Özden Örnek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Özden Örnek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ağustos 2018 Pazar

Özkök Neden Sorgulanmıyor?

Özkök  Neden Sorgulanmıyor?


Ekrem Hortu

Yoksa Eski Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök Gizli Tanıkmı? Em. Komutanlar Sorgulanıyor Peki.., Bunların Başkomutanı Özkök ve Büyükanıt neden sorgulanmıyor?


AKP ÇOK FENA FAKA BASTIRILDI NİÇİN 7 YIL SONRA BU OPERASYON?

Barış Yarkardaşın Gerçek gündem de dile getirdiği gibi Asker Neden Zorlanıyor?
Acaba yarrabi bir muhtura şu garip AKP yemi duası edilmekte bakın size bir kez daha söyleyim Sevgili AKP li dostlar yeşil kartlınız fak fuk fon destekli seçmenler dahi isyan içindeler bugün Fatih parkında onlarca insan ne konuşuyordu bittik yahu 10 lira harçlık yok cebimizde isyanı vardı AKP li dostlar 300 bin Genarelini Subayını içeri koysanız dahi vatandaşın umrunda değil hani söyleyim Vatandaş diyorki Tayyip. Erbakan hocasının intikamını alıyor Askerlerden işte Vatandaşın tepkisi Şeytanın gördediği Çetin'in oğlu sizi çok fena faka bastırdı evet Türk Milleti Ordusu'nun Siyasete mudahale etmesini istemez ama Ordusu ile Kavğa edeni hiç Affetmez!

2007 yılının Ağustos ayından beri süren “Ergenekon” soruşturması pazartesi sabahı yaşanan gözaltılarla yeni bir evreye girdi. Bir dönemin kudretli paşaları olan İbrahim Fırtına, Ergin Saygun ve Özden Örnek gözaltına alındı. “Balyoz Darbe Planı”nı yaptığı iddia edilen Emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın evi arandı. Bu satırlar kaleme alındığı sırada Doğan’ın evinde yapılan arama sürüyordu. Bu noktada; tarihe bir de not düşelim: Çetin Doğan da evinin aranacağını tıpkı Sabih Kanadoğlu gibi TRT’den öğrendi. Sabah saatlerinde Anadolu Ajansı ve TRT 2 Çetin Doğan’ın evinde arama yapıldığı haberini geçti. Doğan’ın eşi ise Vatan Gazetesi’nin internet sitesine yaptığı açıklamada, “Haberlerde söylendi ama evimizde arama yok. Şu an evdeyiz” dedi. Doğan’ın eşinin açıklamasından tam bir saat sonra bir grup polis, askeri lojmana geldi ve aramayı başlattı. Orgeneral Çetin Doğan, polisler askeri lojmanın kapısına dayanınca “Nihayet geldiler. Şu an arama yapılıyor” ifadesini kullandı.Ergenekon adı verilen ve tam üç yıldır süren “ucu açık” operasyonda “çıta”nın artık en yükseğe doğru çıktığı görülüyor. Gözaltına alınacaklar, tutuklanacaklar ve evi basılacaklar yine yandaş medya tarafından ilan ediliyor. 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk de bu isimlerden biri… NATO’da eğitim almamış nadir “üst subay”lardan biri olan Berk, Rusça bilmesiyle dikkat çekiyor. Berk’in başında bulunduğu ordu, Türkiye’nin en kritik bölgelerinden sorumlu. işte ABD ip...... nesi. berk Paşa'dan ürküyor çünkü korkuyorBerk’in bir süredir hedef tahtasına konulması ve Silivri’deki diğer tutuklularla aynı kaderi paylaşacağının ilan edilmesi, aslında esas hedefin “Genelkurmay” olduğunun geç kalmış bir ilanı… Berk’ten sonraki hedef ise Orgeneral Başbuğ… Saldıray Berk’in tutuklattırılması halinde, sıra Başbuğ’a gelecek… ancak birtürlü buna cesaret edemiyorlar önce emekliler ile başladılar geçim derdine düşmüş Türk Milletinden hatırı sayılır tepki yok bu durum ABD  AB veeee Asker ve Laik Türkiye'yi içine sindiremeyenlere cesaret vermiş olmalıPeki ne oldu da bir süredir dinen “dalgalar” yeniden taşmaya başladı?Ergenekon adı verilen operasyon, en başından beri “CAI destek”le yürüyor. “Darbe yapacakları” iddia edilen kişilerin gözaltına alınmasıyla başlayan süreç, AB ve ABD’nin destek mesajlarıyla devam ediyor. Daha geçen hafta, ABD Büyükelçisi Jefrey, “Ordunun siyasetteki etkisi mutlaka yok edilmeli” diye beyanat verdi. 

ABD belli ki; önümüzdeki süreç te de AKP iktidarı ile “ittifak”ına devam edecek. 

Askere 1 Mart 2003 tezkeresinden dolayı güvenmeyen ABD, İran’a yönelik operasyonda TSK yerine AKP ile işbirliği yapacak. İran’a müdahaleye karşı çıkan TSK böylece saha dışına atılacak. Söz söyleme hakkı elinden alınacak. TSK’nın yerine ise AKP monte edilecek. AKP iktidarda kalabilmek adına AB ve ABD’nin tüm isteklerini koşulsuz bir şekilde yerine getirecek, ama AKP burada yanılıyor unutmasın oy Türk Milletinin Meselenin bir de öteki yüzü var tabii… AB ve ABD destekli operasyonun “siyasal sonuçları” ele alınırken; “açılım”ı masaya yatırmamak olmaz. ABD, uzun süreden beri “açılım” adını verdiği paketin uygulanması ve PKK’nın siyasallaştırılması için çaba gösteriyor. PKK’yı Talabani – Barzani iktidarının karşısında “tehlike” olarak gören ABD, terör örgütünün “silahsızlandırılması”nı istiyor. Bir sonraki aşama ise Kürtlere bir devlet hediye etmek… Böylece, kendisine de yeni bir “pazar” yaratmak… 2 Milyon masum Iraklıyı katlederek elde ettiği Petrol'e bekçi yapmak oyna barzaniyiAncak; bunun yapılabilmesi için Türkiye’den de “toprak alınması” ve Kürt devletinin parçalarının tamamlanması gerekiyor. Aksi taktirde; Kürtleri ikna etmek ve denetimlerinde tutmak mümkün olmayacak. İşte bu yüzden; “açılım”la yapılamayacağını gördükleri operasyon, askerin tahrik edilmesiyle hayata geçirilmeye çalışılacak.Hatırlayın; NATO Müteahhitlerinden Fenerbahçe eski Başkanı Ali Şen yıllar önce “Kürtlerin hakları verilmezse dış güçler askeri müdahalede bulunur” demişti. Şen’in sözleri o dönem bomba etkisi yaratmıştı. Milliyetçi – ulusalcı güçler Şen’e büyük tepki göstermişti. meğer Şen haklı imiş bakın ey Türk Milleti Ülken Türkiye ne hale getirlidi insanlar bankalara plastik kart ile boğuşur hale getirildi Türkiyenin içi boşaltılıyorSanırız; şimdi o günlere yaklaşıldı. Uzun bir süreden beri “açılım” adı altında Kürt devletinin ilan edilmesine uzanan bir çaba var. Kürtlerin ve diğer halkların demokratik haklarını kullanamadığına ilişkin sistemli bir propaganda faaliyeti yürütülüyor. Daha düne kadar Kürt yurttaşlarımıza ırkçı-faşizan söylemlerle saldıran gericiler, bugün birer “özgürlük havarisi” rolüne soyunuyor. 

 Oysa; 

  Kürtlere yaptıkları hakaretlerin henüz mürekkebi bile kurumadı…soruyorum Ereğli'de yaşayan hangi kürt mağdur?ABD’nin Kürtlerin “siyasal hakları” üzerinden yürüttüğü bu kampanya, uzun vadede bir Kürt devletinin kurulmasının psikolojik zeminini oluşturmaya yönelik. 

Ancak bunun önünde üç engel var: 

Biri CHP diğeri TSK, diğeri ise MHP… TSK, son operasyonlarla iyice güçten düşürüldü, itibarsızlaştırıldı… Arkasındaki halk desteği azaltıldı… CHP ise Baykal liderliğinde duruşunu sağlamlaştırdı. MHP’nin tabanı ise açılıma yönelik en sert tepkiyi veren parti konumunda… MHP ve CHP bu yüzden “Şimdilik” açık hedef haline getirilemiyor. Her iki partinin geniş bir taban desteğine sahip olması, “demokrasicilik oyunu”nu yürüten AB – ABD ve AKP’yi zor duruma sokuyor. “Parlamenter rejim” içindeki CHP ve MHP’yi etkisizleştiremeyen AB - ABD – AKP üçgeni uzun vadeli planın gerçekleştirilebilmesi için önce orduyu tamamen hareketsiz kılmayı amaçlıyor. Türk ordu geleneğinin bilincinde olan ABD, işi şansa bırakmamak için de sürekli atraksiyon geliştiriyor. Medya eliyle yürütülen bu operasyonlarla ordunun “moralini çökertmek” ve “sinir sistemini alt üst etmek” amaçlanıyor. “Sinir sistemi” bozulan bir organizasyonun kontrolünü kaybedeceğini bilenler, ordunun “darbe yapması”nı istiyor. 

