olsa da, çok kısa sürede kötüleşen şiddet ortamı yeni göç dalgalarını tetiklemiştir. 20032006 arası dönemde Irak’tan ülke dışına yönelik göç özellikle komşu Arap ülkelere yönelmiş ve BMMYK’nın Iraklıların iltica dosyalarını dondurmasından dolayı belirsizlikle biçimlenen uzun bir bekleme dönemi yaşanmasına neden 
olmuştur. Irak göçünün son dönemi 2006 yılının Aralık ayında BMMYK tarafından Iraklıların uluslararası koruma ihtiyacı ile ilgili bir tavsiye kararı almasıyla başlamıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Irak’tan mülteci kabul etmeye başlamasıyla Türkiye’deki sığınma başvurularının işlenmesi hızlanmış ve Iraklılar kurumlar arası etkin işbirliği sayesinde başarılı bir şekilde üçüncü ülkelere yerleştirilmiştir. 

Raporun ikinci bölümünde, Türkiye’ye gelen Iraklıların göç ve ikamet şekillerini, sosyal ve ekonomik koşullarını inceleyeceğiz. Ülkemizde bulunan Iraklılar dört farklı statüde bulunmaktadır: Düzensiz göçmenler, sığınmacılar, iki ülke arasında ticaret başta olmak üzere çeşitli sebeplerle git-gel yapanlar ve ikamet izni veya vatandaşlık hakkı kazanmış olanlar. Ayrıca, diğer alternatif güzergâhlara kıyasla İstanbul’un tercih edilme nedenlerini tartıştıktan sonra, İstanbul’da bulunan Iraklıların göçünü düzenleyen ve onlara yönelik hizmet sunan kurumları 
tanıtacağız. Son olarak, Türkiye’de bulunan Iraklılarla ilgili politika önerileri sunacağız. 



BÖLÜM 1: DÖNEMLERE GÖRE IRAK’TAN GÖÇ 

1.1. 2003 Öncesi Irak’tan Göç 

Irak’tan göç denildiğinde akla ilk olarak, 1991 Körfez Krizi sonrasında yarım milyon Iraklının Türkiye’ye, bir milyona yakınının da İran’a sığındığı 
“büyük kaçış” gelir. ABD öncülüğündeki müttefik kuvvetler Kuveyt’i işgal eden Irak’a saldırdıktan kısa bir süre sonra, Mart 1991’de, kuzeyde Kürtler, güneyde de Şiiler Saddam Hüseyin yönetimini düşürmek üzere ayaklanmışlardır. Ancak, bu eylemleri el altından teşvik eden müttefik güçler, daha sonra Baas yönetimi nin toparlanmasına seyirci kalmayı tercih edince, Irak ulusal ordusu tarafından isyancılara yönelik şiddetli bir bastırma operasyonu yürütülmüştür. Böylece, önce Şiiler, sonra da Kürtler en yakın komşu ülkelere kitlesel olarak 
sığınmak için yollara dökülmüştür. 

Mart-Nisan 1991’de Türkiye’ye akın eden ve çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu, aralarında Türkmen ve Hıristiyanların da bulunduğu sığınma hareketi aslında Türkiye için ilk değildi. İran’la yapılan savaşın bitmesiyle, Mart 1988’de Halepçe’de yaşanan ve 5 bin kişinin ölümüne neden olan kimyasal saldırıya benzer bir katliama maruz kalmaktan korkan 100 bin civarındaki1 Kürt nüfus, güneydoğu sınırından giriş yaparak Türkiye’ye sığınmıştı. Nisan 1991’de yarım milyon Iraklı, Türkiye sınırına kaçmaya başladığında, 1988 sığınmacılarından 30 bin kadarı Türkiye’de bulunmaktaydı (Kaynak, 1992: 47). 

Bu ikinci iltica krizinin hacmi ve hızı karşısında hazırlıksız yakalanan Türk hükümeti bir yandan eldeki imkânların kısıtlılığı, öte yandan ülke içindeki Kürt meselesinin bir süredir alevlenmiş olmasından dolayı, çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu Iraklı sığınmacı grubuna şüpheyle yaklaştı ve başlangıçta sınır kapılarını açmak konusunda isteksiz davrandı (Kirişçi, 1994 ve 1993). Ancak, bu durum uzun sürmedi ve uluslararası kamuoyunun da etkisiyle, Iraklılar kısa sürede Türkiye’ye kabul edilerek, sınıra yakın bölgelerde geçici kamplara yerleştirildiler. 

