Hilmi Özkök etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hilmi Özkök etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Aralık 2019 Çarşamba

CHP Raporunda can alıcı soru. ?

CHP Raporunda can alıcı soru. ?


CHP Raporunda can alıcı soru: 2004 Kararları uygulansaydı FETÖ bu güce erişebilir miydi?

Türkiye, “FETÖ’nün siyasi ayağı kim?” tartışmasını izliyor. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Bir Numaralı siyasi ayak Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden zattır” çıkışına Erdoğan 250 bin TL’lik tazminat davası ile yanıt verdi. CHP 16 yıllık AKP-FETÖ ilişkisini raporlaştırdı.



Aykut Küçükkaya



08 Nisan 2018 Pazar, 21:35











15 Temmuz’daki kanlı darbe girişiminin ardından en çok tartışılan konulardan birisi “FETÖ’nün siyasi ayağı”ydı… Aslına bakarsanız siyasi ayağı hepimiz biliyoruz!..
“FETÖ’nün siyasi ayağı”ydı… Aslına bakarsanız siyasi ayağı hepimiz biliyoruz!..
Bu “ Paralel yolda ” Beraber yürüyenlerin Gülen cemaatini nasıl desteklediğini, nasıl büyüttüğünü ve devletin nasıl o kirli ellere teslim edildiğinin hep birlikte tanığıyız…
Biz bu tanıklığı yaşarken iki haftadan bu yana AKP ile CHP arasında “siyasi ayak” tartışması birden alevlendi. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, aynı zamanda AKP Genel Başkanı olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı sert sözlerle hedef aldı: “FETÖ’nün bir numaralı siyasi ayağı Cumhurbaşkanlığı’nı işgal eden zattır!..”
Erdoğan bu sert sözler üzerine, Kılıçdaroğlu’na 250 bin TL’lik tazminat davası açtığını duyurdu. Yargıya taşınan bu süreçte CHP’nin elindeki en büyük veri, “iktidar partisi AKP ile Gülen cemaati arasındaki 16-17 yıllık ilişkiyi” raporlaştırması. Yasemin Öney Cankurtaran koordinatörlüğünde hazırlanan söz konusu raporlar sanki bir. “hepiniz oradaydınız” belgeseli… Evet, tam 3 rapor:
AKP İÇİN FETÖ’NÜN MİLADI. 
BİR ELMANIN İKİ YARISI: AKP İLE FETÖ.
AKP, 15 TEMMUZ’DAN SONRA DA FETÖ’DEN KOPAMADI!
Yazı dizimizde üç raporun önemli bölümlerini özetleyeceğiz. Her gün bir raporu ele alıp, en can alıcı yerlerini okurlarımızın ve Türk kamuoyunun dikkatine bir kez daha sunacağız. Unutkan bir toplum olduğumuz yadsınamaz bir gerçek!.. Birbiri ardına okuyacağınız “tarihe not düşen özlü sözler, arşivlerin tozlu raflarında unutulmaması gereken raporlar” iktidar partisini yöneten AKP’li isimlerle, kanlı darbe girişiminin, 15 Temmuz’un arkasındaki en büyük güç olan Gülen cemaati arasındaki ilişkiyi bir kez daha yüzümüze tokat gibi çarpacak…
Sahi!.. Bir kez daha soruyoruz; Kandırılan kim?
Erdoğan ile Kılıçdaroğlu’nun FETÖ’de uzlaşamadığı en önemli nokta cemaatle mücadeleye başlanılması gereken tarih: CHP:2004  AKP:2013

'MİLAT'TA 9 YILLIK SAPMA

Tarih: 28 Kasım 2013...
Taraf gazetesinin manşetinde “Gülen’i bitirme kararı 2004’te MGK’da alındı” haberi!
İşte Kılıçdaroğlu ile Erdoğan arasındaki en büyük fikir ayrılığı “AKP için FETÖ’nün miladı”yla başlıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan her ne kadar milat olarak 17-25 Aralık’ı işaret etse de CHP “milat” için 17-25 Aralık’tan neredeyse tam 9 yıl öncesini gösteriyor.
CHP’nin Tezleri...
Milatla ilgili tartışma CHP’nin birinci raporunda aynen şöyle yer alacaktı: Kasım 2002’den bu yana iktidarda bulunan AKP hükümetleri için, Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) tehdidine resmi olarak ne zaman vâkıf olduklarıyla ilgili siyasi ve hukuki açıdan bir “milat” belirlemek gerekirse 24 Haziran 2004 ve 25 Ağustos 2004 tarihli MGK toplantıları ile 481 Sayılı MGK Kararı’nı başlangıç almak doğru olacaktır. 24 Haziran 2004 tarihli MGK toplantısında “Türkiye’deki Nurculuk Faaliyetleri ve Fethullah Gülen” konusu gündeme alınmış ve hem MİT Müsteşarlığı, hem Genelkurmay Başkanlığı tarafından Gülen Grubu’nun yapılanması, yurtiçi ve yurtdışı faaliyetlerine ilişkin tehdit konusunda kapsamlı sunumlar yapılmıştır. Gülen Grubu’nun faaliyetlerinin izlenmesi ve tasfiye edilmesine ilişkin kararlar alınmış ve tüm kurul üyeleri tarafından imzalanıp 25 Ağustos 2004 tarihli MGK toplantısında “481 Sayılı MGK Kararı” olarak kayda geçmiştir. 481 Sayılı MGK Kararı’nda yer alan önemli bir husus, ‘Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül imzasıyla 16 Nisan 2003’te, ‘yurtdışındaki Gülen okullarına ve Milli Görüş’e yardım edilmesi için’ Büyükelçiliklere gönderilen 3846 ve 3847 sayılı genelgelerin” geri çekilmesinin istenmesidir. Ancak bu genelgeler (20 Mayıs 2014’e kadar) geri çekilmediği gibi, 2008 yılında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın AKP’nin “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle kapatılması istemiyle hazırladığı iddianamede söz konusu fiiller arasında sayılmıştır. 25 Ağustos 2004 tarihli MGK Kararı’nın 28 Kasım 2013’te Taraf Gazetesi’nde yer almasının ardından AKP’li yetkililer “MGK gündemine dönemin Cumhurbaşkanı Sezer tarafından getirildiğini, hükümetin dahli olmadığını ancak kararı yok hükmünde saydıklarını ve uygulamadıklarını” yandaş medya ise “Hükümet’in kararın içini boşaltıp uygulamadığını, MGK kararlarının tavsiye niteliğinde olması nedeniyle hukuken de uygulamak zorunda olmadığını” açıklama çabasına girmiştir. Bu noktada Erbakan’a 28 Şubat kararlarını imzaladığı için eleştiri yöneltenlerin 481 sayılı MGK kararına karşı idiyseler neden direnmediklerini ve uygulamayı düşünmedikleri bir karara neden imza attıklarını sormak gerekir. 2004 MGK Kararı’na imza atan 5 askeri yetkiliye karşın AKP Hükümeti’nin 7 sivil üyesi bulunmaktayken, karşı çıkmaları halinde bu kararın çıkmayacağı aşikârdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından FETÖ/PDY’nin “miladı” olarak 17-25 Aralık 2013’ü açıklamıştır. 17-25 Aralık bir milat olacaksa, ancak “AKP-FETÖ suç ortaklığının bozulmasının miladı” olabilir. Bu çerçevede, 481 Sayılı MGK Kararı, AKP Hükümeti’nin “yok sayarak uygulamadıklarını” itiraflarıyla ve 14 yıllık iktidarlarında FETÖ’nün devlet içinde stratejik örgütlenmesine bilinçli olarak “izin ve onay veren” icraatlarıyla, 15 Temmuz 2016 darbe girişimine giden sürecin önünü açmaktan “siyasi ve hukuki açıdan sorumlu” olduklarını ortaya koyan bir belgedir. Nitekim dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün TBMM Darbe Komisyonu’na yaptığı “FETÖ’ye karşı hükümeti 2004 yılında MGK kararıyla uyardık. Ancak pek fazla bir şey yapılmadığını gördük” açıklaması, bunun teyidi niteliğindedir. Bu hususlar, aynı zamanda Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın 17-25 Aralık 2013 Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturmalarını “milat” göstermelerinin ve “FETÖ tarafından kandırıldık” beyanlarının neden doğru olmadığını da ortaya koymaktadır...
Raporda can alıcı soru...
Raporda milat tartışmasına devletin resmi belgeleriyle nokta koymaya çalışan CHP, “Soruyoruz” diyerek şu sorusunun yanıtını isteyecekti: “2004 MGK Kararı, Bakanlar Kurulu kararı haline dönüştürülüp kararlı bir şekilde uygulansaydı; FETÖ, 15 Temmuz darbe girişimini gerçekleştirecek güce erişebilir miydİ?

