TSK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TSK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Haziran 2017 Pazartesi

KENDİ ÜLKESİNDE KUŞATILAN ORDU., TSK



KENDİ ÜLKESİNDE KUŞATILAN ORDU., TSK




Gülenci Darbe ve Bir Kitabın Önsözü
Yazar: Ümit Özdağ

Aşağıdaki satırları Yeniden Türk Milliyetçiliği adlı kitabımın Nisan 2016’da yeniden yapılan baskısına önsöz olarak hazırlamıştım. 15 Temmuz 2016’da Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk sözde SİYASAL İSLAM’cı darbe girişimi gerçekleşti. Basına sızan ilk açıklamalarda, subay elbisesi giymiş darbeciler Mehdi saydıkları Fethullah Gülen’in emri ile yaptıklarını açıklamaya başlamışlar. Bu ilk açıklamalar doğru olsa da olmasa da, darbe Nurculuğun sapkın bir kolu olan Gülencilik tarafından gerçekleştirilmiştir.  Bundan dolayı ilk SİYASAL İSLAMCI darbedir. Şimdi Nisan  2016’da yazılan satırları okuyabiliriz.    


Yeniden Türk Milliyetçiliği adlı bu kitabın ilk baskısı 2004'te, ikinci baskısı 2005 yılında çıkmıştı. Üçüncü baskı 2006’da yapılmıştı. Bu üç baskıda özellikle dış 
gelişmeler ile ilgili kısa ve küçük ekler yapmıştım. Bu kitabın yayımlandığı ilk günden bu yana Türkiye Cumhuriyeti "En Uzun On Yılını" yaşadı. Bu en uzun on yıl, Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın ifadesi ile Osmanlı İmparatorluğu’nun en uzun yüzyılı olan 19. Yüzyıl'a benziyor. 19. Yüzyıl, Türk Devleti için ihanetin ve geri 
çekilmenin yüzyılı oldu. 2003-2015 de  geri çekilmenin ve ihanetin on yılı oldu. 2015 Ağustosunda Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en 
kritik döneminden geçiyoruz" derken, Başbakan Davutoğlu da, "Türkiye Cumhuriyeti'nin beka sorunu yaşamakta olduğunu" ifade ediyordu. 
Erdoğan 2016 yılı başında Türkiye’nin İstiklal Harbi verdiğini ifade ediyor, öğretmen adaylarına yaptığı konuşmada: "Güneydoğu Anadolu’yu tekrar vatanlaştırın"  talimatını veriyordu.

Türkiye’yi beka  sorunu yaşama noktasına getirip, İstiklal Savaşı vermeye zorlayan, Güneydoğu Anadolu’yu tekrar vatanlaştırma gereğini ortaya çıkaran ise, AKP’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun on yılında uyguladığı politikalardı. Bu politikalar ile Türk Ordusu’na komplo kurulmasına izin verilmişti. 
Önce Türk Ordusu'nun PKK terörü ile mücadelede ön plana çıkan bölümleri ve subayları hedef alındı. Bir diğer hedef ise, PKK terörüne karşı entelektüel 
mücadele  veren milliyetçi aydınlar oldu. Bu subaylar ve aydınlar Ergenekon adlı AKP+Gülen cemaatinin ürünü olan sanal bir terör örgütü iddianamesi ile 
yargılanmaya başladılar.

AKP, Türk Ordusu’na kurulan komployu hukuki zeminler sağlayarak güçlendirdi. Gülen cemaati ise Harp Okulları’ndan başlayarak Türk Milliyetçisi Harbiyelileri 
ve Türk Milliyetçisi ve Türk Ulusalcısı subay kadroları Ergenekon ve casusluk iddiaları ile tasfiye etmeye başladı. Türk Ordusu içinde Gülen cemaatine mensup subaylar, tasfiye etmek istedikleri subaylara karşı başlattıkları iftira/komplo saldırısı ile bir orduyu çökertecek en ağır darbe olan "silah arkadaşlığı" kavramını yıktılar. Bir orduda silah arkadaşlığı düşüncesi yıkılır ise ordunun ruhu ölür.  Türk Ordusu’nun olduğu gibi, Türk Devleti’nin harem-i ismeti olan Özel Harp Komutanlığı’nın arşivine, cemaatçi polis ve  hakim-savcı komplosu ile girildi. Türk Devleti’nin sırları ortaya döküldü. 

Türk Hava Kuvvetleri ve Türk Deniz Kuvvetleri’ndeki Gülen cemaati örgütlenmesi, sanki Türkiye bu iki gücü ile savaşa girmiş ve bu savaşta yenilmiş gibi, bu iki gücünde özüne ağır bir darbe vurdu. Kara Kuvvetleri personel sayısı çok olduğu için cemaatin verdiği zarar ilk bakışta belirgin olmasa da  
Türk Kara Kuvvetleri’nin muharip/savaşçı kadrolarının ağır zarar gördüğünü ve bu durumun bir savaşta Türkiye’ye pahalıya mal olacağını bilen biliyor. 

Türk Ordusu hala Gülen Cemaatinin ağır etki alanı altında olmaya devam etmektedir.

Türk polisi de AKP Hükümeti’nin " ne istediniz de vermedim " yaklaşımı sonucunda Gülen cemaatinin polisi olmuştur. Aslında kendi ordusuna, kendi istihbarat teşkilatına, kendi aydınlarına komplo kuran, delil yerleştiren, delil üreten kişilere ne kadar polis denilebilir ki? 19 Mart 2016 tarihli Hürriyet Gazetesi'nde 54  hakim ve  savcı hakkında "silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek, kurulan örgüte üye olmak", " siyasi ve askeri casusluk ", "cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen ya da tamamen yapmasını engellemeye teşebbüs etmek", "suç uydurmak", "özel hayatın gizliliğini ihlal etmek"  gibi iddialar ile iddianame hazırlandığı haberi verilmekteydi. Bütün bunlar, AKP Hükümetleri’ nin Gülen cemaatine mensup,  subay, polis ve hakim-savcılar ile işbirliği yapması sonucunda oluşmuştur. Türk polis teşkilatının çok önemli bir bölümü de Gülen cemaatinin denetimi altına girmiştir.

