Binbaşı Cem Ersever etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Binbaşı Cem Ersever etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2020 Çarşamba

Binbaşı Cem Ersever i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? BÖLÜM 2

Binbaşı Cem Ersever'i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? BÖLÜM 2

  
Hanefi Avcı, Binbaşı Cem Ersever, kim, neden,nasıl öldürdü,


    Mustafa Deniz belki biraz daha yakın gözükmek ya da belki kendine göre avantaj elde etmek adına JİTEM subaylarına ve Jandarmaya gitmişti. Zaten onlarla çok iyi tanışıp görüşen bir insandı. Onlara Cem’in ayrılırken beraberinde götürdüğü kırka yakın uzaktan kumandalı patlayıcının Kemal Sadık’ın evinde bulunduğunu, KemalSadık’ın çok güvenilir bir insan olduğunu, sadece Ali Balkan Metel isterse bilgi vereceğini bunun dışında kimseye bilgi vermeyeceğini ama bu patlayıcı maddelerin Cem tarafından alınıp kullanılması halinde kötü bir şeyler 
olabileceğinden korktuğunu söylemişti. Aslında o patlayıcı maddeleri Cem elinden 
çıkarmak istiyordu, fakat bu patlayıcıları Cem’in kullanabileceği yönünde 
Mustafa Deniz’in korku ve endişesi vardı,bunu gidip Jandarma yetkililerine 
söylüyordu. Mustafa Deniz farkında olmasa da Jandarma yetkilileri zaten Cem’in 
Aydınlık gazetesinden Soner Yalçın’a Güneydoğudaki infaz olayları ve başka 
kanunsuz işler dahil olmak üzere birçok gizli bilgileri vermesinden dolayı son 
derece rahatsızdı. Cem daha çok Kuzeyde Sekizinci Kolordu bölgesindeki, Bingöl 
ve Tunceli Bölgesinde Yeşil’in karıştığı olayları anlatıyordu. Fakat sıra Diyarbakır sırasına gelirse, eski OHAL ve Diyarbakır bölgesinde, o tarihlerde Jandarma Genel Komutanlığında görev yapan diğer Jandarma Komutanlarının isimlerinin de verebileceği korkusu vardı. Bu yüzden Cem’i oratadan kaldırmayı düşünüyorlardı.

Daha sonra öğrendiğimiz kadarıyla Cem’i öldürmek için aslında daha önce de epey plan yapılmış. Cem’in peşine epey düşmüşler, onu kovalamışlar. Cem birlikte olduğu kızın Suriye’de Tıp tahsili yaparken gelip kendisinin yanında itirafçı 
olması sonrasında Türkiye’de tahsiline devam etmesi için Samsun’da Tıp 
Fakültesine kaydetmek için Samsun’a gitmiş. Bu durumu öğrenmeleri üzerine bazı itirafçılarla birlikte Yeşil, Cem’i öldürmek üzere Samsun’a giderken Merzifon 
yakınlarında bir jiple kaza yapmış. Tabii böyle bir plandan o zamanlar Cem ve 
arkadaşlarının haberi olmamış. İşte tam JİTEM’de Cem’i ortadan kaldırmanın 
yolları aranırken, Mustafa Deniz gelip Cem’e ait malzemelerin Kemal Sadık 
Uzuner’de olduğunu söyleyince planlarını uygulayabilecekleri bir fırsat 
yakaladıklarını düşünüyorlar, JİTEM yöneticileri hemen Ali Balkan Metel’le 
görüşüyorlar, onun vasıtasıyla Kemal Sadık Uzuner’e ulaşıyorlar. Uzuner onlara 
Cem’in ne zaman geleceği hakkında bilgi veriyor. Ayrıca mahkemeye gideceğini, 
öncesinde gelip kendisinden eşyalarını alacağını söyleyince de Kemal’in evine 
pusu kuruyorlar. Cem gelince Cem’i hemen yakalıyorlar. Ankara Emniyeti Cem’in 
kaybolmasıyla ilgili olarak Kemal’i Emniyete çağırdığında, olay ortaya çıkacağı 
için hemen Emniyete bizim elemanımızdır dokunmayın diye baskı  yapıyorlar. 

Bildiğim kadarıyla o zamanki Emniyet Genel Müdürlüğü kadrosunun 
Jandarmayla diyalogları iyi olduğundan onlar da etkileniyorlar ve müdahalede 
bulunmuyorlar. Oysa o zaman Kemal’in evine polis baskın yapmış olsa Cem 
kesinlikle kurtarılabilirdi, ama maalesef yapılamadı. Aslında Emniyetin bu 
yaklaşımı gayet makul, tabii ki elemanlarının deşifre olmaması için uzak durmayı 
tercih ediyorlar. Ama Cem işte orda kaçırılıyor.

