ABDULLAH GÜL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ABDULLAH GÜL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ocak 2021 Perşembe

MHP-AKP YAKINLAŞMASI MI MHP-AKP İDEOLOJİK/POLİTİK REKABETİ Mİ?

MHP-AKP YAKINLAŞMASI MI MHP-AKP İDEOLOJİK/POLİTİK REKABETİ Mİ?



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
04.08.2015 

7 Haziran seçimlerinden sonra MHP'nin HDP karşıtlığında rol almış olması MHP'yi HDP karşıtlığında politika yapan AKP ile "yandaş" bir parti olarak nitelenmesine neden oldu. HDP karşıtlığı temelinde oluşan benzeşme AKP ile MHP koalisyonu algısını da güçlendirdi. 7 Haziran gecesinden başlayarak, "hiçbir parti ile koalisyon istemeyeceğini" söyleyen ve bunu sonrasında istikrarlı bir şekilde savunan tek parti MHP'den başkası değildir. MHP'nin HDP karşıtlığı üzerinden şahinleşmesi yeni bir durum değildir. 

Yeni bir durum varsa o da AKP'nin şahinleşmesi ve milliyetçileşmesidir. AKP'lileşen MHP'den çok MHP'lileşen AKP'den söz etmek en doğrusudur. 

  Burada asıl anlaşılması gereken husus AKP ve Erdoğan'ın Türk Milliyetçiliğine daha fazla sarılması, MHP'nin de Türk Milliyetçiliğini korumakla birlikte İslamcı ideolojiye daha fazla alan açmış olmasıdır. Geçmişte, İslami söylemini daha fazla dile getirmeden laik-milliyetçilik yönünde adım atan MHP'deki İslamcı yönelimin artmış olması dikkat çekicidir. Seçimden önce Abdullah Gül'e yönelik yumuşak tavrı ve AKP'nin ekonomi/dış politikanın iki önemli bürokratları Durmuş Yılmaz/Ekmeleddin İhsanoğlu'nun milletvekili adayı olarak gösterilmiş olması bunun görünen yüzüydü. 7 Haziran'dan sonra MHP Genel Başkanı Bahçeli'nin "Kur'an üzerine yemin etme" ve sonrasında "Yalılarında viski içip HDP'ye oy veren şerefsizler" şeklindeki sözleri, alkollü içki karşıtlığı üzerinden İslami bir söylemden başka bir anlama gelmez. Bu nedenle, MHP'nin CHP ve HDP ile birlikte koalisyon görüşmelerine yolu kapatması ve TBMM Başkanlığı için CHP'li birinin başkanlığını engellemesi AKP ile birlikte hareket ettiği anlamına gelmez. Tam tersine, AKP Türk Milliyetçiliğine ileri düzeyde sahip çıkarak İslamcı oyları da kendisine çekebilecek şekilde AKP ile ideolojik/politik bir rekabet halindedir. Şemsiye parti niteliğindeki AKP'de çözülme başladıkça bundan MHP'nin başarılı çıkacağı kuşkusuzdur. MHP Grup Başkan vekili Yusuf Hallaçoğlu'nun CHP'ye yönelik olarak ileri sürdüğü "Dinsiz parti" nitelemesi de bu anlamda bilinçli kullanılmıştır. 

AKP'nin Erdoğan'dan farklılaşıp kendisini yenilememesi halinde İslamcılığın merkezi ilk kez MHP'ye doğru kayabilir.

***

11 Aralık 2019 Çarşamba

CHP Raporunda can alıcı soru. ?

CHP Raporunda can alıcı soru. ?


CHP Raporunda can alıcı soru: 2004 Kararları uygulansaydı FETÖ bu güce erişebilir miydi?

Türkiye, “FETÖ’nün siyasi ayağı kim?” tartışmasını izliyor. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Bir Numaralı siyasi ayak Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden zattır” çıkışına Erdoğan 250 bin TL’lik tazminat davası ile yanıt verdi. CHP 16 yıllık AKP-FETÖ ilişkisini raporlaştırdı.



Aykut Küçükkaya



08 Nisan 2018 Pazar, 21:35











15 Temmuz’daki kanlı darbe girişiminin ardından en çok tartışılan konulardan birisi “FETÖ’nün siyasi ayağı”ydı… Aslına bakarsanız siyasi ayağı hepimiz biliyoruz!..
“FETÖ’nün siyasi ayağı”ydı… Aslına bakarsanız siyasi ayağı hepimiz biliyoruz!..
Bu “ Paralel yolda ” Beraber yürüyenlerin Gülen cemaatini nasıl desteklediğini, nasıl büyüttüğünü ve devletin nasıl o kirli ellere teslim edildiğinin hep birlikte tanığıyız…
Biz bu tanıklığı yaşarken iki haftadan bu yana AKP ile CHP arasında “siyasi ayak” tartışması birden alevlendi. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, aynı zamanda AKP Genel Başkanı olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı sert sözlerle hedef aldı: “FETÖ’nün bir numaralı siyasi ayağı Cumhurbaşkanlığı’nı işgal eden zattır!..”
Erdoğan bu sert sözler üzerine, Kılıçdaroğlu’na 250 bin TL’lik tazminat davası açtığını duyurdu. Yargıya taşınan bu süreçte CHP’nin elindeki en büyük veri, “iktidar partisi AKP ile Gülen cemaati arasındaki 16-17 yıllık ilişkiyi” raporlaştırması. Yasemin Öney Cankurtaran koordinatörlüğünde hazırlanan söz konusu raporlar sanki bir. “hepiniz oradaydınız” belgeseli… Evet, tam 3 rapor:
AKP İÇİN FETÖ’NÜN MİLADI. 
BİR ELMANIN İKİ YARISI: AKP İLE FETÖ.
AKP, 15 TEMMUZ’DAN SONRA DA FETÖ’DEN KOPAMADI!
Yazı dizimizde üç raporun önemli bölümlerini özetleyeceğiz. Her gün bir raporu ele alıp, en can alıcı yerlerini okurlarımızın ve Türk kamuoyunun dikkatine bir kez daha sunacağız. Unutkan bir toplum olduğumuz yadsınamaz bir gerçek!.. Birbiri ardına okuyacağınız “tarihe not düşen özlü sözler, arşivlerin tozlu raflarında unutulmaması gereken raporlar” iktidar partisini yöneten AKP’li isimlerle, kanlı darbe girişiminin, 15 Temmuz’un arkasındaki en büyük güç olan Gülen cemaati arasındaki ilişkiyi bir kez daha yüzümüze tokat gibi çarpacak…
Sahi!.. Bir kez daha soruyoruz; Kandırılan kim?
Erdoğan ile Kılıçdaroğlu’nun FETÖ’de uzlaşamadığı en önemli nokta cemaatle mücadeleye başlanılması gereken tarih: CHP:2004  AKP:2013

'MİLAT'TA 9 YILLIK SAPMA

Tarih: 28 Kasım 2013...
Taraf gazetesinin manşetinde “Gülen’i bitirme kararı 2004’te MGK’da alındı” haberi!
İşte Kılıçdaroğlu ile Erdoğan arasındaki en büyük fikir ayrılığı “AKP için FETÖ’nün miladı”yla başlıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan her ne kadar milat olarak 17-25 Aralık’ı işaret etse de CHP “milat” için 17-25 Aralık’tan neredeyse tam 9 yıl öncesini gösteriyor.
CHP’nin Tezleri...
Milatla ilgili tartışma CHP’nin birinci raporunda aynen şöyle yer alacaktı: Kasım 2002’den bu yana iktidarda bulunan AKP hükümetleri için, Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) tehdidine resmi olarak ne zaman vâkıf olduklarıyla ilgili siyasi ve hukuki açıdan bir “milat” belirlemek gerekirse 24 Haziran 2004 ve 25 Ağustos 2004 tarihli MGK toplantıları ile 481 Sayılı MGK Kararı’nı başlangıç almak doğru olacaktır. 24 Haziran 2004 tarihli MGK toplantısında “Türkiye’deki Nurculuk Faaliyetleri ve Fethullah Gülen” konusu gündeme alınmış ve hem MİT Müsteşarlığı, hem Genelkurmay Başkanlığı tarafından Gülen Grubu’nun yapılanması, yurtiçi ve yurtdışı faaliyetlerine ilişkin tehdit konusunda kapsamlı sunumlar yapılmıştır. Gülen Grubu’nun faaliyetlerinin izlenmesi ve tasfiye edilmesine ilişkin kararlar alınmış ve tüm kurul üyeleri tarafından imzalanıp 25 Ağustos 2004 tarihli MGK toplantısında “481 Sayılı MGK Kararı” olarak kayda geçmiştir. 481 Sayılı MGK Kararı’nda yer alan önemli bir husus, ‘Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül imzasıyla 16 Nisan 2003’te, ‘yurtdışındaki Gülen okullarına ve Milli Görüş’e yardım edilmesi için’ Büyükelçiliklere gönderilen 3846 ve 3847 sayılı genelgelerin” geri çekilmesinin istenmesidir. Ancak bu genelgeler (20 Mayıs 2014’e kadar) geri çekilmediği gibi, 2008 yılında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın AKP’nin “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle kapatılması istemiyle hazırladığı iddianamede söz konusu fiiller arasında sayılmıştır. 25 Ağustos 2004 tarihli MGK Kararı’nın 28 Kasım 2013’te Taraf Gazetesi’nde yer almasının ardından AKP’li yetkililer “MGK gündemine dönemin Cumhurbaşkanı Sezer tarafından getirildiğini, hükümetin dahli olmadığını ancak kararı yok hükmünde saydıklarını ve uygulamadıklarını” yandaş medya ise “Hükümet’in kararın içini boşaltıp uygulamadığını, MGK kararlarının tavsiye niteliğinde olması nedeniyle hukuken de uygulamak zorunda olmadığını” açıklama çabasına girmiştir. Bu noktada Erbakan’a 28 Şubat kararlarını imzaladığı için eleştiri yöneltenlerin 481 sayılı MGK kararına karşı idiyseler neden direnmediklerini ve uygulamayı düşünmedikleri bir karara neden imza attıklarını sormak gerekir. 2004 MGK Kararı’na imza atan 5 askeri yetkiliye karşın AKP Hükümeti’nin 7 sivil üyesi bulunmaktayken, karşı çıkmaları halinde bu kararın çıkmayacağı aşikârdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından FETÖ/PDY’nin “miladı” olarak 17-25 Aralık 2013’ü açıklamıştır. 17-25 Aralık bir milat olacaksa, ancak “AKP-FETÖ suç ortaklığının bozulmasının miladı” olabilir. Bu çerçevede, 481 Sayılı MGK Kararı, AKP Hükümeti’nin “yok sayarak uygulamadıklarını” itiraflarıyla ve 14 yıllık iktidarlarında FETÖ’nün devlet içinde stratejik örgütlenmesine bilinçli olarak “izin ve onay veren” icraatlarıyla, 15 Temmuz 2016 darbe girişimine giden sürecin önünü açmaktan “siyasi ve hukuki açıdan sorumlu” olduklarını ortaya koyan bir belgedir. Nitekim dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün TBMM Darbe Komisyonu’na yaptığı “FETÖ’ye karşı hükümeti 2004 yılında MGK kararıyla uyardık. Ancak pek fazla bir şey yapılmadığını gördük” açıklaması, bunun teyidi niteliğindedir. Bu hususlar, aynı zamanda Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın 17-25 Aralık 2013 Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturmalarını “milat” göstermelerinin ve “FETÖ tarafından kandırıldık” beyanlarının neden doğru olmadığını da ortaya koymaktadır...
Raporda can alıcı soru...
Raporda milat tartışmasına devletin resmi belgeleriyle nokta koymaya çalışan CHP, “Soruyoruz” diyerek şu sorusunun yanıtını isteyecekti: “2004 MGK Kararı, Bakanlar Kurulu kararı haline dönüştürülüp kararlı bir şekilde uygulansaydı; FETÖ, 15 Temmuz darbe girişimini gerçekleştirecek güce erişebilir miydİ?