Böylece; askerin herhangi bir darbe girişiminde bulunmasının da işleri kolaylaştırılacağı varsayılıyor. Zira; asker darbe yapmaya yeltendiği an “Demokrasi elden gidiyor” yaygarası kopartılarak “açık askeri müdahale”nin de zemini oluşturulacak. Böylece, hem iktidardaki AKP’nin konumu güçlendirilecek, hem de “Kürt hakları” adı altında bölünmenin önü açılacak… Ali Şen, “Haklar verilmezse NATO açıktan müdahale eder” dediğinde kimileri kızmış, kimileri gülüp geçmişti… Sanırız artık o günlere yaklaştık… Askerin sürekli tahrik edilmesinin arkasında işte bu uzun vadeli plan yatıyor… Tabii AKP de bu süreci kendi lehine çevirmeyi beceriyor. Yeni bir kapatma davasının açılacağı söylentilerinin yaygınlaştığı şu günlerde, aklımıza Şamil Tayyar’ın sözleri geliyor. Star Gazetesi Ankara Temsilcisi Tayyar, Taraf Gazetesi’ne verdiği röportajda “Kapatma davası açılırsa, generallerin hepsi gözaltına alınır” demişti. bir Gazeteci bütün bunları nereden biliyor ben şamili tanırım Milliyet'den evet şamil'lerin haber kaynağımı HükümetBaşbuğ’un ses kaydının internete düşmesi, kapatma davası açılacağının açıktan konuşulmaya başlanması, ABD’nin askere yönelik mesajları ve beklentileri, Türkiye’yi çok zor günlerin beklediğini gösteriyor. İran, Afganistan, İsrail, Pakistan ve Rusya’ya yönelik hesapların tamamı, neredeyse Türkiye üzerinden yapılıyor. AKP ise krizi fırsata çevirip konumunu güçlendirmeyi planlıyor. dedim ya AKP bu hesapları yapıyor şeytan çarpmışa dönmesin?Ancak bu üçgenin; yani AB - ABD ve AKP'nin unuttuğu birşey var: Evdeki hesap çarşıya uymaz... Uymayacak da... Bunu hep birlikte göreceğiz... Kaynak: Özkök  Neden Sorgulanmıyor? 

http://www.erguncel.com/haber/ozkok--neden-sorgulanmiyor--15842

****

13 Ekim 2017 Cuma

YARSAV


YARSAV

Eminağaoğlu Savunmaya Geçti 

19 Mart 2009 08:49 

YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, askerliğini neden yapmadığından, Ergenekon'a verdiği desteğe kadar sert sorulara cevap verdi. 

YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, askere gitmemek için sahte çürük raporu aldığı iddialarını Zaman'dan Nuriye Akman'a değerlendirdi. 

"Anayasa askerlik demiyor, vatan hizmeti diyor. Vatan hizmeti kamu kurumlarında da yerine getirilebilir." ifadesini kullanan Eminağaoğlu, bu konunun dünyada da çok 
tartışıldığına dikkat çekiyor. Ergenekon soruşturması sırasında polisin aradan çekilmesini isteyen Eminağaoğlu, AK Parti kapatma davasıyla ilgili iddianamenin, 
İşçi Partisi'nde çıktığının hatırlatılması üzerine de, "Onu ben bilemem. Ben o konuyu devam eden dava nedeniyle yanıtlamam." diyor. 

-Yargıtay Başsavcısı'nın açtığı AKP kapatma davasında iddianamenin Abdullah Gül ile ilgili kısmı İşçi Partisinde çıktı. Siz de bu iddianameyi önceden almışsınız. 
İddianameyi sizi çok sevdikleri için mi verdiler? 

-Son derece bilgi kirliliği. Bir taş bir yere atılıyor ve ondan sonra uğraşıyorsunuz çıkaramıyorsunuz. Bu budur. Tamamı yanlış bu dediğinizin. 

-İşçi Partisi'nde çıkmadı mı bu iddianame? 

-Ben o tarafını bilemem. Tamamı yanlış. 

-Bilemiyorsunuz nasıl dersiniz ki yanlış. 

-Bakın şu belgeye. İstanbul'da açılan bir davanın 291. klasöründeki 78. sayfa. 

-Hangi dava efendim? 

-Kamuoyunda bilinen bir dava. 

-Ergenekon davası desenize şuna. 

-Bakınız Türkiye'de gerçeklerin nasıl çarpıtıldığına. Şurayı okuyun: 

-"AKP dosyasını Eminağaoğlu'na iletelim. Görüşünü alalım, limandaki yemeğe yetiştirelim. Yemeğe Eminaağaoğlu dışında Ergun Poyraz ve Levent Ersöz Paşa da gelecek" 
notunun alındığı... Tamam, buradan çıkıyor bu soru zaten. 

-Buradan çıkıyor. Bu, polisin değerlendirme belgesi. Onu da savcı iddianameye koyuyor. Olduğu gibi. Söz konusu belgenin oluşturulma tarihine bakıldığında 2 Ocak 2008. 
Yani yemek o gün olmuş oluyor. Dolayısıyla burada bir maddi hata olmadığını şu tarihte, şuradan anlıyorsunuz, nereden? Dolayısıyla diyor, 
Ak Parti'nin kapatılma iddianamesi açılmadan yaklaşık üç ay öncesinde diyor bu yemek için. Dava ne zaman açıldı? 14 Mart 2008. Adı geçen şahısların bir araya gelerek 
Ak Parti'nin kapatılması ile ilgili hazırlık yaptıkları... Tamam, kimlerle bu işler olmuş? 

Belgeler İşçi Partisi'nde ne geziyor ben bilemem... 

-Ergun Poyraz, siz ve Levent Ersöz. 

-Ergun Poyraz ne zaman tutuklandı? 27 Temmuz 2007. Bu yemek ne zaman yenmiş? 2 Ocak 2008.Siz böyle bir yemeği yiyebiliyorsanız gelin ben bu sorunuzu yanıtlayayım. 

Bakın bunun altında kaç tane polisin imzası var. Yedi aylık tutuklu bir adamla, Ankara'da olmayan bir kişiyle bana Ankara'da yemek yedirerek böyle bir şey yapılıyorsa ben bu soruyu nasıl yanıtlayabilirim. Bu İşçi Partisi'nden çıkan belge deniliyor. 

-Peki İşçi Partisi'nde ne geziyor? 

-Ben bilemem. Ben o konuyu devam eden dava nedeniyle yanıtlamam. 

-Peki onlar sizin arkadaşınız mıdır? 

-Benim görüşmüşlüğüm yoktur. Ben bu kişileri ismen bilirim, tanırım. 

-İddianamede isminiz 16 yerde geçiyor. 

-Bu konu beş yerde geçiyor. Ve beş yerde de birebir tekrar olarak geçiyor. O zaman bu iddianame beş kişi hazırladı da, beş tane metin mi birleşti tartışmaları oluyor. Bunlara girmeyelim. Ama iki konu hep tekrar. 

-O tarihlerde olmayabilir, siz ömrünüzde hiç bu kişilerle bir araya geldiniz mi? 

-Bakınız, ben böyle bir yemek yemedim. Ve şunu ifade edeyim, şimdi devam eden davada bu olayın diğer taraflarının bir takım savunmaları var. Sanki o savunmalara destek gibi bir algı asla yaratılmasın. Ama bu gibi şeyler soruşturmanın neden polis tarafından yürütülmesin dememizin sadece bir örneğidir. 

-Ama soruşturma polis tarafından yürütülmüyor ki. Hakim ve savcılar tarafından yürütülüyor. Ve bütün tutuklanma, gözaltına alınma kararlarını da hakimler veriyor. 

-O zaman Emniyet Genel Müdürlüğü bana şu yazıyı nasıl yazabiliyor. Bakın kim yazıyor? 

Emniyet Genel Müdürlüğü. İbrahim Kulular, basın halkla ilişkiler müdürü. 

Ben diyorum ki benim hakkımda bir istihbari bilgi topluyor musunuz? Adı geçen şahsın İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülmekte olan, kamuoyunda Ergenekon olarak bilinen kovuşturma çerçevesinde şüpheli ve tanık olarak yer almadığı anlaşıldı diye cevap veriyor Ben Emniyet'e bunu sormuyorum ki, niye Emniyet yanıtlıyor? 

-Kime sordunuz bunu? 

-Ben Emniyet'te benim hakkımda istihbari bilgi topluyor musunuz diye soruyorum. Bu ne demek? Soruşturmayı savcılar yürütüyor ama işin mutfağını siz Emniyet'te kurarsanız ne olur? Mutfakta pişen yemeği yeni baştan pişirmiyorsunuz. Mutfakta pişen yemeğin malzemesi ile ancak tuz eklersiniz, tatlısına şeker eklersiniz bilmem ne yaparsınız. Hükümete karşı bir darbe soruşturmasını hükümete karşı güvencesiz polislerle yapan dünyada bir tane ülke gösterin ben bu iddiamdan vazgeçeyim. Türkiye'de 70 milyonun izlenmesine yönelik kararın altında kimin imzası var? Yargıç imzası var. 70 milyonu izleyebilir misiniz? Türkiye'de Emniyet'in istihbari dinlemeleri delil olsun diyen kararın altında yargıç imzası var. İstihbari dinlemeleri delil yapabilir misiniz? Durum şu Nuriye Hanım. Yargı sistem olarak öyle bir konumda ki istihbari birimler ve yürütme birimleri karşısında rahat bir ortamda çalışamıyor. Belge, doküman bombardımanı altında tutuluyor. Yargı serbest ve bağımsız ortamı bulduğu anda hukuk pusulası şaşmaz. 

-Siz bu davayı yürüten savcı meslektaşlarınıza güvenmiyor musunuz? 

-O savcılar Emniyet'e mecbur bırakılmamalıdır. O savcılar, hangi savcı olursa olsun bir hukuk devletinde soruşturmanın gerektirdiği çalışma koşullarına sahip edilmeyen savcılardır. Biz diyoruz ki, soruşturmanın sahibi savcıdır. O savcı, o soruşturmayı da yürütmelidir. 

-Ama şimdi siz onların adına bir yargıda bulunmuş olmuyor musunuz? 

-Yargıda bulunmuyorum hayır. O savcılar yürütmelidir. Ancak o savcılara o ortam sağlanmalıdır. Şu an itibariyle sürecin yürütmenin etkisi dışında yürütüldüğü tartışmalarını ortadan kaldıramazsınız. Adli polisi kurmaya Türkiye'nin zamanı yok deniyor. Adli polisi kurmaya zamanı yoksa olabildiğince savcı sayısını arttırırsınız. 

