25 Mart 2021 Perşembe

KÜRT AÇILIMININ GİZLİ KODLARI

KÜRT AÇILIMININ GİZLİ KODLARI


28 Ekim 2009 
Yazar Mehmet DENİZ 


    Hakkâri Kazan Vadisinde öldürülen teröristlerin cenaze töreninde DTP milletvekilleri TSK’yı suçlayan konuşmalar yapıyor, PKK’lılar her tarafa saldırıp çevreye dehşet saçıyordu.
DTP'li Selahattin Demirtaş bir direniş'ten bahsediyordu. Hem de “tarihi direnişmiş. Bütün dünya görecekmiş.!” Yani açıkça devleti tehdit ediyordu.
AKP, bütün kurmaylarıyla bir açılım peşindeyken, DTP’liler, ateşle oynuyordu. Ve bu nasıl bir partidir ki her kafadan bir ses çıkıyordu. Çünkü bu fevri değil de kaynağı ve dayanağı olan bir lâftı ve plânlı ve programlı bir hareketi haber veriyor, düpedüz iç savaş çağrıları yapılıyordu. Hele bu laf, karizması olan, ciddi ve ağırbaşlı politikacı sanılan bir PKK’lıdan geliyorsa, üzerinde durup epey düşünmek gerekiyordu. Demirtaş, 10 DTP'linin tutuklanması üzerine bunları söylüyordu. Diyor ki: “Sizin katillerinizden korkmadığımızı bütün dünyaya göstereceğiz. Ne biçim lâf bu? TSK katil sayılıyordu. Bu memleket sahipsiz değil...

Bazılarında jeton da yeni yeni düşüyor: Biz dağdakileri indireceğiz derken, bağdakileri hiç hesaba katmadık. Dertleri üzüm yemek değil ki. Asıl felâket orada”[1] diye yakınıyordu.

DTP’nin PKK’lı Milletvekili Emine Ayna, Kuzey Irak’taki bir yayına verdiği demeçte:
“Demokratik açılım, başarısızlıkla sonuçlanır ve iktidar geri adım atarsa, bütün Türkiye savaş alanına dönüşecek, alt üst olacaktır. Sadece Kürt şehirleri değil, Türk şehirleri de kana bulanacaktır” şeklindeki tehditleri, hem DTP’lilerin kirli kanaat ve küstahlıklarını, hem de AKP’nin nasıl bir “Rus ruleti” oynadıklarını gösteriyordu. Çünkü Siyonist Yahudilerin güdümündeki NOBEL Barış Ödülü, “AKP’ye Kürt ve Ermeni açılımını dayatıp başarmasının” peşin rüşveti olarak Obama’ya veriliyordu!? Böylece şeytanın şebekesi artık çuvallamaktan da öte açıkça saçmalıyordu.