RAPORDAN...Erdoğan'dan Gülen yorumu: Aynı menzile giden farklı bir yol...

“Üzerinde durulması gereken önemli bir husus da, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 3 Ağustos 2016’da Din Şûrası’nda yaptığı konuşmada FETÖ/ PDY için “aynı menzile giden farklı yollardan biri olarak gördüğümüz bu yapı” tanımlamasını kullanarak “hedef birliği” içinde olduklarını itiraf etmesidir. Daha 15 Haziran 2012’de katıldığı Türkçe Olimpiyatlarında “Bitsin artık bu hasret” diyerek Gülen’e “ Türkiye’ye dön ” çağrısı yapan, 17 Aralık 2013’ten bir gün sonra dahi Gülen ile uzlaşma arayışında bulunan Erdoğan, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından FETÖ/PDY’nin “miladı” olarak 17-25 Aralık 2013’ü açıklamıştır.” 
“Başbakan Binali Yıldırım ise 23 Ekim 2016’da yaptığı açıklamada ‘Eski bir Genelkurmay başkanı (Hilmi Özkök) çıkıp diyor ki ‘Biz 2004’te uyardık.’ Ne uyardınız kardeşim, karara bakıyoruz ‘Nur cemaati ve hizmet hareketi izlenmelidir’ diyor. Ne zamandan beri cemaatler terör örgütü oldu. Bizim için kırmızı çizgi, terör faaliyetinin başladığı gündür, o da 17 Aralık’tır. Hiç kimse eline silah almadıkça, insanları öldürmedikçe terör örgütü muamelesi göremez. Bu örgüt devletle bilek güreşine 17 Aralık’ta başlamıştır’ ifadelerini kullanmıştır. Başbakan Yıldırım’ın bu beyanlarındaki çelişkilere açıklık getirecek olursak; 2004 MGK Kararı’nda, doğrudan ‘Fetullah Gülen Grubu’ ismi geçmektedir ancak Başbakan Yıldırım bunu gizlemeye çalışmaktadır. Dönemin Genelkurmay Başkanı Özkök’ün, ‘2004’te Hükümeti uyardık’ açıklamasına karşı çıkmaktadır. Belgeler ise Başbakan’ı yalanlamaktadır. Başbakan, “Bu örgüt devletle bilek güreşine 17 Aralık’ta başlamıştır” demek suretiyle, bir yapının terör örgütü olup olmadığına, devlet aleyhine çalışıp çalışmadığına devletin güvenlik raporlarına bakarak değil, AKP ile olan ilişki durumuna bakarak karar vermektedir. ‘Hiç kimse eline silah almadıkça, insanları öldürmedikçe terör örgütü muamelesi göremez. Terör faaliyetinin başladığı gün 17 Aralık’tır’ ifadesi ise maalesef trajikomiktir. Ne 17 Aralık ne de 25 Aralık, silahlı bir eylem değildi, kimsenin elinde bir silah yoktu. Peki ne vardı? Ayakkabı kutularından çıkan dolarlar, çikolata kutularında giden rüşvetler, 700 bin liralık kol saati, evdeki para kasaları, para sayma makineleri, bir türlü sıfırlanamayan milyonlarca dolar ve euro vardı…” 
“Erdoğan’ın 17-25 Aralık’tan sonra ‘Bunlar devlet içinde devlet olmuşlar’ ve ‘ne istediniz de vermedik’ sözleri, her ne kadar suçlama ve sitem içerse de, aynı zamanda o tarihe dek verdikleri desteğin itirafı niteliğindedir.”

2004’teki kararda Erdoğan’ın da imzası vardı

Karar şu uyarıları içeriyordu:
25 Ağustos 2004 MGK toplantısında “481 Sayılı MGK Kararı” olarak kayda geçen “tavsiye” niteliğindeki kararı, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Başbakanı Erdoğan’ın yanı sıra Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ile İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu imzaladı. Kararda dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, kuvvet komutanları Özden Örnek, Aytaç Yalman, İbrahim Fırtına ve Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’un da imzaları bulunuyor. 481 sayılı MGK kararında yer alan bazı önemli hususlar şunlardı:

  • Gülen grubunun yurtiçi ve yurtdışı faaliyetleri, Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu (BUTKK) koordinesinde İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, MİT Müsteşarlığı ve ilgili diğer kurumlar aracılığı ile yakından takip edilmeli. 
  • Devletin yurtdışında görevli memurları aracılığı ile Gülen grubu yakından takip edilmeli, gerekiyorsa Dışişleri Bakanlığı tarafından ilave tedbirler geliştirilmeli. 
  • Gülen grubuna ait özel okulların faaliyetleri, İçişleri Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından incelenmeli ve takibe alınmalıdır. Bu gruba ait okullardaki şüpheli ve yasadışı faaliyetler, periyodik olarak Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu’na (BUTKK) rapor edilmeli. 
  • Gülen grubunun ‘öğrenci evleri’ kapsamında sempatizan ve yandaş edinme gayretleri, İçişleri Bakanlığı nezdinde dikkatle takip edilmelidir. Yasal olmayan yollar kullanılarak din eğitimi veren ve bir nevi dini alet ederek yandaş toplama sistemi olan ‘öğrenci evleri’ uygulamalarına engel olunmalı. 
  • Yapılan bağışlar ile usulsüz para hareketleri ve kara para uygulamalarının Maliye Bakanlığı- MASAK (Mali Suçlar Araştırma Kurulu) aracılığı ile takip edilmesi sağlanmalı. 
  • Abdullah Gül’ün, Dışişleri Bakanı sıfatıyla 16 Nisan 2003’te ‘Gülen okullarına ve Milli Görüş’e yardım edilmesi için” büyük elçiliklere gönderdiği 3846 ve 3847 sayılı genelgeler geri çekilmeli.
***



26 Ağustos 2018 Pazar

Özkök Neden Sorgulanmıyor?

Özkök  Neden Sorgulanmıyor?


Ekrem Hortu

Yoksa Eski Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök Gizli Tanıkmı? Em. Komutanlar Sorgulanıyor Peki.., Bunların Başkomutanı Özkök ve Büyükanıt neden sorgulanmıyor?


AKP ÇOK FENA FAKA BASTIRILDI NİÇİN 7 YIL SONRA BU OPERASYON?

Barış Yarkardaşın Gerçek gündem de dile getirdiği gibi Asker Neden Zorlanıyor?
Acaba yarrabi bir muhtura şu garip AKP yemi duası edilmekte bakın size bir kez daha söyleyim Sevgili AKP li dostlar yeşil kartlınız fak fuk fon destekli seçmenler dahi isyan içindeler bugün Fatih parkında onlarca insan ne konuşuyordu bittik yahu 10 lira harçlık yok cebimizde isyanı vardı AKP li dostlar 300 bin Genarelini Subayını içeri koysanız dahi vatandaşın umrunda değil hani söyleyim Vatandaş diyorki Tayyip. Erbakan hocasının intikamını alıyor Askerlerden işte Vatandaşın tepkisi Şeytanın gördediği Çetin'in oğlu sizi çok fena faka bastırdı evet Türk Milleti Ordusu'nun Siyasete mudahale etmesini istemez ama Ordusu ile Kavğa edeni hiç Affetmez!