1991’deki kitlesel mülteci krizi sanıldığı kadar uzun sürmedi. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın önerisiyle Britanya ve ABD, 36. paralelin 
kuzeyinde “güvenli bölge” kurulması ve Türkiye’ye kaçan sığınmacıların Irak içindeki bu bölgede korunmasını sağlayan bir projeyi iki ay içinde hayata geçirdiler. “Güvenli Bölge” uygulaması, mülteci akımlarını azaltan ve yönünü ters çeviren bir strateji olarak görüldü. 1991’deki kriz sırasında, Irak içinde “güvenli bölge” yaratma projesinin de, bu açıdan bakıldığında istenen sonucu verdiğini söylemek yanlış olmaz. 1991 Mayıs sonunda Muhteşem Kaynak’ın yaptığı araştırmaya göre, iki ay gibi bir süre içinde yüzbinlerce Iraklı geri dönmüş, 
Türkiye’de sadece 14 bin sığınmacı kalmıştı. Ekim ayına gelindiğinde bu sayı 5 bine düşmüştü (Kaynak, 1992: 49). 

Büyük mülteci krizi geçtikten sonra, 1990’lı yıllar boyunca Irak’tan göç daha küçük ölçekli ama istikrarlı bir şekilde devam etti. Bu göçü tetikleyen başlıca etken, 1991 Körfez Savaşı’nı takip eden dönemde uygulanan ambargoların ekonomik ve sosyal anlamda Irak’ta yol açtığı ağır tahribat oldu. 

Körfez Savaşı sırasında altı hafta boyunca süren ve ülkenin altyapısına ağır hasar veren hava saldırılarıyla başlayan süreç, BM denetiminde uygulanmaya başlayan ambargolarla Irak’ın gündelik yaşamı üzerinde ağır ve yaygın bir hasara yol açtı. 6 Ağustos 1990’da BMGK’nın 661 sayılı kararıyla Irak’la ticaret yapılmasına –tıbbi amaçlar için üretilmiş ürünler ile insani gıda maddeleri hariç olmak üzere yasak getirilmişti.2 

1991 ve 2003 arasındaki bu ortamda, göçün ufak ufak ama sistematik bir şekilde devam etmesi, Irak’taki durumu yakından takip eden araştırmacılar için çok da şaşırtıcı olmadı. 1990’larda Irak’taki atmosfer, özellikle gençler arasında genel bir memnuniyetsizlik hissiyle biçimlenmişti. Gençlerin, anne babalarından 
müreffeh Irak’ın 1970’lerde kalan güzel günlerine dair dinledikleri nostaljik öyküler, kendilerini bir parçası olarak hissedemedikleri yeni Irak’ta giderek şiddetlenen bir rahatsızlık duygusuna dönüştü. Gençler başta olmak üzere, pek çok Iraklı için göç –Iraklıların ifadesiyle “çıkış”– ülkedeki sosyal ve ekonomik kriz ortamından son kurtuluş yolu anlamına geliyordu (Lafourcade, 2001). 

Ambargo yıllarında ekonomik altüst oluş, yaygın güvensizlik ve geleceğe yönelik belirsizlik hissi gibi olguların Irak’tan göçü tetikleyen unsurlar olduğunu söyledik. Bunlara ek olarak, devletin ekonomik ve sosyal alandan çekilmek zorunda kalırken, siyaset alanında şiddetini arttırdığını, baskı ve gözetim politikasının da Irak’tan kaçış arzusunu güçlendirdiğini belirtmek gerekir. Halkın gündelik yaşam zorluklarına çözüm bulamayan Iraklı yöneticiler, iktidarlarının devamını sağlamak için toplum üzerindeki baskılarını arttırdılar. Benzer bir süreç ülkenin kuzeyinde 90’lı yılların ortalarında birbirleriyle savaşmaya başlayan Kürt gruplar arasında da yaşandı. 

Bu kuvvetli göç arzusuna rağmen, çeşitli engelleyici faktörler 2003’e kadar göçün etkisinin, potansiyelinin altında kalmasına neden oldu. 
Bu kısıtlayıcı unsurlar arasında hem Irak yönetiminin göçü engelleme çabası, hem de göç etme hayali kurulan ülkelerin katı göç ve iltica politikaları sayılabilir. Öncelikle Irak hükümetinin, insanların ülke dışına çıkışını denetlemeye yönelik uyguladığı baskılar örneğin pasaport edinmek için ödenmesi gereken yüksek ücretler, ülke dışına çıkacakların dönüşlerinde almak üzere yatırması şart koşulan depozito uygulaması veya göç etmiş kişilerin Irak’ta kalan ailelerine çıkarılan zorluklar, ardından da Batı hükümetlerinin Iraklıların vize başvurularına yönelik olumsuz tutumları ve Irak göçüne kapıları kapatmış olması, bu göçün gerçek kapasitesine ulaşmasını engelledi. Bu durum, 
2003 sonrası Saddam Hüseyin rejiminin düşürülmesiyle birlikte değişecek, pasaport veya turist vizesi alma prosedürleri Iraklılar için kolaylaştırılacaktı. Yönetimin zorunlu kıldığı çıkış yasaklarının ortadan kalkması, ileriki bölümlerde de anlatılacağı gibi göçün artışında önemli bir kolaylaştırıcı etmen haline gelecekti. 