Bu arada Kuzey Iraklı Kürtler Fransa'dan silah istiyordu
Fransız Le Figaro gazetesi, Kuzey Irak'taki Kürt yetkililerin Bağdat'tan bağımsız bir şekilde Fransa ile askerî işbirliği talebinde bulunduklarını yazıyordu. Le Figaro'nun Ortadoğu uzmanı muhabiri Goerges Malbrunot'nun gazetenin internet sitesindeki blogunda kaleme aldığı makalede Kürt yetkililerin son aylarda bu yöndeki girişimlerini artırarak Paris'e yaklaşmaya çalıştığı belirtiliyordu. Paris ise Bağdat'taki merkezi hükümetle ilişkilerini bozmamak için Kürtlerin bu talebine şimdilik mesafeli duruyor. Makalede, Fransız bir diplomatın Le Figaro'ya yaptığı şu açıklamalara yer veriliyor: "Bizden askerî mühimmat ve adamlarının Fransa'da eğitilmesini istediler. Bunu Bağdat'taki merkezi hükümet aracılığıyla yapmalarını tavsiye ederek bütün taleplerini geri çeviriyoruz. (Fransa Dışişleri Bakanı) Bernard Kouchner'in Kürtlere yakınlığı ve Kürdistan'ın gelişimi için gösterdiği büyük ilgiden dolayı, bu talepler bizi zor durumda bırakıyor." Bir dönem Bağdat muhabirliği yapan ve 2004'te dört ay tutuklu kalan Fransız gazeteci, Paris'in Kuzey Irak yönetimi ile istihbarat paylaşımı yaptığı, "Kürt gerçeğini tanıdığını" fakat silahlanma ve petrol konusunda kesinlikle Bağdat'ı "kızdıracak" hiçbir girişimde bulunmak istemediğine dikkat çekiyordu. Bunun nedeni ise Fransa'nın Bağdat ile aylardır sürdürdüğü dev petrol ihalelerine ilişkin müzakereler. Fransa, 2007 yılında Erbil'e bir konsolosluk açılıyordu.[2] Bu haberi veren Zaman Gazetesinin hala Kürt Açılımını savunması ise, Fetullahçıların gaflet değil hıyanet içinde olduklarını gösteriyordu.
M. Ali Şahin: “Milletvekillerinin Meclis'ten götürülmesini TBMM'nin saygınlığı açısından doğru bulmam” diyordu: 
 Ankara, yeniden DTP'li milletvekillerinin yargılanması konusuna kilitleniyordu. DTP'li milletvekillerinin Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandıkları dava ile ilgili geçtiğimiz aylarda bir kriz yaşanmış ve vekillerin ifade vermek için Meclis'ten polis zoruyla götürülüp götürülemeyecekleri tartışılıyordu.  Mayıs ayındaki kriz, dönemin TBMM Başkanı Köksal Toptan'ın formülüyle erteleniyordu. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, Eşbaşkan Emine Ayna ve Grup Başkan Vekili Selahattin Demirtaş'ın da aralarında bulunduğu 5 vekilin çeşitli mahkemelerde yargılanması devam ediyordu. Bazıları 29 Eylül'deki duruşmaya katılmıyor, TC’ye meydan okuyordu. Bu nedenle konu yeniden gündemde. TBMM Başkanı M. Ali Şahin, önce "Milletvekillerinin Meclis'ten götürülmesi gibi bir şey söz konusu olabilir mi?" sorusu üzerine, "Onu, Meclis'in saygınlığı açısından doğru bulmam" diyor, ama zoru görünce her AKP’li gibi çark ediyordu.
Ermeni açılımında gurur kırıcı durum yaşanıyordu
Tam böyle bir süreçte Amerika’dan talimat alıp dönen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Ermeni açılımı konusundaki plan ve programlarını anlatıyordu. Bakan bu açılımın Türkiye ve bölgeye getireceği yararları sıralıyor, Türkiye’nin güçlü ve etkili ülke olması adına bu adımların atılması gerektiğini belirtiyordu. Bizim canımızı sıkan konu başka. Türkiye ile Ermenistan arasında yürütülecek görüşmelerde arabulucu olarak İsviçre görev yapacak deniyordu. İşte can sıkıcı ve hatta gurur kırıcı konu buydu. Çünkü İsviçre hatırlayacaksınız çıkardığı bir yasa ile “Ermeni soykırımı yoktur” diyenlere hapis cezası getiriyordu. Yani “batının saygın ülkesi” bir iddiaya karşı çıkmayı bile suç sayacak kadar Türkiye’ye düşmanlık yapıyordu.
Ve bu ülke şimdi Türkiye ile Ermenistan arasında arabulucuydu! Arabulucuya bakın ki daha baştan Türklerin Ermeni soykırımı yaptığına inanıyor ve bunun için son derece sert bir tavır da alıyordu.