2007 yılının Ağustos ayından beri süren “Ergenekon” soruşturması pazartesi sabahı yaşanan gözaltılarla yeni bir evreye girdi. Bir dönemin kudretli paşaları olan İbrahim Fırtına, Ergin Saygun ve Özden Örnek gözaltına alındı. “Balyoz Darbe Planı”nı yaptığı iddia edilen Emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın evi arandı. Bu satırlar kaleme alındığı sırada Doğan’ın evinde yapılan arama sürüyordu. Bu noktada; tarihe bir de not düşelim: Çetin Doğan da evinin aranacağını tıpkı Sabih Kanadoğlu gibi TRT’den öğrendi. Sabah saatlerinde Anadolu Ajansı ve TRT 2 Çetin Doğan’ın evinde arama yapıldığı haberini geçti. Doğan’ın eşi ise Vatan Gazetesi’nin internet sitesine yaptığı açıklamada, “Haberlerde söylendi ama evimizde arama yok. Şu an evdeyiz” dedi. Doğan’ın eşinin açıklamasından tam bir saat sonra bir grup polis, askeri lojmana geldi ve aramayı başlattı. Orgeneral Çetin Doğan, polisler askeri lojmanın kapısına dayanınca “Nihayet geldiler. Şu an arama yapılıyor” ifadesini kullandı.Ergenekon adı verilen ve tam üç yıldır süren “ucu açık” operasyonda “çıta”nın artık en yükseğe doğru çıktığı görülüyor. Gözaltına alınacaklar, tutuklanacaklar ve evi basılacaklar yine yandaş medya tarafından ilan ediliyor. 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk de bu isimlerden biri… NATO’da eğitim almamış nadir “üst subay”lardan biri olan Berk, Rusça bilmesiyle dikkat çekiyor. Berk’in başında bulunduğu ordu, Türkiye’nin en kritik bölgelerinden sorumlu. işte ABD ip...... nesi. berk Paşa'dan ürküyor çünkü korkuyorBerk’in bir süredir hedef tahtasına konulması ve Silivri’deki diğer tutuklularla aynı kaderi paylaşacağının ilan edilmesi, aslında esas hedefin “Genelkurmay” olduğunun geç kalmış bir ilanı… Berk’ten sonraki hedef ise Orgeneral Başbuğ… Saldıray Berk’in tutuklattırılması halinde, sıra Başbuğ’a gelecek… ancak birtürlü buna cesaret edemiyorlar önce emekliler ile başladılar geçim derdine düşmüş Türk Milletinden hatırı sayılır tepki yok bu durum ABD  AB veeee Asker ve Laik Türkiye'yi içine sindiremeyenlere cesaret vermiş olmalıPeki ne oldu da bir süredir dinen “dalgalar” yeniden taşmaya başladı?Ergenekon adı verilen operasyon, en başından beri “CAI destek”le yürüyor. “Darbe yapacakları” iddia edilen kişilerin gözaltına alınmasıyla başlayan süreç, AB ve ABD’nin destek mesajlarıyla devam ediyor. Daha geçen hafta, ABD Büyükelçisi Jefrey, “Ordunun siyasetteki etkisi mutlaka yok edilmeli” diye beyanat verdi. 

ABD belli ki; önümüzdeki süreç te de AKP iktidarı ile “ittifak”ına devam edecek. 

Askere 1 Mart 2003 tezkeresinden dolayı güvenmeyen ABD, İran’a yönelik operasyonda TSK yerine AKP ile işbirliği yapacak. İran’a müdahaleye karşı çıkan TSK böylece saha dışına atılacak. Söz söyleme hakkı elinden alınacak. TSK’nın yerine ise AKP monte edilecek. AKP iktidarda kalabilmek adına AB ve ABD’nin tüm isteklerini koşulsuz bir şekilde yerine getirecek, ama AKP burada yanılıyor unutmasın oy Türk Milletinin Meselenin bir de öteki yüzü var tabii… AB ve ABD destekli operasyonun “siyasal sonuçları” ele alınırken; “açılım”ı masaya yatırmamak olmaz. ABD, uzun süreden beri “açılım” adını verdiği paketin uygulanması ve PKK’nın siyasallaştırılması için çaba gösteriyor. PKK’yı Talabani – Barzani iktidarının karşısında “tehlike” olarak gören ABD, terör örgütünün “silahsızlandırılması”nı istiyor. Bir sonraki aşama ise Kürtlere bir devlet hediye etmek… Böylece, kendisine de yeni bir “pazar” yaratmak… 2 Milyon masum Iraklıyı katlederek elde ettiği Petrol'e bekçi yapmak oyna barzaniyiAncak; bunun yapılabilmesi için Türkiye’den de “toprak alınması” ve Kürt devletinin parçalarının tamamlanması gerekiyor. Aksi taktirde; Kürtleri ikna etmek ve denetimlerinde tutmak mümkün olmayacak. İşte bu yüzden; “açılım”la yapılamayacağını gördükleri operasyon, askerin tahrik edilmesiyle hayata geçirilmeye çalışılacak.Hatırlayın; NATO Müteahhitlerinden Fenerbahçe eski Başkanı Ali Şen yıllar önce “Kürtlerin hakları verilmezse dış güçler askeri müdahalede bulunur” demişti. Şen’in sözleri o dönem bomba etkisi yaratmıştı. Milliyetçi – ulusalcı güçler Şen’e büyük tepki göstermişti. meğer Şen haklı imiş bakın ey Türk Milleti Ülken Türkiye ne hale getirlidi insanlar bankalara plastik kart ile boğuşur hale getirildi Türkiyenin içi boşaltılıyorSanırız; şimdi o günlere yaklaşıldı. Uzun bir süreden beri “açılım” adı altında Kürt devletinin ilan edilmesine uzanan bir çaba var. Kürtlerin ve diğer halkların demokratik haklarını kullanamadığına ilişkin sistemli bir propaganda faaliyeti yürütülüyor. Daha düne kadar Kürt yurttaşlarımıza ırkçı-faşizan söylemlerle saldıran gericiler, bugün birer “özgürlük havarisi” rolüne soyunuyor. 

 Oysa; 

  Kürtlere yaptıkları hakaretlerin henüz mürekkebi bile kurumadı…soruyorum Ereğli'de yaşayan hangi kürt mağdur?ABD’nin Kürtlerin “siyasal hakları” üzerinden yürüttüğü bu kampanya, uzun vadede bir Kürt devletinin kurulmasının psikolojik zeminini oluşturmaya yönelik. 

Ancak bunun önünde üç engel var: 

Biri CHP diğeri TSK, diğeri ise MHP… TSK, son operasyonlarla iyice güçten düşürüldü, itibarsızlaştırıldı… Arkasındaki halk desteği azaltıldı… CHP ise Baykal liderliğinde duruşunu sağlamlaştırdı. MHP’nin tabanı ise açılıma yönelik en sert tepkiyi veren parti konumunda… MHP ve CHP bu yüzden “Şimdilik” açık hedef haline getirilemiyor. Her iki partinin geniş bir taban desteğine sahip olması, “demokrasicilik oyunu”nu yürüten AB – ABD ve AKP’yi zor duruma sokuyor. “Parlamenter rejim” içindeki CHP ve MHP’yi etkisizleştiremeyen AB - ABD – AKP üçgeni uzun vadeli planın gerçekleştirilebilmesi için önce orduyu tamamen hareketsiz kılmayı amaçlıyor. Türk ordu geleneğinin bilincinde olan ABD, işi şansa bırakmamak için de sürekli atraksiyon geliştiriyor. Medya eliyle yürütülen bu operasyonlarla ordunun “moralini çökertmek” ve “sinir sistemini alt üst etmek” amaçlanıyor. “Sinir sistemi” bozulan bir organizasyonun kontrolünü kaybedeceğini bilenler, ordunun “darbe yapması”nı istiyor. 

