ANKARA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ANKARA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Aralık 2018 Pazar

RAUF DENKTAŞ’IN ANKARA’DAKİ ZORUNLU İKAMET YILLARI VE FAALİYETLERİ (1964-1968) BÖLÜM 3

RAUF DENKTAŞ’IN ANKARA’DAKİ ZORUNLU İKAMET YILLARI VE FAALİYETLERİ (1964-1968) BÖLÜM 3



Gençliğini ve Ömrünü KIBRIS Türk devletinin kuruluşuna adayan Mukavemetçi ,


1.4. Denktaş’ın Kıbrıs’a Firarı (1967) 

Ankara’daki zorunlu ikamet döneminin dördüncü yılı başlarken (1967) 
Denktaş durumun ne kadar üzüntü verici olduğunu hatıralarında şu şekilde dile 
getirmekteydi: “Ada’dan uzak kalışın baskısı ve tatsızlığı ile dolu bir yıl daha 
geçti. Kıbrıs’tan gelen haberler daha da tatsızlaştı. Ankara’dan geçerken uğrayıp 
hal hatır soranlar azaldı. Benimle temas edenler “ikbalden” düşüyorlarmış. 
Dışişlerindeki arkadaşları da zor durumda bıraktığımı anlıyorum. Hükümetin 
boyunda bir ağırlık olduğum aşikâr. Eleştirilerim fazla oluyormuş.” (Denktaş, 
1997, s.1) Denktaş söz konusu ifadeleri, hem Ankara’nın Kıbrıs politikasına, 
hem de Dr. Küçük’ün Denktaş hakkında söylediklerine ne kadar üzüldüğünün 
kanıtıydı. 

Denktaş’ın Ankara’da yaşadığı günler, Dr.Küçük’le aralarının açılmaya 
başladığı günlerdi. Aynı tarihlerde Kıbrıslı Türkler, “Doktorcu” ve “Denktaşçı” 
olarak ikiye bölünmeye başlamışlardı. Peki neydi Dr. Küçük’ün, siyasete 
kendisinin soktuğu Denktaş’a karşı olan bu tavırlarının nedeni? Aslında her şey 
Denktaş’ın Ada’ya girişinin yasaklanmasıyla gün yüzüne çıkmıştı. Denktaş’a, 
Ankara’da Dışişlerinde Kıbrıs dairesinde bir masa verilmiş, çalışmalarını 
oradan sürdürüyordu. Bu arada demeçler, röportajlar, raporlar hazırlıyordu. 

Ada’da ise, yerine vekâlet eden Dr. Şemsi Kazım fiilen cemaat başkanı olmuştu. 
Toplumun en güçlü kurumunun başına Dr. Küçük’ün sevmediği biri 
gelmişti.1963 yılında Rum lider Makarios’un Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasını 
veto etmesinden sonra, Cumhurbaşkanı yardımcısı Dr.Küçük ile bakanlar, 
toplum yönetiminin dışında kalmıştı. Dr. Küçük’ün sevdiği (ancak kıskandığı) 
Denktaş, ise Ankara’daydı. Doktorla, Şemsi Kazım’ın arasına ilerleyen 
günlerde, iyice açılmaya başladı. Dr.Küçük hem Cemaat Meclisine, hem de 
TMT’ye karşı savaş açtı. Dr. Küçük, Şemsi Kazım’ın ve TMT’nin talimatları 
Denktaş’tan aldığını düşünüyordu. (Batur, 2007, s.304) Denktaş, 1967 yılında 
Ada’ya gizlice çıkarken, Rumlar tarafında yakalanıp tutuklanınca, sorgusunda, 
aralarının açılması hakkında şunları söyleyecekti: “Doktor, kendi gölgesinden 
bile kuşkulanır. Benim hakkımda söylenenleri duydukça benden 
kuşkulanıyordu. İnsanlar benim hakkımda, “Denktaş daha iyidir” şeklinde 
sözler söylüyorlardı. Bunları duydukça, Türkiye’den döner dönmez kendisini 
devireceğimi sanıyordu. Denktaş, Türkiye’de rahatına bakar, ben ise burada acı 
çekerim. Bütün bunlar geçip de Denktaş geldiğinde beni yerimden edecek diye 
düşünüyordu. Dr. Küçük, kendisini büyük adam olarak görürdü. Ona bir mektup 
yazdım: “Bir gün Kıbrıs’a geleceğim. Ölecek olsam bile geleceğim. Gelecek ve 
topluma bir açıklama yapacağım. Bazıları senin beni istemediğini söylüyorlar. 
Buna inanmıyorum. Senden bir ricam var. Benim Kıbrıs’a dönmemi istediğin 
hakkında Türk hükümetine bir yazı yaz. Şöyle ki, mücadele ederken benim 
elimde bir şey bulunsun”. Buna karşılık, Doktor, ilk mektubunda bana şunları 
yazdı: “Senin Kıbrıs’a dönmenin bir yolu olmadığı halde niçin cesurluk 
satıyorsun? Artık nasıl Kıbrıs’a dönebilirsin? Ama daha sonra, mayıs ayında 
yazdığı bir mektupta dönmemi istediğini bildiriyordu. Ankara’ya gelenlerle de 
mesajlar gönderiyordu. Yalnız başına işlerin üstesinden gelemediğini ve benim 
dönmemi istediğini söylüyordu. Dr. Küçük’ün Türk hükümetine de aynı yolda 
yazı yazıp yazmadığını bilmiyorum. Ama değiştiği belliydi. Bütün bunlardan 
sonra Kıbrıs’a dönmek istiyordum.” (Sepetçioğlu, 2000, s.323-325) Ankara ile 
bozulan ilişkileri Denktaş’ta artık Ada’ya dönme zamanı geldiğini 
düşündürüyordu. Bu yüzden bir plan yapan Denktaş Türk hükümetinden gizli 
Larnaka’daki mücahitlerin lideri Dr. Orhan Müderrisoğlu ve Kıbrıs’ta 
mücahitlerin komutanı Erol Kazım ile irtibata geçti. Denktaş, Larnaka’dan 
gizlice Ada’ya girecekti. Gerekli para, mücahit fonlarında temin edilip, 
Denktaş’a gönderilecekti. Denktaş, Nejat Konuk ve Denktaş’ın şahsen 
tanımadığı Larnaka’yı bilen Erol İbrahim isminde bir kişiyle 21 Ekim 1967 
gecesi Ankara’dan İskenderun’a, oradan da motorla Ada’ya gitmek için 
harekete geçtiler. Konuk’un ayarladığı motorla Larnaka’ya doğru yola 
çıktıklarını sanıyorlardı ancak Larnaka yerine Ada’nın kuzey ucundaki 
Karpaz’a çıkıyorlardı. (Denktaş, 1997, s.387-463) Denktaş ve beraberindekiler 
(Nejat Konuk, Erol İbrahim ve motoru kullanan kişi) 1967 yılında, Ada’ya 
gizlice girmeye çalışırken Rumlar tarafından yakalanıyordu. O sırada 
Makarios’un Kıbrıs’ı savunma meseleleri için oluşturduğu konsey toplantı 
yapıyordu. Toplantı sırasında, Denktaş’ın yakalandığı haberi, sekreteri 
tarafından Makarios’a bir notla bildirildi. Makarios’un ardından Albay Grivas 
da aynı notla Denktaş’ın yakalandığı haberini öğrenmiştir. (Kızılyürek, 2007, 
s.138) 

Yunan karargâhında tutulan Denktaş, önce Yunanlı subaylar tarafından 
sorgulanıyordu. Daha sonra Rum Merkez Karakoluna götürülüyordu. 
Denktaş’ın avukatı Ali Dana da oraya gelmişti. (Batur, 2007, s.343-356) 
Kendisini sorgulayan Yunan subayların “niye geldin” sorusuna Denktaş: 
“Enosis tamamdır, adını koymak kalmıştır şeklinde beyanatlarınız vardır... Bana 
gelen haberlerde bazı insanlarımızın buna inandıklarını ve size mukavemetin 
gereksiz olduğunu düşünenlerin de olduğunu görüyordum; diğer yandan da 
bana sonuna kadar dayanırız diyenlerden de haberler geliyordu... Doğrusu 
neydi? Bunu tespit ederek halka yön vermek için geldim. Siz de biliyorsunuz ki 
tespitim bu işin bittiği, Enosis’in tahakkuk ettiği yönde olursa bunu halkıma 
duyuracak cesaretteyim, ancak mukavemetin devam edebileceğini görürsem 
bunun daha etkili bir şekilde devam etmesi için elimden geleni de yaparım. Bu 
nedenle geldim” diyordu. (Denktaş, 2004, s.29) 

1 Kasım 1967 tarihinde Türk gazetelerinde manşetlerde “Denktaş, 
Kıbrıs’ta tevkif edildi” haberi yer alıyordu. ( Hürriyet, 1 Kasım 1967, s.1) Bu 
haber hem Ankara’da hem de Kıbrıs’ta şaşkınlıkla karşılanıyordu. The Times 
gazetesi ise haberi, “Kıbrıs Türk Cemaati Üyesi Denktaş, iki Kıbrıslı Türk ile 
beraber, Kıbrıs’ın kuzeydoğusunda, küçük bir botla, Ada’ya girmeye çalışırken 
yakalandı” şeklinde duyuruyordu. (The Times, 2 Kasım 1967, s.7) 

O tarihlerde Denktaş’ın tutuklanması ile ilgili olarak Milliyet 
gazetesindeki haberler şu şekildeydi: “Denktaş, 31 Ekim 1967 tarihinde 
yanındaki iki kişi ile birlikte, Ada’ya çıkarken tutuklanmıştı.” (Milliyet, 1 
Kasım 1967, s.7) Ancak Lefkoşa Türk Büyükelçisi Ercüment Yavuzalp, 
“Denktaş’ın hayatının garanti altına alınması için Birleşmiş Milletler 
aracılığıyla, Rum hükümeti ile görüşmüş ve talep olumlu karşılanmıştı. Ayrıca, 

Kıbrıs’ta ki Türk hükümeti temsilcileri, Denktaş’ın Ada’ya çıkışından Türk 
hükümetinin kesinlikle bilgisi olmadığını belirtiyordu.” (Milliyet, 1 Kasım 
1967, s.1) 

Denktaş’ın tutuklanmasının ardından, Rumlar tarafından Denktaş’a 
işkence yapılabileceğinden endişe eden Başbakan Süleyman Demirel 
kamuoyuna “Denktaş’a yapılacak muamele fevkalade önem taşımaktadır” 
diyordu. ( Hürriyet, 2 Kasım 1967, s.1) 

 İngiltere Dışişleri Bakanı Brown, “Denktaş’ın serbest bırakılması için 
Makarios ile irtibata geçileceğini, Londra’da bulunan Türk Dışişleri Bakanı 
İhsan Sabri Çağlayangil’e bildirdi. Bu arada Denktaş’ın serbest bırakılması için 
hem Lefkoşa’da hem de Türkiye’de mitingler yapılıyordu.” (Milliyet, 1 Kasım 
1967, s.1) Kamuoyu tepkisi ve Türkiye’nin araya girmesi ile Denktaş, günler 
süren sorgulamalardan sonra, nihayet 13 Kasım 1967 tarihinde serbest 
bırakılıyordu. (Milliyet, 1 Kasım 1967, s.7) Bu olay, Denktaş‘ın bir lider olarak 
cesaretini ve risk alma konusundaki kesin tavrını göstermesi açısından dikkat 
çekicidir. Sonunda ölümün dahi olabileceği bir bilinmez yola çıkmaktadır. 
Diğer taraftan Türkiye‘nin onaylamadığı bir hareketin içerisinde mücadelenin 
Türkiye ayağında bir aksaklık çıkması, daha önemlisi kendisinin saf dışı 
bırakılması ihtimali vardır. Tüm bunlara rağmen Denktaş Ada‘ya çıkmıştır. 

12 Kasım 1967 tarihinde Denktaş 12 günlük tutukluluktan sonra serbest 
bırakılıyordu, Denktaş’ın eşi Aydın Denktaş haberi, Türk Dışişleri Bakanı İhsan 
Sabri Çağlayangil’den öğreniyordu. ( Hürriyet, 13 Kasım 1967, s.1) Ankara’ya 
dönen Denktaş, Kıbrıs’a neden ve nasıl gittiği hakkında bir basın toplantısı 
düzenlemiştir. “Yunanistan Ada’yı askeri yönden fiilen işgal etmiştir. Bu 
aşikârdır. Askeri ENOSİS olmuştur. Geri kalan şey iki tarafın, bunu hukuki 
yönden ilanıdır” diyen Denktaş, tutuklu kaldığı zaman zarfında, Rum liderlerin, 
hatta İçişleri Bakanı Yorgacis’in, “ENOSİS” diye bir şey yok. Bu davanın en 
salim yolunun Türkiye ile Yunanistan’ın Ada’dan çekilmeleri, iki cemaatin 
eskisi gibi Kıbrıs’ı birlikte idare etmeleridir” dediğini, buna karşılık Yunan 
subayların “ENOSİS olacaktır, bunu biliniz. Siz de Batı Trakya’daki 
Müslümanlar gibi bizim idaremizde yaşamayı öğreneceksiniz” şeklinde 
konuştuğunu söyleyen Denktaş, Ada’ya gidiş sebebini de şu şekilde açıklıyordu: 
“Benim amacım, Türk kesimine gitmek ve vazifemin başına geçmekti, Türk 
kesimine girebilseydim, artık Türkiye’ye dönmem bahis konusu olmayacak, 
durumu raporlar halinde Türk hükümetinin en yetkili kademelerine teferruatıyla 
bildirecektik.” (Milliyet, 13 Kasım 1967, s.7) 