Kısıtlayıcı politikalar yine de, Irak vatandaşlarının yurtdışına gitme arzusunu tümüyle yok edemedi. Irak göçünü 10 yıldan uzun süredir takip eden Fransız araştırmacı Geraldine Chatelard’a göre “1990 ve 2002 arasında 1,5 milyondan fazla Iraklı dönmemek üzere ülkeyi terk etti” (Chatelard, 2005: 123). Irak’tan ayrılanların sayısı hakkındaki tahminler, farklı görüşlere göre, 2 ila 4 milyon arasında değişiklik gösteriyor olsa da, her 6 veya 10 Iraklıdan birinin ülkeyi terk ettiği anlamına gelen bu sayıların her halükarda çok ciddi bir olguya işaret 
ettiğine kuşku yoktur (Danış, 2009a). 

1.2. 2003-2006: İşgal Altında Yaşam ve Göç 

     2003’te Saddam Hüseyin’in iktidardan düşmesiyle, Irak göçü hız ve şekil değiştirdi. 2003’e kadar Irak’tan kaçanların önemli bir kısmını oluşturan Şii ve Kürt gruplar, kendileri için ekonomik ve siyasi anlamda kazanım vaat eden bölgelerde yeni bir gelecek umuduyla kalmayı tercih ettiler. Bunda elbette, Saddam Hüseyin’in düşüşünden sonra Irak’ın “barış ve demokrasi yolunda ilerleyen bir ülke” olduğunu iddia eden ABD başta olmak üzere Batı ülkelerinin, Iraklıların iltica başvurularına yönelik olumsuz tavrının da etkisi oldu. İşgalin ilk yıllarında şüpheci de olsalar, Irak halkında bir umut yeşermişti. 2003-2004 bu sebeplerden dolayı genel göçün azaldığı, hatta dönemsel geri dönüşün başladığı 
yıllar olmuştur. 1959 yılında kurulmuş olan Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği (ITKYD) Başkanı Mehmet Tütüncü de, yaptığımız görüşme sırasında 2003-2005 arası Irak’a geri dönüşler yaşandığını teyit etmiştir: “2003’e kadar göç devam etti. 2003’te [Irak’a] geri dönüş başladı. İnsanlar büyük bir umutla geri döndü. Kalanların birçoğu da 2-3 sene bekledi durum düzelsin diye.” 
(Mehmet Tütüncü ile görüşme, 11.11.2 

İşgal sonrası ilk yıllarda Irak’tan yurtdışına göç edenler daha çok yeni şekillenen Irak siyasetinde aradıklarını bulamayan ve bu sebeple sosyoekonomik zorluklarla karşılaşan gruplar oldu. 2003 sonrası Irak’taki iktidar konumlarının değişmesiyle yaşam koşulları zorlaşan, yeni baskılara maruz kalan Türkmenler ve Asuri-Keldani Hıristiyanlar, on yıllardır devam eden göç sırasında kurulan ilişki ve akraba ağları sayesinde Irak dışına göç etmeye devam ettiler. Öte yandan, Kuzey Irak’ta kurulan yeni Kürt oluşumunun yarattığı iyimser havanın etkisiyle Kürtlerin yurtdışına göçlerinde azalma yaşandı. 

Ancak 2005’ten itibaren her şey değişmeye başladı. Güvenlik durumu çok ciddi derecede kötüleşirken, şiddet, kargaşa, adam kaçırma, tecavüz ve nerede ne zaman patlayacağı bilinmeyen bombalar gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Irak’taki işgal sonrası şiddet o derece tırmandı ki, pek çok Iraklı düzen ve asayiş uğruna, Saddam Hüseyin dönemini arar hale geldi. Kasım 2009’da İstanbul’da görüştüğümüz Iraklı sığınmacılar “2003’den beri her şeyin çok kötü, her günün bir öncekinden daha kötü” olduğunu ifade ettiler. En sık dile getirilen şikâyetlerden biri de “eskiden bir Saddam vardı, şimdi bin oldu” sözüydü: 

"2003’ten sonra hiçbir şekilde emniyet yoktu. Saldırının hangi taraftan geleceği bile belli değildi. Hükümetin kendisi çeteydi zaten. Bir sorun olduğunda polise gidemiyorduk. Polisin kimin tarafında olduğu belli değildi. Orada [Irak’ta] güvende olmak için kendine, kendi akrabalarına güvenebilirsin ancak. […] En son tehdit, ağabeyim aracılığıyla bana yapıldı. Ağabeyime, burayı terk etmemi yoksa beni öldüreceklerini söylemişler. Ben de ayrıldım. 