Mustafa Deniz de bilgi almak için Kemal Sadık Uzuner’in evine gidiyor ama ondan 
da bir daha haber alınamıyor. Oda vurulacağını tahmin etmiyor. Bir müddet sonra 
İstanbul’daki Neval Boz Cem gelmeyince meraklanıp Kemal’i arıyor. Kemal ona 
Cem’in iki kişi ile beraber gittiğini söylemesi üzerine kız bu iki kişinin 
eşkallerini öğrenmek, olay hakkında daha teferruatlı bilgi almak üzere Kemal’in 
evine gidiyor ama ondan da bir daha haber alınamıyor. Birkaç gün sonra ise 
kafalarına kurşun sıkılmış olarak her birinin cesedi Ankara’nın farklı yerlerine 
atılmış olarak bulunuyor. Üç kişi de bu şekilde öldürülüyor.

Bugün bu olay yeniden konuşulsa adı geçen insanların hiç biri şahitlik yapmaz, 
hatta yaşananları inkar bile edbilirler. O tarihte JİTEM’i ve Yeşil’i bilen 
Emniyet görevlileri ” Jandarma Mustafa Deniz’i öldürdü, Cem’i öldürdü, onlarla 
beraber istifa eden ve şimdi Emniyette çalışan Ali Ozansoy’a da böyle bir şey 
yapabilirler. Sakın böyle bir şey denenmesin, biz buna karşı çıkarız havası 
içerisinde Jandarma Genel Komutanlığına gittiklerinde, Yeşil ile karşılaşıyorlar. 
Yeşil açık açık elindeki Simit Wesson marka tabancayı göstererek, ” Bununla ateş 
ettim, gerekirse size de ateş ederim,” diyecek kadar rahatlıkla cinayeti kabul ediyordu. 
Bu olay bana o tarihte buna şahit olanlar tarafından anlatılmıştı ama bugün sorarsanız hepsi gördüklerini kesinlikle inkar edecekleridir. 

İşte böylesi herkesçe malum olan, herkesin alenen bildiği bir olaydı Cem ve 
üç kişinin öldürülmesi. Ama herkes Simonlaşmıştı, karşı tarafın cinayeti suç ama bizim yaptıklarımız suç değildi. Benim ifademe rağmen de maalesef olay ciddi olarak ne adliye tarafından ne Jandarma tarafından tahkik edilmedi.

Eğer bir Jandarma subayı gerçekten kayıp olsaydı hemen inceleme başlatılır, 
aranır, sorulur, yollar kesilir, insanlar sorgulanır, bir dizi araştırma ve 
soruşturma yapılırdı. Cem’in kaybolması ve öldürülmesi ile ilgili bir tek yazı, 
failleri şunlar olabilir arayın bulun diye bir tek not bile yazılmadı. Devlet 
için bu kadar önemli üst düzey görevlerde yer almış bir subay kaçırılıyor( 
oluşturulmaya çalışılan görüntü itibarıyla örgüt tarafından kaçırılıyor) ama 
hiçbir yerde aranmıyor, kaçırılan kişinin bulunması yönünde herhangi bir adım 
atılmıyor. Halbuki o tarihte en ufak bir olay olsa yollar kesilir, hemen Türkiye’nin muhtelif illerine en ücra köşesine kadar tüm birimlere mesajlar çekilir, her yer didik didik aranır, her tarafa eşkaller yazdırılır, bir ton işlem yapılırdı. Ben Cem’in kaybolması ile ilgili ne Emniyetten ne de Jandarmadan tek bir yazı ya da mesaj bile almadım. Cem Binbaşı gibi biri görevinden dolayı kaçırılıyor, ama hiçbir araştırma ve soruşturma işlemi yapılmıyor. 