Apo sürece katılmaya hazırlanıyordu
Hükümetin henüz içeriğini bilmediğimiz ama malum çevrelerden destek aldığı “akan kanı durdurmaya”(!) yönelik Kürt açılımı için bunca çaba harcanırken DTP milletvekillerinin kimi söz ve davranışları oldukça dikkat çekiyordu.
Kendilerine en fazla destek verenlerin bile “üslubunuzu biraz yumuşatın” uyarılarına kulak asmayan DTP milletvekilleri Kürt açılımı için yapılacak görüşmelerde Apo’nun muhatap alınmasını sağlamaya çalışıyordu.
Kabaca sanki şu söyleniyor: “Siz katil, terörist falan diyorsunuz ama Apo’dan iyisini de bulamazsınız. Hem onunla konuşmazsanız bölgeyi elinizde tutamazsınız. İyisi mi işi uzatmayın ve görüşmeleri Apo ile yapın” mesajı veriliyordu.
Açıkçası Selahattin Demirtaş’ın “nasıl bir tarihi direnişe geçeceğimizi görürsünüz” sözlerini başka türlü tercüme etmeye gerek yoktu.[3]
Apo gerçekten barış mı istiyordu?
Hatırlanacağı gibi Abdullah Öcalan 1992'de de bir ateşkes ilanıyla ayaklanma başlatmaya kalkışıyor, bugün AKP'nin açılımıyla paralel" bir biçimde "yol haritaları" açıklayarak "siyasal ayaklanmanın" düğmesine basıyordu. 16 yıl sonra Abdullah Öcalan'ın ve ABD'nin aynı oyunu yeniden sahneye koyduğu görülüyordu.
PKK lideri Abdullah Öcalan'ın "tek yanlı ateşkes" ilan ettiğini 18 Mart 1993 tarihli gazetelerde herkes okuyordu.
Bu teklifin gündeme gelmesinde rol oynayan esas faktörlerin anlaşılması için dört ana olgunun kavranması gerekir. Bunlardan birincisi bir örgütte lider durumda olan kişinin düşünsel yapısının belirlenmesidir. Bunun da en güvenilir yolu liderin yazılı ve sözlü beyanlarından yararlanmaktır. Apo'nun düşünsel yapısının belirleyici nitelikleri kendi sözlerinde aynen şöyle aktarılıyordu:
Lider örgütün kaderini kendisiyle birlikte görendir.
Marksist-Leninist ve Darwinist birisiyimdir.
Yalnız PKK değil, bütün Kürt halkının ezici çoğunluğu beni dinlemektedir
Bir Kürt milliyetçisi değilim.
Tanrıyı aşmış, şimdi bilimsel felsefeye ulaşmış bir kişiyimdir.
1979'da yurtdışına çıkışımın anlamını peygamberin Mekke'de sıkışmış durumuna benzetirim. Bir gün geçirirse imha edilecekti.
Kendimi İsa'nın barışçılığına ve Hıristiyan dünyasına daha yakın hissetmekteyim.
Bir kısmına maske giydirilmiş olsa bile gene de bu sözler, hayatında bir kez bile eline silah almamış, hiçbir büyük eylemin başında bulunmamış, deyim yerindeyse bir "bürokrat anarşist" niteliğini taşıyan Abdullah Öcalan'ın "narsist" eğilim sergilemesi yanında "diktacı tutuma" sahip bir “eşkıya başı” olduğu anlaşılıyordu.
APO diktatör gibi davranıyor, ama demokrasiden dem vuruyordu!
PKK’nın ana nitelikleri, yine Apo’nun beyanlarında şöyle sıralanıyordu:
Örgüt lideri, strateji ve taktikleri saptamalı, bütün emirleri vermeli ve günlük yönetimi elden bırakmamalıdır.
Örgütlenme kararı ile birlikte örgütün sadece Kürtlerden oluşacak bir Kürt milliyetçiliği örgütü değil, Türkleri de içine alan bir hareket olması sağlanmalıdır.