RAPORDAN...Erdoğan'dan Gülen yorumu: Aynı menzile giden farklı bir yol...

“Üzerinde durulması gereken önemli bir husus da, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 3 Ağustos 2016’da Din Şûrası’nda yaptığı konuşmada FETÖ/ PDY için “aynı menzile giden farklı yollardan biri olarak gördüğümüz bu yapı” tanımlamasını kullanarak “hedef birliği” içinde olduklarını itiraf etmesidir. Daha 15 Haziran 2012’de katıldığı Türkçe Olimpiyatlarında “Bitsin artık bu hasret” diyerek Gülen’e “ Türkiye’ye dön ” çağrısı yapan, 17 Aralık 2013’ten bir gün sonra dahi Gülen ile uzlaşma arayışında bulunan Erdoğan, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından FETÖ/PDY’nin “miladı” olarak 17-25 Aralık 2013’ü açıklamıştır.” 
“Başbakan Binali Yıldırım ise 23 Ekim 2016’da yaptığı açıklamada ‘Eski bir Genelkurmay başkanı (Hilmi Özkök) çıkıp diyor ki ‘Biz 2004’te uyardık.’ Ne uyardınız kardeşim, karara bakıyoruz ‘Nur cemaati ve hizmet hareketi izlenmelidir’ diyor. Ne zamandan beri cemaatler terör örgütü oldu. Bizim için kırmızı çizgi, terör faaliyetinin başladığı gündür, o da 17 Aralık’tır. Hiç kimse eline silah almadıkça, insanları öldürmedikçe terör örgütü muamelesi göremez. Bu örgüt devletle bilek güreşine 17 Aralık’ta başlamıştır’ ifadelerini kullanmıştır. Başbakan Yıldırım’ın bu beyanlarındaki çelişkilere açıklık getirecek olursak; 2004 MGK Kararı’nda, doğrudan ‘Fetullah Gülen Grubu’ ismi geçmektedir ancak Başbakan Yıldırım bunu gizlemeye çalışmaktadır. Dönemin Genelkurmay Başkanı Özkök’ün, ‘2004’te Hükümeti uyardık’ açıklamasına karşı çıkmaktadır. Belgeler ise Başbakan’ı yalanlamaktadır. Başbakan, “Bu örgüt devletle bilek güreşine 17 Aralık’ta başlamıştır” demek suretiyle, bir yapının terör örgütü olup olmadığına, devlet aleyhine çalışıp çalışmadığına devletin güvenlik raporlarına bakarak değil, AKP ile olan ilişki durumuna bakarak karar vermektedir. ‘Hiç kimse eline silah almadıkça, insanları öldürmedikçe terör örgütü muamelesi göremez. Terör faaliyetinin başladığı gün 17 Aralık’tır’ ifadesi ise maalesef trajikomiktir. Ne 17 Aralık ne de 25 Aralık, silahlı bir eylem değildi, kimsenin elinde bir silah yoktu. Peki ne vardı? Ayakkabı kutularından çıkan dolarlar, çikolata kutularında giden rüşvetler, 700 bin liralık kol saati, evdeki para kasaları, para sayma makineleri, bir türlü sıfırlanamayan milyonlarca dolar ve euro vardı…” 
“Erdoğan’ın 17-25 Aralık’tan sonra ‘Bunlar devlet içinde devlet olmuşlar’ ve ‘ne istediniz de vermedik’ sözleri, her ne kadar suçlama ve sitem içerse de, aynı zamanda o tarihe dek verdikleri desteğin itirafı niteliğindedir.”

2004’teki kararda Erdoğan’ın da imzası vardı

Karar şu uyarıları içeriyordu:
25 Ağustos 2004 MGK toplantısında “481 Sayılı MGK Kararı” olarak kayda geçen “tavsiye” niteliğindeki kararı, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Başbakanı Erdoğan’ın yanı sıra Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ile İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu imzaladı. Kararda dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, kuvvet komutanları Özden Örnek, Aytaç Yalman, İbrahim Fırtına ve Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’un da imzaları bulunuyor. 481 sayılı MGK kararında yer alan bazı önemli hususlar şunlardı:

  • Gülen grubunun yurtiçi ve yurtdışı faaliyetleri, Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu (BUTKK) koordinesinde İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, MİT Müsteşarlığı ve ilgili diğer kurumlar aracılığı ile yakından takip edilmeli. 
  • Devletin yurtdışında görevli memurları aracılığı ile Gülen grubu yakından takip edilmeli, gerekiyorsa Dışişleri Bakanlığı tarafından ilave tedbirler geliştirilmeli. 
  • Gülen grubuna ait özel okulların faaliyetleri, İçişleri Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından incelenmeli ve takibe alınmalıdır. Bu gruba ait okullardaki şüpheli ve yasadışı faaliyetler, periyodik olarak Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu’na (BUTKK) rapor edilmeli. 
  • Gülen grubunun ‘öğrenci evleri’ kapsamında sempatizan ve yandaş edinme gayretleri, İçişleri Bakanlığı nezdinde dikkatle takip edilmelidir. Yasal olmayan yollar kullanılarak din eğitimi veren ve bir nevi dini alet ederek yandaş toplama sistemi olan ‘öğrenci evleri’ uygulamalarına engel olunmalı. 
  • Yapılan bağışlar ile usulsüz para hareketleri ve kara para uygulamalarının Maliye Bakanlığı- MASAK (Mali Suçlar Araştırma Kurulu) aracılığı ile takip edilmesi sağlanmalı. 
  • Abdullah Gül’ün, Dışişleri Bakanı sıfatıyla 16 Nisan 2003’te ‘Gülen okullarına ve Milli Görüş’e yardım edilmesi için” büyük elçiliklere gönderdiği 3846 ve 3847 sayılı genelgeler geri çekilmeli.
***



14 Ekim 2019 Pazartesi

Erdoğan’ı buran bayram...

Erdoğan’ı buran bayram...


Ahmet Takan.,


Cumhurbaşkanlığı basın merkezi kısa bir açıklama ile duyurdu Abdullah Gül’ün Pazar günü başlayacak “Hac farizasını” .. Ankara’nın hemen tartışılan gündem maddelerinin ilk sıralarına oturdu açıklama.
Önce açıklamanın ilk bölümüne göz atalım;
“Sayın Cumhurbaşkanımız, Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdülaziz’in davetlisi olarak, Hac farizasını yerine getirmek üzere 13-17 Ekim 2013 tarihlerinde Suudi Arabistan’ı ziyaret edeceklerdir.” 
Yine aynı taktik!..
“Dindar Cumhurbaşkanı”..
“Meclis Genel Kurulu’nun locasında türban ile oturan ilk dindar Cumhurbaşkanının eşi Hayrünnisa Hanım” ...
Devamı da geldi.. Sanki ilk defa Hacı olacak Abdullah Gül hem de Cumhurbaşkanı kimliği ile. Öyle bir hava verilmiş rutin açıklamaya..
Abdullah Gül’ün daha önce birkaç kez Hac farizasını yerine getirdiğini bilenlerdenim. Bir defasında da Tayyip Erdoğan ile birlikte gitmişlerdi. Refah Partisi döneminde. Beraber bolca da fotoğraf çektirmişlerdi. 
Şimdi tek başına gidiyor!..