Böylece; askerin herhangi bir darbe girişiminde bulunmasının da işleri kolaylaştırılacağı varsayılıyor. Zira; asker darbe yapmaya yeltendiği an “Demokrasi elden gidiyor” yaygarası kopartılarak “açık askeri müdahale”nin de zemini oluşturulacak. Böylece, hem iktidardaki AKP’nin konumu güçlendirilecek, hem de “Kürt hakları” adı altında bölünmenin önü açılacak… Ali Şen, “Haklar verilmezse NATO açıktan müdahale eder” dediğinde kimileri kızmış, kimileri gülüp geçmişti… Sanırız artık o günlere yaklaştık… Askerin sürekli tahrik edilmesinin arkasında işte bu uzun vadeli plan yatıyor… Tabii AKP de bu süreci kendi lehine çevirmeyi beceriyor. Yeni bir kapatma davasının açılacağı söylentilerinin yaygınlaştığı şu günlerde, aklımıza Şamil Tayyar’ın sözleri geliyor. Star Gazetesi Ankara Temsilcisi Tayyar, Taraf Gazetesi’ne verdiği röportajda “Kapatma davası açılırsa, generallerin hepsi gözaltına alınır” demişti. bir Gazeteci bütün bunları nereden biliyor ben şamili tanırım Milliyet'den evet şamil'lerin haber kaynağımı HükümetBaşbuğ’un ses kaydının internete düşmesi, kapatma davası açılacağının açıktan konuşulmaya başlanması, ABD’nin askere yönelik mesajları ve beklentileri, Türkiye’yi çok zor günlerin beklediğini gösteriyor. İran, Afganistan, İsrail, Pakistan ve Rusya’ya yönelik hesapların tamamı, neredeyse Türkiye üzerinden yapılıyor. AKP ise krizi fırsata çevirip konumunu güçlendirmeyi planlıyor. dedim ya AKP bu hesapları yapıyor şeytan çarpmışa dönmesin?Ancak bu üçgenin; yani AB - ABD ve AKP'nin unuttuğu birşey var: Evdeki hesap çarşıya uymaz... Uymayacak da... Bunu hep birlikte göreceğiz... Kaynak: Özkök  Neden Sorgulanmıyor? 

http://www.erguncel.com/haber/ozkok--neden-sorgulanmiyor--15842

****

5 Ocak 2017 Perşembe

AKP- Ordu ilişkileri “ Şiir gibi ” Olabilir mi?



  
AKP- Ordu ilişkileri “ Şiir gibi ” Olabilir mi?



İnan Kahramanoğlu,

08.03.2004/
Sayı:51


28 Şubat dersi: Şeriata geçit yok

28 Şubat Şubat 1997’de alınan MGK kararlarının üzerinden yedi yıl geçti. 28 Şubat darbe miydi, postmodern darbe miydi, yoksa balans ayarı mıydı, 28 Şubat sürüyor mu, bitti mi? bitmedi mi? Aradan geçen yedi yılda bu sorular üzerinde yoğunlaşan tartışmalar dinmek bir yana daha da alevlendi. Türk siyaseti yedi yıldır bu sorular üzerinde tartışıyor.

28 Şubat’tan beri Türk siyasetinin temel çelişkisi 27 Mayıs’tan sonra yeniden Siyaset-Ordu çatışması eksenine kaymış durumda.

Aslında 28 Şubat’ın ortaya çıkış gerekçeleri ve amaçları düşünüldüğünde istenilen hedeflere ulaşma noktasında son derece olumsuz bir tabloyla karşı karşıya kalıyoruz. Şeriatçı Refah Partisi ancak DYP ile koalisyon ortaklığı kurarak iktidara yerleşebilmişti. Ancak şeriatçıların iktidar sevinci oldukça kısa sürmüş ve 28 Şubat kararlarının altına imza atan dönemin başbakanı Erbakan koltuğunu da terketmek zorunda kalmıştı. Ordu ise 28 Şubat’la birlikte şeriatçıları iktidardan düşürürken bundan sonrası için de şeriatçılara iktidar yolunun kapandığı mesajını veriyordu.

Oysa bugün Türkiye aynı şeriatçı geleneğin temsilcisi olan AKP iktidarına mahkum durumda. Üstelik AKP Refah Partisi’nin çok üzerinde bir güce sahip. Meclis’te Anayasayı değiştirebilecek çoğunlukta ve tek başına iktidar. Dolayısıyla Şeriatçılar açısından 28 Şubat’ı her fırsatta yeniden ısıtıp tartışmaya açmaktansa üstüne örtmek ve unutturmaya çalışmak en mantıklı yol gibi görünüyor. Fakat bugün karşılaştığımız durum bunun tam tersi. Şeriatçılar bir yandan Tayyip’in bizzat ifade ettiği gibi “ 28 Şubat artık bitmeli ” nakaratına sarılırken bir yandan da ağır sözler ve ithamlarla 28 Şubat sürecini ve dönemin öne çıkan isimlerini hedef tahtasına koyuyorlar.

Fakat bir yandan 28 Şubat düşmanlığı yaparlarken bir yandan da AKP ile Ordu arasındaki ilişkilerin ne kadar sorunsuz ve uyumlu ilerlediği propagandasını yayıyorlar. AKP nasıl değiştiyse Ordu da değişti mesajı vermeye çalışıyorlar. Şeriatçı ve Amerikancı propagandanın özeti şu: Ordu artık 28 Şubat’taki Ordu değil, zaten 28 Şubat’taki kadro da tasfiye oldu. Amerikancı ve Şeriatçı basın, AKP’nin iktidara geldiği günden beri AKP ile Ordu arasındaki ilişkilerin düzeldiğine yönelik yayınlar yapıyor. Genelkurmay Başkanı’na atfedilen “hükümetle aramız şiir gibi” sözü hemen her fırsatta ve olur olmaz her yerde bir şekilde tartışmanın içine sokuluyor.
Tayyip’in Tercüman’da yayınlanan röportajı da benzer temalarla aynı mesajı veriyor. Tayyip bir yandan Genelkurmay’la ve Cumhurbaşkanı ile ne kadar uyumlu çalıştıklarını anlatırken bir yandan da “28 Şubat artık bitmeli” mesajını araya sıkıştırıyor. İyi ama madem Ordu ile AKP ilişkileri “şiir gibi” o halde “28 Şubat artık bitmeli” demek de ne oluyor? Bitmeli denildiğine göre 28 Şubat devam ediyor. Devam ediyorsa bu çizilen uyumlu çalışma tablosu açık bir çelişki olmuyor mu?

Bu çelişik ifadeleri bir kafakarışıklığı ya da Ordu hükümet ilişkilerini tam olarak kavrayamamaktan kaynaklanan bir değerlendirme hatası olarak görmek de pek mümkün değil. Sonuçta rejimi yıkmak isteyen, şeriat düzenine geçme planları yapan ve uzun yıllardır bu amaç için çalışan bir siyasal hareketten bahsediyoruz.
O halde, bütün bu gerçeklere baktığımızda şu tespit yapılabilir: Şeriatçılar 28 Şubat’ı tasfiye etme yolunda önemli adımlar atmış olsalar da 28 Şubat’ın yarattığı korkuyu atlatabilmiş değiller. Attıkları her adım onları hedeflerine bir adım yaklaştırırken korkularını da bir derece arttırıyor.
Korku arttıkça savunma refleksi saldırganlık olarak ortaya çıkıyor. İktidardan indirilme korkusu paranoyak bir ruh haline dönüşüyor ki şeriatçı yazarların 28 Şubat’a ilişkin yazdıkları her cümle de bu paranoyak ruh halinin yansımalarını görebiliyoruz.
Ordu ile ilişkilerin gerçekte olmasa bile görünürde uyumlu gösterilmesi bu nedenle önemli. Çünkü şeriatçılar hem kendilerinin hem de Ordu’nun değişmediğini bal gibi biliyorlar.

Yapılması gereken ilk şey şeriatçı iktidarın önünde engel olan Ordu’yu ne yapıp edip etkisizleştirmekti. AB uyum süreci adı altında girişilen demokratikleşme adımlarının ilk hedefi hâlâ Türk Ordusu. AKP’nin Türk Ordusu’nu tasfiye etme amaçlı ve AB-ABD destekli sivilleşme planı yeni bir 28 Şubat’la daha karşılaşma ihtimali düşünülerek son hızla ilerletiliyor. Ama bazıları hâlâ AKP ve Ordu arasındaki uyumlu çalışmadan bahsedebiliyor.

Ne Ordu Değişti ne de AKP

Şeriatçılar ne yapmalı sorusunun cevabını aslında AKP’nin kuruluş süreci öncesinde bulmuşlardı. Aynı politikalar ve söylemlerle iktidara gelme imkanları olmadıklarını gördükleri için sinsi bir takiyye planı hazırladılar.
Hatırlayalım Tayyip ve arkadaşları AKP’yi kurarken değişim sloganını öne çıkarttıklarında pek çok kişi bu değişimin bir aldatmacadan ibaret olduğunu söylüyordu. Ancak medyanın yoğun propaganda kampanyaları ve Batı desteği AKP’yi iktidara taşımayı başardı. “Değişim” aldatmacası başarıya ulaştı.
Oysa AKP değişti mi değişmedi mi sorusunun cevabı hiç değişmedi. AKP değişmemiş sadece 28 Şubat’tan çıkarttığı derslerle klasik islamcı sloganlar ve RP’lilerin yaptığı yanlış çıkışlarla bir yere varılamayacağını gördüğü için değişmiş görüntüsü çizerek iktidara gelme planını uygulamaya koymuştu. Şimdi bu planın önemli ölçüde ilerlemiş olduğunu görüyoruz.