1967 yılının sonunda Ada’da Rumların Geçitkale saldırılarından sonra, 
toplumlararası müzakerelere başlanması kararı alınıyor, Türk tarafını temsil 
edecek kişi olarak Denktaş seçiliyordu. Denktaş için 13 Mart 1968 tarihi bir 
milattı. Dört yıllık sürgünden sonra, evine, Ada’ya dönüyordu. Makarios’un, 12 
Ada’dan sonra, 13.Ada olarak, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama isteğine karşılık 
Denktaş, 13 Mart tarihinde, bu planı bozmak için Ada’ya geliyordu. Ada’ya 
gelirse, kendisini meydandaki elektrik direğine asacağını söyleyen Dr. 
Küçük’ün nasıl tepki vereceği konusunda endişeliydi. Ancak, yaşanan tüm 
kırgınlıklara rağmen, dört yıldır, Ada’da tek başına mücadele veren Dr. Küçük 
yorulmuştu ve Denktaş’a ihtiyacı vardı. Binlerce Kıbrıslı Türk, Denktaş’ı 
karşılıyordu. Aralarında Dr. Küçük de vardı. Birbirlerine sarılıp, ağlıyorlardı. 
Denktaş, o günü şöyle anlatır: “Dr. Küçük’le kucaklaştık. Bu samimi, içten 
gelen, geçmişe sünger çeken bir kucaklaşmaydı. Dr. Küçük’le bir jeepe bindik. 
Binlerce insan coşku içinde bizi selamlıyordu. Halk arasında ağlayanlar vardı. 
Gördüğüm herkes, kadın erkek, fark etmeksizin birer direnişçiydi. Kahramandı. 
Atatürk Meydanı’na kadar, coşkulu bir hava içinde geldik. Dr. Küçük de ben de 
halka hitap ettik. Önümde yeni bir sayfa açılıyordu”. (Batur, 2007, s.390) 
Gerçekten de Denktaş’ın önünde, devlet başkanlığına kadar gidecek yeni bir 
sayfa açılıyordu. Bu sırada, Dr. Küçük’le aralarındaki buzlar erimişti ancak bu 
sadece birkaç yıl sürecekti. Yapılacak çok şey vardı. Denktaş, Ada’ya 
döndükten kısa bir süre Toplumlararası Görüşmelerde Türk tarafını temsil 
etmekle görevlendiriliyordu. Denktaş’a göre bir görüşmecide olması gereken 
özellikler şunlardı: “Görüşmecilik meslek değildir. Akıl işidir. Görüşmeci, bir 
maksat için görüşür. Tellal değildir. Elindeki mala, en çok fiyatı verene malı 
teslim etmek gibi bir yaklaşımı yoktur. Siyasal görüşmelerde, görüşmeciye 
verilmiş bir hedef vardır. Ondan, bu hedefe varmak için izleyeceği yolda, 
karşısına ne çıkarsa çıksın, vazgeçmemesi, gereken prensipler konusunda çok 
titiz davranması istenir. Kısacası, görüşmeci belirli yetkilerle donanmış, 
görüşme koşulları önceden kararlaştırılmış, kırmızı çizgileri belli bir ortamda 
sorumluluk yüklenmiş, savunduğu davaya inanmış bir müzakerecidir.” 
(Denktaş, 2004, s.20) Peki, Denktaş nasıl bir müzakereci olacaktı, anavatanı 
olarak gördüğü Türkiye’nin kendisine çizdiği kırmızı çizgiler nelerdi? Bu 
soruların cevabını ve talimatları almak için, Denktaş, Türk Dışişleri Bakanı 
Çağlayangil’i ziyaret etmişti. Görüşmede, Akritas Planı ve Makarios’un yapmak 
isteklerini anlatan Denktaş’a göre: “Çare, Türkiye’nin de Kıbrıs’ta Yunanistan 
kadar var olmasında ve durumu dengelemesindeydi. Makarios’a göre, ENOSİS 
elde edilmişti, adını koymak için bekleyebilirdi. İşlerin uzaması Türkiye’nin 
1960 Anlaşmalarıyla, elde etmiş olduğu en hayati hakkını gerektiği andan 
kullanmamasından kaynaklanmaktaydı. Türkiye, bu haklarının var olduğunu, 
canlı olduğunu ve gerekirse mutlaka kullanacağını devamlı olarak gündemde 
tutmalı, bu hakkın “kullanılmama suretiyle” ortadan kalktığının iddia 
edilmesine müsaade etmemeliydi”. Ancak, Türkiye, Kıbrıs’a müdahale edecek 
durumda değildi. Türkiye’nin zamana ihtiyacı vardı. Denktaş bunu biliyordu 
ama bu yaklaşık on yıl olacağını tahmin edememişti. Çağlayangil’le 
görüşmesinin ardından, Denktaş Türkiye’nin öngördüğü bir hedef, bir Kıbrıs 
siyaseti, garantilerin devamından öteye geçmeyecek kırmızı çizgileri olmadığı 
sonucuna varır. Çağlayangil’in, kendisine açık kart verdiğini düşünen Denktaş’a 
göre, “halkının içinde bulunduğu sıkıntılı durumu rahatlatacak her hangi bir 
sonuç, Türkiye için olumlu bir sonuç olacaktı. Denktaş, Türkiye’nin o günkü 
durumda, daha ilerisini göremediğini düşünüyordu. Denktaş, Çağlayangil’den 
aldığı yetkiyi, “iyi, tatminkâr bir anlaşma yapabilirsen bunu yap, zamana da, 
yardıma da ihtiyacımız vardır, bize de zaman kazandır, Garanti Anlaşmalarıyla 
Türkiye’ye verilmiş hakların devam edeceği bilinci ve güveni içinde ol” 
(Denktaş, 2004, s.25-26) )anlamında yorumluyordu. Ne var ki, Denktaş, çok 
yaklaştığı anlar olsa bile, hiçbir zaman Rumlarla tatminkâr bir anlaşma zemini 
bulamayacaktı. 

Sonuç 

Rauf Denktaş’ın Ankara yılları, Kıbrıs konusunda Türk hükümetleri ile 
arasındaki vizyon farklılığını iyice anladığı ve gerek söylemlerinde gerekse 
yazdıklarında bunu çekinmeden dile getirdiği bir dönem oldu. Kıbrıs davasının 
ancak Türkiye’nin birlikteliği, hangi hükümet işbaşında olursa olsun, 
Türkiye’nin desteğiyle çözüleceğine inanan Denktaş için sürgün yılları 
“hayatının en zor yılları” olmuştur. 

Denktaş, Rumların saldırıları karşında Ada’daki Türk varlığını korumak 
için Türkiye’nin mutlaka müdahale etmesi gerektiğini savunmuş ve bu 
düşüncesini Ankara hükümetlerine benimsetmeye çalışmıştır. Teorik olarak bu 
fikre sıcak bakan Ankara ise, 1964-1968 yılları arasında askeri açıdan yeterli 
olunmadığı gerekçesi ile bu fikri fiiliyata dökememiştir. 

Denktaş ile Ankara ilişkileri, Türkiye’deki iktidar ve uluslararası 
konjonktürün dinamiklerine göre değişiklik göstermiştir. Türk hükümetleri hem 
kendi ideolojilerine hem de uluslararası koşullara göre değişiklik (nispi oranda) 
gösteren politikalarını Denktaş’a uygulatmak istemişler, Denktaş da böylece 
Türkiye’deki askeri-sivil bürokrasinin Kıbrıs’taki uygulayıcı aktörü durumuna 
gelmiştir. Türkiye’deki askeri-sivil bürokrasi arasında nasıl denge politikası 
takip ettiğini Denktaş şöyle açıklar: “ Türkiye’de hariciyede ve askerde iki ekol 
var. Bunlardan bir tanesi, Denktaş’ın müdafaa ettiği şekilde halledilebilir 
derken, diğeri; Kıbrıs meselesi üzerimizde büyük bir kambur, bitmesi lazım 
diyor. Ben bu iki ekol arasında devamlı surette bir denge kurarak, fazla taviz 
vermeksizin bu davayı yürütme görevini üstlendim “Derhal anlaşma yap 
dediklerinde ve o anlaşma yapılamayacak bir anlaşma ise zaman kazanmaya 
çalıştım ve anlaşma yapılsaydı çok şey kaybederdik” diyen ekol kendini kabul 
ettirmeye kadar bekledim.” (Gürkan, 2005, s.53-54) 


KAYNAKÇA 

Azizoğlu, A. ( 2013). Denktaş Anlatıyor: 1 Ağustos 1964 Erenköy. Kıbrıs Postası, 1 Ağustos. 
Batur, N. (2007). Rauf Denktaş- Yeniden Yaşasaydım. İstanbul: Doğan Kitap. 
Denktaş, R. (1966). 12’ye 5 Kala Kıbrıs. Ankara. 
Denktaş, R. (2004). Kıbrıs Girit Olmasın. İstanbul: Remzi Kitabevi. 
Denktaş, R. (1996). Rauf Denktaş’ın Hatıraları 1964.İstanbul: Boğaziçi Yayınları. 
Denktaş, R. (1996). Rauf Denktaş’ın Hatıraları 1965.İstanbul: Boğaziçi Yayınları. 
Denktaş, R.(1997). Rauf Denktaş’ın Hatıraları 1967. İstanbul: Boğaziçi Yayınları. 
Erol, H. (2014). Kıbrıs Politikalarında Lider Rauf Denktaş’ın Rolü. Yayınlanmamış doktora tezi, İstanbul: Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü. 
Gürkan, N. (2005). Zirvedeki Yalnızlık Kulesi Rauf Raif Denktaş. Gazimağusa: Cümbez Yayınları. 
Hürriyet, 4 Eylül 1964, s.1. 
Hürriyet, 1 Kasım 1967, s.1 
Hürriyet, 2 Kasım 1967, s.1 
Hürriyet, 13 Kasım 1967, s.1 
Kasımoğlu, E. (1991). Eski Günler Eski Defterler. Lefkoşa: Yorum Yayıncılık. 
Kızılyürek, N. (2007). Glafkos Klerides Tarihten Güncelliğe Bir Kıbrıs Yolculuğu. İstanbul: İletişim Yayınları. 
Milliyet, 10 Nisan 1964, s.1,7. 
Milliyet, 12 Temmuz 1964, s.1,7. 
Milliyet, 8 Ağustos 1964,s.1. 
Milliyet, 10 Ağustos 1964,s.1. 
Milliyet, 12 Ağustos 1964, s.1. 
Milliyet, 9 Nisan 1965, s.3. 
Milliyet, 26 Aralık 1965, s.1. 
Milliyet, 5 Ocak 1966, s.1. 
Milliyet, 17 Aralık 1966, s.1. 
Milliyet, 1 Kasım 1967, s.1,7. 
Milliyet, 13 Kasım 1967, s.7. 
Satan, A.- Şentürk, E.(2012). Tanıkların Diliyle Kıbrıs Olayları 1955-1983. İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 
Sepetçioğlu, M. N. (2000). Sabır Ağacı Zaman Uyanışı. İstanbul: Kıbrıs Kredi Bankası. 
Özter, L. (2004). Ulusal Mücadelede Denktaş. Ankara: Özyurt Matbaacılık. 
Tarakçı, M. (2010). Kıbrıs Barış Harekâtı. İstanbul: Hiperlink Yayınevi. 
Tercüman, 29 Ağustos 1964, s.1. 
The Times, 2 Kasım 1967, s.7. 

 ***

RAUF DENKTAŞ’IN ANKARA’DAKİ ZORUNLU İKAMET YILLARI VE FAALİYETLERİ (1964-1968) BÖLÜM 2

RAUF DENKTAŞ’IN ANKARA’DAKİ ZORUNLU İKAMET YILLARI VE FAALİYETLERİ (1964-1968) BÖLÜM 2





1.2. Denktaş İle Ankara’daki Yeni Hükümetin İlişkileri (1965) 

İsmet İnönü’nün Şubat 1965 tarihinde geçiş süreci başbakanlık görevini 
bırakmasının ardından, Adalet Partisi hükümeti kurulmuştu. Yeni hükümette 
Suat Hayri Ürgüplü 20 Şubat 1965 tarihinde başbakanlık koltuğuna oturuyordu. 
Suat Hayri Ürgüplü hükümetinde, 1965 yılında, Kıbrıs’tan sorumlu başbakan 
yardımcılığı görevine getirilen Süleyman Demirel’in, başbakanlık ve  cumhurbaşkanlığı dönemini de kapsayan kırk bir yıllık Kıbrıs meselesi serüveni başlamıştı. Demirel, o dönemi şöyle anlatmaktadır: “1965 Şubatında biz, o günkü hükümeti istifaya mecbur ettik. 20 Şubat 1965’ten itibaren Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında yeni bir hükümet kuruldu. Bu hükümette ben başbakan yardımcısıyım. Adalet Partisi genel başkanı olarak. Ve Türkiye’de Kıbrıs işinden sorumlu bakan benim. Benim Kıbrıs’la ilgim 20 Şubat 1965’ten itibaren devlet seviyesinde bir ilgidir. O tarihten itibaren hangi meselenin içinde kim varsa hepsiyle ilgiliyim. Kıbrıs olayı dendiği zaman, her şey benden soruluyor. Haluk Bayülken Dışişleri Genel Sekreteri. Benimle çalışıyor. Hasan Işık Bey, Dışişleri Bakanı. Moskova’da büyükelçiydi. Onu da ben getirdim. Haluk Bey, Hasan Bey ve ben üçümüz beraber Kıbrıs meselesini götürüyoruz. O sırada, Fazıl Küçük’le de Rauf Denktaş’la da tanıştım. Hükümetimizin devraldığı 
Kıbrıs olayında 1963 hadiseleri var. Katliam var. Kan var. Mesele, uluslararası 
platforma çıkmış, 4 Mart 1964 tarihli Birleşmiş Milletler kararı var. Bu karar 
çok büyük bir handikaptır. Bu karardır aslında Türkiye’yi en uğraştıran. Bu 
kararı Türkiye nasıl kabul etmiştir? Biz o zaman bunu çok ağır eleştirdik. Bu 
kararla 1959-1960’da kurulmuş olan Kıbrıs ortak devletini, yani Ada’da iki 
halkın yaşayacağı ve iki ayrı halkın bir müşterek, ortak devleti olacağı 
prensibini ortadan kaldırıyor. O zaman ne oluyor, o günkü hükümetin bir kanadı 
koparılmış, bu kararla Makarios hükümetini Ada’nın bütün hükümeti sayıyor. 
Hala Türkiye bundan kurtulamamıştır (2007). Bizim o anda yapacağımız bir şey 
yok, fakat Ada’da büyük bir göç oluyor. Güneydeki Türkler kuzeye geliyor. 
Lefkoşa’nın varoşları Türk mahalleriyle doluyor. Türkiye çok fazla bir şey 
yapamıyor, kıvranıp duruyoruz. Gece yarılarında Lefkoşa içinde Yeşil Hat 
kurulmuş, Magosa’da Yeşil Hat kurulmuş. 3’e doğru Haluk Bayülken’in gelip 
beni uyandırdığını hatırlıyorum. Yeşil Hat değişti. Nasıl değişti? Yorgos’un 
dükkânından, Mustafa’nın dükkânına kaydı. Bir değişiklik büyük devlet 
meselesi oluyor burada.” 

Denktaş Suat Hayri Ürgüplü için: “Geçici bir hükümetin başkanı olduğunu bilerek hareket etti. Kıbrıs meselesini aldığı yerden teslim etmek siyasetini kullandı, gerilememeye çalıştı. Türkiye’nin Kıbrıs’ta ne istediğini kendisi de bilmiyordu zannedersem” analizini yapıyordu. 

Denktaş Ankara’daki ikinci yılında da Kıbrıs Türk liderliği ve Dr. Küçük’e mektuplar göndererek gelişmeler hakkında bilgi vermekte ve almaktaydı. Hatta bu durum, Denktaş, Dr. Küçük’e Ankara’dan talimat veriyor şeklinde kamuoyuna yansıyordu. 

Denktaş’ın “zorunlu ikamet” döneminde Ankara’dan yürüttüğü faaliyetleri  hakkında, Rum gazetelerinde haberler çıkmaktaydı. Bunlardan biri 
Mahi Gazetesinde çıkan haberdi. Habere göre: “Denktaş, Londra’da seri halinde 
esrarengiz toplantılar yapmaktadır. Bazı eğitime tutulmuş Türklerin 
denizaltılarla Kıbrıs’a gelmekte oldukları da tespit edilmiştir. Birçok diğer 
Londralı Türkün silahlı eğitimine tabi tutulmak üzere Ankara’ya gitmesi 
istenmiştir”. Denktaş, bu dönemde Ankara’da yaşasa da zaman zaman 
Londra’ya gidip gelmekteydi. 

Bu haber karşısında Denktaş: “Biz, bazı gençlerin Kıbrıs’a gidip mücadeleye katılmaları için yardım ediyoruz. Temaslar var, ailesini bırakıp yola çıkanlar var ve bu çalışmaları Rum’a duyuranlar var. Kahrolmak içten değil fakat yılmadan devam etmek gerekir” şeklinde kendisini savunuyordu. 