-Ama biraz önce şey demiştiniz, iddianameyi beş kişi hazırladı da, metinler mi birleştirildi? Daha fazla savcı olunca iyice sulanmayacak mı iş? İyice yokuşa sürmek mi istiyorsunuz meseleyi? 

-Biz hiçbir şey yokuşa sürülsün istemiyoruz. Hukuk neyi gerektiriyorsa öyle olsun. Bir örnek vereyim. Örneğin bir a örgüt davası. Ve bunu Emniyet'le beraber yürütmemeniz gerekiyor diyelim. Ne yaparsınız? Örgüt davasına bir savcı bakar. Diyelim ki yüz tane eylemi var, elli tane eylemi var, yirmi tane eylemi var. Her eyleme de bir savcı bakar. Ve bu bir noktada da birleşir tüm bilgiler. Yani bir olayı on kişiye vermiyorsunuz. X eylemine bir savcı bakar. Y eylemine bir savcı bakar, z eylemine bir savcı bakar. Ana örgüt yapısına bir savcı bakar. Ve tüm bu bilgiler bir noktada toplandığında sağlıklı bir şey bulur. 

-Ama zaten çok savcı var bu davada. 

-Kamuoyu görüyor nasıl yürüdüğünü. Savcının yürüttüğü bir soruşturmanın talepleri savcıdan gelir. Polis savcıdan talepte bulunuyorsa, o zaman bizzat savcı yürütmüyordur. 

-İşin polisiye yönü de var ama. Polisi nasıl dışlayacaksınız? 

-Vardır. Efendim bakınız yasa der ki, savcı polise der ki, şunu getir, şunu hazırla, şunu yap. Polis sadece savcının dediklerini yapar. Ama artık bugün Türkiye'de polis diyor ki savcılar şunu yapsın. Polis diyor, şunu yap, şu olsun, bu olsun. 

Türkiye'de her soruşturma yapılmalıdır. Etkin soruşturmalar yürütülmelidir. Ama kurallarıyla yürütülmelidir. Bu demek değildir ki polis soruşturma sürecinde asla görev alamaz. Elbette görev alır. Yasada kurallar var. Belli soruşturmaları sadece polisle yaparsınız. Ve siz ona göre bir işlem yaparsınız. Ama neden yasa terör suçlarında bizzat savcı diyor. 

-Benim anlamadığım şu, şimdi o savcılar mesleklerini iyi yapmıyorlar mı? Onların bir şikayetini duymadık. Siz onların adına polis seni yönlendiriyor, sen polisin emrinde çalışıyorsun nasıl diyebiliyorsunuz. Savcı meslektaşlarınıza niye güvenmiyorsunuz? 

-Bakınız Nuriye Hanım, bu dönemde belli soruşturmalar içeriği itibariyle çok fazla öne çıkıyor. 12 Mart dönemi bugün hafızalarda neyle yer alıyor? 

-İşkencelerle. 

-Nerede yapılır bu? 

-Asker eliyle. Ziverbey köşkünde. 

-12 Mart dönemi kısıtlanan özgürlükler nedeniyle hafızalarda. Bu özgürlüklerin kısıtlanmaları ve bir takım kötü muameleler soruşturmalara konu olmuş. 12 eylül'ün hafızalarda yer alması kısıtlanan özgürlükler ve dönemin soruşturmaları nedeniyledir. Ve o süreçte yine savcılar vardır. O savcılar yine görevleri için çalışmaktadırlar. Ama o soruşturmalar o yönetimlere bağlı kolluklardaki soruşturmalardır. 

-Ama askeri darbe dönemleri onlar. Şimdi öyle bir dönem yok ki. 

-Bakın Türkiye ilk kez bir şeye soyunmuş. Hükümete karşı bir darbe soruşturması yapıyor. Şimdi hükümete karşı darbe soruşturmasını hükümete güvencesiz olan polislerle yürütürseniz benzer tartışmaları yok edemezsniz. Biz diyoruz ki ne yapılıyorsa, nasıl yapılıyorsa bu tartışmaların yaşanmadığı, yok edildiği, sonuçta hukukun kazançlı çıkacağı bir çalışma ortamı ile yapılsın. Bu tartışmaları gidermenin yolu, 

-Polisi aradan çekmek! 

-Hükümete karşı bir eylemse o zaman ya polisi bütünüyle güvenceli kılarsınız, Türkiye'de böyle bir şey yok. Güvenceli kılamıyorsanız polisle bu iş yürütülemez. 

Mahkeme karar verene kadar Ergenekon bir iddiadır 

-Gelelim sadede. Sizce Ergenekon diye bir örgüt sizce var mı, yok mu? 

-Var mı yok muyu mahkeme karar verir. Mahkeme karar verene kadar bu bir iddiadır. Mahkeme karar verene kadar hiç kimse suçlu değildir. Eğer ilk kez bir örgütün terör örgütü olup olmadığı konusu varsa, ilk kez yargı önüne gelmişse terörle mücadele yasasının birinci maddesi terör örgütlerini tanımlar. Onun terör örgütü olup olmadığına karar verecek, o maddeyi yorumlayacak olan yargı organıdır. Ve ona bakacak olan Yargıtay'dır. Buna Emniyet terör örgütü dese, Jandarma dese, MİT dese, Genelkurmay dese hiçbir anlamı yoktur yargı için. Buna ilk karar verecek olan yargıdır. 

-Savcının hazırladığı iddianamede bu bir terör örgütü deniyor. 

-O bir iddiadır. Eğer biz şu şudur dersek davayı bitirmiş oluruz. 

-Ortada darbe planları var, cephanelikler var, kuyulardan çıkan kemikler var, cesetler var. Bunlar çeteleşmeye dair kuvvetli bir ihtimal olarak görünmüyor mu size? 

-Buna yargı karar verecek. Biz hukukun üstünlüğünü savunuyorsak, her türlü darbeye her boyutuyla karşıyız. Çünkü her darbe hukukun üstünlüğünü ortadan kaldırır. 

-Ama sesinizin darbe girişimlerinin aydınlatılması yönünde yükselmeyip de, sadece bunları aydınlatmaya çalışan meslektaşlarınıza karşı yükselmesi sizin Ergenekon'un savunucusu gibi resmediyor. 

-O resmi ortaya koyan biz değiliz. O resmi yaratan objektif değerlendirme yapmayanlardır. Biz soruşturma ve kovuşturmaların tarafsızlıkla, hukuk içinde, insan haklarına saygı çerçevesinde yürütülmesini istiyoruz. 

-Şu ana kadarki gelişmelere bakıp, memleket amma da çetelerin elinde kalmış mı diyorsunuz, yoksa bunlar fasa fiso mu diyorsunuz? 

-Biz kontrgerilla, gladyo, susurluk tipi devlet içinde konuşlanmış örgütlenmeleri her zaman ulusun gerçek iradesini yansıtan demokratik toplum düzeni için bir tehlike olarak görüyoruz. Bakınız, her şey soruşturulacak. Herkes soruşturulacak. Ama yargı süreci kesinleşene kadar siz bu budur diyemezsiniz. Buna yargı karar verecek. Biz her türlü darbeye karşıyız. Sonuna kadarda hukukun üstünlüğü mücadelesini yapacağız. Ama yargı sürecine saygı gösteriyoruz diyen kişiler şu an bir önyargıya kapılmasın. Yargıç ve savcılar da insan. Yargı bağımsızlığının beş tane unsurundan bir tanesi kamuoyuna karşı bağımsızlık. Bütün dünyada bu böyle. Yargıç da o kamuoyunun içindeki bir insan. Siz onun tüm çevresinde basınıyla, her şeyiyle bir önyargı yaratırsanız, yargıç oradan sıyrılıp tarafsızlıkla nasıl karar verecek. Yargıç hukuk ne gerektiriyorsa o kararı vermelidir. Kamuyoundaki herkes gibi ben de birey olarak, Yarsav başkanı olarak bir yerlerde bir takım cephaneler, silahlar bulunmuşsa nedir bunun amacı, bu araştırılsın diyorum. Yargı ve hukukun üstünlüğü niçin vardır? Hiç kimsenin etkisinde kalmadan o kuralları ihlal edenlerin üzerine gitmek için. Kim olursa. 

-Peki o zaman Sabih Kanadoğlu aranmaya gelindiğinde niye gidip orada duruyorsunuz? Niye sakin sakin beklemiyorsunuz sonucunu? 

-Ben Yarsav başkanıyım. Sabih Kanadoğlu Yarsav kurucu üyesi. Onursal Yargıtay başsavcısı. Ben oraya giderek o aramanın yapılış tarzını engelleyen, müdahale eden bir davranış içerisine girmiyorum. Ben oraya giderek hem kurucu üyemize, hem de hukuk adına ne olması gerekiyorsa onu yapmak için gidiyorum. 

-Ama sonuçta taraf oluyorsunuz. 

-Siz nasıl görmek istiyorsanız öyle görürsünüz. Ben hukuk adına gidiyorum ve orada hiçbir şekilde de hukuk dışı veya yasaya aykırı bir şeyde bulunmuyorum. Ben oraya gittiğimde hukukun üstünlüğüne olan saldırıyı yine hukuk önleyecektir diyorum. 

-Siz kendinizi ulusalcı diye tanımlar mısınız? 

- Eğer siz buna siyasi bir anlam yüklüyorsanız ben konumum itibariyle o siyasi anlamı yanıtlayamam. Ben, anayasa ne diyorsa Türkiye laik devlet diyorsa, ulus devlet diyorsa, hukuk devleti diyorsa, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti diyorsa cumhuriyet ben buyum. Yarsav siyaset dışıdır ve siyaset üstüdür. Biz siyaset dışı ve siyaset üstü olduğumuz için hiçbir siyasi düşüncenin ne yanındayız, ne karşısındayız. Yarsav'ın tek bir siyaseti vardır, yargı bağımsızlığıdır, hukukun üstünlüğüdür. 

-İlker Başbuğ ile özel bir görüşmeniz oldu mu? 

