Amerika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Amerika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ekim 2018 Pazar

Amerika, Türkiye’yi kaybetmek istemez; ama...!

Amerika, Türkiye’yi kaybetmek istemez; ama...! 


AKSİYON HAFTALIK HABER DERGİSİ 01 Mart 2005, Salı 
(Aksiyon Weekly News Magazine) March 1, 2005 Tuesday 
Amerika, Türkiye’yi kaybetmek istemez; ama... 
(America does not want to lose Turkey, but…) 

Sayı: 534 | Ali Aslan 



WASHINGTON - Soner Çağaptay’a göre, ABD için Türkiye hâlâ gözde. Ama, Türkiye’deki Amerikan aleyhtarlığından kaygı duyuyor. Türkiye’nin desteği ABD’nin hareket alanını genişletiyor. İşler Türkiye’siz de oluyor; ama Türkiye ile daha kolay... 

Gelecek 5-10 yılda Amerikan ordusunda en aktif görev alacak subaylar, 1 Mart tezkeresinden öTürkiye’ye kızgınlık duyanlar olacak. 

Etkili düşünce kuruluşu Washington Enstitüsü’nün (WINEP) Ortadoğu ve Akdeniz misafirperverliğinin buluştuğu küçük bir odasında mütevazı ama büyük bir beyin çalışır. Washington ahalisi onu Alan Makosvky’den devraldığı ‘Türkiye Araştırma Programı’nın hakkını ziyadesiyle veren Soner Çağaptay olarak tanır. Bu Darüşşafakalı’nın yabancı dil dağarcığında kusursuz İngilizce’sinin yanı sıra Almanca, Fransızca, İspanyolca, Boşnakça, Osmanlıca, İbranice ve Azerice vardır. Amerika’nın gözde üniversitelerinden Yale’den tarih doktoralı Çağaptay, genç yaşına sığdırdığı entelektüel birikimiyle Washington’da Türk-Amerikan ilişkilerinin dünü, bugünü ve geleceğine başarıyla ışık tutan önde gelen analizcilerden biridir. Aynı zamanda Georgetown Üniversitesi’nde Türk tarihi 
dersi veren Çağaptay’la Türk-Amerikan ilişkilerinin Washington’dan görünüşünü 
konuştuk... 

-Wall Street Journal makalesi Türk-Amerikan ilişkilerinin ABD’de algılanışı açısından ne ifade ediyor? 

Makaleyi yazan gazeteci Robert Pollock son birkaç ayda Türkiye’ye birkaç kez gitmiş gelmiş. Gerek Ankara’daki havayı koklama, gerekse beraber seyahat ettiği Amerikalı hükümet temsilcileriyle sohbet etme imkanı bulmuş. Makale bu iki etkileşimin bir ürünü. 20 senedir Türkiye’ye yönelik eleştirel köşe yazısı yazmamış olan ve PKK terörüne karşı mücadeleden AB sürecine kadar pek çok konuda Türkiye’ye destek vermiş olan WSJ’da son birkaç sene içinde Türkiye hakkında çıkan en sert yazının yayımlanmış olması enteresan. Bu gazetenin yayın politikasının neden çok ciddi bir dönüş yaptığını sormak lazım. 

-Sizce Neden? 

Makalenin özünde, Türkiye ABD’den bakıldığında burayı eskiden beri iyi bilen 
Amerikalıların tanıyamayacağı kadar Amerikan aleyhtarlığının yükseldiği bir ülke 
olmuş deniyor. ‘Türkiye’yi kayıp mı ettik?’ tartışmalarının arkasında da Amerikalıları şaşırtan bir Amerikan aleyhtarlığı var. Metal Fırtına’nın çok popüler olması, komplo teorilerinin yaygınlığı, ve bunların artık marjinal medyayla kısıtlı olmaması, çok eğitimli hatta ABD’de eğitilmiş Türkler tarafından bile kabul görmesi burayı şaşırtıyor. WSJ makalesi, Türkiye’nin Amerikan siyasetini eleştiri hakkı yoktur diye yorumlanmamalı. Makalenin amacı o değil. Türkiye’nin eleştiri hakkı baki kalmakla beraber, ikili ilişkilerin oturduğu bir çıkar ittifakı zemini var. O zeminin korunması gerekir. Irak’ta Türkiye’nin hiçbir hassasiyeti göz önüne alınmadı. PKK, Kerkük, Türkmenlerin durumu. Bunların hiçbirinde ABD’nin somut adım atmaması da bir sıkıntı bence. 

-Peki Neden adım atmıyorlar? 

ABD’nin Irak siyasetinde etkin konumda olan askerlerin bakış açısından, Türkiye’nin 1 Mart tezkeresinde attığı adım çok negatif. Bu kişilerin, 1 Mart olayını hatırladıkları sürece, siyasi irade buradan her ne kadar farklı mesajlar veriyor olursa olsun, Türkiye’nin hassasiyetlerini tatmin etmeye yönelik adım atmasını beklemek zor. 

ABD’nin kızgınlığı, Türkiye’nin savaşa girmemesi, destek vermemesi değil. Bir, söz verip arkasından destek vermemesi. İki, o süreci çok uzatması. Bunların etkisi bence hâlâ bazı kafalarda. Türk-Amerikan ilişkilerinde Irak savaşı öncesine kadar askerler arası ilişkiler, bu münasebetin en güçlü payandasıydı. Türkiye ve 
dolayısıyla hükümet işte bu askeri elitin güvenini kaybetti. Orta vadede daha da 
kötü bir yansıması şu olacak. Irak’ta görev alan subaylar orduda diğerlerine göre daha hızlı terfi edecek. Yani önümüzdeki 5-10 yılda Amerikan ordusunun idari mekanizmalarında en aktif görevde bulunacak kişiler Türkiye’ye kızgınlık duyanlar olacak. 

-Birçok ülke savaşa karşıydı. Niye Türkiye’ye bu kadar kızgınlık var? 
-Çünkü Türkiye eleştirirken, Batılı ülkelerin kullandığı dili kullanmıyor. En büyük 
sıkıntı bu. Türkiye’nin Irak savaşına muhalefetini İspanya, Fransa gibi dile getirmesi bekleniyor. Son bir sene içindeki söylemde, buna hükümetin ve basının söylemi dahil, bunun böyle olmadığını düşünüyorlar. Eleştiriden ziyade Amerikalıların millet olarak kan dökücü, gaddar, çıkarları için milyonlarca insanı soykırıma tabii tutabilen bir millet olduğu fikri işleniyor ki, işte bu Amerikalılarda çok sıkıntı yapıyor diye görüyorum. Yani eleştirinin kendisi değil, içeriği sıkıntı yaratıyor. 