Zaten ayrılma fikri hep kafamda vardı. Kendini bile koruyamayan bir hükümet beni nasıl koruyacak." (Iraklı erkek sığınmacı, 38 yaşında, İstanbul’da görüşme 17.11.2009) 

Ancak 2003-2006 yılları arasında Irak’ta yaşanan bu sıkıntılara ve göçün devam ediyor olmasına rağmen, ülke dışına kaçan Iraklıların iltica başvuruları donduruldu. Batılı ülkelerin göz yumduğu bu manasız kararın ardında, Saddam Hüseyin sonrasında Irak’ın bir “barış ve demokrasi ülkesi” haline geldiği yolundaki iddia etkili olmuştu. Oysa yukarıda aktardığımız üzere, Irak’ta yaşam koşulları her geçen gün kötüleşiyordu ve mülteci statüsü tanınmaması, Irak’tan göç olmadığı anlamına gelmiyordu. Irak’a komşu ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de Iraklıların çoğu bekleme halindeydi. Batı ülkelerinin kapıları kapaması yanında, Türkiye’de Avrupa dışından gelenlere iltica hakkı tanımaması ve sığınmacılara yönelik sosyal hizmetlerin sınırlı kalması Iraklıların bu ucu açık bekleme dönemlerinde sıkıntıları arttıran bir faktör oldu. 



Grafik-1: 2002-2006 Yılları Arasında Endüstrileşmiş Ülkelere Kabul Edilen Iraklıların Sayısı 
Kaynak: BM Mülteciler Yüksek Komiserliği 


Irak’ın komşu ülkelerindeki tabloya bakıldığında, 2003-2006 arasında bu ülkelere sığınmış çok az kişinin mülteci hakkı alabildiği görülür. 
2005’te BMMYK aracılığıyla Ürdün’den sadece 171, Suriye’den 133, Lübnan’dan ise 309 Iraklı üçüncü bir ülkeye yerleştirilmiştir. Aynı yıl, Türkiye’den başka bir ülkeye mülteci olarak yerleştirilen Iraklıların sayısı 33’tür.3 

Irak işgalinin ilk yıllarında, yani 2003-2006 arası dönemde işgal sonrası Irak’taki ortamın düzenli hale geleceğine dair beklentiler Irak’tan göç eden kişilerin yaptıkları iltica başvurularının dondurulmasına neden olmuştur. Irak’taki durumun sanıldığı gibi bir barış ve demokrasi ortamı olmadığı ancak 2006 yılında kabul edilmiştir. Şubat ayında Samarra’daki bir Şii camisine yapılan saldırı ve pek çok Iraklının ülkeden kaçmasına neden olan şiddet olayları Irak’ta güvensizlik ortamının her geçen gün kötüleştiğini ortaya koymaktaydı. 

1.3. 2007 Sonrası: Geç Gelişen Uluslararası Koruma Ve Değişen Politikalar 

     Şubat 2008’e gelindiğinde, 2003’ten beri Irak’ta bir milyonu aşkın kişi hayatını kaybetmiş4, ölen sivillerin sayısı da 100 bine yaklaşmıştı.5 
İstanbul’da görüşme yaptığımız kişiler tarafından, Irak’taki güvensizlik ortamının belli bir topluluğa has olmadığı, meselenin “genel bir düzensizlik sorunu” olduğunu ortaya koymaktadır. 

Şiddetin nedeni, yeri ve zamanı konusundaki muğlâklık, toplumda genel bir çözümsüzlük hissine yol açmaktadır. “Psikolojik kırılma” olarak adlandırılabilecek bu durum yüzünden, Irak’tan dışarı kaçışların son yıllarda daha da artması kaçınılmaz hale gelmiştir. 2009 yılında İstanbul’da görüştüğümüz Iraklı sığınmacıların sözlerinden de anlaşılacağı üzere, bu “psikolojik kırılma”yı kendilerinden daha önce ülkeden ayrılmış hemşerilerine kıyasla daha geç ama daha sert ve şiddetli bir şekilde yaşamışlardır: 

"Artık Irak’ta bir sürü grup var, kim kimdir bilmiyoruz. Doğrudan kafana silah dayıyorlar. Baasçılar da olabilir, mafya da, el Kaide de… Benim için kim olduğu değil, bu tehdidi almış olmam önemli. O silahı kafama dayadıkları andan itibaren her şey değişti, bütün hayatım ellerimin arasından kaydı gitti. (...) Pasaportumu 
aldım, kâğıtlarımı hazırladım ve 15 gün içinde ayrıldım ülkeden. O arada karımı, annemi ve çocuğumu tanıdığım güvenilir bir ailenin yanına yerleştirdim. Evi, eşyaları da olduğu gibi bıraktık... İki haftada bütün hayatımı geride bıraktım ve çıktım. "(40 yaşında, Iraklı Hıristiyan erkek, İstanbul’da görüşme 9.5.2009) 

