hanefi avcı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hanefi avcı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2020 Çarşamba

Binbaşı Cem Ersever i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? BÖLÜM 2

Binbaşı Cem Ersever'i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? BÖLÜM 2

  
Hanefi Avcı, Binbaşı Cem Ersever, kim, neden,nasıl öldürdü,


    Mustafa Deniz belki biraz daha yakın gözükmek ya da belki kendine göre avantaj elde etmek adına JİTEM subaylarına ve Jandarmaya gitmişti. Zaten onlarla çok iyi tanışıp görüşen bir insandı. Onlara Cem’in ayrılırken beraberinde götürdüğü kırka yakın uzaktan kumandalı patlayıcının Kemal Sadık’ın evinde bulunduğunu, KemalSadık’ın çok güvenilir bir insan olduğunu, sadece Ali Balkan Metel isterse bilgi vereceğini bunun dışında kimseye bilgi vermeyeceğini ama bu patlayıcı maddelerin Cem tarafından alınıp kullanılması halinde kötü bir şeyler 
olabileceğinden korktuğunu söylemişti. Aslında o patlayıcı maddeleri Cem elinden 
çıkarmak istiyordu, fakat bu patlayıcıları Cem’in kullanabileceği yönünde 
Mustafa Deniz’in korku ve endişesi vardı,bunu gidip Jandarma yetkililerine 
söylüyordu. Mustafa Deniz farkında olmasa da Jandarma yetkilileri zaten Cem’in 
Aydınlık gazetesinden Soner Yalçın’a Güneydoğudaki infaz olayları ve başka 
kanunsuz işler dahil olmak üzere birçok gizli bilgileri vermesinden dolayı son 
derece rahatsızdı. Cem daha çok Kuzeyde Sekizinci Kolordu bölgesindeki, Bingöl 
ve Tunceli Bölgesinde Yeşil’in karıştığı olayları anlatıyordu. Fakat sıra Diyarbakır sırasına gelirse, eski OHAL ve Diyarbakır bölgesinde, o tarihlerde Jandarma Genel Komutanlığında görev yapan diğer Jandarma Komutanlarının isimlerinin de verebileceği korkusu vardı. Bu yüzden Cem’i oratadan kaldırmayı düşünüyorlardı.

Daha sonra öğrendiğimiz kadarıyla Cem’i öldürmek için aslında daha önce de epey plan yapılmış. Cem’in peşine epey düşmüşler, onu kovalamışlar. Cem birlikte olduğu kızın Suriye’de Tıp tahsili yaparken gelip kendisinin yanında itirafçı 
olması sonrasında Türkiye’de tahsiline devam etmesi için Samsun’da Tıp 
Fakültesine kaydetmek için Samsun’a gitmiş. Bu durumu öğrenmeleri üzerine bazı itirafçılarla birlikte Yeşil, Cem’i öldürmek üzere Samsun’a giderken Merzifon 
yakınlarında bir jiple kaza yapmış. Tabii böyle bir plandan o zamanlar Cem ve 
arkadaşlarının haberi olmamış. İşte tam JİTEM’de Cem’i ortadan kaldırmanın 
yolları aranırken, Mustafa Deniz gelip Cem’e ait malzemelerin Kemal Sadık 
Uzuner’de olduğunu söyleyince planlarını uygulayabilecekleri bir fırsat 
yakaladıklarını düşünüyorlar, JİTEM yöneticileri hemen Ali Balkan Metel’le 
görüşüyorlar, onun vasıtasıyla Kemal Sadık Uzuner’e ulaşıyorlar. Uzuner onlara 
Cem’in ne zaman geleceği hakkında bilgi veriyor. Ayrıca mahkemeye gideceğini, 
öncesinde gelip kendisinden eşyalarını alacağını söyleyince de Kemal’in evine 
pusu kuruyorlar. Cem gelince Cem’i hemen yakalıyorlar. Ankara Emniyeti Cem’in 
kaybolmasıyla ilgili olarak Kemal’i Emniyete çağırdığında, olay ortaya çıkacağı 
için hemen Emniyete bizim elemanımızdır dokunmayın diye baskı  yapıyorlar. 

Bildiğim kadarıyla o zamanki Emniyet Genel Müdürlüğü kadrosunun 
Jandarmayla diyalogları iyi olduğundan onlar da etkileniyorlar ve müdahalede 
bulunmuyorlar. Oysa o zaman Kemal’in evine polis baskın yapmış olsa Cem 
kesinlikle kurtarılabilirdi, ama maalesef yapılamadı. Aslında Emniyetin bu 
yaklaşımı gayet makul, tabii ki elemanlarının deşifre olmaması için uzak durmayı 
tercih ediyorlar. Ama Cem işte orda kaçırılıyor.

Mustafa Deniz de bilgi almak için Kemal Sadık Uzuner’in evine gidiyor ama ondan 
da bir daha haber alınamıyor. Oda vurulacağını tahmin etmiyor. Bir müddet sonra 
İstanbul’daki Neval Boz Cem gelmeyince meraklanıp Kemal’i arıyor. Kemal ona 
Cem’in iki kişi ile beraber gittiğini söylemesi üzerine kız bu iki kişinin 
eşkallerini öğrenmek, olay hakkında daha teferruatlı bilgi almak üzere Kemal’in 
evine gidiyor ama ondan da bir daha haber alınamıyor. Birkaç gün sonra ise 
kafalarına kurşun sıkılmış olarak her birinin cesedi Ankara’nın farklı yerlerine 
atılmış olarak bulunuyor. Üç kişi de bu şekilde öldürülüyor.

Bugün bu olay yeniden konuşulsa adı geçen insanların hiç biri şahitlik yapmaz, 
hatta yaşananları inkar bile edbilirler. O tarihte JİTEM’i ve Yeşil’i bilen 
Emniyet görevlileri ” Jandarma Mustafa Deniz’i öldürdü, Cem’i öldürdü, onlarla 
beraber istifa eden ve şimdi Emniyette çalışan Ali Ozansoy’a da böyle bir şey 
yapabilirler. Sakın böyle bir şey denenmesin, biz buna karşı çıkarız havası 
içerisinde Jandarma Genel Komutanlığına gittiklerinde, Yeşil ile karşılaşıyorlar. 
Yeşil açık açık elindeki Simit Wesson marka tabancayı göstererek, ” Bununla ateş 
ettim, gerekirse size de ateş ederim,” diyecek kadar rahatlıkla cinayeti kabul ediyordu. 
Bu olay bana o tarihte buna şahit olanlar tarafından anlatılmıştı ama bugün sorarsanız hepsi gördüklerini kesinlikle inkar edecekleridir. 

İşte böylesi herkesçe malum olan, herkesin alenen bildiği bir olaydı Cem ve 
üç kişinin öldürülmesi. Ama herkes Simonlaşmıştı, karşı tarafın cinayeti suç ama bizim yaptıklarımız suç değildi. Benim ifademe rağmen de maalesef olay ciddi olarak ne adliye tarafından ne Jandarma tarafından tahkik edilmedi.

Eğer bir Jandarma subayı gerçekten kayıp olsaydı hemen inceleme başlatılır, 
aranır, sorulur, yollar kesilir, insanlar sorgulanır, bir dizi araştırma ve 
soruşturma yapılırdı. Cem’in kaybolması ve öldürülmesi ile ilgili bir tek yazı, 
failleri şunlar olabilir arayın bulun diye bir tek not bile yazılmadı. Devlet 
için bu kadar önemli üst düzey görevlerde yer almış bir subay kaçırılıyor( 
oluşturulmaya çalışılan görüntü itibarıyla örgüt tarafından kaçırılıyor) ama 
hiçbir yerde aranmıyor, kaçırılan kişinin bulunması yönünde herhangi bir adım 
atılmıyor. Halbuki o tarihte en ufak bir olay olsa yollar kesilir, hemen Türkiye’nin muhtelif illerine en ücra köşesine kadar tüm birimlere mesajlar çekilir, her yer didik didik aranır, her tarafa eşkaller yazdırılır, bir ton işlem yapılırdı. Ben Cem’in kaybolması ile ilgili ne Emniyetten ne de Jandarmadan tek bir yazı ya da mesaj bile almadım. Cem Binbaşı gibi biri görevinden dolayı kaçırılıyor, ama hiçbir araştırma ve soruşturma işlemi yapılmıyor. 

Tek başına bu durum bile bu araştırma ve soruşturmayı yapmayanların,  yaptırmayanların fail olduklarını gösteriyor. Bu durum hukuki tabiri ile hayatın olağan akışına uygun değildir.
Bildiğim kadarıyla zamanın Genelkurmay Başkanı, Genel Komutanlıkta bulunan tüm üst düzey yöneticiler bu olayın kimin tarafından, nasıl gerçekleştirildiğini 
biliyordu. Sadece öldürme sebebi olarak Neval aracılığıyla Suriye’ye bilgi 
sızdırmak olduğunu zannediyorlardı, çünkü bu yönde yalan ve yanlış bilgilerle 
aldatılmışlardı. Emniyetin Merkez İstihbarat ve Terörle Mücadele ile Özel 
Harekat birimleri yöneticileri ve Ankara Emniyetinin yöneticileri de belli 
oranda olayı biliyorlardı. Ama kimse bu cinayeti çözmeye, olayı aydınlatmaya 
yanaşmıyordu, çünkü o zamanki güç merkezleri bu cinayetin çözülmesinden yana 
değildi, bu olayın bu şekilde kapanmasını istiyorlardı. Yeşil’in Cem’den aldığı 
patlayıcı maddeleri MİT’e getirdiği Mehmet Eymür’ün ifadelerinden de net olarak 
biliniyordu. Ayrıca Yeşil’in kullandığı mobil telefonla o tarihte bütün Jandarma 
ve Emniyet yetkilileriyle görüştüğü belliydi, o telefonu Cem’den aldığı 
aşikardı. Bunun yanında Kemal Sadık Uzuner’in mobil telefonla kimlerle 
konuştuğu, tek tek bütün görevlilerle irtibatları belliydi. Bugün bile bunları 
ispatlamak mümkün, araştırılırsa tüm bunlar ortaya çıkarılabilir ama maalesef 
hiç kimse ilgilenmedi ve olay o şekilde kapandı.
Evet Cem Binbaşı herkesin gözü önünde, herkesin bildiği bir şekilde yok edildi 
ve maalesef cinayet her şeyi ile ortada olmasına ve var olan bütün delillere 
rağmen bu sistem kendi suçlusunu yakalayamadı ve hesap soramadı.
Bu bence pek çok açıdan önemli bir olaydı çünkü devlet kendi elemanını 
öldürmüştü. JİTEM ‘in var olup olmadığı yönündeki tartışma hala daha devam 
ediyor. Muhtelif defalar söylendi ama bir kere daha kaydetmekte yarar görüyorum. 
O tarihte Cem’ler veya diğer subay arkadaşlar JİTEM mensubu olarak istihbarat 
değerlendirme toplantılarına JİTEM adına katılıyorlardı. Jandarma Genel 
Komutanlığının terörle mücadele için böyle bir birim kurmasında hiç bir mahsur 
bulunmazken var olan bir birimi inkar etmesinin akılla izahı yoktur. JİTEM’in 
kurulması değil, çalışma yöntemleri yanlıştır ama bu teşkilatın kurulmasında 
hiçbir mahsur yoktur.
 Çetin Ağaşe isimli bir gazeteci JİTEM Gerçeği adlı bir kitap yazmıştı. Bu 
kitapta da basit ama aslında çokönemli belgeler vardı. Bu araştırma için Ağaşe, 
Cem’in çevresindeki bazı insanlarla, dostlarıyla görüşmüştü. Hatta eşi Işık 
Hanım’la da görüşmüştü. Cem’le ilgili bir belge alabilir miyim diye sorduğunda 
Işık Hanım iyi niyetle Cem’in iki tane Takdirnamesini vermişti. O tarihteki 
Asayiş Kolordu Komutanı daha sonra Kara Kuvvetleri Komutanı olan Hikmet Köksal Paşa’nın imzasının olduğu takdirnamede Cem Ersever’in unvanı JİTEM Grup Komutanı olarak belirtiliyordu. Ağaşe yine Jandarma Genel Komutanlığı telefon rehberinin bir kopyasını da kitabına koymuştu. Hem Jandarma merkezinde Genel Komutanın hem de illerdeki JİTEM grup komutanlıklarının telefon numaraları yazılıydı. 

Sonuç olarak bu ve buna benzer yüzlerce, hatta Jandarmada çalışan bazı arkadaşların söylediğine göre Genel Komutanlıkta JİTEM ibareli bir tır dolusu evrak olmasın rağmen JİTEM’in varlığı inkar ediliyordu.
Esasen yanlış yapsa bile resmi olarak hiçbir zaman yalan söylemezdi, mahkemelere ya da ilgili kurumlara yazılı cevap verirken mutlaka doğrular söylenirdi. İlk defa Jandarma Genel Komutanlığı (bence tarihi bir hataydı) JİTEM yoktur diye yalan bir yazılı beyanda bulundu. O yazıyı hazırlayan, paraf eden, imzalayanlar herkesin yüzüne karşı devletin yalan söylediğini itiraf etti. Halbuki böyle bir yazının Jandarma Komutanlığından çıkmaması gerekirdi. Böyle bir birimin var olduğu herkesçe malum olmasına rağmen siz bir devlet kurumu olarak bunu inkar ediyorsunuz, bu kabul edilecek normal bir olay değildir. O tarihe kadar devlet kurumları resmi yazılarda hakikat hilafına resmi olarak cevap vermezlerdi, bir şey inkar edilecekse bile dolaylı sözlerle ifade edilirdi. Böyle bir yalan beyanat nedeniyle devletin sözlerine de itimat sarsıldı.