Türkiye’de tabii pek çok kişi Amerikan aleyhtarlığının gerekçeleri olduğunu 
söyleyecek. Irak savaşı, savaşın yerine getirilme biçimi gibi. Bazı kimseler 
Türkiye’de Amerikan aleyhtarlığının o kadar da ender bir fenomen olmadığını 
söyleyecek. Bunların hepsi doğru. Türkiye Irak Savaşı konusunda kaderin bir cilvesi olarak Meclis’inde oy kullanmış tek ülke. Türkiye savaşı Meclis’te oyladı ve savaşa hayır dedi. Halkın zihninde işte bu kaldı. Savaş bir nevi Türk halkına rağmen meydana getirilmiş oldu. Türkler, tarihsel olarak Batılılarla olan ilişkilerinde hak ettikleri saygıyı görmediklerini hissettikleri zaman ciddi Batı karşıtı tavır alan bir millet. Bunun neticesinde de Amerikalılara ve Avrupalılara karşı olan muhabbet bazen bir gecede kaybolabiliyor. 1 Mart tezkeresi bence bu etkisi açısından tartışılmalı. Amerikan aleyhtarlığı temelde Türklerin 1 Mart tezkeresini ve Irak savaşını algılama süreciyle alakalı. Bunun eşdeğer örneği, Türkiye’nin AB ile ilişkisinin tarihinde de var. AB ile işler ortalama düzeyde gidiyorken 1997 Lüksemburg zirvesinde Avrupalıların çıkıp “sizi aday ülke olarak bile görmüyoruz” demesinin ertesinde çok ciddi bir AB aleyhtarlığının oluşmasını 1 Mart tezkeresine çok benzetiyorum. Orada da saygı unsuru var. Türkler Batı dünyası ile ilişkilerinde eşit muamele görmek istiyor. Türk-AB ilişkileri açısından 1997 Lüksemburg zirvesi nasıl bir olumsuzluk ifade ediyorsa, 1 Mart tezkeresi de Türk-ABD ilişkileri açısından onu ifade ediyor. Ama işin ilginç tarafı şu, bizdeki Batı’ya olan kızgınlık saygı şartları zuhur ettiğinde ortaya çıktığı süratle zemin altına inebiliyor. Mesela, AB’ye kızgınlık 1999’da Helsinki’de buharlaştı. ABD’ye karşı ise tezkere sürecindeki kızgınlık hâlâ sürüyor. Çünkü 1999 Helsinki zirvesine denk düşen bir adım atılmadı ilişkilerde. 

-İlişkilere çok kötüyü sıfır, çok iyiyi 10 olarak nitelersek, şu anda kaç puan verirsiniz? 

Helsinki zirvesinde AB’nin Türkiye’yi dışlamasından sonra ABD’nin en ciddi global ortağımız olduğu, Apo’nun yakalanmasına destek olduğu, Bakü-Ceyhan petrol boru hattı projesini Türkiye ile ABD’nin el ele hayata geçirdiği, Balkanlarda Boşnaklara ve Arnavutlara ortak destek verilen 1997-99 döneminde ilişkilerin 10; Kıbrıs harekatı sonrası afyon krizi ve ambargo dönemi olan 1974-1975’te sıfır olduğunu farz edersek, bugün Türk-Amerikan ilişkileri 0’la 5 arasında bir yerde. Amerikalı yetkililere göre ilişkilerde arzu edilen puan nedir deniyorsa, sekiz ve üstü. Ama gerçekte hissettikleri not dört. 

-İlişkilerin bozuk olması Türkiye’ye mi ABD’ye mi daha çok zarar verir? 

ABD, bugün süper güç değil, global güçtür. Süper güç, karşısında dengeleyen güç olan ülkeler için kullanılır. Soğuk Savaş’ta ABD bir süper güçtü. Şu anda karşısında denge unsuru bulunmayan global bir güç. Dünyanın bir tane hakimi varsa, Türkiye’nin ona tabii ki ihtiyacı var, bu hoşumuza gitse de gitmese de. 

Bu, Türkiye’nin şartsız olarak ABD’nin her istediğini yapacağı anlamına geliyor mu? 

Hayır. Çünkü Türkiye aynı zamanda bir bölgesel güç. Dolayısıyla Türkiye’nin bu 
ilişkide hâlâ bazı parametreleri belirleme gücü var. Ama bunun için önce ABD’nin bir küresel güç olduğunu idrak etmesi lazım. İstese de istemese de bölgesindeki bazı değişikleri bundan sonra ABD’nin yürüteceğini kabul etmesi lazım. Kabul ayrı, takdir ayrı. Türkiye bunu karıştırıyor. 

Türkiye’nin Irak savaşının kaçınılmazlığı kabul etmesiyle bu savaşı takdir etmesi aynı şey değil. Bundan sonra Ortadoğu’nun başka yerlerinde olabilecek şeyleri takdir etmesi gerekmiyor. Ama bunların kaçınılmazlığını ayrı bir mesele. Çünkü Irak savaşında gördük, tek başına Türkiye’nin bunları engelleme gücü yok. Irak savaşında öyle bir yanılgı oluşmuştu Türkiye’de. “Türkiye istemediği takdirde savaş olmaz” fikri vardı. Türkiye ya planlama sürecinde bu parametrelerin belirlenişine yönlendirici etki yapabilir, ya da tamamen sürecin dışında kalarak ne tayin edici ne yönlendirici etkisi olur.

-ABD dünyaya hakim bir güçse, Türkiye gibi bölgesel güç olan bir ülkedeki anti-Amerikanizm’den neden bu kadar endişe ediyor? 

Çünkü ABD’nin Türkiye’de görmek istediği sekiz, dokuz ve on; dört değil. Türkiye ABD’nin gözden çıkarttığı bir ülke asla değil. ABD’nin gözünde kıymetli bir ülke. Bu nedenle Türkiye’de Amerikan aleyhtarlığının artması ABD için endişe verici. Bazı konularda Türkiye’nin destek vermesi ABD’nin harekat alanını genişletiyor, manevra kabiliyetini artırıyor. Dolayısıyla Türkiye’siz yapılabiliyor ama Türkiye ile daha kolay. 

İşte o yüzden Türkiye’yi istiyor hâlâ. ABD’nin kafasında şu anda üç tane sorunlu 
bölge var. En büyüğü Ortadoğu, ikincisi Çin-Kuzey Kore, üçüncüsü Karadeniz’den başlayıp Kafkaslar üzerinden Orta Asya’ya kadar uzanan bölge. Türkiye, üçüncü bölgeye açılan en önemli kapılardan biri. Türkiye tek başına bu ülkelere gidip bölgesel güç olduğunu kanıtlayabilir mi? Bunun zor olduğunu 1990’larda gördük. 

Partner arayabilir mi? ABD açısından Türkiye cazip bir partner belki de. Ama bu, 
Türkiye’siz olmayacağı anlamına gelmiyor. İşte bu Türkiye’de çok karıştırılıyor. 
Türkiye, ABD’nin dış siyaseti için ortaklığı arzu edilen bir ülke, ama illa da olmazsa olmaz bir aktör değil. 

-WSJ makalesini ABD’nin AK Parti hükümetine güvenini kaybettiği şeklinde yorumlayanlar oldu. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Hükümetin, ABD’nin Irak’taki varlığına yönelik sert eleştirilerinin nasıl açıklanacağı sorusu var burada. Bazı kişiler diyor ki, Türkiye’de böyle bir tepki var, Erdoğan da o kamuoyu tepkisini dile getirmek zorunda. İkincisi ise, liderler kamuoyu tepkisini yönlendirir. Erdoğan’ın son bir senede başarıyla yapmadığı, kamuoyu tepkisi tarafından idare edildiği imajı var. İşte bu belki de en çok sıkıntı yaratan fikir. 

Hükümetin tepkisi kamuoyu tepkisini şahlandırıcı bir vazife görmüştür diye 
düşünüyor insanlar burada. O da AK Parti hükümetinin ABD’ye Irak’ta yeterince 
ihtimam göstermediği şeklinde yorumlanabiliyor. Bence güven erozyonu var. 
Altında da, basındaki eleştirilerden ziyade hükümetin ve AK partili üyelerin ABD’yi eleştiride “işin ayarını kaçırmış” olduklarının düşünülmesi yatıyor. 

-Türkiye ile ABD arasında stratejik ortaklık var diyebilir miyiz? 

