Halep etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Halep etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ocak 2021 Pazar

ÇÖZÜM SÜRECİNİ CANLANDIRMAK IŞİD'İN HALEP HESAPLARI

ÇÖZÜM SÜRECİNİ CANLANDIRMAK IŞİD'İN HALEP HESAPLARI

 
ÇÖZÜM SÜRECİNİ CANLANDIRMAK, IŞİD'İN HALEP HESAPLARI, Feyzi Çelik, ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ,  KÜRDİSTAN, Kobani, IŞİD, Afrin, Erbil, Musul, Halep,


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
02.11.2014 

1 Kasım Kobani Günü etkinliklerinde olay çıkmamış olması, tesadüfi bir durum değildir. Hükümet ve HDP arasında bu konuda yapılan görüşmeler olayların çıkmamasını sağlamış olabilir. Nitekim, hemen ardından HDP, çözüm sürecinin devamı için hükümete çağrı yapacağını duyurdu. Ancak ortalık o kadar da uygun görülmüyor. HDP ve hükümet karşılıklı olarak birbirini suçlamaya devam ediyor. KCK de yaptığı açıklamada "AKP’nin tekçi, üstenci, hegemonik zihniyeti tam da oligarşik-faşist bir nitelik kazanmıştır." Diyerek AKP'ye bakış açısını ortaya koymuştur. Erdoğan ve Davutoğlu da HDP'ye yönelik ağır suçlama ve tehditlerine devam etmektedir. Tam ortamın biraz yumuşadığının işaretlerinin görüldüğü bir anda CB Erdoğan'ın HDP'yi kast ederek "Sabrın sınırı aşılırsa olabilecekleri aklımından geçirmek istemiyorum” demiş olması, Kobani'nin bahane edildiğini söylemeye devam etmiş olması nedeniyle HDP'nin çağrısının ne kadar etkili olabileceği konusunda soru işaretleri olmaya devam etmektedir. Bu şartlarda çözüm süreci devam edebilir mi?
6-8 Ekim Kobani protesto eylemlerinden sonra hükümet köklü bir güvenlik paketiyle ortaya çıktı. HSYK seçimlerinin hükümete yakın grubun başarısıyla sonuçlanmasından da cesaret alan hükümet yasal değişikliklerden önce soruşturmaları yürüten savcı ve hakimlere TV aracılığıyla uyarılar yaptı. Bu uyarısında 6-8 Ekim olaylarında eylemcileri serbest bırakan hakim ve savcıları işaretlediklerini söyledi. Bu açıklamadan sonra kitlesel tutuklamalar başladı. İncelemelerin devam ettiği adı altında bu tutuklamalar devam ediyor. Bir aylık süre içinde 500'e yakın tutuklama oldu. Bu sayının artması bizzat Davutoğlu'nun talimatı ile olmuştur. Bana göre, hükümete çağrı yapılırken bu hususun mutlaka dile getirilmesi gerekiyor. Aksi durumda bu tutukluların ve ailelerin baskılarıyla birlikte hükümetin bu tutuklulara rehine muamelesi yapacağı, daha önceki KCK davalarıyla ortadadır. Halen binlerce KCK sanığı ağır ceza alma tehlikesi altındadır. Yine güvenlik paketi, hükümetin kamu düzenini bir silah gibi kullanarak Kürt siyasetinin demokratik eylemlerini engelleme anlayışı, MGK'dan sonra özel yetkili mahkemelerin yeniden kurulmasını ön gören kanun teklifinin TBMM'ne sunulmuş olması, hükümetin sertleşmesinin artıracağını göstermişken, HDP'nin alelacele çözüme devam mesajı vermeye hazırlanması çelişkili gibi görünse de bu konuda Öcalan'dan gelen bir talep de olabilir. Yukarıda KCK'nin AKP'yi "faşistlikle" suçlaması karşısında bunun nasıl olabileceğini belirsizleşmektedir. Diyarbakır'da hakim ve savcılara yönelik suikast yapılacağı konusundaki iddialar da geçmişte bir generalin "hakimlerin uyanık olmaları için yakındaki yerlerde bomba patlattıkları" itirafını akla getiriyor. Mardin'de bir Ağır Ceza Mahkemesinin PYD'li birine 7,5 yıl hapis cezası vermesiyle birlikte ele alındığında her bir ağır ceza mahkemesinin özel yetkili/DGM'ye dönüşebileceğini göstermektedir. 

ERDOĞAN'IN HALEP'LE İLGİLİ SÖYLEDİKLERİ VE GÜVENLİ BÖLGE TALEBİ

Erdoğan'a yeniden dönecek olursak, Erdoğan'ın Fransa dönüşünde uçakta "Suriye’de şu anda Halep de tehlikede. Ama bunlar Halep’i bir kenara koymuşlar, varsa yoksa Kobani diyorlar.” Sözleri üzerinde durulmalıdır. Bilindiği gibi Rojava'nın üç kantonundan biri olan Afrin, Halep'e komşudur. Suriye'nin Musul'u olarak da tanımlanan Halep'in IŞİD'in kontrolüne geçmesi halinde, Kobani'ye benzer tehlikenin Afrin'i beklemektedir. 
Türkiye'nin Halep'in düşebileceğini söylemiş olması, Türkiye'nin "tampon bölge/güvenli bölge" siyasetini Batılı devletlere dayattığını göstermektedir. Erdoğan'ın Halep'in düşebileceğini Fransa dönüşünde dile getirmesi, Erdoğan'ın bu görüşünü Fransa'ya söylediğini göstermektedir. 
Bazı ekonomik ve ticari anlaşmalarında görüşüldüğü bu ziyaretten Türkiye'nin güvenli bölge taleplerinin kabul edilebileceğini göstermektedir. Kürt siyaseti açısından burada önemli olan husus, Türkiye'nin güvenli bölge talebinin nasıl karşılanacağıdır. Her şeyden önce 1.7 Milyon Suriyeliyi barındıran Türkiye'nin bu Suriyelileri ne yapacağı başlı başına bir sorundur. En son 180 bin Kobani'linin de geldiği dikkate alındığında Kobani'nin durumu dahi Kürt siyasetinin Türkiye'nin güvenli bölge siyasetine karşı duruşunu zorlamaktadır. 

CB Erdoğan, Güvenli bölgenin Irak'ı da kapsayacak şekilde genişlemesini istemektedir. Erbil ve Musul'u da içine alacak bu bölge Halep'e kadar uzanmaktadır. 

Erdoğan'ın amacı Türkiye'deki Suriyelilere yerleşim birimlerini oluşturmaktır. Türkiye'nin Suriyeli mültecilere özgü kimlik verme konusundaki çalışması ve 
çalışma koşullarında serbestlik getireceğini söylemiş olması da bununla bağlantılıdır. Her üç Rojava kantonunu kapsamış olsa da bu güvenli bölgenin 
Tel Abyad'dan Halep'e kadar düşünüldüğü söylenebilir. Bu düşüncenin temel mantığında Cizire Kantonunun Güney Kürdistan'ına bağlanmasıdır. 

Ciziri'den Halep'e kadar olan bölgelerde ileride yapılacak oldu bitiyle Türkiye'ye katılımın sağlanacağı da Türkiye tarafından düşünülmektedir. 

    Bu nedenle, Kürt siyaseti bakımından Kobani'de yaşananlardan ders çıkartılmalıdır. Tehlike Afrin'in sınırlarına dayanırsa şimdiden düşünme zamanıdır. 
Afrin'de Türkiye'ye Kobani gibi göç olursa ne olacak, Kürtler'in gücü Afrin'i de Stalingrad yapmaya yetecek mi? Anlaşılan Türkiye IŞİD hançerini Afrin'e de 
göstermiş durumda. Bakalım ne olacak? Gerek hükümet gerekse HDP birinin diğerinin yerine getiremeyeceği şartlar ileri sürerse diyalogun sürmeyeceği açıktır. 

   Hükümetin "kamu düzenini" ön şart koyması gibi şartlar ileri sürüp, diyalogun ondan sonra olacağı şeklindeki dayatmalarla çözüme gidilmeyeceğinin bilinmesi 
gerekiyor. 

***

10 Şubat 2018 Cumartesi

RUSYANIN SURİYE MÜDAHALESİNDE ÖZEL ASKERÎ ŞİRKETLERİN ROLÜ BÖLÜM 2

RUSYANIN SURİYE MÜDAHALESİNDE ÖZEL ASKERÎ ŞİRKETLERİN ROLÜ BÖLÜM 2







RSB Grup 
Rusya Güvenlik Sistemleri (RSB) Grubu 2011’de kurulmuştur. 

Şirketin başkanlığını eski Rusya Federal Güvenlik Servisi (FSB) görevlisi olan Oleg Krinitsin yapmaktadır.14 

Şirketin kurucuları arasında Rusya Sınır Servisi’nden emekli askerlerin yer aldığı kaydedilmektedir. Şirketin sunduğu hizmetler arasında uzun deniz seferlerinin 
güvenliğinin sağlanması, karada nakliye işlemlerinin güvenliğinin tesisi, eğitim, istihbarat analizi, teknik koruma ve mayın temizleme hizmetlerinin yer 
aldığı belirtilmektedir.15 

Şirket Somali’de 10’dan fazla Rus ve yabancı uyruklu geminin güvenliğini sağlamıştır. Bunun dışında Ürdün, Mısır, Sri Lanka ve Güney Afrika’da da benzer hizmetler sunduğu belirtilmektedir. Şirketin denizlerdeki ticari ve resmî gemilere güvenlik sağlayan personelinin eski Rus özel kuvvetleri çalışanları olduğuna dair bilgi resmî internet sitesinde mevcuttur. 
Gemilerin güvenliğinin sağlanması dışında petrol ve gaz platformlarının güvenliğinin sağlanması da şirketi hizmet alanları içine girmektedir.16 

RSB Grup’un bir başka çalışma alanı ise karada büyük nakliyelerin güvenliğini sağlamaktır. Bu noktada ise Irak’ta çeşitli tır konvoylarına güvenli sağladığı kaydedilmekle birlikte, Bağdat’taki Rus Büyükelçiliği’nin güvenliğinin sağlanması noktasında da faaliyet göstermektedir. 

Suriye özelinde şirketin karada operasyonlara katılan askerî gücü olduğuna dair bir veri bulunmamaktadır. Ancak farklı kaynaklarda Suriye’ye giden 
Rusya bandıralı gemilerin ve Rusya’nın kontrolündeki tesislerin güvenliği noktasında görev aldıklarına dair bilgiler yer almaktadır.17 



Moran Güvenlik Grubu: 

Moran Güvenlik Grubu (MSG), 1999 yılında kurulmuştur. Şirketin başkanlığını Rusya Deniz Kuvvetlerinde uzun yıllar görev yapmış ve 8 başarı madalyasına 
sahip İgor Nikov ve yine Rusya Deniz Kuvvetlerinde çalışmış ve 9 madalyaya sahip Sergey Emelin yürütmektedir. Şirketin sunduğu hizmetler arasında 
denizlerde gemi taşımacılığı güvenliği, karada ise önemli tesisler ve konvoy güvenliğinin sağlanması yer almaktadır. Bununla birlikte kurtarma ve danışmanlık hizmetleri de şirketin görev tanımı içine girmektedir. 