Açıklamanın çok önem arz eden ikinci bölümüne bakalım;

“Sayın Cumhurbaşkanımız, ziyaretleri kapsamında üst düzey Suudi yöneticilerle de bir araya gelecekler ve ikili ilişkilerimizin çeşitli veçhelerinin yanı sıra, güncel bölgesel ve uluslararası konular hakkında görüş alışverişinde bulunacaklardır.” 
Hac ibadeti sırasında diplomasi!.. 

Peki neyin diplomasisi?..

Önce, Abdullah Gül’ün beraberinde kimler var diye araştırdım. AKP Grubu’na sordum, “partili milletvekillerinden davet edilen oldu mu” diye. 

Cumhurbaşkanlığından bir davet gelmediğini söylediler.
Çankaya Köşkü, heyet hakkında bilgi veremeyeceğini bildirdi. İyice meraklandım. Diyanet İşleri Başkanlığı’nı aradım Suudi Arabistan’da olan basın Müşaviri Abdülkadir Özkan ile telefonda görüştüm “heyette kimler var” diye sordum. Aldığım cevap;

“Açıkçası Cumhurbaşkanı’nın kimler ile geleceğini, kimleri getireceğini biz bilmiyoruz. O liste Köşk’te var. Onlar tamamen resmi bir ziyaret kapsamında geldikleri için o liste bize bildirilmiyor. Onlar tamamen Kralın davetlisi olarak geldikleri için Kralın sarayında kalacaklar. Dolayısıyla kaç kişi geliyorlar, kimle geliyorlar onlar tamamen Cumhurbaşkanlığının ve buradaki heyetin bilgisinde olan konular. Bu konuda bize herhangi bir bilgi verilmedi.” 

Oldukça puslu Ankara havasında iz sürmeye devam ettim. 

Koskoca Cumhurbaşkanı bölgenin en önemli ülkelerinden birinde üst düzey konular hakkında görüşmeler yapacak ve yanında Dışişleri Bakanı olmaz mı diye. Dışişleri kaynakları, Cumhurbaşkanı’nın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile gezi hakkında sık sık görüştüğünü, Davutoğlu’nun katılıp katılmayacağının “henüz netleşmediğini” söyledi. Israrcı gazetecilik yaptım; 

“Bugün Cuma. Cumhurbaşkanı da Pazar günü gidiyor. Net bir cevap vermenizi rica edeceğim” dedim. Kısa bir süre sonra döndüler; “Ahmet Davutoğlu’nun yoğun programından dolayı geziye katılamayacağını, Cumhurbaşkanlığı Dışişleri Başdanışmanlığından bir heyetin Gül’ün beraberinde gideceğini” bildirdiler. 

Abdullah Gül’ün Suud temasları ta başından beri hep gizemlerle doludur. Ne olup ne bittiğini bir tek Kraliçe bilebilir. Takdir edersiniz ki ben de onu Kraliçe’den soramam, öğrenemem.

Hem ziyaret hem de ticaret kokan ’Hac Farizası’hakkında ne düşündüğünü öğrenmek için eski müftü CHP İstanbul Milletvekili İhsan Özkes’i aradım. 

Özkes’in yorumu;

 “Hacca hangi vesile ile gidilebilirse gidilebilir. Davetle de olabilir bu, orada çalışmak için giden kişi fırsat bulursa da Hac ibadetini yapabilir. Bu yönde dini yönden her hangi bir sakınca yok. Davetle gitmiş olması ibadet açısından bir artı ya da eksi değil. Hac esnasında ya da Hac’dan önce ya da sonra ticaret de yapılabilir siyaset de yapılabilir. Siyaset derken Cumhurbaşkanı neticede Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanıdır. O çerçevede kendisinin çeşitli görüşmelerde bulunması doğaldır. Ancak o siyaset yapabilir derken siyasetin ülke menfaatine, insanlık adına insana yararlı anlamdaki siyaset, olumlu anlamdaki siyaseti kastediyorum. Ancak tabii siyasetin Türkiye’de bilinen yüzü ile yani istismar anlamı ile dinin istismar edilmesi anlamında siyaset doğru değil. Çünkü neticede Hac farklı bir ibadet. Bu ibadet yerine getirilirken kişi ihram giyiyor. İhram bir nevi kefeni temsil ediyor. İnsanın tamamen dünyevi ilintilerden, dünyevi işlerden ayrılarak tamamen kendisini Allaha vermesi, Allah’ın bir nevi evini ziyaret etmek, onunla hemdem olmak gibi bir ibadettir. Basit, kişisel şov, reklâm, propaganda şeklindeki bir siyasetin ibadet ile içselleştirilmesi doğru olmaz. Şunu söyleyeyim, Cumhurbaşkanı ibadetini yapabilir ama bu ibadet üzerinden siyaset yapması dinen uygun olmaz.” 
Abdullah Gül’ün Hac kamuflajlı Suudi Arabistan gezisi cadı kazanı gibi kaynayan AKP iktidarını bakalım nasıl etkileyecek.

Kesin olan bir şey var;

Abdullah Gül, Kardeşi Recep Erdoğan’a bayramı zehir etti!..

****


27 Mart 2019 Çarşamba

ABDULLAH GÜL, COLİN POWEL GİZLİ ANLAŞMASI,


ABDULLAH GÜL, COLİN POWEL GİZLİ ANLAŞMASI,


GÜL POWELL GİZLİ ANLAŞMASI, 10 Yıldır Tartışılan Belge, 
12 EYLÜL 2013




Meclis'te Red edilen., 1 Mart tezkeresinin ardından 2003 yılında Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında imzalanan anlaşmanın içeriği çok tartışılmıştı. 

Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile ABD'li mevkidaşı Colin Pawel arasında imzalanan o anlaşmanın ayrıntıları basında yer aldı. 
Lojistik ve sağlık desteği içerikli anlaşmada; Türkiye'nin, askeri hastanelerini yaralı ABD askerlerinin tedavisi için kullandırması ile Amerikan güçleri için gerekli lojistik malzemelerin Türkiye'den, Irak'a teslimatının yapılması öngörüldü. İkili arasındaki görüşme tutanaklarında ise Pawel, tezkerenin meclis'ten geçmemesinin derin hayal kırıklığı yarattığını belirtirken, Gül "her iki tarafından bu başarısızlıkta hatalı olduğunu düşünüyorum" dedi 
ve bunun demokrasinin sonucu olarak görülmesi gerektiğini söyledi.

Amerika Birleşik Devletleri'nin Irak'a düzenleyeceği askeri harekat öncesi Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde reddedilen 1 Mart tezkeresinin ardından yapılan 
bir anlaşma çok tartışılmıştı. Anlaşma dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel arasında imzalanmıştı. 

"Gizli kayıtlı" o anlaşmanın içeriği basında yer buldu. Milliyet'in haberine göre; 3 maddeden oluşan anlaşma, 2 Nisan 2003 tarihinde imzalandı. 

Lojistik ve sağlık desteği içerikli anlaşma metninde, Türkiye'nin; Irak'daki askeri harekat sırasında yaralanacak ABD'li askerlerin tedavisi için İncirlik'teki hastane ile diğer askeri sağlık kuruluşlarının kullanılmasına izin verileceği belirtildi.. Bir başka madde ile; Kuzey Gözetleme Arama ve Kurtarma Operasyonu kapsamında Türkiye'de olan ABD varlıklarının Irak'a intikali sağlanması öngörüldü.. 

Anlaşmanın 3. Maddesi ise, ABD güçleri için gerekli malzemelerin, Türkiye'den, Irak'a teslimatını içerdi. 

1 Mart tezkeresinin Meclis'te reddedilmesi de çok tartışılmıştı. 3 maddelik anlaşmanın imzalandığı tarihte, ABD Dışişleri Bakanı Powel'ın mevkidaşı 
Gül'e tezkerenin reddedilmesiyle ilgili dile getirdiği görüşleri de dikkat çekici.. Powel, tezkerenin reddedilmesinin, Amerikan kongresinde derin hayal 
kırıklığı yarattığını belirtiyor. 



"Bu nedenle ABD, Irak'ta tehlikeli bir döneme maruz kalmıştır. ABD askerlerinin, Irak'ın kuzeyine, Türkiye'den girmesine ilişkin seçeneği değiştirmek 
zorunda kaldık. Kuzey Irak'ta konuşlandırmayı öngördüğümüz 4. piyade tümeni, kuzey yerine güney'den savaşa katıldı. Bu ırak liderliği için savaşı 
daha da zor kılacak. "

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün Powel'e yanıtı ise tutunaklarda şöyle yer aldı. 

"İkili ilişkilerimizin önemine gerek 58, gerek 59. hükümet programlarında değinmiş ve kaydetmiş durumdayız. Irak sorununda başından itibaren 
karşılıklı olarak samimi ve açık olduk. Tezkere öncesinde hükümetin kolay bir durumda olmadığını takdir edersiniz. Bir oydaşmanın bulunmadığı bir 
atmosferde tezkereyi geçirmeyi denedik. Ancak başarılı olamadık. Bu başarısızlıkta iki tarafın da hatalı olduğunu düşünüyorum. Tezkerenin geri 
çevrilmesini her hal ve karda Türkiye'deki demokrasinin sonucu olarak görmek gerekir. "

Abdullah Gül, Colin Powel'a; tezkerenin reddedilmesi sonrasında ABD basınında yer alan, Türkiye'ye yönelik yayınlar konusunda duyulan rahatsızlığı da iletti..

"ABD basınının, Türkiye'yi küçük düşürücü hareketlerinden, Türk halkı büyük rahatsızlık duymaktadır. Türkiye'nin başkalarının toprağında gözü yoktur. 