Örgüt Marksist-Leninist öğelerle mücadeleye hazırlanmalıdır.
Güçlü olabilmek için güçlü bir örgütlenme, güçlü bir liderlik, çok iyi silahlanmış askerlerimiz olmalıdır.
Partinin örgütlenmesi, merkez komiteye bağlanmalıdır.
Bu beyanlar da göstermektedir ki Apo, örgütü karşı konulmaz bir merkezi otorite ile bir diktatör gibi yönetmek sevdasındadır. PKK demokratik yapıdan tamamen uzaktır.
Bu saptamalar bizi, Apo'nun İsrail, ABD ve Celal Talabani dışında desteklenmediği ve dış politik arenada yalnızlığa itildiği sonucuna taşımaktadır.
İşte bu olumsuz şartlar ve başarısızlıklar onu eski düşmanları yeni dostları Celal Talabani, Mesut Barzani ve Kemal Burkay’ı arkasına alarak dünya kamuoyunun karşısına bir “barış havarisi” olarak çıkarmıştır. Apo bu konuda ABD’nin ve AB’nin de desteğini arkasına alacağından emin olarak son kozlarını oynamaktadır” diyen Erol Bilbilig haklıydı.
‘Dostlarımız’ zaten bilmiyor muydu?
'Kürt Açılımı' olarak başlayıp önce 'Demokratik Açılım' sonra da 'Milli Birlik Projesi' adını alan açılım bir türlü açılamıyordu. Ama Başbakan Erdoğan ABD’ye yaptığı resmi ziyaret vesilesiyle projeyi 'dostlarımız' ile ele alabileceğini söylüyordu.
Yani Ankara'da milli irade kavramı ile sıklıkla sözü edilen Meclis'in haberi olmadan proje Amerikalılara anlatılıyordu. Daha doğrusu talimat alınıyordu. Oysa AKP’nin “tarihi fırsat” lafları ile kamuoyuna satmakta çok zorlandığı projenin aslında 2003 yılında Amerika'nın Irak'ı işgali ile başlayan sürecin bir parçası olduğu anlaşılıyordu. Dolayısıyla biz mi 'Dostlarımızı' bilgilendiriyoruz yoksa 'Dostlarımız' bize talimat mı gönderiyor sorusunun cevabı henüz yanıtsız bulunuyordu. Irak'ın Sünni ve Şii Araplar arasında kapsamlı bir çatışma çıkarılarak, karşılıklı kitlesel kıyımlar sonucu Araplar arasında iki parçaya bölünmesi isteniyordu. Bu sebeple her yönüyle tahrik kokan pek çok eylemin yapıldığı ve bunların sonucunda bazı bölgelerde kısmi çatışmalar yaşandığını konuyu az veya çok takip edenler hatırlıyordu.
Ancak Allah'tan bu eylemler ve çatışmalar örneklerini daha önce Yugoslavya'da gördüğümüz türden kapsamlı çatışmalara ve kitlesel kıyımlara dönüşmüyordu. Yıllar içerisinde Amerika'nın niyetleri belirginleştikçe de, Araplar arasındaki birliktelik önem kazanıyordu. Son birkaç yıl içinde yaşananlar Arapların tümüyle birleştiklerini ve Amerika'nın ülkelerinden çekilmesini istediklerini ortaya koymuştu. Eğer Araplar birbirlerini doğrayarak Irak'ın ikiye bölünmesinin önünü açmış olsalardı, kuzeydeki Barzani ve Talabani ikilisinin işi kolaylaşacaktı. Onlar da Arap olmadıklarını söyleyecekler, her iki Arap topluluğunun da şeriat istediğini öne sürecekler ve kendilerinin bu topluluklarla bir arada kalamayacaklarını ifade ederek devletleşme yönündeki çabalarını bağımsızlığa taşıyacaklardı. Ancak olmadı. Şimdilerde gerek Sünni gerekse Şii Araplar Irak'ta öldürülen her Arap insanının, tecavüze uğrayan her kadının sorumlusu olarak bu ikiliyi görüyorlardı. Batılı gazetelerin sürekli olarak Irak'ta bir Arap-Kürt çatışmasından bahsetmekte olmaları boşuna mıydı?