Şirket ilk sınıraşan görevini 1991-2001 yılları arasında Birleşik Arap Emirlikleri’nde ifa etmiştir. Sudanlı milliyetçi gruplar tarafından kaçırılan bir gemi, sahibinin talebi üzerine kurtarılmıştır. Yine aynı bölgede 20 petrol tankerinin Irak-Birleşik Arap Emirlikleri-Hürmüz Boğazı-Aden Körfezi-Güney Avrupa hattında güvenli ulaşımının 
sağlanması temin edilmiştir. 

Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Irak’ta çok sayıda görev üslenmiştir. Bu kapsamda Irak’ın farklı bölgelerinde 2004 yılı içinde 6 farklı koruma görevini yerine getirmiştir. 

Bu görevlerden bazıları şunlardır: 

• Zaho’dan Bağdat’taki Ulaştırma Bakanlığı’na gidecek olan 70 tırlık bir konvoyun güvenliğini sağlama. 
• Tikrit yakınlarındaki bir petrol sahasına bazı ekipmanların ulaştırılmasına eşlik ederek olası saldırılara karşı bölgedeki güvenliği tesis etme. 

<  Suriye savaşında öne çıkanlar; 
PMC Wagner, 
Moran Güvenlik Grubu, 
Slavonic Corps, 
Antiterör Güvenlik Şirketi, 
RSB Grup ve 
Redut Özel Birliği’dir. >


• Kara-tepe bölgesine petrol-delme ekipmanlarının ulaştırılması. 
• Basra-Kerbela arasındaki 2. stratejik boru hattı projesinin analizi. 
• Zakha-Kerkük-Bağdat-Basra arasında 90 tırlık bir konvoyun güvenliği.18 

MSG Irak’ın dışında Nijerya, Kenya ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yerel güvenlik güçlerini eğiterek, VIP koruma hizmetinde bulunmuştur. 

MSG, Suriye kapsamında Rusya’dan Tartus’a gelen askerî gemilerin güvenliğini sağlamakla birlikte, üsteki bazı güvenlik noktalarında da görev yapmaktadır.19 



PMC Wagner 

PMC Wagner Suriye’de görev yapan Rus özel askerî şirketler arasında en fazla adı zikredilen şirket olma özelliğine sahiptir. Şirketin kuruluş tarihine dair 
net bir bilgi yoktur. Kurucuları arasında 2013’e kadar Pskov 2. Özel Birlik Tugayı’nda görevli olan Yarbay Dmitriy Utkin bulunmaktadır. Krasnodar 
Kray bölgesi Molkino köyünde kamp merkezi bulunan Wagner ile aynı bölgede Rusya ordusuna ait 10. Askeri Tugayı yer almaktadır. 
Suriye’ye giden Rus savaşçıların bir bölümünün, adı geçen köye 200 km uzaklıktaki Primorsko Havaalanı’ndan götürüldüğü kaydedilmektedir.20 
“Wagner” elemanlarının büyük çoğunluğu Suriye’de savaşmaktadır. Suriye savaşına dair yayın yapan Rusça haber sitelerinde Suriye’den Sivastopol’e 
cesetler geldiği ve bunların Wagner elemanı olduğuna dair geniş bilgiler yer almaktadır. Örneğin 24 Eylül 2015’te 10, 20 Ekim 2015’te ise 26 cesetin 
Sivastopol Limanı’na gemilerle geldiği kaydedilmektedir.21 

Petersburg merkezli Fon-tanka haber sitesinde görevli gazeteci Denis Korotkov’a göre, Wagner’in bünyesinde bine yakın personel görev yapmaktadır. 
Doğu Ukrayna’da da savaşan Wagner elemanlarının, Rusya’nın askerî müdahalesiyle birlikte Suriye’ye kaydırılmaya başlandığına dair bilgiler 
bulunmaktadır. Özellikle Doğu Ukrayna’daki Luhansk’ta bir ağaca asılmış olan ilanlar, durumun daha da somutlaşmasını sağlamaktadır. 



Tablo 3: PMC Wagner Kurucusu Dmitriy Utkin (En Sağda) Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile birlikte 

Söz konusu ilanda “Neden Suriye’de savaşmak daha iyi” sorusu sorulmakta, cevaplarda ise “Donbas’ta savaşan bir kişinin 15 bin ruble kazandığı, 
ancak Suriye’de savaşan birinin 200 bin ruble kazandığı” kıyaslamasına yer verilmektedir.22 

Dikkat çekici diğer bir nokta ise Suriye’de savaşan birinin statü olarak daha yukarıda ve alacağı madalyaların daha üst düzey olduğunun belirtilmesidir. 
Son kıyaslama ise karşılaştırmayı ideolojik bir boyuta taşımaktadır. “Düşmanınız kim” sorusuna Donbass bölgesi için verilen cevapta “ Ortodoks kardeşleriniz ” 
yazarken, Suriye için verilen cevapta ise “ İslamcılar ” ifadesi yer almaktadır.23 

Diğer taraftan Dmitriy Utkin 9 Aralık 2016’da Kremlin’de düzenlenen Anavatan Kahramanları Günü resepsiyonuna katılarak Rusya Devlet Başkanı 
Vladimir Putin tarafından cesaretinden dolayı madalyaya layık görülmesi, Wagner ile Rusya resmî organları arasındaki bağlantı açısından önemli bir 
gösterge olarak kabul edilmektedir.24 



Slav-Corpus: 

SlavCorps Suriye’de 

Wagner ile birlikte aktif faaliyet gösteren özel askerî şirketler arasında öne çıkmaktadır. Şirketin resmî internet sitesi bulunmamaktadır. 
Bu nedenle kuruluş tarihine dair net bilgi yoktur. Çalışanlarının tamamı profesyonellerden oluşurken, Afganistan, Irak, Afrika, Tacikistan, Kuzey Kafkasya ve Sırbistan’da daha önceden görev yapmış kişiler, şirket bünyesine daha kolay katılma imkânına sahiptir. 

Şirketin 2013’ten itibaren Suriye topraklarında faaliyet gösterdiği açık kaynaklarda yer almaktadır. Şirkete bağlı silahlı güçlerin özellikle Palmira ve 
Halep’teki çatışmalara dâhil oldukları belirtilmektedir. DerZor’un doğusundaki petrol kuyularının güvenliği de uzun bir dönem söz konusu şirketin çalışanları 
tarafından sağlanmıştır. 

Burada dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta ise tıpkı Wagner gibi SlavCorps’un da önce Doğu Ukrayna’daki savaşta yer almasıdır. İki şirket çalışanları da buradan Suriye’ye geçerek Rusya’nın çıkarları doğrultusunda görev almışlardır. 

Ancak şirketin sahadaki operasyonlarda ilk yer almaya başladığı dönemde basına da yansıyan bazı sıkıntılar yaşanmıştır. Humus’ta 267 şirket savaşçısı 6 bine yakın muhalif tarafından çevrilince araçlarına binerek kaçmak zorunda kalmıştır. Bu olayın ardından Latakya üzerinden Rusya’ya dönen paralı savaşçılar Moskova’da tutuklanmıştır. Grubun liderleri arasında yer alan Vadim Gusev ve Evgeniy Sidorov da bu kapsamda içeri alınmıştır.25 

Rusya’nın söz konusu şirket çalışanlarını Suriye’de kullanmasına rağmen geri döndüklerinde tutuklaması, iki ihtimali gündeme getirebilir. Birncisi 
sahadaki gruplarla FSB arasında bir uyumsuzluk yaşanmış olmasıdır. İkinci ihtimal ise Rusya uluslararası kamuoyuna, “Devlet olarak bu grupları tanımıyorum ve arkasında değilim” mesajı vermiş olabilir. Bu noktada Rusya Savunma Bakanlığı içinde de özel askerî şirketlere karşı bir direnç olduğunu eklemek faydalı olacaktır. 

3. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

28 Eylül 2017 Perşembe

Suriye Üzerine Oyunlar, Türkiye ve AKP



Suriye Üzerine Oyunlar,  Türkiye ve AKP 

Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ* 
* Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü, saityilmaz@beykent.edu.tr 


Suriye’de Mart 2011’de başlayan ayaklanma hareketleri Haziran 2011 itibarı ile gerek ülke içinde devam eden silahlı şiddet hareketlerinin artması, gerekse Türkiye sınırına biriken ve artma eğiliminde olan göç dalgası ile birlikte kritik bir safhaya girmektedir. Suriye’yi bugüne getiren olayların başlangıcını Beşar Esad’ın iktidara geldiği 2000 yılına kadar geri götürmeliyiz. Londra’da göz doktorluğu eğitimli, modern eğilimli Beşar Esad, daha iktidara gelir gelmez babası Hafız Esad’a göre daha esnek bir yönetim tarzı izleyeceğinin mesajlarını vermiş ve ‘Şam Baharı’ olarak adlandırılan bu yeni dönem, o zamandan başlayarak Suriye’ye sızmak isteyen Batılı istihbaratçıların iştahını kabartmış, muhalif gruplar bu dönemde hareketlenmeye başlamıştı. 

2003 yılında başlayan Irak Savaşı sonrasındaki dönem Suriye üzerindeki oyunların ve muhalif hareketlerin daha da sistematik hale gelmeye başladığı gelişmelere sahne oldu. Mart 2011’de başlayan üçüncü dalga ise, Tunus’ta başlayan ve Libya’da kanlı bir biçimde devam eden Büyük Orta Doğu’yu dönüştürme projesinin önemli bir kavşağıdır. Bu projede iktidar partisi AKP’nin aldığı rol ve ABD’nin operasyon partisi1 olma konumu özellikle Suriye Sahnesin de belirginleşti. 

Suriye’deki Resim 

Tıpkı Irak gibi Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparılan topraklar üzerinde kurulan ve sınırları cetvelle çizilen suni devletlerden biri olan Suriye, 1920-1946 yılları arasında Fransa mandasında kaldı. 1947 yılından itibaren ülkeyi Alevi azınlığın iktidarı olarak adlandırılan Baas Partisi yönetmeye başladı. Irak’ta Saddam döneminde iktidardaki Baas Partisi Sünni’lerin elinde iken, Suriye’deki Baas Partisi Şii’lerin elinde olagelmiştir. Yaklaşık 23 milyon olan bugünkü nüfusunun ancak %11-12’sini Aleviler, %67-70 ise Sünniler oluşturmaktadır. Diğer gruplar arasında İsmailliler %1,5, Dürziler %3-5, Hıristiyanlar %14-15 olarak dikkati çekmektedir. Suriye’deki Kürt nüfusu 300 bin ile 1,5 milyon arasında veren çeşitli kaynaklar bulunmaktadır. Golan, Lazkiye çevresi, Şam ve Halep’te önemli bir Türkmen nüfusu bulunmaktadır. Suriye demografisinin dikkati çeken yönü işsizlik ve özellikle Sünni Araplar ve Kürtler arasındaki yüksek nüfus artış hızıdır. 

Suriye’de 10-24 yaş arası gençler toplam nüfusun %36.3’ünü oluşturmaktadır. Kişi başına gelir 2.400 Dolar civarındadır. 

Mart 2011’de başlayan dalganın en önemli özelliği, 1982 Hama olaylarından sonra muhalifler tarafından rejimi değiştirmek için şiddet olaylarına tekrar başvurulmasıdır. 