(Denktaş’ın Ankara’da bulunduğu 1964-1968 yılları arasında, Ada’da Rumların 
Türklere saldırıları düzenli olmasa da devam etmektedir) (Denktaş, 1996, s.391) 

Denktaş’ın Ada’dan uzakta kaldığı dönemde, Dr. Küçük yalnız kalmıştı. 
Denktaş, uzak kaldıkça geri planda kaldığını da hissetmekte ve Ada’ya dönüş 
yollarını aramaya başlamıştı. Bu arada Denktaş, Türk basınına beyanatlar 
veriyor, Ankara ile temaslarını en üst düzeyde tutuyordu. Ancak, Dr. Küçük 
bundan rahatsızlık duymaya başlamış, hatta Türk Dışişleri’ne bir mesaj 
göndermişti. Buna göre: “Kıbrıs’ta halk acı ve ıstırap içinde kıvranırken, 
Denktaş’ın devamlı surette verdiği beyanatlar halkın moralini bozmaktadır. 
Uygun bir şekilde ikaz edilip susturulmalıdır.” (Batur, 2007, s.294) 
Dr.Küçük’ün bu mesajına Denktaş’ın cevabı: “Hariciye, benim sık sık yaptığım 
beyanatlardan ve eleştirilerden zaten rahatsız. Dr. Küçük’ün mesajını bana 
okumak zorunda kalan görevli çok sıkılarak okudu. Lefkoşa’daki manzarayı 
görür gibi oldum: Büyük bir sıkıntı içinde görev yapan arkadaşlar, benim 
“dayanacağız, kazanacağız” beyanatlarım karşısında Doktora, “işte bak Denktaş 
ne diyor? O Ankara’nın rahatında keyfine bakıyor vs.” ve Doktorun ikaz mesajı. 
Hâlbuki Teşkilat Başkanı bana moral beyanatlarım için teşekkür ediyor. Demek 
ki askeri liderlikle siyasi liderlik arasında bir şeyler olduğu yönünde haberler 
abartma değildir.” (Denktaş, 1996, s.476-477) Denktaş’ın Dr.Küçük’ün söz 
konusu davranışları karşısında yorumu “Doktor bir taraftan yalnız kaldım diyor, 
diğer taraftan da Türkiye yetkililerine gönderdiği mesajlarda Denktaş gelirse 
cemaat parçalanacak diyordu.” (Kasımoğlu, 1991,147) 

Takvimler 8 Nisanı gösterdiğinde Denktaş ve Kıbrıslı Savunma Bakanı 
Osman Örek CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’yü ziyaret ediyordu. Görüşme 
sonrası İnönü gazetecilere “Kıbrıslı liderlere Türkiye’nin desteğinden daima 
emin olmalarını anlattım” diyordu. Denktaş ise: “Yunanistan Kıbrıs’tan 
parmağını çekse, garanti anlaşması altındaki mesuliyetlerini Türkiye ile birlikte 
yerine getirse bugün Kıbrıs meselesi diye bir şey kalmazdı. Türk hükümeti 
Yunanistan’ı muhatap olarak almakta haklıdır” (Milliyet, 9 Nisan 1965, s.3) 
açıklamasını yapıyordu. 

Türk siyasal yaşamı, 11 Kasım 1965 tarihinde çok uzun yıllar Türkiye siyasetinin en önemli aktörlerinden biri olacak bir başbakanla tanışıyordu. 20 Şubat 1965 tarihinde kurulan Suat Hayri Ürgüplü hükümetinde başbakan yardımcısı olan Süleyman Demirel başbakanlık koltuğuna oturuyordu. Denktaş, Demirel’in Kıbrıs politikasını şöyle değerlendiriyordu: “Demirel, çok işler yapılabilir, Kıbrıs kurtulabilir ümidi ile işe başladı. Diplomatik çıkmazları çok erken bir zamanda gördü ve güçlükleri anladı. Yunanistan ile harp yapmaksızın Kıbrıs kurtulamazdı. Ordu hazırdı ama papaz (Makarios) fırsat vermiyordu. 
halde diplomatik çabalara devam siyasetini uyguladı”. (Denktaş, 1997, s.382) 

Denktaş, her ne kadar, Türkiye’yi Kıbrıs konusunda milli bir politika 
benimseyip, somut bir adım atmamakla itham ettiyse de, Demirel Kıbrıs 
politikasını belirlerken, İnönü’den aldığı tarihi nasihati göz ardı edememişti. 
İnönü 1963 yılında Demirel’e diyordu ki: “Evvela oradaki halk orayı vatan 
yapmaya karar vermelidir. Kıbrıs’taki halk emin değil. Eğer bir halk oturduğu 
yeri vatan yapmaya karar vermezse, orayı muhafaza edemezsiniz. Evvela, onlar 
bir karar versinler vatan yapmaya. Fedakârlık yapsınlar, mücadelenin içine 
girsinler. Bizim ordu deniz geçen bir harekât yapmamıştır. Türkiye’nin 
başarısızlığı Kıbrıs’ın kaybı demektir. Türkiye başarılı olmaya devam ederse, 
Kıbrıs’ı nasılsa kurtarır. Ama Türkiye başarısız olursa, Kıbrıs da batar, Türkiye 
de batar. Onun için bir amfibik harekât emrini vermeden önce çok dikkatli 
olun”. İnönü’nün sözlerine bakıldığında, Kıbrıs Türk toplumunun henüz kendi 
içinde birlik, beraberlik sağlamadığını düşündüğü görülür. Bu şartlar altında 
Türkiye’nin Ada’ya müdahale edip, kendini ateşe atmasını uygun bulmuyordu. 
(Batur, 2007, s.363-364)Demirel’in bu tutumunda şüphesiz İnönü’nün bu 
sözlerinin etkisi olsa da söz konusu tarihte çıkarma yapacak yeterli amfibik 
gemiler de mevcut değildi. 

25 Aralık 1965 tarihinde Denktaş, Kıbrıs Savunma Bakanı Osman Örek 
ile beraber, Türk Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’i ziyaret ediyordu. 
Ziyaret sırasında basının sorularını yanıtlayan Denktaş: “Türkiye harbi göze 
almadığı takdirde Kıbrıs işi burada bitmiştir. Anlaşmalar bakidir deniliyor. 
Fakat bu anlaşmalar bir türlü tatbik edilmiyor. Yine de yürürlüktedir deniliyor” 
(Milliyet, 26 Aralık 1965, s.1) diyerek Türkiye’nin Kıbrıs politikasını 
eleştiriyordu. 

Denktaş, 31 Aralık 1965 gününü günlüğüne yazdığı şu sözlerle 
bitiriyordu: “1965 yılının son günü özgürlük mücadelemizin ikinci yılındayız ve 
sürgünlüğümüzün de ikinci yılını doldurduk. Bin bir ıstırap ve çile içinde geçen 
koskoca iki yıl geçmişi, dünü ve bugünü düşünüyorum: Enosis Olmaz" ( 
Denktaş, 1965, s.205) 

1.3. Denktaş’ın Yeni Kitabı “12’ye 5 Kala” (1966) 

1966 yılının başlarında Denktaş’ın Ankara’daki sürgün hayatının üçüncü 
yılı doluyordu. Denktaş artık Türk hükümetinin Ada’ya müdahale etmemesini 
sadece kapalı kapılar ardında değil kamuoyunda da yüksek perdeden dile 
getiriyordu. Basına yaptığı açıklamada Denktaş “Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale 
hakkının mevcut olduğunu, 3 yıldır sulh ile davayı halletme çabasının 
Türkiye’yi çıkmaza soktuğunu” (Milliyet, 5 Ocak 1966, s.1) söylüyordu. 

Denktaş’ın 29 Ekim 1966 tarihinde yazdığı ve milletvekillerine dağıttığı 
“12’ye 5 Kala Kıbrıs” adındaki kitapçığı, Ankara’ya bomba gibi düşüyordu. O 
dönemde başbakan Süleyman Demirel, Dışişleri Bakanı ise İhsan Sabri 
Çağlayangil idi. Denktaş, Türkiye’nin Kıbrıs konusunda takip ettiği pasif 
politikayı eleştiriyordu. Denktaş, kitapçıkta: “...Değişen dünyadan bihaber körü 
körüne bir İngiliz dostluğu güttük. İngilizler gücenmesin diye Türk hariciyesi 
“Bizim Kıbrıs davası diye bir davamız yoktur” demişti. Kıbrıs’taki durumu 
anlatmak için Türkiye’ye gelen heyetlere resmi kapılar kapalıydı bir ara. 
Bunları unutmamamız gerekir. Kıbrıs Türk’tür cemiyetleri de kuruldu, Kıbrıs’ta 
ve Anadolu’da. Fakat Kıbrıs’ın Türk kalabilmesi için ne bir plan hazırlandı ne 
de bir siyaset takip edildi. Ardından “ya taksim ya ölüm” dendi ve yüzlerce 
Türk bu dava uğruna Kıbrıs’ın topraklarına kefensiz uzandılar. Fakat yine 
taksimi tahakkuk ettirmek için ne bir plan vardı ne de belirli bir siyaset. 
Ortadoğu’da barışı korumak, Türk-Yunan dostluğunu ihya etmek ve NATO’yu 
sarsıntıdan kurtarmak için hüsnüyetle Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Türkiye bu 
cumhuriyetin bekasını garanti etti. Fakat bu taahhüdün gerektirdiği bir siyaset 
takip edilmedi. Bir plan yapılmadı. 1955’ten bu yana Türkiye Kıbrıs 
meselesinde ne istediğini bilmemiş, milli bir siyasetle ne istediğini tespit 
etmemiştir. Bütün çalışmalar programsız olmuştur. Milli hedef güdülmemiştir. 
Hadiseler, Türkiye’yi Kıbrıs meselesine itmiş ve esen rüzgâra göre yelken açan 
bir siyaset takip edilmiştir. Bugün saat on ikiye yaklaşırken Türkiye’nin hala 
belirli bir siyaseti mevcut değildir.” (Denktaş, 1966, s.16-18) 

Denktaş’ın yazdıkları Türk hükümetini çok sinirlendirmişti. Özellikle 
Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’i. Dışişlerinde herkes “Denktaş ne 
yapmak istiyor” diye soruyordu. Kitapçığın yayınlanmasından ardından 
Denktaş, Dışişleri’ne gidemez hale gelmişti. O dönemde ekonomik sıkıntılar bir 
yana, Denktaş, eşinin rahatsızlığı ile boğuşuyordu. Doktorların tavsiyesi 
üzerine, tedavi için Londra’ya gitmek isteseler de, söz konusu kitapçık 
nedeniyle Ankara ile gerilen ilişkileri yüzünden Dışişleri pasaport vermiyordu. 
(Batur, 2007, s.311-312) 

Denktaş, Dışişlerinde artık istenmediğini düşünmeye başlamıştı. Hatta 
Türkiye’den atılacağını düşünen Denktaş o dönemi şöyle anlatır: “Kendime bir 
iş bulmam, hiç olmazsa maaşım kesildiği takdirde açıkta kalmamak için bir 
olanak yaratmam gerekecekti. Başımın çaresine bakmalıydım. Dört çocukla 
açıkta kalamazdım. Bir iş bulmalıydım...” (Batur, 2007, s.310) 

1966 yılının son günlerinde Kıbrıslı öğrenciler tarafından Ankara 
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenlenen “Kıbrıs Sorunu” isimli 
konferansta konuşan Denktaş, Türk yetkililer ile ilgili açıklamalarda 
bulunuyordu. Denktaş, Dışişleri Eski Bakanı Selim Sarper hakkında “Kıbrıs 
sorununu Kıbrıslı şoföründen öğrendi” diyordu. Ada’da bir süre kalan, Kıbrıs 
sorununu yakından takip eden gazeteci Ömer Sami Coşar ise “Yunanistan’ın bir 
hedefi, bir gayesi, bir politikası vardır. Kıbrıs’ı alacaktır. Bizim bir politikamız 
yoktur” (Milliyet, 17 Aralık 1966, s.1) diyerek Türkiye’yi eleştiriyordu. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

RAUF DENKTAŞ’IN ANKARA’DAKİ ZORUNLU İKAMET YILLARI VE FAALİYETLERİ (1964-1968) BÖLÜM 1

 RAUF DENKTAŞ’IN ANKARA’DAKİ ZORUNLU İKAMET YILLARI VE FAALİYETLERİ (1964-1968) BÖLÜM 1 






Hande EROL. 
Marmara Üniversitesi 
http://dx.doi.org/10.14225/Joh765


Özet 

1964 yılı, Rauf Denktaş için hayal kırıklıkları ile dolu bir yıl olmuştur. Kıbrıs 
Rum Kesimi’nin Kıbrıs’ı resmi olarak temsil ettiği Birleşmiş Milletler tarafından 
onaylanmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde yaptığı konuşmadan ötürü, Makarios hükümeti tarafından Denktaş hakkında tutuklama kararı çıkartılmıştır. 
Yapılan görüşmelerden sonra Denktaş’ın yargılanmamasına karar verildi ancak Ada’dan uzaklaştırılacaktı. Denktaş, 1964-1968 yıllarını Ankara’da sürgünde geçirmek durumunda kalmıştır. Denktaş fiziksel olarak Kıbrıs’tan uzakta da olsa, aklı ve kalbi Kıbrıs’ta olarak, davası için faaliyetlerine devam etmiştir. 

Giriş 

Rauf Raif Denktaş, 20. Yüzyıl siyasi tarihinde Kıbrıs davasında üstlendiği rol ile bir ekol haline gelmiş liderdir. Rauf Denktaş, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşunda üstlendiği siyasi rol ile sadece bölgesel değil uluslararası alanda bir aktör haline gelmiştir. Ancak Denktaş, siyasi hayatı boyunca anavatanı olarak gördüğü Türkiye’nin desteğine duyduğu ihtiyacı her fırsatta dile getirirken, bölge ile tarihi ve duygusal bağları olan Türkiye de Kıbrıs sorunu ve Denktaş’la yakından ilgili olmuştur. Denktaş, siyasi hayatında uzun yıllar süren toplumlar arası görüşmeler, sayısız Birleşmiş Milletler çözüm önerisi, sürgün, özel hayatında küçük yaşta kaybettiği anne ve babasının acısı, evlat acısı, sağlık sorunlarını içine sığdırdığı uzun bir yaşam sürmüştür. 

   Özel hayatında yaşadığı acıları, davasına olan inancı ile bastırmıştır. 

Denktaş’ın Cumhurbaşkanlığı Sarayındaki odasının duvarında bulunan, Jorge Louis Borges’in “Eğer hayatımı yeniden yaşamış olsaydım, Daha fazla yanlışlar 
yapmaya çalışırdım, Mükemmel olmaya da çalışmazdım, Daha da rahat 
olurdum, Daha fazla dolu dolu yaşardım, Daha az şeyleri ciddiye alırdım” şiirini 
Denktaş kendine uyarlamış mıydı bilinmez ama Denktaş için çok çalışmak ve 
siyaset bir yaşam felsefesiydi. 