Değişimin bir Aldatmacadan başka bir şey olmadığını görmemiz açısından Mehmet Metiner’in Neşe Düzel’le yaptığı ve son günlerde büyük tartışma yaratan ropörtaja ve tartışmaya bakalım. Metiner, Kürt-islam çizgisinde ve RP il başkanı ve İstanbul Büyükşehir Beledeye Başkanlığı yaptığı dönemde Tayyip’e en yakın danışmanlardan biriydi. Metiner röportajında “ Tasarladığımız şeriat rejimi, dinsel bir diktatörlüktü ” ve “ Taliban gibi düşünüyorduk ” sözleriyle gerçek niyetlerinin ne olduğunu açıklıyor.

Ancak hatırlayalım; “demokrasi bizim içim amaç değil araçtır” diyen Tayyip aynı dönemde kendilerinin aslında şeriat devleti gibi bir hedefleri olmadığını söyleyerek demokrasi nutukları atıyordu. Metiner’in açıklamalarıyla birlikte Tayyip’in pek de doğruları söylemediğini anlıyoruz. Gerçi Metiner hem kendisinin hem de Tayyip ve arkadaşlarının değiştiğini söylüyor ancak geçmişte de benzer takiyyeler yapanlara şimdi niçin güvenelim?

Üstelik Metiner kendi adına değiştiğini söyleyebilir ve gerçekten değişmiş de olabilir. Ancak ne Tayyip’in ne de şariatçı kesimin Metiner’le aynı düşüncede olmadıkları röportaj üzerine başlayan tartışmalarda ortaya çıkıyor. Metiner bu açıklamalarıyla neredeyse şeriatçılar tarafından aforoz edilmiş durumda. Örneğin Tayyip’in sözcüsü konumundaki Yeni Şafak Gazetesi’nin başyazarı Ahmet Taşgetiren, Metiner’i ağır dille suçladıktan sonra “Onuncu Yıl Marşı’nı ne zaman okuyacaksın” diye çıkışıyor. Daha Onuncu Yıl Marşı’na bile tahammül edemeyen bir zihniyetin değiştiğine ve Cumhuriyet’i ortadan kaldırma gibi bir niyetlerinin olmadığına inanmamızı gerektiren tek bir neden var mı?

Uzlaşma yok, Çatışma Kaçınılmaz

Değişim tartışmaları bir yana AKP’nin bir yıllık iktidarı boyunca ortaya koyduğu politikalar düşünüldüğünde bile aklı başında her insan Ordu ile AKP arasında açık bir çelişkinin var olduğunu ve bunun bir çatışmayla sonlanacağını görebilir. Üstelik bu çatışmanın bir çok örneğini yaşayarak gördük. Örneğin Tayyip’ten önce Başbakanlık koltuğunda bulunan Abdullah Gül Şeriatçı örgütlenmeleri koruyan bir genelge yayınladığında Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök tarafından “ Başbakan irticaya cesaret verdi ” denilerek uyarılmıştı. Ardından Meclis Başkanı Arınç’ın türbanlı Eşini devlet protokolüne sokma çabalarına Ordu’dan gelen sert yanıt AKP-Ordu ilişkilerini iyice gerginleştirmişti.

Yaklaşan yerel seçimler öncesinde Tayyip’in İmam-Hatip okullarının üniversiteye girmesini kolaylaştıracak bir yasa değişikliği vaadi, türbana serbestlik kazandırma çabaları, devlet içinde şeriatçı kadrolaşma ve daha pek çok gelişme düşünüldüğünde şeriatçıların yansıttığı gibi bir uzlaşma değil aksine bir çatışma beklemek gerek.

Şeriat düzenine geçiş yolundaki AKP uygulamalarının yanısıra dış politikada Türkiye’nin devlet politikasını ayaklar altına alan tutumuyla AKP’nin önümüzdeki dönem Ordu ile ilişkilerinde ciddi çatışmalar yaşaması kaçınılmaz.
Türk Ordusu türbana geçit mi verecek, İmam-Hatiplerin üniversiteleri kuşatmasına sessiz mi kalacak, devletteki şeriatçı kadrolaşmaya göz mü yumacak, Kıbrıs’ta AKP’nin ver-kurtul politikasına boyun mu eğecek, K. Irak’ta ABD güdümlü kukla kürt devletine izin mi verecek? Hiç kimse bu sorulara evet cevabı veremez.
Bunlar Ordu’nun varlığını ve Türk devletinin kaderini belirleyen olgular. Dolayısıyla Ordu, ya bu konularda taviz vererek kendi varlığını ve Türkiye’nin bağımsızlığını tehlikeye atacak ya da AKP’nin bu planlarını bozacak. Bu planlar da herhalde “uyum içinde” bozulmayacak.


***




26 Ağustos 2016 Cuma

1 Mart Tezkeresi’nin bilinmeyen yanları.,



1 Mart Tezkeresi’nin bilinmeyen yanları.,



_ Hükümetin ve Askerlerin iddiasının aksine 1 Mart Tezkeresi Türk Askerine PKK’ya karşı operasyon izni vermiyordu. 

_ PKK’ya Karşı silah kullanmayı Yasaklayan Bush yönetimi, Siyasi düzenlemelerde Türkiye’ye söz hakkı tanır mıydı?


Şükrü M. ELEKDAĞ-KONUK YAZAR
ABD’de başlayan başkanlık seçimi sürecinde adaylar arasındaki geleneksel TV tartışmalarında,  2003 yılında Irak’ın işgali konusu hayli sık gündeme geliyor. Tartışmalarda, adayların hemen hemen hepsi, Irak’a yapılan müdahaleyi, yalan ve sahte gerekçelere  dayanan gayrimeşru bir savaş olması, bunun ötesinde,  Irak’ta büyük bir yıkıma, yağma ve soygun  ile  ülkeyi mahveden korkunç bir  iç savaşa yol açması nedeniyle kınadılar ve Ebu Gureyb gibi işkence merkezlerinde insanlara yapılan alçaltıcı muameleleri yansıtan mide bulandırıcı fotoğrafların yayınlanmasının,ABD’nin itibar ve prestijini yerle bir ettiğini dile getirdiler. 

Irak savaşına katılsaydık…

Irak savaşına başka bir pencereden bakan Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, fırsat düştükçe Türkiye’nin Amerika’nın yanında savaşa katılmamış olmasından dolayı duyduğu üzüntüyü dile getiriyor. Nitekim, Güney Amerika gezisi dönüşünde  gazetecilere yaptığı şu açıklama dikkat çekici:  “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz… 1 Mart Tezkeresi ilk anda kabul edilip Türkiye Irak’ta masada olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı… Ufku görmek çok önemli, şimdi Suriye’de bu iş ancak bir yere kadar böyle gider, bir yerden sonra böyle gitmez, hassasiyetlerimizi korumak zorundayız.”
Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu ifadeleri şöyle yorumlanabilir: Irak savaşına katılsaydık, barış masasına bizim de yerimiz olurdu; bu da bize Irak’ın düzeni hakkında söz hakkı sağlar ve ülkenin felaketli duruma düşmesini  önlerdik. Türkiye de iyi bir konumda olurdu. Suriye’ye yönelik politikamız Irak’taki hatamızdan ders alınarak saptanmalı.