Bence yazıyı yazanlar, gerçek devlet adamlığı vasıflarından mahrum insanlardı. 
Çünkü devlet asla yalan söylememeliydi, hele ki böyle hassas bir konuda devletin 
yalan söylemesi ve yanlış bilgi vermesi asla kabul edilemez ama maalesef bu 
şeklilde bir davranış sergilenerek hata edildi. 

Bugün bile Jandarma Genel Komutanlığı aransa, bir tır dolusu JİTEM ibareli evrak bulmak mümkün. Bugün hala şu tarihler arasında JİTEM’de çalıştım diyebilecek pek çok insanın var olduğu biliniyor.

Uzun sözün kısası, Cem Ersever cinayetinin faillerini bulması gerekip de 
bulmayanlar, bunun için hiçbir adım atmayanlar Cem’in failleridir.
Hanefi Avcı Cem Ersever Olayı Haliç’te yaşayan Simonlar

İlgili yazılar:

  Hanefi Avcı’nın Cem Ersever’le karşılaşması, HEP* Diyarbakır İl Başkanı Vedat 
  Aydın’ın öldürülmesi 
  Birkaç Kitapta Açık Olarak Anlatıldığı Halde 20 Yıldır Çözülmeyen Musa Anter 
  Cinayeti 
  Siyasi ve sıradan bir açmaz | Kemalizm ve Türk Aydını – Kutsiye Bozoklar 
  İsmail Beşikçi’den Bülent Arınç’a Cevap: Medeniyet Kürdleri Asimile Etmek 
  midir? 
  İdealleri Uğruna Ölme Kudreti, Açlık Grevi: İrlanda Deneyimi – Denis O’Hearn 
  Vedat Türkali’den Muhteşem Yüzyıl yazısı: “Keşke Kanuni’nin tek günahı bu 
  olsaydı” 
  Emperyalist Savaşları Anlama Kılavuzu – F. Başkaya “Savaşlarının gerçek 
  nedenini gizlemek kuraldır” 
  Faşizme sempati duyan Knut Hamsun’a Norveç halkının tepkisi 





***

Binbaşı Cem Ersever'i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? BÖLÜM 1

Binbaşı Cem Ersever'i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? BÖLÜM 1
  
Hanefi Avcı, Binbaşı Cem Ersever, kim, neden,nasıl öldürdü,

cafrande.org -
20/03/2011

Cem’i sormak üzere Kemal’in evine giden Mustafa Deniz dönmemiş ve kendisinden bir daha haber alınamamış. Aynı şekilde Cem’in birlikte olduğu İstanbul’da 
bulunan Neval Boz isimli kız da Cem hakkında bilgi almak için Kemal’le görüşüp, onun yanına gitmiş ve ondan da bir daha haber alınamamış. Burada işin kilit 
noktasının Kemal olduğu anlaşılıyordu. Kemal’in evine gidenler bir daha dönmemişlerdi. (…) Birkaç gün sonra ise kafalarına kurşun sıkılmış olarak her 
birinin cesedi Ankara’nın farklı yerlerine atılmış olarak bulunuyor. Üç kişi de bu şekilde öldürülüyor.  (…) Yeşil açık açık elindeki Simit Wesson marka 
tabancayı göstererek…

Bir defasında bir olayla ilgili olarak Bölge Valiliğine gitmiştim. Görüşme 
esnasında Bölge Valisi beni o zamanki Asayiş Kolordu Kurmay Başkanının yanına 
göndermişti. Onunla görüşmek üzere gittiğimde Cem binbaşı oradaydı ve Kurmay 
Başkanı ile konuşuyorlardı. Cem “Darda kalırsam ben de Güneydoğu’da Asayiş 
Kolordu Komutanı bölgesinde şu, şu kişilerin bilgisi vardı derim. Ben de bunlara 
şahidim derim,” diyerek dolaylı yollu karşısındakini tehdit ediyordu. Olayın 
mahiyeti neydi bilmiyorum ama bunu çok net ifade ediyordu. Göründüğü kadarıyla Cem binbaşı son dönemde kendi üstleriyle veya kendi teşkilatıyla çatışma içindeydi. Oradaki görev süresi uygun olmayan bir biçimde sonlandırılıyor du. Sebebinin ne olduğunu çok iyi bilmiyorum ama kendi teşkilatı içerisinde bir 
sorun vardı. Bu sorun dolayısıyla pek uygun olmayan bir biçimde Ankara’ya tayin 
olup, orada göreve başladı.

Ben Diyarbakır’da çalışmaya devam ederken, Ankara’daki istihbarat kurslarında 
bölücü bölgeci faaliyetler, PKK faaliyetleri ve buna benzer konular ile ilgili 
dersler vermek amacıyla çağrılıyordum. Kurslara eğitmen olarak katılıp birkaç 
gün kaldıktan snra geri dönüyordum. İşte bir defasında yine Ankara’ya geldiğimde Cem’le görüştük. 

Cem binbaşı beni Kızılay’da, sanıyorum Karanfil Sokak’ta yol kenarlarında restoranların, kahvehanelerin, birahanelerin bulunduğu bir yere davet etmişti. Orada yol üzerindeki küçük sandalyelere oturup bir akşam yemeği 
yemiş ve epey sohbet etmiştik. Yanında Güneysoğu’da birlikte çalıştığı subay ve 
itirafçı ( ama JİTEM’de kadrolu çalışıyorlardı) arkadaşlarından bazı tanıdık 
kişiler de vardı. Sohbet ederken Cem binbaşı çok net olarak, Güneydoğu’yu 
kaybettiğimizi, Genelkurmay’ın ve ordunun milleti yeterince uyarmadığını, 
devletin ve hükümetin bütün kurumlarıyla her bakımdan bu olayları tam manasıyla anlayıp algılayamadığını, bu insanları uyarmak gerektiğini söyledi. Etrafta oturan, sohbet eden, yiyip içen insanları göstererek, ” Bakın, bunlar böyledir işte. Sabah akşam buraya gelirler, saatlerce oturur içerler. Ülke elden gidiyor ama kimse farkında değil. Bu insanları uyarmak için Kızılay’ın göbeğinde dev bir bombanın patlaması gerek, ancak o şekilde akılları başlarına gelir. Bu insanlar ancak bu yolla uyandırılabilir, bilinçlendirilebilir,” diyordu. Bu görüşünde 
ısrarcıydı. Böyle bir şeyin yapılması gerektiğini, Genelkurmay’ın bu konu ile 
ilgili güvenlik sisteminin halkı ve devleti yeterince uyarmadığını ve bölgenin 
elden gittiğini çok ısrarla vurguluyordu. Tabii ben bu fikirlere tam manasıyla 
katılmıyordum. Bu tür yöntemlerin hep karşısındaydım ama ülkesine olan sevgisi 
ve kendince doğru bildiği davayı bu kadar samimi, canla başla savunması 
nedeniyle bir yakınlığımız ve arkadaşlığımız oluşmuştu. Tabii bu böyle devam 
edip gitti.

Ardından ben Güneydoğu’daki hengame içerisinde göreve devam ettim, bir müddet sonra seçimler oldu ve seçimlerden sonra tayinim İstanbul’a çıktı. İstanbul’daki yoğun ortam içerisinde devam ederken Cem ve yanındakilerin görevden ayrıldıklarını, kitap yazmaya çalıştıklarını ve bir yayınevi kurduklarını ortak arkadaşlarımız vasıtasıyla öğrendim. Fakat daha sonra Cem’in durumunun pek iyi olmadığını, bazı faaliyetlerden rahatsız olduğunu balahare duydum. İşte 
İstanbul’da Dev-Sol’un yürüttüğü silahlı saldırılar ve buna karşı bizim 
gerçekleştirdiğimiz operasyonlarla yoğun bir ortamda göreve devam ederken birgün Alparslan Ertuğ adlı bir ziyaretçimin lduğunu söylediler.

Alparslan Bey bana Cem binbaşının emekli olduktan sonra arkadaşları vasıtasıyla 
(ki bu arkadaşların bir kısmının zamanında o bölgede çalışan ve bugün Milli 
İstihbaratta görevli insanlar olduğunu anlıyorum) İstanbul’da bir güvenlik 
firması kurarak hayatına bu şekilde devam etmek istediğini, Ankara’da yaptığı 
işlerden ağzının yandığını, giriştiği pek çok iş ve faaliyet umduğu şekilde 
neticelenmediğinden bir anlamda dersini almış gibi gözükerek İstanbul’a 
geldiğini söyledi. Kendisinin bulduğu uygun bir yerde Cem binbaşının evinin 
olduğunu, iş yapmaya çalıştığını, bu arada askeri sırları basına vermekten 
askeri mahkemeye verildiğinianlattı. Bir gün önce Jandarma Genel Komutanlığının 
askeri mahkemesindeki duruşmaya katılması için Alparslan Bey Cem’e bir minibüs 
ayarlamış, Cem minibüs şoförüyle beraber Ankara’ya gitmiş. Ankara’da Cem 
şoförden ayrılmış. Cem’in bazı önemli döküman ve malzemeleri, görevde iken 
kendisine kalan birtakım uzaktan kumandalı patlayıcılar eskiden beri tanıdığı ve 
güvendiği Habur Gümrük Muhafaza Müdürü olarak çalışmış olan Ali Balkan Metel’in şoförü Kemal’in (Kemal Sadık Uzuner) evindeymiş. Kemal’in evinden bu malzemeleri alıp saat oniki sıralarında Kızılay yakınlarında minibüs şoförüyle 
buluşacaklarmış. Şoför bu malzemeleri alıp geri dönecekmiş. Cem de saat 1 gibi 
Kızılay’da bürosu bulunan avukatıyla buluşup sonra birlikte 13.30’da mahkemeye 
gideceklermiş. Mahkeme çıkışında ise tekrar İstanbul’a dönecekmiş. Fakat 
Alparslan Bey’in minibüs şoföründen aldığı bilgiye göre saat 12’deki buluşmaya 
Cem gelmemiş, avukata da gitmemiş.Bunun üzerine Kemal’i telefonla aradıkların da, Cem’in iki kişiyle (o zamanlar Aydınlık dergisi muhabiri olan Soner Yalçın’ı ima ederek) gelip emanetlerini aldıktan sonra Lada marka bir araçla ayrıldığı nı söylemiş. Alparslan Bey Cem’den haber alamadığı için hayatından endişe  duyduğunu, Cem’in Ankara’ya gitmeden önce İstanbul’da bulunduğu sırada kendisine herhangi bir şey olursa güvenebileceği kişinin ben olduğumu söylediği için benim yanıma geldiğini söyledi.

Ama ben Cem’in İstanbul’a geldiğini bilmiyordum. Muhtemelen daha önceki 
konuşmalarımızda ona sürekli bu işlerin yanlışlığını savunduğum, yapma etme, bu 
işin sonu insanın kendi kafasına sıkmasına gider dediğim için İstanbul’a 
geldiğinde ben sana demedim mi gibi bir tepkiyle karşılaşmaktan çekindiğinden 
benim yanıma gelmedi. Belki belli bir düzen kurduktan sonra gelmeyi düşünüyordu, bilmiyorum.

Alparslan Ertuğ’un bu anlatımlarından sonra ben hemen onun yanında (veya o 
çıktıktan sonra, tam hatırlamıyorum) Cem’i benim kadar iyi tanıyan, o dönem 
Ankara İstihbarat Şube Müdürü görevinde bulunan, daha önce Diyarbakır’da benim yardımcılığımı yapan arkadaşım Abdurrahman Toygar’ı arayıp durumu anlattım. Abdurrahman hem Cem’i hem Cem’in JİTEM’den beraber ayrıldığı Ali Ozansoy ve Mustafa Deniz’i çok iyi tanıyordu. Hatta zaman zaman Ali ve Mustafa 
Abdurrahman’ın yanına gelip gidiyordu, yakın bir diyalogları vardı. Abdurrahman 
benden çok daha fazla örgüt mensupları ve örgütü tanıyan insanlara karşı 
ilgiliydi. Örgüt mensuplarının eşkalleri, yanlarında bulunan silahların ve 
malzemelerin özellikleri, memleketleri, kısaca örgüt hakkında her şeyle ilgili 
çok iyi not tutuyordu. Bu konuda gelmiş geçmiş en kapsamlı notlara sahip olan 
kişiydi. Bu merakından dolayı da bu insanlarla sohbet etmeyi çok seviyordu.
Cem’le ilgili olayları anlattıktan sonra Abdurrahman hemen Kemal Sadık Uzuner’i 
telefonla arayıp Cem’i sormuş ve şubeye gelmesini istemişti. Kemal’in Emniyet’e 
getirilmesi talebiyle birlikte Jandarma ve JİTEM’in önemli bütün yetkililerinin 
Emniyet’e gelip bizim elemanımızı deşifre ediyorsunuz diye konuya müdahale 
ettiklerini, Emniyet Genel Müdürlüğünü Jandarma Genel Komutanlıktaki 
rütbelilerin etkilemeye başladığını söyledi. Esasen bu müdahaleyle birlikte 
Emniyet Genel Müdürlüğü – Jandarma Genel Komutanlığı – Ankara Emniyeti 
arasındaki yoğun temaslar nedeniyle Genel Müdürlükte ciddi bir trafik oluşmuştu 
ki bu da bir anlamda Cem’in aslında Jandarmanın elinde olduğunu işaret ediyordu. 