Kerkük ve musul konusunda kamuoyu hassastır..Türkiye'nin müdahalesini gerektirecek bir ihtiyacın doğmamasını temenni ederim. Peşmergelerin 
girişebilicekleri eylemler demografik yapıda değişikliğe yol açabilir, bu konuda dikkatle olunması gerekir. "

http://www.kanalb.com.tr/haber.php?HaberNo=51427


***

15 Şubat 2019 Cuma

28 ŞUBAT SÜRECİ BÖLÜM 5

28 ŞUBAT SÜRECİ  BÖLÜM 5





İşte Utanç listesi:

TEOMAN KOMAN: Jandarma eski Genel Komutanı olan Orgeneral Koman, halen İnterpol tarafından kırmızı bültenle aranan Cavit Çağlar’ın şirketi olan Nergis Holding’te uzun süre yönetim kurulu üyeliği yaptı.

MUHİTTİN FİSUNOĞLU: Kara Kuvvetleri eski Komutanı olan Orgeneral Fisunoğlu emekli olduktan sonra batık bankalardan Sümerbank’ta yönetim kurulu üyeliği görevine getirildi. Fisunoğlu hakkında Sümerbank yönetim kurulu üyeliği nedeniyle İstanbul DGM tarafından dava açıldı.

VURAL BEYAZIT: Emekli orgeneral Beyazıt, MİGROS’ta da yönetim kurulu üyeliğini yaptı.

KEMAL YAVUZ: Harp Akademileri eski Komutanı olan Orgeneral Kemal Yavuz, emekli olduktan sonra MARET’te yönetim kurulu üyeliği görevine getirildi. Sucuk, sosis, salam üretti.

AHMET ÇÖREKÇİ: Hava Kuvvetleri eski Komutanı olan Orgeneral AHMET Çörekçi, Park Holding’in sahibi Turgay Ciner’in devletten ihale ile aldığı HAVAŞ’ın yönetim kurulu üyeliği’ni yaptı. Çörekçi kamuoyundan gelen tepkiler üzerine HAVAŞ’taki görevinden istifa etmişti.

GÜVEN ERKAYA: Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Oramiral Erkaya, kanserden vefat ettiği tarihe kadar Koç Üniversitesi mütevelli heyeti üyeliği yaptı. Erkaya, Anasol-D hükümetinin Başbakanı Mesut Yılmaz’a da danışmanlık yaptı.

DOĞU AKTULGA: Bir dönem Ege Ordu Komutanlığı yapan Orgeneral Aktulga, Ergenekon’un firarî sanığı Bedrettin Dalan’ın sahibi olduğu İstek Vakfı’nın kurduğu Yeditepe Üniversitesi’nde uzun süre mütevelli heyeti üyeliği yaptı.

BÜLENT ULUSU: 12 Eylül darbesinin ardından darbeciler tarafından başbakanlığa getirilen mason Oramiral Bülent Ulusu da, tıpkı Doğu Aktulga gibi kaçak olarak kurulan Yeditepe Üniversitesi’nde mütevelli heyeti üyeliği yaptı. Ulusu aynı zamanda AKSA Holding yönetim kurulu üyeliği görevinde de bulundu.

SÜREYYA YÜKSEL: 12 Eylül sonrasında Ege Ordu Komutanlığı yapan Orgeneral Süreyya Yüksel, emekli olduktan sonra Yaşar Holding’te danışman unvanıyla görev yapmaya başladı.

İSMAİL HAKKI AKANSEL: 2. Ordu Komutanı’yken emekli olan Orgeneral İsmail Hakkı Akansel, PETKİM’de danışma kurulu üyesi olarak görev yapmaya başladı.

HALİL SÖZER: 1983-1986 yılları arasında Hava Kuvvetleri Komutanlığı yapan, 1986 senesinde de emekli olan Orgeneral Sözer, Borusan Holding’de yönetim kurulu üyeliği yaptı.

SABRİ DELİÇ: İshak Alaton’un sahibi olduğu Profilo Holding’in Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı olan Deliç, bir süre Maltepe Üniversitesi’nde de mütevelli heyet üyeliği yaptı.

İBRAHİM ŞENOCAK: Orgeneral İbrahim Şenocak emekli olduktan sonra bankacılığa soyundu. Şenocak, Etibank Dinç Bilgin’e devredilmeden önce Etiban yönetim kurulu başkanlığı’nı yapıyordu.

TURGUT SUNALP: Harp Akademileri Komutanlığı görevini yaparken emekli olan Korgeneral Sunalp, 12 Eylül askeri darbesinin ardından 1983 senesinde Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni kurdu. Partinin kapanmasının ardından Sunalp uzun süre NETAŞ Yönetim Kurulu üyeliği ve Garanti Bankası Yönetim kurulu üyeliği yaptı. Sunalp, öldüğü 28 Ağustos 1999 tarihine kadar holding yöneticiliği görevini sürdürdü.

SEMİH SANCAR: Kenan Evren’den önce Genelkurmay Başkanlığı yapan Orgeneral Semih Sancar, emekli olunca holding yöneticiliğine soyundu. Sancar, Sabancı Grubu’nun bankası Akbank’ta uzun süre yönetim kurulu üyeliği yaptı.

ADNAN ERSÖZ: MİT eski müsteşarlarından general Adnan Ersöz de emekli olduktan sonra holding yöneticiliği yapanlar arasında yer alıyor. 1981 senesinde emekli olan Ersöz, vefat ettiği 1991 senesinde kadar İşbankası yönetim kurulu üyesi olarak görev yaptı.

SERVET BİLGİ: Orgeneral rütbesiyle emekli olan Servet Bilgi, emekli olduktan sonra PTT Yönetim Kurulu Başkanlığı görevinde bulundu. Bilgi, PTT’deki görevinin ardından, BEKOTEKNİK A.Ş. yönetim kurulu üyeliği yaptı.

VECİHİ AKIN: Emekli Orgeneral Akın, AKSİGORTA yönetim kurulu üyeliği yaptı.

ŞEREF AKINCI: Emekli Orgeneral Akıncı, : Doğuş Holding yönetim kurulu üyeliği yaptı.

NAZİF OKA: Emekli Orgeneral Oka HEMA Holding yönetim kurulu üyeliği yaptı.

FEVZİ AYSUN: Emekli KorgeneralAysun Derborsa yönetim kurulu üyeliği yaptı.

TEVFİK ALPARSLAN: Emekli Korgeneral Alparslan ALTAY ŞirketlerGrubu yönetim kurulu üyeliği yaptı.

CEMİL METE : Emekli Tümgeneral Mete MİNEX Savunma Sanayi yönetim kurulu üyeliği yaptı.

TANJU ERDEM : Emekli Tümgeneral Erdem Yaşar Holding danışmanlığı yaptı.

FİKRİ TOPSEVER : Emekli Tuğgeneral Topsever AKSA Holding Personel Müdürlüğü görevini yaptı.

ŞAHAP AR : Emekli Tuğgeneral Ar ALARKO Holding yönetim kurulu üyeliği yaptı.

SITKI GÜNDAY : Emekli Tuğgeneral Günday OTOMARSAN Yönetim Kurulu Başkan Vekilliği yaptı.

ORHAN KÖKER : Emekli Tuğgeneral Köker Profilo Holding müşavirliği yaptı.

YILMAZ ORAL : Emekli Tuğgeneral Oral HEMA Holding yönetim kurulu üyeliği yaptı.

KÂMURAN GÜMÜŞSOY : Emekli Tuğgeneral GİMA yönetim kurulu üyeliği, yaptı.

YANLIŞ ANLAŞILMASIN!.. BİZ BU İFADELERLE ŞANLI TÜRK ORDUSUNUN BÜTÜN FERTLERİNİ LEKELEMİYORUZ!.. ELBETTE Kİ, PEK ÇOK DÜRÜST, VATANSEVER VE FEDÂKÂR SUBAYIMIZ VAR. Hatta Dönmeler (Sabatayistler) arasında da var. BİZ SADECE ASLEN TÜRK OLMAYIP, KENDİSİNE TANINAN TÜRKLÜK VASFINA RAĞMEN, BİR TÜRK GİBİ ORDU KADEMELERİNDE YÜKSELMESİNE İMKÂN TANINMASINA RAĞMEN, TÜRK DEVLETİ'NE, TÜRK MİLLETİ'NE İHANET EDİP, YABANCILARLA İŞBİRLİĞİ İÇİNDE OLAN GAYRITÜRK SUBAYLAR İLE, TÜRKLÜĞÜNÜ UNUTUP ONLARIN GÜDÜMÜNE GİREN ZAVALLI TÜRK SUBAYLARI KASTEDİYORUZ!.. ASLA PEYGAMBER OCAĞI TÜRK ORDUSUNA BİR SÖZÜMÜZ YOK! ONUN BAŞIMIZIN ÜSTÜNDE YERİ VAR!.. ÜSTELİK MEDYADA, MAHKEMELERDE BU HAİNLER BAHANE EDİLEREK DÜRÜST TÜRK SUBAYLARINA VE TÜRK ORDUSUNA YAPILAN BÜTÜN SALDIRILARI DA LÂNETLİYORUZ!

Şimdi geldik en önemli kısıma... Yahudi Dönmesi Orgeneral Çevik Bir, Cumhuriyet tarihinde Menderes'in ABD ile yaptığı gibi gizli ikili anlaşmalardan sonra en büyük ihaneti yaparak, Başbakan Necmettin Erbakan'ın ümüğüne basarak, tehditle İSRAİL ile 20 gizli anlaşmayı bir anda imzalatmıştır! Elbette daha önce de imizalanan anlaşmalar vardı. Bu bir "yahudileştirme" sürecidird. 1993 yılından 1996 Ekimi'ne kadar İsrail ile 13 anlaşma imzalanmış iken, 1996 Ekimi'nden 1997 Martı'na kadar 20 anlaşmaya imza atılmıştır!.. Nasıl oldu da müslüman geçinen Erbakan böyle bir gaflete düştü, belki zaman içinde ortaya çıkacaktır.