Adı hâlâ resmi olarak stratejik ortaklık ama geçmişteki gibi bir ortaklık yok. 
İçeriğinde çok yıpranma, belirsizlikler ve tanımlanmamış alanlar var. Stratejik 
ortaklıkta temel kavram, iki tarafın birbiri için hayati olan meselelerde birbirine her türlü desteği vermesidir. Mesela ABD kendisi için bütün olumsuz yansımalarına rağmen AB sürecinde Türkiye’ye destek verdi. Bu Türkiye için hayati bir meseleydi. 
Ama Irak’ta aynı stratejik ortaklık derinliğinin olmadığını görüyoruz. Irak hariç böyle bir ortaklık var. Ama Irak bu ortaklığın o kadar büyük kısmı ki, Irak’ta olmadığı zaman gerisinde kalanlar ne kadar çabuk yıpranır, o soruyu cevaplamak lazım. 
-Ortaklığın yürümediği alanlar olarak Suriye ve İran’ı da ekleyebilir miyiz? 
Öncelikle şunu söyleyeyim, Washington’da ne Suriye’ye ne İran’a yönelik bir savaş stratejisi var. Bunu Bush’un önümüzdeki 4 yılın gidişatını gösteren ‘Birliğin Durumu’ konuşmasını analiz ederek çıkartıyorum. Orada, Suriye Hizbullah’ı desteklemeyi bıraktığı zaman, Lübnan’dan çekildiği zaman biz onu batılı ülkeler âlemine kucak açarak kabul edeceğiz diyor. 

-Yani Libya’ya yaptıkları gibi.. 

Aynen, Libya modeli. Rejim değişikliği değil, savaş da değil. İran’a yönelik olarak da savaş bahsi yok.

-O halde sizce Washington’un ve Ankara’nın Suriye ve İran politikalarıyla ilgili karşılıklı endişeleri neye dayanıyor? 

İki taraflı bakalım. Türkiye’de kimi zaman gerçekçi ve çıkarlara dayalı dış politika üretememe sıkıntısı oluyor. ABD’nin Ortadoğu siyasetinin dönüşümünün arkasındaki gerekçelerin abartılması ve bunların hepsinin bir şekilde Türkiye’ye yönelik olduğu konusunda bir hezeyan var. Mesela “ABD, İncirlik üssünü kullandırsaydık Türkiye’yi işgal edecekti, hiç çıkmayacaktı.” diyenler var. Irak’ta bulunma sebebi Türkiye’yi kontrol etmek diyen çok ciddi insanlar var. Bunların hiçbirinin gerçekle alakası yok. 

ABD, Arap ülkelerinin dahil olduğu Ortadoğu’yu değiştirmek ve dönüştürmek istiyor. Türkiye bir laik demokrasi olduğu için hedefte değil tabii ki. Ama Türkiye kendisini bu projenin parçası olarak gördüğünden sıkıntı içinde. Dolayısıyla ABD’nin Irak’ta attığı ya da Suriye’de atacağı hiçbir adım sağlıklı olarak değerlendirilemiyor, hepsinin arkasında başka gerekçeler aranıyor. Bu da bir tür “sağırlar diyaloğu” sürecini ortaya çıkarıyor. Mesela, Türkiye, Beşşar Esad rejiminin dünyaya açılabilecek, Türkiye üzerinden Avrupa’ya açılabilecek ve kendi kendini reforme edebilecek bir rejim olduğunu düşünüyor. ABD, Beşşar Esad’ın Suriye derin devletinde etkili olamadığını, dolayısıyla Esad’ın Suriye üzerindeki değiştirici dönüştürücü etkisinin sınırlı olduğunu düşünüyor. Yani Türkiye dönüşüm Esad eliyle gelebilir diyor, Amerika gelemez diyor. Arada bir algılama farklılığı var. Ayrıca Türkiye’nin Suriye’yi algılamasında kısa dönem hafızası dediğim bir sorun var. Bu ülke 5 sene öncesine kadar Abdullah Öcalan’ın 15 sene ikamet ettiği bir ülkeydi. Suriye, beş komşumdan, işgal altında tuttuğu Lübnan hariç, üç tanesiyle sorunlarım var diye düşünüyor, kendini stratejik bir izolasyon altında hissediyor ve bunu kırmak için tek bir komşusu kalıyor; Türkiye. Suriye’nin Türkiye’ye bakışı tamamen stratejik ve çıkara dayalı. Türkiye’nin Suriye’ye bakışı ise iyi ilişkiler nosyonu gibi Lüksemburg’la Belçika arasında geliştirilebilecek bir ilişki üzerine kurulmuş, bölgede naif kalan bir bakış açısı. 

-İran için de aynı şey geçerli mi? 

İran’ın da Türkiye’ye bakışı son derece stratejik ama Türkiye’nin İran’a bakış 
açısında Suriye’de olduğu kadar naifimsi bir tavır yok. Kimileri İran Şii devlet olduğu için, kimileri Tahran nükleer silah peşinde olduğu için, kimileri de bunlar “Acem kurnazı” diye düşünerek İran’a karşı şüpheli. Ayrıca, bir diğer fark ABD ve AB’nin Suriye siyasetinde dozu gittikçe artan bir çakışma var. Irak’ta olduğu gibi 
Türkiye’nin yararlanabileceği bir ayrışma yok. İran’da böyle bir ayrışma mümkün. 

-ABD Nasıl bir Türkiye görmek istiyor? 

AB üyesi bir Türkiye. Niye? AB üyesi bir Türkiye’nin ekonomik olarak istikrarlı 
olacağını düşünüyor. ABD açısından Türkiye’nin ekonomik istikrarsızlığı en büyük sorun. Ayrıca, AB içinde Türkiye Ortadoğu’ya komşu olduğu için dış politika öncelikleri mesela Lüksemburg’dan farklı olacak. Bunda ABD’nin de çıkarı var: ABD ile iyi ilişkilerini koruyabilmiş AB üyesi bir Türkiye, sonuçta içeriden ABD’ye destek olan Atlantisist refleksleri kuvvetli bir İngiltere gibi davranabilecek. Türkiye’nin de çıkarı var burada, böylece eli kuvvetlendiği için Ankara kendi dış politika önceliklerini AB sürecine daha rahat katabilecektir. Türkiye, ABD ile AB arasında seçim yapmadan her ikisiyle kendi çıkarına olan kuvvetli ilişkiler kurabilir 


***

20 Ocak 2017 Cuma

Türkiye Ve Amerika’nın Karmaşık İlişkisi













Tarihsel açıdan bakıldığında inişli-çıkışlı bir grafik izlediği görülen Türk-Amerikan ilişkileri, günümüzde Arap Baharı, İran ve PKK gibi ortak kaygılar bağlamında yükseliş eğilimi gösteriyor.