Fakat bana aktarılan şey şuydu:

 Cem’in arkadaşı sıfatıyla Alparslan Bey ve daha sonra Cem’in beraber yaşadığı 
Neval Boz telefonla aradığında Kemal Cem’in iki kişiyle beraber Lada marka bir 
arabayla gelip kendisinden malzemeleri aldığını söylemişti. Cem o dönem Aydınlık 
dergisinden Soner Yalçın’a açıklamalarda bulunuyordu. Anlatımlarda, en son 
Aydınlık dergisinde çalışan bu insanlarla birlikte gittiği algısı yaratılmak 
isteniyor gibiydi, en azından bu ima edilmeye çalışılıyordu. Ben de o zaman bu 
fikre biraz inanır gibi olmuştum. Fakat eğer böyle bir şey olsaydı, Ankara’nın 
giriş çıkışları tutulmalı, her tarf aranmalıydı. Böyle bir şey gerçekleşmedi. 
Daha sonra Abdurrahman’la görüştüğümde Jandarmanın tavrının hiç olumlu 
olmadığını, Cem hakkında olumsuz konuştuklarını öğrendim, hatta bu durum o 
tarihte gazetelere de yansımıştı. Etrafta bulunan Jandarma içinde bir iç mesele 
olduğu yönünde laflar dolaşıyordu.
Ankara’da Jandarma Genel Komutanlığı Karargahından etrafa sızdırılan bilgilere 
göre ise Cem’in yanındaki kadın vasıtasıyla muhaberat adına çalıştığı, Suriye’ye 
bilgi sızdırdığıydı. Ben zinhar böyle bir şeyin gerçek olamayacağını söyledim. 
Hatta bana Cem’in İstanbul’daki evinin bile aranması gerektiği, buna bakılabilir 
mi yollu imalarda bulunmuşlardı. Ben böyle bir şeyin olamayacağını, bunun son 
derece yanlış olduğunu söyledim. Şiddetle karşı çıktım ve böyle bir aramaya 
katılmayacağımı belirttim. Onlar ise Cem’in sanki ellerinde olduğu, biraz 
pataklayıp kötü muamele ederek bir süre alıkoyacakları, bir takım olmuş bitmiş 
olay ve eylemler hakkında devlet aleyhinde basına açıklama yapmaması konusunda gözdağı verecekleri imasında bulunuyorlardı. Ankara’da herkes öyle zannediyordu.
Sonra öğrendiğime göre Emniyetten arkadaşlar Cem’in kaybolması ile ilgili bilgi 
almak üzere Cem’ beraber hareket eden Mustafa Deniz’i de çağırıp Cem’in 
bulunamadığını anlatmışlar. ” Ben Kemal’i biliyorum, gidip konuşurum hemen, ” 
demiş. Cem’i sormak üzere Kemal’in evine giden Mustafa Deniz dönmemiş ve 
kendisinden bir daha haber alınamamış. Aynı şekilde Cem’in birlikte olduğu 
İstanbul’da bulunan NevalBoz isimli kız da Cem hakkında bilgi almak için 
Kemal’le görüşüp, onun yanına gitmiş ve ondan da bir daha haber alınamamış. 
Burada işin kilit noktasının Kemal olduğu anlaşılıyordu. Kemal’in evine gidenler 
bir daha dönmemişlerdi. Ama yine de bu olayın nasıl olduğuyla ilgili olarak 
zihnimde hala yüzde yüz bir kesinlik oluşmamıştı.

Bir süre sonra polis şehit ailelerine yardım derneğinin bir toplantısında 
Alparslan Ertuğ ile karşılaştık. Sohbet sırasında Cem’in olayı tekrar gündeme 
geldiğinde bana olayı çözdüğünü söyledi. Nasıl diye sordum. Olaydan sonra 
İstanbul’dan Ankara’ya gittiğini, orada ifadesinin alındığını belirtti. İfadesi 
alınırken cesedi bulduklarında Cem’in üstünde ne olduğunu sorduğunda kot veya 
kadife pantolon olduğu yanıtını aldığı anda olayı çözdüğünü söyledi. “Cem 
Kemal’in evine girdi ama Kemal’in evinden çıkmadı,” dedi. ” Nasıl yani?” diye 
sorduğumda şöyle anlattı: ” Cem Kemal’in evine gittiği zaman içinde siyah takım 
elbisesinin olduğu bir çantası vardı elinde. Kemal’in evinde bu elbiseyi 
giyecekti. Yani Cem’in Kemal’in evinde iki şey yapması lazımdı, birincisi 
elbiseyi giymek, ikincisi de oradaki eşyaları almaktı. Cem’in saat 12.00’de 
malzemeleri şoföre teslim edip saat 1.00 gibi avukatın ofisinde buluşacaklardı. 
Sonra da saat 1.30 gibi Jandarma Genel Komutanlığında devam eden mahkeme ye katılacaktı. Yani Cem’in elbisesini giyeceği başka bir yer yoktu. Eve girmişse 
mutlaka orada elbisesini değiştirmesi gerekiyordu. Öldüğünde üstünde eve 
girerken giydiği kot pantolon olduğuna göre, girdiği evden çıkmamıştı ve o şahıs 
doğruyu söylemiyordu.” Alparslan Bey olayı net bir biçimde bu şekilde anlamıştı.
Ben ikinci bir bağlantıyı da daha sonra çözdüm. Şoför Kemal’de bulunan Cem’e ait malzemeler içerisinde uzaktan kumandalı patlayıcılar vardı, bu patlayıcıların 
daha sonra Yeşil tarafından alındığını ve Yeşil’in bu patlayıcıları ve malzemeleri MİT’e getirdiğini Mehmet Eymür kendi beyanında ve internet sitesinde 
anlatarak doğruladı. Bu tarihlerde Yeşil Jandarmanın elemanı idi ve Jandarma ile 
birlikte hareket ediyordu. Bu da gösteriyordu ki Cem malzemeleri Kemal’in 
evinden çıkarmamıştı ve bu malzemeler Yeşil’den çıkmıştı. İşte bu olaylar ve 
bağlantılar bu şekilde çözülünce bilgisayar sorgu sistemiyle daha ayrıntılı bir 
araştırmaya giriştim. O zamanlar bilgisayar sorgu sistemini yeni kurmuştuk. 
Bu sistem sayesinde hangi telefon numarasını kimin hangi saatte aradığı, fatura 
bilgileri tüm detaylarıyla tespit edilebiliyordu. PKK o zamanlar yoğunlukla 
Güneydoğu’da mobil araç telefonlarını kullandığından ben o dönemde mobil araç 
telefonlaryla yapılan tüm konuşmaların dökümünü, kimin kimi aradığı bilgilerini 
bilgisayarımda tutuyordum. Bunlar üzerinde oturup ciddi bir çalışma yaptım. 
Cem bir mobil telefon kullanıyordu. Yeri belli olmasın diye araç telefonunu söküp 
küçük bir çanta telefonu haline getirmişti. Bu telefonla muhabere yapıyordu.  
Aynı şekilde zannediyorum Kemal’de yeri belli olmasın diye böyle bir mobil telefon kullanıyordu. Bu telefonlarla yapılan görüşmelere tek tek baktım. Ölümüne kadar Cem’in kullandığı mobil telefonu daha sonra Yeşil’in kullnadığını gördüm. 
Yeşil’in bu telefonla Jandarma Genel Komutanlığından kimlerle görüştüğünü, 
kimleri aradığını ve kimler tarafından arandığını, hatta görüşmeler esnasında 
bulunan yerlere dair bilgileri tek tek çıkarttığımda olay çok net gözüküyordu.
Daha sonra yaptığım araştırmalardan öğrendiğim bir olay da şöyleydi. 
Cem Güneydoğuda çalışırken o zamanlar bazı olaylarda (Diyarbakır Baro Başkanı’nın aracına bomba konması, HEP’in bombalanması) kullandıkları uzaktan kumandalı çok güvenilir kodla çalışan patlayıcı maddeler vardı. Ayrıca Cem ve ekibinin Kuzey Irak’ta yaptıkları faaliyetler ve muhtelif kişilerle yaptıkları görüşmelerin kayıtları, örgütten elde ettikleri dökümanlar bir dosya halinde elinde 
bulunuyordu. Ordudan ayrıldıktan sonra yayınevi kurma düşüncesinde 
olduklarından, bu materyallerin bir kısmı yayınlanacak kitaplarda kullanılabilir 
düşüncesiyle istifa ederken bütün dökümanlarla birlikte patlayıcı maddeleri de 
yanlarına almışlardı. Çünkü bunlar kayıtlı değildi. Cem istifa edip ayrıldıktan 
sonra bu malzemeleri bir müddet elinde tutmuş, ama daha sonra yayınevini devam ettiremeyeceğini anlayınca normal hayata dönmeyi düşünüp ellerindeki bu 
patlayıcıları verecek yerler aramışlardı. Emniyetten bazı güvenilir arkadaşlar 
bana bu patlayıcıları Cem’in onlara vermeye çalıştığını söylediler. Ama kimse 
almamış ve patlayıcılar Cem’in elinde kalmıştı.

Daha sonra Mustafa Deniz, Ali Ozansoy ve Cem bu malzemeleri güya aldıklarında 
Güneydoğuda çalışırken tanıdıkları, çok güvenilir olduğunu düşündükleri 
(zamanında uygulanan tüm testlerden en başarılı kişi olarak çıkmıştı) Kemal 
Sadık Uzuner’e (yani Habur Gümrük Muhafaza Müdürü Ali Balkan Metel’in şoförüne) diğer dökümanlarla birlikte vermişler. Cem İstanbul’a gelmeden önce Ali Ozansoy’u Emniyete sözleşmeli personel olarak yerleştirmişti. Orada ele geçen 
belgeleri okumak, PKKgibi örgütlerin dökümanlarını analiz etmek görevine 
getirilmişti. Cem Mustafa Deniz’e de bir iş arıyordu. Onu da bir yere yerleştirmek istiyordu, çünkü onların da kendisiyle birlikte istifa etmesini sağladığı ve peşinden sürüklediği için onlara karşı kendini sorumlu hissediyordu. Onu da belli bir işe yerleştirmek istiyordu. Bu arada Cem iş kurmak için İstanbul’a gelmişti.


2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 2

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 2



Hanefi Avcı, Cem Ersever, karşılaşması, Diyarbakır İl Başkanı, Vedat Aydın, Silopi, Cizre, Şırnak, Hüseyin Kocadağ, Derin Devlet, Güncel Hayat ve Siyaset, Haliçte yaşayan Simonlar, Halkın Emek Partisi, Jitem, Kitaplık, MİT, Öteki Tarih,


      Yine ” Ben ihbar etmeme rağmen kimse gitmiyor, Cudi Dağı x bölgesinde PKK’lılar var,” diyen bir köylüyü, söylediğinin yalan olduğunu bilmesine rağmen gece önüne katıp Cudi dağına operasyona tek başına gidecek kadar gözü kara idi. İşte Cem böyle biriydi. Bir müddet sonra JİTEM’in kurulmasıyla birlikte, Cem’in ve bazı subayların JİTEM’in bazı kurucuları arasında olduklarını duydum. Cem’in kendisi de bu faaliyetlerin içerisinde olduğunu söylemişti. O ilk başta Silopi 
bölgesindeydi, yanında Arif Doğan vardı. Muhtemelen o zaman Arif Doğan daha üst rütbedeydi. Cem ve yanındaki birkaç üsteğmen ve yüzbaşı beraber çalışıyorlardı. 

Kendilerine bir helikopter verilmişti. Kuzey Irak’taki yönetimlerle görüşerek 
PKK hakkında bilgi toplama faaliyetlerini organize etmeye çalışıyorlardı. Bir 
defasında Kuzey Irak’ta irtibat subayı gibi görev yaptıklarını da duymuştum. 
Bir süre sonra Cem binbaşının elemanlarının Silopi, Cizre ve Şırnak bölgesinde 
bulunduklarını ve faaliyet gösterdiğini duydum. Kimi zaman karşılaşıp 
konuşuyorduk.

 Bir müddet sonra Cem binbaşı Olağanüstü Hal Asayiş Kolordu Komutanlığının JİTEM 

Grup Komutanı olarak atandı ve bir yıla yakın burada görev yaptı. O süre içinde 
bir veya iki defa kendisini ziyarete gitmiştim. Yanında askeri personel olarak, 
daha sonra adı JİTEM faaliyetlerinde adı geçen bazı subayları farklı kod 
isimleriyle tanımıştım, ayrıca askerlik görevini yapan itirafçılar da bulunuyordu. Bunların bir kısmı daha sonra uzman olarak veya farklı görevlerle resmi kadrolar alarak Cem’in yanında çalışmaya devam etmişlerdi ama daha çok istihbarat toplama faaliyetlerinde bulunuyorlardı.O da bir veya iki kebzenim ziyaretime gelmişti, tabii bu karşılıklı görüşmelerimizde birbirimize itimat ettiğimizden her şeyi çok rahat konuşabiliyorduk. Cem bir gün bana illegal örgüt mensuplarının bazılarını gizli yakaladıklarını, sorguladıklarını söyleyerek onlardan aldığı silah ve malzemeleri gösterdi.Sorgulanan bu insanların akıbetlerinin ne olduğu konusuna açıklık getirilemiyordu, fakat dolaylı olarak sonucun ne olduğu tahmin edilebiliyordu.