-Benim eşim daha evlenmeden önce Genelkurmay Başkanlığı'na hukuk müşaviri olarak girip çalışan bir kişi. Öyle yorumlar, öyle haberler üretildi ki, konu taa İlker Başbuğ ile gizli görüşme yaptı gibi bir boyuta geldi. Ben gizli bir insan değilim. Herkesin ulaştığı bir insanım. Bu haberi üreten kişi bana sormadan nasıl yazar böyle bir şeyi? 

-Görüşmedim deyin bitsin gitsin. 

-Bakınız, görevim gerektirse görüşürüm. Ama bugüne kadar hiçbir şekilde görevim, Sayın İlker Başbuğ ile bizzat görüşme durumunu ortaya çıkarmamıştır, böyle bir şey olmamıştır. 

-Özden Örnek'in darbe günlüklerini hangi duygularla okudunuz? 

-Ben Nokta dergisinin o sayısını aldım. O dergiyi de muhafaza ediyorum, okudum. 

-İkinci iddianameye de girdi. 

-Girdiği için bu budur, şu şudur diyemem. Hiçbir zaman darbe gibi bir söylem, çözüm olmamalıdır. 

-Onu okuduğunuzda hala bu çağda görüyor musun bak darbe hazırlıkları yapılmış, ne ayıp dediniz mi? 

-Mutlaka okuduğumda kişisel düşüncem olmuştur. Şimdi o günlüklerin neresi doğrudur, neresi eğridir. O günlükler hukuksal yollarla mı elde edilmiştir? Belki hukuksal yollarla elde edilmemişse mahkeme hiç kanıt saymayacaktır, onu bilemeyiz. Kanıt saymayınca belki başka bir karar ortaya çıkacaktır. Ama tekrar ediyorum herkesin çözümü hukukta görmesi gerekiyor. 

-Yani hala darbeden medet uman askerler var mı yok mu? 

-Herkesin her türlü düşüncesi olabilir. Bir kahveye gidersiniz insanlar ne olacak bu memleketin hali der. Türkiye'de her dönemde bugün bu siyasi düşünceyi benimsemeyenler, dünkünü benimsemeyenler, ondan önceki ondan öncekini benimsemeyen vardır. Ama her dönemde herkes ne olacak bu memleketin hali der. Herkes bir çözüm üretir. Hukuktan umudunu kesen başka şeyler söyler. İşte ordu gelsin der, darbe olsun der. Herkes bir şey söyler. Her dönemde çözümü hukukta görmek lazım. 

-Kahveden bahsetmiyoruz, ordudan bahsediyoruz. 

-Buna kamu görevlileri dahildir. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yıpratılmasından rahatsızlık duyarım. Türk Silahlı Kuvvetleri Türkiye Cumhuriyeti'nin koruyucusu, kollayıcısı, olmazsa olmaz bir ordusudur. 

-Türkiye'nin koruyucusu hukuk değil midir? 

-Elbette hukuktur. Ama TSK, yasasına göre Türkiye'nin koruyucusu ve kollayıcısıdır, iç ve dış saldırılara karşı. TSK içinde yanlışlar varsa, bu her kurumda olabilir. Bunu herkes hukuk neyse bunun yanıtını o sürecin sonunda, o süreçte yapar bulur eder. 

-Geçenlerde Tolon Paşa'nın bir ses kaydı çıktı. Orada savcılara küfrediyor. Ulan sen kimsin diyor. 

-Kamuoyuna yansıyan bilgiler itibariyle hukuksal olmayan yöntemlerle elde edilmeyen bir konuda konuşamazsınız. Eğer o hukuksal bir biçimde elde edilmişse, yargı onun gereğini yapar. Ama eğer hukuksal bir biçimde elde edilmemişse siz onu hiçbir biçimde kullanamazsınız. Ondan hareketle hukuksal bir sonuç yaratamazsınız. Ondan hareketle o kişi aleyhine hiçbir şey yapamazsınız. Kimsenin özel yaşamındaki konuşmasını onu kamuoyu önünde küçük düşürmek için kullanamazsınız. 

80'lerde bir hastalık nedeni ile askerliğe elverişsiz iken bugün iki hastalık nedeni ile askerliğe elverişsizim 

-Askerlik yapmanıza engel olan sağlık sorununuz, karın zarı ameliyatı geçirmeniz mi, yoksa karaciğerinizdeki bozukluk mu? 

-Ağustos ayında beni Star Gazetesi'nden bir muhabir aradı. Böyle bir iddia var, ne diyorsunuz dedi. Düşünün yirmi sene önceki bir olaydan dolayı bir anda bir gazeteci arıyor, böyle bir şey soruyor. Ne diyebilirim dedim. Yasaya, hukuka, mevzuata, sağlık yönetmeliğine aykırı olmayan bir şey. Bunu böyle bir özel amaçla yayın yaparsanız ben elbette hukuksal yollara başvururum dedim. Birkaç gün sonra bir başka gazetede yayınlandı. Türkiye o kadar hukuksuz günler yaşıyor ki benim askerlik raporlarım bugün internet sitelerine girin, tamamı internet sitelerinde yayınlanıyor. Bu haberleri yapan hiç kimse Sayın Eminağaoğlu sizin elinizdeki belgeler nedir? Bir bunların aslını görelim demek gereğini bile duymamışlardır. 

-İmkan varsa görelim. 

-Tabii getirtirim. Ben 1980 öncesi Şavşat'ta ortaokul öğrencisiyken rahatsızlandım. ilçede benzin kıtlığı var. Mazot bulunamıyor. Doktor acil ameliyat demiş, apandisim patladı patlayacak. Babam dolaşıyor bir bidon mazot bulabilmek için. O koşullarda dört saat yolculukla Artvin devlet hastanesine gidiyorum. Ameliyat oluyorum. Ameliyat raporları var. yıl 1984. Fakülte birinci sınıfa kaydolmuşum, okulda rahatsızlanıyorum. Apar topar beni Cebeci Tıp Fakültesi'ne kaldırıyorlar. Orada da karın zarı iltihabı ameliyatı oluyorum. Ve hayati tehlikesi olan bir ameliyat. O ameliyatta ilk ameliyata bağlı yapışıklıklar tespit ediliyor. 

Fakülte bittikten sonra askerliğe karar aldırmak için beni Etimesgut Hava Hastanesi'ne sevk ettiklerinde, tabii ben askerliğe alınacağımı düşünüyorum. Bilmiyorum yani elimdeki şeyleri. Hastaneye gidiyorum. Muayene fişi, hep sağlık raporu diye basılmıştır gazetelerde. Muayene fişinin kenarında der ki iki hekim imzalayacak. Fakat iki hekim de sağlam, sağlam diye basacak. Biri iç hastalıkları uzmanı, biri hariciye uzmanı. İç hastalıkları uzmanının sağlam raporunu görürsünüz. Hariciye uzmanının orada sağlam kaşesi yoktur. Onu kimse okumaz, kimse görmez. Karbon kağıtlar kullanıldığı için her nüshaya başka şey yazılmıştır. Ama rapor istemiştir, ameliyat raporlarını getir anlamında. Ama o her nüshaya ne yazarsa yazsın bir kere şu çok net görünüyor. İki tane sağlam kaşesi basılması gerekirken, iç hastalıkları sağlam kaşesi basmış, hariciye sağlam kaşesi basmamış. Çünkü başka işlemler istemiş. O işlemler yapılmış, o işlemlerin sonucunda da askerliğe elverişli olmadığım şeklinde rapor düzenlenmiş. 

-Neden karaciğer diye çıktı haberler? 

-O günkü yönetmelikte benim askerliğe elverişsiz olduğum o madde ve fıkra bugün karaciğer ile ilgili. Yani o fıkra değişmiş. Herkes bugünkü yönetmeliğe bakıyor, karaciğer yazıyor. O günkü yönetmeliğe baksalar gerçeği görecekler. Ancak o günkü askerliğe elverişsizlik bugün yine yönetmelikte var. Başka bir madde olarak var. Yani bu kadar amaçlı ve gerçeği araştırmadan yapılan bir haberdir o. 

-O haberlere göre, size önce sağlam raporu veriyorlar, sonra tahrifat yapılıyor. Tahrifatı da size sağlam raporu veren iki doktor söylüyor. İmza bizim ama üzerindeki yazılar bize ait değil diyorlar. 

-Keşke o iki doktorun önüne o belgeleri önlerine koysanız, keşke öyle konuşsanız. Diyorum ya bakın muayene fişi üzerinde rapor diye basılıyor. Önce sağlam raporu değil, doktorun birisi sağlam basmış, diğeri basmamış. Bir tane raporunuz olur sizin iki tane raporunuz olmaz. 

Ben o doktorların ifadelerinin farklı yorumlandığını görüyorum. Eğer ikinci doktor da sağlam olduğu düşüncesinde olsa sağlam kaşesini basar. Ve buna sağlam kaşesi basılmamış. 

Diyorum ya karbonla yazıldığı için hepsi farklı yazılmış. Karbon çıkmış, çıkmamış. Ama bakınız ben neleri istedim. Ben Genelkurmay'a, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne her yere başvurdum. Bu raporlar, yapılan her işlem defterlere de kaydediliyor. Bunlar arasında bir çelişki yok. 

-Bir de şöyle bir mevzu vardı. Birinde 1984, birinde 1988 yazılmış. Daktilo yanlış basmış demiştiniz. 

-Askerlik şubesi sizi sevk ediyor. Evrakın birisine doğum tarihimi yanlış yazmışlar, birisinde düzeltmişler. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi ameliyathane defterinin fotokopisini aldım. Orada hiç böyle bir sorun yok. Ameliyathane defteri olduğu gibi askeri rapora geçmiş. Ama hiç kimse bana gelip de sormuyor. Her şey yıpratmak anlamında. 

-Nitekim Milli Savunma Bakanı bir usulsüzlük yok dedi. 