1. Denktaş'ın Ankara'daki Zorunlu İkameti (1964-1968) 

1.1. Denktaş Ankara’da Yeni Bir Hayat Kurmaya Çalışıyor (1964) 

1963 yılı Aralık ayında başlayan ve tarihe Kanlı Noel diye geçen Rum 
saldırılarının şiddetle devam ettiği 1964 yılı, Kıbrıs Türk toplumunun var 
olmakla, yok olmak arasındaki çizgide olduğu, Denktaş’ın “İkinci bir Girit 
olmayalım” diye dua ettiği bir dönemdi. 26 Şubat 1964 tarihinde Londra’da 
başlayan Birleşmiş Milletler görüşmelerinde Kıbrıs’taki Türk cemaati adına 
Birleşmiş Milletler Güvenlik Komisyonu’nda konuşma yapan Denktaş 18 Mart 
1964 tarihinde Ankara’ya dönse de Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmadan 
ötürü Ada’ya dönüşü Makarios tarafından yasaklanır ve böylece Denktaş’ın 
Ankara’daki zorunlu ikamet yılları başlar. (Kızılyürek, 2007, s.142) 

Türkiye’de geçirdiği bu dört yılı “hayatının en zor dönemi” olarak adlandıran Denktaş için, bu dönem gerçekten kolay olmamıştır. (Denktaş, 1997,s.1) Bu dört yıllık dönemde Denktaş, Kıbrıs konusunda Türk hükümetleri ile arasındaki vizyon farklılığını iyice anlıyor ve gerek söylemlerinde gerekse yazdıklarında bunu çekinmeden dile getiriyordu. 

Denktaş, fiziksel olarak mücadelesinin merkezinden uzaktaydı ancak aklı 
ve kalbi Ada’daydı. Ankara’da, Çankaya Birinci Basın Sitesi’nde, eşi Aydın 
Denktaş ve çocuklarıyla birlikte küçük bir apartman dairesi tutmuşlardı. Eşi 
Aydın Denktaş sağlık sorunlarıyla uğraşıyordu. Denktaş, bir yandan Ada’ya 
geri dönme yolları ararken, bir yandan da faaliyetlerine devam etmekteydi. 
Dışişleri Bakanlığı’nda Kıbrıs Dairesinde Denktaş’a bir masa verilmiş, her gün 
burada çalışıyor, raporlarını yazıyordu. Denktaş burada İngilizce broşürler 
hazırlıyor, Kıbrıs’tan gelen kriptoları okuyordu. (Batur, 2007, s.258,392) 

Denktaş ayrıca Kıbrıs’taki Türk liderliği ile Türk hükümeti arasında köprü vazifesi görüyordu. Bu vazifelerinden biri, 22 Mart günü Kıbrıs’tan, Dr. Küçük’ten, Denktaş’a gelen iki buçuk sayfalık mesajdı. Mesajda Dr. Küçük: 

Londra Konferansı’ndan bu yana bütün şiddet ve gaddarlığıyla devam 
eden Rum saldırganlığı karşısında Türk cemaatinin içinde bulunduğu manzara 
feciidir. Bu durumda verilen mücadele, bugüne kadar ancak anavatan imdada 
geliyor ümit ve imanı içerisinde yürütülebilmiştir. Bugün anavatanın müdahale 
edebileceğine burada inanan kalmamıştır...” (Batur, 2007, s.246) yazıyordu. 

 Mesajın gelişinden çok kısa bir süre sonra Denktaş, başbakan İnönü 
tarafından çağrıldı. İnönü kızgındı, Denktaş’a “İç savaş çok vahimdir. Biz 
çatışmaları yaygın hale getirmemeye çalışıyoruz. Ve başaracağız. Fakat 
sabretmeleri gerekir...” diyordu. Görüşmenin ardından Denktaş, 30 Mart gecesi, 
duygularını günlüğüne şu şekilde aktarıyordu: “Kıbrıs’a dönebilmem 
konusunda netice yok. İnönü adaya gizlice girişime karşı, “Cemaat Meclisi’nin 
başkanı adaya mevkiine layık şekilde girer, bunu sağlamaya çalışıyoruz” diyor. 
Değiştirme birliğinin içinde sızma önerimi, tanınırsam büyük olay olur diye 
reddediyor. Paraşütle atlama düşüncemi askeri kanat ciddiye almıyor. Her gün 
Kıbrıs Dairesi’nde çalışanlara yardımcı oluyorum. Kıbrıs: Geçmişi- Bugünü ve 
Geleceği adını taşıyan İngilizce bir kitap hazırlığı var. Girit’e bir bölüm 
ayrılmış. General Turgut Sunalp kanalıyla Genelkurmay’da Girit dosyasını 
okuyorum. Sanki Kıbrıs’ı okuyorum gibi geliyor bana.” (Batur, 2007, s.247) 

10 Nisan 1964 tarihinde Ankara’da yaptığı basın toplantısında konuşan 
Denktaş Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyini eleştiriyordu: “Güvenlik 
Konseyi Kıbrıs konusuna el atarken problemin esasının ne olduğunu tespit 
etmedi. Eğer Güvenlik Konseyi bu şekilde hareket etseydi, Kıbrıs’ta anayasa 
çiğnenmez, beynelmilel anlaşmaların dışına çıkılmaz, insan hakları hiçe 
sayılmaz ve rejim yıkılmazdı”(Milliyet, 10 Nisan 1964, s.1,7) Kıbrıs’taki Türk 
cemaatinin yaşadığı sıkıntıları da dile getiren Denktaş şunları söylemiştir: 

“Kıbrıs’ta Türk cemaati 4 aydan beri ne mektup alabilmekte ne de mektup 
gönderebilmektedir. Bu güç duruma sebep, devlet reisliğinden çıkarak, çete reisi haline gelen Makarios’un, Birleşmiş Milletler nezdinde devlet reisi muamelesi görmesidir. Bu durum devam ettikçe Kıbrıs meselesinin hukuki bir düzen içinde hal şekline kavuşacağını sanmıyorum. Kıbrıs’ta katliamı idare eden İç İşleri Bakanıdır. Aynı İç İşleri Bakanı, Birleşmiş Milletler Kumandanına yol 
gösterecektir. Katilleri yakalayacak polis kuvveti, katillerin şefi ile ortak. Böyle 
idare devam ettikçe, tarafları memnun edecek bir yol bulunmaz. Nitekim bu 
şartlarda arabulucunun görevi güçleşmiştir.” (Milliyet, 10 Nisan 1964, s.7) 




Türk kamuoyunu Kıbrıs’ta yaşanan olaylarla (Rum saldırıları) ilgili bilgilendirmek isteyen Denktaş sadece basın toplantıları düzenlemiyor, Ankara’da konferanslar veriyordu; Bu amaçla Denktaş 17 Nisan 1964 tarihinde Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fikir Kulübünde öğrencilerle buluştu. Yaptığı konuşmada Denktaş: “Makarios süratli ve sert adımlarla hedefine doğru ilerlemektedir. Bu aceleciliği içinde Türkiye’nin Ada’ya müdahalesini gerektiren çılgınlıklara tevessül edebilir.” (Milliyet, 10 Nisan 1964, s.7) diyen Denktaş Kıbrıs’ta çarenin Türkiye’nin vereceğe kararı bağlı olduğunu söyleyerek şöyle devam etmiştir: “Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin Makarios’un elinde oyuncak oluşunun sebebi Makarios’un hala bir devlet adamı olarak tanınmasıdır. Makarios bugün Türkiye tarafından tanınmaması halinde Kıbrıs Türklerinin fiili durumu iyileşecek ve Kıbrıs Türklerine Makarios kadar meşru bir hükümet kurma imkânı verilmiş olacaktır. Eninde sonunda bu davanın çıkarı yolu budur.” (Milliyet, 10 Nisan 1964, s.7) 

Ada’ya dönemeyen Denktaş iyice bunalıma girmişti. 17 Nisan gecesi 
içine düştüğü durumu günlüğüne şöyle aktarıyordu: “Bunalım içindeyim. Yarını 
bilmemek çok zor! Vatan ateşler içindeyken uzaktan bakmak daha zor. Rum 
basını “Kaçtı, gelmeyecek, Ankara’da rahatına bakıyor” diye yazıyor. 
Toplumun içinde beni sevmeyenler de ateşe benzin döküyorlar...” (Denktaş, 
1996) 

Denktaş, nisan ayında Ankara’da General Turgut Sunalp’in evinde 27 
Mayıs ihtilaline katılan ve daha sonra meclise girip senatör olan eski bir askerle 
tanışıyordu. Sohbet, Kıbrıs’ta Rumların saldırıları hakkındaydı. Denktaş’ın anlatımıyla: 

(Senatör): 

Gafil avlandık. Siz de biz de gafil avlandık” diyor. 

İtiraz ediyorum. “ Biz gafil avlanmadık” Gelmekte olan tehlikeyi günü 
gününe gördük ve ana vatanı uyarmak için elimizden geleni yaptık diyorum. 

Gönderilen raporlar vardı. Okunmamış, değerlendirilmemiş. 

Kıbrıs’a gelip giden heyetler vardı, hepsine de tehlikeyi gösterdik. 
Bildiklerimizi söyledik. Hepsi de bize “Korkmayınız, olmaz böyle şey” dediler. 

Türkiye’ye heyet de göndermiştik ve bu heyet Senatoyu da ziyaret etmişti. Evet, Senatör bu heyetin gelişini hatırladı. Hatta gelenlerin adlarını bile biliyordu. Onlar bu durumu anlatmamışlar mıydı? Anlatmışlardı. “Fakat Lefkoşa’daki Türk Büyükelçiliğinden (Türk büyükelçisi Dırvana) gelen işarda bu heyete kulak verilmemesi isteniyordu. Bunlar müfrit grubu temsil ediyorlarmış” deniyordu. 
Biz de önem vermedik söylenenlere diyordu senatör.” 
(Denktaş, 1966, s.42) 

Akademisyen Ali Satan ve Erdoğan Şentürk’ün kendisi ile yaptığı röportajda Denktaş, “öğle yemeklerinden feda ederek” gönderdiği raporları, Ankara’da yaşadığı sürgün hayatında (1964-1968) Kıbrıs dairesinin alt katında, 
Başbakan İnönü’ye ulaşmamış bir şekilde bulduğunu ifade ediyordu. Hatta 
Denktaş, Rumların 1963 yılındaki saldırı hazırlıklarını bildiren raporlarını 
altında 27 Mayıs İhtilal hükümetinin büyükelçisi Em. Yarbay Emin Dırvana’nın 
şu notu ile buluyordu: “Bu raporları yazanların siyasi bilgileri geniş ama siyaset 
bilgileri çok kıt kaale alınmaması...” (Satan- Şentürk, 2012, s.333) Bu durum 
söz konusu tarihlerde meydana gelen olaylarda ve kayıplarda Dırvana’ya tarihi 
bir mesuliyet yüklemiş görünüyor. ( Erol, 2014,s.32) 

Denktaş siyasi açıdan bu sorunlarla uğraşırken, Ankara Koleji’nde 
okuyan büyük oğlu Raif’in başına gelenler, Denktaş’ı derinden sarsmıştı. 

Temmuz ayına girildiğinde Kıbrıs’tan gelen haberler iyi değildi. Rumlar, 
Ada’da Türklere karşı saldırılara başlamıştı. Denktaş, Ada’ya gitme yollarını 
arıyordu ancak Makarios hükümetinin sözcüsü, “Denktaş’ın Ada’ya döndüğü 
takdirde tutuklanacağını” (Milliyet, 12 Temmuz 1964, s.1) söylüyordu. Kıbrıs 
konusunda Anadolu Ajansı’na beyanat veren Denktaş, Amerika’nın Kıbrıs 
konusundaki tutumundan umutlu olmadığını söylüyor ve ekliyordu: 
“Huzursuzluk ve siyasi karmaşalar geçiren Yunanistan’da bir hükümet 
değişikliği olursa lehimize bir tepki beklemek doğru olmaz. Bir değişiklik 
halinde Makarios ve Grivas Kıbrıs’taki fiili kuvvetlerine dayanarak bugünkü 
durumu muhafazaya çalışacak, Türkleri muhasaraya alıp baskıya devam 
edeceklerdir.” (Milliyet, 12 Temmuz 1964, s.1) 

Denktaş, 18 Temmuz tarihinde basında yer bulan öngörüleri ile hem 
Türkiye’yi hem de Birleşmiş Milletler’i uyarıyordu. Denktaş, verdiği beyanatta: 
“Rumların geniş ölçüde hücuma geçmesi ihtimali artmaktadır. Anavatan 
hükümetini ikaz etmek vazifemizdir. Kıbrıs davası son safhasına girmiş 
bulunmaktadır. Kıbrıs’ta ne hak, ne hukuk, ne nizam ve de ne düzen kalmıştır. 
Gözü kanlı çeteciler, idareyi ellerine geçirmişlerdir, dünyayı ateşe atmak 
pahasına da olsa, “Enosis” tahakkuk ettirmek amacıyla, insanlığa yakışmayan 
bir şekilde hareket etmektedirler.” (Milliyet, 12 Temmuz 1964, s.7) 

 3 Temmuz 1964’te Atina’ya giden EOKA’cı Albay Grivas Atina’daki 
temaslarını tamamladıktan sonra, 6 Ağustos 1964 akşamı Lefkoşa’ya dönmüş 
ve Erenköy Savaşı’nı başlatmıştı. Türkiye’nin müdahale edemeyeceği belliydi. 
Denktaş, Ankara’da ne yapılabilir diye düşünürken, gizlice Ada’ya, Rumlara 
karşı mücadeleye gitmeye karar verdi. 30 Temmuz 1964 gecesi Ada’ya 
Ankara’dan yeni bir mücahit kafilesi ile silah ve cephane gönderilecekti. 
Denktaş, Genelkurmay’daki toplantıda “ben de gideyim” diye ısrar etse de, 
komutanlar başbakan İnönü’nün karşı olduğunu (Makarios tarafından Ada’ya 
girmesi yasaklanan Denktaş’ın güvenliği sebebiyle) bildikleri için evet 
dememişlerdi. Ancak Denktaş, gece evine gittiğinde Türkiye’nin Ada’daki eski 
bayraktarı Rıza Vuruşkan (1958-1960) “hazırlan gidiyoruz” diyerek Denktaş’ı 
almaya geldi. (Bayraktar: Türkiye’den gelen komutanlara verilen isim) 
Denktaş’ın Ada’ya gidiş kararı Özel Harp Dairesi tarafından alınmıştı. Ayrıca 
Başbakan İnönü ve Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’e, Denktaş Ada’dan 
dönene kadar haber verilmemesi kararlaştırılmıştı. (Batur, 2007, s.265-267) 
Denktaş, Erenköy’e çıktıktan sonra verilmek üzere İnönü’ye bir mektup bıraktı: 

“ Pek Muhterem Paşam .,

  Anavatana tamamen inanan ve bütün gençliği ve halkı bu inanca 
sürükleyen biri olarak Kıbrıs davasını yalnız başımıza halledemeyeceğimizi, anavatan pek yakın bir gelecekte yardımımıza gelmediği takdirde hepimizin mahvolacağını biliyorum. Anavatanın yardımımıza geleceğine inanıyorum, bu inançla gidiyorum. Kıbrıs Türkü’nün yüksek tahsil gençliği nöbettedir. Bunları takviyesiz bırakmayacağınıza eminim. Lütfen ve merhameten bu bölgeye 
komando birlikleri göndermenizi rica ederim...” (Özter, 2004, s.131) 

Zorlu bir deniz yolculuğundan sonra, Denktaş ve beraberindekiler 31 
Temmuz 1964 gecesi Erenköy’de mücahitler tarafından karşılanır. Denktaş, 
Erenköy’e ayak bastıktan sonra not defterine şunları yazar: “Sekiz aylık bir 
ayrılıktan sonra Kıbrıs’a ayak basıyorum. İçimde tuhaf bir his var... Sanki 