Obama'nın takvimine göre çekilme 2010 yılının ortalarında tamamlanacaktı. ABD şimdilerde çekilmeyi öne aldı. Amerikan kuvvetlerinin büyük bir kısmı 2010 yılı başlarında Irak'tan çekilmiş olacak. Ne hikmettir ki, bizim 'açılım' fikri de yılbaşına kadar mühleti vardı.
Mesele açık: Kuzeydeki bu kukla veya korsan devleti koruma ve kollama altına almak lazımdı. Böyle bir devlet Türkiye, İran, Suriye ve diğer Arap devletlerinin muhalefetine rağmen ayakta kalamazdı.
O halde Türkiye'yi bu devlete koruyucu yapmak lazımdı. Ama bu arada bu kukla devletin adeta bir habis ur gibi Türkiye içerisinde genişlemesinin önünü açacak şekilde ülkemizin anayasal yapısının değiştirilmesi şarttı. Türkiye milli devlet yapısından çıkacak, bir tür federasyona dönüşecek ve kukla devlet ile bir konfederasyon yapacaktı. Irkçı Kürtçülerin bahsettiği Iğdır'dan Sivas'a ve oradan da Mersin'e uzanacak hattı kukla devletin genişlemesi için uygulama sahasına çevirmek mümkün olacaktı. On yıl sonra da o kukla devlet epeyce semirtmiş ve gürbüzleşmiş bir şekilde Türkiye'den ayrılacaktı. Bu projeyi sizce bizim hükümet hazırlayıp Amerika'daki 'Dostlarımıza' mı anlatmıştı, yoksa oradan en son ayrıntıları ve talimatları mı almıştı?
Pazarlama haberleri yapılıyordu
21 Ağustos 2009 BCC World televizyonunun ana haber bültenlerinde rastladığım bir haber oldukça dikkat çekiyordu. Çünkü BBC World televizyonunun standartlarına göre oldukça uzun denilebilecek olan bu haber tamamen 'alakasız' (out of context) bir şekilde sunuluyordu. Zorlama olduğu açıktı. Dış güçlerin Türkiye'yi içine sürüklemek istedikleri girdabın boyutlarına ve içeriğine dair ipuçları veriyordu.
Bağdat'ta son zamanlarda yaşanan şiddet eylemlerinden yarım cümle ile bahsettikten sonra 'ama ülkenin her tarafı öyle değil' denilerek 'Irak Kürdistanı' olarak başlanan (Iraqi Kurdistan), sonra 'Kürdistan' diye ısrarla ifade edilen bölgenin istikrar ve demokrasi içinde kalkınmakta olduğundan dem vuruluyordu. Bölgeden olduğu intibaı veren bir muhabir 'ülkenin' başkentinden bildiriyor ve nasıl bir hoşgörü merkezi olduğunu ballandırarak anlatıyordu.
Hıristiyanlarla Müslümanlar uyum ve barış içerisinde yaşıyorlarmış. Özellikle Hıristiyanlara gösterilen tolerans bu bölgede rastlanılmayan cinstenmiş. Mesela Hıristiyanlar içki satan dükkânların sahipleriymiş ama Müslümanlar da gayet rahat bir şekilde gelip içkilerini alarak tüketiyorlarmış. Böyle bir durum İslam dünyasında pek görülmeyen bir şeymiş. Vurgulanmak istenen birinci nokta buydu.
Ayrıca bölge hızlı bir kalkınma hamlesi içindeymiş. Buna dair gösterilen resimler yollardaki arabalar idi. Mesela kayda değer fabrika vs. görülmüyordu ama BBC her halükarda bölgenin hızla kalkınmakta olduğuna karar vermişti.