Üstelik Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kapatılması, olağanüstü halin kaldırılması, barışçıl gösteri hakkının yeniden düzenlenmesi gibi önemli muhalif isteklerini yerine getiren reform çabalarına rağmen şiddet olaylarının ve gösterilerin devam etmesi; bizzat Beşar Esad’ı hedef alan bir rejim değişikliği için düğmeye basıldığının göstergesi olarak kabul edilebilir. 

Bununla beraber, muhalefeti kimin temsil ettiği oldukça muğlaktır. Toplumun farklı kesimlerinden destek alıyor olsa da göstericilerin en çok iktidarı ele geçirmek isteyen Sünni Araplar arasından çıktığı ilk tespittir. Dahapragmatik davranmak isteyen Kürtler ise kontrollü davranarak, kendi haklarını geliştirecek her taraf ile anlaşma bekleyişinde dir. Sünni Arap iktidarından çekinen Hıristiyanlar da, Kürtler gibi bekle-gör politikası izlemektedir. Dürziler ise tarafsız kalmayı tercih etmektedir. 




Esad’ın tek belirgin desteği Alevilerden gelmektedir. Beşar Esad iktidarının en güçlü yanı, Ordu (özellikle üst kademeler) ve istihbaratı güçlü bir şekilde elinde tutmasıdır. 

Der’a, Şam, Humus, Banyas, Rastan ve Bayda gibi yerlerde muhaliflerin etkin olduğu, meydana gelen şiddet olaylarında onlarca eylemcinin öldürüldüğü ve binlercesinin tutuklandığı bildirilmektedir. 

Olaylar genellikle Türkiye sınırına uzak olmakla birlikte göçmen akımı özellikle Hatay’ı seçmektedir. Türkiye ile Suriye arasında 877 km. kara sınırı bulunmaktadır. 
Hatay bölgesinde sayıları gün geçtikçe artan göçmen sayısı ve Batının yakın ilgisi ister istemez bize Irak’ın kuzeyinde 1990’lı yıllarda meydana gelen gelişmeleri 
hatırlatıyor. Aynı kanserli bölgenin Türkiye-Suriye sınırında da yayılması ve hatta tüm Türkiye sınırlarını sarması yadsınamaz bir ihtimaldir. 
Söz konusu göçmen akınının neden Türkiye sınırlarına yakın bir yerde hem de aylar öncesinden yabancı basının yerleşerek hazırlandığı bölgede gerçekleştiği ve neden NGO’ların kapıda beklediği iyi sorgulanmalıdır. Türkiye ile Suriye arasında ki muhtemel bir Kürt kuşağının Irak’tan sonra Arap dünyasıyla Türkiye’nin fiziki bağını tamamen koparacağı unutulmamalıdır. 

Suriye, Orta Doğu bölgesinde Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı dört devletten birisidir. Suriye’deki Kürtler ağırlıklı olarak Türkiye-Suriye sınırı boyunca üç ayrı bölgede yoğunlaşmışlardır. Bu bölgeleri, Türkiye’nin Hatay şehrine 30 km. mesafede bulunan Afrin, Halep şehrinin kuzeyindeki Fırat nehrinin Suriye’ye giriş noktası olan Ain Al Arap, Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kamışlı ve Haseki şehirlerinin bulunduğu bölgeler (Cezire Bölgesi) olarak sayabiliriz.2 

Cezire bölgesindeki Kürtleri ,Suriye vatandaşlığa almamıştır. Afrin bölgesindeki Kürtler ise yerli Kürtlerdir. 
Suriye’deki Kürtler büyük çoğunluğu ile Sünni mezhebine mensupturlar. Bu ülkedeki Yahudi Kürtlerin çoğu, İsrail devletine göç etmişlerdir. Ayrıca Şam, Halep, Tartus ve Lazkiye şehirlerinde de iş bulmak amacıyla buralara göç eden çok sayıda kimliksiz Kürt olduğu bilinmektedir. 
Suriye’deki Kürtlerin bugün içinde yaşadıkları rejimin de etkisiyle oldukça Araplaştıklarını da söyleyebiliriz. Suriye, Türkiye ve Irak sınırına yakın bölgelerde yaşayan Kürt grupları ülkeiçinde iskân ederek asimile etme stratejisi izlemektedir. Kürtlerin boşalttığı bölgelere Arapları yerleştirerek burada bir Arap Hattı kurmayı istemektedir. 

ABD ve Batı Oyununda Yeni Perde 

< Suriye'de Beşar Esad’ı Hedef alan bir Rejim >

11 Eylül 2011 sonrası güvenlik ortamının en öne çıkan özelliği iç ve dış müdahalelerin artık eşkıyalık düzeyine varacak kadar keyfi bir hal alması ve bu yönde evrensel barış ve güvenliğin düzenleyicisi olması beklenen Birleşmiş Milletlerin (BM) işlevsizliğinin iyice belirginleşmesi ya da sadece Batılı ülkelere istedikleri meşruiyeti sağlama rolününötesine geçememesidir. BM Şartnamesi ’nin 2/4. maddesi devletlere uluslararası ilişkilerinde “devletlerin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne karşı kuvvet kullanmayı” yasaklamış olmasına rağmen, Batılı devletler 51. maddedeki muğlâk meşru savunma hakkının kapsamını istismar etmektedirler. Daha da vahimi önce Kadife devrimlerde, bugün ise Orta Doğu’da görüldüğü gibi demokrasi ve özgürlükler adına çeşitli ülkelerde muhalif grupları örgütleyerek ve silahlandırarak iç çatışmalara yol açıp, sonra da bunları korumak için “insan hakları” gerekçesini ortayasürmek gibi tehlikeli bir oyunun içine girmişlerdir. Çanlar şimdi Suriye için çalmaktadır ve uluslararası müdahale için gerekli ortam her gün biraz daha pekişmektedir. Tıpkı Libya ve diğer ülkelerde olduğu gibi bir yandan yönetim tehdit ve şantajla baskı altına alınırken, örgütlenen ve ellerine silah verilen göstericiler çeşitli yerleşim bölgelerini kontrol altına alarak isyanın yaygınlaşmasına ve destek bulmasına çalışmakta, onlara güvenlik güçlerinin müdahalesi ise “ İnsan hakları ihlali ” olarak Batılılar tarafından mümkün olan her vasıta ile dış dünyaya lanse edilmektedir. 




2003 yılındaki Irak Savaşı döneminde, ABD-Suriye ilişkilerinde olumsuzluklar giderek tırmanmaya başlamıştır. ABD, İsrail’in de etkisiyle, Suriye üzerinde; Filistin’e verdiği desteği azaltması, ülkesinde Hizbullah terör örgütünün faaliyetlerine müsaade etmemesi, Irak’a Suriye’den yapılan yasadışı malzeme ve personel geçişlerini önlemesi ve ülkesinde demokratikadımlar atması yönünde baskılara başlamıştır. Bu arada, ABD ve İsrail, Suriye’de Kürt kartını da kullanmaya başladı. Mart 2004’de Cezire bölgesindeki Kamışlı’da bir futbol maçında çıkan olaylar bir anda tüm Suriye’ye yayılmış, Kürtlerin yasadışı gösterilerine ve toplumsal bir harekete dönüşmüştür. 

Bu olaylar sırasında Kürtlerin ABD’ye destek veren sloganlar atmaları, Suriye’nin olayların arkasında ABD, İsrail ve hatta Talabani’nin olduğu ve Kürtleri kışkırttık ları şeklinde açıklamalar yapmasına da neden olmuştur. Irak’lı Kürtlerin ve özellikle Talabani’nin,Suriye’deki Kürt faaliyetlerine daha değişik nitelikte ve örtülü olarak destek verdiği bilinmektedir. 

ABD’de 2005’de yapılan “ Suriye Kürtleri Konferansı ”na Talabani’nin oğlunun katılması bunun önemli bir delili olarak algılanmaktadır. Aynı konferansın Haziran 2006’da Belçika’da yapılan toplantısını müteakip, hemen arkasından ABD’de devam ettirilen ikinci toplantıda ise, Suriye’deki yaklaşık 12 ayrı partide dağılmış olan Kürtlerin kendi aralarında bölündükleri, tıpkı diğer ülkelerdeki Kürtlerde olduğu gibi aralarında görüş ayrılıkları olduğu görülmüştür. Bu bölünme daha çok, Suriye’deki Kürtlere ABD tarafından yapılacak yardımların nasıl ve kimlere yapılacağı ve Suriye’ye nasıl ulaştırılacağı konusundadır. 01 Haziran 2011’de Antalya’da toplanan muhalif grupların toplantısına Kürt temsilcilerin büyük bir kısmı, toplantının Türkiye’de yapılmasını protesto ederek katılmadılar. Gelinen aşamada ABD, olayların biraz daha gelişmesini dikkatle izlemekte, bir yandan BM vasıtası ile Suriye üzerindeki baskıları artırmaktadır. ABD’nin bahanesi Suriye yönetiminin BM ile işbirliği yapmamasıdır. 

Bu oyun tıpkı Irak’ta olduğu gibi BM yolu ile Suriye’nin iç işlerine açıktan müdahil olma ve yeni istekler oluşturma stratejisidir. Avrupa Birliği (AB) içinde ise Suriye’nin meraklısı doğal olarak Fransa’dır. 

Parsayı ABD’ye bırakmak istemeyen Fransa, şimdiden AB kararlarıyla Suriye’nin AB içindeki mal varlıklarını dondurma, seçilmiş kişi ve şirketlere seyahat ve hava sahası kullanma yasağı, yaptırım uygulanacak Suriyeli üst düzey yetkililerin listesinin belirlenmesi gibi tedbirler oluşturdu.

Kısaca, ABD ve AB tarafından kendiliğinden düşmezse Suriye’deki rejimin değiştirilmesi yönünde, askeri seçeneklere varan bir kriz yönetimi sessizce ve oldukça planlı bir şekilde uygulanmaktadır. Obama’nın demeçlerinin tonundan, Angelina Jolie’nin ziyaretine, yabancı basın ajanslarının aylardır Hatay’ı mesken tutmasından, Türkiye’deki seçimlere, Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’ün çıkışlarına ve Suriye hükümeti içinde savaş suçlusu ilan edileceklerin listesine kadar her şey bu kriz yönetimin bir parçasıdır. 

  <  Türkiye, '' Bir anda Demokrasi ve İnsan hakları Şampiyonu olarak ortaya çıkmış ve komşu bir ülkede Rejimin değişmesi gerektiğini ifade etmiştir. ''  >

Genişletilmiş ya da Büyük Orta Doğu Projesi’nin amacı ne demokrasi ne de özgürlük getirmektir. 
İki amaca hizmet etmektedir: 
   Seçilen Ülkelerde Rejimleri değiştirerek Batı yanlısı ve dışarıdan.., 
KONTROL EDİLEBİLİR İKTİDAR YAPILARI OLUŞTURMAK VE YABANCI DÜŞMANI OLMAYAN ILIMLI İSLAM TİPİNİ TÜM ORTA DOĞUYA YAYMAK TIR.   

Türkiye ne yapmaya Çalışıyor? 