-Tabii. Milli Savunma Bakanlığı beni niye korusun. Bu hükümetin bakanı açıklama yapıyor hiçbir sorun yoktur diye. Bakın, 80'lerde bir hastalık nedeni ile askerliğe elverişsiz iken bugün iki hastalık nedeni ile askerliğe elverişsizim. 

-İkincisi ne? 

-Akdeniz ateşi. Kalıtsal bir hastalık. Küçük oğlumda da var. Bağışıklık sistemi ile ilgili. 

Ben Akdeniz ateşi için Hacattepe'de tedavi görüyorum. Kromozom testleri, DNA testleri hepsi var. Benim ilk elverişsizlik raporum karın zarı ameliyatı ile ilgili. Akdeniz ateşi teşhisi, o tarihte konulamamış. Sonradan ortaya çıkan bir hastalık değil, doğuştan gelen, ama teşhisi ancak o DNA testleriyle sonradan konuldu. Ben her gün ilaç kullanıyorum. 

-Genelkurmay'da eşinizle birlikte gizli toplantılara girdiğiniz yolundaki haberlere ne diyorsunuz? 

-Benim eşim o tarihte Antalya'da yıllık iznini kullanıyor, yazlıkta kalıyor. Söylenilen tarihte Ankara'da değil. Az önce konuştuğumuz, limanda tutuklu ile bana yemek yedirme olayı gibi. Eşimin uçak geliş gidiş biletleri de var Ankarada olmadığına ilişkin. Bilgi edinme kanununa göre dilekçe verdim. Dedim ki, şu tarihler arasında benim eşim göreve gelmiş midir, izinli olmasına rağmen. Genelkurmay'ın her türlü elektronik turnike giriş çıkışı var. 

Verilen yanıt, eşinizin yıllık izinde olduğu dönem içerisinde karargahın içerisine hiçbir girişinin olmadığı şeklinde. Buna rağmen eşimin karargahta benim de katıldığım, generallerle gizli toplantılarla sağlık raporumuzun konuşulduğu haberi çıktı. Bu nedir, ne değildir olayını kimse araştırmadan böyle çalakalem yazılar yazılıyor. 

Kapıda beni hiçbir general karşılamadı, çekilen resim tesadüfî bir karşılaşmadır 

-Muayene için gittiğinizde kapıda bir tuğgeneral tarafından karşılanmanız da tuhaf bulundu. Genarel size yapılan haksızlığa isyanını mı ifade etmek istedi? 

-Ben o süreçte birkaç kez Milli Savunma Bakanlığı'na gittim. Her gittiğimde de dilekçe verdim. Bir gittiğimde bana Etimesgut'taki o gerekçeli rapor verilmemişti. Bana kısa rapor verilmişti. İş başvurularımda kullanabileceğim ölçüde. Oysa onun da verilmesi gerekiyormuş. Bu olaylar çıkınca beni tekrar muayene edin diye birkaç kere dilekçe verdim. Yani basın böyle bir şeyi ortaya atıyor, ben bunu hak etmiş bir insan değilim. Benim dosyamı askeri hastaneye gönderin. Ben aynı raporumu yeniden alacağıma eminim. Bu hastalıkları yaşayan benim, bir başkası değil. Keşke sağlıklı olsaydım, keşke o sağlık sorunlarını yaşamasaydım da askere gitseydim. Her seferinde verilen yanıtlar tartışma olmadığı, askeri mevzuat yönünden sorun olmadığı şeklinde oldu. Hatta Gülhane'ye başvurdum. Dedim ki ben muayene olmaya geldim, beni muayene edin. Bana yanıt verildi, hayır bu şekilde başvuru ile muayene etmeyiz. Dediğiniz resim o resimdir ve beni hiçbir general kapıda karşılamamıştır. 

-Peki o çekilen fotoğraf nedir? 

-Bu infaz medyasıdır. Dediğiniz resim Genelkurmayın kapısı değildir, Gülhane'nin kapısı değildir. Gülhane'nin dış kapısı hiç değildir. Dediğiniz resim Gülhane'nin dekanlıkla poliklinik arasındaki içerdeki bölümdür. Ve o kare de tesadüfü bir karedir. Neden tesadüfü bir karedir? Ve bu ne kadar takipte olduğumu gösteren bir olaydır. O resim Gülhane kampusunun göbeğidir, ortasıdır. Ve ben orada Gülhane'ye beni muayene edin diye dilekçe vermişim. Benim sağlık durumumu inceleyin. Doğru mudur, değil midir, bu alınan raporlarla bu hastalık örtüşür mü, örtüşmez mi? Ve bana bu şekilde kişisel başvuru ile rapor verilemez diye o resim karesindeki kişinin yazısıyla yanıt verilmiştir. 

-O kişi yanınızda ne arıyor? 

-Ama ben verdiğim dilekçeler ve yanıtlarını almak için oraya gitmişim. Oradan çıkarken tesadüfi olarak aynı karede çekilen ve gerçek dışı basılan bir resimdir. Beni kapıda bir general niye karşılasın? Böyle bir şey yok. Ben bu tartışmaların bitmeyeceğini bildiğim için ısrarla dilekçe vermeye devam ettim. Ben hak etmiyorum bu haberleri. Benim gerçek bir durumu, tartışmalı bir durum olmadığını belgelemem gerekiyor. Bunun yolu yöntemi neyse bu benim hakkım. Ben bu hakkı kullanmak istiyorum, diye başvuru yaptım. Ve bu başvurum üzerine beni hangi bir yere sevk edebilirler. Ben o raporlar o zaman Yenimahalle'de oturuyordum. Öğrenciyken Etimesgut'a sevk edilmiştim. Rapor da oradan alındığı için bana bir tebligat geldi. Ben Şavşat askerlik şubesine de başvurdum. Ve bakın Şavşat askerlik şubesinden dahi çıkmamış bu raporlar. Yani onlar tarafından verilmemiş basına. 

-Nereden çıkmış? 

-Bu konu Genelkurmay askeri savcılığı tarafından ciddi bir şekilde soruşturuluyor. Ben o kapsamda ifade de verdim. Benim gördüğüm bu art niyetli yıpratma kampanyası. Soruşturma devam ediyor. Soruşturma sonunda ne olduğu ortaya çıkacak. 

-Peki bu hastalık nasıl etkiliyor günlük yaşamınızı? 

-Her gün üç-dört ilaç kullanıyorum. Sağlığıma dikkat etmem gerekiyor. Beslenmeme dikkat etmem gerekiyor. Düzenli muayene ve kontrollerimi yaptırmam gerekiyor. Hatta Bandırma'dan Kırıkkale'ye atanmam sağlık ve eş durumu nedeniyledir. 

Vicdani redde kimse hukuk gözlüğü dışında bakamaz 

-Radikal'de, vicdani retçiliği destekleyen bir yazı yazdınız. Bu, askerden bir tepki görmedi. Ama Perihan Mağden aynı tür yazıları için mahkeme mahkeme süründürüldü? Neden? 

-Vicdani ret, Türkiye'de tartışılmayan ve asker kaçağı ile eşit görülen, yerli yerine oturtulmayan bir konu. Askerlik yapmak istemeyen kişi de ben vicdani retçiyim gibi bir şeye sığınıyor. Vicdani reddin hukuksal boyutu nedir? Ben orada onu yazıyorum. 

-Yani savunuyor musunuz bu hakkı? İnsan savaşmayı istemiyorsa, askerliğe karşıysa bunu dile getirebilir mi? Ben askerlik yapmak istemiyorum diye bir hak olabilir mi? 

-Bakınız anayasa askerlik demiyor, vatan hizmeti diyor. Vatan hizmeti, askerlik olarak yerine getirilir veya kamu kurumlarında da yerine getirilebilir diyor. Bu dünyada da çok tartışmalı bir konu. Aslında BM kişisel ve siyasal haklar sözleşmesine bakın, açıkça vicdani reddi koruyan bir hüküm yok. Ama BM'in İnsan Hakları Komitesi'nin vicdani reddin o sözleşme kapsamında kaldığı yolunda bir kararı var. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'ne bakın, açıkça vicdani reddi koruyan bir hüküm yok. Tam aksine bunun kendi ülkelerine bırakıldığına yönelik hüküm var. Ama İnsan Hakları Mahkemesi, içtihatlarıyla vicdani ret ile ilgili konuları sürekli ceza tehdidi altında bulunmayı bir kötü muamele gibi sayıyor. AB temel haklar şartında buna yönelik hüküm var. Türkiye'de vicdani ret ile ilgili bir hükmü anayasada göremiyorsunuz. Askeri ceza yasasına bakıyorsunuz. Bu gibi nedenlerle askerlikten çekilemeyeceğini düzenleyen bir hüküm ve buna yönelik bir ceza maddesi var. Ben olayın hukuksal boyutunu ortaya koyuyorum. 

-Peki şahsi görüşünüz nedir? 

-Türkiye'de vicdani ret ile ilgili bir şey söylediğiniz zaman hemen bir yere oturtuluyorsunuz. 

-Siz bunu hak olarak kabul ediyor musunuz, etmiyor musunuz? 

-Benim kabul edip etmememin bir anlamı yok. Ben bu olaya hukuksal boyut ile yaklaşılmalıdır diyorum. 

-Yani, kardeşim bizim yasalarımız cevaz vermeyebilir. Ama insani ret hukuka uygun bir şeydir. İnsanların böyle bir hakkı olmalıdır. Bunu mu diyorsunuz? 

-Bakın ben şundan ısrarla kaçıyorum. Çünkü bu konuda söyleyeceğiniz şeyler basındaki ve kamuoyundaki vicdani ret ile ilgili yeterli bilgi sahibi olunamama nedeniyle farklı taraflara çekiliyor. Hukuk vicdani ret için ne diyorsa, o yapılmalıdır. 

-Ne diyor kardeşim, bunu soruyorum. 