Yıl 1947. Savaş yorgunu Amerika Birleşik Devletleri Kongresi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yayılma planları nedeniyle gergin. Dönemin Amerikan Başkanı Harry S. Truman, kongre üyelerine hitaben yaptığı konuşmada, Türkiye ve Yunanistan için 400 milyon dolarlık kalkınma yardımı talebinde bulunurken, bu ülkelerin “iki alternatif yaşam tarzından birini seçmek durumunda olduğunu” vurgulamıştı.
Sovyetler’in Orta Doğu’da yayılmasını ve Akdeniz’e inerek sıcak denizlere ulaşmasını engellemek için Türkiye’yi askeri ve ekonomik açıdan destekleme kararı alan ABD, Türkiye’nin komünizm karşıtı bloktaki yerini sağlamlaştırma konusunda kararlı olmakla birlikte, başlangıçta ülkenin egemenliğini savunacağına dair herhangi bir güvence vermek istemiyordu. Ancak kısa süre sonra bu yönde bağlayıcı bir taahhütte bulunmak zorunda kalacaktı.
Türkiye’nin, kendisine güvenlik konusunda herhangi bir garanti verilmemesinden duyduğu hayal kırıklığı giderek artarken, ABD, Türkiye’ye NATO üyeliği için resmi davette bulunarak, ülkenin Atlantik ötesi güvenlik çerçevesi içindeki yerini pekiştirmiş ve dahası, Türk-Amerikan ittifakını güçlendirmiş oldu.
Soğuk Savaş döneminde Türkiye ile ABD arasında – Kıbrıs meselesi başta olmak üzere – pek çok gerilim yaşansa da, Sovyetler konusundaki ortak tehdit algıları ve güvenliğe dayalı ittifakları, iki ülkeyi birbirine iyice yakınlaştırdı.
Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte komünizm tehdidi ortadan kalkınca, ilişkiler, akışına bırakılarak, dönemin jeopolitik gerçeklerine göre şekillendirildi. Başlarda 90’lı yılların zorlu jeopolitik gerçekleriyle mücadele eden Türkiye, süreç içinde daha bağımsız ve etkin bir siyaset geliştirdi.
Bugün de pek çok ortak stratejik amaç ve çıkar paydasında buluşmaya devam eden iki ülkenin, genellikle birbiriyle ters düştüğü nokta ise, bu amaçlara ulaşırken kullanılacak yol ile ilgili oluyor.
Soğuk Savaşı takip eden süreçte Washington, önce Orta Asya’da kurulan bağımsız Türki cumhuriyetlere, sonra da Orta Doğu’ya “Türk modelinin” ihraç edilmesi fikrini destekledi.
Ancak Türk modelinin bu şekilde savunulması, Ankara’daki bazı kesimlerin tepkisini çekiyor, zira Uluslararası Kriz Grubu Türkiye/Kıbrıs Projesi Direktörü Hugh Pope’a göre, “söz konusu kesimler, laik bir anayasal düzene dayalı ülkenin, İslami bir sistem olarak nitelendirilmesini ve kapasitesinin sadece Doğu’nun yoksul ve işlevsiz ülkeleri ile sınırlıymış gibi görülmesini istemiyor.”
2003 yılında ABD liderliğindeki koalisyon güçlerinin, Iraklı diktatör Saddam Hüseyin’i devirmek için Türkiye sınırından bir kuzey cephesi açmak istemesi üzerine, TBMM’nin oyuna sunulan tezkere reddedildi ve bu olay, Türk-Amerikan ilişkilerini sıkıntıya soktu.
Irak Savaşı, özellikle de 2003-2007 dönemi, Türk-Amerikan ilişkilerinin en dibe vurduğu yıllar olarak tarihe geçti. Bu dönemde Irak, kontrolden çıkma noktasındaydı. Kuzey Irak’ta üslenen PKK, Türk güvenlik güçlerine yeniden saldırmaya başlamıştı.
Dipten yüzeye çıkışın başlangıç noktası ise, 2007 yılı sonlarına doğru ABD, Türkiye ve Irak arasında kurulan “üçlü mekanizma” oldu. Bu mekanizma çerçevesinde, artan PKK şiddeti ile mücadele edilmesi ve yanı sıra ABD’nin, PKK konusunda “eyleme geçirilebilir istihbarat” sağlaması öngörülüyordu.
Pek çok kimseye göre bu gelişme, Türk-Amerikan ilişkileri açısından adeta bir “U dönüşü” idi.
Bununla birlikte Türkiye, 2000’li yılların başında genel olarak çok daha proaktif bir dış siyaset yaklaşımı benimsedi. İki müttefik, çoğu zaman aynı stratejik hedefleri paylaşsa da, kimi zaman taktik açıdan birbirine ters düştü. Bu zıtlaşmaların Ankara ve Washinton’daki yansıması ise hayal kırıklığı şeklinde oldu.
Söz konusu taktiksel anlaşmazlıkların en önemlilerinden biri de, İran ekseninde yaşanandı. ABD ve Avrupalı müttefikleri, nükleer programıyla ilgili meseleler nedeniyle İran’a yaptırım uygulanmasını isterken, Türkiye bu fikre sıcak bakmıyordu.
SES Türkiye’nin konuyla ilgili sorularını yanıtlayan Alman Marshall Vakfı Atlantik Ötesi İlişkiler Uzmanı Joshua Walker, “Türk-Amerikan ilişkileri tarihinde önemli birkaç dönüm noktası olduğundan” bahsediyor.
“Bunlardan biri de, Başbakan Erdoğan, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad ve Brezilya’nın eski cumhurbaşkanı Lula’nın, Tahran Bildirisi’nin imzalanmasından sonra, muzaffer bir edayla kollarını havaya kaldırarak birlikte fotoğraf çektirdikleri gündü,” diyor Walker.
“Yakıt takası” anlaşması, ilk kez Ekim 2009’da ABD tarafından önerilen bir teklife dayalı olarak, Türkiye’nin arabuluculuğunda imzalandı. Buna göre, İran’ın zenginleştirilmiş uranyumu Türkiye’ye sevketmesi ve buna karşılık Fransa’dan gelen nükleer yakıt çubuklarının da Tahran’daki bir araştırma reaktörüne gönderilmesi planlanıyordu.
Ancak muğlak ifadeler içeren bu anlaşma, başlangıçtaki teklifte yer alan çoğu talebe bir açıklık getirmediği gibi, yeni yaptırım kararlarının oylanacağı BM Güvenlik Konseyi oturumunun da hemen öncesinde imzalanıyordu. Dolayısıyla İran’ın bu hamlesi, Rusya ve Çin’i BM yaptırımlarına karşı çıkmaya ikna etmek yönünde bir girişim olarak değerlendirildi. Neticede ise sadece iki ülke -- Türkiye ve Brezilya -- BM Güvenlik Konseyi’nin 1929 Sayılı Kararına “hayır” oyu verdi.
Ankara merkezli Stratejik İletişim Merkezi (STRATİM) Direktörü Suat Kınıklıoğlu, o dönemi “Washington’da olumsuz bir hava hakimdi” sözüyle özetliyor.
Bununla beraber, “her iki taraf da Türkiye’nin artık 70’li yıllardaki gibi olmadığı ve kimi mesele ve çıkarlar konusunda ABD ile farklı fikirlere sahip olabileceği gerçeğine alışınca” bu sorunların bazılarının üstesinden gelinebildi, diyor Kınıklıoğlu.
Daha yakın geçmişe baktığımızda, Türkiye’nin NATO bünyesinde kurulacak balistik füze kalkanına ev sahipliği yapmayı kabul etmesinin de, ilişkiler bakımından olumlu bir etki sağladığını görüyoruz.
Türkiye açısından büyük önem taşıyan bir diğer olumlu gelişme de, ABD’nin Türk topraklarında konuşlandıracağı insansız hava araçları yardımıyla, Ankara’ya PKK konusunda “eyleme geçirilebilir istihbarat” sağlamaya devam edeceğini açıklaması idi.
SES Türkiye’ye değerlendirmelerde bulunan, Sabancı Üniversitesi Siyaset Bilimi öğretim üyelerinden Emre Hatipoğlu’na göre, “Güvenlik konusu, Türkiye-ABD ilişkilerinde hâlâ çok önemli rol oynuyor.”