AKP Hükümetleri, Genelkurmay Başkanı’nın terörist örgüt yöneticisi olarak tutuklanmasını seyretmekle kalmamış, 34 Mehmetciğin şehit edilmesinden sorumlu bir teröristin Genelkurmay Başkanı aleyhine sanıklık yapmasını mümkün hale getirmiştir. Türk Ordusuna komplo  kurulur,  ordu ve  polisin eli kolu bağlanırken, AKP Hükümetleri, Oslo’da gizli bir şekilde PKK ile müzakerelere başlamış ve bu müzakereleri İmralı’da Öcalan ile sürdürmüştür.

PKK,  AKP Hükümeti’nin gizli onayı ile Güneydoğu Anadolu’da kentlere yerleşmiş, silah ve cephane yığınakları gerçekleştirmiştir. 2016 kış ve ilkbaharında Sur, 
Cizre, Şırnak merkez, Nusaybin, Yüksekova güvenlik güçlerinin PKK’lı teröristleri yerleşim merkezlerinden çıkarmak için düzenledikleri operasyonlar ile geçmiştir.   

AKP’nin çok yanlış Suriye politikası, PKK’ya Suriye’nin kuzeyinde bir devletçik coğrafyası hediye ederken, IŞİD politikası ise bu terör örgütünün Türkiye’ye 
saldırılarının önünü açtı. Ankara, İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerimiz terör örgütü tarafından bombalanıyor. Türkiye-Suriye sınırı, Afganistan-Pakistan 
sınırına benzemiş durumda. Suriye’den Türkiye’ye kaçan 2.7 milyon Suriyeli Türkiye’nin geleceğini tehdit eden bir demografik bomba niteliği taşıyor.

AKP’nin Türkiye’ye geçtiğimiz 12 yılda verdiği tahribatın boyutları sınırlarımızı zorluyor. Ege Denizi’nde 16 Türk Adası ve bir kayalık Yunan Ordusu tarafından 
AKP’nin onayı ile işgal edildi.

Bu satırların amacı bir kitabın girişini yazmak değil. Sadece yeni bir baskıya önsöz yazmak. Okuyucu en son 2006’da  üzerinde küçük değişiklikler yapılmış olan bu kitabı 2016’da okuduğunda yazarın tespitlerinin doğruluğu ve yanlışlığı konusunda bir değerlendirme yapacaktır.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2016/07/20/8475/gulenci-darbe-ve-bir-kitabin-onsozu


***

26 Ağustos 2016 Cuma

1 Mart Tezkeresi’nin bilinmeyen yanları.,



1 Mart Tezkeresi’nin bilinmeyen yanları.,



_ Hükümetin ve Askerlerin iddiasının aksine 1 Mart Tezkeresi Türk Askerine PKK’ya karşı operasyon izni vermiyordu. 

_ PKK’ya Karşı silah kullanmayı Yasaklayan Bush yönetimi, Siyasi düzenlemelerde Türkiye’ye söz hakkı tanır mıydı?


Şükrü M. ELEKDAĞ-KONUK YAZAR
ABD’de başlayan başkanlık seçimi sürecinde adaylar arasındaki geleneksel TV tartışmalarında,  2003 yılında Irak’ın işgali konusu hayli sık gündeme geliyor. Tartışmalarda, adayların hemen hemen hepsi, Irak’a yapılan müdahaleyi, yalan ve sahte gerekçelere  dayanan gayrimeşru bir savaş olması, bunun ötesinde,  Irak’ta büyük bir yıkıma, yağma ve soygun  ile  ülkeyi mahveden korkunç bir  iç savaşa yol açması nedeniyle kınadılar ve Ebu Gureyb gibi işkence merkezlerinde insanlara yapılan alçaltıcı muameleleri yansıtan mide bulandırıcı fotoğrafların yayınlanmasının,ABD’nin itibar ve prestijini yerle bir ettiğini dile getirdiler. 

Irak savaşına katılsaydık…

Irak savaşına başka bir pencereden bakan Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, fırsat düştükçe Türkiye’nin Amerika’nın yanında savaşa katılmamış olmasından dolayı duyduğu üzüntüyü dile getiriyor. Nitekim, Güney Amerika gezisi dönüşünde  gazetecilere yaptığı şu açıklama dikkat çekici:  “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz… 1 Mart Tezkeresi ilk anda kabul edilip Türkiye Irak’ta masada olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı… Ufku görmek çok önemli, şimdi Suriye’de bu iş ancak bir yere kadar böyle gider, bir yerden sonra böyle gitmez, hassasiyetlerimizi korumak zorundayız.”
Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu ifadeleri şöyle yorumlanabilir: Irak savaşına katılsaydık, barış masasına bizim de yerimiz olurdu; bu da bize Irak’ın düzeni hakkında söz hakkı sağlar ve ülkenin felaketli duruma düşmesini  önlerdik. Türkiye de iyi bir konumda olurdu. Suriye’ye yönelik politikamız Irak’taki hatamızdan ders alınarak saptanmalı.

Temel dayanak Mutabakat Muhtırası 

Ancak ben, Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu görüşünün hatalı olduğu kanısındayım. Görüşüm sağlam bir kanıta dayanıyor. Bu da, 1 Mart Tezkeresi’nin temel dayanağını oluşturan ve ABD ile imzalanmış bulunan Mutabakat Muhtırası’dır (MM). Anımsanacağı üzere, Tezkere’nin reddinden sonra Hükümet üyeleri ve dönemin Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, yaptıkları açıklamalarda  “ Tezkere’nin geçmesi halinde, Türk askeri birlikleri  kuzey Irak’a girecek  ve PKK terör yuvalarını temizleyecekti… Şimdi bu imkânı kaybettik!..” diyerek hayıflandılar. Oysa bu sözler doğru değildi.  Zira, MM, Türk askerinin, PKK teröristlerine karşı, meşru savunma  hariç, silah kullanmasını  yasaklıyordu. Yani, Türk askeri Kuzey Irak’ta dar bir kuşakta konuşlanacak, fakat PKK unsurlarını izleyip imha etme yetkisine sahip olmayacaktı.