 Cem PKK ile mücadele etmek için kanun dışı her türlü yöntemin kullanılması 
gerektiğini, normal yol ve yöntemlerle bu işin başarılamayacağını ima etmeye, 
anlatmaya çalışıyordu. PKK ile ancak böyle mücadele edilebileceğini çünkü bu 
kişilerin mahkemelerde ceza almadığını, korktukları için kimsenin onların 
aleyhine şahitlik yapmadığını ve davacı olamadığını, olaylar gece gerçekleştiği 
için kimsenin bir şey görmediğini, hatta onlara destek veren kişilerin 
suçlarının hukuki olarak ispatlanmasının ve cezalandırılmasının çok zor olduğunu 
ve bunun için bu kişilerin infaz edilmesi yöntemlerinin kullanılması 
gerektiğini, bu örgüt mensuplarının ancak bu tür yöntemlerle durdurulabileceğini 
çok hararetle savunuyordu. Bunun üzerine ben anlattığı yöntemlerin doğru yollar 
olmadığını söyledim. Çünkü bu bölgedeki PKK varlığının artmasında birçok kişinin 
olumsuz faaliyetinin payı olduğunu, bunun içerisinde bu bölgede çalışıp rüşvet 
yiyen, hatta koruculuk faaliyetlerinde bile silah dağıtılırken para alan kamu 
görevlileri olduğunu, PKK’nın bu açıkları kullanarak taraftar bulduğunu 
belirterek terör olaylarının artmasında etkili olan buna benzer yüzlerce başka 
olayı anlattım.
“Burada suçlu kim? PKK’ya ekmek veren, onlara yardım eden köylü mü, yoksa burada rüşvet mekanizmasını çalıştırmak suretiyle yanlış uygulamalar yaparak toprak ağalarına ya da nüfuzlu insanlara karşı köylüleri yanlız bırakıp PKK’nın 
kucağına atanlar mı?” diye sordum. Cem “Evet sen haklısın,” dedi ama sonra elini 
boynuna götürerek “Ben burama kadar bu işe battım, bana anlatma. Bu işe var 
mısın, yok musun?” dedi. Ben “yokum” demekle kalmadım, yine ısrarla bu 
yöntemlerin olayları daha da azdıracağını, bizim legal yöntemler dışına 
çıkmamamız gerektiğini kendisine epeyce anlattım ama o kanunsuz yöntemlere kesin inanıyordu.
 Bir müddet sonra iki itirafçı ve bir arkadaşıyla (bunlardan bir tanesi 
sanıyorum A.A. idi, önce itirafçı olup devlete sığındı, devlet içindeki 
yanlışları da gördükten sonra yurtdışına çıktı, orada PKK hem de bu olaylarla 
ilgili tarafsız ve kapsamlı bilgi ve gözlemlerini çeşitli gazetelere anlattı) 
yanımıza geldi; dört kişilerdi. O zamanki HEP adlı partinin binasında açlık 
grevleri yapılıyordu ve polis açlık grevlerinin olduğu yerde bekliyordu. Binanın 
yakınlarına patlayıcı madde koymayı düşündüklerini, herhangi bir polisin veya 
bir devlet görevlisinin zarar görmesini istemediklerinden oradaki polisin 
çekilmesini, bu konuda yardımcı olmamı istediler. O gün uzun uzun konuştuk, 
böyle bir şeyin olamayacağını, bu yolun doğru olmadığını kendisine dilimin 
döndüğünce anlattım. Cem hararetle bu tür şeylere taraftardı. Aslında o zamanlar 
yeni gerçekleştirilmiş bazı infazlar vardı ama onların yaptığını pek tahmin 
etmiyordum. PKK’nın legal yayını görünümündeki bir dergi yayınlanıyordu. 
Derginin bulunduğu binaya gidilerek dergi tahrip edilmiş ve buraya patlayıcı 
madde konmuştu. Bu arada o zamanki Baro Başkanı ve PKK’yı desteklediği söylenen bir kişinin, polis lojmanlarının hemen yakınında Ofis semtindeki arabasının altına patlayıcı konmuştu. Telsizlerle anonslar edildi. Şüpheli bir aracın 
plakası verilmişti. Bir iki dakika geçmeden telsizi dinlediğimde polis ekipleri 
plakası verilen aracı durdurmuş, aracın içerisinde Jandarma Asayiş Komutanlığı 
JİTEM ‘de çalışan itirafçılarla bazı asker ve subayların olduğu bilgisi verilmişti. Merkez aracı ve içindekilerin bırakılması talimatını verdi. 
    Bu olayla birlikte artık zihnimde olayları tek tek birleştirmeye, bu türden 
olayları gerçekleştirenlerin JİTEM’e mensup görevliler olduğunu düşünmeye 
başladım.
 Yine bir süre sonra HEP Diyarbakır il başkanı Vedat Aydın Diyarbakır Şehitlik 
semtindeki evinden polis görünümündeki kişiler tarafından Emniyete götürüleceği 
söylenerek kaçırılmıştı. O zamanlar Cem’in yanındaki bazı kişilere uyan bir 
eşkal tarif ediliyordu. Bu eşkallere göre faillerin Cem’in yanında çalışan 
insanlardan bazıları olabileceği kanaati bende de uyanmıştı ama tam olarak 
netleşmemişti. Olaylarla ilgili tahkikat yapılıyordu ve araştırmada Ankara’dan 
görevli olarak gelen insanlar da bulunuyordu. Diyarbakır’daki soruşturmanın 
başına o tarihte Emniyet Müdür Yardımcısı olan Hüseyin Kocadağ verilmişti. 

Bir gün polis evine gittiğimde bir kenarda çalışma yapıyor, kendi aralarında 
konuşuyorlardı. Ben de yanlarına gittim ve Hüseyin Kocadağ ortaya konan en ciddi buldukları şüpheyi anlattı:

Vedat Aydın’ın cesedi, Elazığ Maden ilçesi yakınlarında yani Diyarbakır’dan 
Ergani Maden istikametine giderken Maden ilçesi sınırları içerisinde bulundu. 
Cesedin bulunduğu yerle kaçırıldığı Diyarbakır arasındaki her yere sorup 
soruşturulurken yol üzerindeki trafik ekiplerine de sormuşlardı. O gün Ergani’de 
bulunan bölge trafik ekibi, Ergani Maden arasında hemen Ergani çıkışında Çimento fabrikasının az ilerisinde yolda trafik kontrolü yapıyormuş. Bu trafik kontrolü esnasında Ergani merkezden, Bölge Trafik İstasyonuna bir anons gelmiş, Ergani Dicle istikametinde (yani ters istikamette) bir trafik kazası olduğu, oraya 
bakmaları söylenmiş. Ekip yoldaki kontrolü bırakıp Ergani’ye gitmiş, Ergani’den 
Dicle istikametine dönmüş. Belirtilen yere vardıklarında herhangi bir kazanın 
olmadığını görmüşler ve tekrar kendi görev yerlerine dönmüşler. İşte ekibin 
verdiği bu ifade dikkat çekmişti. Olmayan bir kazanın kontrol edilmesi 
bahanesiyle ekip yoldan çekilmişti. Bunun üzerine Hüseyin Kocadağ ve araştırmayı yapan diğer görevliler bu anonsu geçen Ergani polis merkezine neden böyle bir anons yaptıklarını sorduğunda ihbarın İlçe Jandarma Komutanlığından geldiğini söylemişler. İlçe Jandarma Komutanlığına sorulduğunda, bu bilginin Jandarma Bölge Komutanlığından geldiğini anlatmışlar. Jandarma Bölge Komutanlığına sorulduğunda ise bilginin Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Harekat Merkezin den geçindiğini söylemişlerdi. İşte o safhadan sonrası sorulmamıştı veya bana anlatılmadı. Ama ban anlayacağımı anlamıştım. 
Bana göre Vedat Aydın’ı kaçıranlar, onu Elazığ Maden ilçesine götürürken yolda trafik ekipleri tarafından kontrol edilme ihtimaline karşı Asayiş Kolordu Komutanlığı ara kademeler üzerinden bilgi aktararak polis ekibinin oradan çekilmesi sağlanmıştı. 

Böylece olayın artık kimin tarafından gerçekleştirildiği net olarak 
anlaşılıyordu.

 Vedat Aydın, kaçırılmasından kısa bir süre sonra Diyarbakır’dan 70-80 km 
uzaktaki Maden ilçesi yakınlarında Diyarbakır-Elazığ karayolu üzerinde Maden 
çayının kenarında kalaşnikof makineli tüfekle ile taranarak öldürülmüş olarak 
bulundu. Cesedin bulunmasıyla birlikte de fırtına koptu.

 Vedat Aydın’ın cenaze töreni, Diyarbakır’da çok ciddi olaylara sahne olmuştu. 
İlk defa Diyarbakır’da geniş bir toplumsal tabana yayılan ciddi manadabir olay 
gerçekleşmişti. HEP için Türkiye’nin her yerinden binlerce insan Diyarbakır’a 
gelip cenaze törenine katılmış, bu olay büyük bir yürüyüşe ve ciddi tepkilere 
neden olmuştu. Bütün devlet kurumlarına (TRT’ye, polise vb.) saldırılmıştı. 
Cenaze, defnedileceği yere götürülürken surlarla Mardin Kapı Karakolu arasındaki 
dar yoldan geçen cenaze konvoyundaki bazı kişiler (özellikle kontrolden çıkan 
gençler ve çocuklar) Polis Karakolunu taşlamış ve karakola saldırmıştı. 
Karakoldaki görevlilerin kendilerini korumak için silah kullanması sonucunda 
(göstericilerin de silah atması iddiaları vardı) üç kişi ölmüş, 5-6 kişi 
yaralanmıştı. Cenazenin defnedilmesinin ardından ise aynı yerden tekrar geçmek 
isteyen kalabalık karakola daha yoğun bir şekilde saldırdığında,görevlilerin 
tekrar ateş açması sonucunda (bir kısmı düşerek, bir kısmı uçurumlara 
yuvarlanarak) on dokuza yakın kişi hayatını kaybetmişti. Yüzlerce de yaralı 
vardı. Böyle ağır bir olay daha önce hiç yaşanmamıştı. Aslında bana göre o 
cenaze töreni, tören sırasında o bölgede olup biten herşeyi ayrı bir skandaldı, 
çünkü cenazenin önce köye götürüleceği köyde defnedileceği belirtilmişti ama 
sonra şehir merkezine defnedilerek inanılmaz olaylara sebebiyet verilmişti. Bu 
cenaze töreninde HEP’lilerin ve valiliğin yaptığı yanlışlar başka bir kitaba 
konu olacak kadar çok ve ibretlik olaylardan oluşmaktadır. Sonuç olarak tüm 
tarafların hesapsız ve sorumsuz davranışları 23 kişinin ölümüne sebebiyet 
vermişti. İşte Cem aslında bu olayın baş planlayıcısı ve failiydi.

İlgili yazılar:

  Hanefi Avcı anlatıyor: Binbaşı Cem Ersever’i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? ,
  Birkaç Kitapta Açık Olarak Anlatıldığı Halde 20 Yıldır Çözülmeyen Musa Anter     Cinayeti, 
  Hanefi Avcı: Devletin psikolojik harekât yöntemleri, insanların olayları anlamalarını imkansızlaştırıyor ,
  Hanefi Avcı açıklıyor: ABD Kimi Destekliyor? PKK’yi mi, Türkiye’yi mi?, 
  Hanefi Avcı anlatıyor: Cemaat Nasıl Yönetiyor, Kimler Yönetiyor?, 
  Fikret Başkaya: “Çağdaşlaşma, kalkınma… Paradigmasının iflas ettiğini kabullenmeliyiz, 
  Psikolojik savaş Stratejisi ve medyanın rolü – Şaban İba 
  Yılmaz Güney: Faşizm Bütün Halkların Düşmanıdır [Siyasal Yazılar, Konuşmalar] 
Başbakanın solcusu Doğan Tarkan, Zaman’a ifade verdi: “ Bütün Sol koyun gibidir”

Sonraki İçerik
Öykü | Dur Bakalım Ne Olacak – Aziz Nesin
cafrande.org

DIEGO ARMANDO MARADONA | FUTBOL, UYUŞTURUCU, POLİTİKA VE TANRI’NIN ELİ…
MÜDAHALE ETMEK KİMİN HAKKI? BARBARLIĞA KARŞI EVRENSEL DEĞERLER – IMMANUEL WAILLERSTEIN
“SİYASİ SUÇLU” AHLAKİ VE SOSYAL BAKIMDAN SUÇLU SAYILABİLİR Mİ? – CEMİL MERİÇ
KOMPLO TEORİLERİNİ ANLAMAK TEŞHİS ETMEK VE BAŞA ÇIKMAK
ERİCH REMARQUE: “ÇOCUKLAR!” DİYORUM, NE ÖĞRETEYİM SİZLERE? “EVLERİNİZE GİDİN. BUGÜN OKUL YOK.”
KİTLE VE İKTİDAR: ELE GEÇİRME VE İÇE ALMA – ELİAS CANETTİ
© www. cafrande.org 
Farklı fikirlere, renklere ve seslere yolculuk 
Kaynak 
gösterilmeden alıntı yapılamaz | iletişim: 
cafrande.org@gmail.com, 
bariskisin@gmail.com
İranlı gazeteci Pervin Ardalan uyardı: “ Herşey yavaş yavaş oluyor gözünüz açık... ''

https://www.cafrande.org/hanefi-avci-anlatiyor-binbasi-cem-erseveri-kim-neden-nicin-ve-nasil-oldurdu/

***

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 1

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 1


Hanefi Avcı, Cem Ersever, karşılaşması, Diyarbakır İl Başkanı, Vedat Aydın, Hüseyin Kocadağ, Derin Devlet, Güncel Hayat ve Siyaset, 
Haliçte yaşayan Simonlar, Halkın Emek Partisi, Jitem, Kitaplık, MİT, Öteki Tarih,

cafrande.org -
12/10/2010
Hanefi Avcı’nın Cem Ersever’le karşılaşması, HEP* Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın öldürülmesi

*HEP:Halkın Emek Partisi Vedat Aydın kimdir?.