Kıbrıs’a değil de işgal altında bulunan Anadolu parçasına geldim. Bizi 
karşılayanlar hep yorgun, bitkin insanlar, içlerinde ağlayanlar var. Ağlamamak 
için kendimi zor tutuyorum. Kıbrıs’tayım artık... Kıbrıs!” (Batur, 2007, s.269) 

Denktaş’ın Erenköy’deki günleri şiddetli çarpışmalarla geçer. Ankara’ya 
Rumların şiddetini anlatan telgraflar, yıldırım mesajlar yağıyordu. Ancak, 
önceki bölümlerde yer verilen 1964 Johnson Mektubu Türkiye’ye müdahale 
olanağı vermiyordu. Rumlar, bu durumla dalga geçiyor megafonlardan 
“Bekledim de Gelmedin, Sevdiğimi bilmedin... şarkısını çalıyorlardı. (Azizoğlu, 
2013,1) 8 Ağustos’ta nihayet Türk uçakları Kıbrıs semalarında ihtar uçuşu 
yapıp, Türkiye’ye geri dönüyordu. İhtar uçuşlarına rağmen Rum saldırılarının 
devam etmesi üzerine Türk Bakanlar Kurulu, 8 Ağustos gecesi Denktaş’ın 
beklediği kararı alıyordu: “Türkiye’nin askeri müdahalesini önlemek için derhal 
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni acil toplantıya çağıralım. Erenköy kıyı 
şeridini ele geçirmek için sabah erkenden saldırıya geçelim” (Milliyet, 8 
Ağustos 1964,s.1) Türk uçakları 8 Ağustos gecesi Rum askeri hedefleri 
bombalamaya, asker ve silah çıkartmaya başladılar. (Milliyet, 8 Ağustos 
1964,s.1) Türkiye’nin müdahalesinin ardından Birleşmiş Milletler ve ABD 
harekete geçiyor, telefon ve telgraf trafiği başlıyordu. Yunanistan telaşa 
düşüyor, ABD’den ateşkes sağlanması için yardım istiyordu. (Milliyet, 8 
Ağustos 1964,s.1) Makarios ise Bakanlar Kurulu’nu toplayarak yenilginin 
sorumlusunun Grivas olduğunu ileri sürüp, Sovyetler Birliği’nden yardım 
istenmesini talep etmiştir. Makarios’un yardım çağrısından sonra Sovyet 
Başbakanı Kruşçev, Başbakan İsmet İnönü’ye bir mesaj göndererek, 
Türkiye’nin “Kıbrıs’a saldırıda bulunarak üzerine sorumluluk aldığını” öne 
sürmüştür. 9 Ağustos tarihinde İnönü’ye gelen mesaj 13 Ağustos’ta 
cevaplandırılmış ve cevabı mesajda, Kıbrıs Rum tarafının gayri insani ve gayri 
ahlaki davranışlarına dikkat çekilerek, Sovyetler Birliği’nin bu tür hareketlerin 
durdurulmasına yardımcı olması istenmiştir.” (Tarakçı, 2010, s.53-54) 

9 Ağustos günü çarpışmaların tekrar başlaması üzerine Türk uçakları 
Rum kuvvetlerine karşı tekrar saldırıya geçtiler. Türk jetlerinin müdahalesi 
sonucu Rumlar saldırıyı durdurmak zorunda kaldılar. Harekât sırasında uçağı 
düşen pilot Yüzbaşı Cengiz Topel de şehit olmuştur. (Milliyet, 10 Ağustos 
1964,s.1) 

Denktaş ve mücahitler, 10 Ağustos günü Türkiye’den gelecek takviye 
gücü bekliyordu ancak Türkiye takviye için dört gün eğitim görmüş 40 
üniversiteli genç göndermişti. Rumların yeniden saldırması bekleniyordu ve 

Türkiye’den yeterli destek sağlanamamıştı. Birinin Ankara’ya gidip Erenköy’deki durumun vehametini anlatması gerekiyordu. Bunun için en uygun kişi Denktaş’tı. Ayrıca Denktaş’ın toplumdaki yeri, görevi açısından güvenliği önemliydi. Denktaş, takviye gücü getiren tekneyle, aklı ve kalbi Ada’da kalarak 
Ankara’ya geri dönüyordu. (Satan-Şentürk, 2012, s.490) 

Denktaş, 10 Ağustos 1964 gecesi, 4 yıllık sürecek sürgün hayatına devam 
üzere Ankara’ya geri dönüyordu. 11 Ağustos günü General Turgut Sunalp’e 
giden Denktaş, Sunalp’ten İnönü’nün talimatını dinledi: “Rauf, İsmet Paşa sana 
hemen bir ev tahsis edilmesini istedi. Maaş bağlanacak. Araba ve şoför 
verilecek. Dışişlerinde Kıbrıs Dairesi’nde çalışacaksın ve Kıbrıs’la ilgili dış 
temasları yürüteceksin.” (Batur, 2007, s.292) Denktaş, Ada’ya çıkmadan önce 
de Dışişleri’nde çalışıyordu. Bu arada Birleşmiş Milletlerin devreye girmesi ile 
Ada’da ateşkes sağlanıyor, 11 Ağustos’ta İnönü Birleşmiş Miletler Güvenlik 
Konseyi’ne “bombardımanı durdurduk” mesajını gönderiyordu. (Milliyet, 12 
Ağustos 1964, s.1) Erenköy Savaşı’nın başlarında, “Türkiye müdahale ederse 
kurtaracak Türk bulamayacaktır” diyen Makarios, Türk savaş uçaklarının iki 
günlük harekâtından sonra ateşkese razı olmuştur. (Tarakçı, 2010, s.53-54) 
Türkiye’nin birçok yerinde Kıbrıslı Türklere destek mitingleri yapılıyordu.( 
Tercüman, 29 Ağustos 1964, s.1) Başbakan İsmet İnönü, Ada’daki Rumların 
Türklere saldırılarını devam etmesi karşısında Yunanistan tepkisiz kalmaya 
devam ederse savaş çıkma ihtimalinden söz etmeye başlamıştı. ( Hürriyet, 4 Eylül 1964, s.1) 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

5 Kasım 2018 Pazartesi

Tahran Zirvesi sonrası Suriye, İdlib ve Türkiye’nin Politikası

Tahran Zirvesi sonrası Suriye, İdlib ve Türkiye’nin Politikası




Oytun Orhan  11.09.2018

Ortadoğu Araştırmalar Merkezi (ORSAM) Suriye Çalışmaları Koordinatörü Oytun Orhan, Star Gazetesi’nden Fadime Özkan’a verdiği röportajda Tahran zirvesi sonrası Astana süreci ve İdlib’in geleceğini, Suriye’de Rusya, ABD ve İran gibi aktörlerin pozisyonlarını, Ankara –Şam işbirliği ihtimalini, Türkiye’nin Suriye’deki öncelikleri ve PKK/YPG ile mücadelesi başlıklarını değerlendirdi.

Rusya ve Esed rejimi İdlib’in dış çeperini bombalamaya başlamışken Tahran’da üçlü zirve de gerçekleşti. Zirvenin sonucu ne sizce? Ateşkes kararı çıkmadı ama Türkiye istediklerinin ne kadarını aldı?
Esasında Türkiye ve Rusya arasında bütün Astana zirveleri öncesinde teknik düzeyde görüşmeler zaten yapılıyor. Tahran zirvesi öncesinde de Rusya Savunma Bakanlığı ve ordusundan yetkililer Türk muhatapları ile Ankara’da görüşmeler gerçekleştirmişti. Suriye’de eğer bir bölgeye ilişkin askeri hareket yapılacaksa taraflar önceden nihai sınırlar konusunda anlaşmaya varıyor. Ancak İdlib konusunda anlaşıldığı kadarı ile bu tarz bir anlaşma henüz mevcut değil. Bu müzakere kapısının kapandığı anlamına gelmiyor.

KISMİ GÜÇ GÖSTERİSİ

Astana süreci kırılma noktasında mı?

Zirvenin toplanmış olması, bir sonraki zirvenin Rusya’da yapılacağının açıklanması tarafların Astana Süreci’ne halen şans verdiğinin işareti. Ancak son zirve artık tarafların Suriye’de işbirliği zemininin giderek zayıfladığını gösteriyor. Açıkçası Rusya ve İran tarafı belki de Türkiye’ye olan ihtiyacın artık eskisi kadar olmadığını düşünüyor ve İdlib ile birlikte görüş farklılıkları daha ön plana çıkıyor. Bu açıdan İdlib Astana sürecinin devamı açısından önemli bir test alanı olacak. Rusya Türkiye’nin sınırlarını görmek isteyecek. Türkiye de Rusya’ya Suriye’de halen kendisine ihtiyacı olduğunu, kendisi olmadan düzen kurmanın mümkün olmadığını göstermek isteyecektir. Dolayısıyla taraflar arasında İdlib üzerinden kısmi bir güç gösterisi olabilir. Her iki kanattan da askeri hamleler söz konusu olacaktır. Rusya hava saldırılarını artırabilir, Türkiye de muhalifler üzerinde uzun süredir ateşkese uymaları yönündeki baskısını kaldırır ve hatta İdlib’teki mevcut askeri varlığını artıracak bazı hamlelerde bulunabilir.

ABD, FIRSAT KOLLUYOR

BM Güvenlik Konseyi de Cuma günü İdlib konusunda toplandı. Bu gelişmeyi Tahran zirvesi açısından nasıl okumalıyız? ABD olayın akışını tamamen Astana sürecine ve garantör devletlere bırakmak istemiyor denebilir mi?
ABD en başından bu yana Astana sürecinden rahatsız zira Suriye konusunda kararlar üç garantör ülke olan Türkiye, Rusya ve İran tarafından alınıyor ve ABD’nin hiçbir inisiyatifi bulunmuyor. Dahası Astana’nın iki garantör ülkesi Rusya ve İran bölgede rekabet halinde olduğu iki aktör. Bu nedenle ABD uzunca bir süredir garantör ülkeler arasında çatlak yaşanması beklentisi içinde. Bu şekilde Suriye’de oyun alanının genişleyebileceğini düşünüyor. ABD’nin Suriye’deki rolü şu anda ülkenin doğusu ile sınırlı ancak geniş anlamda Suriye iç savaşı ve siyasi çözüm konusunda etkisi zayıf. İdlib meselesi ABD’ye bunu tersine çevirmek için bir fırsat sunabilir. Ancak bunun olabilmesi için öncelikle Suriye’de Türkiye-Rusya işbirliğinin sona ermesi gerekiyor. Bu iki aktör boşluk bırakmaz ise ABD’nin müdahil olma şansı zor gözüküyor.

KİMYASAL ABD İÇİN BİR SİLAH

Beyaz Saray “rejim bir kez daha kimyasal silah kullanırsa ABD hızlı ve sert cevap verecek dedi. Daha önce verilmeyen bu ceza neden şimdi verilmek isteniyor?
ABD’nin kimyasal silah kullanımı konusundaki hassasiyeti de tam bu noktada önem kazanıyor. ABD bir şekilde İdlib meselesine müdahil olmak istiyor ancak elindeki araçlar çok sınırlı. Kimyasal saldırı işte bu imkanı sunabilir.

İdlib’te kim, ne planlıyor tam olarak? Bütün olay ABD ve Rusya arasında mı geçecek?

İdlib’in geleceğini Rusya-ABD değil Türkiye-Rusya arasındaki müzakereler belirleyecek. Zaten İdlib konusunda da ABD ile Rusya çok farklı pozisyonda. ABD’nin İdlib hassasiyetinin temelinde iki nedenin yattığını düşünüyorum. Birincisi İdlib’in düşmesi halinde siyasi çözüm konusunda Rusya ve Esad rejimini zorlayacak hiçbir aracının kalmayacağını düşünüyor. Bu durum rejimin aşırı güçlenmesi ve Rus etkisinin pekişmesi anlamına gelecektir. Bunun dolaylı sonucu ise Suriye’nin kuzeydoğusundaki ABD nüfuz alanının daha büyük baskı altına girmesidir.

TÜRKİYE İÇİN RİSK NEDİR?

ABD ve Rusya, birbirlerinin Suriye’deki varlık alanlarını kabullendi mi yoksa çatışma riski var mı? Anlaşamadıkları noktalar ne? Ve tabii asıl Soru: Rusya ve ABD’nin Türkiye aleyhine uzlaşma ihtimali var mı?

Esasen ABD ve Rusya’nın Suriye konusunda bazı açılardan benzer pozisyona sahip olduğu görülüyor. Rusya ve ABD’nin Suriye’de anlaşması Türkiye açısından felaket senaryosu. Zira bölgesel güçler iki büyük gücün aralarındaki rekabetten faydalanarak kendi oyun alanlarını genişletebilir. Dolayısıyla iki büyük gücün anlaştığı bir ortamda Suriye’deki düzeni büyük ölçüde belirleyebilmeleri söz konusu olacaktır. Bu da bölgesel güçlerin etkisinin sınırlanması anlamına gelir. Ama Suriye’de ABD-Rusya anlaşmasının Türkiye açısından daha büyük bir riski söz konusu. Çünkü bu anlaşma büyük ihtimalle Suriye’nin iki büyük güç arasında nüfuz alanlarına bölünmesi ve paylaşılması temeline dayanacaktır. Bunun anlamı Suriye’de federal yapıya geçilmesi, Suriye’nin kuzeydoğusunda PKK kontrolündeki bölgenin siyasi statü kazanması ve iki büyük gücün Suriye’deki askeri varlıklarının, üslerinin kalıcı hale gelmesidir. Dolayısıyla Türkiye Ortadoğu’ya açılan kapısı Suriye sınırlarında terör koridoru, iki büyük gücün askeri varlığı ile yaşamak zorunda kalabilir.

RUSYA VE ABD ANLAŞIR MI?

Ancak ABD ve Rusya arasında her ne kadar güç paylaşımına dayalı bir anlayış olsa da görüş farklılıkları ağır basıyor. Her şeyden önce Rusya’nın Suriye’de bu denli güçlenmesini sağlayan iki bölgesel güç olan Türkiye ve İran’ı yanına alarak hareket etmesi sayesinde gerçekleşti. Daha da önemlisi Şam’ın onayı ile Suriye’de bulunuyor. Ancak ABD ile söz konusu temellerde anlaşması Rusya’nın bölgesel ittifaklarının sonu anlamına gelir ve bunu yapmak istese bile dikte ettiremez. Dolayısıyla Rusya ABD’nin Suriye’deki varlığı ile mücadele etmemeyi tercih edebilir ancak ABD ile federalizm temelinde anlaşamaz. 

SÜPER GÜÇ OLMA YOLUNDA

Rusya Suriye’de ne istiyor?

Rusya’nın Suriye’de birkaç tane önceliği var. Rusya Eylül 2015 tarihinde Suriye’ye müdahale ettiğinde ilk amacı Suriye rejimini ayakta tutmaktı. Rusya’nın Şam’a desteğinin arka planında birkaç neden söz konusuydu. Rusya’nın bu riskli hamlesi Suriye’de bütün dengeleri değiştirdi ve Moskova adına belki beklediğinin ötesinde kazanımlar sağladı. Artık Suriye, Rusya açısından elini güçlendiren bir koz değil doğrudan stratejik öneme sahip bir alan haline gelmiş durumda. Bunun en önemli nedeni Rusya’nın Tartus’ta deniz ve Lazkiye’de hava üslerinin 50 yıllık kullanım haklarını almış olmasıdır. Rusya bu anlaşmalardan sonra her iki üssün kapasitesini artırdı. Bu askeri üsler Rusya’yı Doğu Akdeniz’in en güçlü aktörü konumuna getirecektir. Rusya bu şekilde artık sadece kendi sınırları etrafına güç enjekte edebilen değil aynı zamanda bir süper gücün olması gerektiği şekilde sınırlarının ötesinde etki uygulayabilen bir aktör olmuştur. Bu açıdan Rusya’nın Suriye’deki varlığı onu yeniden süper güç konumuna doğru yaklaştırıyor. Rusya her şeyden önce bunu korumak istiyor ve bu Esad rejiminin ayakta kalması ile doğrudan bağlantılı. Rusya bununla bağlantılı olarak kendi etkisine açık şekilde bir Suriye ulusal ordusunun kurulmasını destekliyor.