Diğer husus ise özgürlükler ve demokrasi idi. Konuşturulan birkaç kişi ısrarla bu konunun altını çizdiler. Özgür ve demokratik bir ülkede ve istikrar içinde yaşamakta olmanın hazzını anlattılar.
Bu iddiaların hiç birisinin doğru olmadığını söylemeye bile gerek yok. Eğer nüfusunun büyük bir kısmının Müslüman olduğu bir ülkede içki satılması büyük bir medeniyet göstergesi anlamına geliyorsa, o zaman Türkiye listenin başında olmalıydı. Üstelik buradaki dükkânların sahipleri de Müslüman’dı. Psikolojik harekât derken medeniyet ölçütlerinin nasıl çarpıtıldığı sırıtmaktaydı. Eğer bu bir ölçüt ise o zaman Saddam Hüseyin'i niye devirmiştiniz diye sormak lazımdı zira Saddam zamanında içki tüketimi daha rahattı.
Irak'ın diğer bölgeleriyle kuzeyinin bu kadar farklılaştığını anlatmaya çalışan bu haberin Irak'ı ikiye bölme projesiyle ilgisi olduğu açıktı. Amerikan askerlerinin çekilmesini beklerken birilerinin Bağdat'ta yeniden bombalarla harekete geçmesi de ilginç değil mi? ABD Genelkurmay Başkanı Mullen'ın, “bu eylemlerin yeni bir mezhep savaşı dalgası olabileceğine” dair açıklamaları da enteresandı. Bu arada kuzey bölgesinin reklâmı, Türkiye'ye yapılacak eklemleme işlemiyle tam örtüşüyordu. Ve bütün bunlar ortadayken hâlâ Türkiye'deki açılımın yerli ve milli bir proje olduğuna inanmamız bekleniyordu. [4]
Demokratikleşme bahanesiyle ülkemiz dağıtılıyordu!
Biz inisiyatifin İçişleri Bakanlığı’nda olacağını sanıyorduk. Anlaşılan bizzat yapmak yerine taşeronlara havale etmişler.
O yüzden “Kürt Açılımı” denen girişimin, “görüş dinleme” işini Polis Akademisi’ne bağlı Uluslararası Terörizm ve Sınır aşan Suçlar Araştırma Merkezi ile (UTSAM) Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) üstlenmiş.
Toplantının ilk oturumunda anlaşılan "usul/metot" meselesi konuşulmuş. İkincisinde "Demokratikleşme paketinde neler olmalı?" sorusuna yanıt arayışı varmış.
Kimin ne dediğini -en azından bu satırların yazıldığı sırada- bilmiyoruz ama toplantıyı düzenleyenlerin hemen hemen hep aynı havayı çalan "ver kurtul"cuları dinlemek istediğini anlıyoruz. Doğrusu Demokratik Toplum Partisi (DTP) ileri gelenleriyle Abdullah Öcalan’ın avukatlarını da çağırsalardı, öyle fazla vakit kaybetmeden "demokratik çözüm"ü bulur ortaya koyarlardı.
Tamam, "demokratikleşelim" ama bunu yapmak için DTP’nin istediği gibi söze "Türkiye’de iki ayrı halkın" var olduğunu kabul ederek mi başlayalım?
DTP’nin, -bir büyük iftiradan çekinmeksizin- bugünün Türkiye’sinde, "askeri, idari ve yargısal devlet örgütlenmesinin tamamında Türk etnisitesini esas alan bir anlayışın hakim kılındığı" iddialarını mı yutalım?
DTP hem "ülke bütünlüğünü" (ulus ve devlet bütünlüğünden söz etmeksizin) koruyan öneriler getirdiğini söylüyor, hem de buna kanıt olsun diye "Bayrak" ve "Resmi Dil"in Türkçe olmasını, (Türk ulusu yerine) Türkiye ulusu kavramının kullanılmasını, ayrıca Türkiye’yi 20-25 bölgeye ayırıp, her bölgenin kendi renkleri ve sembolleri ile yönetilmesini" öneriyor.