Vedat Aydın, 1953 yılında Diyarbakır’ın Bismil İlçesi’ne bağlı Kürthacı Köyü’nde 
dünyaya geldi. 1979′da Diyarbakır’daki Dicle Üniversitesi Eğitim Enstitüsü 
Edebiyat Bölümü’nden mezun oldu. 12 Eylül harekatından sonra tutuklanıp 4 yıl 
hapis yattıktan sonra 1990 yılında Diyarbakır’da İnsan Hakları Derneği’nin 
kurucu üyesi oldu. 28 Ekim 1990′da İHD Genel Kurulu’nda yaptığı Kürtçe 
konuşmadan dolayı tekrar tutuklandı. Kapatılan Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki 
duruşmada Türkçe konuşmayı reddetti. 5 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest kalan Vedat Aydın, İHD Diyarbakır Şube Başkanlığı’na seçildi. 1991 yılı Haziran ayında HEP Diyarbakır İl Kongresi’nde başkanlığa seçildi. Başkan seçildikten 20 gün sonra kaçırılarak işkenceyle öldürüldü. Diyarbakır’da 10 Temmuz 1991 günü cenaze töreni düzenlendi. Aydın’ın Mardinkapı Mezarlığı’na defnedilmesi sırasında çıkan olaylarda mezarlık çevresindeki Surların üzerinden kalabalığa açılan ateş sonucu 3 kişi öldü, çok sayıda kişi yaralandı.

Hanefi Avcı itiraf ediyor…
Cem Ersever’in öldürülmesi Güneydoğu’daki olayları veya Türkiye’deki iç güvenlik 
anlayışını (veya JİTEM anlayışını) birçok açıdan ibret alınacak şekilde gözler 
önüne seren bir olaydı. Yalnızca bu olayın irdelenmesi ve tam manasıyla 
aydınlatılması ve faillerinin yargılanması bile Türkiye’de Susurluk ve Ergenekon 
anlayışının teşhiri ve ne olduğunun anlaşılması açısından yeterlidir. 

Ama maalesef her şeyi ile açık ve net olmasına rağmen bu olay hala istenilen 
seviyede soruşturulup, failleri yargılanamadı. Cem Ersever’in öldürülmesi ile 
ilgili olarak Meclis Susurluk Araştırma Komisyonunda ve daha sonra adliyede 
geniş olarak ifade verdim ama bu ifadeler hep resmi kalıplar içerisinde kaldığı 
için belki şimdi olayı bir hikaye ya da bir film senaryosu içerisinde anlatmak 
ve daha iyi anlaşılır hale getirmek gerekiyor.

Cem Ersever’i ne zaman tanıdım? Eruh ve Şemdinli ilçelerinin 15-16 Ağustos 
1984’te PKK gerillaları tarafından basılmasından sonra Güneydoğu illerini 
terörle mücadele ve istihbarat açısından desteklemek amacıyla yapılan 
çalışmalarda, ben de çalıştığım Mersin Terörle Mücadele Şubesinde mimlenip önce 
İstihbarat Daire Başkanlığının açtığı Yeraltı Yıkıcı Faaliyetlerle Mücadele 
(YYFM) kursuna alındım. 

   Daha sonra, 1984 yılının son günlerinde de bir grup arkadaşımla birlikte tayinim Diyarbakır’a çıktı ve hemen gidip göreve başladım. 

Yeni atanan grubun amiri bendim, ekip halinde hızlı bir şekilde Güneydoğu’daki 
olayları öğrenmeye çalışıyorduk. Diyarbakır İstihbarat Şube Müdür Vekiliydim ama Diyarbakır’dan çok tüm Güneydoğu bölgesinde görev almak gereğini duyuyordum veya Genel Müdürlük de bana biraz böyle bir görev biçiyordu. 

Tabi i sıkıyönetim komutanlığının Diyarbakır’da olması, bölgesel düzeyde bir görev olması ve bizim sıkıyönetim karargahında bulunmamız da böyle bir imkanı bize veriyordu. Göreve başlamamdan birkaç gün sonra, SASON operasyonu olmuş ve Ali Ozansoy isimli örgütün önemli kadrolarından Sason bölge komitesi sorumlusu, geniş bilgi birikimine sahip entelektüel bir örgüt yöneticisi yakalamıştı. Ali Ozansoy’un ilk sorgulanması sırasında PKK’nın kuruluşundan o güne kadarki (yani 1985 yılı itibariyle) geçmişini, varlığını, yurtdışı ve yurtiçi faaliyet ve hedefleri, bu 
yeni çıkışının amacının ne olduğunu, ne yapömak istediğini bir bütünlük içerisinde kapsamlı olarak anlatan ifadesini bir videobanda kaydetmiştik. Sonra bu kaydı sistematik yazılı bir metin haline getirip, bölgedeki görevlilere dağıtarak herkesin PKK hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamıştık. Bu farklı bilgi alma yöntemi, PKK’yı gösteren faaliyetimiz bize önemli bir güç ve bilgi kazandırmış, aynı zamanda Sıkıyönetim Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü düzeyinde farklı bir bakış açısı edindirmişti.
   O güne kadar bazı terör faaliyetleri gerçekleştirilmiş, Eruh ve Şemdinli 
ilçelerinin basılmış olmasına karşın güvenlik kuvvetleri karşılarındaki grubun, 
PKK’nın amacının ne olduğunu, ne yapmak istediğini bilmiyordu. Hatta birçoğu 
Eruh ve Şemdinli baskınlarını Suriye’den gelen insanların yaptığını 
zannediyordu. 
    Eruh Şemdinli baskınından sonra bölgeye gönderilen Güvenlik Kuvvetlerinin aldığı ilk ifadelerde çok ilginç noktalar vardı. İnanılmaz ve tuhaf bir biçimde ifade alınmıştı; olay bir türlü kavranamamış, olayın ne olduğu hakkında bir fikir sahibi olunamamıştı. Bu yüzden tüm yönleriyle almış olduğumuz Ali Ozansoy’un ifadesi, PKK’nın ne olduğunu, ne yapmak istediğini, gelecekte PKK’nın neler yapacağını, hedeflerinin ne olduğunu ortaya koyan çok önemli bir belgeye dönüşmüştü. PKK’nın yeni süreçteki çıkışı, o güne kadar daha derli toplu anlatılmamıştı.

İlk yıllarda Diyarbakır’da fazla bir PKK varlığı yoktu, daha doğrusu Alaattin 
Zuhurlu ve bölge halkından birkaç arkadaşından oluşan bir gerilla grubu vardı 
ama onlar da pek fazla etkin değillerdi. Eylemsel olarak da fazla bir şey 
yapmamışlardı, daha çok keşif, belki bölgeyi tanıma gibi faaliyetlerde 
bulunuyorlardı. Bizim Genel Müdürlük adına PKK faaliyetlerinin daha yoğun olduğu birçok yere ( Siirt, Hakkari ve Şırnak bölgelerine ) gidip oralarda inceleme 
yapma imkanlarımız vardı. Güneydoğu illerini gezip tanımaya ve oradaki 
meslektaşlarımızla veya askeri yetkililerle ya da sıkıyönetim görevlileriyle 
görüşerek PKK hakkında bilgi toplamaya yönelik bu tür inceleme çalışmalarının 
birinde Siirt’e gittik. O zamanlar Siirt’te Emniyet Terörle Mücadele Şube 
Müdürümüz Cafer Şahin’di. Bu konulara yatkın ve yetenekli biriydi. Zaten daha 
önce Ankara Asayiş Cinayet Masasında çalışmış, siyasi örgütleri sorgulamış 
olduğundan bu konuda oldukça donanımlı biriydi. Cafer Şahin’in örgüt mensupları, onların faaliyetleri, kod isimleri vs. hakkında tuttuğu küçük not defterinin bir fotokopisini almıştım. Bu defter bizim çok işimize yaramıştı.

İşte o arada birileriyle konuşurken, Siirt Jandarmasında sorgu operasyonları 
işlerine bakan Cem Ersever’le karşılaştım. O zamanlar üsteğmen veya yüzbaşıydı. 
Karşılaştığımızda, nereye gitse hep bizden bahsedildiğini söyledi. Genel Müdürlük adına yapılacak bazı görevler dolayısıyla defalarca Şırnak’a Hakkari’nin en ücra ilçesi Beytüşşebap’a gidiyor, buradaki meslektaşlarımızla ve halkla görüşerek bölgeyi ve insanları tanımaya, olayların iç yüzünü anlamaya çalışıyorduk. Biraz da belki Diyarbakır bölgesinde örgütün pek etkin olmamasından dolayı oradan gelmenin rahatlığıyla etrafta çekinmeden dolaşıyorduk. Birçok insan oralara gelip gittiğimizi ve adımızı biliyordu ama bizi polis değil de daha çok Milli İstihbarat Teşkilatının elemanı zannediyorlardı. Çünkü polisin oralarda dolaşması pek alışılmış bir şey değildi. 

Siirt İl Jandarma Alay Komutanlığı bölgesinde çalışan Cem yüzbaşı da tüm bölgeyi 
dolaşan, bölgede olup biten her şeyi kontrol eden gözü kara biriydi. İşte 
bölgede dolaşırken Siirt’teki bütün köylerde, mezralarda bizim adımızı duyduğunu 
söyledi. Bir süre Cem’le sohbet ettik. Kısa süre içerisinde onun işine sarılan, 
bütün mesaisini ve zamanını her şeyiyle canı gönülden işine adayan, sürekli işi 
takip eden, olayları çok önemseyen ve bu davaya inanmış biri olduğu kanaatine 
vardım.
 O da belki bende belli şeyleri gözlemlemişti. İlk karşılamamızla birlikte 
aramızda aynı inanç ve düşünceyi paylaşan insanların yakınlığı ve samimiyeti 
oluşmuştu. Görevle ilgili her konuda rahat konuşabileceğim, derdimi rahat 
anlatabileceğim, farklı konularda tartışıp fikir birliği kurabileceğim biri gibi 
görünüyordu. Çünkü biz bütün varlığımızla, bütün mealimizle üzerinde olduğumuz 
işe odaklanmamız gerektiğine inananlardandık. O da bu anlayıştaydı.
Daha sonraki dönemlerde çok sık görüşemedik. Çok nadiren birkaç defa karşı 
karşıya gelmiştik. Ama kendimizi birbirimize çok yakın hissediyor, her 
karşılaşmamızda kimseyle paylaşmadığımız sırlarımızı birbirimizle 
paylaşabiliyorduk. Aradan epey bir zaman geçti. Bu arada Şırnak’ta bir iki defa 
karşılaştık zannediyorum. O karşılaşmalarımızda çok daha kızgındı. Özellikle 
askeri birimlerin şuurlu, makul ve mantıklı şekilde hareket edemediklerinden 
bahsediyordu. Hatta ilginç denemeler yapıyordu, daha sonra uyguladığı bu 
yöntemlerin bazılarından yazdığı kitaplarda da bahsetti.
 O zamanlar Şırnak Uludere arasında gelip geçen herkes askerler tarafından 
sürekli kontrol ediliyordu. Durdurup araçları arıyorlar, yolcuların nereden 
gelip nereye gittikleri ve isimleri defterlere kayıt ediyorlardı. Ve tabii 
herkesten kimlik soruyorlardı. Cem kendisi için, PKK’nın o zamanki en önemli 
yöneticilerinden Duran Kalkan veya herkes tarafından Selim Hoca diye bilinen 
Selahattin Çelik gibi birkaç insan adına sahte kimlikler hazırlamıştı. Bir gün 
Cem otomobile sivil olarak binmiş, otomobil kontrol için durdurulduğunda 
askerlere kendi kimliği yerine bir seferinde Duran Kalkan’ın, başka bir sefer de 
Selahattin Çelik’in kimliğini göstermiş, kayıtlara da bu isimler geçmişti. Daha 
sonra tugay yetkililerine gidip, Şırnak’taki kontrol noktalarından Selahattin 
Çelik ve Duran Kalkan’ın geçtiğini söylemişti.
Bunun üzerine askerler Şırnak’ın giriş ve çıkışında gelip geçen herkesin 
kimliklerinin yazıldığı defterleri getirip baktıklarında gerçekten Selahattin 
Çelik ve Duran Kalkan’ın adları yazılıydı. Cem’in göstermek istediği durum da 
buydu. Kontrol noktalarında bölgelere girip çıkanların adı yazılıyor, kimlikleri 
kaydediliyordu fakat örgüt mensupları, yöneticileri hakkında hiç kimse bilgi 
sahibi olmadığından örgütün yönetici kadrolarından ya da aranan bir kişi bile bu 
kontrol noktalarından çok rahatça geçebiliyordu. İsimler hakkında bilgi sahibi 
olmadan yapılan bu kontrol ya da kayıt tutmaların hiçbir işlevi olmuyordu. İşte 
Cem bu türden denemeler yapmıştı, kendisi bana bunları anlatmıştı, hatta daha 
sonra kitabında da benzeri şeyleri okumuştum. Kabına sığmayan sürekli koşturan biriydi.
 Bu bölgedeki terör olayları nedeniyle hepimiz örgütün yeri ve faaliyetleri 
hakkında istihbarat almaya çalışıyorduk. Bazı insanlar da bu durumdan istifade 
etme gayretindeydi. Cem yüzbaşı (bir müddet sonra binbaşı olmuştu sanıyorum) 
bunlardan bir kısmını deşifre etmişti. Bu insanlar önce Jandarma Emniyet veya 
diğer istihbarat birimlerine gidip şu kişiler PKK’ya yardım ediyor, şu gün PKK 
mensupları onların yanına geldi, şu olayda kavuzluk yaptılar, şu kişi şu olayda 
PKK mensuplarına öncülük yaptı gibi ihbarlarda bulunuyorlardı. Sonra ihbar edip 
yakalattığı kişilerin evlerini ziyaret ediyor, polis ve askerlere rüşvet vererek 
onları kurtarabileceklerini söyleyip ailelerinden para alıyorlardı. Ardından 
Jandarmaya ya da polise gidip, bu kişilerin devlete çalışarak PKKhakkında tekrar 
bilgi aktaracaklarını söyleyerek onların salıverilmesini sağlıyorlardı. Masum 
insanları örgütle irtibatlı oldukları iddiasıyla yakalatıp daha sonra onları 
kurtarma vaadiyle yakınlarından para alan bu kişiler bu işi meslek haline 
getirmişlerdi. Bu yöntem maalesef bu bölgede çok yaygındı. Kimileri de önce 
jandarmaya gelip bir müddet bilgi vererek Jandarmayı oyalıyor, sonunda verdiği 
bilgilerin yanlış olduğu ortaya çıkıyordu. Bu defa Emniyete gidiyor, bir süre 
aynı şekilde emniyet mensuplarına bilgi veriyor, Emniyet bu kişilerin sahtekar 
olduklarını fark edince bu kez Milli İstihbarat Teşkilatına yöneliyorlardı. 
Orada da bu insanların üçkağıtçı oldukları anlaşılıncaya kadar epeyce bir zaman 
geçiyordu. İşte Cem binbaşı bunlardan bazılarını ilçe merkezlerine götürüp,” 
Sizi ihbar eden, hakkınızda iftira atan ve bize ihbar mektubu yazan üçkağıtçılar, sahtekarlar bunlar,” diyip onları kahvelerin orta yerinde teşhir etmişti.