Haziran 2000’de Hafız Esad’ın ölümü ve 13 Haziran 2000’de Cumhurbaşkanı Sezer’in de bu cenaze törenine katılması ile Türkiye-Suriye ilişkileri düzelme yoluna girmiştir. 
2003 yılından itibaren Suriye-Türkiye ilişkileri ekonomik, askeri ve siyasi alanlarda olumlu noktalara gelmiştir. 
2005 yılında ABD’nin Suriye Muhalefet Lideri adayı olarak sunduğu Ferid Gadiri’nin Türkiye’ye gelişine zamanın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer onay vermemişti. 
Ancak, AKP, iktidara geldiği günden beri devlet olarak değil devletin kimi unsurlarını yedeğine almış bir operasyon partisi olarak hareket etmektedir. 
Yani AKP’nin izlediği politikalar genellikle bir devlet politikası olmaktan uzaktır. Bugün Türkiye adına politika uygulayanlar, iktidar partisinin bir kısım 
danışmanları ve onlara operasyonel olarak hizmet eden suni bir takım yapılanmalardan ibarettir. 

Daha açık olarak muhalefet, asker, devlet güvenlik kurumları ve dışişleri bakanlığının büyük kısmı hükümetin politikaları ve hedeflerinin ne tam olarak farkındadır ve ne de destekçisidir. 

Bu Gazze’ye düzenlenen operasyonlar için de böyleydi, Libya için de böyle oldu, Suriye için de böyledir. Askerlerin hükümet uygulamalarına sağladığı destek yasak savma kabilinden, geçiştirme tedbirlerdir. NATO kapsamında Libya için gönderilen askeri destek dış kapının boşa dönen tokmağıdır. 

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun birkaç danışmanı ile oluşturduğu politikaların arkasında sanıldığı gibi yüzyıllık devlet kültürümüz değil, başka devletlerin yönlendirmeleri ya da hesapları vardır. 2003 yılı sonrasında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekterliği’nin kötürüm hale getirilmesi ve Dışişleri Bakanlığı’nın By-Pass edilmesi iç politikada olduğu gibi dış politikada da AKP hükümetine dış güçlerle birlikte bağımsız manevra alanı sağlamıştır. Bunun son adımı ise Ocak 2011’de Başbakanlık Kriz Merkezi Yönetmeliği’nin iptali olmuştur. AKP’nin Büyük Orta Doğu yönündeki niyetleri daha Irak Savaşı esnasında Irak’ın Kuzeyindeki gelişmelere ulusal çıkarlar yerine sözde daha büyük mercekten yani Orta Doğu penceresinden bakma motivasyonu ile başlamıştır. Bugün de ülke çıkarları yerine, din esaslı Kürtlerle ve Araplarla birlikte “ Mezopotamya Vizyonu ”, başta Dışişleri Bakanı Davutoğlu olmak üzere AKP’nin hayali olmuştur.3 

Tıpkı Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de Sünni Araplar üzerinden bir strateji izlenmektedir. Nitekim Sünni algı nedeni ile bugün Hatay ve Adana bölgesinde yaşayan Aleviler de Suriye’ye karşı olumsuz tutumdan etkilenmiş ve gösterilere başlamışlardır. Türkiye, gerçekten ülke çıkarları yönünde hareket etmiş olsa idi öncelikle Suriye’deki istikrarsızlığın kendi lehine olmadığı gerçeğinden hareket ederdi. 

AKP, Washington tarafından geliştirilen ve merkezinde “Ilımlı İslam” siyasetinin bulunduğu Büyük Orta Doğu Projesi’nin stratejik bir ürünüdür. Dış güçler tarafından tasarlanmış, planlanmış ve sınırları çizilmiş bir projedir. Doğu’nun kalbine sokulmuş bir Truva Atı’dır.4 

ABD ve AB’nin operasyon partisi olan AKP, ülke içinde hukuk ve yasa dışı yöntemler kullanarak yürütülen Ergenekon operasyonları sayesinde önce ülke içinde rakiplerini yok etti ve yeni Anayasa ile Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejimini tamamen tasfiye aşamasına geldi. AKP, Batı hegemonya siyasetinin İslam dünyasındaki taşıyıcı unsurlarından birisi ve suç ortağı, Batılıların Büyük Orta Doğu Projesi için içten kolaylaştırıcı (facilitator) olarak seçtikleri ve imal ettikleri operasyon partisidir. 

Batılılar, Türkiye’den sonra Orta Doğu’nun diğer ülkelerini de bir bir dönüştürürken, yabancı basında AKP’nin Türkiye’yi bölgesel güç yaptığı hatta Osmanlı İmparatorluğu’nu kurabileceği pompalamaları yapılmaktadır.5 

  < Türkiye’nin komşusu olan bir ülke ile ilişkisi, onun kendi iç dinamiklerine saygı göstererek, Kendi dönüşümünün gerçekleşmesinde talep edilmesi halinde destekvermek ve İşbirliği yapmak olmalı idi.  >

Ancak, muhafazakârlığın milliyetçi vasfına sahip olmayan İslamcı AKP’nin uzak hayalinde Osmanlı değil, “ Müslüman İmparatorluğu” bulunmaktadır. 
Şimdi AKP’nin Suriye’de gözettiği hedefleri inceleyelim; 


    - Batılı güçlerin AKP ile birlikte Suriye’yi tanıma ve yoklama döneminde 2011 Mart’ına kadar Başbakan Erdoğan, Suriye’yi eleştirmediği gibi ona yaklaştı ve böylece oluşan güven ortamında vizeler kaldırıldı, geçişler kolaylaştı. Bu dönem boyunca Suriye ile ilişkilerin yegâne Türk tarafı AKP yöneticileri idi. Wikileaks belgelerinde AKP-Suriye yakınlaşmasının İran’ı bölgede yalnız bırakmak amacına matuf olduğunun AKP yöneticilerince itiraf edilmesi anlamlıdır. Bu kapsamda, İran-AKP yakınlaşmasının da başından beri samimi bir içerik taşımadığı, AKP’nin sık gördüğümüz ikiyüzlülüğünün açık kanıtı oldu. 

   -Nisan 2011’den itibaren gösterilerin artması ile birlikte Erdoğan’ın söylemi birden değişmeye  başladı. Dışişleri Bakanı, Başbakanın özel temsilcisi, MİT Müsteşarı ve bazen Başbakan doğrudan telefon görüşmesi ile Beşar Esad’ı reformlar (!) konusunda ikna dönemine girdi. Kaddafi gibi Esad’ın da pabucu kolay bırakmayacağının anlaşılması üzerine, Batılıların empoze ettiği Suriye karşıtı atmosfer içinde Erdoğan, Beşar Esad karşıtı bir duruş ile doğrudan Suriye halkına hitap etmeye başladı. 

Suriye’den Türkiye’ye mülteci akını başlatıldı ve Türkiye kapılarını açtı. 

   -Suriye’deki çatışmalar devam ederken ülke televizyonu Sana News’de “Gelişmiş silahlar taşıyan eylemcilerin üzerinde Türk pasaportları ve sim kartları çıktığı” haberi yer aldı. 14 Haziran 2011 günü ise Press TV, Türkiye’yi ABD ve İsrail ile birlikte silahlı gruplara lojistik ve teknik destek vermekle suçladı. Müteakiben, AKP-Şam ilişkileri çatışma dönemine girdi ve “daha fazla sessiz kalamayız” diyen Erdoğan, Suriye’deki muhalif gruplara İstanbul ve Ankara’da imkânlar tanımaya başladı. Suriye’den yeni talep “insani davranmıyor” gerekçesi ile Beşar’ın kardeşi Mahir’in feda edilmesi idi. 

<  Batılılar, Demokrasi ve Özgürlükler adına çeşitli ülkelerde muhalif grupları örgütleyerek ve silahlandırarak iç çatışmalara yol açıp, sonra da bunları korumak için ^‘İnsan Hakları’ ^ gerekçesini Ortaya sürmek gibi tehlikeli bir oyunun içine girmişlerdir.     > 

 -Sırada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül vardı. Gül; “Suriye’yi  günlük istihbaratla takip ediyoruz. Sivil-asker en kötü senaryolara karşı hazırlığımızı yapmış vaziyetteyiz” dedi. 
Gül, Beşar Esad’ın gayretlerine “yetmez” dedi ve isteklerini  sıraladı. Gül’ün bahsettiği askeri seçeneklerin ne olduğu belli  değil ama Kara Kuvvetleri Komutanı’nın Hatay bölgesine ziyareti bu kapsamda gönüllü bir desteği temsil etmiyor kanaatindeyiz. 

Kayda değer diğer bir tepki ise Cumhurbaşkanı  danışmanları Erşat Hürmüzlü’nün “Suriye’de devrimlerin  kaçınılmaz olduğu, BM’den Şam hükümeti aleyhine bir karar çıkarsa Türkiye’nin bu kararı destekleyeceği ve ülkede barış  isteniyorsa tek yolun demokrasi olduğu” açıklamasıdır. 
Türkiye, bir anda demokrasi ve insan hakları şampiyonu  olarak ortaya çıkmakta ve komşu bir ülkede rejimin değişmesi  gerektiğini ifade etmekte, ülke yönetimine baskı yapmakta, böylece dolaylı olarak halkı isyana teşvik etmekte, 

<  Genişletilmiş ya da Büyük Orta Doğu Projesi’nin amacı; Seçilen ülkelerde rejimleri değiştirerek Batı yanlısı ve dışarıdan kontrol edilebilir iktidar yapıları oluşturmak ve yabancı düşmanı olmayan '' ILIMLI İSLAM TİPİ '' ni  Tüm Orta Doğu’ya yaymaktır. >

Suriye Üzerine Oyunlar, Türkiye ve AKP muhalif grupları kendi ülkesinde toplamakta, akıl vermektedir. Türk televizyonlarındaki AKP eksenli yorumculara bakarsanız, Suriye’de demokratik, insan haklarına saygılı ve özgür bir toplumun 
gelişmesi tüm Orta Doğu’nun ve Türkiye’nin hayrınadır. Genel seçimler sonrası rahatlayan AKP, şimdi Suriye konusunda daha da aktif bir politika izlemektedir. AKP, Batı adına hemrejim değişikliklerini ucuza getirmek için hedef ülke liderleri üzerinde “ikna edici” rol üstlenmekte, hem de istedikleri meşruiyet desteğini sağlamaktadır. Sadece ülke içinde değil, dış politikada da AKP, bir operasyon partisi niteliği kazanmıştır. Ancak, AKP’nin bu operasyonları ne planlayacak ne de uygulayacak bir beyin takımı ve kadrosu vardır. ABD-AB-AKP ilişkilerinin tam bir panoramasının çıkarılmasının sadeceTürk ulusal güvenliği için değil, başta komşularımız olmak üzere uluslararası güvenlik için de önemli bir ihtiyaç haline geldiğini kaydetmeliyiz. 