Bu önerinin Türkiye’nin bütünlüğünü korumayı gerçekten istediğine mi inanalım?
Eğer ona inanırsak, "eğitim, sağlık, kültür, sosyal hizmetler, tarım, denizcilik, sanayi, imar, çevre, turizm, telekomünikasyon, sosyal güvenlik, kadın, gençlik, spor gibi hizmetleri bölge yönetimine" bırakan, Ankara’ya da "Sen sadece dışişleri, maliye, savunma konularına bak" diyen, "emniyet ve adalet konularında da işbirliği yapmaya" lütfen razı olan öneriyi mi alkışlayalım?
DTP’liler "Bu yapı federalizmi ya da etnisiteye dayalı özerkliği ifade etmez" diyorlar.
(Kendilerini akıllı, başkalarını aptal sanıp sanmadıklarını sormayıp devam edelim.)
"Türkçe resmi dil olmakla beraber, diğer dillerin bölgelerin çıkarılacak demografik yapısı da dikkate alınarak, kamusal alanda da eğitim dili olarak kullanılabilmesi anayasal güvence altına alınmalı" diyorlar.
Ayrıca insanların "Kendi kimliği ile siyaset yapma hakkı" tanınsın, yani siz "Kürtlerin, ben Lazların, öteki Çerkezlerin, dördüncüsü Gürcülerin, beşincisi Abazaların temsilcisi olsun" diyorlar.
Ne dersiniz? Geriye ne kaldı diye sormayalım mı?” diye sızlanan Oktay Ekşi bile akıllanmıştı!..
Kürt açılımı ve anayasal sınırlar
Anayasa Mahkemesi Eski Genel Sekreteri Sn. Bülent Serim çok önemli saptama ve uyarılarda bulunmaktadır:
DTP’lilerin: "Bana Barzani modeli bir federasyon deseler kabul etmem; Kürtler demokratik bir ulus olarak varlık kazanacak; Kendi sporunu, eğitimini, dini örgütlenmelerini, meclisini, belediyelerini kendisi yapacak; hatta kendi öz savunması, ihtilafları çözecek bir savunma gücü olacak" biçimindeki söylem ve istemler, "Kürt ulusu" deyişine anayasada yer verilmesi ya da "Türk/Türklük" sözcüklerinin Anayasa'dan çıkarılması, Kürtçe eğitim yapılması, meclise, belediyelere, savunma gücüne sahip bir "Kürt özerk bölgesi" oluşturulması anlamına gelmektedir. Bu istemler federasyondan daha ileri içerik taşımakta; daha açık anlatımıyla Türkiye'ye "ortak olmayı" kapsamaktadır. Tüm bunların üniter devlet yapısı içinde gerçekleştirilemeyeceği bilindiği için de, Anayasa'nın "tekçi zihniyet "ten arındırılması önerilmektedir.
Bu istemler, Anayasa’ya da yansımış olan Atatürk milliyetçiliğine ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş temel ilkelerine ne derece uygun düşmektedir ya da istemlerin karşılanabilmesi için Anayasa'da değişiklik yapılabilir mi, bunun irdelenmesi gerekmektedir.
Anayasa'nın bağlayıcılığı ve devletin görevi
Anayasa'nın başlangıcında, bu Anayasa'nın yüce "Türk Devleti'nin bölünmez bütünlüğünü" belirlediği, hiçbir etkinliğin "Türk ulusal çıkarları, Türk varlığı, devleti ve ülkesiyle bölünmezliği" esası karşısında koruma göremeyeceği belirtilmiş; 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan bir devlet olduğu vurgulanmış;  3. maddesinde de, "Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir." denilmiştir. Anayasa koyucu bununla da kalmamış, 5. maddede, Devlet'e, Türk ulusunun bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini korumak temel amaç ve görevini vermiştir.