RUSYA PAZARLIK GÜCÜ KAZANDI

Rusya ikinci olarak Suriye meselesini diğer devletlerle ilişkilerinde pazarlık aracına dönüştürebilmeyi başardı. Suriye meselesi ABD, Avrupa ve bölge ülkeleri için o kadar kritik bir konu haline geldi ki Suriye kaynaklı sıkıntılarını çözmek isteyen herkes Suriye’de karar alıcı haline gelen Rusya ile pazarlık etmek durumunda kaldı. Bu da Rusya’nın farklı alanlarda hem siyasi hem de ekonomik çıkar elde edebilmesine neden oldu.

Bunların dışında Rusya’nın özellikle İdlib kaynaklı tehdit algıları da var. İdlib’teki gruplar içinde çok sayıda Kafkas ve Orta Asya kökenli savaşçı yer alıyor. Rusya bu unsurların kaynak ülkelerine dönmeden Suriye topraklarında imha edilmesini istiyor. Üçüncüsü Selefi-Cihatçı hareketlerin güçlenmesinin kendi iç güvenliğini riske edebileceğini düşünüyor ve bu nedenle bu tarz hareketleri kendi topraklarına yaklaşmadan boğmak istiyor.

REJİM FEDERALİZME KARŞI

Rusya’nın Suriye rejimi üzerinde ne kadar etkili? 


İran ve Suriye ne istiyor peki, birbirleriyle nerede örtüşüp nerede ayrışıyorlar?
Rusya’nın pozisyonu Şam ve Tahran ile uyuşsa da Suriye’de federalizm konusunda farklı düşündükleri görülüyor. Rusya Suriye’de federalizme sıcak bakıyor ancak Suriye’deki önceliği bu değil ve şimdilik taraflar arasında sıkıntıya yol açmıyor. Rusya her ne kadar Suriye’de kritik bir oyuncu olsa da her istediğini Şam’a dikte ettirecek bir gücü bulunmuyor. Hatta birçok zaman Rusya’nın Şam’ın isteklerine göre pozisyonunu değiştirmesi gerekebiliyor. Örneğin ilk Astana toplantısı sonrası Rusya’nın sunduğu anayasa taslağı sadece Türkiye değil aynı zamanda Şam’ın da itirazları nedeniyle gündemden düşürüldü. Zira bu taslakta özerlikten bahsediliyordu ve Suriye bundan çok rahatsız oldu.

RUSYA VE İRAN RAKİPTİR

Rusya ile İran arasında da Suriye’de artan rekabetin işaretleri görülmeye başlandı. Ancak bu farklılığı tarafların işbirliğini sonlandırmasına neden olacak bir çatlak olarak görmemek gerekir. İran Suriye’de kendi etki alanını Irak, Lübnan, Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerden ihraç ettiği Şii milis güçler üzerinden kuruyor. Bu gruplar doğrudan İran yönlendirmesi ile hareket ediyor ve Suriye’nin güvenlik yapılanmasının bu güçler üzerine inşa edilmesi Rusya’nın ulusal ordu projesi ile ters düşüyor. Buradan kaynaklı bir rekabet söz konusu. Esasen işin özünde iç savaş sonrası Suriye’de kim daha fazla etkili olacak rekabeti yatıyor. Rusya her ne kadar Suriye’de büyük karar alıcı gibi gözükse de İran sahada ve Suriye’nin kılcal damarlarına daha fazla nüfuz edebilmeyi başarıyor. Bu Rusya’da kaygı yaratıyor ve son dönemde Dera operasyonuna İranlı milislerin dahil edilmemesi ve İsrail sınırından 80 km. içeri çekilmeleri olayında olduğu gibi Rusya’nın İran etkisini dengelemeye çalıştığı örnekler söz konusu. İdlib meselesi de bunlardan biri. Dikkat edilecek olursak tartışılan İdlib operasyonunda İranlı milislerin rolünden bahsedilmiyor. Rusya kendisinin belirleyici askeri güç olduğu bir ortamda sahanın İran tarafından domine edilmesini istemiyor.

KİM NE İSTİYOR?

Türkiye’nin İdlib planı ne tam olarak? 

Rusya ile Türkiye İdlib konusunda anlaştı mı, hangi çerçevede anlaştı?
Rusya ve rejim ülkenin diğer çatışmasızlık bölgelerindeki tahliyeler sonucunda sivil halk ve silahlı grupları İdlib’e yönlendirmişti. Bunun sonucunda İdlib’te yani Türkiye’nin sınırlarında sivil nüfus sayısı 3,5 milyona ulaştı ve on binlerce de muhalif savaşçı yer alıyor. Astana’nın garantör ülkeleri radikal ve ılımlı unsurların ayrıştırılması, ılımlılar ile siyasi çözüme varılması ve radikallerin elimine edilmesi konusunda anlaşmıştı. İdlib’te gerçekten de radikal örgütler bulunuyor. El-Kaide’nin türevi olan HTŞ yapılanması güçlü bir konumda. Ancak bunun yanı sıra Astana’nın da parçası olan, Türkiye’nin desteklediği ılımlı muhalif gruplar çoğunlukta. Rusya ve rejim radikallerin varlığını öne sürerek İdlib’e askeri müdahaleyi meşrulaştırmaya çalışıyor. Türkiye bölgedeki radikallerin varlığını kabul ediyor ve mücadele edilmesi gerektiğini söylüyor. Ancak farklı bir metod öneriyor. Zira Rusya’nın metodu Türkiye’ye doğru yeni bir göç dalgası yaşanması, radikal unsurların Türkiye’ye sızması riskini içeriyor. Türkiye İdlib’te radikal ve ılımlıların zaman içinde daha fazla ayrıştığı, ılımlı kampın giderek güçlendiği ve radikallerin zayıflatıldığı bir yöntem öneriyor. Bu konuda da uzunca bir süredir çaba sarf edildi ve mesafe de kat edildi. Ancak bu yöntemin başarı üretmesi için daha fazla zamana ihtiyaç var. Bunun için Türkiye İdlib’in çatışmasızlık bölgesi olarak kalmasını istiyor.

BELİRLEYİCİ GÜÇ RUSYA

Moskova, Tahran ve Şam ne istiyor?

Ancak Tahran zirvesindeki tartışmalar Rusya ve rejimin İdlib’te radikal varlığını öne sürerek askeri müdahale konusunda kararlı olduğunu gösteriyor. Esasen rejim açısından bakıldığında İdlib’teki bütün silahlı unsurlar terör örgütü olarak görülüyor. Ancak Rusya desteği olmadan İdlib’e adım atamayacağının farkında. O nedenle Rusya’nın tavrı belirleyici olacak. Rusya’nın önünde iki alternatif bulunuyor. Rusya, farklı alanlarda Türkiye ile arasında sürdürdüğü işbirliğini korumak adına İdlib’te Türkiye’nin hassasiyetlerini göze alır ve İdlib’te Türkiye’nin sunduğu çözüm planına zaman tanır. Tersi durumda “teröristler var” argümanı üzerinden her türlü sonuca katlanarak İdlib’e askeri operasyon seçeneğini kullanır.

RUSYA ŞU AN TEST EDİYOR

Sizce Ne yapar?

Ben Rusya’nın İdlib’te şimdilik bir test yaptığını düşünüyorum. Askeri operasyon konusunda ciddi ancak bir yandan da Türkiye ve dünyanın tepkisinin ne olacağını görmeye çalışıyor. Rusya sınırları zorlayacak ve üstesinden gelebileceğini düşündüğü noktada operasyonlara devam edecektir. Ancak askeri seçeneği kullanması durumunda Türkiye’nin de Rusya’ya sınırlarını göstermeye çalışacağını düşünüyorum.

İDLİB TÜRKİYE İÇİN HAYATİ

Avantaj ve dezavantaj durumları nasıl?

Rusya bugüne kadarki askeri başarılarını bir düzeye kadar Astana süreci sayesinde elde etti. Türkiye İdlib’te Doğu Guta ve Dera senaryosunun tekrarlanmasının mümkün olmadığını ya da aşırı maliyetli olacağını gösterebilir. Dolayısıyla taraflar İdlib üzerinden yeni bir güç testine girebilir. Bu rekabetin sonucu İdlib’in kaderini ve İdlib’in kaderi de Suriye iç savaşının nasıl sonuçlanacağını belirleyecektir. Türkiye’nin bu noktada avantajları coğrafya, muhalifleri yönlendirebilme gücü, İdlib kamuoyu üzerinde sahip olduğu etki, İdlib içinde sınırlı da olsa caydırıcı olabilecek askeri varlığı ve hepsinden önemlisi Türkiye’nin İdlib sorununu hayati olarak görmesi ve bedel ödeme kapasitesinin yüksek olması.

KİMYASAL SİLAH SİVİLLERİ GÖÇE ZORLAMAK İÇİN.,

Kimyasal silah tehdidinden bahsediliyor sıkça. Taraflar birbirini itham ediyor. Gerçek mi bu tehdit, kim kime karşı kullanabilir?
Suriye iç savaşı sırasında kimyasal silah daha önce defalarca kullanıldı dolayısıyla bu tehdit son derece gerçek. Bu saldırılarda hedef her zaman muhaliflerin kontrol ettiği bölgeler ve buradaki siviller olmuştu. ABD daha önceki kimyasal silah saldırılarda bir daha bu yola başvurmaması için rejim hedeflerine saldırı gerçekleştirmişti. İdlib operasyonu gündeme geldiğinde kimyasal saldırı ihtimali yeniden tartışılmaya başlandı. Bunun en önemli nedeni İdlib’teki sivil nüfus ve savaşçı sayısının çok fazla olması. Suriye bu denli nüfus yoğunluğu olan bir bölgede askeri operasyon düzenlemenin zorluğunun farkında. Kimyasal saldırıların önemi de bu noktada ortaya çıkıyor. Kimyasal silah saldırılarının esas amacı siviller arasında korku ortamı yaratarak kitlesel göçe zorlamak. Eğer ABD kimyasal silah kullanımı konusunda kırmızıçizgi çekmemiş olsaydı Suriye’nin İdlib’te bu seçeneği kullanması yüksek olasılıktı. Ancak ABD ve Fransa İdlib operasyonuna karşı olduklarını açıklamanın yanı sıra kimyasal silah kullanılırsa askeri müdahalede bulunacaklarını açıkladı. Dolayısıyla rejimin böyle bir ortamda ABD ve Batı’yı İdlib çatışmasının içine çekecek şekilde bir kimyasal saldırı girişiminde bulunmasını düşük olasılık görüyorum.
Ancak devletler her zaman rasyonel hareket etmeyebilir ve Şam askeri olarak sıkıştığını düşündüğü bir noktada bu yola başvurabilir. Rusya böyle bir saldırı olursa suçun muhaliflere atılması için önceden hamlede bulundu ve muhaliflerin Batı müdahalesini sağlamak için kimyasal saldırı gerçekleştireceğine ilişkin kanıt olduğunu ve bunları BM’ye sunduklarını açıkladı. Ancak İdlib’te kimyasal saldırı olursa bunu muhaliflerin yaptığına dünyada hiç kimsenin inanmayacağını düşünüyorum.

REJİM RUSYA VE İRAN SAYESİNDE AYAKTA

Gitti gidecek gitmeli sarkacında geçen altı yıl içinde Esed yerini bilakis sağlamlaştırmış görünüyor. Suriye’nin geleceğinde de olacak mı? Siyasi çözüm hala mümkün mü?

Esad rejimi bir açıdan giderek zemin kazanıyor ancak bu askeri zaferlerin çok büyük bir maliyeti de söz konusu. Şam son birkaç yılda elde ettiği başarıları büyük ölçüde İran’ın savaşçı ve Rusya’nın hava desteği sayesinde elde etti. Bunun iki önemli sonucu oldu. Şam hava sahası Rusya’nın kontrolüne geçti ve Rusya imzaladığı anlaşmalar ile Suriye’nin Doğu Akdeniz kıyısında iki önemli askeri üssün en az 50 yıllık kullanım hakkını aldı. Diğer taraftan Şam’ın merkezi ordusu aşırı zayıfladı ve İran’ın desteklediği milis gruplar sahayı kontrol eder hale geldi. Rusya ve İran Suriye rejimini ayakta tutmak için bir bedel ödediler ve tabii ki bu bedelin karşılığını almak isteyeceklerdir. Şam açısından bu durumun maliyeti dış güçlerin etkisine, yönlendirmesine aşırı açık bir yönetim. Hatta bazı açılardan ülkesindeki egemenliğini başka aktörlerle paylaşmak durumunda kalan bir Şam olacak. Ama sonuçta büyük resme baktığınızda Suriye’nin geleceğinde rejim en güçlü aktör olarak kalacaktır. Suriye krizi için siyasi çözüm aşamasına gelindiğinde doğal olarak büyük oranda askeri sahada zaferi elde eden tarafın beklentilerine uygun bir çözüm modeli üzerinde uzlaşma sağlanacaktır.

ANKARA VE ŞAM GÖRÜŞMELİ Mİ?

Ankara-Şam ilişkisi Türkiye’nin selameti için şart mı?

Türkiye kamuoyunda uzunca bir süredir “Suriye rejimi ile doğrudan irtibat kurulmalı” şeklinde bir tartışma yürütülmekte. Bu açıdan üç temel görüşün öne çıktığı görülüyor. Birinci görüşe göre Suriye’nin toprak bütünlüğünün ve üniter yapısının korunması konusunda ittifak yapabileceğimiz tek aktör Şam’dır ve ancak böyle bir işbirliği ABD eliyle kurulan PKK devletinin önüne geçebilir. İkinci görüş ise Rusya elinde kukla konumuna düşmüş ve Türkiye’ye hiçbir şey sunma imkanı olmayan zayıf Esad yönetimi ile görüşmektense gerçek patron konumundaki Rusya ile koordinasyon sağlanarak Türkiye’nin istediklerini elde edebileceğini savunmaktadır. Bu görüşü savunan kesim Türkiye’nin Astana süreci ile beraber zaten bunu yaptığını belirtmektedir. Üçüncü görüş ise Türkiye’nin Rusya ve İran üzerinden dolaylı şekilde Suriye ile irtibat kurmasının dahi yanlış olduğunu savunmaktadır. Her üç görüşün kendi içinde tutarlı, insani tarafları olmakla birlikte en azından üçüncü görüşün mevcut siyasi ve askeri gerçekler açısından uygulanabilir olmadığı ortada.

MUHALİFLER ÖNEMLİ BİR KOZ

Diğer iki görüşü değerlendirir misiniz?