<   AKP’nin izlediği politikalar genellikle bir devlet politikası olmaktan uzaktır. Bugün Türkiye adına uygulanan politikalar iktidar partisinin bir kısım danışmanları ve onlara operasyonel olarak hizmet eden suni bir takım yapılanmalardan ibarettir. >

Sonuç yerine 

Türkiye’nin komşusu olan bir ülke ile ilişkisi, onun kendi iç dinamiklerine saygı göstererek, kendi dönüşümünün gerçekleşmesinde talep edilmesi halinde destek vermek ve işbirliği yapmak olmalı idi. Bugün ise Suriye’deki gerginliklerin nihayetinde ya Beşar Esad bir şekilde çatışmaları kontrol altına alarak, yönetimini devam ettirecek ya da bu çatışmalar bir süre daha devam ederek, mevcut iktidarın yer değiştireceği bir kaos ortamına girilecektir. Ortaya çıkacak sonuç hiç de bazılarının iddia ettiği gibi demokratik ve modern Suriye olmayacak tır. Esasen ne Batı, ne de Türkiye’nin hesapları bunun üzerine değildir. Batılılar ve özelde İsrail, Esad rejimini değiştirerek Batıya müzahir bir Suriye yönetimi ile İran’ı yalnız bırakma ve Büyük Orta Doğu’da bir kaleyi daha ele geçirme peşindedir. Ancak, her iki durumda da Türkiye kaybeden taraf olacaktır. Beşar kazanırsa Türkiye, bir kuzudan bir aslan yaratarak gerçek bir düşman kazanacaktır. 
Artık, Beşar’ın Türkiye aleyhine her hareketi kendine göre meşru bir gerekçe taşıyacaktır. Beşar kaybederse, kazanan ABD, Fransa ve İsrail olacak, ortaya çıkan yeni kaotik rejimde Kürtlerin konumu Türkiye’nin başka bir baş ağrısı olacaktır. Kısaca, BOP’da sıra yavaş yavaş bize gelmektedir. 

Ulusal çıkar odaklı olmayan ve Batılılarla hareket eden bir yönetimin ülkeyi sürükleyeceği uçurum ancak bölünmedir. AKP, çok zayıf ve her an bozulabilecek iç ve dış dengeler üzerinde hareket etmektedir ve bugün gelinen aşamanın bir bozguna dönüşmesi çok zor değildir. Operasyon partileri, operasyonlar için vardır; günü gelince oyun biter, piyonlar torbaya girer. 


DİPNOTLAR;

1 Operasyon Partisi kavramı Merdan Yanardağ’ın “Operasyon Partisi (Bir ABD Projesi Olarak AKP)” isimli kitabından esinlenerek kullanılmıştır
2 Sait Yılmaz & Osman Akagündüz: Kürtler Neden Devlet Kuramaz, Milenyum Yayınları, (İstanbul, 2011), s.376-377. 
3 Gürkan Zengin: Hoca Türk Dış Politikası’nda “Davutoğlu Etkisi”, İnkılap Kitabevi, (İstanbul, 2010), s.154. 
4 Yanardağ: a.g.e., (2011), s.14. 
5 Newsweek: Osmanlı Canlanabilir, 14 Haziran 2011. 


***


13 Ekim 2015 Salı

PKK İLE MÜZAKERE, MÜTAREKE VE KİRLİ BARIŞ SÜRECİNİN ANALİZİ BÖLÜM 3





PKK İLE MÜZAKERE, MÜTAREKE  VE KİRLİ BARIŞ SÜRECİNİN ANALİZİ BÖLÜM 3




Yazar: Ümit Özdağ
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
 http://www.21yyte.org/ 
 06.08.2013 11:30 
Tarihinde Yayınlanmıştır..


ERDOĞAN: BANA GÜVENİN

Erdoğan, Öcalan ile müzakerelerin devam ettiğini kendisinin açıkladığı bir süreçten geçerken, Türk Milletine veya kendi ifadesi ile “Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Arap’a” “bana güvenin” diye sesleniyor. Ve ekliyor: “PKK’ya veya Öcalan’a hiçbir taviz vermeyeceğiz.” Başbakan Erdoğan, PKK ile müzakere yapılmadığını, taviz verilmediği her hafta tekrar ediyor.
Başbakan Erdoğan’ın “bana güvenin” derken, geçmişte yaptığı açıklamalar böyle bir güven duyulmasını güçleştirmektedir. Erdoğan, önce PKK ile müzakere yapılmadığını bunu iddia edenin şerefsiz olduğunu söylemiştir. Sonra hükümet değil, devlet görüşüyor demiştir. Sonra eski hükümetler de görüştü demiştir.
En son olarak helalleşiyoruz noktasına gelmiştir. Bu tür bir değişim geçiren siyasi liderin “bana güvenin” isteği kolay kabul edilebilir bir istek değildir.
Müzakere propagandistleri, Öcalan’ın şartsız barış istediğini, ağzına savaş kelimesi almadığı yalanını halka söylüyorlar. Oysa Öcalan İmralı Tutanaklarında PKK’nın geri çekilmesinin 21 Mart’ta başlayacağını, eğer kendisinin istediği anayasal ve yasal değişiklikler yapılır ise devam edeceğini, yapılmaz ise duracağını ve 50 bin kişinin katılacağı bir halk savaşının başlayacağını söylüyor. Öcalan daha sonra etnik reformların geri çekilme sonrasında yapılmasını kabul ediyor.

Erdoğan’a ve televizyondaki temsilcilerine güvenip rahat uyumalı mıyız? Gerçekten PKK’ya hiç taviz verilmeden PKK terörü sona erdirecek mi? Türk Milleti gereksiz yere mi endişeleniyor? Öcalan, “Ülkeye barış gelsin gerisi önemli değil” mi diyor? Karayılan, “TRT Şeş yayına başladı artık Kandil’de tam da
romatizmalarımızın azmaya başladığı bir dönemde daha fazla kalmayalım” mı diyor?
Erdoğan ve propagandistlerinin anlattıklarından farklı şeyler anlatanlarda var. Cengiz Çandar, Kandil’dekiler Türkiye’ye gelip, BDP yönetimini oluşturacaklar ve TBMM’ne girecekler diyor. Enver Sezgin, “2015 seçimlerinden sonra Abdullah Öcalan hapishaneden çıkar” diyor. Öcalan eğer herhangi bir pazarlık yapılmadı ise neden İmralı Tutanaklarında BDP’lilere, “hepimiz serbest kalacağız” diyor. Bu
gelişmeleri izleyen ABD’de yayınlanan dünyanın en çok basan haftalık dergisi olan TIME dergisi de Erdoğan’ın başkanlığına destek karşılığında, Öcalan’ın serbest kalacağını yazdı. Erdoğan, bir şey vaat etmedik diyor ancak Öcalan, bu süreçte terör örgütü liderinden siyasi lider konumuna yükseltilmiştir. Hükümetin onayı ile (şimdilik) yolladığı yazı ile Diyarbakır’da halka hitap etmiştir.
Akil adamlar önerisi Öcalan ve Karayılan’ın önerisidir. TBMM çekilmeye el atmalı talebi üzerine AKP ve BDP’lilerden oluşan bir TBMM Komisyonu kurulmuştur.
Öcalan’ın ve PKK’nın istekleri teker teker yerine getiriliyor. KCK’lılar küçük gruplar halinde salınmaya başlandı. Bir KCK tutuklusu hapishaneden çıkarken tutuklu bir paşaya “Siz daha çok yatarsınız.
Bizim arkamızda siyasi güç var. Ya sizin?” diye soruyor.[19]
25 Nisan’da Kandil’de Murat Karayılan 8 Mayıs’tan itibaren PKK’lıların Türkiye dışına çekileceğini açıklamıştır. Karayılan konuşmasına “Türkiye ve Kürdistan’daki gelişmelere ilişkin” diyerek, hangi çerçevede geleceğe baktığını ortaya koymuştur. Ancak şartsız bir geri çekilme olmadığını da açıklamıştır.
Karayılan yeni anayasada Kürtlerin inkarının sona ermesini ve üçüncü aşamada Öcalan dahil bütün PKK’lıların serbest kalmasını şart koşmuştur. Yoksa, terör başlayacaktır. Karayılan başka şartlarda ileri sürmektedir. Özel harekat timleri, Jandarma özel timleri tasfiye edilmeli imiş. Koruculuk sistemi kaldırılmalı imiş. Sevr Anlaşması’nda da ordumuzun hangi şekli alacağına dair maddeleri hatırlamak lazım. PKK çekilirken, TSK’nın da bölgede sayısının azaldığını
görüyoruz. 170 bin olan asker sayısı 130 bine düşüyor. 800 PKK’lı Türkiye dışına çıkarken 40 askerde Güneydoğu’dan Batı illerine sevk ediliyor.
Bütün bunları gören muhalefet liderlerinin “Öcalan’a ne vaat ettin?” sorusuna Erdoğan, “Muhalefet barış gelecek diye kuduruyor. Öcalan’a hiçbir vaadimiz yok” cevabını veriyor. Bu soruyu muhalefet sorunca, AKP Hükümeti ve açılım destekçileri şöyle bir söyleme başlıyorlar: “Siz barış istemiyor musunuz? Neden barışın önüne geçiyorsunuz? Siz fitne mi çıkarmak istiyorsunuz?”

Oysa, Öcalan’a verilen vaatler yerine getirilmeye başlanmıştır. Kürtçe savunma hakkı, KCK’lıların serbest bırakılmaya başlanması, PKK’lıların çekilmesi için yasal düzenleme, PKK’lıların çekilmesi konusunda çalışacak TBMM Komisyonunun kurulması Öcalan’ın şimdiye değin yerine getirilen talepleridir.

Nihayet, Erdoğan’ın Türkiye’nin 2023’de eyaletlere bölüneceği açıklaması, Öcalan’a verilen bir sözdür.

ÖCALAN’A VERİLEN NİHAİ TAVİZ: TÜRKİYE’NİN (Eyaletlere) BÖLÜNMESİ

Büyükşehir yasasının Türkiye’yi idari federasyona sürükleyen bir adım olduğu yasanın çıkması aşamasında ve sonrasında gerçekleşen sert tartışmalar sırasında bir çok kez gündeme gelmiştir.

Tasarının yasalaşmasından hemen sonra Başbakan Erdoğan, “Aslında bugün gündemimizde olmamasına rağmen, valiler de seçimle gelebilir” diyerek, gizli gündemini açıklamıştır.
Valilerin seçimle gelmesi ile büyükşehirlerin Türkiye içinde devletçiklere dönüşeceği görünen bir gerçektir. Böylece mevcut idari federasyondan adı konulmamış bir siyasi federasyona geçilecektir.
Erdoğan, Öcalan ile müzakereler sırasında “PKK’ya hangi tavizlerin verildiği” sorusuna “sadece televizyon verdik” şeklinde önceden çalışılmış bir psikolojik operasyon cevabı verse de Öcalan’a hangi tavizin verildiğini, Türkiye’nin 2023’de yani on sene sonra eyaletlere ayrılacağını söyleyerek açıklamıştır.
Erdoğan “Güçlü ülkeler eyalet olmaktan korkmaz” demektedir. Erdoğan’ın “On sene sonra eyalete geçeceğiz” diyerek hem şimdiden daha yakın bir tarihte eyalet sistemine geçişin hazırlığını gerçekleştirmekte hem PKK ile pazarlığın sonucunu açıklamaktadır. Böylece Türk Milleti, psikolojik operasyon ile zihinlerde federasyona hazırlanmaktadır.

Erdoğan’ın en son olarak Öcalan gibi 1921 anayasasına atıfta bulunarak, “Yeni Türkiyesine 1921 anayasası üzerinden referans göstermesi çok önemlidir. Çünkü Öcalan bir çok kez sorunun çözülmesi için 1921 Anayasasını referans göstermiş tir. Murat Karayılan, 20 Mayıs 2011’de Akşam gazetesinde yayınlanan söyleşisinde 1921 Anayasası esas alınırsa sorun çözülür demiştir. AKP’li akademisyenler ve PKK, 1921 anayasasını Türklerin ve Kürtlerin kurucu halk olarak yer aldıkları anayasa olarak yorumlamaktadırlar.
Türkiye, hazırlanan mastır plan gereği 2023’e kadar federalleştirilmek için beklenmeyecektir. “Artık güçlü ülke olduk, 2023’e kadar beklemeye gerek” yok denilerek, 2015 sonrasında atılacak birkaç şok adım ile “Yeni Türkiye’nin kuruluşu ilan edilecektir. Bu çerçevede Öcalan serbest kalacaktır.