İki ülkenin tam bir işbirliği içinde hareket ettikleri bir diğer konu da Arap Devrimleri, zira bu alandaki kısa vadeli çıkarları neredeyse doğrudan çakışıyor.
Öyle ki, Vatan gazetesi Washington temsilcisi İlhan Tanır, “Türkiye, Arap Baharı öncesine kıyasla, bugün artık Washington için çok daha değerli,” diyor.
Lehigh Üniversitesi’nde görevli Türkiye uzmanı Profesör Henri Barkey de aynı fikirde: “İlişkiler konusundaki asıl değişim Arap Baharı ile gerçekleşti, zira bu süreçte Türkiye, bölgede çok daha önemli bir rol üstlenme fırsatı buldu. Türkiye ve Beyaz Saray, Mısır başta olmak üzere bir çok ülkede birlikte uyum içinde çalışmaya başladı.”
Ayaklanmalarla çalkalanan Orta Doğu, siyasi bir evrim geçirirken, ABD ve Türkiye, pragmatik sebeplerden ötürü benzer kesimleri destekliyor.
“ Türkiye’nin Orta Doğu romantizminin, Arap Baharı ile kısmen sona erdiğini” belirten Kınıkoğlu, “ Artık Orta Doğu’nun ciddi anlamda karmaşık bir coğrafya olduğunu ve burada tarafsız kalmanın mümkün olmadığını anlıyoruz , ” diyor.
Arap devrimlerinin başında bazı olumsuzlukları yumuşatmayı başaran Türkiye, Tunus, Mısır ve Libya’daki yeni hükümetlerle yakın ilişkiler kurmak için etkin bir çaba gösterdi.
Ancak Suriye’de yaşanan şiddet olayları, Ankara’yı hassas noktasından vurdu. İlk tepki olarak, Esad’a reform çağrısında bulunan Türkiye, daha sonrasında ülkede rejim değişikliği isteyen Batı ile aynı safta yer aldı.
Barkey’e göre, Washington; sivil savaş, mülteci krizi ve bölgesel istikrarsızlık olasılıkları çerçevesinde, Türkiye’nin Suriye’nin geleceği konusunda önemli bir çıkarı ve rolü olduğunun farkında.
Bu bağlamda hem ABD’nin, hem de Türkiye’nin bölgede işbirliği içinde hareket etmek için yeterince sebebi var.
Walker, bir noktanın altını çiziyor: “Arap Baharı sürecinde gördüğümüz üzere, Orta Doğu’nun gerçekleri, Türk dış siyasetinin, önemli çatışma ve çöküşlerle sınanmamış, idealist ilkelerini kesinlikle etkilemiştir.”
Ortak kaygılar, başka alanlardaki anlaşmazlıkları şimdilik unutturmuş gibi görünürken, iki ülkenin birbirine paralel çıkar ve fikirleri doğrultusunda hareket ettikleri görülüyor.
Ancak tüm bunları, mevcut koşullara dayalı gelişmeler olarak nitelendiren Barkey, “Bugün bunların olması, yarın da aynı şey olacak anlamına gelmez,” diyor.

SES Türkiye - Aaron Stein



26 Ağustos 2016 Cuma

1 Mart Tezkeresi’nin bilinmeyen yanları.,



1 Mart Tezkeresi’nin bilinmeyen yanları.,



_ Hükümetin ve Askerlerin iddiasının aksine 1 Mart Tezkeresi Türk Askerine PKK’ya karşı operasyon izni vermiyordu. 

_ PKK’ya Karşı silah kullanmayı Yasaklayan Bush yönetimi, Siyasi düzenlemelerde Türkiye’ye söz hakkı tanır mıydı?


Şükrü M. ELEKDAĞ-KONUK YAZAR
ABD’de başlayan başkanlık seçimi sürecinde adaylar arasındaki geleneksel TV tartışmalarında,  2003 yılında Irak’ın işgali konusu hayli sık gündeme geliyor. Tartışmalarda, adayların hemen hemen hepsi, Irak’a yapılan müdahaleyi, yalan ve sahte gerekçelere  dayanan gayrimeşru bir savaş olması, bunun ötesinde,  Irak’ta büyük bir yıkıma, yağma ve soygun  ile  ülkeyi mahveden korkunç bir  iç savaşa yol açması nedeniyle kınadılar ve Ebu Gureyb gibi işkence merkezlerinde insanlara yapılan alçaltıcı muameleleri yansıtan mide bulandırıcı fotoğrafların yayınlanmasının,ABD’nin itibar ve prestijini yerle bir ettiğini dile getirdiler. 

Irak savaşına katılsaydık…

Irak savaşına başka bir pencereden bakan Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, fırsat düştükçe Türkiye’nin Amerika’nın yanında savaşa katılmamış olmasından dolayı duyduğu üzüntüyü dile getiriyor. Nitekim, Güney Amerika gezisi dönüşünde  gazetecilere yaptığı şu açıklama dikkat çekici:  “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz… 1 Mart Tezkeresi ilk anda kabul edilip Türkiye Irak’ta masada olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı… Ufku görmek çok önemli, şimdi Suriye’de bu iş ancak bir yere kadar böyle gider, bir yerden sonra böyle gitmez, hassasiyetlerimizi korumak zorundayız.”
Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu ifadeleri şöyle yorumlanabilir: Irak savaşına katılsaydık, barış masasına bizim de yerimiz olurdu; bu da bize Irak’ın düzeni hakkında söz hakkı sağlar ve ülkenin felaketli duruma düşmesini  önlerdik. Türkiye de iyi bir konumda olurdu. Suriye’ye yönelik politikamız Irak’taki hatamızdan ders alınarak saptanmalı.

Temel dayanak Mutabakat Muhtırası 

Ancak ben, Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu görüşünün hatalı olduğu kanısındayım. Görüşüm sağlam bir kanıta dayanıyor. Bu da, 1 Mart Tezkeresi’nin temel dayanağını oluşturan ve ABD ile imzalanmış bulunan Mutabakat Muhtırası’dır (MM). Anımsanacağı üzere, Tezkere’nin reddinden sonra Hükümet üyeleri ve dönemin Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, yaptıkları açıklamalarda  “ Tezkere’nin geçmesi halinde, Türk askeri birlikleri  kuzey Irak’a girecek  ve PKK terör yuvalarını temizleyecekti… Şimdi bu imkânı kaybettik!..” diyerek hayıflandılar. Oysa bu sözler doğru değildi.  Zira, MM, Türk askerinin, PKK teröristlerine karşı, meşru savunma  hariç, silah kullanmasını  yasaklıyordu. Yani, Türk askeri Kuzey Irak’ta dar bir kuşakta konuşlanacak, fakat PKK unsurlarını izleyip imha etme yetkisine sahip olmayacaktı.

Şimdi, bu gerçek ışığında Cumhurbaşkanı’nın ifadelerini değerlendirelim… Ancak önce, ABD’nin Irak’ı işgalinin BM Güvenlik Konseyi kararına dayanmaması dolayısıyla   gayri-meşru olduğunu,  bu nedenle  de ABD ile imzalanan MM’nın  Anayasamızın 92. maddesine aykırı olduğunun altını çizelim. Bu durumda  AKP Hükümeti’nin, Anayasa’nın  ihlali pahasına, Irak’ı gece gündüz bombardımanla hallaç pamuğu gibi dövecek  255 ABD savaş uçağının ve Irak’a saldıracak 60 bin ABD askerinin  topraklarımızda  konuşlandırılmasına izin vererek  ağır riskler üstlenirken,  Washington’dan, Kandil de dahil tüm PKK üslerinin yok edilmesini ve teröristlerin tasfiye edilmesi istemesinden  daha makul bir şey olabilir miydi?  Fakat  Bush yönetimi,  bırakın  PKK’nın tasfiyesini,  Türk askerlerinin  PKK’ya karşı operasyon yapmasını   yasaklayan  bir anlaşmayı  Türkiye’ye  empoze etmiştir. Bu bağlamda, Hükümetin, bu denli riskli, adaletsiz ve hukuka aykırı bir anlaşmayı  imzalamış  olmasının, akıl ve izanla izahının mümkün olmadığını da belirtmeliyim... Bu gerçekler ışığında,  Sayın Cumhurbaşkanı’nın hoşgörüsüne güvenerek kendilerine şu soruyu sormak isterim: Türkiye’nin  en haklı  olduğu bir alanda, ona böylesine haksız  bir muameleyi reva gören  Bush yönetiminin,  savaş sonrasında Irak’ın siyasi düzenine ilişkin  çalışmalarda Türkiye’ye  söz hakkı vereceği umuduna kapılmak,  aşırı iyimserlikten de öteye hayalperestlik olmaz mı?