Bu 20 gizli anlaşmanın konuları şunlardır:

- Silahların Yenilenmesi: 623.5 Milyon Dolarlık İsrail-Türkiye savunma anlaşmalarının en büyüğüne göre 54 Türk F-4 uçağının modernizasyonu İsrail Hava Kuvvetleri tarafından yapılacaktır. Bu aslında bir Amerikan kazığıdır. Amerika'dan satın altığımız uçakların bakımı, modernizasyonu, yedek parçası ABD tarafından sağlanması gerekirken, "Artık siz bunları İsrail'den alın, biz yardımcı olamıyacağız," denmiş , TÜRK Silahlı Kuvvetleri siyonist ve kaatil İsrail'in kucağına oturtulmak istenmiştir... İlk anlaşma Tansu Çiller zamanında yapılmıştı.

- Donanım Satışı: Popeye-1 füzeleri, erken uyarı uçak sistemleri, Suriye ve Irak sınırını denetleyecek çit ve radar sistemi, 5 Milyar dolar tutarında Merkava tankları... Bir Türk analizcinin ifadesine bu dönemde yahudi dönmesi Çevik Bir'in gayreti ile Türkiye İsrail'in elinde olan her şeyle ilgilenmeye başlamıştı.

- Ortak Üretim: Popeye-2 füzesinin yapımı

- Eğitim: İsrail uçakları, kendi ülkelerinin eni boyu dar olduğu için, Anadolu üzerinde, Konya ovasında uzun menzilli uçuşlar ve dağlık alanlarda uçuşlar yapma imkânı elde ediyordu. Bu, su üstünde uçmaktan çok farklı bir eğitim idi. Aynı zamanda İran'a yapılacak muhtemel bir hava harekâtı için elzem bir eğitim idi... İşin vehametini görebiliyor musunuz?.. Türkiye, dost ve müslüman bir ülke üzerine saldırsın diye İsrail uçaklarına eğitim imkânı tanımış!.. İsrail ile böyle bir anlaşma Türk tarihinde ilk kez gerçekleşiyordu. İsrail de tarihinde ilk kez bir Müslüman ülke ile resmi bir askeri anlaşma imzalıyordu.

- Ortak Tatbikat: Türkiye Haziran 1977'de Akdeniz'de İsrail ile ortak bir hava ve deniz tatbikatı yaptı. Tatbikatın görünüşteki sebebi arama-kurtarma çalışmalarının koordinasyonu idi. Pek de şaşırtıcı olmayan bir şekilde tatbikat, uluslararası sularda, ama Suriye kıyılarına yakın yerlerde yapıldı... Türkiye ile İsrail'in hangi ortak düşmanı var ki? Yine Türkiye dost ve müslüman bir ülkeye saldırı için eğıtim ve işbirliği yapıyordu... Aynı soru Yunanistan ile Ege Denizi'nde yapılan ortak tatbikatlar için de sorulabilir.

- İstihbarat Paylaşımı: İstihbarat alanında işbirliği yapılacak, bu kapsamda İsrail, Türkiye sınırından İran ve Suriye'yi dinleyecektir. Biz ise PKK'lı militanları eğiten İsrail subaylarını unutup, İsrail'den istihbarat bekledik. Hiç yararlı bir bilgi geldi mi acaba? Acaba biz onlara İran, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Hizbullah konusunda ne gibi bilgiler verdik?

- Ticaret: Mart 1996'da (Çiller dönemi) imzalanan Serbest Ticaret Anlaşması 1997 Mayıs'ında etkin hale geldi. Serbest Ticaret Anlaşması yapılan yeni düzenlemelerle icrai bir safhaya kavuşmaktu.

- Ulaşım anlaşması: İsrail Türkiye için yeşil pasaportlulardan vizeyi kaldırdı. Biz zaten, maşaallah, eski vatandaşlarımız Balkan halkları, Araplar, Afrikalılar ve Sovyetler Birliği'deki Türkler dışında, kimseye vize uygulamıyoruz ki!.. Bizim vizemiz kendi adamlarımızı dışarda tutmak, gavurları içeeri almak için!

- Su: Türk tarafının "barış hattı" ve İsrail tarafının "barış kanalı" hakkındaki fikirleri Türkiye'den İsrail'e taze su getirilmesi üzerinde yoğunlaştı. bu proje, zaten Yahudi hayranı Özal'ın Manavgat suyunu satma arzusuyla başlamıştı. Sonunda hükûmet Fırat nehrinin suyunu birilerine sattı, ama Yahuidiler'e mi bilinmez. Üstelik Başbakan Erdoğan bunu, "Bize Fırat'ı sattınız, diyorlar. Biz Fırat'ı satmadık. Kullanma hakkını sattık," diyerek savundu. Ne var ki bu savunma, karısını pazarlayan muhabbet tellalının, "Ben karımı satmıyorum, onun kullanma hakkını satıyporum," demesine benziyordu!

- Din: Nisan 1997'de ilk defa bir Türk dinî heyetinin İsrail'e yaptığı ziyarette, İstanbul Müftüsü "İsrail Devleti'nin varlığı hakkında İslamî açıdan hiçbir eleştiri getirilemez" dedi. Biz de o müftünün islâmî yönünden kuşku duyduk. Böyle bir şey söylemesine ne gerek vardı?

Daniel Pipes ve başka kaynaklardan toplanan bilgiler ışığında özetleyecek olursak İsrail Türkiye'ye silah satacak ve Türk savaş jetlerinin modernize edecek, istihbarat alışverişi olacak, ortak tatbikatlar yapılacaktır. Bu anlaşmayla, Ortadoğu'da yeni bir Türkiye-İsrail ekseni oluşturuluyor ve bu yeni eksen, o güne kadar Türk Dış Politikası'nda titizlikle korunmuş olan birçok ilkeyi temelinden yıkıp atıyordu.

Şöyle ki:

1. Türkiye artık Ortadoğu'da stratejik rol oynayamayacaktı. O güne kadar Türkiye, Ortadoğu'da şu üç güç noktasına eşit uzak durmuştu: İsrail, Araplar'ın temsilcisi olarak Mısır, ve İran... Oysa kurulan Türkiye-İsrail askerî işbirliğiyle Türkiye artık bölgede taraf oluyor, İsrail'den yana tavır alıyor ve Araplar'la İran'ı karşısına alıyordu.

2. Türkiye-İsrail askerî işbirliği ile en büyük yarayı İran almıştır. Çünkü bu anlaşma ile İsrail, gelip İran sınırına dayanmıştır. Bu anlaşmadan bir süre sonra, İsrail'in Türkiye-İran sınırında istihbarat ve dinleme istasyonları kurmuş olduğu rapor edilmiştir. Türkiye-İsrail askerî işbirliği anlaşmasından sonra, İsrail eğer isterse İran'ın askerî altyapılarına, cephaneliklerine Türkiye'den, belki o "manevra, tatbikat, eğitim yapıyor" dediği uçaklar ile saldırabilecektir. Muhtemel bir İsrail-İran askerî çatışmasında, İsrail askerî kuvvetleri yakıt ikmalini Türkiye'de yapabilecektir. Son dönemde (2013) Türkiye-Suriye sınırına getirip kondurulan ve TÜRK askerinin değil de, Amerikan, Alman, hollanda askerlerinin denetiminde Patriot füzeleri de Türkiye'yi değil; İsrail'i korumak için yerleştirilmiştir.

3. Türkiye-İsrail Askerî İşbirliği Anlaşması Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde hiç görüşülmemiştir!.. Dolayısıyla, Türkiye-İsrail askerî ilişkileri hâlâ kamu hukukundan yoksundur. Adeta böyle anlaşmalar yoktur!.. Ancak "One Minute" ve "Mavi Marmara" olaylarından sonra bozulduğu söylenen Türk-İsrail ilişkilerine bu hukuktan yoksun askerî anlaşmaların askıya alınması dahil midir, değil midir, belli değildir! Kimse de bu konuda bir açıklama yapmaya yanaşmamaktadır.

Washington Instutite'un Yahudi uzman danışmanı Alan Makovsky, söz konusu anlaşma için şu çok önemli değerlendirmede bulunmuştu:

- "Türkiye ile İsrail arasında yakın ilişkilerin kurulması Soğuk Savaş döneminden sonra Ortadoğu'da yaşanan en önemli stratejik gelişmedir."

Makovsky'yi böyle tarihî bir tesbite götüren anlaşmalar için Erbakan'ın bir tek şartı olmuştu: Anlaşmalar kesinlikle gizli tutulacak!..

O sebeple Ortadoğu'da tüm dengeleri İsrail lehine çeviren bu anlaşmaların hâlâ neler ihtiva ettiğini resmî olarak bilemiyoruz.

Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan'ın 10-12 Ağustos 1996 tarihinde İran'la başlattığı olaylı yurtdışı gezilerinin hemen sonrasında 29 Ağustos 1996 tarihli Hürriyet gazetesinin "İsrail'le Gizli İmza" başlığıyla verdiği haber ilgi çekiciydi. Habere göre 23 Şubat'ta Çevik Bir'in İsrail'le yaptığı ilk anlaşmadan sonra İsrail'le ikinci askerî anlaşma, Erbakan'ın "anlaşma kamu oyuna açıklanmayacak" şartıyla imzalanmıştı.