Şimdi, bu gerçek ışığında Cumhurbaşkanı’nın ifadelerini değerlendirelim… Ancak önce, ABD’nin Irak’ı işgalinin BM Güvenlik Konseyi kararına dayanmaması dolayısıyla   gayri-meşru olduğunu,  bu nedenle  de ABD ile imzalanan MM’nın  Anayasamızın 92. maddesine aykırı olduğunun altını çizelim. Bu durumda  AKP Hükümeti’nin, Anayasa’nın  ihlali pahasına, Irak’ı gece gündüz bombardımanla hallaç pamuğu gibi dövecek  255 ABD savaş uçağının ve Irak’a saldıracak 60 bin ABD askerinin  topraklarımızda  konuşlandırılmasına izin vererek  ağır riskler üstlenirken,  Washington’dan, Kandil de dahil tüm PKK üslerinin yok edilmesini ve teröristlerin tasfiye edilmesi istemesinden  daha makul bir şey olabilir miydi?  Fakat  Bush yönetimi,  bırakın  PKK’nın tasfiyesini,  Türk askerlerinin  PKK’ya karşı operasyon yapmasını   yasaklayan  bir anlaşmayı  Türkiye’ye  empoze etmiştir. Bu bağlamda, Hükümetin, bu denli riskli, adaletsiz ve hukuka aykırı bir anlaşmayı  imzalamış  olmasının, akıl ve izanla izahının mümkün olmadığını da belirtmeliyim... Bu gerçekler ışığında,  Sayın Cumhurbaşkanı’nın hoşgörüsüne güvenerek kendilerine şu soruyu sormak isterim: Türkiye’nin  en haklı  olduğu bir alanda, ona böylesine haksız  bir muameleyi reva gören  Bush yönetiminin,  savaş sonrasında Irak’ın siyasi düzenine ilişkin  çalışmalarda Türkiye’ye  söz hakkı vereceği umuduna kapılmak,  aşırı iyimserlikten de öteye hayalperestlik olmaz mı?

Türk askerine Irak’ta verilen görev hakkında Türk kamuoyunun  aldatıldığının ilk farkına varmam, ABD ile müzakereleri yürüten  Büyükelçi Deniz Bölükbaşı’nın yazdığı “ 1 Mart Vakası  Irak Tezkeresi ve Sonrası ” başlıklı  kitabını incelemem sırasında oldu.  Bölükbaşı, kitabında, MM’nın analizini yapıyor ve bu kilit belgenin, Irak topraklarında derinliği 40 kilometreye ulaşan ve  PKK’nın kullandığı kamplar ile silah ve cephane depolarını kapsayan bir kuşağın Türk askerinin kontrolüne bırakılmasını  öngördüğünü belirtiyordu. Bölükbaşı’nın altını çizdiği diğer önemli bir husus da, belgenin bölgedeki “Türk birliklerine resen  PKK unsurlarına karşı imha harekâtına girme yetkisi verdiği” idi.
Oysa, MM’nın Türk askeri birliklerinin hangi hallerde silah kullanabileceği hakkındaki  7. maddesinin “Kuzey Irak’taki faaliyetler” başlıklı (b) fıkrasının 3. paragrafı, Bölükbaşı’nın iddiasının tam tersine, Türk askerine, PKK’ya karşı operasyon yapmayı yasaklıyor. Sözkonusu  paragraf aynen şöyledir: “Alıcı taraf özel harekât  kuvvetleri, terörist saldırılara, (PKK/KADEK, kendini  savunma hakkı  ya da 4. paragrafta belirtilen durumlar dahil) cevap verme dışında, Irak kuvvetleri ve muhalif  gruplarla  herhangi bir çatışmaya  girmeyecektir.” 

‘Muhalif gruplar’la Kastedilen kim?

Burada “alıcı taraf”la kastedilen Türkiye’dir. “ Muhalif gruplar ”la kastedilen, ABD işgal ordusuna direnen Saddam taraftarları ve diğer silahlı güçlerdir. Sözü edilen “ 4. paragrafta belirtilen durumlar” ise muhalif grupların saldırılarını veya muhalif gruplar arasındaki çatışmaları kapsamaktadır. Görüleceği üzere, MM’nın 7. maddesi, TSK’nin meşru savunma dışında, bölgedeki PKK/Kadek  unsurlarına karşı silahlı operasyonda bulunmasını engelliyor. Yani, Bölükbaşı kitabında resmen yalan söylüyor.  

Gizlilik dereceli bir belge olan MM’nın metni Bölükbaşı’nın kitabının ekleri arasında yer almıyordu. Bu metni bir hayli aradımsa da bulamadım. Ancak,  Sayın  Fikret Bilâ’nın yazdığı “Ankara’da Irak Savaşları” adlı Kitap imdadıma yetişti. ABD’nin Irak’a müdahaleye hazırlık sürecinde Ankara’da yapılan pazarlıkları tüm belgeleriyle açıklayan bu kitap yayınlanınca, Bilâ hakkında devletin gizli belgelerini yayınlamaktan ağır hapis talebiyle dava açılmış, fakat beraatla sonuçlanmıştı. Aradığım belge, yani MM metni, Bilâ’nın kitabının 7 sayılı ekini oluşturuyordu.  Hemen belirteyim ki, Irak savaşı öncesinde Türkiye ile ABD arasındaki gizli müzakereleri ve ABD’nin manevralarını açıklayan bu fevkalade kitap, aynı zamanda TSK’nin savaşa katılma ve aktif olma isteklerinin şart ve gerekçeleri hakkında da detaylı bilgiler içeriyor ve bu meyanda dönemin Genel  Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün MM’nın kuvvetli bir savunucusu olduğunu  da ortaya koyuyor.    

Özkök de  Yanıltıyor,

Nitekim Orgeneral Hilmi Özkök, 2012’de  gazeteci/yazar Murat Yetkin’e verdiği röportajda, “ Tezkere geçseydi çok farklı olurdu. ABD ile güzel bir Mutabakat Muhtırası Hazırlamıştık… ” dedikten sonra da şöyle devam etmişti:
“Tezkere  geçseydi çok miktarda askerimiz yani 4-5 tugay (20-25 bin asker) Irak topraklarına girecekti. Zaten Özel Kuvvetlerimiz de oradaydı, onlar da takviye edilecekti. Sınır boyunca, özellikle geçiş alanlarında tampon bölge kurulacaktı. Ve uzun süre orada kalacaktık. Hem geçişler kontrol altında olacak, hem de gerektiğinde harekâtı oradan sürdürecektik…  PKK konusunda bugünkünden çok daha avantajlı bir konuda olacağımızı söyleyebilirim.” (Radikal-28. 08. 2012).
Özkök  Paşa  bu ifadeleriyle,  hem “güzel” diye övdüğü MM’nın askeri birliklerimize PKK’ya karşı silah kullanmayı yasakladığını gizliyor,  hem de birliklerimizin  PKK’ya karşı harekâtta bulunacaklarını söyleyerek Türk kamuoyunu  bilinçli olarak yanıltıyor…  