Türk askerine Irak’ta verilen görev hakkında Türk kamuoyunun  aldatıldığının ilk farkına varmam, ABD ile müzakereleri yürüten  Büyükelçi Deniz Bölükbaşı’nın yazdığı “ 1 Mart Vakası  Irak Tezkeresi ve Sonrası ” başlıklı  kitabını incelemem sırasında oldu.  Bölükbaşı, kitabında, MM’nın analizini yapıyor ve bu kilit belgenin, Irak topraklarında derinliği 40 kilometreye ulaşan ve  PKK’nın kullandığı kamplar ile silah ve cephane depolarını kapsayan bir kuşağın Türk askerinin kontrolüne bırakılmasını  öngördüğünü belirtiyordu. Bölükbaşı’nın altını çizdiği diğer önemli bir husus da, belgenin bölgedeki “Türk birliklerine resen  PKK unsurlarına karşı imha harekâtına girme yetkisi verdiği” idi.
Oysa, MM’nın Türk askeri birliklerinin hangi hallerde silah kullanabileceği hakkındaki  7. maddesinin “Kuzey Irak’taki faaliyetler” başlıklı (b) fıkrasının 3. paragrafı, Bölükbaşı’nın iddiasının tam tersine, Türk askerine, PKK’ya karşı operasyon yapmayı yasaklıyor. Sözkonusu  paragraf aynen şöyledir: “Alıcı taraf özel harekât  kuvvetleri, terörist saldırılara, (PKK/KADEK, kendini  savunma hakkı  ya da 4. paragrafta belirtilen durumlar dahil) cevap verme dışında, Irak kuvvetleri ve muhalif  gruplarla  herhangi bir çatışmaya  girmeyecektir.” 

‘Muhalif gruplar’la Kastedilen kim?

Burada “alıcı taraf”la kastedilen Türkiye’dir. “ Muhalif gruplar ”la kastedilen, ABD işgal ordusuna direnen Saddam taraftarları ve diğer silahlı güçlerdir. Sözü edilen “ 4. paragrafta belirtilen durumlar” ise muhalif grupların saldırılarını veya muhalif gruplar arasındaki çatışmaları kapsamaktadır. Görüleceği üzere, MM’nın 7. maddesi, TSK’nin meşru savunma dışında, bölgedeki PKK/Kadek  unsurlarına karşı silahlı operasyonda bulunmasını engelliyor. Yani, Bölükbaşı kitabında resmen yalan söylüyor.  

Gizlilik dereceli bir belge olan MM’nın metni Bölükbaşı’nın kitabının ekleri arasında yer almıyordu. Bu metni bir hayli aradımsa da bulamadım. Ancak,  Sayın  Fikret Bilâ’nın yazdığı “Ankara’da Irak Savaşları” adlı Kitap imdadıma yetişti. ABD’nin Irak’a müdahaleye hazırlık sürecinde Ankara’da yapılan pazarlıkları tüm belgeleriyle açıklayan bu kitap yayınlanınca, Bilâ hakkında devletin gizli belgelerini yayınlamaktan ağır hapis talebiyle dava açılmış, fakat beraatla sonuçlanmıştı. Aradığım belge, yani MM metni, Bilâ’nın kitabının 7 sayılı ekini oluşturuyordu.  Hemen belirteyim ki, Irak savaşı öncesinde Türkiye ile ABD arasındaki gizli müzakereleri ve ABD’nin manevralarını açıklayan bu fevkalade kitap, aynı zamanda TSK’nin savaşa katılma ve aktif olma isteklerinin şart ve gerekçeleri hakkında da detaylı bilgiler içeriyor ve bu meyanda dönemin Genel  Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün MM’nın kuvvetli bir savunucusu olduğunu  da ortaya koyuyor.    

Özkök de  Yanıltıyor,

Nitekim Orgeneral Hilmi Özkök, 2012’de  gazeteci/yazar Murat Yetkin’e verdiği röportajda, “ Tezkere geçseydi çok farklı olurdu. ABD ile güzel bir Mutabakat Muhtırası Hazırlamıştık… ” dedikten sonra da şöyle devam etmişti:
“Tezkere  geçseydi çok miktarda askerimiz yani 4-5 tugay (20-25 bin asker) Irak topraklarına girecekti. Zaten Özel Kuvvetlerimiz de oradaydı, onlar da takviye edilecekti. Sınır boyunca, özellikle geçiş alanlarında tampon bölge kurulacaktı. Ve uzun süre orada kalacaktık. Hem geçişler kontrol altında olacak, hem de gerektiğinde harekâtı oradan sürdürecektik…  PKK konusunda bugünkünden çok daha avantajlı bir konuda olacağımızı söyleyebilirim.” (Radikal-28. 08. 2012).
Özkök  Paşa  bu ifadeleriyle,  hem “güzel” diye övdüğü MM’nın askeri birliklerimize PKK’ya karşı silah kullanmayı yasakladığını gizliyor,  hem de birliklerimizin  PKK’ya karşı harekâtta bulunacaklarını söyleyerek Türk kamuoyunu  bilinçli olarak yanıltıyor…  

İslam Alemi lanetlerdi,

ABD’nin Irak’ı işgali, Türkiye’nin asla ortak olmayı istemeyeceği korkunç boyutları olan bir felakete yol açmış, Irak’ı parçalanma girdabına sokmuştur. ABD’nin  Irak’a ayak bastığı andan itibaren körüklediği siyasi mezhepçilik ve mezhep kavgası bugün Ortadoğu’nun  başına bela olan IŞİD’i doğuran şartları yaratmıştır. Yani IŞİD’in “kuvözü” Iraktır. İşgal sırasında bir ila 1.5 milyon sivil ölmüş; 2 milyon kadın dul kalmış; yetim sayısı 4 milyonu bulmuştur. Dünyanın üçüncü petrol zengini Irak’ın 26 milyona varan nüfusunun 7 milyonu hâlâ açlık sınırı altında yaşıyor. Bunlar, Bush yönetiminin inanılmaz basiretsizliği ve ABD askerlerinin  korkunç gaddarlık, vahşet ve yağma hırsı sonucunda vuku bulmuştur. Türkiye, ABD’nin kuyruğunda bu insanlık faciasına katılsaydı, bu vebalin altından kesinlikle kalkamazdı. Tüm Arap ve İslam âlemi kıyamet gününe kadar Türkiye’yi lanetler, nefret duygularını ülkemize yöneltirdi...
Etiketler:
ABD,TSK,PKK,Irak,Kitap,İslam,bugün,Suriye,Ankara,Kandil,Amerika,Anayasa,Ortadoğu,Kuzey Irak,Washington,Hilmi Özkök,Murat Yetkin,Güney Amerika,Deniz Bölükbaşı

..