***

27 Şubat 2019 Çarşamba

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 6

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu,  Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 6





Başbakanlık Teşkilat Kanunu’nun bir maddesine göre Başbakanlık Güvenlik Başkanlığı’nı kurduklarını, bu birimin tamamen bir değerlendirme ve istihbari bilgilerin koordine edildiği bir yer şeklinde olduğunu, icrai,operatif hiç bir yönünün bulunmadığını, Başbakanlık Güvenlik Kurulunun başına Rüştü Paşa’nın 
getirilmesinin sivilleşmeye mani bir durum olmadığını çünkü; onun antimilitarist bir kişi olduğunu burda Orduya karşı olduğu anlamında değil, militarizmi bir anti demokratik rejim olarak alma konusunda dediğini “The man on the horce back” isimli kitabı tercüme eden kişi olduğunu bunun sivillerin bile yapamayacağı bir 
şey olduğunu, döneminin birincisi olduğunu, Genel Kurmay Başkanı olması gerekir iken olamamış birisi olduğunu, bu sebepten bu işe getirildiğini, 
Başbakanlık’ta ilk defa bir kripto servisi kurduklarını,çok gizli evrakların Başbakanlıkta toplanmasının son derece tesadüfü olması sebebiyle 5-6 kişilik bir ekip kurduklarını,bunların değerlendirme yaptığını,gizli evrakı muhafaza ettiklerini, arşivlediklerini,gerektiğinde kendilerine verdiklerini,ayrıca Başbakanlıkta MİT tarafından şifrelenen bir kasa bulunduğunu,bunun içerisine çok gizli,kripto evrakı,millî savunma ile ilgili evrakları özel olarak muhafaza ettiklerini,bundan Başbakanlık Güvenlik İşlerinin bilgisi olduğunu, 
Batılı anlamda denetim ve teftiş,araştırma işlerinin yapılamaması sebebiyle bu tür işlerin ortaya çıktığı görüşüne aynen katıldığını,Emniyet teşkilatında Teftiş Kurulunun kızak yeri olarak kullanıldığını,kariyer sisteminin kesinlikle bulunmadığını,öncelikle bunun kurulması gerektiğini,birçok müfettişin fezleke yazmayı bile bilmediğini,orasının bilindiği gibi bir teftiş kurulu olmadığını,her devirin değişmesinde korunanların teftiş kuruluna, daha az korunanların APK.’na alındığını,Osmanlı’dan bu yana Emniyet Genel Müdürlüğüne getirilenlerin emniyet dışından olduğunu,emniyetçilerin Genel Müdürlüğe son zamanlarda tam bir sistemle hakim olduklarını,Mülki idaareden koptuklarını,ancak hem mülki idareye hemde TBMM’ne belli dönemde lüzumundan fazla bir şekilde geldiklerini.Emniyetçinin Emniyet Genel Müdürü olduğu dönem, bu son 
zamanlarda olduğunu,kadrosunun bile büyük kavgalarla kendisi tarafından Vali-Emniyet Müdürü olarak çıkarttığını,Vali olmadan Emniyet Genel Müdürü olunmasının önüne geçilmek istenildiğini,ancak emniyetçilik in bu defada Vali olarak onu kırdığı ve Genel Müdürlüğe geldiğini,şu anda Genel Müdürlükte Alaattin Beyin bulunmasının son derece güzel bir şans olduğunu,mülki idareden geldiğini vce son derece dürüst olduğunu,dezavantajının Emniyet hakkındaki genel bilgisizliği olduğunu, Emniyette Pol-Der ve Pol-Bir klikleşmesinin Devlete faturasının çok fazla pahalıya mal olduğunu,Emniyetin Mülki İdarenin kendisine müdahalesinden çok sıkıntı duyduğunu,ve bunu hep dile getirdiklerini,polisin 
kirlenmesi durumlarında Mülki İdareden takviye alınmak gerektiğini, Mülki İdareden Emniyete gidenlerin hep dışlandığını,bunları korumak içinde sonradan bunların Vali yapılmasının gerektiğini ve hepsinin Vali yapıldığını, Bu uygulamalarla karşılaşılmaması için orta bir sistem gerektiğini,poliste kalitenin artmış olduğunu,polisin kalitesinin ve teçhizatlanması nın gerektiğini,polis müfettişinin meslekten yetişmesinin sağlanması,polisteki kadroyu kırmadan mülki idareden polise doğru gelme olması gerektiğini,polisten mülki 
idareye eleman alınırken çok dikkatli ve cimri davranılması gerektiğini,polisin hemen büyük bir il valisi olması halinde bir netice alınamayacağını, 
Emniyette Narkotiğin çok iyi işleyen bir teşkilat olduğunu,dünyanın en iyi narkotikçilerinin Türkiyede olduğunu,interpolünde bunu kabul ettiğini,Türkiyenin uyuşturucu kaçakçılığını devlet çerçevesinde düşünmediğini,bunun Türkiyeye çok büyük bir haksızlık olacağını,Susurluk meselesinin istismar edilmesinin 
Türkiyeyi terörist devlet ilan edilmesi aşamasına getirdiğini,tabii ki Ermeni Anıtını Abdullah Çatlıya dinamitlettirildiğinin söylenmesinin buna neden olduğunu,işi bu hale getirmenin ihanete varan bir yanlışlık olduğunu,Türkiyenin bir mafya devleti olamıyacağını,hiç bir zamanda olmadığını,Türkiyenin sadece 12 eylül 
döneminde kendi içinde bir hesaplaşmaya girdiğini,yanlış yaptığını,şu anda Türkiyenin bir hukuk devleti olduğunu ve iftiralara da karşı çıkmaak lazım geldiğini, Türkiyenin bütün narkotik maddelerin uyuşturucu maddelerin üzerinden geçtiği en büyük köprü olduğunu,buna rağmen Türkiyenin devamlı olarak mücadele verdiğini,eğer Türkiye bir başka türlü devlet olsaydı,50 milyar 
dolardan fazla böyle bir avantajla çok daha değişik noktalara gelebilecek ekonomik güç sağlayabileceğini söylediğini,arkotik polisinin şevkini kırmadan,polisle mafyanın ilişkilerinin çok ciddi bir şekilde gözden
geçirilmesi gerektiğini,mafyadan bilgide,istihbaratta alınabileceğini,ancak korunmasının yanlış bir şey olduğunu,mümkün mertebe öldürülmesi gerektiğini,bu işin devletin üst kademelerine kadar gelmiş veya belirli 
ideolojik görüşteki kişilerin çete şeklinde kullaanılması haline dönüşmüşse,bunun da üzerine gidilmesi gerektiğini, Önce karşı çıktığı sonra kabul ettiği Aadnan Kahvecinin önerisi olarak gelen pişmanlık yasası kanununu çıkardıklarını,bununla hem teröristin terörüne maani olunacağını,hem de onun istihbaratının elde edilebileceğini düşündüklerini,bu şekilde hem sol hemde sağ guruptan insanların bu konuda kullanıldıklarını,bu kullanımın bir örgüt şeklinde olmadığını,münferit olarak kullanıldıklarını,istihbaratın alındığını ancak operasyonlara daahil 
edilmediklerini,sadece geçmişte yaptıkları işlerin bilgisinin alındığını,sonradan bu kişilerin,pişmanlıktan yararlananların, emniyet ve istihbarat teşkilatlarının içlerinde de kullanılmadığını, Örtülü ödeneğin nasıl kullanıldığını biraz bildiğini, belirli dönemlerde o dönemlerde de böyle özel kişilere operasyon yapsın diye örtülü ödenekten bir para verilmediğini, Mit raporlarının tüm gönderilen yerlere aynı nitelikte gönderildiğine inandığını, Susurluk meselesinde esas bilgilerin MİT tarafından verildiğinin aşikar olduğunu bir bakıma Emniyet Genel Müdürlüğünü karşısına aldığını ve kendisine göre bir maç kazandığını, bunların dış ülkelerde de olduğunu bu tür olayların asgariye indirmek gerektiğini, Sayın Demirel’in son dönemi ve Sayın Özal’ın Başbakanlığı dönemlerinde bu şekilde bir mafya ilişkisinin örgüt kuracak seviyede olduğu kanaatinde olup olmadığını, şu anda ise böyle bir örgütün olduğu ve kullanıldığı konusunda hiç bir bilgisinin bulunmadığı nı, son dönemde devletin dışında olduğunu, 1990 yılında Nerden Buldun Kanunu diye bilinen 3628 Sayılı Mal Bildirimi Rüşvet ve Yolsuzlukla Mücadele Kanunu çıkarttıklarını, bu kanun sonradan Özal’ın da biraz baskısı ile çok değiştiğini, zaten Özal’ın da bunun çıkmasını istemediğini, kanunun şu anda güya yürürlükte olduğunu, ama hiç bir şekilde uygulanmadığını, bu kanun bütün Türkiye için işletilmesi gerektiğini, kayıt dışı ekonominin Türkiyede çok büyük hudutlara 
vardığını, ekonominin neredeyse 3’te birine kadar uzandığını, ayrıca Türkiyede mafya tipi olaylardan elde edilen bilhassa kumardan çok büyük kazançlar olduğunu, böyle bir paranın döndüğü bir ekonomide polisi ne yaparsanız yapın, bunun dışında tutmanın çok zor olduğunu, çünkü paraların çok büyük paralar olduğunu, hiç değilse polise halen yürürlükte olan yasanın uygulanması gerektiğini ve bu suretle servet değişiklikleri çok yakından takip etmek gerektiğini, çok ciddi bir denetleme sistemi getirmek sureti ile ekonominin kontrol altında tutulması gerektiğini, 

İstanbul’un çok özel bir proje olarak masaya yatırmak gerektiğini, polise verilen para ile orada dönen paraların hiç bir irtibatının bulunmadığını, yüksek para vermek ile de bunun halledilebileceğine inanmadığını, Gümrük konusunda bir bakanın istifasına neden olan konuda olanların herkes tarafından bilindiğini, büyük bir skandal patladığını, ama bu arada Kapıkulenin de temizlendiğini, 
Turgut Özal’a suikast yapıldıktan sonra konunun çok araştırıldığını, en yakın akrabalarından hatta arkadaşlarından bile şüphelendiğini yani bunu bir iktidar kavgası olarak da değerlendirdiğini, tabii sonunda yakınları ile ilgili şüphelerinden vazgeçtiğini, bir kaç defa bu işin karını tıkadığı bir takım çevrelerin mafya marifeti ile yaptırdığı bir iş olarak gördüğünü söylediğini, ancak onun da tam sonuca ermiş bir halini görmediğini, kullanılma meselesi olabileceğini, bunun arkasında polis yada herhangi bir güvenlik gücünün 
olduğu kanaatinde bulunmadığını, mafya birimi olabileceğini, bunlardan birisi menfaate haleldar olan birinin verdiği para ile bunu yapabileceği, ama kendisinin böyle bir şey söylemediğini ve onunda kafasında net bir şey bulunmadığını, Turgut bey’in ölümünden sonra öldürüldüğüne ilişkin iddialara inanmadığını, böyle bir şeyin olmasının mümkün olmadığını, bunların biraz komplo teorileri olduğunu, Ergenekon Örgütü diye bir örgütten bilgisi olmadığını, Uğur Mumcu öldürülüşünden birkaç gün önce, uyuşturucu madde kaçakcılığı artık tamamen PKK’ya kaydırıldığını beyan ettiğini, dolayısı ile kendisinin asker ve sivil Emniyet Mensuplarının PKK’ya üst seviyede kaçakçılık için yardım ettiği kanaatinde olmadığını,