Tek başına bu durum bile bu araştırma ve soruşturmayı yapmayanların,  yaptırmayanların fail olduklarını gösteriyor. Bu durum hukuki tabiri ile hayatın olağan akışına uygun değildir.
Bildiğim kadarıyla zamanın Genelkurmay Başkanı, Genel Komutanlıkta bulunan tüm üst düzey yöneticiler bu olayın kimin tarafından, nasıl gerçekleştirildiğini 
biliyordu. Sadece öldürme sebebi olarak Neval aracılığıyla Suriye’ye bilgi 
sızdırmak olduğunu zannediyorlardı, çünkü bu yönde yalan ve yanlış bilgilerle 
aldatılmışlardı. Emniyetin Merkez İstihbarat ve Terörle Mücadele ile Özel 
Harekat birimleri yöneticileri ve Ankara Emniyetinin yöneticileri de belli 
oranda olayı biliyorlardı. Ama kimse bu cinayeti çözmeye, olayı aydınlatmaya 
yanaşmıyordu, çünkü o zamanki güç merkezleri bu cinayetin çözülmesinden yana 
değildi, bu olayın bu şekilde kapanmasını istiyorlardı. Yeşil’in Cem’den aldığı 
patlayıcı maddeleri MİT’e getirdiği Mehmet Eymür’ün ifadelerinden de net olarak 
biliniyordu. Ayrıca Yeşil’in kullandığı mobil telefonla o tarihte bütün Jandarma 
ve Emniyet yetkilileriyle görüştüğü belliydi, o telefonu Cem’den aldığı 
aşikardı. Bunun yanında Kemal Sadık Uzuner’in mobil telefonla kimlerle 
konuştuğu, tek tek bütün görevlilerle irtibatları belliydi. Bugün bile bunları 
ispatlamak mümkün, araştırılırsa tüm bunlar ortaya çıkarılabilir ama maalesef 
hiç kimse ilgilenmedi ve olay o şekilde kapandı.
Evet Cem Binbaşı herkesin gözü önünde, herkesin bildiği bir şekilde yok edildi 
ve maalesef cinayet her şeyi ile ortada olmasına ve var olan bütün delillere 
rağmen bu sistem kendi suçlusunu yakalayamadı ve hesap soramadı.
Bu bence pek çok açıdan önemli bir olaydı çünkü devlet kendi elemanını 
öldürmüştü. JİTEM ‘in var olup olmadığı yönündeki tartışma hala daha devam 
ediyor. Muhtelif defalar söylendi ama bir kere daha kaydetmekte yarar görüyorum. 
O tarihte Cem’ler veya diğer subay arkadaşlar JİTEM mensubu olarak istihbarat 
değerlendirme toplantılarına JİTEM adına katılıyorlardı. Jandarma Genel 
Komutanlığının terörle mücadele için böyle bir birim kurmasında hiç bir mahsur 
bulunmazken var olan bir birimi inkar etmesinin akılla izahı yoktur. JİTEM’in 
kurulması değil, çalışma yöntemleri yanlıştır ama bu teşkilatın kurulmasında 
hiçbir mahsur yoktur.
 Çetin Ağaşe isimli bir gazeteci JİTEM Gerçeği adlı bir kitap yazmıştı. Bu 
kitapta da basit ama aslında çokönemli belgeler vardı. Bu araştırma için Ağaşe, 
Cem’in çevresindeki bazı insanlarla, dostlarıyla görüşmüştü. Hatta eşi Işık 
Hanım’la da görüşmüştü. Cem’le ilgili bir belge alabilir miyim diye sorduğunda 
Işık Hanım iyi niyetle Cem’in iki tane Takdirnamesini vermişti. O tarihteki 
Asayiş Kolordu Komutanı daha sonra Kara Kuvvetleri Komutanı olan Hikmet Köksal Paşa’nın imzasının olduğu takdirnamede Cem Ersever’in unvanı JİTEM Grup Komutanı olarak belirtiliyordu. Ağaşe yine Jandarma Genel Komutanlığı telefon rehberinin bir kopyasını da kitabına koymuştu. Hem Jandarma merkezinde Genel Komutanın hem de illerdeki JİTEM grup komutanlıklarının telefon numaraları yazılıydı. 

Sonuç olarak bu ve buna benzer yüzlerce, hatta Jandarmada çalışan bazı arkadaşların söylediğine göre Genel Komutanlıkta JİTEM ibareli bir tır dolusu evrak olmasın rağmen JİTEM’in varlığı inkar ediliyordu.
Esasen yanlış yapsa bile resmi olarak hiçbir zaman yalan söylemezdi, mahkemelere ya da ilgili kurumlara yazılı cevap verirken mutlaka doğrular söylenirdi. İlk defa Jandarma Genel Komutanlığı (bence tarihi bir hataydı) JİTEM yoktur diye yalan bir yazılı beyanda bulundu. O yazıyı hazırlayan, paraf eden, imzalayanlar herkesin yüzüne karşı devletin yalan söylediğini itiraf etti. Halbuki böyle bir yazının Jandarma Komutanlığından çıkmaması gerekirdi. Böyle bir birimin var olduğu herkesçe malum olmasına rağmen siz bir devlet kurumu olarak bunu inkar ediyorsunuz, bu kabul edilecek normal bir olay değildir. O tarihe kadar devlet kurumları resmi yazılarda hakikat hilafına resmi olarak cevap vermezlerdi, bir şey inkar edilecekse bile dolaylı sözlerle ifade edilirdi. Böyle bir yalan beyanat nedeniyle devletin sözlerine de itimat sarsıldı.