-Alternatif hizmetlerden bahsediliyor. AB ilerleme raporlarında bu konuda irdelemeler var. Eksik tarafı var, doğru tarafı var, eğri tarafı olabilir kendi bakışınıza göre. Ama ben diyorum ki, vicdani redde kimse hukuk gözlüğü dışında bakamaz. Bizim anayasamız askerlik hizmeti demiyor, vatan hizmeti diyor. Vatan hizmeti kavramı doğru bir kavramdır. 

-Bir Erkeğin vicdani ret hakkı vardır yani? 

-Askeri Ceza yasasına göre yoktur. 

-Ama Hukukun temel ilkelerine göre vardır. 

-Bakın, bu bile insan hakları sözleşmesinde yok. Bunu sürekli ceza tehdidi yani her celp dönemlerinde gitmemeyi bir ceza olarak öngörürseniz bu kötü muameledir. İnsan hakları mahkemesi de sürekli ceza tehdidi altında kalmasın, bunu değiştirin diyor Türkiye'ye. 

Türkiye bu ceza tehdidi olayını değiştirecek zaten. Genelkurmay'ın da, Milli Savunma Bakanlığı'nın da bilebildiğim kadarıyla bu yolda çalışmaları var. Herkes hukuksal yaklaşacak Kimse vicdani redde bir misyon biçmesin. Vicdani ret şudur diye kimse kimseyi karşıtı veya taraftarı gibi bir yere oturtmasın. 

-Diyelim asker sizi çağırdı. Yarsav olarak görüşünüz nedir? Siz ona şunu diyecek misiniz net olarak, efendim evet, askerliğin kamu hizmeti olarak da yapılmasına taraftarız. 

-Böyle bir şey Yarsav'dan sorulursa biz orada hukukun üstünlüğü veya insan hakları boyutuyla görüş iletmek durumunda olursak görüşümüzü iletiriz. Benim görüşüm hukukun görüşü olmalıdır, başka bir şey olmaz zaten. Kamuoyunda bu konu hukuksal platformun içerisinde tartışılmıyor. Bu yüzden de bize farklı etiketler yükleniyor. Bize böyle bir etiket yüklenmesini asla istemeyiz. 

Bu konular içimde kaldı 

-Adalet Bakanlığı'nın açtığı tüm hakim ve savcı sınavlarını bloke ettirdiniz. Bir iktidarın yeni atama yapma hakkını böylece elinden aldınız. Bu tavrınız yüzünden işsiz kalan yüzlerce meslektaşınız var. Bizim yüzümüzden aç kaldılar diye vicdan azabı çekiyor musunuz? Yarsav olarak onlara yardım etmeyi düşünür müsünüz? 

-Bizim açtığımız davalar o söylediğiniz kişilere yardım amacıyla açılmıştır. 

Yargıç ve savcı adaylarını Adalet Bakanlığı alıyorsa nasıl bir hukuk devletidir? Yargı bağımsızlığı diyorsunuz. Kuvvetler ayrılığı diyorsunuz. Yargıç ve savcıları mesleğe kabul eden Hakimler ve Savcılar Yüksek kurulu. Ama adayları alan yürütme organı. Dünyanın bir yerinde bana böyle bir örnek gösterin 

-Kim atayacak? 

-Bu süreçte yürütme yetkili olamaz. Bunu AB de söylüyor, bunu değiştirin diyor. Biz de ısrarla bunlar olabildiğince objektif olsun diye davalar açıyoruz. Hangi siyasi iktidar olursa olsun bu böyle olmaz. Yargıcı, savcıyı bu şekilde mesleğe başlatamazsınız. Ve çok acıdır ki Adalet Bakanlığı reform yapıyorum diye mülakat kurulunu tamamen bakanlık ağırlıklı olarak yasaya koydu. Türkiye'de mülakat 12 Mart'ta geldi. 12 Mart uygulamasını eğer siyasi iktidar reform olarak yasaya koyuyorsa Yarsav olarak biz bunun karşısındayız. 

-Kimin yapması lazım bu sınavı? 

-Bakınız, bizim açtığımız davalardan sonra ÖSYM boyutu belli bir şekle girdi, ama tatmin edici değil. Ama bu bizim açtığımız davalarla kazandı. Mülakat boyutu yine objektiflikten uzak. Çünkü beş kişiden yedi kişiye çıktı. Yedi kişinin beşi yine eski beş kişi. Ne fark eder? Eski beşi muhafaza edip yediye çıkardın. Bakın biz en son başvuru yaptık. Danıştay kaymakam adaylarına ilişkin bir karar verdi. Dedi ki mülakatlarda kamera olacak, mülakatlarda kime hangi sorunun sorulacağını ve yanıtlarını önceden hazırlayacaksınız. Ve kişiye göre soru sorma uygulaması olmayacak. Herkes kura ile sorusunu belirleyecek. Cevabını da tutanağa geçirip notunu da yazacaksınız. Bu kaymakam adayları için. 

-Siz bunun için mi Adalet Bakanlığı'na başvurdunuz? 

-Evet. Bakın, Yarsav sadece Adalet Bakanlığı'na dava açmıyor. Bir Yargıtay'a karşı da dava açtık. Danıştay'a karşı da dava açtık. Yargıtay Başsavcılığına da açtık. Çünkü hepsinden belli taleplerimiz vardı. Yargıtay'a dedik ki bütün kararlarınızı aynen Anayasa Mahkemesi gibi açın. Avrupa'da kararları açık olmayan bir yüksek mahkeme yok. İdari yargıda dava açtık ve kazandık. Yargıtay bunu temyiz etti. Danıştay'ı bekleyeceğiz. Bakın, insan hakları insan hakları diyoruz. Bugün Türkiye'de insan hakları mahkemesi kararları Türkçeye çevrilmeden yargıç ve savcılardan insan hakları mahkemesi kararlarına uyması isteniyor. 46 tane ülke insan hakları sözleşmesine taraf mı, taraf. Adalet bakanlığı Türkiye hakkındaki kararları çevirip yayınlıyor, o da hepsi değil. Diğer ülke kararları var. Bakınız bilmem ne ülkesi kararları diyor. Bunlar Türkçeye çevrilmiyor. Yargıç ve savcıların yabancı dil bilme zorunluluğu yok. Yargıç ve savcı insan haklarını, hukuk devletini geliştirmek için bu gelişmeleride bilmek zorunda. Siz hem sözleşmeye taraf oluyorsunuz, insan hakları sözleşmesi bir içtihat hukuku. Hem de ben o içtihatları Türkçeye çevirmiyorsunuz. Böyle bir şey yok. 

Biz bunun için dava açtık Adalet Akademisi'ne karşı. Bu görev senindir, tüm ülke kararlarını Türkçeye çevireceksiniz dedik. Ve bu davayı kazandık. Yarsav bunun mücadelesini veriyor. 

Ama Yarsav birçok gazetede Ergenekon uzantısı olarak yer alıyor. Bakınız ben Abdullah Öcalan'a ilişkin yazı yazınca PKK'lı mı oldum? Hrant Dink'in beraat etmesi konusunda yazı yazınca Ermeni mi oldum? 

-Ergenekon'u savunduğunuz şeklinde bir algı varsa, bunda sizin hiç mi payınız yok? 

-Adına Ergenekon denilen olayda, ki soruşturmalara isim verilemez, biz herkesin insan hakları var, diyoruz. Ama şu anda basın, kamuoyu infazı yapmış durumda. Biz hak ve hukuk dediğimizde herkes bize bir etiket biçiyor. Bu Türkiye'de sağlıklı bir hukuksal tablonun düşünce üretiminin olmadığını gösteriyor. Basın yargının yerine kendisini koymaktadır. Türkiye'de basın karar vermekte, basın mahkemeleri kurulmaktadır. Bunu eleştirmek bizim hakkımız. Hukuk herkes içindir. Bu nedenle herkes için hukuk istediğinizde, etiketlenmemeniz gerekmektedir. Çünkü hukuk herkese lazımdır, herkes için savunulmalıdır. Sizinle daha çok Yarsav ve faaliyetlerini, yargıyı, yargı bağımsızlığını, diğer ülkeleri ve bu konuda Türkiye'yi konuşmak isterdim. Buna zaman yetmedi sanırım ama her zaman hazır olduğumu belirtmek isterim. Bu konular içimde kaldı. 

http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=213299 



4 Aralık 2014 Perşembe

"12 Eylül" ve Amcalarınız






"12 Eylül" ve Amcalarınız 
Serdar Ant

Behiç Gürcihan'a Hatırlatma :
24.09.2012

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e yazdığı açık mektupta “TSK'nın bittiği an, babanın mahkûm edildiği an değildir” diyor ve ekliyor:

“Ben sana TSK'nın bittiği anları hatırlatayım. Sizlerin o yere göğe sığdıramadığı, özel sohbetlerinizde çok büyük adam olarak lanse ettiğiniz Hilmi Özkök, askerinin başına çuval geçiren ABD büyükelçisini ballı börekli Genelkurmay'da ağırladığı gün TSK bitti... "Amca" dediğin Yaşar Büyükanıt, Bush'un konuşmasını dinlemek için Ortaköy'de Bush'un korumalarına elini açıp kontrol ettirdiği gün bitti... Sizlere desteğini hiç bir zaman esirgemeyen Çevik Bir, bu ordu ile milletin arasına 28 Şubat'la Cumhuriyet tarihinin en karanlık perdesini çektiği gün bir kez daha bitti TSK…”

İnsan, şu satırları okuyunca sormadan edemiyor:

Bu kadar basit mi?

(Açık İstihbarat : Tabi ki o kadar basit değil fakat eleştirilen yazının kapsamı çerçevesinde Serdar Ant'ın aşağıdaki yazısında haklı olarak dile getirdiği konular ele alınmamıştır. Yoksa TSK'nın Mustafa Kemal'in askerlerinden NATO'nun ordusuna evriminin ele alınması gereken yüzlerce miladı sayılabilir.)


Behiç Gürcihan’ın “Tolga Örnek'e Açık Mektup: Her Sakallıyı Hacı; Her Üniformalıyı Amca Zannetme” (Açık İstihbarat, 22.9.2012) başlıklı yazısını kâh içim burkularak kâh gülümseyerek okudum.