Birinci görüş Türkiye’nin Suriye’deki tek önceliğinin toprak bütünlüğünün korunması, PKK/YPG’nin varlığının sona erdirilmesi olduğu düşüncesine dayanıyor. Ancak bu doğru değil. Türkiye’nin Suriye’de birinci önceliği PKK ile mücadele olmakla birlikte tek önceliği değil. Türkiye aynı zamanda mülteciler meselesine çözüm bulmak istiyor, Suriye’de muhaliflerin kabul edebileceği bir siyasi çözüme ulaşılmasını destekliyor. Türkiye’nin Suriye krizinden başından bu yana uygulamış olduğu politika, geliştirmiş olduğu bir söylem ve daha önemlisi Suriye sahasında kurmuş olduğu ittifaklar söz konusu. Dolayısıyla Türkiye bir anda hiçbir şey olmamış gibi Şam ile irtibata geçemez, geçerse bunun maliyetleri olur. Türkiye’yi şu anda Suriye krizinde etkili kılan en önemli kart muhalifler ve Suriye halkının önemli bir kısmı üzerinde sahip olduğu etkidir. Şam ile ilişki kurulması bu etkiyi ortadan kaldıracaktır. Karşılıklı bu denli güven bunalımının olduğu ve YPG/PKK ile mücadele konusunda sizinle samimi olarak mücadele edeceğinden emin olamadığınız bir aktöre karşı elinizdeki tüm kartları açamazsınız.

ŞAM İLE NE ZAMAN NE ŞARTLA?

Diğer taraftan “Suriye ile irtibat kurulmamalı zaten Rusya üzerinden istediğimizi alıyoruz” argümanını savunan kesimin de yine yanlış bir kabul üzerinden hareket ettiğini düşünüyorum. O yanlış kabul de Esad rejiminin Rusya elinde bir kukla olduğu ve gerçek bir aktör olmadığıdır. İç savaş boyunca Şam’ın Rusya ve İran’a bağımlılığı aşırı artsa da halen bir aktördür ve size PKK ile mücadelede sunabileceği şeyler vardır. Diğer taraftan söz konusu olan Suriye’nin bütünlüğü ise Türkiye’nin Şam dışında güvenebileceği başka bir aktör olmadığı da ortada. Şam doğal olarak egemenliğini yeniden Suriye topraklarının tamamında tesis etmek istiyor. Bu Türkiye açısından bir fırsat olarak görülebilir ve uygun şartlar oluştuğunda bu konuda ittifak olabilir.
Suriye konusunda istediklerimizi Rusya üzerinden alıyoruz argümanının da son Tahran zirvesi ile zayıfladığını söylemek mümkün. Türkiye’nin Suriye’de Rusya ile işbirliği sınırlarına ulaşmaya başladı. Hele ki Suriye’de federalizm ve PYD ile ilişkiler söz konusu olduğunda Batı’dan çok da farklı düşünmeyen bir Rusya’dan Suriye’nin toprak bütünlüğü ve PKK ile mücadele konusunda ne elde edebileceğiniz şüpheli. 

REJİMİN YAPMASI GEREKENLER VAR

Bütün bu değerlendirmeden sonra siz ne öneriyorsunuz?

Öncelikle Şam ile irtibat meselesinin bir seçenek olarak tartışılmasını sağlıklı bulduğumu söylemeliyim. İfade ettiğim üzere Suriye meselesine salt PKK ile mücadele perspektifinden bakıldığında Şam ile irtibatın Türkiye’nin elini güçlendireceğini düşünüyorum. Ancak ifade ettiğim sınırlamalar dolayısıyla bu sürecin ertelenmesi ya da arka planda yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’nin Suriye’de PKK ile mücadelede başarı sağlamak için de öncelikle siyasi çözümü başarması gerekiyor. Siyasi çözüme ulaşıldıktan sonra Şam ile zaten çok geniş bir işbirliği alanı doğacaktır. Ancak öncelikle rejim ile muhalifler arasındaki çelişkinin sona erdirilmesi ve Şam’ın da ilgisi, dikkat ve kaynaklarını Suriye’nin doğusuna yönlendirmesi için zemin hazırlanması gerekmektedir.

İDLİB TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK SINIRI

Türkiye’nin desteklediği, Afrin ve El-Bab operasyonlarında birlikte hareket ettiği muhalifler Suriye’nin geleceğinde olabilecek mi bu denklemde? Nasıl olacak?

Şu anda Suriye’nin kaderini askeri çatışmalar belirliyor olsa da en nihayetinde kriz siyasi yollarla çözülecektir. Nihai askeri tablo bize Suriyeli muhaliflerin Suriye’nin siyasi geleceğinde ne derece var olacakları konusunda fikir verecek. İşte İdlib bu açıdan kritik önemde. İdlib tüm silahlı muhaliflerin toplandığı ve kontrol etmeyi başardıkları tek vilayet konumunda. İdlib’teki muhaliflerin elimine edildiği, İdlib’in rejim kontrolüne geçtiği bir senaryo Suriye’nin geleceğinde muhaliflerin neredeyse hiçbir rolünün olmaması anlamına gelir. Hatta böyle bir durumda rejimin karşısında müzakere edecek muhalif de kalmayacaktır. Suriye dışındaki siyasal muhalefetin siyasi çözüm masasındaki etkisi büyük oranda muhaliflerin sahadaki gücüne dayanıyor. Bunun olmadığı bir ortamda rejim 2012 Anayasası’nda ufak bazı değişiklikler yaparak yoluna devam edecektir. Dolayısıyla sorunuzun yanıtı İdlib savaşının nasıl sonuçlanacağının yanıtında gizli.
İdlib’i düşürmeyi başarmış bir rejimin sonraki hedefinin Afrin ve el-Bab olacağını tahmin etmek zor değil. Bu bölgelerde Türk askeri varlığı olmasa İdlib’e nazaran çok kolay biçimde rejimin kontrolüne geçer. Ancak İdlib’te yenilgiye uğramış bir Türkiye’nin de bu bölgelerde direnme gücü azalır. İşte bu nedenle de İdlib Türkiye için kritik önemdedir. Türkiye Rusya ve rejime İdlib’te sınır çekemezse kendi bölgelerinin hedef olacağını biliyor.

İDLİB DÜŞERSE EL-BAB VE AFRİN HEDEF OLUR

Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarıyla Suriye sınırımızın batısı PKK-PYD’den temizlendi ama doğusu hala PKK elinde. İdlib’deki gelişmeler Suriye’nin doğusu ve batısı açısından ne tür riskler imkanlar taşıyor?

Türkiye’nin Suriye’de birinci önceliği PKK ile mücadele yani Fırat’ın doğusundaki YPG varlığını ortadan kaldırmak. Türkiye kamuoyunda birçok kesim “Suriye iç savaşı bizim meselemiz değil o nedenle İdlib’e neden bu kadar önem veriyoruz” şeklinde bir düşünceyi savunuyor. Hatta Suriye’de PKK ile mücadele açısından İdlib’in rejime bırakılması ve birlikte Suriye’nin doğusuna odaklanılması gerektiği savunuluyor. Benim görüşüme göre İdlib’i kaybeden bir Türkiye’nin Suriye’nin doğusu konusunda da eli çok zayıflar. İdlib’i ele geçiren rejim bir sonraki aşamada sizinle birlikte Fırat’ın doğusuna değil öncelikle Afrin ve el-Bab üzerine yoğunlaşır. Ancak İdlib meselesinin Türkiye ve muhaliflerin de istediği bir çerçevede çözülmesi Suriye’nin doğusu konusunda gerçek anlamda Şam ile Ankara işbirliğinin önünü açabilir. Türkiye’nin Suriye masasında güçlü olması gerekiyor ki Fırat’ın doğusu konusunda da rol oynayabilsin. Bunun da ön şartı İdlib’i ayakta tutmak ve Suriye’de Türkiye’siz bir çözümün mümkün olmadığını göstermekten geçmektedir.

SURİYE DOĞU FIRAT’I PKK’YA BIRAKIR MI?

Enerji ve su kaynakları halihazırda Suriye’nin kuzey doğusunda. Bu durum nasıl etkiler süreci, Esed ile YPG -dolayısıyla ABD- anlaşmasını mı? Esed ile PKK anlaşması Rusya buna göz yumar mı?

YPG ve ABD’nin birlikte kontrol ettiği bölge Suriye topraklarının yaklaşık dörtte biri ancak doğal kaynaklarının yaklaşık yüzde 60’ını barındıran bir alan. Suriye her ne kadar iç savaşı kazansa bile kendi ayakları üzerinde durabilen bir güce ulaşması için bu bölgeleri geri alması hayati önemde. Yani ABD ile Rusya anlaşsa bile Şam bu bölgeleri geri alabilmek adına her yolu deneyecektir. Zaten tam da bu nedenle Şam ile YPG arasında sürdürülen müzakereler hep sonuçsuz kalıyor. Rejimin YPG’ye verebileceği tavizler ile YPG’nin maksimalist talepleri arasındaki makas çok açık ve bu boşluğun doldurulması çok zor. Ancak son hafta içinde Türkiye kamuoyunda çok fazla tartışılmasa da ABD’den çok kritik açıklamalar geldi. ABD’nin yeni atanan Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey ABD’nin Suriye’de siyasi çözüm olana ve İran ülkeden çıkarılana kadar Suriye’de kalmaya devam edeceğini belirtti. Yine ABD basınında ABD’nin Suriye’de kalması konusunda Trump’un ikna edildiği haberleri yansıdı. Bölgedeki kalıcı ABD varlığı denklemi değiştiriyor. Rusya’nın da ABD alanlarına göz yumabileceği ve YPG’ye siyasi statü kazandırmak istediği düşünüldüğünde Suriye’nin ve Türkiye’nin işi zorlaşıyor. Ancak şunu söylemek gerekir. YPG bölgeleri eğer yasal statü kazanacaksa bu sadece ABD koruması ile değil ancak Şam ile anlaşarak mümkün olabilir. İşte ABD bu noktada Rusya üzerinden YPG’nin rejimle anlaşması yolunu destekleyebilir. Ancak yine de Şam’ın ABD ve Rusya’nın istediği çerçevede bir anlaşmaya yanaşması zor. İşler bu noktaya geldiğinde de Irak’ta bağımsızlık refernadumu sonrası görülen bölgesel işbirliğinin zemini daha güçlenmiş olacaktır.

Bu Röportajın Orijinali 10 Eylül 2018 tarihinde Star Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

http://orsam.org.tr/tr/tahran-zirvesi-sonrasi-suriye-idlib-ve-turkiyenin-politikasi/

***

26 Ağustos 2018 Pazar

24 HAZİRAN 2018 SEÇİM SONUÇLARI, ANALİZİ, BÖLÜM 5

 24 HAZİRAN 2018 SEÇİM SONUÇLARI, ANALİZİ, BÖLÜM 5 


TABLO 10. 

KÜRT NÜFUSUN YOĞUNLUKTA OLDUĞU 16 İLDE MİLLET VEKİLİ DAĞILIMI İLLER 
HAZİRAN 2011 
HAZİRAN 2015 
KASIM 2015 
HAZİRAN 2018 
AK PARTİ BAĞIMSIZ DİĞER AK PARTİ HDP DİĞER AK PARTİ HDP DİĞER AK PARTİ HDP DİĞER 


HDP’nin batıdaki bazı büyükşehir ve illerde yaşadığı oy artışı da CHP’den bu partiye oy geçişlerinin bir yansımasıdır. Bu minvalde özellikle İstanbul, İzmir, Ankara ve Antalya gibi illerde HDP 1 Kasım’a kıyasla ciddi bir oy artışı yaşamıştır. HDP’nin barajı aşmasıyla AK Parti’nin Mecliste çoğunluğu sağlamasının önüne geçilmesi adına sergilenen bu taktiksel oy verme davranışı partinin doğal oy oranının üzerine çıkmasına sebep olmuştur. Ayrıca partinin cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş’ın oy oranında 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine göre düşüş olmasına rağmen HDP’nin oylarının artması da bu durumu doğrulamaktadır. 

Demirtaş bir önceki Cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı oy oranının 1 puan gerisinde kalırken partisiyle arasında da 3 puanlık bir fark ortaya çıkmıştır. 
Bu farkın seçim öncesinde kamuoyundaki değerlendirmelerde de sıkça dile getirildiği üzere CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’ye aktarıldığı muhtemel görünmektedir. 

Sonuç itibarıyla HDP’ye olan destek Kürt seçmenlerin yaşadıkları illerde azalsa da parti bu düşüşü batıda CHP seçmenlerinden gelen oylarla takviye etmiştir. CHP’nin Cumhur İttifakı’nın Parlamentoda azınlığa düşmesini sağlamak için yürüttüğü bu strateji HDP’nin CHP’nin emanet oylarıyla barajı geçmesiyle sonuçlanmıştır. Dolayısıyla HDP’nin barajı aşması muhalefetin stratejik oy verme davranışı üzerinden AK Parti’nin Mecliste gücünü sınırlandırmaya dönük stratejisinin bir sonucudur.22 

Kürtlerin HDP’nin PKK ile aynı doğrultuda politikalar uygulamasından duyduğu rahatsızlığın boyutlarını ise seçim sonuçları net bir şekilde göstermektedir. Kayyum belediyeciliğinin başarısı da HDP’ye olan teveccühü azaltan nedenlerden biri olarak görülebilir. 


TABLO 11. 
HDP NIN OY ORANINI ARTIRDIĞI BAZI ILLER İLLER 



KASIM 2015 HAZİRAN 2018 OY ORANI 


TABLO 12. 



İYİ PARTİ NİN MİLLETVEKİLİ ÇIKARDIĞI İLLER VE OY ORANI İLLER OY ORANI (YÜZDE) MİLLETVEKİLİ SAYISI 


İYİ Parti 

Ekim 2017’de kurulan İYİ Parti seçimlere Millet İttifakı çatısı altında girdi. Seçim kampanyası boyunca İYİ Parti’nin MHP seçmeninin büyük ölçüde  desteğini alacağı ve AK Parti seçmeninden de bu partiye oy geçişleri olacağı dolaşıma sokuldu. Fakat partinin kampanya sürecinde kimliksiz ve kaygan bir siyaset izlemesi halihazırda bu partiye yönelmiş seçmenin dahi desteğini çekmesine yol açtı. Dolayısıyla 24 Haziran’da seçmenlerinin  beklentilerini karşılayamayan partilerden birisi de İYİ Parti oldu. 

İYİ Parti genel seçimlerde 4 milyon 993 bin oy ile yüzde 9,96 oranında oya ulaşırken partinin cumhurbaşkanı adayı Akşener 3 milyon 649 bin oy ile yalnızca yüzde 7,2 oranında oy alabildi. Akşener ve İYİ Parti’nin oy sayıları arasındaki yaklaşık 1 milyon 340 binlik farkın CHP adayı Muharrem İnce’ye gittiği ifade edildi. Türkiye genelinde İstanbul’dan sekiz, Ankara’dan beş, Antalya’dan üç, İzmir, Adana, Bursa ve Mersin’den ikişer vekil çıkaran parti toplamda 43 milletvekili elde etti. 

İYİ Parti ağırlıklı olarak Ege ve Akdeniz’den yüksek oranda oy almıştır. En düşük oy oranını ise Doğu ve Güneydoğu’dan edinmiştir. Oy oranının en yüksek olduğu illere bakıldığında Burdur, Isparta, Antalya, Çanakkale ve Muğla’nın başı çektiği görülmektedir. İYİ Parti’nin cumhurbaşkanı adayı Meral Akşener’in en yüksek oy oranına ulaştığı iller de partiyle benzerlik göstermektedir. İYİ Parti lideri Meral Akşener oran olarak en yüksek oya Burdur (15,8), Isparta (14,8), Antalya (13,5), Denizli (13,8) ve Bilecik’te (13,2) ulaşmıştır. 