Temel dayanak Mutabakat Muhtırası 

Ancak ben, Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu görüşünün hatalı olduğu kanısındayım. Görüşüm sağlam bir kanıta dayanıyor. Bu da, 1 Mart Tezkeresi’nin temel dayanağını oluşturan ve ABD ile imzalanmış bulunan Mutabakat Muhtırası’dır (MM). Anımsanacağı üzere, Tezkere’nin reddinden sonra Hükümet üyeleri ve dönemin Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, yaptıkları açıklamalarda  “ Tezkere’nin geçmesi halinde, Türk askeri birlikleri  kuzey Irak’a girecek  ve PKK terör yuvalarını temizleyecekti… Şimdi bu imkânı kaybettik!..” diyerek hayıflandılar. Oysa bu sözler doğru değildi.  Zira, MM, Türk askerinin, PKK teröristlerine karşı, meşru savunma  hariç, silah kullanmasını  yasaklıyordu. Yani, Türk askeri Kuzey Irak’ta dar bir kuşakta konuşlanacak, fakat PKK unsurlarını izleyip imha etme yetkisine sahip olmayacaktı.

Şimdi, bu gerçek ışığında Cumhurbaşkanı’nın ifadelerini değerlendirelim… Ancak önce, ABD’nin Irak’ı işgalinin BM Güvenlik Konseyi kararına dayanmaması dolayısıyla   gayri-meşru olduğunu,  bu nedenle  de ABD ile imzalanan MM’nın  Anayasamızın 92. maddesine aykırı olduğunun altını çizelim. Bu durumda  AKP Hükümeti’nin, Anayasa’nın  ihlali pahasına, Irak’ı gece gündüz bombardımanla hallaç pamuğu gibi dövecek  255 ABD savaş uçağının ve Irak’a saldıracak 60 bin ABD askerinin  topraklarımızda  konuşlandırılmasına izin vererek  ağır riskler üstlenirken,  Washington’dan, Kandil de dahil tüm PKK üslerinin yok edilmesini ve teröristlerin tasfiye edilmesi istemesinden  daha makul bir şey olabilir miydi?  Fakat  Bush yönetimi,  bırakın  PKK’nın tasfiyesini,  Türk askerlerinin  PKK’ya karşı operasyon yapmasını   yasaklayan  bir anlaşmayı  Türkiye’ye  empoze etmiştir. Bu bağlamda, Hükümetin, bu denli riskli, adaletsiz ve hukuka aykırı bir anlaşmayı  imzalamış  olmasının, akıl ve izanla izahının mümkün olmadığını da belirtmeliyim... Bu gerçekler ışığında,  Sayın Cumhurbaşkanı’nın hoşgörüsüne güvenerek kendilerine şu soruyu sormak isterim: Türkiye’nin  en haklı  olduğu bir alanda, ona böylesine haksız  bir muameleyi reva gören  Bush yönetiminin,  savaş sonrasında Irak’ın siyasi düzenine ilişkin  çalışmalarda Türkiye’ye  söz hakkı vereceği umuduna kapılmak,  aşırı iyimserlikten de öteye hayalperestlik olmaz mı?

Türk askerine Irak’ta verilen görev hakkında Türk kamuoyunun  aldatıldığının ilk farkına varmam, ABD ile müzakereleri yürüten  Büyükelçi Deniz Bölükbaşı’nın yazdığı “ 1 Mart Vakası  Irak Tezkeresi ve Sonrası ” başlıklı  kitabını incelemem sırasında oldu.  Bölükbaşı, kitabında, MM’nın analizini yapıyor ve bu kilit belgenin, Irak topraklarında derinliği 40 kilometreye ulaşan ve  PKK’nın kullandığı kamplar ile silah ve cephane depolarını kapsayan bir kuşağın Türk askerinin kontrolüne bırakılmasını  öngördüğünü belirtiyordu. Bölükbaşı’nın altını çizdiği diğer önemli bir husus da, belgenin bölgedeki “Türk birliklerine resen  PKK unsurlarına karşı imha harekâtına girme yetkisi verdiği” idi.
Oysa, MM’nın Türk askeri birliklerinin hangi hallerde silah kullanabileceği hakkındaki  7. maddesinin “Kuzey Irak’taki faaliyetler” başlıklı (b) fıkrasının 3. paragrafı, Bölükbaşı’nın iddiasının tam tersine, Türk askerine, PKK’ya karşı operasyon yapmayı yasaklıyor. Sözkonusu  paragraf aynen şöyledir: “Alıcı taraf özel harekât  kuvvetleri, terörist saldırılara, (PKK/KADEK, kendini  savunma hakkı  ya da 4. paragrafta belirtilen durumlar dahil) cevap verme dışında, Irak kuvvetleri ve muhalif  gruplarla  herhangi bir çatışmaya  girmeyecektir.” 

‘Muhalif gruplar’la Kastedilen kim?

Burada “alıcı taraf”la kastedilen Türkiye’dir. “ Muhalif gruplar ”la kastedilen, ABD işgal ordusuna direnen Saddam taraftarları ve diğer silahlı güçlerdir. Sözü edilen “ 4. paragrafta belirtilen durumlar” ise muhalif grupların saldırılarını veya muhalif gruplar arasındaki çatışmaları kapsamaktadır. Görüleceği üzere, MM’nın 7. maddesi, TSK’nin meşru savunma dışında, bölgedeki PKK/Kadek  unsurlarına karşı silahlı operasyonda bulunmasını engelliyor. Yani, Bölükbaşı kitabında resmen yalan söylüyor.  

Gizlilik dereceli bir belge olan MM’nın metni Bölükbaşı’nın kitabının ekleri arasında yer almıyordu. Bu metni bir hayli aradımsa da bulamadım. Ancak,  Sayın  Fikret Bilâ’nın yazdığı “Ankara’da Irak Savaşları” adlı Kitap imdadıma yetişti. ABD’nin Irak’a müdahaleye hazırlık sürecinde Ankara’da yapılan pazarlıkları tüm belgeleriyle açıklayan bu kitap yayınlanınca, Bilâ hakkında devletin gizli belgelerini yayınlamaktan ağır hapis talebiyle dava açılmış, fakat beraatla sonuçlanmıştı. Aradığım belge, yani MM metni, Bilâ’nın kitabının 7 sayılı ekini oluşturuyordu.  Hemen belirteyim ki, Irak savaşı öncesinde Türkiye ile ABD arasındaki gizli müzakereleri ve ABD’nin manevralarını açıklayan bu fevkalade kitap, aynı zamanda TSK’nin savaşa katılma ve aktif olma isteklerinin şart ve gerekçeleri hakkında da detaylı bilgiler içeriyor ve bu meyanda dönemin Genel  Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün MM’nın kuvvetli bir savunucusu olduğunu  da ortaya koyuyor.    

Özkök de  Yanıltıyor,

Nitekim Orgeneral Hilmi Özkök, 2012’de  gazeteci/yazar Murat Yetkin’e verdiği röportajda, “ Tezkere geçseydi çok farklı olurdu. ABD ile güzel bir Mutabakat Muhtırası Hazırlamıştık… ” dedikten sonra da şöyle devam etmişti:
“Tezkere  geçseydi çok miktarda askerimiz yani 4-5 tugay (20-25 bin asker) Irak topraklarına girecekti. Zaten Özel Kuvvetlerimiz de oradaydı, onlar da takviye edilecekti. Sınır boyunca, özellikle geçiş alanlarında tampon bölge kurulacaktı. Ve uzun süre orada kalacaktık. Hem geçişler kontrol altında olacak, hem de gerektiğinde harekâtı oradan sürdürecektik…  PKK konusunda bugünkünden çok daha avantajlı bir konuda olacağımızı söyleyebilirim.” (Radikal-28. 08. 2012).
Özkök  Paşa  bu ifadeleriyle,  hem “güzel” diye övdüğü MM’nın askeri birliklerimize PKK’ya karşı silah kullanmayı yasakladığını gizliyor,  hem de birliklerimizin  PKK’ya karşı harekâtta bulunacaklarını söyleyerek Türk kamuoyunu  bilinçli olarak yanıltıyor…  

İslam Alemi lanetlerdi,

ABD’nin Irak’ı işgali, Türkiye’nin asla ortak olmayı istemeyeceği korkunç boyutları olan bir felakete yol açmış, Irak’ı parçalanma girdabına sokmuştur. ABD’nin  Irak’a ayak bastığı andan itibaren körüklediği siyasi mezhepçilik ve mezhep kavgası bugün Ortadoğu’nun  başına bela olan IŞİD’i doğuran şartları yaratmıştır. Yani IŞİD’in “kuvözü” Iraktır. İşgal sırasında bir ila 1.5 milyon sivil ölmüş; 2 milyon kadın dul kalmış; yetim sayısı 4 milyonu bulmuştur. Dünyanın üçüncü petrol zengini Irak’ın 26 milyona varan nüfusunun 7 milyonu hâlâ açlık sınırı altında yaşıyor. Bunlar, Bush yönetiminin inanılmaz basiretsizliği ve ABD askerlerinin  korkunç gaddarlık, vahşet ve yağma hırsı sonucunda vuku bulmuştur. Türkiye, ABD’nin kuyruğunda bu insanlık faciasına katılsaydı, bu vebalin altından kesinlikle kalkamazdı. Tüm Arap ve İslam âlemi kıyamet gününe kadar Türkiye’yi lanetler, nefret duygularını ülkemize yöneltirdi...
Etiketler:
ABD,TSK,PKK,Irak,Kitap,İslam,bugün,Suriye,Ankara,Kandil,Amerika,Anayasa,Ortadoğu,Kuzey Irak,Washington,Hilmi Özkök,Murat Yetkin,Güney Amerika,Deniz Bölükbaşı

..