"[Irak’tan Türkiye’ye göç kararını] bir haftadan daha kısa zamanda aldık. Yanımıza bir şey almadan geldik. Orada daha fazla kalamazdık. Kaldığımız takdirde öldürüleceğimizi biliyorduk.” ( 43 yaşında, Iraklı Sünni Arap kadın, İstanbul’da görüşme 12.11.2009) 

"Berber dükkânımın camını kırdılar. Ardından tehdit mektubu aldım. Mektupta burada kalmamam yönünde tehditler vardı. Ben de kızlarım adına korktuğum için ayrıldım. […] Benden sonra teyzem, annem ve kardeşim geldi." ( 40 yaşında, Iraklı Sünni Arap erkek, İstanbul’da görüşme 9.11.2009) 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

IRAK’TAN IRAĞA: 2003 SONRASI IRAK’TAN KOMŞU ÜLKELERE VE TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇLER., BÖLÜM 1

IRAK’TAN IRAĞA: 2003 SONRASI IRAK’TAN KOMŞU ÜLKELERE VE TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇLER., BÖLÜM 1



Rapor No: 21 
Kasım 2010 
Ankara - TÜRKİYE © 2010 


Bu raporun içeriğinin telif hakları ORSAM'a ait olup, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak makul alıntılar ve yararlanma dışında, hiçbir şekilde önceden izin alınmaksızın kullanılamaz, 
yeniden yayımlanamaz. Bu raporda yer alan değerlendirmeler yazarına aittir; ORSAM’ın kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. 


Stratejik Bilgi Yönetimi, Özgür Düşünce Üretimi, ORSAM Stratejik Bilgi Yönetimi, Özgür Düşünce Üretimi, ORSAM ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 

Tarihçe 

Türkiye’de eksikliği hissedilmeye başlayan Ortadoğu araştırmaları konusunda kamuoyunun ve dış politika çevrelerinin ihtiyaçlarına yanıt verebilmek amacıyla, 1 Ocak 2009 tarihinde Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) kurulmuştur. Kısa sürede yapılanan kurum, çalışmalarını Ortadoğu özelinde yoğunlaştırmıştır. 

Ortadoğu’ya Bakış 

Ortadoğu’nun iç içe geçmiş birçok sorunu barındırdığı bir gerçektir. Ancak, ne Orta doğu ne de halkları, olumsuzluklarla özdeşleştirilmiş bir imaja mahkûm edilmemelidir. Orta doğu ülkeleri, halklarından aldıkları güçle ve iç dinamiklerini seferber ederek barışçıl bir kalkınma seferberliği başlatacak potansiyele sahiptir. Bölge halklarının bir arada yaşama iradesine, devletlerin egemenlik haklarına, bireylerin temel hak ve hürriyetlerine saygı, gerek ülkeler arasında gerek 
ulusal ölçekte kalıcı barışın ve huzurun temin edilmesinin ön şartıdır. Orta doğu’daki sorunların kavranmasında adil ve gerçekçi çözümler üzerinde durulması, uzlaşmacı inisiyatifleri cesaretlendirecektir. 

Söz konusu çerçevede, Türkiye, yakın çevresinde bölgesel istikrar ve refahın 
kök salması için yapıcı katkılarını sürdürmelidir. Cepheleşen eksenlere dâhil olmadan, taraflar arasında diyalogun tesisini kolaylaştırmaya devam etmesi, tutarlı ve uzlaştırıcı politikalarıyla sağladığı uluslararası desteği en etkili biçimde değerlendirebilmesi, bölge devletlerinin ve halklarının ortak menfaatidir. 

Bir Düşünce Kuruluşu Olarak ORSAM’ın Çalışmaları 

     ORSAM, Ortadoğu algılamasına uygun olarak, uluslararası politika konularının daha sağlıklı kavranması ve uygun pozisyonların alınabilmesi amacıyla, kamuoyunu ve karar alma mekanizmalarına aydınlatıcı bilgiler sunar. Farklı hareket seçenekleri içeren fikirler üretir. 
     Etkin çözüm önerileri oluşturabilmek için farklı disiplinlerden gelen, alanında yetkin araştırmacıların ve entelektüellerin nitelikli çalışmalarını teşvik eder. ORSAM, bölgesel gelişmeleri ve trendleri titizlikle irdeleyerek ilgililere ulaştırabilen güçlü bir yayım kapasitesine sahiptir. ORSAM; web sitesiyle, 
aylık Ortadoğu Analiz ve altı aylık Ortadoğu Etütleri dergileriyle, analizleriyle, raporlarıyla ve kitaplarıyla, ulusal ve uluslararası ölçekte Ortadoğu literatürünün gelişimini desteklemektedir. 
Bölge ülkelerinden devlet adamlarının, bürokratların, akademisyenlerin, stratejistlerin, gazetecilerin, işadamlarının ve STK temsilcilerinin Türkiye’de konuk edilmesini kolaylaştırarak, bilgi ve düşüncelerin gerek Türkiye gerek dünya kamuoyuyla paylaşılmasını sağlamaktadır. 