Kandil’deki PKK’lılar Türkiye’ye dönecek ve siyasete gireceklerdir. Türkiye’de başkanlık sistemi ve eyalet modeli aynı yasal düzenleme ile oluşturulacaktır. Daha şimdiden “eyaletler etnik esasa göre değil, coğrafi esasa göre olacak” şeklinde bir yalan söylenerek Türk Milletinin direnci kırılmaya ve Türk Milleti
bölünmeye alıştırılmaya çalışılmaktadır. Aynı yalanın Irak’ta “etnik değil coğrafi federasyon olacak” diye Iraklılara da söylendiğini unutmamak gerekmektedir.
Erdoğan, “güçlü ülkelerin federasyondan/eyaletlerden korkmaması gerektiğini” söylemektedir. Oysa bir ülkenin siyasi yapısını tarihin belirli bir döneminde o ülkenin mevcut gücü değil, tarihi, siyasi, coğrafi, etnik, kültürel yapıları belirler. Osmanlı İmparatorluğu’nu eyalet modeli için gerekçe göstermek insan aklı ile alay etmektir. 16. Yüzyılda 19 Milyon kilometrekarelik bir alana yayınlan dev bir coğrafyayı yönetmek için bulunan formül ile 780 bin kilometrekarelik son hatta çekilmiş Türkiye Cumhuriyetini yönetmek için uygulanması gereken formül aynı olamaz. Üstelik, Osmanlı padişahları egemenliği paylaşmamışlardır. Oysa, 21. Yüzyılın eyalet modeli egemenliğin paylaşılmasını beraberinde getirecektir.

EYALETİ TÜRK MİLLETİNE SATABİLMEK İÇİN SÖYLENEN YALAN:
BÜYÜYECEĞİZ

PKK ile yeni bir devlet kurmak ve milli-üniter devlet, federal çok milletli devlet lehine tasfiye edilmek istenirken, bu projeyi Türk Milletine satabilmek için bazı kaynaklar Anadolu’da derinden bir kampanya sürdürülmektedir. “Türkiye, federasyon ile büyüyecek, Kuzey Irak, Suriye’nin kuzeyi Türkiye ile birleşecek. Kosova bile Türkiye’ye katılacak” propagandası yapılmaktadır. “Türk Milliyetçileri
Türkiye’nin büyümesine, Misak-ı Milli’nin gerçekleşmesine karşı mı?” diye soruluyor. Bu soruya Türk milliyetçileri nasıl bir cevap vermelidirler?

Öncelikle kabul etmek gerekir ki, Türk Milletine federasyonu kabul ettirmek için “büyüyeceğiz” söylemi iyi bir psikolojik savaş malzemesidir. Ancak Türk Milletinin tarih içindeki büyümeleri ile şimdi sunulan büyüme arasında üç önemli fark olduğu ortadadır. Aşağıda kısaca bu farklara değineceğiz.

Birinci fark, Türk Milletinin tarih içindeki büyümeleri Türk Milletinin kendi projelerinin bir sonucu olmuştur. Baş aktörü Türk Milletidir. Oysa, şimdi sunulan proje Türk Milletinin projesi değildir. Yukarıda tarihsel arka planı anlatılan büyük bir dış dinamiğin planının sonucudur. Planı yapan rolleri vermektedir.
Türk Milleti, baş aktör değil, figüranlardan birisidir. Tarihte bazen başkalarının yaptığı planlardan da Türk Milleti kendi lehine istifade ederek, büyük atılımlar yapmıştır. Ancak bu sefer böyle bir atılım mümkün görünmemektedir. Çünkü, aşağıda sayacağımız diğer iki fark böyle bir gelişmeyi engellemektedir.
İkinci fark, Türk Milletinin tarihte gerçekleştirdiği büyümeler, var olan devletine ortak alarak, egemenliği paylaşarak gerçekleşmemiştir. Oysa, şimdi büyüme adı altında sunulan proje için Türkiye’nin mevcut sınırları için Öcalan, Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani ve Kuzey Suriye’de PYD/PKK Türkiye Cumhuriyetinin ya da yeni ad ile kurulan devletin ortağı olacaklardır. Öcalan ve Barzani/Talabani ile
egemenlik paylaşmanın adına büyümek denemez. Bu projedeki büyüme, sahte bir büyümedir.
Büyümeden çok öldüren bir obezleşmedir. Çünkü amaç önce büyüme sağlayıp, Irak ve Suriye’nin bölünmesinden dolayı Arap Dünyasında, Irak ve Suriye’de ortaya çıkan düşmanlığı Türkiye’nin omuzlamasını sağlamak, Barzani, Talabani ve PYD/PKK’ya karşı Araplardan gelecek düşmanlıklara karşı Türkiye’nin kaynakları ve gücü ile bir koruma vermektir. Böylece, Batı Dünyası, İki Arap ülkesinin bölünmesinin manevi yükünü taşımayacak, bu yükü ve kurulan “şimdilik federal” “Kürdistan’ın” yükünü Türkiye’ye devredecektir. Bu arada Türk Milleti petrol gelirlerinin sağladığı kaynaklar ile “ucuz benzin” rahatlığı içinde gelişmelere çok olumlu bakabilir. Ancak acısı sonra çıkacaktır.

Üçüncü fark ise Türkiye ile federal bir devlet çatısı altında 20-30 senelik bir süreç içinde demografik, sosyolojik, kültürel, ekonomik bütünleşmesini sağlayacak büyük Kürdistan’ın Türkiye’den ayrılması olacaktır. Bu adım, Molla Barzani’nin 1960’da açıkladığı “Asıl hedefimiz Türkiye’nin Güneydoğu
Anadolu’sudur” şeklindeki stratejik hedefine ulaşmasının alt yapısının Türkiye tarafından sağlanmasıdır. Sözde büyümeden sonra bu 30 sene içinde gerçekleşecek bir diğer gelişme, Erbil, Telafer, Kerkük, Halep, Lazkiye Türkmenlerinin federe Kürdistan’dan Türkiye’nin Türk bölgelerine göçe zorlanmaları olacaktır. Bu hat Türksüzleştirilecek tir.

Son olarak sorulması gereken soru şudur: 2002’den buyana Kıbrıs adasında kurulmuş bir Türk devleti olan KKTC ile birleşmek yerine Rumlarla birleşmeye zorlayan, egemenliğinden vazgeçmesi için Annan Planını kabul etmesi için baskı yapan, KKTC’ye Belçika modelini öneren AKP Hükümetinin söz konusu Kuzey Irak olunca Osmanlı modelinden bahsetmesi, bu modelin ne ölçüde milli ve ne ölçüde güvenilir olduğunun sorgulanmasını beraberinde getirmektedir.
Özetle, Türk Milliyetçileri Türkiye’nin ekonomik, kültürel, politik ve askeri olarak büyümesini, güçlenmesini, insanlarımızın refahının artmasını, Türk Dünyası başta olmak üzere komşu ülkeler ile ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilerini geliştirmesi için mücadele etmektedir ve etmelidir. Ancak, Türk Milliyetçileri, Türk Milletini aldatacak, büyür gibi gösterip, küçülmenin temellerini atacak emperyalist projelerin tuzağına düşmeyecektir. Misak-ı Milli veya diğer projelerin ne zaman, nasıl, hangi şartlar altında gerçekleştirileceğine Türk Milleti kendi senaryolarında karar vermelidir. Tarihin en zorlu coğrafyası olan ve devletleri, halkları yutan bir şeytan üçgeni olan Anadolu’da bu şekilde örgütlenmiş bir devlet modelinin parçalanmadan yaşama imkanı yoktur.

Üstelik, eğer bu federasyonu Suriye’nin kuzeyi ve Irak’ın kuzeyini içine alacak şekilde bir genişletme ile kurmak ve böylece Türk Milletine kabul ettirmek gibi bir zihin haritası mevcut ise ki, öyle olduğu görülmektedir, bu proje ile Türkiye kısa bir süre içinde Kerkük’e kadar büyür. Öcalan da bundan dolayı Nevruz açıklamasında Misak-ı Milli’den bahsetmiştir. Demirtaş, bundan dolayı bu süreç “Bütün Kürtleri ilgilendiriyor” demiştir. Sonra Türkiye Cumhuriyeti federal devletinin parçalanması ile Iğdır-Mersin hattına kadar küçülür.
Özetle, bir devlet en güçlü zamanı dikkate alınarak değil, en zayıf zamanı dikkate alınarak kurulur ise tarihin en çetin sınavlarını aşarak yaşar.

NE PAHASINA OLUR İSE OLSUN BARIŞ KİRLİ BARIŞTIR

Son günlerde bir barış histerisi başlamıştır. Bu barış histerisi kendisini “ne pahasına olur ise olsun barış olsun” sloganı ile ortaya koymaktadır.
Tabii ki, çocuklarımızın dağlarda çatışırken, pusuya düşürülerek, uzaktan kumandalı bombalar ile bombalanarak katledilmesini istemiyoruz. Tabii ki, dershaneden dönen çocuklarımızın dershane kapısında bombalanarak, kızlarımızın otobüsün içinde yakılarak öldürülmesini istemiyoruz. Evden ekmek almak için köşedeki bakkala kadar giden oğlumuzun bir bomba ile havaya uçurulmasını istemiyoruz. Okullarımızınyakılmasını, evimizin önünde duran araçlarımızın bombalanmasını istemiyoruz. Askerlik çağı yaklaşan oğullarımızın bir iç çatışmada şehit olmasını istemiyoruz.

Çocukluk hariç yaşamının üçte biri 1911’den 1922’ye kadar bir cepheden öbür cepheye, Kuzey Afrika’dan Çanakkale’ye, Çanakkale’den Kafkas cephesine, sonra Suriye cephesine ve nihayet İstiklal Harbine muharebelerde geçmiş Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” özlemini paylaşıyoruz.

Adı Barış olan bir dine mensubuz Allah’a şükürler olsun.
Terörün durmasını istiyoruz, ülkemize barış ve huzur gelmesini istiyoruz, ancak ne pahasına olur ise olsun değil. Ne pahasına olur ise olsun barış istemek önce onursuzluktur, sonra ahmaklık. Ortaya çıkan ise barış değil kirli barıştır. Onursuzluktur, çünkü ancak kendisine saygısı olmayan bir insan ne pahasına olursa olsun barış diyebilir. Ahmaklıktır, çünkü böyle bir barış ancak kısa bir süre sonra gerçekleşecek daha sert, daha keskin bir savaşın habercisidir. Tarih bunu birçok kez göstermiştir.

Bugün barış histerisi içinde olan bir küçük fakat etkili grup Öcalan ile yapılan müzakerelere “ne pahasına olur ise olsun barış” mantığı ile alkış tutuyor ve propagandasını yapıyor. Öcalan ile müzakere sürecini bizim gibi reddedenlere değil, çekinceleri olanlara, “Ya acaba şunları da dikkate alsak ne olur?” diyenlere yönelik olarak çok ağır bir üslupla saldırıyorlar. Bu bir yıldırma, bastırma, psikolojik savaş eylemidir. “Ne pahasına olur ise olsun barış” zihniyetini temsil edenlere inansa idik, İstiklal Harbi’ni gerçekleştiremez, Türkiye Cumhuriyetini kuramazdık.
Şimdi bugün barış derken açık açık PKK ile müzakereler ile elde edilecek “kirli barış” karşılığında Türkiye’nin AKP eli ile vereceklerimizi sıralayalım.