Öncelikle belirtmeliyim ki Behiç Gürcihan’ı tanımam. Bir kere bile olsa bir araya gelip konuşmuşluğumuz, herhangi bir tanışıklığımız yok. Açık İstihbarat isimli sitede yayınlanan yazılarını okurum ara sıra… Gazeteci Fatma Sibel Yüksek ile evli olduğunu, Ergenekon davası kapsamında bir ara gözaltına alınıp bir süre tutuklu kaldığını, ama şu anda tutuksuz yargılandığını biliyorum, o kadar… Onun Tolga Örnek’le olduğu gibi, kendisiyle bir ortak geçmişimiz de yok tabii… 

Benim de babam bir askerdi, ama ben “paşa çocuğu” değilim. Geçmişte babamın görevi nedeniyle yurtdışında, mesela Napoli’de bulunma imkânına sahip olamadığım için, “İtalya’nın nimetlerinin peşinden koşma” gibi bir durumum da olmadı hiç… Ama çocukluk ve gençliğimin tamamı Gölcük gibi bir ortamda geçtiğinden askeriyeyi biraz da olsa bilirim. Bu bağlamda Tolga Örnek’i ve ailesini, uzaktan da olsa tanıdığımı söyleyebilirim.

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e açık mektubunu yazarken Napoli günlerinden ve eski Yugoslavya’nın parçalandığı dönemden bahsediyor. 

Öyle anlaşılıyor ki tanışmaları ve arkadaşlıkları o yıllara dayanıyor. Yani 1990’lı senelere… O yılları 20’li yaşlarda delikanlılar olarak yaşamış olmalılar. Gürcihan, 

“Babalarımız NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken, bizim güle oynaya İtalya'nın nimetlerinin peşinde koştuğumuz günler…” 

dediğine göre, o dönemde dünyada olan bitene karşı kaygısız kaldıklarını, daha doğrusu bugün olduğu gibi bir bilince sahip olmadıklarını da itiraf etmiş oluyor bir bakıma. Bir tür özeleştiri yapıyor kendince… Bunu eleştirmek için yinelemiyorum. 

Ama çocukluk ve gençlik yıllarımızda hangimizin dünya umurundaydı ki? Hele ki “İtalya’nın nimetleri” ayaklarınızın altına serilmişken kim takar Yugoslavya’yı? Babanız Washington’da askeri ateşe ise, Türkiye’de olup bitenler sizi çok mu ilgilendirir sanki? Neyse…

Benim Tolga Örnek’i ve ailesini “tanımam” ise daha eskiye dayanıyor. 

1970’li yılların ikinci yarısı, 1980’lerin başına… 12 Eylül öncesi ve sonrasının karanlık yıllarına yani… Aslında buna “tanımak” denilebilir mi, bilmiyorum. Tolga Örnek daha kısa pantolonla dolaşırken, aynı mahallede ve aynı apartmanda oturmuştuk Örnek ailesiyle… Ben ve kardeşim, Tolga ve Burak’tan 5-6 yaş kadar büyüktük, ama aynı okula aynı askeri servislerle gittik, Yüzbaşılar Mahallesi’nin sokaklarında koşturduk durduk, bağlardan kiraz aşırdık, 8. Sokak’ın o ünlü deresinde oyuncak “kayık” yarıştırdık. Dünyadan bîhaber olduğumuz çocukluğumuzun o avare yıllarında, yaşamımız kısa bir dönem de olsa çakıştı Tolgalarla...

Özden Örnek, daha o yıllarda parmakla gösterilen bir subaydı. 

Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, o seneler binbaşı ya da yarbay idi galiba, ama geleceğin Deniz Kuvvetleri Komutanı olacağı söylenirdi hep… Öyle derlerdi, biz çocuklar da büyüklerimizin konuşmalarından duyardık bu lafları. Kimi günler, gecenin bir saatinde apartmanın kapısı önünde bir askeri aracın durduğunu ve o saatte Özden binbaşıyı alıp gittiğini görürdük. Kısacası parlak bir subaydı, soyadı gibi “örnek” bir askerdi.

Eşi “Sevil teyze” de anımsayabildiğim kadarıyla “burnu Kaf dağında” bir insan değildi. Sonradan bu alçakgönüllü yapısı değişti mi, bilmiyorum. Ama askerlerin dünyasında subay ve astsubay aileleri arasında nasıl bir “uçurum” olduğunu o ortamda yaşayanlar gayet iyi bilirler. Buna rağmen benim anımsadığım “Sevil teyze” böyle bir insan değildi. Annemlerle görüşürler, karşılıklı ev gezmelerine gelip giderlerdi. Bayramlarda ziyaretimize de gelirlerdi, aradaki rütbe farkına falan bakmadan…

Biz çocuklar, böyle bir ortamda büyüdük işte… Türkiye kan ve ateş denizinde çalkalanır, her gün 15—20 kişi “anarşi ve terör” ortamında can verirken, bizler böyle bir sahte cennette yaşıyorduk. 

Ne “sağ”dan haberimiz vardı, ne “sol”dan… 

Hatta Türkiye’de olup bitenleri bile bilmezdik. Hem yaşımız böyle şeyleri anlamak için çok küçüktü, hem de yaşadığımız ortam bunların bize ulaşmasını engelliyordu. 

Türkiye’nin içine sürüklendiği bu batağın, Behiç Gürcihan ve Tolga Örnek’in babalarının 1990’larda “NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken” yaşananların bir ön habercisi, belki de bir provası olduğunu o yıllarda nereden bilebilirdik ki? 

Türkiye’nin bir “istikrarsızlaştırma operasyonu” ile nasıl faşizme sürüklendiğini, generallerin müdahale için koşulların olgunlaşmasını nasıl sabırla beklediklerini, 12 Eylül darbesiyle olacaklardan, darbenin gerçekleşmesinden çok önce Amerikan askeri kaynaklarında nasıl bahsedildiğini yıllar geçtikten sonra öğrenebildik ancak…

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e yazdığı açık mektupta “TSK'nın bittiği an, babanın mahkûm edildiği an değildir” diyor ve ekliyor:

“Ben sana TSK'nın bittiği anları hatırlatayım. Sizlerin o yere göğe sığdıramadığı, özel sohbetlerinizde çok büyük adam olarak lanse ettiğiniz Hilmi Özkök, askerinin başına çuval geçiren ABD büyükelçisini ballı börekli Genelkurmay'da ağırladığı gün TSK bitti... "Amca" dediğin Yaşar Büyükanıt, Bush'un konuşmasını dinlemek için Ortaköy'de Bush'un korumalarına elini açıp kontrol ettirdiği gün bitti... Sizlere desteğini hiç bir zaman esirgemeyen Çevik Bir, bu ordu ile milletin arasına 28 Şubat'la Cumhuriyet tarihinin en karanlık perdesini çektiği gün bir kez daha bitti TSK…”

İnsan, şu satırları okuyunca sormadan edemiyor:

Bu kadar basit mi?

Behiç Gürcihan, bugün, 1990’larda olduğu gibi “İtalya’nın imkânlarının peşinde koştuğu” yıllarda değil artık. Dediği gibi, “o günler geride kaldı.” Belki o yıllarda, bugün olduğu kadar bilinçli ve duyarlı bir insan değildi. Ama bugünkü Behiç Gürcihan için aynı şey söylenebilir mi? 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 12 Eylül’de nasıl bir rol oynadığını görmezden gelerek “TSK "biteli" 10 seneyi geçti” şeklindeki sığ bir değerlendirmeyle gelişmeleri açıklamaya çalışmak, Tolga Örnek’a “açık mektup” yazan Behiç Gürcihan’ı inandırıcılıktan yoksun kılar, o kadar... 

Hatta ne 12 Eylül’ü, TSK’nın bitiriliş öyküsünü çok daha gerilere uzatmak da olasıdır. Ve eminim ki bu sürecin dönüm noktalarını Behiç Gürcihan da en az benim kadar iyi bilmektedir.

Dünya askeri darbeler literatürüne “bizim çocuklar” (our boys) olarak geçen 12 Eylül’ün faşist generalleri kimi temsil ediyorlardı ki?

12 Eylül akşamı ABD Başkanı Carter’ı arayan Dışişleri Bakanı, 

“Mr. President, Türk Ordusunun komuta heyeti Ankara’da yönetime el koydu. Herhangi bir kaygıya gerek yok. Kimler müdahale etmesi gerekiyorsa onlar müdahale etti” derken, kimi kastediyordu acaba?

6 Kasım 1983 seçimlerinden hemen önce Türkiye’ye gelen ABD Dışişleri Bakanı Alexander Haig, Org. Evren ile 14 Mayıs 1982’de yaptığı görüşmede 

“Türkiye, NATO’nun ötesinde bir önem taşır. İyi bilirsiniz ki, Washington’da dostlarınız vardır. Başkan Reagan durumu gayet iyi kavramıştır. Başarınız için her desteği verecek. Sizin başarınız bizim de başarımız sayılır” derken ne demek istiyordu acaba?

ABD Başkanı Jimmy Carter’ın, 1985’in Temmuz ayında Cumhuriyet muhabiri Ufuk Güldemir’e söylediği 

“Asıl zorlandığım konu, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına entegrasyonunu sağlamak olmuştu. Gerçi bu sorun sonraları daha kolay çözüldü. Biraz General Rogers sayesinde. Sayın Evren ile çok yakın dosttu. Sayın Evren’in, çok takdir ettiğim bu güçlü liderin, iyi niyetli yaklaşımı olmasaydı, bu sorun çözülemezdi. Yıllarca uğraşıp, vaatler yapıp, telkinlerde bulunup başaramamıştık, ama dostlukla oldu. 1980 Harekâtı olmasaydı, bu mümkün olmazdı” şeklindeki sözleri, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ne zaman bitirildiği konusunda bir fikir vermiyor mu acaba?