1 Mart tezkeresi TSK’ya operasyon izni vermiyordu


11 Mart 2015






















ÖZKÖK PAŞA DA BİLİYORDU!
CHP eski Milletvekili, Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, Uğur Dündar'a verdiği son röportajında, çok konuşulacak bir iddiayı dile getirdi. Elekdağ, “Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök de bu yalana ortak oldu” dedi…

2003 YILINDA MECLİS'TEKİ O TARİHİ OYLAMAYA KATILAN İSİMLERDEN BİRİ OLAN EMEKLİ BÜYÜKELÇİ ŞÜKRÜ ELEKDAĞ, O TEZKEREYLE İLGİLİ ÇOK ÇARPICI BİR İDDİAYI ORTAYA ATTI. ELEKDAĞ “ BU YALAN, 1 MART TEZKERESİ'NİN TEMEL DAYANAĞI OLAN FAKAT KAPALI OTURUMDA MİLLETVEKİLLERİNE DAĞITILMAYAN GİZLİ DERECELİ BİR BELGE NİTELİĞİNDEKİ MUTABAKAT MUHTIRASI'NA İLİŞKİNDİR” DEDİ.

YAZI İÇERİSİNDE  MM  OLARAK KISALTILAN ( MUTABAKAT MUHTIRASI ) ANLAMINI TAŞIR.,

_ Sevgili okurlarım,
1 Mart 2003'te AKP iktidarının TBMM'ye sunduğu tezkereyle Türkiye, 60 bin kişilik bir ABD askeri kuvvetini ve keza 255 ABD uçağını kendi topraklarında konuşlandırmak suretiyle Irak'a saldırı için Kuzey Cephesi'ni oluşturmayı kabul ediyordu. Türkiye böylece, çok ağır riskler üstlendiği gibi hukuki meşruiyetten yoksun bu askeri harekat nedeniyle uluslararası sorumluluk altına giriyordu. TBMM'nin Tezkere'yi reddetmesi, Türk-ABD ilişkilerinde ciddi bir kırılma noktası oluşturdu ve bugüne değin iki ülke işbirliği üzerine düşürdüğü gölge tam anlamıyla kaybolmadı. Bu konunun Türkiye'nin siyasi gündeminden düşmemesine ve Tezkere'nin Meclis'te görüşüldüğü gizli oturum tutanaklarının 10 yıllık gizlilik süresinin dolmasına rağmen, AKP tutanakları açıklamamakta ısrar ediyor. Bu konuyu İstanbul Milletvekili olarak gizli oturuma katılmış olan emekli büyükelçi, bilge diplomat Şükrü Elekdağ'la yaptığımız ve bu sütunlarda 17 Mart 2013'te yayımlanan söyleşimizde ele almıştık. O günden bugüne kadar bazı yeni ve çarpıcı gelişmeler oldu. Ben de bu gelişmeleri Sayın Elekdağ'a sordum.

UĞUR DÜNDAR (U.D.): Efendim anladığım kadarıyla AKP Hükümeti, tutanakların açıklanmasıyla büyük bir skandalın ortaya çıkmasından korkuyor. Nedir bu skandal?
ŞÜKRÜ ELEKDAĞ (Ş.E.): Ulusal çıkarlarımıza ilişkin korkunç bir yalan, dev bir sahtekarlık kamuoyundan gizlenmek isteniyor. Bu yalan, 1 Mart Tezkeresi'nin temel dayanağı olan fakat kapalı oturumda milletvekillerine dağıtılmayan “gizli” dereceli bir belge niteliğindeki Mutabakat Muhtırası'na ilişkindir. Bilindiği üzere, Tezkere'nin reddinden sonra muhtelif tarihlerde yaptıkları açıklamalarda Hükümet üyeleri ve dönemin Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök, “Tezkere'nin geçmesi halinde, Türk askeri birlikleri Kuzey Irak'a girecek ve PKK terör yuvalarını temizleyecekti… Şimdi bu imkanı kaybettik!..” diyerek hayıflandılar. Oysa söyledikleri büyük bir yalandı. Zira, Türk askeri birliklerinin, Mutabakat Muhtırası (MM) gereğince, Irak topraklarında sınırımız boyunca uzanan bir kuşakta konuşlanmalarına izin veriliyor, fakat Türk askerinin, PKK teröristlerine karşı, meşru savunma hakkı hariç, silah kullanması, altını çizerek söylüyorum, yasaklanıyordu. Yani, Türk askeri Kuzey Irak'ta dar bir kuşakta konuşlanacak, fakat PKK unsurlarını izleyip imha etme yetkisine sahip olmayacaktı…

AFFEDİLMEZ YALANA BAKIN
(U.D.): Söyledikleriniz iddiadan mı ibaret, yoksa kesin ve somut kanıtları var mı?

(Ş.E.): 
Evet var!.. ABD ile müzakereleri yürüten Emekli Büyükelçi Deniz Bölükbaşı milletvekili olduktan sonra “1 Mart Vakası – Irak Tezkeresi ve Sonrası” başlıklı iddialı bir kitap yazdı. Kitabında, Türkiye'nin çıkarlarını koruyan bir belge olarak değerlendirdiği MM'nin analizini de yapıyor. Bu belgenin açık adı şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Amerika Birleşik Devletleri Arasında Irak'a Karşı Türkiye'de Geçici Olarak Konuşlandırılacak Olan Kuvvetlerin Durumunu Saptamak ve Temel Politika, Prensipler ve Sürecin Oluşturulması Hakkındaki Anlaşma”
İsminden de anlaşılacağı üzere, kilit önemdeki bu belge, Türkiye, ABD'nin yanında savaşa katıldığı takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne verilecek görev ve yetkileri de tanımlıyor. Bölükbaşı kitabında, MM'nın, azami derinliği 40 kilometreye ulaşan ve PKK'nın Türkiye'ye yönelik terör eylemleri için kullandığı kampları ve silah ve cephane depolarını kapsayan bir alanın Türk askerinin kontrolü altına girmesini öngördüğünü ve bu bölgedeki “Türk birliklerine resen PKK unsurlarına karşı imha harekatına girme yetkisi verdiğini” vurguluyor. Oysa ben MM'yi incelediğimde, Bölükbaşı'nın bu ifadelerinin hiçbir şekilde gerçeği yansıtmadığını gördüm. Zira bu belge, Türk askeri birliklerinin Irak topraklarında PKK yuvalarını bulup tahrip etmesini yasaklıyor.

İŞTE YALAN VE HIYANETİN KANITI
(U.D.): Müzakerelere Genelkurmay Başkanlığı da katıldığına göre, böyle bir hainlik nasıl gerçekleşebilir?