İçindekiler 

Özet.................................................................................. 5 
Giriş ................................................................................. 6 

Bölüm 1: Dönemlere Göre Irak’tan Göç.................................. 8 

1.1. 2003 Öncesi Irak’tan Göç.............................................. 8 

1.2. 2003-2006: İşgal Altında Yaşam ve Göç.......................... 9 

1.3. 2007 Sonrası: Geç Gelişen Uluslararası Koruma ve Değişen Politikalar.. 11 

1.3.1. Göç Sırasında Cemaatleşme........................................ 12 

1.4. Irak Göçünün Hacmi, Sayısal Boyutları ve Güzergâhları..... 13 

1.4.1. Başlıca Sığınak Komşu Ülkeler...................................... 14 

1.4.2. Irak’a Dönüş Mümkün mü?.......................................... 15 

Bölüm 2: Türkiye’ye Iraklı Göçü............................................. 16 

2.1. Yeni Göçlerin Kavşağında Türkiye .................................. 16 

2.2. Türkiye’deki Kabul Durumu............................................ 17 

2.2.1. Düzensiz Göçmenler.................................................. 18 
2.2.2. Sığınmacılar............................................................. 18 

2.2.3. Mevsimlik Göçmenler / Bavul Tüccarları ....................... 20 

2.2.4. Türkiye’de Yasal Olarak İkamet Edenler ....................... 21 

2.3. Neden İstanbul? .......................................................... 22 

2.4. Türkiye’de Iraklıların Göçünü Düzenleyen Kurumlar........... 23 

2.4.1. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK). 24 

2.4.2. İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı (İKGV)........................ 24 
2.4.3. Uluslararası Katolik Muhacerat Komisyonu (ICMC)........... 25 
2.4.4. Uluslararası Göç Örgütü (IOM)...................................... 26 

2.4.5. Irak Büyükelçiliği/ Konsolosluğu.................................... 26 

2.4.6. Helsinki Yurttaşlar Derneği (HYD)................................. 26 

2.4.7. Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği (ITKYD)...... 27 
2.4.8. Caritas...................................................................... 27 

2.4.9. Keldani-Asurî Yardımlaşma Derneği (KADER).................. 27 

2.4.10. Uluslararası Af Örgütü............................................... 28 

2.4.11. Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği (SGDD). 28 

2.5. Geçici Sığınma ve Uydu Kentler.......................................... 28 
Bölüm 3: Politika Önerileri....................................................... 29 

Sonuç................................................................................... 30 
Kaynakça .............................................................................. 33 


TAKDİM 

Türkiye, modern Irak’ın kuruluşundan bugüne Irak’tan sürekli olarak göç almıştır. Irak’ın içinden geçtiği siyasi, ekonomik ve toplumsal süreçlere bağlı olarak göçün ölçeği ve dinamikleri değişiklik göstermiştir. Ancak 1991’de yarım milyon Iraklı mültecinin sınırlarına dayanması Türkiye’nin uzun süredir karşı karşıya kaldığı en büyük mülteci kriziydi. 2003 sonrası dönemde, Türkiye’ye 
yönelik Irak kaynaklı göç 1991 krizine göre daha düşük bir düzeyde de olsa devam etti. Kuşkusuz Irak, Türkiye’nin göç aldığı ülkelerden yalnızca biridir ve incelenmesi gereken tek ülke değildir. 

Ancak Irak’ın içinden geçtiği kritik sürecin Türkiye’yi de içine alan çok geniş ve çok boyutlu bölgesel etkilerinin olması, ORSAM olarak ilgimizi Irak’a yoğunlaştırmamızı gerekli kılmaktadır. 