Dışişleri Bakanlığı Basın Sözcüsü Ömer Akbel, anlaşmanın Ankara'ya gelen İsrail Savunma Bakan yardımcısı Müsteşarı David Ivry ve Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarı Korgeneral Tuncer Kılınç tarafından imzalandığını açıkladı. Erbakan'ın bu şartı İsrail'e de bildirildi, Ivry'nin ziyaretinin ve anlaşmanın imzalanmasının kesinlikle kamuoyuna açıklanmaması istendi. Ne var ki, Ivry'nin ziyareti ve anlaşmanın imzalanacağı haberi duyuldu. Olayın açığa çıkması üzerine Dışişleri Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı anlaşmayı açıklamak zorunda kaldılar... Gizlilik kodunu bozan taraf sürekli İsrail olmuştur. Çünkü İsrail, İran ve Suriye'nin etkilenmesi için anlaşmaların duyulmasını istiyordu. Yani anlaşmaların psikolojik etkisinden de faydalanmak istiyordu. O sebeple de anlaşmalar İsrail tarafından ve el altından duyurulmuştur.

Yahudi Dönmesi Orgeneral Çevik Bir'in baskısıyla Erbakan hükumeti ile İsrail arasında yapılan gizli anlaşmaların İsrail'e kazandırdıklarını anlamak için, öncelikle Türkiye'nin öneminin Telaviv'de nasıl algılandığına bakmak gerekir.

Bu konuda Dr. Amikam Nechami'nin açıklamaları şöyledir:

- "İsrail Dış politikasında Türkiye'nin önemi, ABD ve İngiltere'den daha az değildir."

Ve bir başka İsrailli diplomatın değerlendirmesi:

- "Türkiye'nin İsrail ile güçlü ilişkileri parayla ölçülemez değerdedir."

Bugün İsrail'i ayakta tutan, yaşatan 3 ülkeden birisi Türkiye'dir. Prof. Dr. Yalçın Küçük'ün deyimiyle "Türkiye 'deki İsrail, İsrail'deki İsrail'den çok daha güçlüdür". Türkiye'de Türkler'i uyutup memleketin idaresini ele geçirmiş olan dönme politikacılar, bürokratlar ve işadamları sayesinde İsrail'i yaşatan ve şımartan ülke Türkiye'dir. Öyleyse İsrail'i ancak Türkiye durdurabilir ve bu işgalci ülke ile mücadele de samimiyet sınavı İsrail ile yapılan anlaşmaların behemehal feshinden geçmektedir. Öyle Gazze katliamı için ağlamakla, üç-beş kutu yardım göndermekle olmaz!

İsrail'i durdurmanın yolu Türkiye'nin İsrail'e verdiği desteğin kalmasından geçiyor... Şayet Türkiye "İsrail'e hayat suyu veren ülke" rolünden vazgeçerse, İsrail'in de azgınlığı aynı oranda duracaktır. Ama bunun için önce Türkiye'nin tepesindeki İsrail ajanları temizlenmelidir!

Erbakan'ın oyuna mı geldiği, yoksa onda da bir İsrail hayranlığı olup olmadığı iyice araştırılmalıdır. Saadet Partisi'nin yahudi lobileri ile ilişkisi var mıydı? Erbakan partisi kapatıldıktan ve muhalefete düştükten sonra da aynı yola devam etmiş midir?.. Fazilet Partisi döneminde ABD'deki İsrail lobileri ile içli-dışlı olmuş mudur?

İddiaya göre Yahudi vatandaşımız Üzeyir Garih Refah-Yol hükûmetini desteklediğini açıklamakla yetinmedi, ABD'deki İsrail lobisini ikna etti. Yahudi ADL heyetine konuşan Devlet Bakanı ve Refah Partisi Başkan Yardımcısı Fehim Adak, "Dinî aşırılığa karşıyız ve İsrail ve Yahudi toplumu ile diyaloğumuz sürecektir." açıklamasını yaptı. Neo-Con'ların ABD'deki en ünlü isimlerinden Daniel Pipes'in Erbakan'ın iktidarda olduğu günlerde "A New Axis, The National Interest" de yazdığı yazıdan bir bölüm:

- "...Karşılıklı gidiş gelişler İsrail Dışişleri Bakanı David Levy'nin Ankara'yı 8-9 Nisan'da ziyaret etmesi ile başladı ...(Böylece) daha düşük bir seviyede de yarım yüz yıllık stratejik diyalog somutlaşıyor ve Haziran'da Türk savaş gemileri İsrail limanlarını ziyaret ediyordu."

Bu yoğun ve yüksek düzey gidip gelmelerin sonuçlarının hepsi kamuoyuna açık değildir. Ancak resmî açıklamalar ve konuşkan bazı yetkililerden anlaşıldığına göre 5 ana alanda yoğunlaşılmıştır ki, bunları yukarıda saydık.

Saadet Partili eski yetkililer haklı olarak Abdullah Gül'ü "İsrail Gülü" olduğunu söyleyerek eleştiriyorlar. Gül'ün Bakan iken özellikle Yahudi kuruluşları ile ABD'de yürüttüğü temasları "kişisel bağlam"da çevirdiğini ifade ediyorlar. Bakınız onlara Abdullah Gül, "Yol Ayrımı" kitabının 397. sayfasında nasıl cevap veriyor:

- "Şimdi hayretler içinde bakıyorum, ben Bakan olarak ABD'yi ziyaret etmişim. 58 tane toplantı yapmışım..... Erbakan Hoca'nın "gizli dünya devleti" dediği CFR'de onuruna verilen yemekli toplantıda, Türkiye'deki baş örtüsü sıkıntısını anlatmışım. O zamanlar parti büyüğü ağabeylerimiz, Erbakan Hoca, yaptıklarımızla övünürlerdi. Beni takdir ederlerdi. NE YAZIK Kİ BÜTÜN BUNLAR GİZLİ BİR BULUŞMAYMIŞ, BENİM GİZLİ İLİŞKİLERİMMİŞ GİBİ TAKDİM EDİLİYOR."

Abdullah Gül, CFR'nin Erbakan onuruna yemek verdiğini ve buna benzer kuruluşlarla 58 toplantı yaptığını söylüyor... Erbakan'a yakın isimler ise Gül'e bu imkânın Erbakan tarafından verildiğini söyleyerek, Gül'ü vefasızlıkla ve "bu ilişkileri kendi lehine kullanmakla" itham ediyorlar. Yani taraflar birbirlerini lobilerin gücünü çalmakla suçluyorlar. Ancak görünüş o ki, Yahudi lobileri ile kurulan gizli dostluklardan rahatsızlık duymuyorlar!

Bir dönem Fazilet Partisi'nin, Refah'ın akibetine uğramamak adına (ki uğradı, o da kapatıldı) hem iç politika ile, hem de dış politika ile ilgili konularda sisteme güven verme ve ehlileştiğini gösterme çabası sezilmekteydi. Fazilet Partisi'ndeki bu çaba en çok da parti başkanı Recai Kutan'ın 1999 yılının Kasım ayı başlarındabir heyetle gerçekleştirdiği ABD ziyaretinde açıkça ortaya kondu. Kutan'ın ABD gezisinin Washington'u kapsayan kısmı, Fazilet Partisi'nin Refah Partisi'nden farklı olduğunu, ya da olmaya çalıştığını anlatmakla geçti. Washington'daki temaslar boyunca görüşülen kişi ve çevreler gözönüne alındığında muhatabın Amerikan resmî çevreleri olduğu anlaşılıyordu. Bu yönüyle gezinin Washington ayağı çok da önemli değildi. Asıl önemli olan ve Kutan'ın ziyaretini kayda değer kılacak şey gezinin New York kısmıydı. Çünkü Fazilet heyeti, New York'ta İsrail için lobi faliyetleri yürüten Yahudi kuruluşları ile temaslarda bulunacaktı. New York'ta gerçekleştireceği temaslar, Amerikan derin devleti ile yapılmış görüşmeler anlamına geliyordu. Recai Kutan Woodrov Wilson düşünce kuruluşundaki konuşmasında soruları cevaplandırdı. "Asla İran gibi olmayız" mesajı verdi. Şöyle konuştu:

- "Bugün İsrail Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ile ilişki halindedir. Kimse İsrail yok demiyor. İsrail vardır, Türkiye de İsrail ile eşit şartlar altında işbirliği yapabilir. Bunda sakınca görmüyoruz."

Erbakan'ın seçim meydanlarındaki halka "Kudüs'ün kurtarılması için" çalışmanın da yer aldığı "Milli Görüş yemini" hâlâ hafızalarda canlıyken, Fazilet Partisi'nin İsrail'i bir gerçeklik olarak tanıdığını açıklayıp, "asla İran olmayacakları" yönünde Amerikalılar'a teminat vermesi, pek ikna edici bulunmasa da Fazilet'teki bu dönüşün, kendi tabanı üzerinde olumlu bir etki bırakmadığı da ortadaydı. Belki de 2001 seçimlerini bu yüzden kaybetti. Tabii bunda bir zamanlar "Haçlı Klubü" olarak nitelendirdiği AB'yi, daha sonra bir "ideal" olarak savunmasının, hatta "Seçime gitmeyelim, AB yasalarını çıkaralım," diyerek liberal partilerden daha hızlı AB'ci olmasının da etkisi vardır... Recep Tayyip Erdoğan'ın AKP'si de "Avrupa Birliği'ni biz daha çok savunuyoruz," diyerek durumdan istifade etmiştir. Zira Erbakan, "Haçlı Kulübü" dediği AB'yi savunmakla ülkenin en dinamik ve en dirençli bölümü olan muhafazakâr kesimi "galiba bu Avrupa Birliği iyi bir şey ki, Hoca bile methetti," düşüncesiyle AB'ci yapmış, bu büyük değişim ile, deyim yerinde ise AKP de kitlelerin kimyasını bozarak kötü günlerimizi hazırlamıştır. Öyle ki, Recep Tayyip Erndoğan'ın "Avrupa Birliği ile katolik nikâhı" kıymaya kalkması bile halkta fazla tepki uyandırmamıştır.