(Ş.E.): 

Şimdi bakınız, Türk askeri birliklerinin hangi hallerde silah kullanabileceği MM'nin 7. maddesinin “Kuzey Irak'taki faaliyetler“ başlıklı (b) fıkrasının 3. paragrafında belirtilmiştir. Bu parag- raf aynen şöyledir:
“Alıcı taraf özel harekat kuvvetleri, terörist saldırılara, (PKK/KADEK, kendini savunma hakkı ya da 4. paragrafta belirtilen durumlar dahil) cevap verme dışında, Irak kuvvetleri ve muhalif gruplarla herhangi bir çatışmaya girmeyecektir.”
Burada “alıcı taraf”la kastedilen Türkiye'dir. “Muhalif gruplar”la kastedilen, ABD işgal ordusuna direnen Saddam taraftarları ve diğer silahlı güçlerdir. Sözü edilen “4. paragrafta belirtilen durumlar” ise muhalif grupların saldırılarını veya muhalif gruplar arasındaki çatışmaları kapsamaktadır.
Görüleceği üzere, MM'nin 7. maddesi, TSK'nın meşru savunma dışında, bölgedeki PKK/Kadek unsurlarına karşı silahlı operasyonda bulunmasını engelliyor. Yani, Bölükbaşı kitabında resmen yalan söylüyor.

(U.D.): Siz bu görüşleri Mutabakat Muhtırası (MM)'nın aslına dayanarak dile getiriyorsunuz. Peki bu metnin aslını nasıl elde ettiniz?

(Ş.E.): Bölükbaşı'nın kitabında bu belgenin aslı yoktu. Ancak, halen Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olan Fikret Bila, 1 Mart Tezkeresi'nin reddinden sonra, ABD'nin Irak'ı işgaline hazırlık sürecinde Ankara'da yapılan pazarlıkları tüm belgeleriyle açıklayan “Ankara'da Irak Savaşları” başlıklı fevkalade bir kitap yazmıştı. Kitap yayınlanınca, Bila hakkında devletin gizli belgelerini yayınlamaktan ağır hapis talebiyle dava açıldı, ama dava beraatle sonuçlandı. Aradığım belge, yani MM metni, Bila'nın kitabının 7 sayılı ekini oluşturuyordu. Ancak, Bila kitabında, MM'nin “Kuzey Iraktaki faaliyetler” başlıklı fıkrası ışığında Türk askerinin operasyon yetkisi konusunu ele almamıştı.

HİLMİ ÖZKÖK DE YALANA ORTAK
(U.D.): Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök'ün tutumunu da değerlendirir misiniz?

(Ş.E.): Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, MM'nın kuvvetli bir savunucusuydu. Nitekim, kendisiyle röportajlar yapmış olan Fikret Bila'nın bir makalesinde şu hususlar yer alıyordu: “… Özkök, 1 Mart Tezkeresi'nin TBMM'den geçmesini istiyordu. Bu konudaki görüşünü dönemin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı'na  iletmiş, ilgili kurullarda bu yönde açıklamalar yapmıştı. Özkök, 1 Mart Tezkeresi'nin eki olan Mutabakat Muhtırası'nın Türkiye'nin milli çıkarlarına uygun olduğunu, çok iyi bir  anlaşma sağlandığını düşünüyordu.” (Milliyet- 10.04.2010). Nitekim, Orgeneral Özkök, gazeteci/yazar Murat Yetkin'e verdiği röportajda, “Tezkere geçseydi çok farklı olurdu. ABD ile güzel bir Mutabakat Muhtırası hazırlamıştık…“dedikten sonra da şöyle devam etmişti: “Tezkere geçseydi çok miktarda askerimiz yani 4-5 tugay (20-25 bin asker) Irak topraklarına girecekti. Zaten Özel Kuvvetlerimiz de oradaydı, onlar da takviye edilecekti. Sınır boyunca, özellikle geçiş alanlarında tampon bölge kurulacaktı. Ve uzun süre orada kalacaktık. Hem geçişler kontrol altında olacak, hem de gerektiğinde harekatı oradan sürdürecektik… PKK konusunda bugünkünden çok daha avantajlı bir konuda olacağımızı söyleyebilirim.” (Radikal-28. 08. 2012).
Bu açıklamayı, geçen yıl Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde sırasıyla 2 Şubat'ta ve 26 Ekim'de yayımlanan makalelerimde ele aldım ve Orgeneral Özkök'ün “güzel” diye övdüğü MM'nın ne denli sakat ve ulusal çıkarlarımızı zarar verici olduğunu vurguladım. Özkök'ün, bu sözleriyle Türk halkını aldattığını, zira MM'nın, Türk askerine PKK yuvalarını bulup imha etmeyi yasakladığını vurguladım.

AKP HÜKÜMETİ ANAYASA SUÇU İŞLEDİ
(U.D.): Bu açıklamanıza emekli Orgeneral Özkök'ten bir yanıt geldi mi?

(Ş.E.):  Hayır gelmedi!.. Şimdi, serinkanlılıkla düşününüz… ABD'nin Irak'ı işgali, bir BM Güvenlik Konseyi kararına dayanmadığından, tam anlamıyla gayri-meşrudur. Bu niteliğiyle ABD ile imzalanan MM'da, Anayasamızın 92. maddesinin hükümlerini ihlal etmektedir. Bu duruma rağmen, AKP iktidarı, ABD'nin peşinden giderek resmen  anayasa suçu işlemeyi, ahlaka, adalete ve hakkaniyete ters düşen bir eyleme ortak olmayı öngörmüştür. Bu durumda, Genelkurmay Başkanı'nın “sorumluluk, milli iradeyle ülkeyi yöneten iktidarındır” diyerek, Hükümet talimatlarına göre hareket etmesi hukuken savunulabilir… Ama, ABD'nin Irak'ı gece gündüz bombardımanla hallaç pamuğu gibi dövecek  255 savaş uçağının ve Irak'a saldıracak 60 bin askerinin topraklarımızda  konuşlandırılmasına izin verilmesi suretiyle, ağır riskler üstlenilirken ABD'den, Kandil de dahil tüm PKK üslerinin yok edilmesini ve teröristlerin tasfiye edilmesinin istenmesi ve bunda diretilmesi gerekmez miydi? Fakat burada çok daha vahim olan, ABD'nin dayatmasıyla, askeri birliklerimize PKK'ya karşı operasyon yetkisi vermeyen bir anlaşmanın imzalanması, sonra da böyle yaşamsal önemde bir konuda Türk halkına yalan söylenmesidir.

ARAP-İSLAM ALEMİ BİZİ LANETLERDİ
(U.D.): ABD'nin Irak'a saldırması ve işgal etmesi ABD'nin siyasi tarihine bir kara leke olarak geçecek affedilmez bir insanlık faciası. ABD'de bu konuda yazılan düzinelerce kitapta bu savaş ve uygulanan yöntemlerin ABD değerlerini ihlal ettiği, insanlığa karşı suç oluşturduğu ve utanç verici olduğu belirtilerek kınandı. Hal böyleyken ben Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın başbakanlığı döneminde “Tezkere geçmiş olsaydı şu anda Kuzey Irak'ta olurduk ve Kuzey Irak'ta verilen kararlara Türkiye olarak ortak olurduk” dediğini hatırlıyorum. Bu nedenle Türkiye'nin siyasi liderlerinin dünya gerçeklerinden bu denli kopmalarına bir anlam veremiyorum. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
(Ş.E.): 
ABD'nin Irak'a saldırısı, Türkiye'nin asla ortak olmayı istemeyeceği korkunç boyutları bulunan bir felakete sebebiyet vermiş, Irak'ı mahvetmiş ve parçalanma girdabına sokmuştur. Washington'un Irak'a ayak bastığı andan itibaren izlediği Sünnilerle Şiileri çatıştırma politikası, bugün Ortadoğu'nun başına bela olan IŞİD'i doğuran şartları yaratmıştır. İşgal sırasında 1 ila 1,5 milyon sivil ölmüş; 2 milyon kadın dul kalmış; yetim sayısı 4 milyonu bulmuştur. Dünyanın üç numaralı petrol zengini Irak'ın 26 milyonluk nüfusunun 7 milyonu hâlâ açlık sınırı altında yaşıyor. Bunlar, Bush yönetiminin inanılmaz basiretsizliği ve ABD askerlerinin korkunç gaddarlık, vahşet ve yağma hırsı sonucunda vuku bulmuştur. Şu noktayı hep vurguluyorum:Türkiye, ABD'nin kuyruğunda bu insanlık faciasına katılsaydı, buna ortak olsaydı, bu vebalin altından kesinlikle kalkamazdı. Tüm Arap ve İslam alemi kıyamet gününe kadar Türkiye'yi lanetler, nefret duygularını ülkemize yöneltirdi. Bu gerçeği görmemekte ısrar için stratejik körlükle malul olmak lazım.



..