İslam Alemi lanetlerdi,

ABD’nin Irak’ı işgali, Türkiye’nin asla ortak olmayı istemeyeceği korkunç boyutları olan bir felakete yol açmış, Irak’ı parçalanma girdabına sokmuştur. ABD’nin  Irak’a ayak bastığı andan itibaren körüklediği siyasi mezhepçilik ve mezhep kavgası bugün Ortadoğu’nun  başına bela olan IŞİD’i doğuran şartları yaratmıştır. Yani IŞİD’in “kuvözü” Iraktır. İşgal sırasında bir ila 1.5 milyon sivil ölmüş; 2 milyon kadın dul kalmış; yetim sayısı 4 milyonu bulmuştur. Dünyanın üçüncü petrol zengini Irak’ın 26 milyona varan nüfusunun 7 milyonu hâlâ açlık sınırı altında yaşıyor. Bunlar, Bush yönetiminin inanılmaz basiretsizliği ve ABD askerlerinin  korkunç gaddarlık, vahşet ve yağma hırsı sonucunda vuku bulmuştur. Türkiye, ABD’nin kuyruğunda bu insanlık faciasına katılsaydı, bu vebalin altından kesinlikle kalkamazdı. Tüm Arap ve İslam âlemi kıyamet gününe kadar Türkiye’yi lanetler, nefret duygularını ülkemize yöneltirdi...
Etiketler:
ABD,TSK,PKK,Irak,Kitap,İslam,bugün,Suriye,Ankara,Kandil,Amerika,Anayasa,Ortadoğu,Kuzey Irak,Washington,Hilmi Özkök,Murat Yetkin,Güney Amerika,Deniz Bölükbaşı

..

1 Mart tezkeresi TSK’ya operasyon izni vermiyordu


11 Mart 2015






















ÖZKÖK PAŞA DA BİLİYORDU!
CHP eski Milletvekili, Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, Uğur Dündar'a verdiği son röportajında, çok konuşulacak bir iddiayı dile getirdi. Elekdağ, “Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök de bu yalana ortak oldu” dedi…

2003 YILINDA MECLİS'TEKİ O TARİHİ OYLAMAYA KATILAN İSİMLERDEN BİRİ OLAN EMEKLİ BÜYÜKELÇİ ŞÜKRÜ ELEKDAĞ, O TEZKEREYLE İLGİLİ ÇOK ÇARPICI BİR İDDİAYI ORTAYA ATTI. ELEKDAĞ “ BU YALAN, 1 MART TEZKERESİ'NİN TEMEL DAYANAĞI OLAN FAKAT KAPALI OTURUMDA MİLLETVEKİLLERİNE DAĞITILMAYAN GİZLİ DERECELİ BİR BELGE NİTELİĞİNDEKİ MUTABAKAT MUHTIRASI'NA İLİŞKİNDİR” DEDİ.

YAZI İÇERİSİNDE  MM  OLARAK KISALTILAN ( MUTABAKAT MUHTIRASI ) ANLAMINI TAŞIR.,

_ Sevgili okurlarım,
1 Mart 2003'te AKP iktidarının TBMM'ye sunduğu tezkereyle Türkiye, 60 bin kişilik bir ABD askeri kuvvetini ve keza 255 ABD uçağını kendi topraklarında konuşlandırmak suretiyle Irak'a saldırı için Kuzey Cephesi'ni oluşturmayı kabul ediyordu. Türkiye böylece, çok ağır riskler üstlendiği gibi hukuki meşruiyetten yoksun bu askeri harekat nedeniyle uluslararası sorumluluk altına giriyordu. TBMM'nin Tezkere'yi reddetmesi, Türk-ABD ilişkilerinde ciddi bir kırılma noktası oluşturdu ve bugüne değin iki ülke işbirliği üzerine düşürdüğü gölge tam anlamıyla kaybolmadı. Bu konunun Türkiye'nin siyasi gündeminden düşmemesine ve Tezkere'nin Meclis'te görüşüldüğü gizli oturum tutanaklarının 10 yıllık gizlilik süresinin dolmasına rağmen, AKP tutanakları açıklamamakta ısrar ediyor. Bu konuyu İstanbul Milletvekili olarak gizli oturuma katılmış olan emekli büyükelçi, bilge diplomat Şükrü Elekdağ'la yaptığımız ve bu sütunlarda 17 Mart 2013'te yayımlanan söyleşimizde ele almıştık. O günden bugüne kadar bazı yeni ve çarpıcı gelişmeler oldu. Ben de bu gelişmeleri Sayın Elekdağ'a sordum.

UĞUR DÜNDAR (U.D.): Efendim anladığım kadarıyla AKP Hükümeti, tutanakların açıklanmasıyla büyük bir skandalın ortaya çıkmasından korkuyor. Nedir bu skandal?
ŞÜKRÜ ELEKDAĞ (Ş.E.): Ulusal çıkarlarımıza ilişkin korkunç bir yalan, dev bir sahtekarlık kamuoyundan gizlenmek isteniyor. Bu yalan, 1 Mart Tezkeresi'nin temel dayanağı olan fakat kapalı oturumda milletvekillerine dağıtılmayan “gizli” dereceli bir belge niteliğindeki Mutabakat Muhtırası'na ilişkindir. Bilindiği üzere, Tezkere'nin reddinden sonra muhtelif tarihlerde yaptıkları açıklamalarda Hükümet üyeleri ve dönemin Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök, “Tezkere'nin geçmesi halinde, Türk askeri birlikleri Kuzey Irak'a girecek ve PKK terör yuvalarını temizleyecekti… Şimdi bu imkanı kaybettik!..” diyerek hayıflandılar. Oysa söyledikleri büyük bir yalandı. Zira, Türk askeri birliklerinin, Mutabakat Muhtırası (MM) gereğince, Irak topraklarında sınırımız boyunca uzanan bir kuşakta konuşlanmalarına izin veriliyor, fakat Türk askerinin, PKK teröristlerine karşı, meşru savunma hakkı hariç, silah kullanması, altını çizerek söylüyorum, yasaklanıyordu. Yani, Türk askeri Kuzey Irak'ta dar bir kuşakta konuşlanacak, fakat PKK unsurlarını izleyip imha etme yetkisine sahip olmayacaktı…

AFFEDİLMEZ YALANA BAKIN
(U.D.): Söyledikleriniz iddiadan mı ibaret, yoksa kesin ve somut kanıtları var mı?

(Ş.E.): 
Evet var!.. ABD ile müzakereleri yürüten Emekli Büyükelçi Deniz Bölükbaşı milletvekili olduktan sonra “1 Mart Vakası – Irak Tezkeresi ve Sonrası” başlıklı iddialı bir kitap yazdı. Kitabında, Türkiye'nin çıkarlarını koruyan bir belge olarak değerlendirdiği MM'nin analizini de yapıyor. Bu belgenin açık adı şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Amerika Birleşik Devletleri Arasında Irak'a Karşı Türkiye'de Geçici Olarak Konuşlandırılacak Olan Kuvvetlerin Durumunu Saptamak ve Temel Politika, Prensipler ve Sürecin Oluşturulması Hakkındaki Anlaşma”
İsminden de anlaşılacağı üzere, kilit önemdeki bu belge, Türkiye, ABD'nin yanında savaşa katıldığı takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne verilecek görev ve yetkileri de tanımlıyor. Bölükbaşı kitabında, MM'nın, azami derinliği 40 kilometreye ulaşan ve PKK'nın Türkiye'ye yönelik terör eylemleri için kullandığı kampları ve silah ve cephane depolarını kapsayan bir alanın Türk askerinin kontrolü altına girmesini öngördüğünü ve bu bölgedeki “Türk birliklerine resen PKK unsurlarına karşı imha harekatına girme yetkisi verdiğini” vurguluyor. Oysa ben MM'yi incelediğimde, Bölükbaşı'nın bu ifadelerinin hiçbir şekilde gerçeği yansıtmadığını gördüm. Zira bu belge, Türk askeri birliklerinin Irak topraklarında PKK yuvalarını bulup tahrip etmesini yasaklıyor.

İŞTE YALAN VE HIYANETİN KANITI
(U.D.): Müzakerelere Genelkurmay Başkanlığı da katıldığına göre, böyle bir hainlik nasıl gerçekleşebilir?

(Ş.E.): 

Şimdi bakınız, Türk askeri birliklerinin hangi hallerde silah kullanabileceği MM'nin 7. maddesinin “Kuzey Irak'taki faaliyetler“ başlıklı (b) fıkrasının 3. paragrafında belirtilmiştir. Bu parag- raf aynen şöyledir:
“Alıcı taraf özel harekat kuvvetleri, terörist saldırılara, (PKK/KADEK, kendini savunma hakkı ya da 4. paragrafta belirtilen durumlar dahil) cevap verme dışında, Irak kuvvetleri ve muhalif gruplarla herhangi bir çatışmaya girmeyecektir.”
Burada “alıcı taraf”la kastedilen Türkiye'dir. “Muhalif gruplar”la kastedilen, ABD işgal ordusuna direnen Saddam taraftarları ve diğer silahlı güçlerdir. Sözü edilen “4. paragrafta belirtilen durumlar” ise muhalif grupların saldırılarını veya muhalif gruplar arasındaki çatışmaları kapsamaktadır.
Görüleceği üzere, MM'nin 7. maddesi, TSK'nın meşru savunma dışında, bölgedeki PKK/Kadek unsurlarına karşı silahlı operasyonda bulunmasını engelliyor. Yani, Bölükbaşı kitabında resmen yalan söylüyor.

(U.D.): Siz bu görüşleri Mutabakat Muhtırası (MM)'nın aslına dayanarak dile getiriyorsunuz. Peki bu metnin aslını nasıl elde ettiniz?

(Ş.E.): Bölükbaşı'nın kitabında bu belgenin aslı yoktu. Ancak, halen Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olan Fikret Bila, 1 Mart Tezkeresi'nin reddinden sonra, ABD'nin Irak'ı işgaline hazırlık sürecinde Ankara'da yapılan pazarlıkları tüm belgeleriyle açıklayan “Ankara'da Irak Savaşları” başlıklı fevkalade bir kitap yazmıştı. Kitap yayınlanınca, Bila hakkında devletin gizli belgelerini yayınlamaktan ağır hapis talebiyle dava açıldı, ama dava beraatle sonuçlandı. Aradığım belge, yani MM metni, Bila'nın kitabının 7 sayılı ekini oluşturuyordu. Ancak, Bila kitabında, MM'nin “Kuzey Iraktaki faaliyetler” başlıklı fıkrası ışığında Türk askerinin operasyon yetkisi konusunu ele almamıştı.

HİLMİ ÖZKÖK DE YALANA ORTAK
(U.D.): Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök'ün tutumunu da değerlendirir misiniz?

(Ş.E.): Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, MM'nın kuvvetli bir savunucusuydu. Nitekim, kendisiyle röportajlar yapmış olan Fikret Bila'nın bir makalesinde şu hususlar yer alıyordu: “… Özkök, 1 Mart Tezkeresi'nin TBMM'den geçmesini istiyordu. Bu konudaki görüşünü dönemin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı'na  iletmiş, ilgili kurullarda bu yönde açıklamalar yapmıştı. Özkök, 1 Mart Tezkeresi'nin eki olan Mutabakat Muhtırası'nın Türkiye'nin milli çıkarlarına uygun olduğunu, çok iyi bir  anlaşma sağlandığını düşünüyordu.” (Milliyet- 10.04.2010). Nitekim, Orgeneral Özkök, gazeteci/yazar Murat Yetkin'e verdiği röportajda, “Tezkere geçseydi çok farklı olurdu. ABD ile güzel bir Mutabakat Muhtırası hazırlamıştık…“dedikten sonra da şöyle devam etmişti: “Tezkere geçseydi çok miktarda askerimiz yani 4-5 tugay (20-25 bin asker) Irak topraklarına girecekti. Zaten Özel Kuvvetlerimiz de oradaydı, onlar da takviye edilecekti. Sınır boyunca, özellikle geçiş alanlarında tampon bölge kurulacaktı. Ve uzun süre orada kalacaktık. Hem geçişler kontrol altında olacak, hem de gerektiğinde harekatı oradan sürdürecektik… PKK konusunda bugünkünden çok daha avantajlı bir konuda olacağımızı söyleyebilirim.” (Radikal-28. 08. 2012).
Bu açıklamayı, geçen yıl Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde sırasıyla 2 Şubat'ta ve 26 Ekim'de yayımlanan makalelerimde ele aldım ve Orgeneral Özkök'ün “güzel” diye övdüğü MM'nın ne denli sakat ve ulusal çıkarlarımızı zarar verici olduğunu vurguladım. Özkök'ün, bu sözleriyle Türk halkını aldattığını, zira MM'nın, Türk askerine PKK yuvalarını bulup imha etmeyi yasakladığını vurguladım.

AKP HÜKÜMETİ ANAYASA SUÇU İŞLEDİ
(U.D.): Bu açıklamanıza emekli Orgeneral Özkök'ten bir yanıt geldi mi?

(Ş.E.):  Hayır gelmedi!.. Şimdi, serinkanlılıkla düşününüz… ABD'nin Irak'ı işgali, bir BM Güvenlik Konseyi kararına dayanmadığından, tam anlamıyla gayri-meşrudur. Bu niteliğiyle ABD ile imzalanan MM'da, Anayasamızın 92. maddesinin hükümlerini ihlal etmektedir. Bu duruma rağmen, AKP iktidarı, ABD'nin peşinden giderek resmen  anayasa suçu işlemeyi, ahlaka, adalete ve hakkaniyete ters düşen bir eyleme ortak olmayı öngörmüştür. Bu durumda, Genelkurmay Başkanı'nın “sorumluluk, milli iradeyle ülkeyi yöneten iktidarındır” diyerek, Hükümet talimatlarına göre hareket etmesi hukuken savunulabilir… Ama, ABD'nin Irak'ı gece gündüz bombardımanla hallaç pamuğu gibi dövecek  255 savaş uçağının ve Irak'a saldıracak 60 bin askerinin topraklarımızda  konuşlandırılmasına izin verilmesi suretiyle, ağır riskler üstlenilirken ABD'den, Kandil de dahil tüm PKK üslerinin yok edilmesini ve teröristlerin tasfiye edilmesinin istenmesi ve bunda diretilmesi gerekmez miydi? Fakat burada çok daha vahim olan, ABD'nin dayatmasıyla, askeri birliklerimize PKK'ya karşı operasyon yetkisi vermeyen bir anlaşmanın imzalanması, sonra da böyle yaşamsal önemde bir konuda Türk halkına yalan söylenmesidir.

ARAP-İSLAM ALEMİ BİZİ LANETLERDİ
(U.D.): ABD'nin Irak'a saldırması ve işgal etmesi ABD'nin siyasi tarihine bir kara leke olarak geçecek affedilmez bir insanlık faciası. ABD'de bu konuda yazılan düzinelerce kitapta bu savaş ve uygulanan yöntemlerin ABD değerlerini ihlal ettiği, insanlığa karşı suç oluşturduğu ve utanç verici olduğu belirtilerek kınandı. Hal böyleyken ben Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın başbakanlığı döneminde “Tezkere geçmiş olsaydı şu anda Kuzey Irak'ta olurduk ve Kuzey Irak'ta verilen kararlara Türkiye olarak ortak olurduk” dediğini hatırlıyorum. Bu nedenle Türkiye'nin siyasi liderlerinin dünya gerçeklerinden bu denli kopmalarına bir anlam veremiyorum. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
(Ş.E.): 
ABD'nin Irak'a saldırısı, Türkiye'nin asla ortak olmayı istemeyeceği korkunç boyutları bulunan bir felakete sebebiyet vermiş, Irak'ı mahvetmiş ve parçalanma girdabına sokmuştur. Washington'un Irak'a ayak bastığı andan itibaren izlediği Sünnilerle Şiileri çatıştırma politikası, bugün Ortadoğu'nun başına bela olan IŞİD'i doğuran şartları yaratmıştır. İşgal sırasında 1 ila 1,5 milyon sivil ölmüş; 2 milyon kadın dul kalmış; yetim sayısı 4 milyonu bulmuştur. Dünyanın üç numaralı petrol zengini Irak'ın 26 milyonluk nüfusunun 7 milyonu hâlâ açlık sınırı altında yaşıyor. Bunlar, Bush yönetiminin inanılmaz basiretsizliği ve ABD askerlerinin korkunç gaddarlık, vahşet ve yağma hırsı sonucunda vuku bulmuştur. Şu noktayı hep vurguluyorum:Türkiye, ABD'nin kuyruğunda bu insanlık faciasına katılsaydı, buna ortak olsaydı, bu vebalin altından kesinlikle kalkamazdı. Tüm Arap ve İslam alemi kıyamet gününe kadar Türkiye'yi lanetler, nefret duygularını ülkemize yöneltirdi. Bu gerçeği görmemekte ısrar için stratejik körlükle malul olmak lazım.



..


13 Haziran 2016 Pazartesi

İsrail’de Ordu Tartışmaları ve TSK



İsrail’de Ordu Tartışmaları ve TSK



Yazar: Ümit Özdağ
22 TEMMUZ 2013 PAZARTESİ

          Türkiye’de bir süreden buyana profesyonel ordu tartışmaları devam ediyor. Profesyonel ordu tartışmaları ile birlikte hemen “ateş gücü yüksek, esnek, yüksek hareket kabiliyetine sahip ve  küçük ordu” eklemelerinin de yapıldığını görüyoruz. Profesyonel ordu konusundaki değerlendirmemizi daha önce 21. Yüzyıl Dergisi’nin “Türk Silahlı Kuvvetlerinden Türk Profesyonel Kuvvetlerine Mi?” başlıklı Ağustos 2010 sayısında “Nasıl Bir Profesyonel Ordu:TSK Hakkında Yeni Bir Tartışma”  adlı makalede yapmıştık. 

           Bu makalede ise TSK’nın sayısal olarak küçültülmesi tartışmalarına ışık tutması açısından benzer bir tartışmanın yapıldığı İsrail’de bu yaklaşıma getirilen eleştirilerden hareket eden kısa bir değerlendirme yapacağız. Ne yazık ki, Türkiye’de askerlik ile ilgili tartışmalar genellikle gene muazzaf ve emekli askerler tarafından yapılmaktadır. Konuya “ilgi duyan” siviller ise askeri konularda konuştukları zaman çoğu zaman ortaya bir felaket çıkmaktadır. 

Askeri tarih ve strateji ile ilgili hiçbir bilgiye sahip olmayan sivil aydınların “ ordu şöyle yapılanmalıdır” şeklindeki ifadeleri ne yazık ki gerçeklerden çok kopuktur.




          TSK’nın ateş gücü yüksek, esnek, yüksek hareket kabiliyetine sahip bir ordu haline gelmesi ile küçülmesi arasında da doğrudan bir ilgi yoktur. Diğer bir ifade ile TSK sayısal olarak büyük, ateş gücü yüksek, esnek ve yüksek hareket kabiliyetine sahip bir ordu da olabilir ve olmalıdır.Bir ordunun nasıl olması, nasıl şekillenmesi gerektiğini belirleyen tehditler teorilerin değil, o ordunun konuşlandığı tarih ve coğrafyanın incelenmesinden çıkar. Üç kıtanın birleştiği, tarihin en karışık üç alt kıtası, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu’nun içinde bittiği, yeni sorunlara gebe Doğu Akdeniz jeopolitiğinin doğduğu ve sınırlarının başında yeni devletlerin oluştuğu Türkiye coğrafyasını koruyacak ordunun da nasıl şekillenmesi gerektiği, 10-15 senelik süreçlerin incelenmesinden değil, 500-250-100 yıllık süreçler ışında yapılabilir. Karadeniz’in tabiatına sahip bu bölgede her şey sütliman iken aniden en sert fırtınalar çıkabilir. Bunun en somut örneği, 1999-2011 arasında mükemmel olan Türkiye-Suriye ilişkilerinin aniden savaş tehdidi altına girmesidir.  

             Türkiye üstelik sadece dış tehditler ile karşı karşıya olan bir ülke değildir. Türkiye, 1984’den 2002’ye kadar düşük yoğunluklu çatışma ortamında PKK terör örgütünü yenmiş bir ülkedir. 2003-2006 yılları arasında TSK’nın terörle mücadelesinin önüne hukuki engeller konulmuştur. 

2006’da başlayan terörle müzakere ve 2009’da başlayan PKK açılımı süreçleri, bugün Türkiye’yi sınırları tartışılan bir ülke konumuna getirmiştir. Önümüzdeki süreçte TSK’nın güçlü bir yapıya sahip olması ülkenin ve milletin toprak bütünlüğünün sağlanmasının tek güvencesi olabilir.

           Türkiye böyle ağır tehdit altında olduğu bir dönemden geçerken İsrail’de gerçekleşen İsrail ordusunun küçülmesi ile ilgili tartışmalar, Türkiye’deki tartışmalara da ışık tutacak niteliktedir. Besa stratejik araştırmalar merkezinden Prof. Dr. Avi Kober 18 Temmuz 2013 tarihli makalesinde “zaiyat vermekten kaçınan İsrail Ordusu ağırlıklı olarak hava kuvvetleri, ateş gücü, istihbarat ve siber savaşa dayanmayı  ve daha küçük ve daha akıllı bir ordu olmayı hedeflemektedir” dedikten sonra  kulağa hoş gelen bu ifadelerin gerçekten İsrail’in savunulması için yeterli olup olmadığını tartışmaktadır.

Prof. Dr. Kober, İsrail’in karşı karşıya olduğu düşük yoğunluklu savaşın konvansiyonel savaştan daha fazla birlik-yoğunluklu olduğunu, daha fazla asker kullanılması gerektiğini altını çizmektedir. Kober’in dikkat çektiği ikinci husus “askeri güç-tutulması gereken alan” (force to space ratio) ilişkisidir. Düşük yoğunluklu çatışmalarda hele tutulması gereken alanda yerleşim yerleri var ise veya tutulması gereken alan yerleşim yeri ise 1000 sivile 20-25 asker gerekiyor. Düşük yoğunluklu çatışmalarda ordu ne kadar ileri teknoloji kullanır ise kullansın, asker azlığı mücadeleyi olumsuz etkiliyor.  

NATO’nun 1996’da Bosna operasyonunda bu oran 1000/22.6 ve Kosova operasyonunda oran 1000/23.7 idi. Her iki operasyonda başarılı operasyonlar olmuştur. Oysa başarısız olan Somali operasyonunda (1993) oran 1000/4.6, Haiti’de (1994) 1000/3.5, Afganistan’da 2002’de 1000/0.5 ve 2003-2007 arasında Irak’ta 1000/6.1 idi. Kober, 6 milyon nüfuslu Bağdat’ın denetimi için 120 bin asker gerekirken, bütün Irak’ta 70.000 Amerikan muharip birlik ile 60.000 destek personeli olduğunu ifade etmektedir. Bundan dolayı Amerikan Genelkurmay Başkanı Org. Eric Shinseki, Irak’ın denetimi için 200.000 asker talep etmiştir. Amerikan Ordusu Irak’ı ancak Irak Ordusu kurulduktan ve müttefik bir güç olarak  operasyonlara başladıktan bir süre sonra denetim altına alabilmiştir.

           İsrail’deki bu tartışmadan hareket ederek, Türkiye’de TSK’nın küçülmesi ile ilgili tartışmaya dönebiliriz. Milletleri koruyacak orduların niteliğini tarih ve coğrafyadan kaynaklanan tehditlerin niteliği belirler. Gerek PKK’nın temsil ettiği tehdit gerek Ortadoğu’nun ürettiği asimetrik tehditler ve konvansiyonel savaşlar ile düşük yoğunluklu çatışmaların karışımı olan hibrit savaşlar, TSK’nın kuvvet, sayı, ateş gücü, esneklik, istihbarat, siber savaş gibi özellikleri, ülkemize yönelik mevcut ve olası tehditleri göz önünde bulundurarak mezcetmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. 

Bu çerçevede üzerinde durulması gereken bir hususta, TSK’nın düşük yoğunluklu çatışmada en deneyimli birliklerine ve kadrolarına sahip Jandarma Genel Komutanlığı’nın güçlendirilerek varlığını sürdürmesinin güvence altına alınmasıdır. 

Sonuç olarak Türkiye’nin küçük değil, büyük, güçlü, hareket kabiliyet yüksek, teknik kadroları profesyonelleşmiş, istihbarat gücü etkili, siber savaş yetenekleri etkileyici bir Türk Silahlı Kuvvetlerine ihtiyacı vardır.
http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/07/22/7121/israilde-ordu-tartismalari-ve-tsk


..