Prof. Laçiner yayınlanan son kitabı “Dışımızdaki PKK İçimizdeki İsrail” isimli kitapta en stratejik kurumlar olan TSK ve MİT’e girmeyi başarmış ayrıca PKK ile de ilişkisi olan İsrail’i anlatıyor:

- "İsrail’in bakışında Türkiye’nin İslam’dan uzaklaştırılması veya en azından İslamî unsurların ‘zararsız’ hale getirilmesi önemli bir rol oynamıştır. Tohumların ıslah edilmesi, kısırlaştırılması gibi bir durumdur bu. 'Türkiye’nin de-islamizasyonu' meselesi daha doğrusu ‘ehlileşmiş’, ‘ılımlı İslam’ projesi, sadece İsrail için değil Batı dünyası için de önemli bir projedir."

Sözün kısası, bizce AKP'nin iktidar olması, Erbakan'ın AB'ci olmasının bir sonucudur. Bu da "politikacı" olmanın özelliğidir. Siyaset "devlet idare etmek", politika ise "her ne yolla olursa olsun, iktidar olmak" demektir. Onun için politikacı daima "yanar-döner"dir. Nitekim Erdoğan da, "NATO'nun Libya'da ne işi var?" demesinin ertesi günü NATO saldırı güçlerine katılmış, Libya'ya gemi ve uçak göndermiş, müslüman bir ülkenin bombalanmasında rol üstlenmiştir.

Allah hepsini bildiği gibi yapsın!

http://www.angelfire.com/rnb/atadiyar/ata38.html

***

28 ŞUBAT SÜRECİ BÖLÜM 4

28 ŞUBAT SÜRECİ  BÖLÜM 4



TBMM Muhtıraları ve Darbeleri Araştırma 28 Şubat Alt Komisyonu sürecin yakın tanığı eski istihbaratçı Bülent Orakoğlu’nu dinledi. Dönemin Emniyet Genel müdürlüğü İstihbarat dairesi eski başkan vekili Bülent Orakoğlu, 28 Şubat’ın yaşanmasındaki en önemli siyasi sorumlunun Süleyman Demirel olduğunu söyledi.

28 Şubat darbe değildir, demenin mümkün olmadığını belirten Orakoğlu:

- "28 Şubat Türkiye’nin savunma refleksini kırmıştır. Türkiye kutuplaştırılmıştır, cunta devleti ele geçirmiştir. Türkiye’nin genleriyle oynanmıştır, tankların yerine medya kullanılmıştır. Batı Çalışma Grubu’nun darbenin alt yapısını hazırlayan fişleme çalışmasına ilişkin belgeyi önce Emniyet Genel Müdürü'ne verdik. Oradan da hiyerarşik sırayla İçişleri Bakanı'na, Tansu Çiller’e, Başbakan Erbakan’a, oradan da Cumhurbaşkanı Demirel’e gitti. Ancak Demirel’in gereğini yapmadı. Önce belgeyi Orgeneral Karadayı’ya verdi, oradan da Çevik Bir’e gitti. Demirel BÇG belgesinin araştırılmasını istemedi. Bu belge cuntacılara, darbecilere iade edilmiştir. Cumhurbaşkanı Demirel’in görevini yapmadığı, yargılanması gerektiği kanaatindeyim. Belgeyi eline aldığı andan itibaren bu süreci durdurabilirdi, yapmadı. TSK’nın bütün üyeleri çocukları birer fişleme aracı gibi çalıştılar. Batı Çalışma Grubu illegal bir cunta kuruluşudur, hiçbir hukuki alt yapısı yoktur, TSK’da da bir karşılığı yoktur."

- "O dönemde 11 milyon kişi fişlendi. O fişler şimdi MİT’de. Nesim Malki’nin parası Mossad’ındı. Görevde olduğum süre içinde Nesim Malki cinayeti ve Türkbank olayını araştırdık ve ciddi bulgular elde ettik. Bir ekip olayı araştırmak için Bursa’ya gitti. Mossad'la ilgili ciddi bulgulara rastladık."

- "28 Şubat sürecinde boşaltılan bankalar var. 300 milyarlık zarardan bahsediliyor. Darbenin iç ve dış ayakları vardır. Dış ayağı belli. Türkiye’deki İsrail ayaklarını tespit etmek amacıyla Malki cinayetini araştırdık. Ergenekon iddianamesinde de görüyoruz ki Perinçek’in evindeki aramada Nesim Malki’ye borcu olanların listesi çıkmıştır. Nesim Malki'ye olan borçlarından dolayı bazı bankaların içinin boşaltıldığı iddiası var. Aslında bu paraların MOSSAD’ın olduğu ve bankaların içinin boşaltılmasında Mossad’ın parmağının olduğu iddiaları var."

Bülent Orakoğlu, 28 Şubat’ta NATO subaylarının rolünün sorulması üzerine şu değerlendirmeyi yaptı:

- "Bunun için Gladyo'ya girmemiz lâzım. Bütün NATO ülkelerinde Gladyo tipi yapılanmalar var. 16 NATO ülkesinde bu yapıya rastlanmış. Türkiye ile ilgili bilgi alınamamış, Bu da faal olduğunu gösteriyor. Gladyo tam olarak temizlenemedi. Türkiye’deki adı Gladyo, şimdi bağlantı olarak Ergenekon'dan bahsediliyor."

Bülent Orakoğlu, 28 Şubatçılar'ın MOSSAD, GLADYO ile bağlantılarından söz ediyor, ama bu ilişkiler içinde olanların Türk Silahlı Kuvvetleri içinde en üst rütbelere yükselmiş Yahudi Dönmesi (Sabetayist) olduğunu dile getirmiyor.

Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener şöyle diyor:

- "28 Şubat'ın 80 ve 60 ihtilâllerinden net bir farkı var. Sivil toplum, yargı, sermaye ve medyanın üzerinden, aydın diye tabir edilen kişiler üzerinden, sihirli demokrasi sözcüğü üzerinden yapılmış bir müdahaledir."

- "Refah Yol hükümetinin ekonomi yönünün başarılı olduğunu dün de söyledim, bugün de söylüyorum. Refah Yol'un ekonomik tedbirleri İstanbul sermayesinin ciddi mânâda işine gelmemişti. Refah Yol yıkıldıktan sonra birdenbire bankaların çöktüğünü görebeliriz. Birileri durumdan vazife çıkardı, birileri de milletin parasından hırsızlık çıkardı."

- "Refah Yol'un kurulmasını baştan istemeyen DYP'li milletvekilleri, il başkanları vardı. Ben kurulmasını savunanlardanım. Bu bir siyasi parti... Eşit rekabet şartları içinde seçime gitmişsiniz. Savunma nedenim de cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ihtilaf sahaları var. Millet-devlet kaynaşmasının sağlanmasında önemli bir adım olacağını düşünmüştüm. Hâlâ bu iddianın arkasındayım. Rahmetli Erbakan'a büyük haksızlık edildiğini düşünüyorum. Bütün her şey onun üzerine bırakıldı ama kimse düşünmüyor. Afganistan'da Kur'an-ı Kerim yaktılar, halk tepki gösteriyor, bir tane askerinizi çekmiyorsunuz. O dönemde Erbakan'ın partisinin tabanı Filistin'di, imam hatiplerdi. Halktan bir tazyik söz konusuydu. Rahmetli Erbakan yıllardır bir siyasi geleneğin temsilcisi olarak 'Biz bu iktidarı yönetebiliriz' deyip sistemin sahibi olduğunu iddia eden aktörlere (sözde Atatürkçülere) karşı bir tavrı vardı. Tabanının tazyikine rağmen onlarla uyuşmaya gayret ediyordu."

- "Refah Yol hükümeti 28 Şubat'taki o maddeleri imzalamayıp, meselâ erken seçim kararı alsaydı... Doğru olan buydu."

AKP'nin Meclis Başkanı, Bakanı, Hükûmet Sözcüsü, kısacası önde geleni, eski Refah partili Bülent Arınç şöyle diyor:

- "Tabii MGK'dan çıkan kararlar fevkâlâde üzücü kararlardı. Onların imzalanıp imzalanmayacağı söz konusu idi. SONRADAN İMZALANDI. Hükûmet'e sevkedildi, dediler. Bu şartların kabulü veya bu kararların kabulü noktasında değil; Hükûmet bunları öncelikle görüşür, anlamında... Bu kararları istedim. Veremeyiz, dediler. Kararların çok gizli bir kararname haline geldiğini veya MGK'dan almamız gerektiğini söylediler."

28 Şubat darbesi sorumlularının yargılanmaya başladığı günlerde Gazeteci Oktay Ekşi uyanıp KULLANILDIK! dedi... Gerçekten de medyadaki dönmeler bilerek, sahiden irtica geliyor zehabına kapılan kendini Atatürkçü sayanlar da bilmeden kullanılmışlardı. Bu "kullanılma" sona erdi, geçmişte kaldı sanılmasın!.. 1980 öncesinin bunalımla ve kanlı günlerinde feryat eden, 12 Eylül'ü alkışlayarak karşılayan gazeteciler, bugün geçmişte söylediklerini, yazdıklarını unutmuş olarak 12 Eylül'ü bahane edip askerler aleyhine konuşabilmekte, ve orduyu küçük düşüren davranışlar içinde yer almaktadırlar.