1 Mart tezkeresi TSK’ya operasyon izni vermiyordu


11 Mart 2015






















ÖZKÖK PAŞA DA BİLİYORDU!
CHP eski Milletvekili, Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, Uğur Dündar'a verdiği son röportajında, çok konuşulacak bir iddiayı dile getirdi. Elekdağ, “Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök de bu yalana ortak oldu” dedi…

2003 YILINDA MECLİS'TEKİ O TARİHİ OYLAMAYA KATILAN İSİMLERDEN BİRİ OLAN EMEKLİ BÜYÜKELÇİ ŞÜKRÜ ELEKDAĞ, O TEZKEREYLE İLGİLİ ÇOK ÇARPICI BİR İDDİAYI ORTAYA ATTI. ELEKDAĞ “ BU YALAN, 1 MART TEZKERESİ'NİN TEMEL DAYANAĞI OLAN FAKAT KAPALI OTURUMDA MİLLETVEKİLLERİNE DAĞITILMAYAN GİZLİ DERECELİ BİR BELGE NİTELİĞİNDEKİ MUTABAKAT MUHTIRASI'NA İLİŞKİNDİR” DEDİ.

YAZI İÇERİSİNDE  MM  OLARAK KISALTILAN ( MUTABAKAT MUHTIRASI ) ANLAMINI TAŞIR.,

_ Sevgili okurlarım,
1 Mart 2003'te AKP iktidarının TBMM'ye sunduğu tezkereyle Türkiye, 60 bin kişilik bir ABD askeri kuvvetini ve keza 255 ABD uçağını kendi topraklarında konuşlandırmak suretiyle Irak'a saldırı için Kuzey Cephesi'ni oluşturmayı kabul ediyordu. Türkiye böylece, çok ağır riskler üstlendiği gibi hukuki meşruiyetten yoksun bu askeri harekat nedeniyle uluslararası sorumluluk altına giriyordu. TBMM'nin Tezkere'yi reddetmesi, Türk-ABD ilişkilerinde ciddi bir kırılma noktası oluşturdu ve bugüne değin iki ülke işbirliği üzerine düşürdüğü gölge tam anlamıyla kaybolmadı. Bu konunun Türkiye'nin siyasi gündeminden düşmemesine ve Tezkere'nin Meclis'te görüşüldüğü gizli oturum tutanaklarının 10 yıllık gizlilik süresinin dolmasına rağmen, AKP tutanakları açıklamamakta ısrar ediyor. Bu konuyu İstanbul Milletvekili olarak gizli oturuma katılmış olan emekli büyükelçi, bilge diplomat Şükrü Elekdağ'la yaptığımız ve bu sütunlarda 17 Mart 2013'te yayımlanan söyleşimizde ele almıştık. O günden bugüne kadar bazı yeni ve çarpıcı gelişmeler oldu. Ben de bu gelişmeleri Sayın Elekdağ'a sordum.

UĞUR DÜNDAR (U.D.): Efendim anladığım kadarıyla AKP Hükümeti, tutanakların açıklanmasıyla büyük bir skandalın ortaya çıkmasından korkuyor. Nedir bu skandal?
ŞÜKRÜ ELEKDAĞ (Ş.E.): Ulusal çıkarlarımıza ilişkin korkunç bir yalan, dev bir sahtekarlık kamuoyundan gizlenmek isteniyor. Bu yalan, 1 Mart Tezkeresi'nin temel dayanağı olan fakat kapalı oturumda milletvekillerine dağıtılmayan “gizli” dereceli bir belge niteliğindeki Mutabakat Muhtırası'na ilişkindir. Bilindiği üzere, Tezkere'nin reddinden sonra muhtelif tarihlerde yaptıkları açıklamalarda Hükümet üyeleri ve dönemin Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök, “Tezkere'nin geçmesi halinde, Türk askeri birlikleri Kuzey Irak'a girecek ve PKK terör yuvalarını temizleyecekti… Şimdi bu imkanı kaybettik!..” diyerek hayıflandılar. Oysa söyledikleri büyük bir yalandı. Zira, Türk askeri birliklerinin, Mutabakat Muhtırası (MM) gereğince, Irak topraklarında sınırımız boyunca uzanan bir kuşakta konuşlanmalarına izin veriliyor, fakat Türk askerinin, PKK teröristlerine karşı, meşru savunma hakkı hariç, silah kullanması, altını çizerek söylüyorum, yasaklanıyordu. Yani, Türk askeri Kuzey Irak'ta dar bir kuşakta konuşlanacak, fakat PKK unsurlarını izleyip imha etme yetkisine sahip olmayacaktı…

AFFEDİLMEZ YALANA BAKIN
(U.D.): Söyledikleriniz iddiadan mı ibaret, yoksa kesin ve somut kanıtları var mı?

(Ş.E.): 
Evet var!.. ABD ile müzakereleri yürüten Emekli Büyükelçi Deniz Bölükbaşı milletvekili olduktan sonra “1 Mart Vakası – Irak Tezkeresi ve Sonrası” başlıklı iddialı bir kitap yazdı. Kitabında, Türkiye'nin çıkarlarını koruyan bir belge olarak değerlendirdiği MM'nin analizini de yapıyor. Bu belgenin açık adı şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Amerika Birleşik Devletleri Arasında Irak'a Karşı Türkiye'de Geçici Olarak Konuşlandırılacak Olan Kuvvetlerin Durumunu Saptamak ve Temel Politika, Prensipler ve Sürecin Oluşturulması Hakkındaki Anlaşma”
İsminden de anlaşılacağı üzere, kilit önemdeki bu belge, Türkiye, ABD'nin yanında savaşa katıldığı takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne verilecek görev ve yetkileri de tanımlıyor. Bölükbaşı kitabında, MM'nın, azami derinliği 40 kilometreye ulaşan ve PKK'nın Türkiye'ye yönelik terör eylemleri için kullandığı kampları ve silah ve cephane depolarını kapsayan bir alanın Türk askerinin kontrolü altına girmesini öngördüğünü ve bu bölgedeki “Türk birliklerine resen PKK unsurlarına karşı imha harekatına girme yetkisi verdiğini” vurguluyor. Oysa ben MM'yi incelediğimde, Bölükbaşı'nın bu ifadelerinin hiçbir şekilde gerçeği yansıtmadığını gördüm. Zira bu belge, Türk askeri birliklerinin Irak topraklarında PKK yuvalarını bulup tahrip etmesini yasaklıyor.

İŞTE YALAN VE HIYANETİN KANITI
(U.D.): Müzakerelere Genelkurmay Başkanlığı da katıldığına göre, böyle bir hainlik nasıl gerçekleşebilir?

(Ş.E.): 

Şimdi bakınız, Türk askeri birliklerinin hangi hallerde silah kullanabileceği MM'nin 7. maddesinin “Kuzey Irak'taki faaliyetler“ başlıklı (b) fıkrasının 3. paragrafında belirtilmiştir. Bu parag- raf aynen şöyledir:
“Alıcı taraf özel harekat kuvvetleri, terörist saldırılara, (PKK/KADEK, kendini savunma hakkı ya da 4. paragrafta belirtilen durumlar dahil) cevap verme dışında, Irak kuvvetleri ve muhalif gruplarla herhangi bir çatışmaya girmeyecektir.”
Burada “alıcı taraf”la kastedilen Türkiye'dir. “Muhalif gruplar”la kastedilen, ABD işgal ordusuna direnen Saddam taraftarları ve diğer silahlı güçlerdir. Sözü edilen “4. paragrafta belirtilen durumlar” ise muhalif grupların saldırılarını veya muhalif gruplar arasındaki çatışmaları kapsamaktadır.
Görüleceği üzere, MM'nin 7. maddesi, TSK'nın meşru savunma dışında, bölgedeki PKK/Kadek unsurlarına karşı silahlı operasyonda bulunmasını engelliyor. Yani, Bölükbaşı kitabında resmen yalan söylüyor.