Anayasa'nın 11. maddesinde, Anayasa hükümlerinin, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiştir. Anayasa'nın bağlayıcılığı ve 5. madde ile Devlet'e verilen görev nedeniyle, yasama ve yürütme organlarının "açılım" sırasında anayasal sınırları çok iyi değerlendirmeleri gerekmektedir.
Üstelik Anayasa'nın 4. maddesinde, 2. maddedeki Cumhuriyet'in nitelikleri ile 3. madde hükümlerinin değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif bile edilemeyeceği kuralının da bağlayıcılığı düşünülürse, yasama ve yürütme organlarının, "açılım" konusundaki hareket alanlarının oldukça dar olduğu anlaşılacaktır. Bu alanın çerçevesini belirlemek için anayasal kurallara bakmak yeterlidir.
Üniter devlet yapısı nedir
Anayasa'nın başlangıcı ile 3. maddesindeki kurallar, Anayasa'da, "Kurucu İrade"ye uygun olarak üniter devlet yapısının kabul edildiğini göstermektedir. Bu durumda, "üniter devlet yapısı nedir?" sorusunun yanıtlanması ve bu yapının değiştirilip değiştirilemeyeceğinin incelenmesi gerekir.
Anayasa'nın başlangıcı ile 3. maddesinde öngörülen üniter devlet, ülke ve ulus bütünlüğünü içermekte ve "tek devlet, tek ülke ve tek ulus" anlamına gelmektedir. Bunu milli siyaset alanında sağlayacak olan, adı konulmuş tek ulus ve ulusal birliğin temel etkeni olan tek dildir. Ulusal birliğin sağlanması ve tek dilin toplumda birleştirici olabilmesi için de, "devlet diliyle" yani tek dilde eğitim zorunludur. Yakın tarih, eğitimde dil çeşitliliğinin ulus ve ülke bütünlüğüne verdiği zararın örnekleriyle doludur.
Bunun içindir ki, başlangıçta ve 3. maddede yer verilen temel ilkeleri tamamlayacak biçimde, Anayasa'nın 66. maddesinde, "Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk'tür" denilerek, "Türk Devleti" yurttaşlarının ulusal kimliğinin adının "Türk Ulusu" olduğu vurgulanmıştır. Maddeden de anlaşılacağı gibi, "Türk Ulusu" kavramı, kökeni ne olursa olsun tüm yurttaşları kapsayan bir üst kimlik olarak öngörülmüştür. Siyasal açıdan üst kimlik, farklı" etnik gruplara mensup kişilerin yurttaşlık bilinciyle benimsedikleri "ulusal kimlik"tir ki, Anayasa'da öngörülen de budur.
Anayasa'nın 3. maddesinde ise, Devlet dilinin (resmi dilin) "Türkçe" olduğu belirtilmiş; buna uygun olarak ve bunu tamamlayacak biçimde, 42. maddede de, Türkçe'den başka hiçbir dilin, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk yurttaşlarına "ana dilleri" olarak okutulamayacağı açık ve net biçimde kurala bağlanmıştır. Bunun hiçbir istisnası yoktur. 42. maddedeki istisna "yabancı dil" ile ilgilidir. Maddeye göre, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk yurttaşlarına yabancı dil öğretilmesi ya da yabancı dille eğitim öğretim yapılması olanaklıdır ve bu konu yasayla düzenlenmelidir. Bu aşamada şu değerlendirmeyi yapmak gerekir ki; ulusal kimlik, ulusal dil ve eğitim dili ile ilgili değişiklikler, üniter devlet yapısını doğrudan etkileyecek düzenlemeler olacaktır.

 [1] Rauf Tamer / Posta
[2] 15 Eylül 2009 / zaman
[3] Can Ataklı / Vatan
[4] Hasan Ünal / Milli Gazete


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder