Deniz Bölükbaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deniz Bölükbaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ağustos 2018 Salı

Bölükbaşı 1 Mart Tezkeresi Kabul Edilseydi...


Bölükbaşı 1 Mart Tezkeresi Kabul Edilseydi... 



Kaynak Yeniçağ Bölükbaşı 
1 Mart tezkeresi kabul edilseydi...
05.11.2017 10:27



Emekli Büyükelçi Bölükbaşı, katıldığı bir panelde AKP'nin herhangi Türkmen politikasının olmadığını söyledi. Hasan Çekiç / misak.millidusunce.com
Eski Büyükelçi Deniz Bölükbaşı, Türk Ocakları Ankara Şube’sinin davetlisi olarak Türkiye Kamu-Sen Genel Merkez salonunda “Irak ve Suriye’de Gelişmeler, Türkiye Üzerine Etkileri” konulu  panelde konuştu.

Deniz Bölükbaşı'nın konuk olduğu panelin açılış konuşmasını Ankara Türk Ocağı Şube Başkanı Türkan Hacaloğlu  yaptı. Hacaloğlu, konuşmasında "Bugün Türk kelimesini ağızlarına almaktan rahatsız olanlar, hatta Türkçülük bölücülük diyen bir zihniyetle Türkmen kardeşlerimiz ateş çemberinden nasıl kurtarılacak?Türk’ün ve onun ülkesi Türkiye’nin çıkarlarını savunmaktan aciz, soy ve vicdan kusurlu insanların ipliklerini tam anlamıyla pazara çıkarmak, Atatürk İlkelerini benimsemiş bütün Türkçüler’in en önde gelen görevleri olmalıdır..’’ diyerek AKP'ye yüklendi. Hacalooğlu ardından mikrofonu Deniz Bölükbaşı'na bıraktı.

Deniz Bölükbaşı'nın , Irak ve Suriye’deki gelişmeler konusunda değerlendirmelerde bulunduğu panelde ön plana çıkan başlıklar şunlar;

IRAK VE SURİYE'NİN ORTAK ÖZELLİKLERİ



Belki de cumhuriyet tarihimizde ilk kez Türkiye, iki komşu ülkede askeri güç bulundurmakta ve askeri harekât icra etmektedir. Irak’ta kuzeyde PKK’ya karşı yürütülen askeri faaliyetler, ayrıca Başika Eğitim Kampı’ndaki Türk askeri mevcudiyeti ve uzun bir süredir Irak’ta bulunan Türk Özel Birlikleri İrtibat Timleri –ki benim Dışişlerinden emekli olmadan önceki dönemde bunların sayısı 2 bin kadardı şimdi de aşağı yukarı aynıdır diye düşünüyorum- Irak’taki askeri varlığımız ve icra ettiğimiz askeri operasyonlardır. Suriye’ye gelince, malumunuz Fırat Kalkanı harekâtıyla Cerablus-El Bab-Maden Hattında oluşturduğumuz güvenli bölge, son olarak da İdlib’de “çatışmasızlık” Astana Misyonu çerçevesinde icra ettiğimiz askeri faaliyet, Türk Silahlı kuvvetlerinin Suriye’deki mevcudiyetidir. Hiçbir dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri iki komşu ülkede askeri harekât yapmamıştır. İlk defa Cumhuriyet tarihinde iki komşu ülkede birden Türk Silahlı Kuvvetleri askeri faaliyet icra etmektedir.

Her iki ülkeye de PKK’nın yerleşmiş olmasıdır. Irak’ın kuzeyinde uzun bir süredir bulunan PKK, Kandil ve Kuzey Irak’taki kamplı bölgelerinin dışında bugün güneye de inmiş, Sincar’da Şengal’de önemli bir askeri mevcudiyet bulundurmaktadır. Suriye’ye gelince, PKK’nın Suriye kolu PYD, üç kantonlu, El Cezire, Kobani ve Afrin,  ilerde bağımsız ve otonom bir Kürt yönetim merkezi olacak şekilde, şimdiden yarı bağımsız bir statüde, Suriye’nin yeni siyasi mimarisine hazırlık sürecinde, Suriye’nin kuzeyine yerleşmiştir. Böylece Türkiye’nin güneyinde bir terör koridoru oluşturulmaya çalışılmaktadır. İkinci ortak özellik PKK’nın mevcudiyeti.

Irak ve Suriye’ye bakınca her iki ülkedeki Kürt nüfusun, özerklikten bağımsız bir devlet olma yolunda iç dinamiklerinin harekete geçmiş olmasıdır. Irak’ta Barzani’nin geçtiğimiz 25 Eylül’de akil kalan bağımsızlık referandumu. Suriye’de de PYD’nin bu sözde 3 kantonun ilerde bir otonom Kürt Bölgesi’ne dönüşmesi planları.

PKK’nın Irak ve Suriye üzerinden uluslararası meşruiyet kazanıyor olmasıdır. Bugün PKK, Irak’ta Amerika’nın yakın himayesine ve Barzani’nin doğrudan himayesine mazhar bir siyasi aktör haline gelmiştir. Suriye’de de, PKK’nın Suriye kolu PYD, Suriye’nin yeni siyasi mimarisinin belirlenmesi sürecinde –ki bu, iç savaşın bitmesi sonrası dönemde olacaktır – bir siyasi aktör olarak sahnede yerini alacaktır. Bugün itibariyle PYD ve onun asli kolu olan YPG, ABD’nin IŞİD’e karşı yürüttüğü askeri harekâtlarda koalisyon güçlerinin stratejik ortağı olarak görülmekte ve kara ordusu olarak kullanılmaktadır.

Dördüncü ortak noktaya bakarsak, hem Irak’ta hem Suriye’de İran’ın nüfusunun giderek artıyor olması karşımıza çıkmaktadır. Türkiye bir yandan Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de PKK terör koridoruyla çevrelenirken aynı zamanda bir Şii koridoruyla da çevrelenmektedir. Hem Irak’ta hem Suriye’de İran’ın artan nüfusuyla.

Belki bunların bir doğal sonucu olarak Türkiye’nin hem Irak’ta hem Suriye’deki etkisi ve nüfusunun giderek aşınıyor, giderek azalıyor olmasıdır.
Altıncı ve belki de en önemli ortak noktalardan biri Irak ve Suriye’de yaşanan çatışma ve savaş ortamından en fazla zarar gören grubun Irak ve Suriye Türkmenleri olmasıdır.
Bu altı ortak noktaya baktığımızda, aslında bunlar bizim Irak ve Suriye ile ilişkilerimizde bugün ve görülebilir gelecekte sorun alanlarının da bir özetidir.

AKP'NİN BİR TÜRKMEN POLİTİKASI YOKTUR



Bugün bizim Irak ve Suriye ile ilişkilerimizde üç sorun alanından birincisi, PKK’nın mevcudiyeti, o ülkeleri Türkiye’ye karşı bir saldırı cephesi olarak kullanması.
İkincisi, o ülkelerdeki Kürt nüfusun özerklikten bağımsız bir devlet olmaya giden yolda mesafe alıyor olmaları.
Üçüncüsü de hem Irak’taki hem Suriye’deki Türkmen kardeşlerimizin hak ve hukuklarının korunmasında ilerde çok daha ciddi sıkıntılarla karşılaşacağımız bir sürece gidiyor olmasıdır.
Bugün, her iki ülkedeki Türkmenler de milli kimlik, milli benlik ve milli varlık mücadelesi vermişlerdir ve vermektedirler. Bu mücadeleyi verirken maalesef Türkiye’den bekledikleri ve olması gereken ölçüde yardım ve destek görememişlerdir. 

Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin 15’inci iktidar yılında bir kez daha acı bir şekilde görülmüştür ki AKP’nin bir Türkmen politikası yoktur.
Türk Milliyetçiliği ile Kürt Milliyetçiliğini, Türkçülük ile Kürtçülüğü aynı kefeye koyan bir zihniyetten tutarlı, etkili ve kapsamlı bir Türkmen politikası belirlemesi esasen beklenemeyecektir. 

Kaynak Yeniçağ: Bölükbaşı: 1 Mart Tezkeresi kabul edilseydi... 

 SURİYE'NİN DURUMU

Şimdi bu genel resimden sonra Irak ve Suriye’deki son durumu kısaca sizlerle paylaşmak isterim. İsterseniz önce Suriye’den başlayalım. İç savaşın altıncı yılının sonuna yaklaştığımız bu dönemde karşımızdaki tablo şudur: Kürtler PKK’nın Suriye kolu PYD vasıtasıyla kuzeyde ilerde otonom bir bölgeye dönüşecek bir varlık tesis etmişler, buraları sözde kanton ilan etmişler. Geçtiğimiz ay bu üç kantonda da, mahalle ve köy temsilciliği seçimlerini yapmışlar. Önümüzdeki Kasım ayında da Belediye seçimlerini, Ocak 2018’de de yerel parlamento seçimlerini yapma kararlarını almışlardır. Bu PYD, Amerika’nın Suriye’de bugün stratejik ortağıdır. IŞİD’e karşı yürütülen harekâtlarda Amerikan güçleri tarafından kara ordusu olarak kullanılmaktadır. Son olarak Rakka’nın IŞİD’den alınması sürecinde İmralı canisinin büyük boy posterlerinin Rakka sokaklarında sergilenmesi, bu hareketin PKK ile organik bağını hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde ortaya koymuş olmasına rağmen, Amerika hala PKK’yı terör örgütü, PYD’yi ise stratejik ortak olarak görmektedir.
Türkiye, Fırat Kalkanı harekâtıyla bu üç kantonun birleştirilip kesintisiz bir koridor olarak Lazkiye’nin kuzeyinden Akdeniz’e açılmasını önlemiştir. En batıdaki Afrin kantonun Kilis ve Hatay illerimizin hemen dibinde Kobani kantonu ile birleşmesi böylece önlenmiştir. Şimdi, İdlib Çatışmasızlık Astana Mutabakatı uygulama harekâtında Türk Silahlı Kuvvetleri henüz açıklanmamış olsa bile Astana Mutabakatı’na göre rejim güçleri ile muhalif güçlerin çatışmasını önleme misyonu yanı sıra bir vadede Afrin’e karşı da bir harekât icra etmek durumundadır. Bu harekât, doğrudan Afrin’e girme şeklinde olmayabilir. Orada az sayıda da olsa Rus askerleri bulunmaktadır. Türkiye, El Bab, Cerablus, Azez Güvenlik Bölgesini Fırat Kalkanı harekâtıyla oluştururken küçük bir bölüm açık kalmıştır. Tel Rıfat bölümü. O bölgeyi de İdlib askeri harekatında ya Türk silahlı kuvvetleri yahut da Özgür Suriye ordusu kontrol ederse Afrin tamamıyla izole edilmiş olacak ve Lazkiye’nin kuzeyinden Akdenize o koridorun uzanması artık mümkün olamayacaktır.

SURİYE TÜRKMENLERİ YETERLİ YARDIM VE DESTEĞİ GÖRMEDİLER

Suriye’de, burada tabi Mehmet Şandır’ın yanında Bayır-Bucak Türkmenlerinin Hama, Humus Türkmenlerinin durumu hakkında konuşmak çok zor. 
Fakat Suriye coğrafyasına baktığınız zaman Türkmenlerin coğrafi olarak dağınık yaşadığı görülmektedir. Lazkiye, Bayır-Bucak, Hama, Humus, Halep, kuzeyde 
sözde üç PYD kantonundaki Türkler, bir de ortada güney bölgeleri Türkleri. Türkmenler dağınık yaşamakta, Türkmenler birbirinden kopuk yaşamaktadır. 
Türkmenlerin güvenli bir bölgesi yoktur. Türkmenlerin, Kürtlerin ve diğer grupların olduğu gibi nizami bir savunma güçleri de yoktur. 
Türkiye ile coğrafi bağları da kopmuştur. Bayır-Bucak Türkmenlerini belki bunun dışında tutmak mümkündür. İç savaşın başladığı günden bu yana yaşanan 
gelişmelere baktığınızda, Esad Ordusu Türkmenleri vurmuştur, Rus hava bombardımanı Türkmenleri hedef almıştır. İran Hizbullah’ı Türkmenleri vurmuştur. 
Kuzeyde fiili durum yaratan PKK’nın Suriye kolu PYD ve YPG, Türkmenleri yaşadıkları bölgelerden göçe zorlamış, katliamlar yapmıştır. 
IŞİD Türkmenleri vurmuştur. Velhasıl Türkmenler, Suriye sahnesindeki tüm aktörlerin mağduru olmuştur. Türkiye’den yeterli desteği, yardımı görmüşler mi?  
Bugün Türkmenlerin içinde bulunduğu duruma baktığınız zaman, bunu görmüş olduklarını söylemek mümkün değildir. 

Bucak Türkmenleri bitme noktasına gelmiştir. 

Bayır Türkmenleri biraz direnmektedir. Halep Türkmenlerinin bir kısmı göç etmiş bir kısmı İdlib bölgesindedir. Çaresiz, kimsesiz gelecek ümidi örselenmiş bir 
toplum olarak bir tür varlık savaşı vermektedir. Bu Suriye tablosunun karşımızdaki ana hatları.

TÜRKİYE NE YAPABİLİR

Önümüzdeki dönem bu konularda 

Türkiye neler yapabilir? Bunu tabi bir ölçüde yaşanan gelişmeler tayin edecek. Ama çok kaba hatlarıyla bazı tespitlerde bulunmam gerekirse, birincisi; 
Fırat Kalkanı Harekâtı ve İdlib Harekâtıyla Türkiye’nin Suriye topraklarına askeri güçle girmiş olması sadece kuzeydeki terör koridorunun birleşmesini 
önlemek sonucunu doğurmayacak, aynı zamanda iç savaşın bitmesinden sonraki dönemde, Suriye’nin yeni siyasi mimarisinin oluşması sürecinde Türkiye’nin 
bir ölçüde söz sahibi olmasını da sağlayacaktır.
İdlib, Afrin kantonunun güneyinde yer alıyor. Afrin’in batısı ve kuzeyi Türk toprakları Türk sınırıdır. 

Doğusu, Fırat Kalkanı Harekatı ile oluşturduğumuz El Bab, Cerablus ve Mare hattı. Güneyinde de İdlib var. Eğer güneyini biz tutmamış olsaydık, PYD’nin doğru  İdlib’e inme ihtimali vardı. İdlib’e inseydi Kobani’yi birleştirmek için Kobani kantonuyla güneyden bir koridor açılabilecekti. Akdeniz kısmına gelince, 
Lazkiye’nin kuzeyinden de Akdeniz’e uzatabilecekti terör koridorunu. İdlib harekatının bize sağladığı imkan; güneye inmesinin önünü kesmek, bir de 
doğuda küçük bir cep açık kaldı. Orayı da kapatıp iyice izole etme imkanı da verdi.

Bu neden önemlidir? Bu iki açıdan özel önem taşımaktadır. 

Birincisi, kuzeydeki PKK uzantısı PYD’nin tıpkı Irak örneğindeki Barzani modelinde, bir özerk bölge ve ileriki bir vadede bu özerk bölgenin bağımsız bir 
Kürt devletine dönüşmesi imkânını sağlayacak bir anayasal hak elde etmesini, Suriye anayasasında önlemek bakımından önemlidir.  
Eğer uluslararası konjonktürün de yardımıyla Türkiye ağırlığını bu konuda ortaya koyabilirse, belki iç savaş sonrası Suriye’nin yeni siyasi yapısının ortaya 
çıkacağı süreçte, kuzeyde ileride bir bağımsız Kürt devletine dönüşecek bir PYD kanton yapılaşması önlenebilecektir.

Türkiye’nin ağırlığının İkinci önemli sonucu, bu yeni siyasi yapıda Suriye Türkmenlerinin hak ve hukuklarının hükümetçe güvence altına alınacağı, bir 
anayasal çerçeve çizilmesine yol açacak süreci başlatabilecek olmasıdır. Bugün maalesef Suriye’de Türkmenlerin coğrafi dağılımına, birbirinden kopuk 
yaşadıkları bölgelere baktığınızda, bağımsız bir Türkmen otonom bölgesi oluşması fiilen pek mümkün görülmemektedir. Suriye’nin yeni siyasi yapılanması üç unsur üzerinde şekillenecek gibi görünmektedir. 

Birincisi Beşar Esad ve Nuseyri azınlığın hakim olduğu bölgeler; Lazkiye Hama, Humus, Halep’i de içine alan Suriye’nin batı kesimi.  Kuzeyde, Kürtlerin 
ağırlıklı olarak etkili olacakları bir Kürt bölgesi. Orta ve güney Suriye’de de Sünnilerin daha etkili olacakları bir bölge. Suriye’nin toprak bütünlüğü korunabilse bile bundan sonra siyasi birliğinin üniter siyasi yapısının korunması güçtür. Türkmen kardeşlerimiz bu üç bölgede dağınık olarak yaşayacaklardır. 
O bakımdan hak ve hukuklarının eşit vatandaşlık statülerinin, kültürel ve siyasal haklarının, sağlam anayasal teminatlara bağlanması hayati önem taşımaktadır. 
Bu da Türkiye’nin savaş sonrası siyasi süreçte ne derece etkili olacağına bağlıdır. Fırat Kalkanı harekâtı ve İdlib harekatı bu açıdan, ilerde Türkiye’nin böyle 
bir rol oynayabilecek konumda olabileceği ümidini bizlerde yaratmaktadır. İnşallah yanılmayız.

IRAK'IN DURUMU

Irak’a gelince; Irak’taki tablo biraz daha karışıktır. Yine Irak’la aramızda üç temel sorun bulunmaktadır. PKK’nın mevcudiyeti, Kürtlerin bağımsız Kürt devleti kurma niyeti ve Irak’lı Türkmen kardeşlerimizin, maalesef yeni Irak Anayasası ile ikinci sınıf vatandaş sayılabilecek bir konuma girmiş olmaları ve ciddi güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya bulunmaları temel sorunlardır.

TÜRKMENLER

Türkmenlerden başlayalım. Irak Türkmenleri Irak’ın 2003 Amerika’nın işgali sonrası fiilen üçe bölünmesi sonucu Türkmeneli coğrafyası da parçalanmış ve bölünmüştür. Kuzeyde Barzani’nin otonom bölgesi, Bağdat yönetimi ve ortada da Şiilerin bulunduğu bölge. 
Irak haritasını gözünüzün önüne getirirseniz Türkmeneli coğrafyasını, Sincar’ın güneyinden Telafer, Musul, Kerkük ve Tuzhurmatu’ya kadar güneye uzatmak 
mümkündür. Burada saydığım bu bölgelerin özelliği, Amerikan işgali sonrası yeni Irak Anayasası yapıldığında, bu bölgelerin -Telafer  hariç- nihai statüsü 
belirlenmemiş tartışmalı bölge sayılmış olmalarıdır. Bu bölgelerin özelliği budur. Irak Türkmenleri IŞİD’den çekmiştir, Barzani’den çekmiştir, İbadi’den çekmiştir, 
Bağdat Hükümetinden çekmiştir… Velhasıl kim gelse Türkmenlere yol vermiştir.
Türkmenlerin Irak’ın kuruluşunda bir özelliği vardı. 1930’da Irak, İngiltere’den 
bağımsızlığını kazanırken o zamanki Birleşmiş Milletlerin muadili Cemiyeti Akvam’a bir siyasi deklarasyonda bulundu.  Bu deklarasyonda Irak’ın üç aslı unsuru vardır: 

Araplar, Türkmenler ve Kürtler deniliyordu. Irak, bu şartlarla bağımsız bir devlet oldu. Bunun sonucu, Türkmenlerin çoğunlukta yaşadıkları yerlerde 
Türkmence, hem resmi dil hem eğitim dili oldu. Ek olarak birçok imtiyaz ve hakları da vardı.

Bugün nedir Türkmenlerin durumu? 2003 Amerikan işgali sonrası, yeni Irak Anayasası hazırlanırken Irak’ın üç asli unsurundan biri olan Türkmenler devre dışı bırakılmıştır. Şimdi Irak’ın iki asli unsuru var; Araplar ve Kürtler. 
Türkmenler ise Keldanilerle, Asurilerle ve hatta Ermenilerle birlikte folklorik azınlık konumuna itilmiştir anayasa ile. Bu tabi yığınakta yapılan hataların sonucudur.
 Yani 15 yıl önce yaptığımız bir hatanın sonucudur. 1 Mart 2003 Irak Tezkeresi TBMM tarafından reddedilmesi ve Türkiye’nin Irak’a girememiş olmasının 
sonucudur.  Eminim ki birçoğunuz 1 Mart Irak Tezkeresine karşıydınız farklı nedenlerle. Duygusal nedenlerle, belirsizlik unsurunun fazla olmasının sizde 
yarattığı tedirginlikle. Bendeniz o dönemde, Amerikalılarla askeri müzakereleri yürüten, Türkiye’ye getiren ekibin başkanlığını yapmıştım. 

Tezkere ile bu açıdan da bir gönül bağım olduğu söylenebilir. Ama o gönül bağından bahsetmeyeceğim. 15 yıl sonra bugün Irak tablosunu çizdikten sonra, 
15 yıl geriye gidelim ve şimdi oradan bakalım. Eğer Tezkere geçmiş olsaydı bu tablo bugün daha mı iyi olurdu? Daha mı kötü olurdu?

1 MART TEZKERESİ KABUL EDİLSEYDİ NE OLURDU?

2003 yılında Türkiye şöyle bir tablo ile karşı karşıyaydı. En önemli müttefikimiz Amerika 11 Eylül’de (9/11) büyük bir terör saldırısına uğramış ve bundan Irak’ı 
mesul tutuyor. Irak’ı cezalandırmaya karar vermiş. Siz ne yaparsanız yapın bunun önüne geçmeniz mümkün değil! Amerika Irak’ı vuracak, işgal edecek. 

Bunun sonucu ne olacak? Savaşın tüm olumsuzluklarını Türkiye yaşayacak. Nedir bu olumsuzluklar? Önce insani şeylerden başlayalım. 

Büyük bir göç dalgası, Türkiye’nin güney sınırlarına Irak’tan gelecek. 

İkincisi PKK bu kaos ortamından yararlanarak yeniden toparlanacak, güçlenecek. 

Üçüncüsü, böyle bir savaş sonrası Türkmenlerin ne olacağını bilemiyorsunuz. 

Dördüncüsü, bu savaşın başta ilan edilmiş tek bir müttefiki var Barzani-Talabani,  Kuzeydeki Kürt bölgesi. Türkiye durup dururken Irak’a girelim diye Meclis’e tezkere sevk etmedi. Amerikalılar, Kuveyt üzerinden güneyden giriyorlar, kuzeyden de Türkiye üzerinden bir cephe açılırsa hem çifte kıskaç içine alınır Saddam, daha az zayiatla, daha kısa sürede Irak harekâtı bitirilir hem de savaş sonrası dönemde Türkiye’nin ne düşündüğünü dikkate alırız dediler ve bir teklifle geldiler. 

Zaman zaman basında yer aldığı gibi 90 bin Amerikan askeri gelmeyecekti, Türkiye’de kalmayacaktı. Trabzon Limanı’nı istemediler. 

Bunlar yazıldı çizildi o dönemde. Belli sayıda Amerikan askeri, Türkiye üzerinden Irak’a geçecekti. Biz o zaman dedik ki, peki biz de girersek Irak’a, bunu 
düşünebiliriz. Bunu Amerika istemedi. Çünkü en büyük müttefiki Barzani idi, Kürtler idi. Onlar, Türklerin girmesini istemediği için Amerika da istemiyordu. 
Ama kuzeyden ikinci bir cephe açması için Türkiye’nin rızasını almasının ancak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de oraya girmesi ile mümkün olacağını görünce, 
teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Neydi o zamanki amacımız? Her askeri harekâtın bir siyasi amacı olur, siyasi hedefi olur. Hükümetler Meclisten kuvvet 
kullanma izni isterler tezkere ile. O izni Meclis verir. Hükümetler de Genelkurmay’a siyasi direktif verir. Siyasi hedefler ve amaçlar şunlardır diye. Ki Genelkurmay güç projeksiyonunu, kuvvet planlamasını, harekât esaslarını o siyasi amaç ve hedeflere göre belirlesin. Neydi bu siyasi amaçlarımız?
Birincisi, terörist başının yakalanmasından sonra, terörist başı tüm silahlı unsurların Türkiye sınırları dışına çıkarılması talimatını verdi ve hepsi Kuzey Irak’a çekildi. 

Türkiye’de 400-450 civarında silahlı PKK unsuru bulunuyordu. Tümü Kuzey Irak’taydı. Dağılmış vaziyetteydiler. Yeniden toparlanma dönemi geçiriyorlardı. 
Birinci amacımız buydu: PKK’yı bitirme imkanı doğabilir mi, diye düşündük.
İkinci siyasi amacımız Amerikan askeri müdahalesi sonrası Irak’ta yeni bir siyasi 
yapı oluşacaktı. Türkiye acaba Irak’a girerek bu yeni siyasi yapıda Iraklı Türkmen kardeşlerimizin hak ve hukukunu, statüsünü teminat altına almada daha etkili olabilir mi, diye düşündük.
Üçüncüsü, Irak’ın yeni anayasasında toprak bütünlüğünün yanı sıra Irak’ın üniter siyasi yapısının da sağlam teminat altına alınması; Barzani’nin bölgesel özerkliği bağımsız Kürt devletine dönüştürme emellerine, Irak anayasasıyla mani olabilir miyiz,  set çekebilir miyiz, diye düşündük.

Bu üç değerlendirme sonunda Meclis’e tezkereyi AKP hükümeti sunma kararı aldı. Ben de henüz Dışişleri Bakanlığı’ndan emekli olmamıştım, Amerikalılarla görüşmeleri yürütme görevi bendenize verildi. Türk heyetinin başkanıydım.
1 Mart tezkeresi kabul edilseydi ne olacaktı?  Türkiye 31 bin askerle Irak’ın 40 km. içine girecekti. Bu 31 bin asker, 2 tank 1 zırhlı tugayı, Bolu’dan bir dağ komando tugayı, Hakkari Dağ Kumanda Tugayı, onun yanı sıra Akrep Timleri girecekti. 2 bin Özel Kuvvet Bordo Bereliler de, Türkiye girmeden önce girmişti. Dohuk, Erbil ve Süleymaniye bölgesinde irtibat görevi yapıyorlardı. 

31 bin Türk askeri de cephenin hemen gerisinde ihtiyat olarak bekleyecekti. Bu takviyeli tugaylar, her türlü teçhizatla donatılmış tank taburları olacaktı. 200 uçaklık hava desteği olacaktı. Batman, Diyarbakır, Mardin, El Hac havaalanında Türk savaş uçakları konuşlanmıştı. 

Ve biz Saddam Hüseyin güçleriyle ya da Barzani Peşmergeleriyle çatışmak için girmeyecektik oraya. O 40 km alan, bugün PKK’nın bütün kamplarının bütün 
cephaneliklerinin, eğitim alanlarının, Türkiye’ye giriş yollarının, konaklama yollarının, bütün tesislerinin bulunduğu bölgeyi tutuyordu, 31 bin askerle, bir zırhlı kolordu düzeyinde askerle PKK’yı acaba bitirebilir miydik, PKK’nın beli bir daha doğrulmayacak şekilde bükülmez miydi?  

Eğer diyorsanız ki, evet PKK bitirilebilirdi, o zaman 1 Mart’ta tezkereyi reddederek meclis tarih yazmamış, tarihin başka türlü ve Türkiye tarafından yazılması imkânını heba etmiştir sonucuna varmanız gerekecektir.

İkinci siyasi amacımız Türkmenlerin hak ve hukuku. Eğer Türkiye 31 bin askerle oraya girseydi, Irak’ta savaş bittikten sonra –savaş dediğiniz de 3 hafta sürmüştür, kuzeyden cephe açılmamasına rağmen 3 haftada bitmiş, Bağdat düşmüştür- Türkiye, Irak’taki yeni siyasi yapının belirlenmesi için toplanacak konferansın eş başkanlarından biri olacaktı. Bu konuda bir siyasi belgede müzakere etmiştik. O belgede şunlar vardı; Irak’ın 3 asli unsuru vardır, Araplar, Kürtler ve Türkmenler. Irak’ın hiçbir şehri tek bir guruba ait değildir. (Musul ve Kerkük üzerinde Kürt emellerini kesmek için.) 

Yeni anayasa bu üç kurucu unsurun eşit hak ve çıkarları üzerine bina edilecektir.
Dördüncü bir husus -ki bu askeri mutabakat muhtırasında vardı- eğer herhangi bir grup Irak’ta “Yeşil Hat “ dediğimiz  (Erbil ve Süleymaniye’yi, Kerkük ve Musul’la ayıran hat) hattın güneyine inerse ki Nisan 2003’de Kürtlerin, Musul ve Kerkük’e inip tapu ve nüfus kayıtlarını yok etme durumu- bölgede bulunan Türk ve Amerikan silahlı kuvvetleri -eğer girmiş olsaydık müşterek müdahale edecekler ve iki şehri de kontrol altına alacaklardı.

Şimdi 1 Mart tezkeresi kabul edilip Türkiye Irak’a girebilmiş olsaydı Türkmenler bugün olduğu gibi, Kürtler ve Araplar asli kurucu, Türkmenler de Keldani ve Ermenilerle birlikte folklorik azınlık durumuna düşer miydi?

Eğer girebilseydik, Barzani Kerkük’e Kürtlerin Kudüs’ü diyebilir miydi? Peşmergeler silah zoruyla el koymaya cüret edebilir miydi? Bunların hiçbiri olmazdı diyorsanız 1 Mart’ta Meclis, tezkereyi kabul etmemekle hata etmiştir.  Tezkereyi kabul etmemekle tarih yazmamış, tarihin başka türlü yazılması fırsatını heba etmiştir.

Gizli oylamada CHP “ Hayır ” diyeceğini açıklamıştı, AKP de 99 fire verdi. 1 Mart gizli oturumundan önce, şubat ayının sonlarına doğru,  Saddam muhalifleri, 
Irak’ın Selahaddin kentinde bir araya geldiler. Toplantıya Barzani ve Irak Türkmen Cephesi adına da Cüneyt Mengü katılmıştı. Bu toplantıda Barzani’nin 
söylediği aynen şudur: 

“Merak Etmeyin tezkere geçmeyecek, Türk askeri gelmeyecek, TBMM’de 70 adamım var.” Barzani’nin Meclisteki adamlarını bilmiyorum ama bugün bildiğim 
bir şey var, son bağımsızlık referandumu sürecinde yaşanan krizde, ne zaman Türkmenlerin hak ve hukuku desek hemen bir Kürt düşmanlığıyla yaftalanıyor duk. 

Ne zaman tarihi Türkmen şehri Kerkük desek, karşımızda kendi tabirleriyle Kobani milliyetçiliği çıkıyordu. 

Kaynak Yeniçağ: DENİZ BÖLÜKBAŞI
1 Mart tezkeresi kabul edilseydi... 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/bolukbasi-1-mart-tezkeresi-kabul-edilseydi-176503h.htm

***

7 Eylül 2016 Çarşamba

Bebekleri Kaynatmışlar, Kuzu Eti Ye Diyorlar,



Bebekleri Kaynatmışlar, Kuzu Eti Ye Diyorlar



Turhan Feyizoğlu



Kayseri’nin Hacın köyünde yaşayan Melek Hanım, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı olayları ağıt yakarak şöyle dile getirmişti:

Hacın’da Kağnı Pazarı,
Var mı kitapta yazarı?
Uyu oğlum Osman uyu,
Hacın oldu kanlı kuyu,
Soyka kalsın sultan suyu.

Mürsel Efendi’nin kızı,
Haktan kara gözlü,
Ara kurşunu mu değidi?
Anan kadanı alsın kuzu!
Osman’ımı göğe attılar,
Süngüyü altına tuttular,
Öldüğüme gam çekmiyorum,
Ak tenimize baktılar...
Çam sarıoğlu koca gavur,
Bebekleri kaynatıyor,
Gün görmedik hanımları,
Süngü ile oynatıyor.
On kat esvap püsküllü fes,
Bunu bana yu diyorlar,
Ocak başlarından ırak,
Bebek pişmiş ye diyorlar.

Yarpuzlu ailesinden Melek Hanım tarafından yakılmış olan bu ağıt, çok uzun. Ben, bu ağıtın ilk beş beyitini aktardım. Bu uzun ağıtın bir diğer iki dizesi ise şöyledir:

Kapı kapı geziyorlar,
İfadeyi yazıyorlar,
Düşman başına vermesin,
Oğlak gibi yüzüyorlar.
Kele Dudu Kele Dudu,
Kanlı gömlek yu diyorlar,
Bebekleri kaynatmışlar,
Kuzu eti, ye diyorlar.

Türk Dil Kurumu (TDK)’nun yayınladığı “Türkçe Sözlük”te, “Ağıt” şu anlama geliyor:

“Ölen bir kimsenin gençliğini, güzelliğini, iyiliklerini, değerlerini, arkada bıraktıklarının acılarını veya büyük felaketlerin acılı etkilerini dile getiren söz veya okunun ezgi, yazılan yazı, sağu, mersiye.”
Melek Hanım’ın yaktığı ağıta konu olan olaylar nelerdir?
Kısaca şöyle bir göz gezdirelim.
Birinci Dünya savaşı döneminde, Osmanlı İmparatorluğu’nda Türkler kıtlık, açlık ve yoksulluktan kırılırken, hem iç hem de dış düşmana karşı dört cephede birden savaşıyordu. Türkler, bu savaş sırasında ayrıca ihanetlerle karşılaşmıştı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda hem iç hem de dış düşmanla on yıllardır süren savaşlar yaşanırken Ermeni cinayet şebekeleri ve katilleri, kendilerine destek ve yardımcı olan İngiliz, Fransız, İtalyan, Rus işgalci güçlerle işbirliği halinde özellikle Ankara, İstanbul, Adana, Erzurum, Bitlis, Van, Hakkari, Diyarbakır, İzmit, Kars, Kayseri, Kahraman Maraş, Şanlı Urfa, Trabzon, Sivas, Yozgat, Çorum, Amasya, Giresun, Gümüşhane, Elazığ, Erzincan, Muş, Samsun gibi iller ile bu illere bağlı ilçe, nahiye ve köylerinde Türklere yönelik soykırım yapmışlardır. Ermeni cinayet şebekeleri, öyle vahşice hareket etmişlerdir ki, bazı köy ve nahiye ahalisini toptan yoketmişler, tam bir soykırım yapmışlardı.
Mustafa Kemal, “Ermeniler” ile ilgili olarak Türk Kurtuluş Savaşı başlamadan önce bazı açıklamalarda bulunmuştu. Bu açıklamalardan bazıları özetle şöyledir:
Mustafa Kemal, 30 Mayıs 1919’da şunları söyledi: “Rum ve Ermeni komitacılarıyla, bunların ileri gelenleri, devamlı şekilde temasta bulundukları İngiliz subayları ile bazı Amerikan memurlarından çok yüz buluyorlar.”
Mustafa Kemal, 23 Temmuz 1919 Çarşamba günü, Erzurum’da açılan Milli Kongre’de, yaptığı konuşmada, “Ermenistan” ile ilgili olarak özetle şunları söylemişti:

“Ermenistan’a gelince: Bir fikr-i istilâperverde eden Ermeniler, Nahcivan’dan Oltu’ya kadar bütün ahal-i İslâmiyeyi tazyik ve bazı mahallerde katliam ve yağmagerlikte bulunuyorlar.”
Mustafa Kemal, 4 Eylül 1919’da da özetle şunları belirtmişti: “Doğuda Ermeniler Kızılırmağa kadar genişleme hazırlıklarına ve şimdiden sınırlarımıza kadar dayanan katliam siyasetine başladı.”
16 Kasım 1919’da ise Mustafa Kemal, şunları belirtiyordu: “Adana’da Fransızlar ve Ermeniler tarafından yapılan zulümlerin ve tecavüzlerin artmasından dolayı Ermeni zulümlerini görmek üzere milletlerarası bir heyetin Adana’ya yollanması.”
25 Ocak 1920’de de Mustafa Kemal, özetle şunları açıklamaktadır: “Maraş’ta, Fransızlar, Ermeniler, Müslümanları katliam etmektedirler. İnsanlık aleminden bu katliama nihayet verilmesini.”
Mustafa Kemal’in yapılan katliamlar hakkında açıklamalı çoktur. Bu açıklamaları ayrı bir kitap konusu olabilir. Mustafa Kemal’in Ermenilerin yaptığı katliamlar hakkında 14 Şubat 1920’de yaptığı açıklama özetle şöyledir:
“Medeniyet maskesine gizlenen Fransızlar ve onların öncüsü olan Ermeniler, Urfa ve havalisinde İslâm ahali hakkında zalimane katliamlara başlamışlardır.”
1 Mart 1921 tarihinde de şu açıklamayı yapıyordu Mustafa Kemal:
“Güneyde Fransızlarla onların silahlandırdığı ve bize karşı kışkırttığı Ermeniler ve doğuda Ermenistan ermenileri memleketimizin ele geçirdikleri yörelerinde ve işgal edilen sınır ve cepheler çevresinde Müslüman halka çeşitli zulümler uyguluyor ve katliam yapıyorlardı.”
Bazı faşist ve ırkçı ermeni topluluklar tarafından Türklere yapılan katliam ve soykırımda uygulanan vahşice davranışlardan bazıları şöyleydi:
1- Yakaladıkları Türkleri Süngü ile parçalamışlardı,
2- Balta ile parçalamışlardı,
3- Yakaladıkları Türkleri demir ve sopalarla döverek öldürmüşlerdi,
4- Öldürdükleri Türkleri köpeklere yedirmişlerdi,
5- Öldürdüğü Türklerin cesetlerinin üzerine gazyağı döküp yakmışlardı,
6- Samanlığa doldurdukları Türkleri diri diri yakmışlardı,
7- Camilere doldurdukları Türkleri diri diri yakmışlardı,
8- Türkleri evlere doldurup diri diri yakmışlardır,
9- Kadın ve kızların ırzına geçmişlerdi,
10- Öldürdükleri Türklerin kafalarını kesip, kazıklara geçirip sokaklarda dolaşmışlardı,
11- Türklerin ev ve iş yerleri ile resmi daireleri yağmalayarak hırsızlık yapmışlardı,
12- Altın dişleri söküp alarak çapulculuk yapmışlardı,
13- Kadınları çırılçıplak soyduktan sonra ilk önce tecavüz edip, sonra öldürmüşlerdi,
14- Kadınları kazığa oturtarak öldürmüşlerdi,
15- Kadınları, göğüsleri yararak, kadınlık organlarına süngü sokarak öldürmüşlerdi,
16- Çocukları süngüyle öldürmüşlerdi,
17- Hamile kadınların doğacak çocuğunun cinsiyeti üzerine bahis oynadıktan sonra süngüyle, kadınının karnı yarılarak cenine bakmışlardı,
18- Çocukları kuzu gibi kızartıp süngü ile direğe asmışlardı,
19- Çocukları tandıra atıp kızarttıktan sonra annesine zorla yedirmeye kalkmışlardı,
20- Çocukları çengellere atıp öldürmüşlerdi,
21- Çocukları kuyulara atıp yakmışlardı,
22- Erkek çocukları çırıl çıplak soyduktan sonra erkeklik organını kesmişlerdi,
23- Erkek, kadın bazı Türkleri ellerinden kapılara çivilemişlerdi,
24- Erkek, kadın bazı Türklerin burunlarını, kulaklarını ve çenelerini kesmişlerdi,
25- Bazı genç kızları çırıl çıplak soymuş, “Haydi, namaz kılın” diyerek alay etmiş, tecavüz ettikten sonra öldürmüşlerdi,
26- Tren vagonlarına doldurdukları Türkleri, birkaç hafta şuraya buraya göndererek vagonlarda açlık, susuzluk, havasızlık ve hastalıktan öldürmüşlerdi,
27- Ev, kahvehane ve resmi daireleri bombalayarak kitselel katliam yapmışlardı,
28- Camiden çıkan silahsız müslüman Türklere silahlı ve bombalı saldırılarda bulunarak kitlesel katliam yapmışlardı,
29- İhtiyar, hamile kadın, çocuk, asker, sivil ellerine geçirdikleri Türkleri hunharca katletmişlerdi,
30- Köyleri, evleri, tarlaları ateşe vererek yakmışlardı,
31- Mal ve hayvanları öldürerek zarar vermişlerdi,
32- Ele geçirdikleri gıda maddeleri, hayvanları, ziynet eşyalarını yağmalayıp hırsızlık yapmışlardı,
33- İple boğarak öldürmüşlerdi,
34-Asmak suretiyle katletmişlerdi,
35- Yakaladıkları ve ele geçirdikleri Türklerin gözlerini oymuşlardı,
36- Kadınları kazığa oturtarak feci şekilde can vererek ölümlerine yolaçmışlardı,
37- Başlarını taşla ezmek sueretiyle katletmişlerdi,
38- Ellerini karınlarına sokularak öldürmüşlerdi,
39- Tenasül uzuvları ağızlarına bırakılmış şekilde öldürmüşlerdi,
40- Yedi yaşındaki Fatma ve dokuz yaşındaki Gülnaz adlarındaki iki kız çocuğa hem anal yoldan hem de cinsel organlarından tecavüz etmişlerdi,
41- Suda boğmak suretiyle öldürmüşlerdi,
42- Yakaladıkları Türkleri tezek yığınları içine atarak yakmışlardı,
43- Tandıra atarak yakmışlardı,
44- Erkek çocuklarına tecavüz etmişlerdi,
45- Bazı kadınlara tecavüz ettikten sonra tenasül uzvuna odun sokarak öldürmüşlerdi,
46- Bazı din adamlarının sakalları pisletildikten sonra sonra vücutları parça parça doğranarak öldürülmüşlerdi,
47- Esir aldıkları Türkleri yalınayak ve çıplak yürütüp, donarak ölmelerine yolaçmışlardı,
48- Kurşuna dizerek toplu katliam yapmışlardı,
49- Yakaladıkları Türklerin başlarını tüfek dipçikleriyle ve çizmelerle çiğnemek suretiyle öldürmüşlerdi,
50- Esir aldıkları Türklerin derilerini yüzmüşlerdi,
51- Faşist-ırkçı Ermeni cinayet şebekeleri ateşte kızdırdıkları tüfeklerinin kasaturaları ile Türklerin vücutlarını dağlamışlardı,
52- Esir aldıkları Türklere zehirli ekmek ve yemek vererek feci şekilde ölmelerine neden olmuşlardı,
53- Genç kadınların önce memelerini kesmiş, sonra asmışlardı,
54- Annesi yaralı bir çocuğun ağzına, annesinin kesilmiş memesini vererek emzirtmişlerdi,
55- Koyun boğazlar gibi insanları kesmişlerdi,
56- Yeni doğmuş çocukları havaya fırlattıktan sonra altına süngü tutarak feci şekilde öldürmüşlerdi,
57- Kol ve ayak keserek sakat bırakmışlardı,
58- Üzerine benzin dökülerek ateşe verilmiş manda, bir eve doldurulan Türkler’in içine salınarak katledilmişti,
59- Bir eve veya ahıra doldurulan Türklerin üzerine dam çökertilerek katledildi.
Yukarıda örnekleri verildiği biçimde faşist-ırkçı ermeniler tarafından 3 milyon Türk katledildi.
24 Kasım 1895 tarihli Fransız Le Petit Journal Dergisi, ressamların çizdiği resimlerin de yeraldığı haberi, “Ermeni çeteciler Türkleri nasıl boğazladı” diye dünyaya duyurmuştu.
Örneğin, Van’da ne kadar Türk varsa faşist-ırkçı Ermeniler tarafından soykırıma uğradı. ABD’de yayınlanan Ermeni gazetesi Goçnak, 24 Mayıs 1915 tarihli sayısında, “Van’da yalnızca 1.500 Türk’ün kaldığını” övünerek açıklamıştı.
Faşist-ırkçı ve bir kısmı solcu Ermeni cinayet şebekelerinin Türklere yaptıkları soykırıma ait toplu mezarlardan bir kaçı daha sonra Erzurum, Van ve Kars’ta ortaya çıkartıldı.
Türk devlet adamlarına, diplomatlarına ve vatandaşlarına faşist-ırkçı Ermeni cinayet şebekeleri ve caniler tarafından girişilen saldırılardan bazıları şöyledir:
Osmanlı Padişahı Sultan İkinci Abdülhamid’e 21 Temmuz 1905 Cuma günü, bombalı suikast düzenlendi.
Bir arabanın içine yerleştirilmiş olan 120 kilo patlayıcı, Sultan İkinci Abdülhamid, Yıldız Camii’nde kıldığı Cuma namazından sonra, infilak etti.
Sultan İkinci Abdülhamid’in Başmabeyincisi Kara Tahsin Paşa, hatıralarında olayı şöyle anlatmıştı:
“21 Temmuz 1905 Cuma günü, öğle vaktini müteakip, cehennemi makine patladı. En büyük çaptaki topların çıkardığı tarrakadan daha gürültülü, akisli ses çıkaran ve hava titreşimleri meydana getirerek en uzak semtlerden dahi duyulan bu patlama, padişahı ve orada bulunan binlerce kişiyi dehşete düşürdü.
Hünkar, camii şeriften çıkıp, saraya dönmek için arabasına binmek üzere, binek taşına giden merdivenlere doğru ilerlerken, karşısına çıkan Şeyhülislam Cemalettin Efendi ile birkaç kelimelik sohbet için durakladı. Askeri birlikler selam vaziyeti almış, teşrifat adeti usulüne göre, sağda ve solda bendegah, askeri rical ve yaverler sıralanmışlardı.
Saatli bombanın kuruluşunda, bu duraklama hesapta yoktu. Hünkar, patlamanın şidetli sarsıntısından ve havada uçuşan parçalardan önemli ve tehlikeli bir hadisenin meydana geldiğini anlamıştı. Hiç korku ve telaş eseri göstermedi.”
Sultan İkinci Abdülhamid’i Şeyhülislam Cemalettin Efendi ile birkaç kelime konuşma yapmak üzere duraklaması kurtarmıştı.
Patlama sonunda, 26 kişi ölmüş, 58 kişi yaralanmış, bomba, yerde 70 santimlik bir çukur açmıştı.
Bombalı suikasti düzenleyenlerden bir kısmı yakalandı ve yargılandı. Suikasti düzenleyenlerden Singer şirketinde memur olarak çalışan Charles-Edouard Joris adlı Belçika vatandaşı vardı.
Boğazlıyan eski Kaymakamı Mehmet Kemal Bey, İngiliz işgali altındaki İstanbul’un Beyazıt Meydanında, ingiliz-ermeni işbirliği sonucu, 10 Nisan 1919 Nisan Perşembe günü, idam edildi. Mehmet Kemal Bey, asılmadan önce, “Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa kahrolsun böyle adalet. Yaşasın millet” diye haykırdı.
Boğazlıyan eski Kaymakamı Mehmet Kemal Bey’in cenaze töreni, öğrencilerin de yeraldığı onbinlerce kişinin katılımıyla, 11 Nisan 1919 Cuma günü, Kadıköy’de yapıldı. Mehmet Kemal Bey’in mezarı başında konuşma yapan bir Tıbbıye öğrencisi, “İngilizleri Odesa’dan attılar. Haydin biz de İngilizleri İstanbul’dan kovalım. Ne bekliyoruz. İngilizi atmak borcumuzdur. Felaketimizi hazırlayan İngiliz’i yok etmek zorundayız.”, demişti.
Bayburt eski Kaymakamı, Urfa Valisi Nusret Bey, İngiliz-ermeni işbirliği sonucu, 5 Ağustos 1920 Perşembe günü, Beyazıt meydanında idam edildi.
İçişleri Bakanlığı ve Başbakanlık yapmıştı olan İttihad ve Terakki’nin liderlerinden Talat Paşa, Berlin’de 15 Mart 1921 Salı günü, oturduğu apartmanın yakınlarında Hardenberg Caddesinde yürürken Sogomon Tehliryan adlı faşist-ırkçı ermeni katil tarafından silahla vurularak öldürüldü. Ermeni katil yakalandı fakat Şarlottenburg Mahkemesince serbest bırakıldı. Arjantin’e giden ermeni katil, 1960’da eceliyle geberdi.
20 Aralık 1920’de, Fransa’nın başkenti Paris’te, Türkiye üzerinde emperyalist çıkarları olan Avrupalı ülkelerin desteğiyle bir kurultay düzenletildi. Bu kurultaya ermeniler, kürtler, yunanlılar katıldı ve kurultayda, “Türklere karşı ortak eylem kararı” alındı.
Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığı yapmış olan Sait Halim Paşa, faşist-ırkçı ermeni katiller tarafından 6 Aralık 1921 Salı günü (Bazı kaynaklar ölüm tarihini 7 Aralık 1921 olarak veriyor), Roma’da katledildi. Türkiye’ye getirilen naaşı, Sultan Mahmud Türbesi bahçesine defnedildi.
İttihad ve Terakki’nin liderlerinden Bahriye Bakanlığı ve 4. Ordu Komutanlığı yapmış Cemal Paşa ile iki yaveri jandarma teğmeni Süreyya Bey ve bahriye binbaşısı Nusret Bey, Karakin Layayan ve Sergo Vartanyan adlı faşist-ırkçı iki Ermeni katil tarafından 21 Temmuz 1922 Cuma günü akşamı, Tiflis’te silahlı saldırı sonucu katledildi.
Cemal Paşa’nın cenazesi trenle Türkiye’ye getirildi ve Erzurum’a götürülüp Kars Kapısı’ndaki şehitliğe defnedildi.
Adli Tıp Profesörü, Şurayı Ümmet gazetesini çıkarmış olan İttihad ve Terakki’nin liderlerinden Tabip Bahaettin Şakir Bey ile Hukuk Mektebi müdürlüğü, Trabzon, Bursa ve Konya valiliği, Çorum ve Preveze mebusluğu yapmış olan Azmi Bey (Mehmet Cemal), katiller tarafından, 17 Nisan 1922 Pazartesi günü, Berlin’de katledildi.
Talat, Cemal ve Sait Halim Paşa’yı öldüren katiller, kahraman olarak tanıtıldı.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ermeni cinayet şebekelerinin ve katillerinin yaptığı bütün vahşetlerine, soykırımlarına ve ihanetlerine rağmen, Türkler, savaştan sonra ermenilere her türlü yardımı yapmışlardır.
Alman General Schellendorf Von Bronsart, bunu şöyle belirtmektedir, “Türkler, kendilerine dokunulmadığı takdirde, başka dinlerden olanlara karşı, dünyanın en hoş görülü insanlarıdır.”
Osmanlı İmparatorluğu, özellikle XVI. yüzyıldan itibaren çöküş dönemine girdikten sonra hem dışarda hem içerde son gününe kadar süren bir sıcak savaşın içinde olmuştur.
Üç kıtada, egemenliğini sürdürdüğü dönemde Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde çeşitli etnik toplulukları, dinsel inançları yaşayışları barındırmaktaydı.
Türk toplumu suskun kaldıkça, hoş görülü olunca, barış içinde bir arada yaşama düşünceleriyle iyi niyetle davranıp, hareket ettikçe Türkiye düşmanı diğer bazı faşist-ırkçı topluluklar, inadına kin ve nefret tohumlarını artırarak, bunu besleyerek sürekli saldırı yapmaktadır.
7 Ekim 2000 Cumartesi günü gecesi, “Kanal 6” Televizyonunda, yayınlanan, “Ceviz Kabuğu” programına katılan Celal Bayar Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Mehmet Çelik, “Bir kısım ermeninin Türklere yönelik kinlerini anlatan 26 bin kitap yazmış olduklarını, Türklerin ise bu konuda 26 tane bile kitap yazmadığını” açıkladı.
1973’den 1994 yılına kadar, faşist-ırkçı ermeni cinayet şebekeleri tarafından 21 ülkenin 38 kentinde, değişik türde 110 saldırı olayı oldu. 110 saldırıdan 39’u silahlı, 70’i bombalı, 1’i işgal şeklindeydi. Bu saldırılarda 48 Türk diplomat ve vatandaşı ile 4 yabancı öldürüldü. 127 Türk ve 66 yabancı uyruklu yaralandı.
Bu cinayetlerin bilinmesi önemlidir.
ABD’de Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Konsolos Bahadır Demir, 27 Ocak 1973’te ABD’nin Santa Barbara kentinde 77 yaşındaki faşist-ırkçı Mıgırdıç Yanıkyan adlı ermeni katil tarafından katledildi.
Avusturya’nın başkenti Viyan’da Türkiye’nin Viyana Büyükelçisi Danış Tunalıgil, 22 Ekim 1975 günü, büyükelçiliği basan üç katil tarafından şehit edildi.
Fransa’nın başkenti Paris’de Türkiye’nin Paris Büyükelçisi İsmail Erez ile şoförü Talip yener, 24 Ekim 1975 günü, feşist-ırkçı ermeni cinayet şebekeleri tarafından büyükelçilik yakınında makam otobiline ateş açılması sonucu katledildiler.
Beyrut’ta Türkiye Büyükelçiliği Baş katibi Oktar Cirit, Hamra Caddesinde, 16 Şubat 1976’da, cinayet şebekeleri tarafından katledildi.
İtalya’nın başkenti Roma’da Vatikan Büyükelçisi Taha Carım, 9 Haziran 1977’de, cinayet şebekeleri tarafından silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
Taha Carım, “Ermeni Meselesi” hakkında bir kitap yazmış ve Ermeneliren iddia ettiği “soykırım” iddialarını belgelerle çürütmüştü.
İspanya’nın başkenti Madrid’de Türkiye’nin Madrid Büyükelçisi Zeki Kuneralp’in arabasına üç katil tarafından, 2 Haziran 1978 günü, ateş açıldı. Büyükelçi’nin eşi Necla Kuneralp ile emekli Büyükelçi Beşir Balcıoğlu öldürüldüler. İspanyol şoför Antonio Torres de saldırı sonucu öldü.
Hollanda’nın Lahey’de Deft Teknik Üniversitesi doktora öğrencisi ve Türkiye’nin Lahey Büyükelçisi Özdemir Benler’in oğlu Ahmet Benler, 12 Ekim 1979 günü, cinayet şebekelerinin saldırısı sonucu öldürüldü.
Bütün gençler ölüm yıldönümlerinde anılır. Ahmet Benler adlı genci hiç kimse şimdiye kadar andı mı?
Fransa’nın başkenti Paris’te Türkiye Büyükelçiliği Turizm Müşaviri Yılmaz Çolpan, Champ Elyees’de, 22 Aralık 1979 günü, cinayet şebekeleri tarafından öldürüldü.
Yunanistan’ın başkenti Atina’da Türkiye Büyükelçiliği İdari Ateşesi Galip Özmen’in otomobiline bir katil tarafından, 31 Temmuz 1980 günü, ateş açıldı. Galip Özmen ile 14 yaşındaki kızı Neslihan Özmen öldü, eşi Sevil Özmen ile 16 yaşındaki oğlu Kaan Özmen yaralandı.
Avusturalya’nın başkenti Sidney’de Türkiye’nin Başkonsolosu Şarık Arıyak ile koruma görevlisi Engin Sever, 17 Aralık 1980 günü, faşist-ırkçı iki ermeni katil tarafından silahla katledildi.
Fransa’nın başkenti Paris’te Türkiye Büyükelçiliği Çalışma Müşaviri Reşat Moralı, din görevlisi Tecelli Arı ve Anadolu Bankası temsilcisi İlkay Karakoç, 4 Mart 1981 günü, ermeni cinayet şebekesine bağlı iki katil tarafından, silahlı saldırıya uğradı. Reşat Moralı ile Tecelli Arı öldü, İlkay Karakoç yaralandı.
İsviçre’nin Cenevre kentinde, Cenevre Türkiye Başkonsolosluğu sekreteri Mehmet Savaş Yergüz, ermeni bir katil tarafından, 9 Haziran 1981 günü, katledildi.
Fransa’nın başkenti Paris’te Türkiye Başkonsolosluğu, 24 Eylül 1981 günü, öğle saatlerinde faşist-ırkçı ermeni cinayet şebekelerine bağlı dört ermeni katil tarafından işgal edildi. İşgal sırasında ermeni katillerin açtığı ateş sonucu Başkonsolos Kaya İnal ile koruma görevlisi Cemal Özen, ağır yaralandı. İnal ile Özen’in hastahaneye kaldırılmasına izin vermeyen ermeni katiller, üç gün önce bir çocuğu olmuş olan Özen’in ölmesine neden oldular.
Cemal Özen’i öldüren ve Ermenistan’ın başkenti Erivan’da yaşayan ermeni katil Kevork Güzelyan’ın, 15 Ekim 2000 Pazar tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan açıklamasına göre, “Eylemlerinden ötürü pişmanlık duymamış, daha sonra, Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinde binbaşı rütbesiyle Azerbaycan Türklerine karşı dört yıl savaşmış, şimdi ise Ermenistan’la ticaret yapan Türk iş adamlarının ödenmeyen çek-senetlerinin tahsil edilmesi işleriyle uğraşıyormuş.”
İsviçre’nin Bern kentinde, Türkiye’nin Bern Büyükelçisi Doğan Türkmen’e 24 Ocak 1982 günü, cinayet şebekeleri tarafından suikast düzenlendi.
ABD’de Los Angeles Başkonsolosu Kemal Arıkan, 28 Ocak 1982 günü, ermeni cinayet şebekelerine bağlı iki katil tarafından silahlı saldırı sonucu şehit edildi.
Kanada’nın Ottowa kentinde, Ottowa Türkiye Büyükelçiliği Ticaret Ataşesi Kani Güngör, 8 Nisan 1982 günü, üç terörist tarafından düzenlenen silahlı saldırı sonucu ağır yaralandı.
ABD’nin Boston kentinde, Türkiye’nin Boston Fahri Başkonsolosu Orhan Gündüz, 4 Mayıs 1982 günü, bir katilin silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
Portekiz’in başkenti Lizbon’da Türkiye Büyükelçiliği İdari Ataşesi Erkut Akbay ve eşi Nadide Akbay, 7 Haziran 1982 Pazartesi günü, evlerinin önünde bir katilin silahlı saldırı sonucu şehit edildi.
Hollanda’nın Rotterdam kentinde, Türkiye’nin Rotterdam Başkonsolusu Kemalettin Demirer, 21 Temmuz 1982 günü, katillerin silahlı saldırısına uğradı. Demirer, yara almadan kurtuldu.
7 Ağustos 1982 günü, cinayet şebekelerine bağlı iki katil, Ankara Esenboğa Havaalanı’nı bastı, salonda bulunan yolculara ateş açıp, el bombası attı. 6 Türk ile 3 yabancı uyruklu kişi öldü. 82 kişi yaralandı.
Kanada’nın Ottowa kentinde, Türkiye’nin Ottowa Büyükelçiliği Askeri Ateşesi Hava Kurmay Albay Atilla Altıkat, cinayet şebekeleri tarafından, 27 Ağustos 1982 günü, yapılan silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
Bulgaristan’ın Burgaz kentinde Başkonsolosluk İdari Ataşesi Bora Süelkan, evinin girişinde, 9 Eylül 1982 günü, cinayet şebekeleri tarafından yapılan silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
Portekiz’in başkenti Lizbon’da Türkiye’nin idari ateşesi Erkut Akbay ile eşi Nadide Akbay, 8 Ocak 1993 günü, faşist-ırkçı ermeni katillerin silahlı saldırısı sonunda şehit oldular.
Yugoslavya’nın Belgrad kentinde, Türkiye’nin Belgrad Büyükelçisi Galip Balkar, Yugoslavya Dışişleri Bakanlığı’na giderken faşist-ırkçı iki ermeni katil tarafından, 9 Mart 1983 günü, silahlı saldırıya uğradı. Büyükelçi Balkar ile bir Yugoslav öğrenci öldü, makam şoförü Necati Kaya, göğsünden yaralandı.
Ermeni katil Mıgırdıç Madaryan, 15 Haziran 1983 günü, İstanbul’da Kapalıçarşı’da halkın üzerine otomatik silahla ateş açıp, el bombası attı. Yusuf Alper ile Murat Alptekin, öldü, 21 kişi yaralandı.

Belçikanın Brüksel kentinde, Türkiye’nin Brüksel Büyükelçiliği İdari Ataşesi Dursun Aksoy, iki katil tarafından, evinin yakınlarında, 14 Temmuz 1983 günü, silahlı saldırı sonucu şehit edildi.

Fransa’nın başkenti Paris’te Türk Hava Yolları (THY)’nın Orly Havaalanı’ndaki yolcu ve bagaj işlem bürosu önüne katiller tarafından bırakılan bir valiz içindeki patlayıcı maddelerin, 15 Temmuz 1983 günü, patlaması sonucu ikisi Türk, dördü Fransız, biri ABD’li ve biri de İsveçli sekiz kişi öldü. Olayda 28’i Türk, 60 kişi yaralandı.
Portekiz’in başkenti Lizbon’da, Türkiye’nin Lizbon Büyükelçilik binası cinayet şebekesi ve katiller tarafından 27 Temmuz 1983 günü, işgal edildi. Büyükelçilik müsteşarı Yurtsev Mıhçıoğlu’nun eşi Cahide Mıhçıoğlu, şehit edildi. Yurtsev Mıhçıoğlu ve oğlu Atasay Mıhçıoğlu, yaralandı.
Katiller, 28 Mart 1984 günü, İran’ın başkenti Tahran’da Türkiye’nin Tahran Büyükelçiliğine silahlı saldırıda bulundu. Askeri ateşe yardımcısı İsmail Pamukçu ile Baş Katip Servet Öktem, yaralandı.
Cinayet şebekeleri ve katiller, 15 Nisan 1984 günü, Tahran’daki İdari Ateşe İbrahim Özdemirci’ye silahlı saldırıda bulundu.
Avusturya’nın başkenti Viyana’da Türkiye’nin Viyana Büyükelçiliği Çalışma Müşaviri sosyal Yardımcısı Erdoğan Özen, cinayet şebekeleri tarafından otomobiline konmuş olan bombanın, 20 Haziran 1984 günü, patlaması sonucu şehit oldu.

Cinayet şebekeleri ve katilleri, 19 Kasım 1984 günü, Viyana’daki Birleşmiş Milletler Sosyal Kalkınma ve İnsancıl İşler Merkezi Direktör Yardımcısı Enven Ergun’a silahlı saldırı düzenleyip şehit ettiler.

Üç silahlı terörist, 12 Mart 1985 günü, Kanada’nın Ottawa’da Türkiye’nin Ottawa Büyükelçiliğine silahlı saldırıda bulundu. Büyükelçi Coşkun Kırca yaralandı, Kanadalı güvenlik görevlisi öldürüldü.

Avusturalya’nın Melburn’daki Türkiye Başkonsolosluğu’na cinayet şebekeleri tarafından 23 Kasım 1986 günü, yapılan bombalı saldırı yapıldı.
Yunanistan’ın başkenti Atina’da Türkiye Büyükelçiliğinin servis aracına yol kenarına park etmiş bir otomobilden uzaktan kumandayla bombalı saldırıda bulunuldu. Maslahatgüzar Deniz Bölükbaşı ile İdare Ateşe Nilgün Keçeci yaralandılar. On kadar araç tamamen tahrip oldu.

Yunanistan’ın başkenti Atina’da Türkiye’nin Basın Müşaviri Çetin Görgü, 7 Ekim 1991 günü, cinayet şebekeleri tarafından silahlı saldırı sonucu şehit edildi.

Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de Türkiye’nin Budapeşte Büyükelçisi Bedrettin Tunabaş’ın bindiği araca, 19 Aralık 1991 günü, silahlı saldırı düzenlendi.

Türkiye’nin Bağdat’taki İdare Ateşesi Çağlar Yücel, 11 Aralık 1993 günü, cinayet şebekeleri tarafından silahlı saldırı sonucu Bağdat’ta şehit edildi.

Yunanistan’ın başkenti Atina’da Türkiye Büyükelçiliği Müsteşarı Ömer Haluk Sipahioğlu, cinayet şebekeleri tarafından silahlı saldırı sonucu, 4 Temmuz 1994 günü, şehit edildi.

Faşist-ırkçı Ermeni katiller ile cinayet şebekelerinin yaptığı cinayet, katliam ve soykırımları ABD’de ve Avrupa’da onaylayan ve Türkiye’ye karşı kullanan çevreler var.

Sadece şöyle bir soru aklıma takılıyor? Başka bir ülkenin başbakanı, içişleri bakanı, denizcilik bakanı, 46 tane diplomatı faşist-ırkçı ermeni cinayet şebekeleri tarafından silahlı, bombalı saldırılar sonucunda öldürülse o ülkenin devlet yönetimi ve vatandaşlarının tepkisi ne olurdu acaba?

Osmanlı arşivleri açılmıyor iddiası yapılıyor. Osmanlı arşivlerinin tasnif edilen bölümleri açık ve isteyen yararlanıyor. Bir çok belge aynen yayınlandı.
Arşivlerin açılmadığını söyleyenlere şunu sormak lazım: Ermeni arşivleri açık mı acaba? Kesinlikle açık değil. Cinayet, yağma, katliamla ilgili olarak öncelikli olarak İngiliz, İtalyan, Almanya, Ermenistan, ABD, Rusya, Yunanistan, Fransız arşivlerine bakılmalı. Bu konularda o ülkelerde açıklanmasına izin verilmeyen çok belge vardır.

ABD’nin “Kızılderililer” ile “siyah derili” insanlara uyguladığı soykırım dünya tarihinin çok kötü bir parçasıdır. Japonya’nın Hiroşima kentine atılan atom bombası bir ırkın yokedilmesini amaçlamıştır. Ayrıca, çok yakın Vietnam ve Irak örneği var.
Ermenistan’ın Azerbeycan Karabağı’nda Azerbeycan Türklerine yönelik giriştiği uygulama tam bir katliam ve soykırımdı.
Ermenistan, halen Azerbaycan topraklarından yüzde yirmibeşini işgal altında tutmaktadır. Ayrıca Ermenistan’da, “Soykırım Anıtı ve Enstitüsü” vardır, ve bu enstitü, Türklere yönelik faşist propaganda yapmaktadır.
Faşist-ırkçı Ermenilerin söylediklerini çürüttüğü ve iddialarının doğru olmadığını kanıtladığı için ABD’li tarihçi, Princeton Üniversitesi öğretim üyesi Bernard Lewis, 17 Mayıs 1995’de, Paris 1. Asliye Mahkemesi’nde yargılanmış, 21 Haziran 1995’de mahkum edilmişti.
Fransa’da; demokrasi ve düşünce özgürlüğünün olduğu iddia edilen Fransa’da, “Ermeni soykırımı yoktur” demek suçtu(!).
Bu karar ve yargılama, bilim ve düşünce özgürlüğü açısından yüz kızartıcı bir durum olduğu gibi hukuk açısından da tam bir rezalettir.
Profesör Stanford J. Shaw ile eşi Ezel Kural Shaw, ermeni cinayet şebekeleri tarafından ölümle tehdit edildi, Los Angeles Üniversitesi’nde ders vermesi engellendi, evlerine baskın düzenlendi, evrakları çalındı, bomba atıldı. Prof. Stanford Shaw ile Prof. Ezel Kural Shaw’un bilimsel çalışma özgürlüğü engellendiği gibi ayrıca ölümle tehdit edildi.
Fransa’nın diğer uluslara yaptığı soykırım ve katliamlara şimdilik değinmesek bile yakın dönemde Cezayir’de açıkça bilinen 1,5 milyon Cezayirliyi katletmesi soykırımların en başında gelir. Cezayir’de açıkça dile getirilen bu 1,5 milyon katliamın dışında Fransa, gizli olarak da 1,5 milyon Cezayirliyi katletmişti. Şu vurgulunmalı. Hitler’i bile bu konuda gölgede bırakmışlardır.
Fransa, Cezayir’de açık ve gizli olarak 3 milyon kişiyi katletti. Bu soykırım değilde nedir?
Fransa’nın 1994 yılından başlayarak (Belçika’nın da katkılarıyla) Ruanda’da yaptığı 1 milyona yakın kişinin katliamı, soykırımı neden dile getirilmiyor?
Fransa’nın 2004 yılında, Batı Afrika’daki Fildişi Sahili’nde yaptığı katliam ve soykırım neden dile getirilmiyor?
Fransa’nın yaptığı bu soykırımları neden kimse sorgulamıyor, dile getirmiyor, hiç hesap sormuyor?
İngiliz tarihçi Andrew Mango, 25 Eylül 2000 Pazartesi günü, Washington’da yaptığı açıklamada, “Girit’e, Yunanistan’a, Bosna’ya soykırım diyen yok” diyerek, ABD ve Avrupa’nan bazı ülkeleri tarafından yapılan ikiyüzlülüğü dile getirmişti.
ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, Rusya ve Yunanistan’ın yaptıkları soykırımlar ayrı bir yazı konusu olduğu için şimdilik yazmıyorum. Zamanı gelince o soykırımlar da yazılacak, dile getirilecek.
Bunun için bazı kimselerin cesareti yok ama bazı insanların cesareti var.
Konu Hakkinda Yararlanilan Bazi Kaynaklar:
1- Türkçe-İngilizce ve Almanca Web Sitesi: www.ermenisorunu.gen.tr
2-Eylül, Ekim, Kasım 2000 tarihli Akşam, Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet, Radikal, Sabah, Star, Türkiye, Yenibinyıl gazeteleri,
3- Gültekin Ural, Ermeni Dosyası, Kamer Yayınları, İstanbul, 1998,
4- Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, dört cilt, Atatürk Kültür-Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1993,
5-Trandafir G. Djuvara, Türkiye’nin Paylaşılması Hakkında Yüz Proje (1281-1913), Gündoğan Yayınları, Ankara, Şubat 1999,
6- Hüseyin Nazım Paşa, Ermeni Olayları Tarihi, iki cilt, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1994,
7- Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920), T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Ankara, 1994,
8- Bilal N. Şimşir, Malta Sürgünleri, Bilgi Yayınları, Ankara, ikinci basım, Nisan 1985,
9- İlhan Akbulut, Devlet Terörizmi ve Ülke Bölücülüğü, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1998,
10- Yılmaz Altuğ, Terörün Anatomisi, Altın Kitaplar Yayınları, İstanbul, Mart 1995,
11- Georges de Maleville, 1915 Osmanlı-Rus Ermeni Trajedisi, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul,
12- Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu (E), Askeri ve Siyasi Anılarım, cilt:1, 1928-1965, Kastaş Yayınları, İstanbul, Nisan 1999,
13- Yusuf Hikmet Bayur, Ermeni Meselesi, iki cilt, Cumhuriyet Gazetesi Kitapları, İstanbul, Haziran 1998
14- Taner Akçam, Ermeni Tabusu Aralanırken-Diyalogdan Başka Bir Çözüm Yolu Var mı?, Su Yayınları, İstanbul, Ağustos 2000,
15- Stanford J. Shaw-Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, iki cilt, E Yayınları, İstanbul, ikinci baskı, 1994,
16- Mine G. Saulnier, Bernard Lewis Davası-Bir Tarih Yargılanıyor, Milliyet, 3-4 Haziran 1995,
17- Lobi Bilimi Yendi, Milliyet, 10 Ekim 2000,
18- Fransız Katliamı Sorgulanıyor, Cumhuriyet, 6 Haziran 1998,
19- Mustafa Müftüoğlu, Yakın Tarihimizde Siyasi Cinayetler, iki cilt, Yağmur Yayınları, İstanbul, ikinci baskı, 1977,
20- Mahmut İhsan Özgen, Ermeni Terörü ve Arkasında Gizlenen Güç, Tercüman, 3 Temmuz 1981 (1),
21- Emin Pazarcı, Soykırım Yalanı’nın Gerçek Yüzü, Akşam, 26 Eylül 2000 (1),
22- Serdar Uyan, Ermeni Yalanı, Türkiye, 25 Eylül 2000 (1),
23- Ermeniler Prof. Shaw’u Öldürme Kararı Aldılar, Milliyet, 12 Şubat 1982,
24- 6 Soruda Ermeni Sorunu, Hürriyet, 16.10.2000,
25- Orhan Birgit, Sevr Paranoyasından Söz Edenler Okusunlar, Cumhuriyet, 6.10.2000,
26- Osman Nuri Kurt, Karadeniz’de Ermeni Vahşeti, Bozkurt, Temmuz 1973, sayı: 10,
27- Adem Rıza Yanyalı, Büyük Katliam (Ermenilerin Türk Soykırımı Hakkında), Bizim Anadolu, 2.4.1970 (1),
28- Emin Çölaşan, Aferin Sana Fransa, Hürriyet, 9.11.2000,
29- Baklayı Çıkardılar/ İşte Şer Haritası, Hürriyet, 22.11.2000,
30-Doğan Uluç, Türklere Düşmanlık Gına Getirdi, Hürriyet, 25.8.2002,
31-Hasan Demir, Türkiye’de Türklere de Hürriyet, Yeniçağ, 5.5.2004,
32- Muharrem Sarıkaya, Türk Olmak da Uğraşmak da Zor, Sabah, 12.12.2004,
33- Özdemir İnce, Doğu Sorunu ve Büyük Güçler, Hürriyet, 31.5.2003,
34- Philipp Haas, Azınlık Haklarını Verin Gelecek Sermayeyi Görün, Sabah, 18.6.1999,
35- Hasan Pulur, Fransız Madalyasından Daha Az Türk’e, Milliyet, 24.10.2004,
36- Zeynel Lüle, AB’de En Irkçı Ülke Yunanistan, Hürriyet, 21.3.2001,
37- Türklüğü Sövmek Moda mı?, Cumhuriyet, 28.9.2000,
38- Süheyl Batum, Uygar Dünya ve Soykırım (Fransa’nın Ruanda’da yaptığı soykırım hakkında), Vatan, 9.4.2004,
39- Ruhat Mengi, AB’nin Tartışılabilir Demokratlığı, Vatan, 27.10.2004,
40- Ruhat Mengi, O Gün ve Bugün Benzerlikler, Vatan, 28,10,2004,
41- Türkkaya Ataöv, Kızılderililer ve Türklük, Cumhuriyet, 23.3.2000




..

26 Ağustos 2016 Cuma

1 Mart Tezkeresi’nin bilinmeyen yanları.,



1 Mart Tezkeresi’nin bilinmeyen yanları.,



_ Hükümetin ve Askerlerin iddiasının aksine 1 Mart Tezkeresi Türk Askerine PKK’ya karşı operasyon izni vermiyordu. 

_ PKK’ya Karşı silah kullanmayı Yasaklayan Bush yönetimi, Siyasi düzenlemelerde Türkiye’ye söz hakkı tanır mıydı?


Şükrü M. ELEKDAĞ-KONUK YAZAR
ABD’de başlayan başkanlık seçimi sürecinde adaylar arasındaki geleneksel TV tartışmalarında,  2003 yılında Irak’ın işgali konusu hayli sık gündeme geliyor. Tartışmalarda, adayların hemen hemen hepsi, Irak’a yapılan müdahaleyi, yalan ve sahte gerekçelere  dayanan gayrimeşru bir savaş olması, bunun ötesinde,  Irak’ta büyük bir yıkıma, yağma ve soygun  ile  ülkeyi mahveden korkunç bir  iç savaşa yol açması nedeniyle kınadılar ve Ebu Gureyb gibi işkence merkezlerinde insanlara yapılan alçaltıcı muameleleri yansıtan mide bulandırıcı fotoğrafların yayınlanmasının,ABD’nin itibar ve prestijini yerle bir ettiğini dile getirdiler. 

Irak savaşına katılsaydık…

Irak savaşına başka bir pencereden bakan Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, fırsat düştükçe Türkiye’nin Amerika’nın yanında savaşa katılmamış olmasından dolayı duyduğu üzüntüyü dile getiriyor. Nitekim, Güney Amerika gezisi dönüşünde  gazetecilere yaptığı şu açıklama dikkat çekici:  “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz… 1 Mart Tezkeresi ilk anda kabul edilip Türkiye Irak’ta masada olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı… Ufku görmek çok önemli, şimdi Suriye’de bu iş ancak bir yere kadar böyle gider, bir yerden sonra böyle gitmez, hassasiyetlerimizi korumak zorundayız.”
Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu ifadeleri şöyle yorumlanabilir: Irak savaşına katılsaydık, barış masasına bizim de yerimiz olurdu; bu da bize Irak’ın düzeni hakkında söz hakkı sağlar ve ülkenin felaketli duruma düşmesini  önlerdik. Türkiye de iyi bir konumda olurdu. Suriye’ye yönelik politikamız Irak’taki hatamızdan ders alınarak saptanmalı.

Temel dayanak Mutabakat Muhtırası 

Ancak ben, Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu görüşünün hatalı olduğu kanısındayım. Görüşüm sağlam bir kanıta dayanıyor. Bu da, 1 Mart Tezkeresi’nin temel dayanağını oluşturan ve ABD ile imzalanmış bulunan Mutabakat Muhtırası’dır (MM). Anımsanacağı üzere, Tezkere’nin reddinden sonra Hükümet üyeleri ve dönemin Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, yaptıkları açıklamalarda  “ Tezkere’nin geçmesi halinde, Türk askeri birlikleri  kuzey Irak’a girecek  ve PKK terör yuvalarını temizleyecekti… Şimdi bu imkânı kaybettik!..” diyerek hayıflandılar. Oysa bu sözler doğru değildi.  Zira, MM, Türk askerinin, PKK teröristlerine karşı, meşru savunma  hariç, silah kullanmasını  yasaklıyordu. Yani, Türk askeri Kuzey Irak’ta dar bir kuşakta konuşlanacak, fakat PKK unsurlarını izleyip imha etme yetkisine sahip olmayacaktı.

Şimdi, bu gerçek ışığında Cumhurbaşkanı’nın ifadelerini değerlendirelim… Ancak önce, ABD’nin Irak’ı işgalinin BM Güvenlik Konseyi kararına dayanmaması dolayısıyla   gayri-meşru olduğunu,  bu nedenle  de ABD ile imzalanan MM’nın  Anayasamızın 92. maddesine aykırı olduğunun altını çizelim. Bu durumda  AKP Hükümeti’nin, Anayasa’nın  ihlali pahasına, Irak’ı gece gündüz bombardımanla hallaç pamuğu gibi dövecek  255 ABD savaş uçağının ve Irak’a saldıracak 60 bin ABD askerinin  topraklarımızda  konuşlandırılmasına izin vererek  ağır riskler üstlenirken,  Washington’dan, Kandil de dahil tüm PKK üslerinin yok edilmesini ve teröristlerin tasfiye edilmesi istemesinden  daha makul bir şey olabilir miydi?  Fakat  Bush yönetimi,  bırakın  PKK’nın tasfiyesini,  Türk askerlerinin  PKK’ya karşı operasyon yapmasını   yasaklayan  bir anlaşmayı  Türkiye’ye  empoze etmiştir. Bu bağlamda, Hükümetin, bu denli riskli, adaletsiz ve hukuka aykırı bir anlaşmayı  imzalamış  olmasının, akıl ve izanla izahının mümkün olmadığını da belirtmeliyim... Bu gerçekler ışığında,  Sayın Cumhurbaşkanı’nın hoşgörüsüne güvenerek kendilerine şu soruyu sormak isterim: Türkiye’nin  en haklı  olduğu bir alanda, ona böylesine haksız  bir muameleyi reva gören  Bush yönetiminin,  savaş sonrasında Irak’ın siyasi düzenine ilişkin  çalışmalarda Türkiye’ye  söz hakkı vereceği umuduna kapılmak,  aşırı iyimserlikten de öteye hayalperestlik olmaz mı?

Türk askerine Irak’ta verilen görev hakkında Türk kamuoyunun  aldatıldığının ilk farkına varmam, ABD ile müzakereleri yürüten  Büyükelçi Deniz Bölükbaşı’nın yazdığı “ 1 Mart Vakası  Irak Tezkeresi ve Sonrası ” başlıklı  kitabını incelemem sırasında oldu.  Bölükbaşı, kitabında, MM’nın analizini yapıyor ve bu kilit belgenin, Irak topraklarında derinliği 40 kilometreye ulaşan ve  PKK’nın kullandığı kamplar ile silah ve cephane depolarını kapsayan bir kuşağın Türk askerinin kontrolüne bırakılmasını  öngördüğünü belirtiyordu. Bölükbaşı’nın altını çizdiği diğer önemli bir husus da, belgenin bölgedeki “Türk birliklerine resen  PKK unsurlarına karşı imha harekâtına girme yetkisi verdiği” idi.
Oysa, MM’nın Türk askeri birliklerinin hangi hallerde silah kullanabileceği hakkındaki  7. maddesinin “Kuzey Irak’taki faaliyetler” başlıklı (b) fıkrasının 3. paragrafı, Bölükbaşı’nın iddiasının tam tersine, Türk askerine, PKK’ya karşı operasyon yapmayı yasaklıyor. Sözkonusu  paragraf aynen şöyledir: “Alıcı taraf özel harekât  kuvvetleri, terörist saldırılara, (PKK/KADEK, kendini  savunma hakkı  ya da 4. paragrafta belirtilen durumlar dahil) cevap verme dışında, Irak kuvvetleri ve muhalif  gruplarla  herhangi bir çatışmaya  girmeyecektir.” 

‘Muhalif gruplar’la Kastedilen kim?

Burada “alıcı taraf”la kastedilen Türkiye’dir. “ Muhalif gruplar ”la kastedilen, ABD işgal ordusuna direnen Saddam taraftarları ve diğer silahlı güçlerdir. Sözü edilen “ 4. paragrafta belirtilen durumlar” ise muhalif grupların saldırılarını veya muhalif gruplar arasındaki çatışmaları kapsamaktadır. Görüleceği üzere, MM’nın 7. maddesi, TSK’nin meşru savunma dışında, bölgedeki PKK/Kadek  unsurlarına karşı silahlı operasyonda bulunmasını engelliyor. Yani, Bölükbaşı kitabında resmen yalan söylüyor.  

Gizlilik dereceli bir belge olan MM’nın metni Bölükbaşı’nın kitabının ekleri arasında yer almıyordu. Bu metni bir hayli aradımsa da bulamadım. Ancak,  Sayın  Fikret Bilâ’nın yazdığı “Ankara’da Irak Savaşları” adlı Kitap imdadıma yetişti. ABD’nin Irak’a müdahaleye hazırlık sürecinde Ankara’da yapılan pazarlıkları tüm belgeleriyle açıklayan bu kitap yayınlanınca, Bilâ hakkında devletin gizli belgelerini yayınlamaktan ağır hapis talebiyle dava açılmış, fakat beraatla sonuçlanmıştı. Aradığım belge, yani MM metni, Bilâ’nın kitabının 7 sayılı ekini oluşturuyordu.  Hemen belirteyim ki, Irak savaşı öncesinde Türkiye ile ABD arasındaki gizli müzakereleri ve ABD’nin manevralarını açıklayan bu fevkalade kitap, aynı zamanda TSK’nin savaşa katılma ve aktif olma isteklerinin şart ve gerekçeleri hakkında da detaylı bilgiler içeriyor ve bu meyanda dönemin Genel  Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün MM’nın kuvvetli bir savunucusu olduğunu  da ortaya koyuyor.    

Özkök de  Yanıltıyor,

Nitekim Orgeneral Hilmi Özkök, 2012’de  gazeteci/yazar Murat Yetkin’e verdiği röportajda, “ Tezkere geçseydi çok farklı olurdu. ABD ile güzel bir Mutabakat Muhtırası Hazırlamıştık… ” dedikten sonra da şöyle devam etmişti:
“Tezkere  geçseydi çok miktarda askerimiz yani 4-5 tugay (20-25 bin asker) Irak topraklarına girecekti. Zaten Özel Kuvvetlerimiz de oradaydı, onlar da takviye edilecekti. Sınır boyunca, özellikle geçiş alanlarında tampon bölge kurulacaktı. Ve uzun süre orada kalacaktık. Hem geçişler kontrol altında olacak, hem de gerektiğinde harekâtı oradan sürdürecektik…  PKK konusunda bugünkünden çok daha avantajlı bir konuda olacağımızı söyleyebilirim.” (Radikal-28. 08. 2012).
Özkök  Paşa  bu ifadeleriyle,  hem “güzel” diye övdüğü MM’nın askeri birliklerimize PKK’ya karşı silah kullanmayı yasakladığını gizliyor,  hem de birliklerimizin  PKK’ya karşı harekâtta bulunacaklarını söyleyerek Türk kamuoyunu  bilinçli olarak yanıltıyor…  

İslam Alemi lanetlerdi,

ABD’nin Irak’ı işgali, Türkiye’nin asla ortak olmayı istemeyeceği korkunç boyutları olan bir felakete yol açmış, Irak’ı parçalanma girdabına sokmuştur. ABD’nin  Irak’a ayak bastığı andan itibaren körüklediği siyasi mezhepçilik ve mezhep kavgası bugün Ortadoğu’nun  başına bela olan IŞİD’i doğuran şartları yaratmıştır. Yani IŞİD’in “kuvözü” Iraktır. İşgal sırasında bir ila 1.5 milyon sivil ölmüş; 2 milyon kadın dul kalmış; yetim sayısı 4 milyonu bulmuştur. Dünyanın üçüncü petrol zengini Irak’ın 26 milyona varan nüfusunun 7 milyonu hâlâ açlık sınırı altında yaşıyor. Bunlar, Bush yönetiminin inanılmaz basiretsizliği ve ABD askerlerinin  korkunç gaddarlık, vahşet ve yağma hırsı sonucunda vuku bulmuştur. Türkiye, ABD’nin kuyruğunda bu insanlık faciasına katılsaydı, bu vebalin altından kesinlikle kalkamazdı. Tüm Arap ve İslam âlemi kıyamet gününe kadar Türkiye’yi lanetler, nefret duygularını ülkemize yöneltirdi...
Etiketler:
ABD,TSK,PKK,Irak,Kitap,İslam,bugün,Suriye,Ankara,Kandil,Amerika,Anayasa,Ortadoğu,Kuzey Irak,Washington,Hilmi Özkök,Murat Yetkin,Güney Amerika,Deniz Bölükbaşı

..

1 Mart tezkeresi TSK’ya operasyon izni vermiyordu


11 Mart 2015






















ÖZKÖK PAŞA DA BİLİYORDU!
CHP eski Milletvekili, Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, Uğur Dündar'a verdiği son röportajında, çok konuşulacak bir iddiayı dile getirdi. Elekdağ, “Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök de bu yalana ortak oldu” dedi…

2003 YILINDA MECLİS'TEKİ O TARİHİ OYLAMAYA KATILAN İSİMLERDEN BİRİ OLAN EMEKLİ BÜYÜKELÇİ ŞÜKRÜ ELEKDAĞ, O TEZKEREYLE İLGİLİ ÇOK ÇARPICI BİR İDDİAYI ORTAYA ATTI. ELEKDAĞ “ BU YALAN, 1 MART TEZKERESİ'NİN TEMEL DAYANAĞI OLAN FAKAT KAPALI OTURUMDA MİLLETVEKİLLERİNE DAĞITILMAYAN GİZLİ DERECELİ BİR BELGE NİTELİĞİNDEKİ MUTABAKAT MUHTIRASI'NA İLİŞKİNDİR” DEDİ.

YAZI İÇERİSİNDE  MM  OLARAK KISALTILAN ( MUTABAKAT MUHTIRASI ) ANLAMINI TAŞIR.,

_ Sevgili okurlarım,
1 Mart 2003'te AKP iktidarının TBMM'ye sunduğu tezkereyle Türkiye, 60 bin kişilik bir ABD askeri kuvvetini ve keza 255 ABD uçağını kendi topraklarında konuşlandırmak suretiyle Irak'a saldırı için Kuzey Cephesi'ni oluşturmayı kabul ediyordu. Türkiye böylece, çok ağır riskler üstlendiği gibi hukuki meşruiyetten yoksun bu askeri harekat nedeniyle uluslararası sorumluluk altına giriyordu. TBMM'nin Tezkere'yi reddetmesi, Türk-ABD ilişkilerinde ciddi bir kırılma noktası oluşturdu ve bugüne değin iki ülke işbirliği üzerine düşürdüğü gölge tam anlamıyla kaybolmadı. Bu konunun Türkiye'nin siyasi gündeminden düşmemesine ve Tezkere'nin Meclis'te görüşüldüğü gizli oturum tutanaklarının 10 yıllık gizlilik süresinin dolmasına rağmen, AKP tutanakları açıklamamakta ısrar ediyor. Bu konuyu İstanbul Milletvekili olarak gizli oturuma katılmış olan emekli büyükelçi, bilge diplomat Şükrü Elekdağ'la yaptığımız ve bu sütunlarda 17 Mart 2013'te yayımlanan söyleşimizde ele almıştık. O günden bugüne kadar bazı yeni ve çarpıcı gelişmeler oldu. Ben de bu gelişmeleri Sayın Elekdağ'a sordum.