Diğer taraftan, Irak’tan göçün sürmesi ve 2003 sonrasındaki göçün açtığı yaraların sarılamaması, Irak’ın yeniden inşası sürecinde büyük sıkıntılar oluşturacaktır. Dr. Didem Danış’ın belirttiği gibi, Irak’tan göçün en bariz etkilerinden biri Irak’ın etnik ve dini çeşitliliğinin yok olması; ülkede 
mekânsal açıdan ayrışmış, toplumsal olarak parçalanmış bir yapının ortaya çıkması olmuştur. Bir başka önemli etki ise, Irak’ın ulusal bütünlüğünün sosyal anlamda parçalanması anlamına gelen cemaatçiliğin güçlenmesidir. Akrabalık, hemşerilik, etnik veya mezhepsel aidiyetler çevresinde kurulan dayanışma ağları ve bundan beslenen cemaatçi ilişkiler, sadece Irak’ta kalanlar için değil, Irak dışında kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışan göçmenler için de önemli bir dayanak haline gelmiştir. 

Dr. Didem Danış’ın, 2003 sonrasında Irak’tan komşu ülkelere ve Türkiye’ye yönelik göç sürecinin araştırıldığı bu çalışması iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde 2003 öncesi, 2003-2006 arası ve 2007 sonrası olmak üzere üç dönemde Irak göçünün gelişimi ele alınmaktadır. Raporun ikinci bölümünde 
ise, Türkiye’ye gelen Iraklıların göç ve ikamet şekilleri, sosyal ve ekonomik koşulları incelenmektedir. Son bölümde ise Türkiye’deki Iraklılarla ilgili bazı politika önerileri sunulmaktadır. 

Raporda, göç sürecinin dikkat çekici pek çok boyutu bulunabilir. Bunlar arasında, mültecilerin Irak’taki yerlerine geri dönme olasılığının tartışıldığı bölümde ulaşılan sonuçların bilhassa önemli olduğu düşüncesindeyiz. Tespitlere göre, mültecilerin geri dönüşü için yurtlarını terk ederek gurbet yollarına düşmelerine neden olan faktörlerin ortadan kalkması şimdilik bir hayal olmanın ötesine geçmemektedir. 
Nitekim yapılan araştırmalar da pek çok Iraklı’da için geri dönüş beklentisinin kalmadığını göstermektedir. 

ORSAM olarak önümüzdeki dönemde, Irak’tan gerçekleşen göçün farklı boyutlarına ilişkin yeni çalışmalar yayınlamayı planlamaktayız. Zira bu “sessiz kriz” insani boyutlarla sınırlı kalmayacaktır. 
Üzerinde çokça düşünülmesi, araştırma yapılması ve politika önerileri geliştirilmesi gerekmektedir. 
Yeni çalışmalarla ilgili her türlü görüş ve tekliflerinize açık olduğumuzu belirtmek isteriz. 

Bu vesileyle, Dr. Didem Danış’a ve ekibine titiz çalışmaları için teşekkürlerimizi sunuyor, yeni çalışmaların hazırlanması için güzel bir örnek oluşturması temennisinde bulunuyoruz. 

Hasan Kanbolat, 
Başkan 
Rapor No 21, Kasım 2010 

Hazırlayanlar: 

Araştırmacı: Dr. Didem Danış,( Galatasaray Üniversitesi ve ORSAM Danışmanı ) 
Araştırma Asistanları: Damla Bayraktar, Gül Çatır, Emin Salihi 
Raportörler: Dr. Didem Danış, Damla Bayraktar 

Özet 

Irak’ta 1991’den beri sürmekte olan şiddet ve istikrarsızlık ortamı dört milyondan fazla kişinin ülke dışına göç etmesine, bir o kadar kişinin de ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalmasına yol açmıştır. 

Irak dışına yönelik göçün en önemli durakları komşu ülkeler olmuştur. Suriye’ye bir milyona yakın Iraklı sığınırken, yarım milyondan fazlası da Ürdün’e yönelmiş tir. Türkiye de, Iraklı sığınmacı göçmenler için önemli bir ülke olmuştur. 1991 yılında yarım milyon Iraklının Türkiye sınırlarına gelmesini tetikleyen mülteci krizinden beri az ama sürekli bir Iraklı göçü devam etmiştir. 

Irak göçünün gelişimi üç dönemde ele alınabilir: 2003 öncesi, 2003-2006 arası ve 2007 sonrası. Saddam Hüseyin yönetiminin hüküm sürdüğü 2003 yılına dek süren ilk dönem, 1980-88 İran-Irak Savaşı, 1991 Körfez Savaşı ve sonrasında uygulanan uluslararası ambargolar sırasında siyasi baskılar ve sosyo-ekonomik sebeplerle pek çok Iraklının bazen bireysel, bazen de kitlesel olarak ülke dışına göç etmesine yol açmıştır. 2003’te Amerikan işgaliyle başlayan ikinci dönemde, Baas rejiminin düşmesi kısa bir süreliğine Iraklıların umutlanmasına ve yurtdışındakilerin bir kısmının geri dönüşüne neden olmuş, ancak kısa sürede kötüleşen şiddet ortamı yeni göç dalgalarını tetiklemiştir. 2003-2006 arası 
dönemde, ülkeye huzur ve demokrasi geleceğini düşünen Amerika Birleşik Devletleri’nin etkisiyle, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) Iraklıların iltica dosyalarını askıya alarak, komşu ülkelerde sığınma başvurusu yapanların uzun bir bekleme dönemi yaşamalarına neden olmuştur. 