1)Öcalan kısa bir süre sonra serbest kalarak BDP’nin genel başkanlığını üstlenecek ve muhtemelen adına eyalet denilecek olan federal bölgenin valisi olacak.
2)Murat Karayılan, Cemil Bayık, Duran Kalkan vs bütün PKK liderleri Kandil’den Diyarbakır’da zafer kazanmış komutanlar gibi girecek ve kısa bir süre sonra Ankara sokaklarında görülecekler.
3)Adına demokratik özerklik denmeden Büyükşehir belediyeleri yasasında valinin seçimle geleceğine dair bir değişiklik yapılacak, kaynakların kullanımı üzerinde Ankara’nın denetimini düzenleyen madde kaldırılacak, Türkiye Avrupa Özerklik Şartı’na koyduğu çekinceleri kaldıracak, federasyon adı konulmadan federal sisteme geçilecektir. Bu kısa süre devam edecek süreci eyalet sistemine geçiş izleyecek.
4)Kürtçe eğitim yasalar ile düzenlenecek.
5)Anayasada Türk Milleti kavramının yer almaması çok büyük bir ihtimaldir. Alsa bile anlamını yitirmiş, içi boşaltılmış ve ilk fırsatta değiştirilebilir olacaktır. Türkiye’de iki milletin varlığı fiilen kabul edilmiştir, büyük bir ihtimal ile hukuken de kabul edilecektir.
6) Türk bayrağı, Türkiye bayrağına, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Silahlı Kuvvetlerine, Türk Milli takımı, Türkiye milli takımına dönüştürülecektir.
Bütün bu adımlar Türkiye’nin ilk sarsıntıda parçalanmasının temellerini atacaktır. Ülkemizin doğusu ve batısı arasında büyük bir gerginlik doğacak, karşılıklı şüpheler gelişecektir. Henüz durumun tam anlamı ile farkında olmayan Türk Milleti “acının sonradan çıktığını” görecektir.
Bu düşünce ve duyguların iç muhalefet duygusundan kaynaklanmadığının, başka yerlerden de böyle göründüğünün en açık göstergelerinden birisi Taşnak Partisi Erivan temsilcisi KiroManoyan’ın kısa bir süre önce yaptığı şu açıklamadır: “Ermenistan’ın iade edilmesini istediği topraklar şu anda Türklerin egemenliği altında. Yarın bizim iade edilmesini talep ettiğimiz topraklar Kürtlerin eline geçerse onlardan geri vermelerini talep ederiz. Bölgemizde gerçekleşebilecek köklü değişimleri seyirci olarak izleyebileceğimiz gibi, gidişatı yönlendirmek elimizde. Gelişmeleri yakından takip ederek hareket etmeliyiz.”
Bu çerçevede Kültür Bakanı Ömer Çelik, Türkiye’den ayrılan Ermenilere yapmış olduğu geri dönün çağrısı bir başka anlam mı kazanmaktadır? Bu meşru bir sorudur. Ömer Çelik Agos gazetesine verdiği demeçte şöyle demektedir: “Çağrı yaptıklarımıza şöyle dedik: Unutmayın ki, sizin yaşadığınız acıların yakın zamanda benzerini yaşamış bir kadro yönetiyor Türkiye’yi.”[20]
Üstelik PKK ortadan kalkacak mı?Aysel Tuğluk bu soruya şu cevabı verdi: “En az önümüzdeki çeyrek asır boyunca Kürtlerin var olduğu her yerde PKKda çeşitli biçimlerde olacak. Suriye’de bir süre daha silahlı. İran’da yakın gelecekte tekrar silahlı.” Bu açıklamadan çıkaracağımız sonuç şudur. Kandil, cephe gerisi Türkiye’ye taşınacak ve Suriye ve İran yeni cepheler olacak. PKK Türkiye’nin başını belaya sokmaya devam edecektir.


BÖYLE OLMAK ZORUNDA MI?


AKP iktidarı 2002 sonu/ 2003 başında terörün bitme noktasına geldiği bir Türkiye devralmıştır. Öcalan, İmralı’nın derinliklerinde unutulmuştu. PKK, Kuzey Irak’ta Türkiye tarafından desteklenen KYB ile çatışma içinde idi. Bugün, 2013 başında Türkiye’yi yendiğini düşünen, Kuzey Irak’taki gücüne Kuzey Suriye’yi eklemiş bir PKK, AKP’yi 10 yıldan bu yana iktidarda tuttuğunu düşünen bir Öcalan, morali bozulmuş, çatışma isteği kırılmış, yargılanan ve sorgulanan bir Türk Ordusu ve PKK’yı yenme inancına ve iradesine sahip olmayan bir AKP Hükümeti vardır. 10 yılın sonucu budur.
PKK ile müzakere Türkiye’yi etnik bir cehenneme, bölünmeye götürecek tek yoldur. Çünkü Öcalan ve PKK insan hakları ve demokrasi mücadelesi değil, toprak ve egemenlik mücadelesi vermektedir.
Türkiye müzakereler ile bu yola girmiş ve düşünüldüğünden daha hızlı ilerlemektedir.
Oysa PKK ile müzakere tek yol değildir. Türkiye, PKK ile müzakere etmeden de PKK’yı aşabilir.
Türkiye’nin PKK ile yapacağı tek görüşme örgütün teslim görüşmeleri olmalıdır. Bu noktaya ulaşılması kolay değildir ancak bu hedef uğrunda verilecek mücadeleye değer.
Terör örgütleri ile müzakere eden devletler müzakerelerden bir hayır görmemişlerdir. IRA ile masaya oturan İngiltere, birliğini korumak konusunda nasıl zaaf içinde olduğunu göstermiştir. Bu zaaf bugün İskoçya’nın İngiltere’den 300 sene birlikten sonra ayrılması sürecini tetiklemiştir. Gelecek 10 yıl
içinde Kuzey İrlanda’da İngiltere’den kopacak ve İrlanda Cumhuriyeti ile birleşecektir. ETA ile görüşmelerde Bask’ın İspanya’dan ayrılma sürecini durdurmamıştır. Bugün Katalanlar da güçlü bir şekilde İspanya’dan ayrılmak istemektedirler. Özetle, terörle müzakere terör örgütüne teslim olmak demektir. AKP bugün terör örgütüne teslim olmuştur.
Türkiye PKK terörünü aşabilecek güçte bir ülkedir. Bunun için gereken iktidarda PKK’yi yenme ve aşma konusunda kararlı ve bilgili kadronun olmasıdır. Terörle mücadele bir irade savaşıdır. Terör örgütü Türkiye’yi yenemeyeceğini bilir. Ancak Türkiye’yi yöneten kadroların iradesi zayıf olur ise örgüt istediği
sonucu alır.
Terörle mücadelede sert güç unsurları ile yumuşak güç unsurları birlikte kullanılmalıdır. Sert güç, asker, polis, istihbarat ve yasaların etkili bir şekilde kullanmasının oluşturduğu güçtür. Yumuşak güç ise sosyal, ekonomik, kültürel, psikolojik olmak üzere diğer güç unsurlarıdır. Bu iki güç unsurunun birlikte
kullanılmasına “akıllı güç” kullanımı denilir. PKK akıllı güç ile aşılabilir. PKK ile mücadele sürecinde devletin üç hedefi olmalıdır. İlk iki senede,

1)PKK terör örgütünün çatışma iradesini kırmak,
2)Halkı terör örgütünün baskısından kurtarmak ve
3) Bu iki seneyi, bölgesel ve milli rehabilitasyon dönemi izlemelidir. Çünkü terör örgütü, hem Güneydoğu

Anadolu bölgesinde insanlarımıza hem de bütün yurdumuza çok ağır zararlar vermiştir. Bunların aşılması için bir zamana ihtiyaç olacaktır. Bu noktada çok boyutlu, entegre ve milli bütünlüğümüzü tekrar sağlayacak bir proje gerçekleştirilmeli dir.
“PKK’yi son bir adam kalıncaya kadar mı öldüreceksiniz?” şeklinde sorular ortaya atılıyor. İnsanlık tarihinde hiç son adamın öldürülmesi ile biten savaş yoktur. Yenilgi direnme iradesinin ortadan kaldırılmasıdır. 

Bir terör örgütünü yenmek için,


1)Terör örgütünün hareket alanı ve eylemleri minimuma indirgenir.
2)Çatışmanın ekonomik kaynaklarının ortadan kaldırılır veya etkili bir şekilde azaltılır.
3)Çatışmayı sürdüren lider kadroları yok edilir.
4)Çatışmada kendisini destekleyen ülkelerin veya çevrelerin desteğinin kesilir.
5) Ve en önemlisi, devleti yenemeyeceğini, verdiği mücadelenin umutsuz olduğunu görmesi ile yenilir. PKK bu şekilde yenilir. Şimdi bu beş ilkeyi aşağıda daha geniş bir şekilde açıklayalım.

1)PKK’nın bütün eylemleri Kuzey Irak’tan, Türkiye-Irak sınırının Irak tarafındaki 5-25 kilometrelik bir bölgeden kaynaklanıyor.Batıdan doğuya Sinat, Haftanin, Metina, Zap, Avaşin, Basyan, Hakurk bölgeleri Türk Ordusu tarafından işgal edilmelidir. Türk Ordusu bu bölgede bir tampon bölge yaratarak yerleşmelidir. Sınırın Türkiye tarafında ise Şırnak-Hakkari-Van illerinde sınıra 25 kilometre
olan bütün yerleşim yerleri boşaltılmalı ve insansızlaştırılmalıdır. Böylece PKK ile Türkiye arasında 50 kilometrelik bir alan oluşacaktır. Türkiye içine sızmalar ortadan kalkacak. Bu süreçte, mücadelenin şiddetini yükseltip, profili düşürülecektir. Terörle mücadelede yoğun ileri askeri teknolojiler kullanacaktır.
Terörle mücadelede TSK’yı mümkün olduğunca geri plana çekip, Jandarmanın terörle mücadelede uzmanlaşmış kadrolarını daha da etkili bir şekilde takviye ederek, alan hakimiyeti tekrar kurulmalıdır.
Kandil Dağı ile Türk Özel Kuvvetleri’nin ve Türk Hava Kuvvetleri’nin tatbikat alanı haline getirilmelidir.
2)Terör finanse edilebildiği sürece devam eder. Terörle mücadelede özel kuvvetler kadar önemli olan bir güç de terörle mücadelede uzmanlaşmış finans uzmanları ile gümrük uzmanlarıdır. Hakkari-Van ekseninden başlayarak, PKK’nın bütün ekonomik kaynakları kesilmelidir.
3)Türkiye PKK’nın dağdaki elemanlarını değil, dünyanın değişik yerlerindeki lider kadrolarını hedeflemelidir. Öcalan’ı yakalayan, Sakık’ı yakalayan Türkiye, isterse Karayılan’ı, Kalkan’ı, Bayık’ı da yakalayabilir veya öldürebilir. Türkiye şimdiye değin bunu neden yapmamıştır? Çünkü, uzun yıllardan bu yana Türkiye’yi yöneten siyasi kadrolar, PKK liderlerinin öldürülmesi durumunda PKK’nın da kendilerini hedef alacağını düşünerek, korkmuş ve Türk devletinin elini ayağını bağlamışlardır.
4)PKK’ya dolaylı ve dolaysız destek veren ülkeler yıldırılmalıdır.
5)Sonuçta PKK, Türkiye’yi yenemeyeceğini anlayacaktır. Lider kadrolardan yakalanmayanlar veya canlı kalanlar, Türkiye’nin şartlarını sormak için Ankara’ya müracaat edeceklerdir.