(U.D.): Siz bu görüşleri Mutabakat Muhtırası (MM)'nın aslına dayanarak dile getiriyorsunuz. Peki bu metnin aslını nasıl elde ettiniz?

(Ş.E.): Bölükbaşı'nın kitabında bu belgenin aslı yoktu. Ancak, halen Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olan Fikret Bila, 1 Mart Tezkeresi'nin reddinden sonra, ABD'nin Irak'ı işgaline hazırlık sürecinde Ankara'da yapılan pazarlıkları tüm belgeleriyle açıklayan “Ankara'da Irak Savaşları” başlıklı fevkalade bir kitap yazmıştı. Kitap yayınlanınca, Bila hakkında devletin gizli belgelerini yayınlamaktan ağır hapis talebiyle dava açıldı, ama dava beraatle sonuçlandı. Aradığım belge, yani MM metni, Bila'nın kitabının 7 sayılı ekini oluşturuyordu. Ancak, Bila kitabında, MM'nin “Kuzey Iraktaki faaliyetler” başlıklı fıkrası ışığında Türk askerinin operasyon yetkisi konusunu ele almamıştı.

HİLMİ ÖZKÖK DE YALANA ORTAK
(U.D.): Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök'ün tutumunu da değerlendirir misiniz?

(Ş.E.): Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, MM'nın kuvvetli bir savunucusuydu. Nitekim, kendisiyle röportajlar yapmış olan Fikret Bila'nın bir makalesinde şu hususlar yer alıyordu: “… Özkök, 1 Mart Tezkeresi'nin TBMM'den geçmesini istiyordu. Bu konudaki görüşünü dönemin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı'na  iletmiş, ilgili kurullarda bu yönde açıklamalar yapmıştı. Özkök, 1 Mart Tezkeresi'nin eki olan Mutabakat Muhtırası'nın Türkiye'nin milli çıkarlarına uygun olduğunu, çok iyi bir  anlaşma sağlandığını düşünüyordu.” (Milliyet- 10.04.2010). Nitekim, Orgeneral Özkök, gazeteci/yazar Murat Yetkin'e verdiği röportajda, “Tezkere geçseydi çok farklı olurdu. ABD ile güzel bir Mutabakat Muhtırası hazırlamıştık…“dedikten sonra da şöyle devam etmişti: “Tezkere geçseydi çok miktarda askerimiz yani 4-5 tugay (20-25 bin asker) Irak topraklarına girecekti. Zaten Özel Kuvvetlerimiz de oradaydı, onlar da takviye edilecekti. Sınır boyunca, özellikle geçiş alanlarında tampon bölge kurulacaktı. Ve uzun süre orada kalacaktık. Hem geçişler kontrol altında olacak, hem de gerektiğinde harekatı oradan sürdürecektik… PKK konusunda bugünkünden çok daha avantajlı bir konuda olacağımızı söyleyebilirim.” (Radikal-28. 08. 2012).
Bu açıklamayı, geçen yıl Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde sırasıyla 2 Şubat'ta ve 26 Ekim'de yayımlanan makalelerimde ele aldım ve Orgeneral Özkök'ün “güzel” diye övdüğü MM'nın ne denli sakat ve ulusal çıkarlarımızı zarar verici olduğunu vurguladım. Özkök'ün, bu sözleriyle Türk halkını aldattığını, zira MM'nın, Türk askerine PKK yuvalarını bulup imha etmeyi yasakladığını vurguladım.

AKP HÜKÜMETİ ANAYASA SUÇU İŞLEDİ
(U.D.): Bu açıklamanıza emekli Orgeneral Özkök'ten bir yanıt geldi mi?

(Ş.E.):  Hayır gelmedi!.. Şimdi, serinkanlılıkla düşününüz… ABD'nin Irak'ı işgali, bir BM Güvenlik Konseyi kararına dayanmadığından, tam anlamıyla gayri-meşrudur. Bu niteliğiyle ABD ile imzalanan MM'da, Anayasamızın 92. maddesinin hükümlerini ihlal etmektedir. Bu duruma rağmen, AKP iktidarı, ABD'nin peşinden giderek resmen  anayasa suçu işlemeyi, ahlaka, adalete ve hakkaniyete ters düşen bir eyleme ortak olmayı öngörmüştür. Bu durumda, Genelkurmay Başkanı'nın “sorumluluk, milli iradeyle ülkeyi yöneten iktidarındır” diyerek, Hükümet talimatlarına göre hareket etmesi hukuken savunulabilir… Ama, ABD'nin Irak'ı gece gündüz bombardımanla hallaç pamuğu gibi dövecek  255 savaş uçağının ve Irak'a saldıracak 60 bin askerinin topraklarımızda  konuşlandırılmasına izin verilmesi suretiyle, ağır riskler üstlenilirken ABD'den, Kandil de dahil tüm PKK üslerinin yok edilmesini ve teröristlerin tasfiye edilmesinin istenmesi ve bunda diretilmesi gerekmez miydi? Fakat burada çok daha vahim olan, ABD'nin dayatmasıyla, askeri birliklerimize PKK'ya karşı operasyon yetkisi vermeyen bir anlaşmanın imzalanması, sonra da böyle yaşamsal önemde bir konuda Türk halkına yalan söylenmesidir.

ARAP-İSLAM ALEMİ BİZİ LANETLERDİ
(U.D.): ABD'nin Irak'a saldırması ve işgal etmesi ABD'nin siyasi tarihine bir kara leke olarak geçecek affedilmez bir insanlık faciası. ABD'de bu konuda yazılan düzinelerce kitapta bu savaş ve uygulanan yöntemlerin ABD değerlerini ihlal ettiği, insanlığa karşı suç oluşturduğu ve utanç verici olduğu belirtilerek kınandı. Hal böyleyken ben Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın başbakanlığı döneminde “Tezkere geçmiş olsaydı şu anda Kuzey Irak'ta olurduk ve Kuzey Irak'ta verilen kararlara Türkiye olarak ortak olurduk” dediğini hatırlıyorum. Bu nedenle Türkiye'nin siyasi liderlerinin dünya gerçeklerinden bu denli kopmalarına bir anlam veremiyorum. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
(Ş.E.): 
ABD'nin Irak'a saldırısı, Türkiye'nin asla ortak olmayı istemeyeceği korkunç boyutları bulunan bir felakete sebebiyet vermiş, Irak'ı mahvetmiş ve parçalanma girdabına sokmuştur. Washington'un Irak'a ayak bastığı andan itibaren izlediği Sünnilerle Şiileri çatıştırma politikası, bugün Ortadoğu'nun başına bela olan IŞİD'i doğuran şartları yaratmıştır. İşgal sırasında 1 ila 1,5 milyon sivil ölmüş; 2 milyon kadın dul kalmış; yetim sayısı 4 milyonu bulmuştur. Dünyanın üç numaralı petrol zengini Irak'ın 26 milyonluk nüfusunun 7 milyonu hâlâ açlık sınırı altında yaşıyor. Bunlar, Bush yönetiminin inanılmaz basiretsizliği ve ABD askerlerinin korkunç gaddarlık, vahşet ve yağma hırsı sonucunda vuku bulmuştur. Şu noktayı hep vurguluyorum:Türkiye, ABD'nin kuyruğunda bu insanlık faciasına katılsaydı, buna ortak olsaydı, bu vebalin altından kesinlikle kalkamazdı. Tüm Arap ve İslam alemi kıyamet gününe kadar Türkiye'yi lanetler, nefret duygularını ülkemize yöneltirdi. Bu gerçeği görmemekte ısrar için stratejik körlükle malul olmak lazım.



..