9 Ocak 2016 Cumartesi

TSK Emperyalizmle Yüzleşmek Zorunda





TSK Emperyalizmle Yüzleşmek Zorunda



TSK Emperyalizmle Yüzleşmek Zorunda

EROL MANİSALI 

 Asker, ABD'nin bölgedeki ve Türkiye üzerindeki emperyalist girişimleri ve uygulamaları ile karşı karşıya gelmeye çoktan başlamıştı. 1990'lı yıllarda Eşref Bitlis ve Muavenet Zırhlısı olayları buzdağının su üstündeki uzantılarıydı sadece. 

-ABD, İngiltere ve İsrail 1990'dan sonra Irak'ın kuzeyini yavaş yavaş hazırladılar. AB ise, doğrudan Türkiye üzerinden, PKK'nin siyasal zeminini oluşturarak, "Büyük Ortadoğu Projesi'nin koçbaşı olan" Kürdistan projesine destek verdi. 

- Büyükanıt Genelkurmay Başkanı seçildikten sonra, "Çekiç Güç hataydı" diyerek TSK'nin tepkisini ortaya koydu. AKP iktidarından sonra "sınır ötesi tepkiler ve operasyonlar" yavaş yavaş durdu ve sonunda sıfırlandı. 

AKP iktidarı, Washington ve Pentagon'un taleplerini geri çeviremezdi. Zaten misyonu, bunu gerektiriyordu. 

 - "AKP iktidarının siyaseti Washington'a endekslenince", siyaset boşluğunu TSK doldurmak zorunda kaldı. "Ordu Irak'ın kuzeyine müdahale ederek Kürdistan projesini (ve PKK'ye desteği) engellemek zorundaydı"; karşımızda, "PKK değil; ABD, AB ve İsrail" vardı. Öte yandan, "AB süreci üzerinden Türkiye gevşetilerek çözüştürülüyor ve bölünmeye doğru götürülüyordu." 

 - AKP'nin "ABD'ye ve AB'ye endeksli bir iktidar konumuna getirilişi, TSK'yi, Cumhuriyeti ve Lozan'ı savunmak için, politika yapmaya yöneltti". 

 "TSK, Cumhuriyetin tarafında olduğunu ve onu koruyacağını gösterdi" demek daha doğru olur. 

- E-muhtıra "Yalnız AKP'ye değil, arkasındaki ABD'ye de verilmiştir". 

 TSK'nin karşısındaki AKP değil... 


 TSK, AKP ile çatışıyor gözükmesine rağmen, aslında AKP'nin arkasındakilerle çatışmaktadır. TSK'nin çatıştıkları, ABD ve AB'dir. 

- NATO ve AB içinde, "müttefiklik oyunları" oynanıp ordu denetim altında tutulurken, AKP cephesi ve onun ortakları ile baraj ateşi altına alınıyor. 

- Bu düzen (düzensizlik) içinde nereden nereye geldik, Irak'ın kuzeyinde Kürdistan'ın ilk ayağı kuruldu; Türkiye'nin güneydoğusu PKK, ABD ve AB'nin etkisi altına alınıyor; olmayan Ermeni soykırımı, BOP adına dayatılmaya başlandı; Fener Patrikhanesi Lozan'ı deldi; AKP "ılımlı İslam yolunda" Cumhuriyete alternatif adımlar atmaya koyuldu. 

 "Dost ve müttefik oyunu oynadığımız" ABD ve AB bizi yavaş yavaş eritip ayrıştırıyor. İktisadi, siyasi, köktendinci ve askeri ağlarla Türkiye'yi "hiçbir ulusal refleks gösteremeyeceği bir noktaya sürüklüyorlar". 

 TSK bu oyunun içinde yer mi alacak? Yoksa, emperyalizmle doğrudan yüzleşmeyi mi kabul edecek? 

 12 Nisan - 31 Mayıs süreci 


 TSK'nin 12 Nisan'dan itibaren, AKP'nin arkasındakiler de dahil; işaret etmeye başladıkları, "emperyalizmle yüzleşmenin ilk sinyalleri olmuştur". 

 Ülkenin, Lozan'ın kazanımlarından ve Cumhuriyetin değerlerinden uzaklaştırılmak istenmesi karşısında ilk tepkilerini verdi. 

 22 Temmuz seçimleri öncesinden başlayarak ABD ve AB'nin bütün olanakları ile AKP'ye destek verdiğini gördük. 

- Büyük sermaye medyası ile köktendinci medyası tam bir bütünlük içinde çalıştılar. 

 - ABD ve AB, "AKP'yi iktidardan indirirseniz ekonomide kaos yaşatırız" tehdit ve şantajını kullandılar. Hitler döneminde Almanya'da yaşanan "faşist propaganda yöntemi", Türkiye'de uygulandı. 

Emperyalizme ve faşizme karşı olan ulusalcı ve toplumcu sesler, akla hayale gelmedik yöntemlerle susturuldular. 

 Hedeflerin başında, "emperyalizmle yüzleşmeye ve karşı çıkmaya başlayan TSK geliyordu". Amaç; emperyalizme karşı birleşmeye başlayan ulusalcı güçleri ve TSK'yi sindirmekti. 

 TSK bu gerçekleri gördü, yaşadı ve yaşamakta. Bundan sonra, emperyalizmle başlattığı yüzleşmeyi sürdürecek mi? Yoksa, her şey bitti mi diyecek? 

 Cumhuriyetin değerlerini, Lozan'ın kazanımlarını ve Türkiye'nin bütünlüğünü korumak için TSK'nin kararlılığını sürdüreceğine inanıyorum. 

 Ancak bu kararlılığı sürdürmek için emperyalizmle yüzleşmek kaçınılmazdır. Onunla yüzleşmeden ne Cumhuriyet, ne Lozan'ın kazanımları ve ne de Türkiye'nin bütünlüğü korunabilir. 

Şu anda içine sürüklenmekte olduğumuz süreç, TSK'nin emperyalizmle yüzleşmesinin vazgeçilmezliğini en iyi biçimde kanıtlıyor. 

 TSK, altımızı oyan sahte "müttefiklerle ve içimizdeki uzantıları ile yüzleşmek zorundadır". 


 www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali 


 Erol Manisalı

http://kutuphane.halkcephesi.net/Yazarlarold/Erol%20Manisali/TSK%20Emperyalizm.htm



..