Irak göçünün üçüncü ve şimdilik son dönemi 2006 yılının Aralık ayında BMMYK tarafından Iraklıların uluslararası koruma ihtiyacı ile ilgili bir tavsiye kararı almasıyla başlamıştır. BMMYK bu kararında, Irak’ın özellikle güney ve orta bölgelerinde şiddet olaylarının yoğun olarak yaşandığını belirtmiş ve bu bölgelerden göç eden kişilerin sığınılan ülkeler tarafından geri çevrilmemesi gerektiğinin altını çizmiştir. 

2007 yılından itibaren ABD’nin Irak’tan mülteci kabul etmeye başlamasıyla Türkiye’deki sığınma başvurularının işlenmesi hızlanmış ve Iraklılar kurumlar arası etkin işbirliği sayesinde başarılı bir şekilde üçüncü ülkelere yerleştirilmiştir. 

Komşu Arap ülkelerindeki durumdan farklı olarak, Iraklıların çoğu Türkiye’de geçici bir süre kaldıktan sonra başka ülkelere göç etmiştir. Bunun başlıca nedeni Türkiye’nin imzalamış olduğu anlaşma ve düzenlemelere göre Türkiye’nin diğer Avrupa’dan gelmeyenler gibi Iraklılar için de bir iltica sağlama yükümlülüğünün bulunmamasından kaynaklanmaktadır. 1951 Cenevre Sözleşmesi’ndeki 
coğrafi sınırlama maddesinin hâlâ korunuyor olması ve İskân Kanunu’nun sadece Türk kökenli yabancıların vatandaşlık alabilmesini mümkün kılması, Iraklıların Türkiye’de kalıcı yerleşimlerinin önünde bir engel teşkil etmektedir. Bu yüzden Türkiye, Iraklıların önemli bir kesimi için geçici süre kalınacak transit bir ülke olarak görülmektedir. 

BMMYK tarafından 2007 yılında yayınlanan bir rapora göre Türkiye’de sadece 10 bin Iraklı bulunmaktaydı. 
Diğer komşu ülkelere oranla daha az sayıda Iraklının Türkiye’yi tercih etmesinin sebepleri arasında, yasal engeller, coğrafi uzaklık, dil farkı (Türkmenler dışındaki Iraklıların Türkçe bilmemesi), Türkiye’nin pahalı olması ve Türkiye’de mültecilere yardım eden sivil toplum kuruluşlarının az olması gibi faktörler sayılabilir. 

Türkiye’deki Iraklı mevcudiyeti farklı tipolojiler barındırmaktadır. Bunlar dört grup altında toplanabilir: Düzensiz göçmenler, sığınmacılar, iki ülke arasında ticaret amacıyla mekik dokuyan göçmenler ve ikamet izniyle oturan yasal göçmenler. 

Irak’tan göçün en bariz etkilerinden biri Irak’ın etnik ve dini çeşitliliğinin yok olması; ülkede mekânsal açıdan ayrışmış, toplumsal olarak parçalanmış bir yapının ortaya çıkması olmuştur. 
Bir başka önemli etki ise, Irak’ın ulusal bütünlüğünün sosyal anlamda parçalanması anlamına gelen cemaatçiliğin güçlenmesidir. Akrabalık, hemşerilik, etnik veya mezhepsel aidiyetler çevresinde kurulan dayanışma ağları ve bundan beslenen cemaatçi ilişkiler, sadece Irak’ta kalanlar için değil, Irak dışında kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışan göçmenler için de önemli bir dayanak haline gelmiştir. Ancak, mevcut kargaşa ortamında cemaatleşme ve adam kayırma güçlenerek “öteki”leştirme, birbirine güvensizlik ve düşmanlığa dönüşmüştür. 

Ve son olarak, göçün en ağır sonuçlarından biri Irak’ın yetişmiş insan birikimini kaybetmesidir. Iraklılar içinde eğitimli ve orta sınıf meslek sahibi kişiler gerek genel çatışma ortamı gerek doğrudan kendilerine yapılan tehditler yüzünden ülkeyi terk etmektedir. Irak’ın geleceği tartışılırken sıklıkla göz ardı edilen ve telafisi on yıllar sürecek bu “insan kapasitesi kaybı” Irak’ın yeniden inşası 
sürecinde en çok sıkıntı yaratacak unsurlardan bir olacaktır. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***