UĞUR DÜNDAR (U.D.): Efendim anladığım kadarıyla AKP Hükümeti, tutanakların açıklanmasıyla büyük bir skandalın ortaya çıkmasından korkuyor. Nedir bu skandal?
ŞÜKRÜ ELEKDAĞ (Ş.E.): Ulusal çıkarlarımıza ilişkin korkunç bir yalan, dev bir sahtekarlık kamuoyundan gizlenmek isteniyor. Bu yalan, 1 Mart Tezkeresi'nin temel dayanağı olan fakat kapalı oturumda milletvekillerine dağıtılmayan “gizli” dereceli bir belge niteliğindeki Mutabakat Muhtırası'na ilişkindir. Bilindiği üzere, Tezkere'nin reddinden sonra muhtelif tarihlerde yaptıkları açıklamalarda Hükümet üyeleri ve dönemin Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök, “Tezkere'nin geçmesi halinde, Türk askeri birlikleri Kuzey Irak'a girecek ve PKK terör yuvalarını temizleyecekti… Şimdi bu imkanı kaybettik!..” diyerek hayıflandılar. Oysa söyledikleri büyük bir yalandı. Zira, Türk askeri birliklerinin, Mutabakat Muhtırası (MM) gereğince, Irak topraklarında sınırımız boyunca uzanan bir kuşakta konuşlanmalarına izin veriliyor, fakat Türk askerinin, PKK teröristlerine karşı, meşru savunma hakkı hariç, silah kullanması, altını çizerek söylüyorum, yasaklanıyordu. Yani, Türk askeri Kuzey Irak'ta dar bir kuşakta konuşlanacak, fakat PKK unsurlarını izleyip imha etme yetkisine sahip olmayacaktı…

AFFEDİLMEZ YALANA BAKIN
(U.D.): Söyledikleriniz iddiadan mı ibaret, yoksa kesin ve somut kanıtları var mı?

(Ş.E.): 
Evet var!.. ABD ile müzakereleri yürüten Emekli Büyükelçi Deniz Bölükbaşı milletvekili olduktan sonra “1 Mart Vakası – Irak Tezkeresi ve Sonrası” başlıklı iddialı bir kitap yazdı. Kitabında, Türkiye'nin çıkarlarını koruyan bir belge olarak değerlendirdiği MM'nin analizini de yapıyor. Bu belgenin açık adı şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Amerika Birleşik Devletleri Arasında Irak'a Karşı Türkiye'de Geçici Olarak Konuşlandırılacak Olan Kuvvetlerin Durumunu Saptamak ve Temel Politika, Prensipler ve Sürecin Oluşturulması Hakkındaki Anlaşma”
İsminden de anlaşılacağı üzere, kilit önemdeki bu belge, Türkiye, ABD'nin yanında savaşa katıldığı takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne verilecek görev ve yetkileri de tanımlıyor. Bölükbaşı kitabında, MM'nın, azami derinliği 40 kilometreye ulaşan ve PKK'nın Türkiye'ye yönelik terör eylemleri için kullandığı kampları ve silah ve cephane depolarını kapsayan bir alanın Türk askerinin kontrolü altına girmesini öngördüğünü ve bu bölgedeki “Türk birliklerine resen PKK unsurlarına karşı imha harekatına girme yetkisi verdiğini” vurguluyor. Oysa ben MM'yi incelediğimde, Bölükbaşı'nın bu ifadelerinin hiçbir şekilde gerçeği yansıtmadığını gördüm. Zira bu belge, Türk askeri birliklerinin Irak topraklarında PKK yuvalarını bulup tahrip etmesini yasaklıyor.

İŞTE YALAN VE HIYANETİN KANITI
(U.D.): Müzakerelere Genelkurmay Başkanlığı da katıldığına göre, böyle bir hainlik nasıl gerçekleşebilir?

(Ş.E.): 

Şimdi bakınız, Türk askeri birliklerinin hangi hallerde silah kullanabileceği MM'nin 7. maddesinin “Kuzey Irak'taki faaliyetler“ başlıklı (b) fıkrasının 3. paragrafında belirtilmiştir. Bu parag- raf aynen şöyledir:
“Alıcı taraf özel harekat kuvvetleri, terörist saldırılara, (PKK/KADEK, kendini savunma hakkı ya da 4. paragrafta belirtilen durumlar dahil) cevap verme dışında, Irak kuvvetleri ve muhalif gruplarla herhangi bir çatışmaya girmeyecektir.”
Burada “alıcı taraf”la kastedilen Türkiye'dir. “Muhalif gruplar”la kastedilen, ABD işgal ordusuna direnen Saddam taraftarları ve diğer silahlı güçlerdir. Sözü edilen “4. paragrafta belirtilen durumlar” ise muhalif grupların saldırılarını veya muhalif gruplar arasındaki çatışmaları kapsamaktadır.
Görüleceği üzere, MM'nin 7. maddesi, TSK'nın meşru savunma dışında, bölgedeki PKK/Kadek unsurlarına karşı silahlı operasyonda bulunmasını engelliyor. Yani, Bölükbaşı kitabında resmen yalan söylüyor.

(U.D.): Siz bu görüşleri Mutabakat Muhtırası (MM)'nın aslına dayanarak dile getiriyorsunuz. Peki bu metnin aslını nasıl elde ettiniz?

(Ş.E.): Bölükbaşı'nın kitabında bu belgenin aslı yoktu. Ancak, halen Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olan Fikret Bila, 1 Mart Tezkeresi'nin reddinden sonra, ABD'nin Irak'ı işgaline hazırlık sürecinde Ankara'da yapılan pazarlıkları tüm belgeleriyle açıklayan “Ankara'da Irak Savaşları” başlıklı fevkalade bir kitap yazmıştı. Kitap yayınlanınca, Bila hakkında devletin gizli belgelerini yayınlamaktan ağır hapis talebiyle dava açıldı, ama dava beraatle sonuçlandı. Aradığım belge, yani MM metni, Bila'nın kitabının 7 sayılı ekini oluşturuyordu. Ancak, Bila kitabında, MM'nin “Kuzey Iraktaki faaliyetler” başlıklı fıkrası ışığında Türk askerinin operasyon yetkisi konusunu ele almamıştı.

HİLMİ ÖZKÖK DE YALANA ORTAK
(U.D.): Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök'ün tutumunu da değerlendirir misiniz?

(Ş.E.): Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, MM'nın kuvvetli bir savunucusuydu. Nitekim, kendisiyle röportajlar yapmış olan Fikret Bila'nın bir makalesinde şu hususlar yer alıyordu: “… Özkök, 1 Mart Tezkeresi'nin TBMM'den geçmesini istiyordu. Bu konudaki görüşünü dönemin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı'na  iletmiş, ilgili kurullarda bu yönde açıklamalar yapmıştı. Özkök, 1 Mart Tezkeresi'nin eki olan Mutabakat Muhtırası'nın Türkiye'nin milli çıkarlarına uygun olduğunu, çok iyi bir  anlaşma sağlandığını düşünüyordu.” (Milliyet- 10.04.2010). Nitekim, Orgeneral Özkök, gazeteci/yazar Murat Yetkin'e verdiği röportajda, “Tezkere geçseydi çok farklı olurdu. ABD ile güzel bir Mutabakat Muhtırası hazırlamıştık…“dedikten sonra da şöyle devam etmişti: “Tezkere geçseydi çok miktarda askerimiz yani 4-5 tugay (20-25 bin asker) Irak topraklarına girecekti. Zaten Özel Kuvvetlerimiz de oradaydı, onlar da takviye edilecekti. Sınır boyunca, özellikle geçiş alanlarında tampon bölge kurulacaktı. Ve uzun süre orada kalacaktık. Hem geçişler kontrol altında olacak, hem de gerektiğinde harekatı oradan sürdürecektik… PKK konusunda bugünkünden çok daha avantajlı bir konuda olacağımızı söyleyebilirim.” (Radikal-28. 08. 2012).
Bu açıklamayı, geçen yıl Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde sırasıyla 2 Şubat'ta ve 26 Ekim'de yayımlanan makalelerimde ele aldım ve Orgeneral Özkök'ün “güzel” diye övdüğü MM'nın ne denli sakat ve ulusal çıkarlarımızı zarar verici olduğunu vurguladım. Özkök'ün, bu sözleriyle Türk halkını aldattığını, zira MM'nın, Türk askerine PKK yuvalarını bulup imha etmeyi yasakladığını vurguladım.

AKP HÜKÜMETİ ANAYASA SUÇU İŞLEDİ
(U.D.): Bu açıklamanıza emekli Orgeneral Özkök'ten bir yanıt geldi mi?

(Ş.E.):  Hayır gelmedi!.. Şimdi, serinkanlılıkla düşününüz… ABD'nin Irak'ı işgali, bir BM Güvenlik Konseyi kararına dayanmadığından, tam anlamıyla gayri-meşrudur. Bu niteliğiyle ABD ile imzalanan MM'da, Anayasamızın 92. maddesinin hükümlerini ihlal etmektedir. Bu duruma rağmen, AKP iktidarı, ABD'nin peşinden giderek resmen  anayasa suçu işlemeyi, ahlaka, adalete ve hakkaniyete ters düşen bir eyleme ortak olmayı öngörmüştür. Bu durumda, Genelkurmay Başkanı'nın “sorumluluk, milli iradeyle ülkeyi yöneten iktidarındır” diyerek, Hükümet talimatlarına göre hareket etmesi hukuken savunulabilir… Ama, ABD'nin Irak'ı gece gündüz bombardımanla hallaç pamuğu gibi dövecek  255 savaş uçağının ve Irak'a saldıracak 60 bin askerinin topraklarımızda  konuşlandırılmasına izin verilmesi suretiyle, ağır riskler üstlenilirken ABD'den, Kandil de dahil tüm PKK üslerinin yok edilmesini ve teröristlerin tasfiye edilmesinin istenmesi ve bunda diretilmesi gerekmez miydi? Fakat burada çok daha vahim olan, ABD'nin dayatmasıyla, askeri birliklerimize PKK'ya karşı operasyon yetkisi vermeyen bir anlaşmanın imzalanması, sonra da böyle yaşamsal önemde bir konuda Türk halkına yalan söylenmesidir.

ARAP-İSLAM ALEMİ BİZİ LANETLERDİ
(U.D.): ABD'nin Irak'a saldırması ve işgal etmesi ABD'nin siyasi tarihine bir kara leke olarak geçecek affedilmez bir insanlık faciası. ABD'de bu konuda yazılan düzinelerce kitapta bu savaş ve uygulanan yöntemlerin ABD değerlerini ihlal ettiği, insanlığa karşı suç oluşturduğu ve utanç verici olduğu belirtilerek kınandı. Hal böyleyken ben Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın başbakanlığı döneminde “Tezkere geçmiş olsaydı şu anda Kuzey Irak'ta olurduk ve Kuzey Irak'ta verilen kararlara Türkiye olarak ortak olurduk” dediğini hatırlıyorum. Bu nedenle Türkiye'nin siyasi liderlerinin dünya gerçeklerinden bu denli kopmalarına bir anlam veremiyorum. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
(Ş.E.): 
ABD'nin Irak'a saldırısı, Türkiye'nin asla ortak olmayı istemeyeceği korkunç boyutları bulunan bir felakete sebebiyet vermiş, Irak'ı mahvetmiş ve parçalanma girdabına sokmuştur. Washington'un Irak'a ayak bastığı andan itibaren izlediği Sünnilerle Şiileri çatıştırma politikası, bugün Ortadoğu'nun başına bela olan IŞİD'i doğuran şartları yaratmıştır. İşgal sırasında 1 ila 1,5 milyon sivil ölmüş; 2 milyon kadın dul kalmış; yetim sayısı 4 milyonu bulmuştur. Dünyanın üç numaralı petrol zengini Irak'ın 26 milyonluk nüfusunun 7 milyonu hâlâ açlık sınırı altında yaşıyor. Bunlar, Bush yönetiminin inanılmaz basiretsizliği ve ABD askerlerinin korkunç gaddarlık, vahşet ve yağma hırsı sonucunda vuku bulmuştur. Şu noktayı hep vurguluyorum:Türkiye, ABD'nin kuyruğunda bu insanlık faciasına katılsaydı, buna ortak olsaydı, bu vebalin altından kesinlikle kalkamazdı. Tüm Arap ve İslam alemi kıyamet gününe kadar Türkiye'yi lanetler, nefret duygularını ülkemize yöneltirdi. Bu gerçeği görmemekte ısrar için stratejik körlükle malul olmak lazım.



..