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bitirilmesi ve “milletin ordusu” olmaktan çıkıp bir “NATO kuvveti” haline gelmesini içeren süreçte, Behiç Gürcihan için 90’lı yıllar öncesinin bir önemi yok mu peki? 

Tolga Örnek’e seslenirken Hilmi Özkök’ten, Yaşar Büyükanıt’tan, Çevik Bir’den bahsediyor ve bu generallerin oynadığı rolü eleştiriyor. İyi de bu paşalar 90’lı yıllar öncesinde ne yapıyorlardı? Ay’da mı yaşıyorlardı!

12 Eylül döneminde Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Harekât Başkanlığı’nda çalışıyordu. Ne yapıyordu orada? 

Darbenin nasıl yapılacağı, kimlerin gözaltına alınacağı, nerelerde işkence tezgâhları kurulacağı, kimlerin vatandaşlıktan çıkarılacağı, milletin anadilinin nasıl yasaklanacağı ve daha böyle bir sürü “ince” işin planlamasıyla mı ilgileniyordu acaba? 

“Bizim çocukların” lideri Kenan Paşa, yıllar sonra gazeteci Yavuz Donat ile yaptığı söyleşide Yaşar Büyükanıt hakkında şunları söylüyordu:

“Henüz ihtilal yapmamıştık... Ben Genelkurmay Başkanıydım... Yaşar Paşa, yarbay rütbesi ile Genelkurmay Harekât Başkanlığı'nda çalışıyordu... Dikkatimi çekti... Ve yanımdaki komutanlara dedim ki: Bu yarbaya dikkat edin... İstikbal vaat ediyor... İleride büyük komutan olacak."

Kenan Paşa’nın, Behiç Gürcihan’ın hedef tahtasında olan Hilmi Özkök için verdiği referans da sağlam:

“1980'de biz ihtilali yaptığımızda, Hilmi Paşa, yarbay rütbesindeydi... Milli Güvenlik Kurulu'nda görev yaptı. Çok sevdiğim bir komutan... Çalışkan, bilgili... İyi yabancı dili var. Deneyimli.”

Çevik Bir’e ise hiç değinmiyorum. 12 Eylül döneminde Kenan Evren’in yaveri olarak görev yaptığını gösteren fotoğrafları daha birkaç ay önce basında hepimiz gördük.

Behiç Gürcihan Tolga Örnek’e yazdığı mektupta, 1990’lı yılları kastederek “Babalarımız NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken” diyor… 1990’da bunları yapan babalarınız, 1980 darbesinde neler yapıyordu peki?

Behiç Gürcihan, bu konuda bir açıklama yapar mı bilmiyorum, ama 12 Eylül öncesi ve sonrasında, örneğin Özden Örnek’in hangi görevlerde bulunduğunu özgeçmişinden öğrenebiliyoruz:

“1978'den itibaren iki yıl süre ile Donanma Komutanlığı Harekât ve Eğitim Şube Müdürü olarak çalıştı. 1982'de ABD Deniz Komuta Kolejinden mezun oldu. 1982'de yılında Albay olan Örnek, aynı yıl Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Harekât Şube Müdürlüğüne atandı.”

Hiçbir yorum yapmıyorum!

Bugün Balyoz operasyonu ve davası ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bir temizlik yapıldığından ve “Mustafa Kemal’in askerleri”nin Türk ordusundan tasfiye edildiğinden, “kangren olan kolun” kesildiğinden bahsediliyor. Gel de sorma şimdi:

Kimdir bu “Mustafa Kemal’in askeri” olanlar?

12 Eylül döneminde Yaşar Büyükanıt, Hilmi Özkök, Çevik Bir gibi geleceğin “parlak” subaylarıyla beraber aynı kurmay kadrosunu oluşturanlar mı? 

ABD’nin “bizim çocuklar” (our boys) olarak tanımladığı beş generalin, 12 Eylül faşist darbesi sırasında gözü kulağı, eli ayağı değil miydi bu kişiler? 

Balyoz davasında yargılananların ya da 1990’larda “NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'nın parçalanmasında” görev alanların, 12 Eylül döneminde nerelerde, neler yaptığına bir bakılsa, oldukça çarpıcı sonuçlara ulaşılır herhalde… 

Örneğin, birkaç yıl önce Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturan Org. Işık Koşaner’in 1978’de Kara Harp Akademisi’nden mezun olduktan sonra Özel Kuvvetler Komutanlığı emrinde kurmay subay olarak çalışması gibi… 

Ne ilginçtir ki, 12 Eylül ve darbe soruşturması yapanlar, Işık Paşa’nın o yıllardaki deneyimlerine ve tanıklığına başvurmuyorlar nedense…

Bugünlerde bir “Mustafa Kemal’in askerleri” lafıdır gidiyor. 

İyi de “Mustafa Kemal’in askeri” olarak tanımlanan bu generallerin ağzından en son ne zaman “ya istiklal ya ölüm” sözünü duydunuz? 

Bu paşaların görev yaptıkları süre içinde, Anadolu’nun göbeğine kurulmuş Amerikan üslerine karşı en ufak bir tepkisi oldu mu? 

“NATO’ya karşı en ufak bir eleştirileri oldu mu?” diye sormuyorum, çünkü hepsi NATO karargâhlarında görev yaparak, ABD’deki Askeri Kolejlerde ya da Kraliyet Akademilerinde eğitim alarak yükseldiler ordu içinde… 

Türkiye’nin AB’ye üye yapılacağı masalıyla ekonomide, siyasette, hukukta, dış politikada, kısacası yaşamın her alanında ödün üstüne ödün vererek AB kapısında uşak yapılmasına karşı en ufak bir karşı çıkışı oldu mu, bu “Mustafa Kemal’in askerlerinin”? 

Türkiye ekonomisi Dünya Bankası memurlarına teslim edilip IMF reçetelerinin uygulanması sonucu milyonlarca insan açlık ve sefalet denizinde kulaç atar hale düştüğünde, başta Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ana ikmal kaynağı olan TÜPRAŞ olmak üzere kamu varlıkları bir avuç asalağa peşkeş çekilirken bu paşaların aklına “Mustafa Kemal’in askeri” olmanın gerektirdiği sorumluluk geldi mi hiç? 

MGK toplantılarında bu konularda eleştirel tek söz ettiler mi mesela? 

OYAKBANK satılırken bile susulmadı mı? 

“Mustafa Kemal’in askeri” olanlar, silah arkadaşları Org. Bitlis’in kuşkulu bir kaza ile yaşama veda etmesine hiç tepki gösterdiler mi?

Muavenet batırıldığında neden mezar gibi sessizdiler? Kuzey Irak’taki kukla devleti kuran Çekiç Güç, Anadolu’nun göbeğinde konuşlandığında, her 6 ayda bir, bu emperyalist kuvvetin görev süresinin uzatılması için MGK’da onay verenler bu “Mustafa Kemal’in askerleri” değil miydi? 

Türk askerinin terörist yatağı Kuzey Irak’a adımını atması yasaklanmışken, Afganistan’dan Lübnan’a kadar uzanan coğrafyada ABD’ye taşeronluk yapmasını sineye çekenler kimlerdi?

Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bir tasfiyeden bahsediliyor.

Peki, 12 Eylül döneminde, Atatürkçü ve solcu kaç subay atıldı TSK’den? 

Bugün gerçekleşen tasfiyeyi şimdi birileri nasıl seyrediyorsa, Yaşar Büyükanıtlar, Hilmi Özkökler, Çevik Birler de 12 Eylül döneminde Atatürkçü ve solcu subay kıyımını seyretmediler mi? 

Büyük bir ihtimalle o listelerin hazırlanmasında bile rol oynamışlardır!

İşte şimdi tasfiye edilenler de, 12 Eylül’de Özköklerin, Büyükanıtların silah ve dönem arkadaşı olan kurmaylar değil miydi? Bugün de tasfiye edenler tasfiye ediliyor! 

Kısacası sustunuz, sıra size de geldi en sonunda!

Ve bütün bu olanlara rağmen, Behiç Gürcihan “TSK "biteli" 10 seneyi geçti” diyor! 

Hangi 10 sene? Bilgi dağarcığınızda ve belleğinizde “12 Eylül” diye bir olay yok mu sizin?

Atatürk, 

“Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ordusu, istilâlar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti olmaktan münezzehtir. İnsanca ve müstakil yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin aynı ideale bağlı ve yalnız onun emrine tabi ve sadık öz evlâtlarından mürekkep muhterem ve kuvvetli bir heyettir” 

diyordu. Oysa artık Yugoslavya’dan Afganistan’a, Lübnan’a kadar uzanan coğrafyada emperyalizme hizmet sunan Türk Silahlı Kuvvetleri, sadece son 10 yıldır değil, çok daha uzun bir süredir milletin ordusu değildir ne yazık ki… 

“İstilâlar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti” haline getirilmiştir. 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “milli ordu” olmaktan çıkışı, Behiç Gürcihan ile Tolga Örnek’in “İtalya yıllarının” da, hatta benim çocukluk dönemimin de gerisine uzanır. 

Ama bugünkü iktidar savaşını yerli yerine oturtmamızı sağlayacak bu arka planı görmezden gelir ve hikâyeyi sadece 10 yıl öncesinden başlatırsanız, sonunda “amcalarınıza” tepki göstermenin de ötesine geçemezsiniz! Oysa bütün o “amcalar”, ABD’nin “bizim çocuklar” takımının üyesidirler.

Madem babalarınızın Yugoslavya’nın parçalanmasında rol oynadığını kabul edecek kadar gerçekçi bir bakışa eriştiniz, o zaman o “amcalar” ve 12 Eylül döneminde silah arkadaşı olan günümüzün “Mustafa Kemal’in askerileri”(!) o dönemde neler yaptıklarının, daha doğrusu ne tür olayların yapılmasına tanık ve aracı olduklarının da hesabını versinler.

Açık İstihbarat @ 2012
Kaynak: Serdar Ant - bellek2009.blogspot.com

 http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=10175