Sınır güvenliği konusu ile yıllarca uğraştığını, Irak sınırını bir türlü çizemediğini, Suriye sınırını çok yanlış çizdiklerini, sınırın mayınlar ile doldurulup haritasını da kaybettikten sonra birçok insanın o yerlerde sakat kaldığını, aslında bize ait milyonlarca dönüm arazinin birinci sınıf tarım toprağının orada bomboş durduğunu, Irak’taki fiziki zorlukların sebebi ile sınır çizilmesinde çok büyük zorluklar çıktığını, Türkiye’de siyasî partilerin mali kaynaklarının çok ciddi şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiğini, Türkiye’de siyasal partilerin denetlenemediği ni, Anayasa Mahkemesinin denetiminin çok yetersiz olduğunu, denetim bile 
sayılamayacağını, Mahkemenin denetim elemanının da bulunmadığını, Yargıtay Başsavcılığının ise bu konuda yani mali yönden denetim yaptırmadığını, siyasal partilerin hazineden bile aldıkları paranın trilyonları bulduğunu ancak, bunların tek olarak denetimi olmayan kuruluşlar olduğunu, Vali ve Güvenlik Güçleri ile 
konuştuğunu, Güneydoğu hadisesinin altında çok büyük menfaatler yattığını, Parlementer Hükümete kadar uzanan menfaatler olduğunu, çok ciddi şekilde Güneydoğu için kullanılmak üzere alınan silahların hangi kaynaklardan geldiğini, nasıl alındığını, kimlere ne şekilde verildiğinin incelenmesi gerektiğini, Güneydoğuda olayların devam etmesinden menfaatlenen çok üst seviyeli kişiler olduğunu bildiğini, mahalli olarak aşiretler, şeyhlikler, hakim sınıflar sistemi ile menfaat bağları olduğunu, oyların alınıp satıldığı, bunun da siyasî yozlaşmayı yarattığını, çünkü bu işin ekonomik bir sektör haline geldiğini, örneğin; Bakırköy Belediyesinde meclis üyeliklerinin ilk beş sırasına girmek için ödenmesi gereken paranın 3-5 milyar arasında değiştiğini, seçildikten sonra da bunun on mislini, yüz mislini çıkarttığı, siyasî partilerin artık Türkiyede en verimli işletmecilerinin bulunduğu yerler olduğunu, 

Siyasal ekonomik bağlamdaki ilişkilerin varlığını ortadan kaldırmak için ANAP’ta beş yıl bu işin mücadelesini yaptığını, mesela hayali ihracaatın cezasının ekonomik suç olduğu için ekonomik olması gerektiğine karşı çıktığını, bu kokuşmuşluğun başının da ANAP olduğunu düşündüğünü, ANAP’tan ayrılmasının asıl sebebinin de bu olduğunu ancak; ANAP’tan sonra gelenlerinde onu aratır olduklarını, Bu komisyon üyelerinin hiç birinin bu işlere karışmamış olması, en az hakkında şaibeler olan kimseler olmasının da bir teminat olduğunu, başta komisyon başkanı olmak üzere bu olayın Türk devletinin kendisi ile 
hesaplaşabilmesi olduğunu, Sayın Demirel’in de bu konuya girmesi gerektiğini, Ancak koalisyon menfaatleri ve siyasî menfaatlerin buna mani olduğunu, siyasî menfaatlerin bir tarafa bırakılması sözkonusu olmadan, bu işin tam üstüne gidilmesinin mümkün olamayacağını, herkesin kendine göre sorunları olduğunu, o sorunun karşı tarafla dengelendiğini, karşılıklı anlaşmalar olduğunu, bunun ihtilal idarelerinde hiç olmadığını, ihtilal yönetimlerinin en fazla yolsuzluğun olduğu dönemler olduğu, çünkü hesap soran kimsenin bulunmadığı, Millet 
Meclisine para kazanmak için değil, hizmet için girmeye başlanılması gerektiğini, halbuki şu anda parlamento dahil herkesin malı götürmek için bu işi diyet borcu ödemek için yaptıkları, onun için daha iyi bir sistem kurulması gerektiğini, Emniyette yapılan operasyonun çok yerinde olduğunu, Meral Akşener’in dürüst bir insan olduğuna inandığını, Koalisyon yıkılmasın diye kimsenin kolay, kolay bu işlere göz yummayacak hale geldiğini, bunun da güzel bir şey olduğunu, 

1986 Ağustos ayında Mardin Dargeçit’te çıkan bir olayda güvenlik güçlerinin olayın üzerine gitmek için sabahı beklediklerini ve vazifelerini ihmal ettiklerini, konunun basına da bu şekilde geçtiğini, bunu yapanların Jandarma olduğu, Turgut bey’in çok üzüldüğünü ve bu tam bir rezalet buna bir şey yapmamız lazım diyerek kendisini çağırdığını, Genel Kurmay Başkanına sorayım mı? dediğini, kendisinin de Genel Kurmay Başkanlığına yazalım ve hesap soralım dediğini ve bu konuda yazılan yazıda “Basına intikal eden Mülki İdari 
ve Emniyet kaynaklarından alınan değerlendirmelerde Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı birliklerin olay yerine zamanında varmadığı, ulaşmak için sabahı bekledikleri ve görevlerini ihmal ettikleri intibaı uyanmıştır, bu konuda soruşturma yapılarak sonucun bildirilmesine, olay sabit olmuşsa ilgililer hakkında gereken cezaların verilmesi ve bize bildirilmesi” şeklinde ifade kullanıldığını, Genel Kurmay Başkanı Necdet Uruğ Paşa’nın bu işi ele alıp çok ciddi şekilde komisyon kurduğunu, araştırmayı yapıp, sonucu bildirdiğini, verilen cevabın daha çok sudan bir cevap olduğunu, ama ilk defa onlara sorumluluklarının hatırlatıldığı, PKK konusunda polisin bu işi karışmasına sempati ile bakmadıklarını, halbuki kendilerine Jandarma bu konuda yeterli olmadığı kanaatinde olduklarını halen de aynı kanaatinin devam ettiğini, Teoman Paşa’ya göre özel timin bunlarla anlaştığı hatta kendini sattığı bu yüzdende bu işin devam ettiğini söylediğini, ancak kırsalın kontrolünün Silahlı Kuvvetlerinin elinde olması sebebi ile Özel Tim’in operasyona çıkabilmesinin ancak Asker tarafından verilecek talimatla mümkün olabildiğini,

Türkiye’de Olağanüstü Hal Bölgesinin çok yanlış ilan edildiğini Evren Paşa’ya çıktığını ve kendisine “Kürt Haritasını çiziyorsunuz” dediğini, Olağanüstü Hal Bölge Valiliğinin çok yanlış bir sistem olduğunu, sömürge valiliği gibi anlaşıldığını, bunun son derece yanlış olduğunu, anlattığını, Turgut Bey’e de, Evren Paşa’ya da kabul ettiremediğini, ondan sonrada bu konunun müesseseleştiğini, Korucu sistemini dikkate alırsak 70 bin adamın dağdan daha sonra nasıl aşağı indirileceğinin düşünülmesi gerektiğini, kimin PKK’ya kimin Türkiye Cumhuriyetine çalıştığının belli olmadığını, bir sürü para aldıklarını, devletin silah ve mermisini kullandıklarını ancak, sistemin hemen kalkması halinde, oranın yine çökeceğini, Milli İstihbarat Teşkilatının kendi dönemlerinden önce, sadece Bütçe Ödenekleri sebebi ile Başbakanlığa bütçesini getiren, onu onaylattırıp kabulden sonra teşekkür eden teşkilat olduğunu, Türkiye de Genel Kurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı hesaplarının Sayıştay da incelenmediğini, Silahlı Kuvvetlere %72 oranında zam yapılmasının çok kötü bir rüşvet olduğunu, askerinde bu rüşveti Tank ile cevaplandırdığını, ancak Hükümetin tüm bürokrasiyi bozduğunu, ücret sisteminin aynı zamanda bürokrasinin yapısı ile çok yakından ilgili olduğunu, 657 sayılı kanunun rütbelere ve mevkilere göre hesaplanmış ve bunların fonksiyonu ile ilişkilendirilmiş bir yapıda olduğunu, ihtilal sonrası 1983’ten sonra en büyük sorunun Başbakanlık Müsteşarlığı ve diğer Müsteşarların asker bürokrasideki karşılarındaki kişilerin yerlerini tespit etmekte çıktığını, hem protokol listesinde, hem de 657 de bunun böyle olduğunu, o zamanlar Başbakanlık Müsteşarını, Tuğ Generallikten alıp, Orgeneralliğe getirdiklerini, şimdi yapılan bu işle, Başbakanlık Müsteşarlığının, Yarbay seviyesine indirildiğini, sadece onların değil Genel Müdürlerin, Valilerin de ona göre aşağı doğru indiğini, 

   Jandarmanın Devlette çok büyük bir problem olduğunu, bir yandan Türk Silahlı Kuvvetlerinin, dördüncü kuvveti olarak telakki edilirken, diğer taraftan da İçişleri Bakanlığına bağlı olduğunu, böyle bir şeyin olamayacağını, Jandarmanın Silahlı Kuvvetler olmaktan çıkarılması gerektiğini, sivil bürokrasinin mağduriyetini süratli bir şekilde giderilmesi gerektiğini, Emniyet Genel Müdürü Saffet Arıkan bey’in polise mümkün olduğu kadar daha fazla yetki almak istediğini, 
Özal’ı da bu konuda ikna ettiğini, polisin yetkisizliğini, birçok problemlere sebebiyet verdiğini bildiğini, ancak, yetkilerin mümkün olduğu kadar daha darlaştırıcı, daha demokratik bir çerçevede olmasına çalıştığını, anti 
demokratik rejimlerde güvenlik güçlerinin çok daha rahat dolaşacağını halbuki demokrasilerde polisin işinin çok zor olduğunu, burada önemli olanın, mümkün olduğu kadar az yetki ile, çok iş başarmak olduğunu bunun da hukuk devletinin meşruiyet sınırı olduğunu, Mehmet Eymür ve Mehmet Ağar’ın konuta yakın 2 kişi olmalarına rağmen hesaplaşmaya girmelerinden karışık bir durum ortaya çıktığını, Mehmet Eymür’ün bu olaylardan sonra görevden alınmasına rağmen, Sayın Çiller’in Başbakan olduğu dönemde Sönmez Köksal’a tavsiye edilerek, aynı yere getirilmiş olmasının da dikkat çekici olduğunu, Türkiye de maalesef hakkında yolsuzluk iddiaları bulunan birçok kişinin bu husus bilinmesine rağmen, bazı göreve gelmeleri ve gelmeye de devam etmelerinin sözkonusu olduğunu, bunda birçok faktörün rol oynamasına karşılık, anlaşıldığı kadarı ile bu kişilerin kulis yapma kabiliyetleri, hulul etme kabiliyetleri hatta kendisini o makama getirenlere bazı menfaatler sağlamalarının, bunda etkin olduğunu, bunun hissedilebildiğini, 1984 yılında ki Turgut bey ile 1987 yılından sonraki Turgut bey’in farklı olduğunu, etrafının sarılmış olduğunu, o tarihten sonra etrafından kendisinin ayrıldığını, dolayısı ile Ahmet’in arkadaşlarının piyasaya girdiğini, Bülent Şemiler hadisesinin bu konuda tam bir rezalet olduğunu, Coşkun Ulusoy’un Ziraat Bankası NewYork şubesine sıra memuru olarak girmek için müraacat ettiği sene 6 ay sonra Ziraat Bankası Genel Müdürü yapıldığı, 6 ay 
önce ehliyetsizliğinden dolayı sıra memuru olarak NewYork şubesine alınmadığı nı, benzeri pek çok olay olduğunu, bürokratların da o dönemden sonra bu tür işlere çok alıştığını, 50 yaşına kadar yanlış iş yapmadığına rahatlıkla yemin edebileceği kişilerin, 50 yaşından sonra hırsız olarak karşılarına çıktığını, 50 yaşından sonra Bakan olmuş insanların gözlerinin önünde çalmaya başladıklarını, Bürokratik atamalar konusunda, bir dönemde Sayın Çiller’in eşi kendisine yakın ne kadar bürokrat var ise onların tayinini yaptırdığını, bunu arkadaşlarından duyduğunu, buraya nasıl geldin diye sorduğunda, Özer bey 
ile oturduk konuştuk, anlaştık, geldim diye beyanda bulunduklarını, hiçbirisinin Sayın Çiller’den bahsetmediğini, Hayali ihracat konusunda Özal ile birkaç defa münakaşa ettiğini, hayali ihracat’ın bir bakıma ele alındığında Türkiye’ye döviz girmesi yönünden faydalı olduğunu, ancak hayali ihracaat kadar, hayali ithalatın da meydana gelmeye başladığını, listenin başında Mehmet Ali Yılmaz’ın bulunduğunu, konuyu Sayın Demirel’e arz ettiklerini, listenin başında Mehmet Ali Yılmaz’ı görünce onun başka bir Mehmet Ali Yılmaz olduğunun söylenmesi üzerine nüfus müdürlüğünden konuyu ispat ettikleri, daha sonra Mahmut Öztürk’ün çalışmalarından sonra bunun etkisi ile Mehmet Ali Yılmaz’ın kabine dışı kaldığını, ancak Sayın Çiller’in Başbakan olduğunda Mehmet Ali Yılmaz’ı tekrar bütün bu bilgiler çerçevesinde Bakan yapabildiğini, Mehmet Ali Yılmaz’ın 
aklanmadığı, Şirketi ile hayali ihracat suçu işlediğini, 