İYİ Parti’nin bazı kesimlerin abartılı tahminlerinin aksine beklenen bir sonuç aldığı söylenebilir. Yüzde 10’a oldukça yaklaşan İYİ Parti’nin oylarının çok büyük bir kısmını MHP ve CHP seçmeninden alması ayrıca önemlidir. Bu durum AK Parti alternatifi “merkez sağ” bir parti olma iddiasındaki partinin ideolojik konumlanma olarak durduğu yeri tam belirleyememesinin de bir sonucudur. Ayrıca Meral Akşener’in İYİ Parti’ye kıyasla yüzde 25 daha az oy alması partinin lider eksenli ve iktidar adayı bir parti olmaktan ziyade kendi partilerine tepkili seçmenlerin buluştuğu bir parti hüviyetine büründüğünü göstermektedir. 


TABLO 13. 

İYİ PARTİ NİN EN YÜKSEK OY ORANINA SAHİP OLDUĞU ON İL 
İLLER OY ORANI (YÜZDE) OY SAYISI MİLLETVEKİLİ SAYISI 



Kamuoyunda İYİ Parti’nin gerek AK Parti’den çok oy alacağı gerekse de MHP’yi tamamen eriteceğine dair yürütülen bilinçli propaganda sonucunda oluşan hayal kırıklığı partinin yüzde 10’a yakın oy almasına rağmen başarısız olarak görülmesine yol açmıştır. Özellikle partinin genel başkanı Meral Akşener’in Parlamento dışında kalması partinin önümüzdeki dönemde güçlü bir siyaset izleyip izleyemeyeceğine yönelik soru işaretleri oluşturmaktadır. Her ne kadar parti Ege ve Akdeniz bölgelerinde görüldüğü gibi MHP’den belirli bir oranda oy alsa da bu oyların konsolide olup olmayacağı belirsizdir. 

İYİ Parti’nin seçim sonrasında ciddi bir arayış içerisine girdiği görülmektedir. Bu sebeple partide bundan sonraki stratejisiyle ilgili farklı arayışlar mevcuttur. Son olarak İYİ Parti’nin Millet İttifakı’nda daha fazla yer almayacağı ve bu ittifakın sona erdiğinin duyurulması bu arayışın bir tezahürüdür. 

Saadet Partisi 

Saadet Partisi 24 Haziran seçimlerine Millet İttifakı çatısı altında girdi. Saadet Partisi ile İYİ Parti arasında Aralık 2017’den itibaren başlayan görüşmeler erken seçim kararının ardından hızlandı ve CHP’nin de bu iş birliğine katılmasıyla sonuçlandı. Bu üçlü ittifakta Saadet Partisi’nin AK Parti seçmenlerinin bir bölümünün desteğini alacağı iddia ediliyordu. Fakat Saadet Partisi’nin CHP ile aynı ittifak çatısı altında bulunması kendi tabanının bir bölümü tarafından tepkiyle karşılandı. 

Saadet Partisi 24 Haziran genel seçimlerinde aldığı 672 bin 139 oy ile yüzde 1,34 oy oranına ulaşmıştır. 1 Kasım seçimlerinde 326 bin oy ile yüzde 0,7’de kalan Saadet Partisi 24 Haziran seçimlerinde oyunu artırmıştır. Ancak Saadet Partisi BBP ile ortak girdiği 7 Haziran seçimlerinde aldığı 1 milyon oyun dahi gerisinde kalmıştır. 24 Haziran genel seçimlerinde Bayburt (3,2), Batman (3,1), Trabzon (2,5), Konya (2,3) ve Kocaeli (2,2) Saadet Partisi’nin en yüksek oy oranına ulaştığı iller olmuştur. 

Saadet Partisi hiçbir seçim bölgesinde milletvekili çıkaracak yeterli sayıya ulaşamadığı için elde ettiği oylar ittifakın diğer üyelerine eklemlenmiştir. 
CHP bu sayede Adıyaman, Elazığ, Karabük, Karaman, Kastamonu, Kırıkkale, Kırşehir, Kütahya, Nevşehir, Şanlıurfa ve Yozgat’ta Saadet Partisi ve İYİ Parti’nin ittifak oylarıyla birer milletvekili çıkarmıştır. Buna karşın Saadet Partisi CHP’nin kendisine ayırdığı kontenjandan altı milletvekili adayı göstermiş ve bunların ikisi 24 Haziran’da seçilmiştir. Saadet Partisi’ne ayrılan üçüncü bölge dokuzuncu sıra ve Konya ikinci sıradan gösterilen adaylar CHP listesinden milletvekili olmuştur. 

Saadet Partisi seçimler sonrasında CHP’ye verdiği katkı nedeniyle eleştirilerin odağında yer almıştır. Bir yandan CHP tabanı Saadet Partisi’ni ittifaka yeterince katkıda bulunmadığı sebebiyle eleştirmiştir. Öte yandan muhafazakar kesimden gelen eleştiriler Saadet Partisi sayesinde CHP’nin 
önemli sayıda milletvekili elde etmesiyle ilgilidir. 


Bu eleştirilere karşı Saadet Partisi’nden net bir açıklama yapılmasa da Millet İttifakı’nın dağılma-sıyla beraber Saadet Partisi önümüzdeki dönemde 
siyasette tekrar geri planda kalacaktır. Zira Saadet Partisi aktör haline gelme çabasına karşın seçim sürecinde etkili bir siyaset ortaya koyamamıştır. 

SONUÇ 

24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimleri Türkiye için tarihi bir dönüm noktasına işaret etmekteydi. 16 Nisan referandumuyla kabul edilen Cumhurbaşkanlığı sistemine fiilen geçildi. Partilerin yasal bir zeminde ittifak yapabilmelerini sağlayan seçim ittifakı düzenlemesi de ilk kez tecrübe edildi. Partilerin seçmen tabanları arasında taktiksel denebilecek oy geçişkenlikleri ortaya çıktı. 

Bu seçimlerde muhalefetin kampanyasının özü Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı üzerine inşa edilmişti. İttifak yapmalarının dinamiğini de bu motivasyon oluşturdu. Buna ek olarak muhalefet partileri 1990’ların vaat siyasetine yönelerek siyasal popülizmin tüm unsurlarını devreye soktu. 
Önce Erdoğan karşıtlığında bir “çatı aday” üzerinde ittifak sağlanmaya çalışıldı. Özellikle AK Parti’de siyaset yapmış eski siyasetçiler ve sağ siyasetin 
içinde bulunmuş aktörler üzerinde epeyce tartışma yürütüldü. Ancak Cumhurbaşkanlığı seçimleri için “çatı aday” üzerinde ittifak sağlanamayınca 
Parlamento seçimleri için CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi ve DP Millet İttifakı adıyla seçimlere gitti. HDP ise AK Parti’ye karşı taktiksel olarak Parlamento seçimlerinde desteklenerek barajı geçmesi sağlandı. 

İktidarın seçimlere dönük büyük hikayesi on altı yıllık icraat ve hizmet siyasetini yeni siyasal sistemle birlikte taçlandırma üzerineydi. 
Bu anlamda “Yaparsa Yine AK Parti Yapar” sloganıyla kendisine bugüne kadar en az bir kez oy vermiş seçmenin diğer partilere yönelmesi engellenmeye  çalışıldı. AK Parti seçimlere yönelik yeni dönemde büyük projelere devam etmekle birlikte mikro projelere de ağırlık verileceği temasını öne çıkardı. 

Seçimler Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın mutlak zaferiyle ilk turda sonuçlandı. MHP ile birlikte Cumhur İttifakı çatısında seçimlere giren AK Parti oyların yüzde 42,6’sını alarak en yakın rakibinden neredeyse iki kat fazla oy elde etti. Böylece AK Parti on altı yıllık iktidarını sürdürecek bir sonuca ulaşarak 2002’den bu yana girdiği on dördüncü seçimi de kazandı. AK Parti 1950 demokratik seçimlerinden bu yana kesintisiz en uzun iktidarda kalan parti olma özelliğini korumaktadır. Yeni bir erken seçim yaşanmadığı takdirde beş sene daha iktidarda kalacaktır. Bu açıdan bakıldığında AK Parti siyaset bilimi literatüründe 20 yıl arka arkaya seçimleri kazanarak iktidarda yer alan partileri tanımlamak için kullanılan “ Hakim Parti ” sınıfına girmiş bulunmaktadır. 

Seçimlere Millet İttifakı çatısı altında giren CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi ise beklediği sonucu elde edemedi. Her ne kadar seçimleri kazanamasa da CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce partisinin yaklaşık 8 puan üzerinde bir oy aldı. CHP’nin yüzde 22’de kalması ise parti lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile partinin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce arasında liderlik krizinin derinleşmesine sebep oldu. Ayrıca bu ittifakın bir diğer ortağı İYİ Parti’de ise yeni dönemde partinin yasama süreçlerindeki pozisyonuyla ilgili bir uyuşmazlık baş gösterdi. Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin bir ideolojik uyum çerçevesinde değil Cumhurbaşkanı Erdoğan karşıtlığında birleşmeleri ise seçimlerin akabinde Millet İttifakı’nın dağılmasıyla sonuçlandı. 

24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimleri Türkiye için tarihi bir dönüm noktasıdır. Bu seçimde 16 Nisan referandumuyla kabul edilen Cumhurbaşkanlığı sistemine fiilen geçilmiş, seçimlerde partilerin yasal bir zeminde ittifak yapabilmelerini sağlayan seçim ittifakı düzenlemesi de ilk kez 
tecrübe edilmiştir. Seçimler ilk turda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mutlak zaferiyle sonuçlanırken MHP ile birlikte Cumhur İttifakı çatısında seçimlere giren AK Parti oyların yüzde 42,6’sını alarak Türkiye partisi kimliğini taşıyan tek siyasal aktör olduğunu bir kere daha ortaya koymuştur. 24 Haziran seçimlerinin en önemli sonucu ise 26 milyondan fazla seçmenin oyunu alarak tekrar cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın liderliğinin tartışmasız bir şekilde konsolidasyonu olmuştur. 

Seçimlere Millet İttifakı çatısı altında giren CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi ise kampanya sürecindeki tüm iddialarına rağmen herhangi bir başarı elde edemedi. 
Her ne kadar seçimleri kazanamasa da CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin partisinin yaklaşık 8 puan üzerinde oy alması CHP’de liderlik krizini bir kere daha başlattı. Ayrıca bu ittifakın bir diğer ortağı olan İYİ Parti’de yeni dönemde partinin yasama süreçlerindeki pozisyonuyla ilgili bir uyuşmazlık baş gösterdi. Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin bir ideolojik uyum çerçevesinde değil Cumhurbaşkanı Erdoğan karşıtlığında birleşmeleri ise seçimlerin akabinde Millet İttifakı’nın dağılmasıyla sonuçlandı. 

Tüm bu bilgiler ışığında analiz 24 Haziran seçimlerinin sonuçlarını partiler açı sından ele almakta ve sonuçların ampirik bir değerlendirmesini yapmaktadır. 
Bu amaç doğrultusunda ilk olarak 24 Haziran seçimlerinin Türkiye siyaseti açısından önemine değinilmekte ve seçimlere yön veren temel dinamikler ele 
alınmaktadır. 
Daha sonrasında AK Parti, CHP, MHP, HDP, İYİ Parti ve Saadet Partisi açısından seçim sonuçları analiz edilmekte, geçmiş seçimlerin sayısal verilerine kıyasla partilerin performansları değerlendirilmektedir. Analizin sonuç bölümünde ise seçim sonrasında ön plana çıkan temel dinamiklere değinilmektedir. 

DİPNOTLAR:

1. Serdar Gülener ve Nebi Miş, “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”, SETA Analiz, Sayı: 190, (Şubat 2017), s. 7. 
2. Ali Aslan, “24 Haziran ve Milli İradenin Zaferi”, Sabah, 30 Haziran 2018. 
3. Seçim ittifaklarının seçmen davranışı üzerine etkisi için bkz. Nebi Miş ve Hazal Duran, “Seçim İttifakları”, SETA Analiz, Sayı: 232, (Şubat 2018), s. 11-14. 
4. Erik R. Tillman, “Pre-Electoral Coalitions and Voter Turnout”, Party Politics, Cilt: 21, Sayı: 5, (2015), s. 1. 
5. M. Zahid Sobacı, “Her Zaman Kaybettiren Strateji: Erdoğan Karşıtlığı”, Star Açık Görüş, 5 Mayıs 2018. 
6. Nebi Miş, “Hakim Partili İki Siyasi Blok”, Türkiye, 6 Şubat 2018. 
7. Burhanettin Duran, “Seçmenden Stratejik Dersler”, Sabah, 26 Haziran 2018. 
8. Fadime Özkan, “SETA Siyaset Araştırmaları Direktörü Doç. Dr. Nebi Miş: Muhalefet Hazırlandı ama Sonuç Alamadı”, Star, 24 Nisan 2018. 
9. Fahrettin Altun, “24 Haziran Seçimlerinden Neler Öğrendik?”, Sabah, 25 Haziran 2018. 
10. Burhanettin Duran, “Erdoğan’ın Manifestosunun Kodları”, Sabah, 8 Mayıs 2018. 
11. Nebi Miş ve Baki Laleoğlu, “24 Haziran Seçimlerinde AK Parti”, SETA Analiz, Sayı: 242, (Haziran 2018). 
12. Hazal Duran, “The Victory of Turkish Democracy”, The New Turkey, 25 Haziran 2018. 
13. Burhanettin Duran, “Yeni Dönemde Siyasetin Gidişatı”, Sabah, 29 Haziran 2018. 
14. Nebi Miş, “AK Parti’nin Seçim Performansı”, Türkiye, 28 Haziran 2018. 
15. Hüseyin Alptekin, “Who will Turkey’s Kurds Vote for?”, The New Turkey, 28 Nisan 2018. 
16. M. Erkut Ayvaz, “24 Haziran Seçimlerinde CHP”, SETA Analiz, Sayı: 243,
17. Burhanettin Duran, “Muhalefetin Bütün Seçenekleri Masada”,  (Haziran 2018), s. 7. Sabah, 24 Nisan 2018. 
18. Fahrettin Altun, “Başlasın Koltuk Kavgaları”, Sabah, 28 Haziran 2018. 
19. Nebi Miş, “Kurtarıcı Arayışı ve CHP’nin Seçim Performansı”, Türkiye, 30 Haziran 2018. MHP 
20. MHP’nin bölünmesi sonucunda kurulan İYİ Parti’nin Türk siyasetine muhtemel etkileri üzerine bkz. Hazal Duran, “Meral Akşener’in Siyasal Anlamı 
ve İYİ Parti”, SETA Analiz, Sayı: 223, (Kasım 2017). 
21. 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri sürecinde HDP’nin barajı geçmek için araçsallaştırdığı Türkiye partisi olma stratejisini ve bu stratejinin 24 Haziran seçimlerindeki değişimini daha detaylı anlamak için bkz. Serdar Gülener ve Ahmet Baykal, “24 Haziran Seçimlerine Doğru HDP”, SETA Analiz, Sayı: 245, (Haziran 2018). 
22. Nebi Miş, “Seçim Sonuçlarının Genel Siyasi Anlamı”, Türkiye, 26 Haziran 2018. 

ANKARA • ISTANBUL • WASHINGTON D.C. • KAHIRE 

www.setav.org 




***