Sonuç 

İçinden geçtiğimiz günler de MHP’li, CHP’li, AKP’li ve diğer partilerden bütün yurttaşlarımızın Türkiye Cumhuriyeti devletine sahip çıkma zamanıdır.
Böyle bir zamanda yapılabilecek en kötü şey “elimden ne gelir?” diye hiçbir şey yapmadan oturmaktır. Türk Milleti Sakarya Savaşı öncesinde elindeki avucundaki her şeyi ayni ve nakdi, Eskişehir-Kütahya muharebelerinde yenilerek geri çekilen Türk Ordusu’nu yeniden inşa etmek için Ankara Hükümetine vermektedir.
Bundan sonrasını Turgut Özakman’ın “Çılgın Türkler” kitabından okuyalım: “EMİRDAĞ KAYMAKAMI vakit geçirmeden İlçe Vergi Kurulunu kurdu.Kurul kaymakamın odasında toplandı.Kurul üyeleri bu hayati sorumluluğun altında ve halktan istenen özverinin büyüklüğü karşısında sersemlemişlerdi. Üyelerin çoğu ümitsizdi. Kaymakam halkın nasıl davranacağını kestiremediği için yalpalıyor du. Emirde, "Kurullara her şey makbuz karşılığı teslim edilecek, ne teslim edilmişse bedeli ilerde ödenecek" deniyordu ama acaba halk inanır mıydı buna?Anadolu, Osmanlı tarihçilerinin 'büyük kaçgun' adını verdikleri on yedinci yüzyıl sonundaki kargaşa döneminden beri devlete güvenmez olmuştu.

Can ve mal güvenliğini sağlayamayan devlet, eşkıyanın yağmaladığı köyleri bir de vergi almak için kendi zorlayıp inletmişti. Bu yüzden birçok büyük, bayındır, zengin köy parçalanmış, köylüler kel tepelere, kuytu vadilere, orman içlerine göçmüş, böylece devletin ve eşkıyanın gözünün önünden, elinin altından,
yolunun üzerinden kaçmıştı. Kaçamadığını anlaması uzun sürmeyecekti. Eski devlet bugüne kadar, bir şey vermeden, mal ve can vergisi isteye gelmişti. Şimdi yeni devlet de istiyordu.
Bunları konuşurlarken birden odanın kapısı küt diye ardına kadar açıldı. Kapının çerçevesi içinde Emirdağ'ın delisi Battal belirdi. Bağırdı: "Selamünaleyküm!"

Kaymakam öfkelendi:

"Ulan deli, baksana çalışıyoruz. Çık dışarı!" "Kızma beyim, biliyorum, onun için geldim. Duydum ki Kemal'in askeri çıplakmış. Allah şahidimdir üzerimdekinden başka çamaşırım yok. Çoraplarımı getirdim. Şimdi yıkadım, temizdir."
Yaklaşıp masanın üzerine bir çift ıslak yün çorap koydu. Çarıklarını sıyırıp odanın ortasında bıraktı:
"Aha bunlar da çarıklarım. Haydi kolay gelsin!"
Çıplak ayak, huzur içinde yürüyüp çıktı. Kapıyı gümleterek kapadı.
Üyelerin dilleri tutulmuştu sanki. Kaymakam, "Halktan kuşkulandığımız için tövbe edelim beyler.." dedi,
"..Deli Battal gibi bir garibin bile yüreği köpürdüyse, tekmil halk ayaklanacak demektir. Hızlanalım.”
Evet, içinden geçtiğimiz dönem Türk Milletine söylenen “PKK’ya taviz vermedik” yalanı ile Türkiye Cumhuriyeti devletinin federalleştirilerek Güneydoğu Anadolu’da federe bir PKK Kürdistan’ı kurma sürecinin hızla ilerlediği bir dönemdir. Bu projenin destekleyicileri arasında dışarıda ABD vardır,
AB vardır, içeride bütün ekonomik, politik, medyatik gücü ile AKP iktidarı vardır.
Böyle bir güç ittifakı karşında tek başına MHP’nin mitinglerinin, 300 aydının imzasının ve toplantılarının, CHP’nin karşı çıkışlarının, Türk Ocakları şubelerinin konferanslarının sonuç alma şansı yoktur. Böyle bir güç ittifakını yenecek kuvvet ancak Türk Milletinin anayasasını korumak, milli birlik ve beraberliğini savunmak için ayağa kalktığı zaman ortaya çıkacak güçtür. Her yurttaş, partilerden,
derneklerden, hiç kimseden bir şey beklemeden bir şeyler yapma arayışı ve çabası içinde olmalıdır.
Herhangi bir örgüt, parti, önderlik yapacak birisini beklemeden herkesin tek başına yapabileceği demokratik muhalefet girişimleri vardır.

Nasıl mı?

1)Süreci mümkün olduğunda yakından ve değişik kaynaklardan izleyin ve bilgilenin. Sanal ortamda veya gerçek yaşamda süreci birlikte izleyeceğiniz bir grup oluşturun. Böylece daha fazla bilgi akışı, gözden fazla bir şeyin kaçmaması gibi bir fayda ortaya çıkacaktır. Üstelik bu tür temaslar sağlıklı gerekçeler üretmenize yardımcı olacaktır.
2)Kafası karışık bir arkadaşınıza gerçeği anlatın. Unutmayın, siz ona gerçeği bir kez anlatacaksınız ancak ona değişik kaynaklardan yalan yüzlerce kez anlatılacak. Hemen anlamasını, kabul etmesini beklemeyin. Size karşı çıkar iken ileri sürdüğü gerekçeleri teker teker sabırla çürütün. Kavga eder gibi,
onu yenmek amacı ile değil, onu kazanmak adına yapın bunu. Olmuyor demeyin ısrar edin. Kazandığınız herkes müzakere ve teslimiyet cephesinden alınmış Türk Milleti adına kazanılmış bir kişidir.
3)Kafası karışık bir komşunuzun evine akşam ziyaretine gidin ve doğruları ikna oluncaya kadar gidip gelerek izah edin. Unutmayın sizinle benzer düşünenler ile bu meseleyi tartışmanızın bir faydası yok mesele kararsız, kafası karışık veya kafası çelinmiş olanları ikna etmek, gerçeği göstermektir.
4)Televizyon kanallarının tek yanlı yayınlarını protesto edin ve telefon ederek protestonuzu bildirin. Her evden bir telefon gitse telefonlar kilitlenir. Başka kim yapar ki demeyin. 300 aydın imza attı yer yerinden oynadı. Bazen küçük bir telefon çevirme hareketi önemli sonuçlar doğurabilir.
5)Köşe yazarlarına e posta atın, mektup yollayın, telefon edin. Görüşlerinizi soğukkanlı ancak ısrarlı ve kararlı şekilde anlatın.
6)İlinizin milletvekillerini özellikle de AKP milletvekillerini arayın ve endişelerinizi anlatın.
7)Twitter ve facebook çok etkili bir şekilde kullanılabilecek iki sosyal medya aracıdır. Bu araçlarda düzenlenecek ve bir süre sonra tekrar canlandırılacak kampanyalar ile kamuoyu uyanık tutulur. Twitterda T.C. kampanyası hükümeti geri adım atmaya zorlamıştır.
8) Milli sivil toplum örgütleri tarafından düzenlenen konferans ve panellere muhakkak gidilmeli ve giderken yanınızdakonuya uzak bir arkadaşınızı muhakkak götürmelisiniz.
9)Yaşananları anlatırken, çelişkileri gözler önüne serin. Örneğin, Başbakan Erdoğan Suriye’de Esad’ın bebek katili olduğunu ve Allah’ın intikamından kaçamayacağını söylüyor. Öte yandan kendisi Türkiye’de akil adamlar aracılığı ile Öcalan’a “bebek katili” demeyin telkininde bulunurken, Öcalan ve PKK ile helalleşmeden bahsediyor.
10)Yaşananları anlatırken, sorular sorun. “Pazarlık yok deniliyor peki PKK neden çekiliyor? Öcalan serbest kalmadan terörü neden bitirsin?” veya “Erdoğan, Balıkesir’de genel af yok ancak devlet kendisine karşı işlenen suçları affedebilir diyerek neyi kastetti? Öcalan devlete karşı suçlardan içerde değil mi?”
sorulabilecek bir başka soru, “Başbakan neden eyaletlerin kurulması gerektiğinden bahsetti ve Osmanlı’da da Kürdistan diye eyalet vardı açıklamasını yaptı? Acaba yine Kürdistan diye bir eyalet mi kurulması hedefleniyor?” Bu ve benzeri soruları çoğaltarak sorun. Bırakın karşınızdakiler cevaplasın.

Gün Milli Demokratik direniş ve mücadele günüdür.

[1] İsmail Hakkı Danişmend, Tarihi Hakikatler, Tercüman tarih ve Kültür yayınları, I, Birinci Cilt, İstanbul 2002, s.201
[2] Sadi Somuncuoğlu, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Hangi Milletin Devleti, Milli Düşünce Merkezi yayınları, Ankara 2012, s.14
[3] Suna Kili-Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1985, s.96’dan nakleden, S. Somuncuoğlu, age, s.18
[4] İHA, 5 Mayıs 2013
[5] Sadi Somuncuoğlu, Devletlerimiz ve Anayasalarımız, Milli Düşünce Merkezi, 
Ankara 2013, s.13
[6] Taraf, 3 Mayıs 2013s
[7] Taraf Gazetesi, 11 Mart 2013
[8] Sözcü, 28 Nisan 2013, Necati Doğru, “Dün kan akıtıcı, bugün yeni devlet adamı”
[9] Sözcü, 30 Nisan 2013, Emin Çölaşan, “Terörist konuştu”
[10] Vatan, 30 Nisan 2013, “Ankara’yı gerecek 3 şart”
[11] Taraf, 23 Nisan 2013
[12] Star, 1 Mart 2013
[13] Hürriyet, 4 mayıs 2013, “PKK ne zaman silah bırakır bilmiyorum”
[14]Sözcü, 12 Mart 2013
[15]Hürriyet, 4 Mart 2013, “Öcalan özgür olacak”
[16] Taraf, 11 Mart 2013, “Neşe Düzel ile söyleşi:Sansür sürerse çözüm olmaz”
Sayfa 26 / 26.
[17] Cumhuriyet, 4 Mart 2013, “Af gündemde mi?”
[18]Taraf, 11 Mart 2013
[19]Sözcü gazetesi 19 Nisan 2013
[20]nakleden Yeniçağ, 26 Nisan 2013, “Kürt-İslamcı Bakan, Türklüğü hedef aldı”

http://www.21yyte.org/ 
 06.08.2013 11:30 
Tarihinde Yayınlanmıştır


..