1990’lı yıllardan itibaren polisin elinde müthiş bir kudret olduğunu, PKK ile mücadele olduğunu, kumarhanelerin kurulduğu, bu kepazeliğinde ANAP döneminin yüz karası olduğunu, maalesef Türkiyede kumarhanelerin kapatılacağı yerde, Turizm Bakanlığı’nın CHP’nin elinde olduğu dönemde aynı temaüllerin 
devam ettiği, Refah Partisinin kumara karşı olduğu açık olduğu halde, aynı temaülünün olduğu, Türkiyede kumarhanelerin tamamen kapatılmasının bir şey kaybettirmeyeceğini, çünkü buralardan elde edilen paraların büyük bir bölümünün dışarı kaçtığını, PKK’ya yardım ediyor diye Topal’ı vurmanın gereği olmadığını , onu takip edip PKK’ya para transferine mani olunduğunda gizliden gidilip, adamın vurulmasına ihtiyaç kalmayacağını, hukuk devletinde işin böyle yapılması gerektiğini, Ahmet Karaevli’nin Oral Çelik’in 1984 yılında uyuşturucu kaçakcısı olarak tutuklanması üzerine İsviçreye gidip,ilgili makamlarla görüşerek ondan kurtaran kişi olduğu hususunda bir bilgisi bulunmadığını,ancak şimdi 
sorulduğunda ilk aklına gelen ismin o olduğunu,görevden alınma sebebinin Kemal Horzum ile İsviçrede buluştuklarının tespiti, Antalyada hayali ihracaat yapan bir gemiye el konulması sebeblerine dayalı olarak görevden alındığını, Turgut Beyin en büyük endişesinin hayali ihracaat sebebiyle ihracaatın durabileceği ve ekonominin bozulabileceği hususu olduğunu, Kendisi ile iddia edilen hususun hukuk önünde ortaya çıktığını,aşk ilişkisinin ve kripto meselesinin olmadığının yargı kararı ile kesinleştiğini,bu dava sonunda 3 DGM Başkanının Yargıtay üyesi olmayı başardığını,davayı uzatmaları karşılığı yargıtay üyesi yapılacaklarının taaahhüt edildiğini ve yapıldıklarını,son kararı veren DGM 
Başkanının da Konya Devlet Güvenlik Maahkemesine üye olarak sürüldüğünü, Yargıtaydan da bu konuda karar geldiğini,bu konunun tamamen Türk siyasetinin,idaresinin hatta yargısının bir yüzkarası olarak tarihe geçtiğini, 
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine bağlı Toplumla İlişkiler Başkanlığının yurtdışındaki işçi sorunlarıyla ilgili Bakanlar seviyesinde bir koordinasyon komisyonunun olduğunu,Burada yurtdışındaki vatandaşlara sahip çıkma şeklinde çalışmalar yapıldığını, TİB’in bundan başka Türkiye üzerinde Ermeni-Rum 
tezviratına karşı savunma konusundaki psikolojik Hareket Projesi ve benzeri projelerin bulunduğunu,Türk vatandaşı işçilerin diğer dinlerin misyoner faaliyetlerine maruz kaldığı konusundaki ciddi iddialar üzerine Diyanet İşleri Başkanlığınca DİTİB teşkilatlarının kurulduğunu,bunun gizliliği olan bir proje olduğunu belirtmiştir.(Ek:188) 

16-Hanefi AVCI 4.2.1997 tarihli ifadesinde; 

PKK’nın ciddi eylemleri üzerine, Devletin PKK mensuplarına ve PKK’ya büyük destek veren kişilere karşı hukuki olarak yeterince mücadele edemediğini düşünen bazı devlet görevlilerinin hukuk dışı bir anlayışla görev yapmak gerektiğine inanmaya başladıklarını ve ilk defa Güneydoğu’da JİTEM görevlisi Cem ERSEVER’in bu tür faaliyetler içerisine girdiğini ve bunu takiben özellikle İstanbul da PKK’ya önemli ölçüde maddi yardımda bulunan finans çevreleri ve uyuşturucu kaçakçılarına karşı yasal mücadele yapılamadığı anlayışı ile illegal 
çalışacak gruplar oluşturulması ve illegal mücadele edilmesi düşüncesiyle Emniyet, MİT ve Jandarma içinde böyle grupların oluşturulduğunu ve eylemlerin başlatıldığını, neticede PKK’nın ve diğer örgütlerin destekçisi aktif unsurların susturulduğunu, daha sonra faaliyet gösterilecek zemin kalmayınca resmi görevli ve sivil kişilerden teşekkül ettirilmiş olan bu grupların kendilerine menfaat temini uğruna mafya türü birtakım yasadışı faaliyetlere giriştiklerini,

Bu grupların Emniyet, Mit ve Jitem içerisinde ayrı ayrı oluştuğunu, Emniyet içerisinde Emniyet Genel Müdürü Mehmet AĞAR’a bağlı Özel Harekat Dairesi Başkan Vekili İbrahim ŞAHİN’in başkanlığında özel harekatçılardan ve Korkut EKEN’e bağlı sivillerden, MİT içinde Mehmet EYMÜR’e bağlı özel harpten geçmiş 
subaylar ile aşırı ülkücü ve mafya denen insanlardan, JİTEM içinde kendilerine bağlı kişilerden teşekkül ettiğini, Behçet CANTÜRK, Savaş BULDAN ve beraberinde gelişen beş-on eylemin ve bazı bombalama eylemlerinin bunlar tarafından yapıldığını, bunlara normal Polis ve Jandarmanın müdahale edemediğini, bunların zengin işadamlarına müdahale ettiklerini ve haraca bağladıklarını, bir kısmının basına intikal ettiği halde çok büyük kısmının intikal etmediği ve bu grupların denetlenemez hale geldiğini, YEŞİL denilen kişinin 
önceleri Jandarma tarafından Güneydoğu’da eleman olarak kullanılırken daha sonra bu gruplar içinde en büyük para tahsilatçısına dönüştüğünü, YEŞİL’in şu anda MİT içinde Mehmet EYMÜR ve arkadaşları tarafından resmen eleman olarak kullanıldığını, Ege Bölgesinde JİTEM’e bağlı Yüzbaşı Sinan YAŞAR ve bazı astsubayların mafya işlerine giriştiklerini, bunların ve Ankara Jandarma İstihbarat görevlisi binbaşı Ali YILDIZ’ın mafya örgütleriyle de görüşerek menfaat temin ettiklerini, Kocaeli Jandarma Alay Komutanı Veli KÜÇÜK’ün mafyacılarla sıkı diyaloğunun olduğunu, Nurullah Tevfik AĞANSOY’un yurtdışına kaçırılışını MİT görevlisi Yavuz ATAÇ’ın organize ettiğini, Alaattin ÇAKICI ve adamlarına MİT tarafından yardımcı olunduğunu, 

Bursalı işadamı Erol EVCİL’in Alaattin ÇAKICI’yı birkaç defa kiralayarak eylemlerde kullandığını, son defa da banka açmak istemesine mani olanları etkisiz hale getirmesi için iki milyon dolara anlaştığını, ÇAKICI’nın durumu MİT görevlisi Yavuz’a anlatarak birlikte plan yaptıklarını, Kocaeli çetesi olarak basına yansıyan Hadi ÖZCAN’ın sürekli MİT ile görüştüğünü, MİT görevlisi assubay Duran FIRAT’ın EYMÜR’ün temsilcisi ve kirli işleri ile ilgili olarak bütün mafyacılarla irtibatta olduğu ve ayak işlerini yaptığını, Tarık ÜMİT olayı ve Mehmet Ali YAPRAK’ın kaçırılması olaylarında Mehmet AĞAR ve Mehmet EYMÜR’e bağlı gruplar arasında anlaşmazlık çıktığını, Emniyet ile MİT arasında aslında bir çekişme olmadığını, olayın özünde Mehmet AĞAR’la Mehmet 
EYMÜR’ün çelişkisi bulunduğunu, ancak bunun kendilerine bağlı mafya gruplarına yansıdığını ve bunların birbirlerini öldürmeye çalıştıklarını, 
İtirafçı Mustafa DENİZ üzerinde çıkan silah taşıma belgesinin yapılan görüşmeler sonunda kendisine yardımcı olmak amacıyla bir idari tasarruf olarak kendisi tarafından düzenlendiğini ve tabancanın Mustafa DENİZ’in Jandarma eri olarak görev yaptığı karargah bölüğünün resmi tabancası olduğunu, daha sonra kendisine taşıma ruhsatlı özel tabanca alıp bu tabancayı iade ettiği halde düzenlenmiş olan belgenin alınmamış olduğunu, Cem ERSEVER’in öldürülmesi olayının o zamanki Habur Gümrük Müdürü Ali BALKAN’ın Şoförü KEMAL’in 
yakalanması halinde aydınlatılabileceğini, Orhan TAŞANLAR’ın İstanbul Emniyet Müdürlüğüne gelirken bugün bilinen suçlardan ve rüşvet suçundan yakalanıp yargılanmakta olan personeli beraberinde getirdiğini, bunlarla İzmir Emniyet Müdürlüğünde birlikte çalıştığını, bunları İzmir’den Ankara’ya ve Ankara’dan da İstanbul’a tayin ettirdiğini, İstanbul’da bunların bu olaylara karıştıklarını, Orhan beyin belli bir grup siyasî tarafından İstanbul’a getirildiğini, İstanbul’dan Bursa 
Valiliğine gönderilmesinde kendi ifade ettiği gibi kumar mafyasının rolü bulunduğunu zannetmediğin belirtmiştir.(Ek:189) 

17- EMİN ASLAN 30.1.1997 tarihli ifadesinde; 

Yaşar ÖZ’ün pasaport işlemlerinin çabuklaştırılması için zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet AĞAR’ın talimat verdiğini, konunun basında çıktıktan sonra kendisi ile görüştüğünde “gerektiğinde ben onunla ilgili açıklamayı yapacağım, o talimatı zamanında ben size vermiştim” dediğini, Yaşar ÖZ ve Tarık ÜMİT’i Emniyet Genel Müdürü Özel Kaleminde gördüğünü belirtmiştir. (Ek:190) 

18- MEHMET AĞAR 16.1.1997 tarihli ifadesinde;

Emniyet Genel Müdürlüğü görevine tayin olduğu vakit Türkiye’nin en önemli meselesinin terörle mücadele olduğunu, turistik bölgelerimizdeki patlama eylemleri sonucu turizmde büyük çöküntü olduğunu, Güneydoğunun dışında büyük şehirlerimizde öldürme ve patlama olaylarının devam ettiğini, yeni çalışma düzeni kurarak istihbarat ve terörle mücadele birimleri ile eğitim çalışmalarına ağırlık verdiklerini, teçhizatlanmayı artırdıklarını ve bunların neticesinde de göreve başlamasından bir yıl kadar sonra terör ve önemli asayiş olaylarında yüzde 95 civarında düşme olduğunu, bazı bölgelerde sıfırlandığını, 
Hakkında ortaya çıkan bazı kişilere usulsüz silah taşıma belgesi, kimlik, yeşil pasaport tanzim edilmesi gibi iddialarla ilgili olarak mahkemelere intikal etmiş konular olması ve Anayasanın 138. maddesi gereği bilgi vermesinin mümkün olmadığını, Ömer Lütfi Topal’ın failleri olarak ihbar üzerine İstanbul emniyet Müdürlüğünce alınan özel tim polislerinin Emniyet Müdürü tarafından konunun kendisine anlatılıp serbest bırakacaklarını söylemesi ve bunları bir de kendi Daire Başkanlığının tetkik etmesinin ve hassasiyetle üzerinde durulmasının uygun olacağı görüşüne varmaları üzerine Ankara’ya getirttiğini, Uyuşturucu kaçakçısı Hüseyin BAYBAŞİN’in 1983 yılında İstanbul İkinci Şube Müdürü iken zorla senet 
imzalatma ve gasp suçundan yakalayıp tevkif ettirmesi yüzünden MED TV’de hakkında iftiralarda bulunduğunu, 1988 MİT Raporunda adının geçmesi üzerine zamanın emniyet Genel Müdürüne ve Başbakanına hakkında tahkikat açılması için müracaatta bulunmasına rağmen açılmadığını Başbakanlık Teftiş Kurulunca yapılan tahkikat hitamında da iddiaların aslı çıkmadığını belirtmiştir. (Ek:191) 

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***