28 Şubat sonrasında bir gazeteci kıyımı meydana geldi. Uzanlar Star'ın kadrosunu daraltma kararı aldı. Star gazetesinin kadrosunda yüzde 40'lık bir azaltma yapıldı. Hürriyet gazetesi yazarlarından Oya Berberoğlu istifa etti. Enis Berberoğlu'nun istifası kabul edilmedi. Zeynep Atikkan, Kurthan Fişek ve Pınar Türenç'in de yazılarına son verildi. Gözcü gazetesinin yayınına son verileceği de gelen haberler arasında idi. Gruba bağlı gazeteler ilavelerini kapatırken yüzde 20 küçülme kararı aldı. Medyadaki kriz Sabah gazetesi ile başlamıştı. Önce Sabah grubuna bağlı Yeni Binyıl gazetesi kapatılmış, orada çalışan gazetecilerin işine son verilmişti. Sabah'ın daha sonra başlattığı el değiştirme ve küçülme operasyonlarında da yaklaşık 1200 gazeteci işsiz kalmıştı. Aynı şekilde İhlas Grubu'ndan da 400 gazeteci işten ayrılmak zorunda kalmıştı.

Türkiye'nin sosyal ve ekonomik olarak geri kalmasına bize göre en büyük sebep kendi çıkarlarını herşeyin üzerinde tutan medya patronlarıdır. Ancak kader öyle bir oyun oynadı ki hesap yapanların da haricinde bir hesap yapanın varlığı ortaya çıktı. Gerçek, bu insanların bacaklarına dolanarak yüz üstü kapaklanmalarına sebep oldu. Önce kendi silüetleri kaybolmaya başladı, ardından ise 10 binlerce dolar maaş verdikleri köşe başındaki adamlarına yol gözüktü. Ancak bu arada yükünü tutanlar tutmuş, basın emekçileri 'altta kalanın canı çıksın' mantığıyla defterden silinmişti. Ancak işin tek açıklaması ekonomik kriz miydi? Peki neydi gerçek? Tekel olması muhtemel Aydın Doğan'ın rakibi konumuna gelen Karamehmet bütün dengeleri alt üst etmişti. İnsanın aklına gelmeden etmiyor; acaba 28 Şubat öncesi plaza yönetim kurullarına giden yazar kıyımı listeleri bir kredi karşılığı şimdi yeniden gündeme getirilmiş olmasın... Çünkü böyle bir yazar kıyımının başka türlü bir açıklaması yok.

Dinç Bilgin'in önce Yeni Yüzyıl, o kapandıktan bir müddet sonra Yeni Binyıl adıyla çıkardığı (en azından seviye bakımından) iddialı gazete fazla dayanamadı. Belki de o seviyesizlik içinde Yeni Binyıl gibi seviyeli gazete fazla geliyordu. Kapandı ve arkasında yüzlerce işsiz bıraktı. Sabah gazetesinin Etibank'ı soymasının ardından gazeteciler mağdur vatandaş konumuna düştüler. 28 Şubat'ın oluşmasında rol oynamış dönemin YÖK Başkanı Kemal Gürüz, TİSK Başkanı Refik Baydur, DİSK Başkanı Rıdvan Budak, TESK Başkanı Derviş Günday, TOBB Başkanı Fuat Miras, Türk-İş Başkanı Bayram Meral gibi...

28 Şubat süreciyle birlikte DYP'den ayrılan milletvekilleri, DTP'yi kurdular. DTP, yaptığı transferlerle grup kurmayı başarırken, transferlerde milyarların döndüğü söylentisi Meclis'in üzerine kara bir leke olarak kaldı. DTP, Türkiye'nin, seçime girmeden yaptığı transferlerle hükümet ortağı olan ilk partisi olmayı başardı. 1995'de 134 milletvekili ile Meclis'e gelen DYP, 91'e kadar düştü. Refah Partisi'nin kapatılmasıyla Bağımsızlar'ın sayısı 163'e kadar çıktı. Seçimde 12 milletvekilliği kazanmış olan ANAP transferlerle saydalye sayısını 138'e çıkardı. CHP de milletvekili sayısını 49'dan 55'e yükseltti.

28 ŞUBAT SONRASI TÜRKİYEDE NELER OLDU ? - 1 - vidyo

28 ŞUBAT SONRASI TÜRKİYEDE NELER OLDU ? - 2 - vidyo



EMASYA yapılanması 28 Şubat'ta oluşturulmuştu. ÖHD'nin (Seferberlik Tetkik Kurulu) hazırladığı eylem planında "Toplumda infial uyandıracak olayların planlanması ve gerçekleşmesi neticesinde sokaklara dökülecek kalabalığa EMASYA birliklerinin kullanılması ve mevcut durum bahane edilerek hükümetin görevine son verilmesi" isteniyordu.

Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Raporu'nda, "28 Şubat sürecinin ülke ekonomisine maliyeti" çıkarıldı.

Raporda, 28 Şubat darbesinin Türkiye üzerinde yapmış olduğu etkinin ekonomik boyutunun ele alındığı belirtilerek şöyle denildi:

- "2001 krizi sonrasında finansal sistemin güçlendirilmesi sürecinde kamu bankalarının görev zararlarının ülkeye maliyeti 21,9 milyar dolar seviyesindedir."

- "Nihayetinde bankacılık görevini yerine getiremeyecek hale gelen şirketlerin 28 Şubat süreci sonrasında şoklara karşı kırılganlıkların daha da yükselmesiyle 1999 ve 2001 yıllarındaki ekonomik küçülmelerin yatırımlara olumsuz yansımaları 47 milyar ABD doları civarındadır."

- "Kamu kesiminin faiz harcamalarının gayri safi millî hasılaya oranının değişmediğini kabul ettiğimizde 1997-2007 periyodunda yaklaşık 119 milyar ABD doları fazladan faiz giderlerine harcama yapıldığı görülmektedir."

- "Bu bağlamda 1999 yılında meydana gelen ânî sermaye çıkışlarının ardından ekonomide yüzde 6,1 oranında, 2001 yılındaki sermaye çıkışları sonrasında ise gelir seviyesinde yüzde 9,5 oranında daralma söz konusu olmuştur. İki dönemdeki sermaye çıkışları sonrasında gayri safi millî hasıla düzeyinde toplamda 75 milyar ABD Doları azalış meydana gelmiştir."

Türkiye'de 2001 yılında meydana gelen devalüasyon sonrasında ihracat, ithalat ve dış borçlar bağlamında aynı miktarda yabancı para karşılığının daha fazla mal ve hizmet satışı ile gerçekleşmesi nedeniyle kazançtan ziyade maliyet unsuru olduğu kaydedilen raporda,

- "Ulusal paradaki değer kaybının öncesi ve sonrası kıyaslandığında ihracat, ithalat ve dış borç servisi bağlamında kriz yaklaşık 13,8 milyar dolarlık ek maliyet getirmiştir."

denilmektedir. 2000-2008 yılları aralığında IMF'den yaklaşık 48,7 milyar dolar destek kredisi alındığı belirtilen raporda,

- "Alınan bu kredinin maliyeti 6 milyar $ seviyesinde gerçekleşmiş ve ABD doları bazında yüzde 12,3 gibi oldukça yüksek faiz oranından borç alınmıştır"

ifadeleri yer aldı.

27 Mayıs 1960 Askerî darbesi sonrasında kurulan OYAK'ın 28 Şubat sonrasında siyasî etkinliğini kullanarak finans sektöründe, özellikle de bankacılık alanında önemli gelişmeler kaydettiğine işaret edilen raporda,

- "Aynı zamanda OYAK bu etkin gücü sayesinde Sümerbank'ı TMSF'den çok uygun bedel karşılığında satın almış ve bu dönemde karlılığını önemli düzeyde artıran nâdir kuruluşlardan birisi olmuştur. 28 Şubat öncesinde sıralamaya giremeyen OYAK 2000 yılında 4,9 milyar dolarlık ciroyla Koç ve Sabancı Holding'den sonra üçüncü sıraya yerleşmiştir"

denilmektedir... Askerlerin, daha doğrusu subayların ticaretle, bankacılıkla elbette ki işi yoktur. Üstelik OYAK, emekli general ve albaylara yüksek emekli ikramiyeleri verdiği gibi, karılarına, kızlarına iş sahası olmakta, biriken paralar çarçur edilmektedir. Böyle bir kuruluş TSK bünyesi içinde yer almalı, ticaret ve bankacılık yerine biriken paralar ordunun ihtiyacını karşılayacak tesisler kurulmasına harcanmalıdır. Askerî vakıflar da aynı şekilde TSK bünyesi içinde birer kuruluş haline getirilmelidir.

Halbuki yıllardır bunun tersi yapılıyor!.. Üst rütbeli subaylar OYAK'tan kıyak emeklilik ikramiyeleri aldıktan sonra (2010 yılında bir emekli başçavuş 198.000 TL , bir general ise 960.000 TL. alıyordu. 1. dereceden emekli bir üst düzey memur ise ancak 60-80.000 TL emekli ikramiyesi alabilmekteydi!) , bu da yetmezmiş gibi OYAK koltuklarına yerleşiyor, oğlunu kızını da OYAK'ta işe sokuyor du!.. . Yine yetmedi!.. Bu üst rütbeli emekli subaylar, işadamlarının ordu ile ile ilişkilerini iyi yürütmesi, ordunun sömürülmesi için özel sektörde, sanki işten anlarlarmış gibi, çeşitli holdinglerin yönetim kurullarında "görev" üstleniyorlardı!..


5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***