Bence yazıyı yazanlar, gerçek devlet adamlığı vasıflarından mahrum insanlardı. 
Çünkü devlet asla yalan söylememeliydi, hele ki böyle hassas bir konuda devletin 
yalan söylemesi ve yanlış bilgi vermesi asla kabul edilemez ama maalesef bu 
şeklilde bir davranış sergilenerek hata edildi. 

Bugün bile Jandarma Genel Komutanlığı aransa, bir tır dolusu JİTEM ibareli evrak bulmak mümkün. Bugün hala şu tarihler arasında JİTEM’de çalıştım diyebilecek pek çok insanın var olduğu biliniyor.

Uzun sözün kısası, Cem Ersever cinayetinin faillerini bulması gerekip de 
bulmayanlar, bunun için hiçbir adım atmayanlar Cem’in failleridir.
Hanefi Avcı Cem Ersever Olayı Haliç’te yaşayan Simonlar

İlgili yazılar:

  Hanefi Avcı’nın Cem Ersever’le karşılaşması, HEP* Diyarbakır İl Başkanı Vedat 
  Aydın’ın öldürülmesi 
  Birkaç Kitapta Açık Olarak Anlatıldığı Halde 20 Yıldır Çözülmeyen Musa Anter 
  Cinayeti 
  Siyasi ve sıradan bir açmaz | Kemalizm ve Türk Aydını – Kutsiye Bozoklar 
  İsmail Beşikçi’den Bülent Arınç’a Cevap: Medeniyet Kürdleri Asimile Etmek 
  midir? 
  İdealleri Uğruna Ölme Kudreti, Açlık Grevi: İrlanda Deneyimi – Denis O’Hearn 
  Vedat Türkali’den Muhteşem Yüzyıl yazısı: “Keşke Kanuni’nin tek günahı bu 
  olsaydı” 
  Emperyalist Savaşları Anlama Kılavuzu – F. Başkaya “Savaşlarının gerçek 
  nedenini gizlemek kuraldır” 
  Faşizme sempati duyan Knut Hamsun’a Norveç halkının tepkisi 





***

Binbaşı Cem Ersever'i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? BÖLÜM 1

Binbaşı Cem Ersever'i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? BÖLÜM 1
  
Hanefi Avcı, Binbaşı Cem Ersever, kim, neden,nasıl öldürdü,

cafrande.org -
20/03/2011

Cem’i sormak üzere Kemal’in evine giden Mustafa Deniz dönmemiş ve kendisinden bir daha haber alınamamış. Aynı şekilde Cem’in birlikte olduğu İstanbul’da 
bulunan Neval Boz isimli kız da Cem hakkında bilgi almak için Kemal’le görüşüp, onun yanına gitmiş ve ondan da bir daha haber alınamamış. Burada işin kilit 
noktasının Kemal olduğu anlaşılıyordu. Kemal’in evine gidenler bir daha dönmemişlerdi. (…) Birkaç gün sonra ise kafalarına kurşun sıkılmış olarak her 
birinin cesedi Ankara’nın farklı yerlerine atılmış olarak bulunuyor. Üç kişi de bu şekilde öldürülüyor.  (…) Yeşil açık açık elindeki Simit Wesson marka 
tabancayı göstererek…

Bir defasında bir olayla ilgili olarak Bölge Valiliğine gitmiştim. Görüşme 
esnasında Bölge Valisi beni o zamanki Asayiş Kolordu Kurmay Başkanının yanına 
göndermişti. Onunla görüşmek üzere gittiğimde Cem binbaşı oradaydı ve Kurmay 
Başkanı ile konuşuyorlardı. Cem “Darda kalırsam ben de Güneydoğu’da Asayiş 
Kolordu Komutanı bölgesinde şu, şu kişilerin bilgisi vardı derim. Ben de bunlara 
şahidim derim,” diyerek dolaylı yollu karşısındakini tehdit ediyordu. Olayın 
mahiyeti neydi bilmiyorum ama bunu çok net ifade ediyordu. Göründüğü kadarıyla Cem binbaşı son dönemde kendi üstleriyle veya kendi teşkilatıyla çatışma içindeydi. Oradaki görev süresi uygun olmayan bir biçimde sonlandırılıyor du. Sebebinin ne olduğunu çok iyi bilmiyorum ama kendi teşkilatı içerisinde bir 
sorun vardı. Bu sorun dolayısıyla pek uygun olmayan bir biçimde Ankara’ya tayin 
olup, orada göreve başladı.

Ben Diyarbakır’da çalışmaya devam ederken, Ankara’daki istihbarat kurslarında 
bölücü bölgeci faaliyetler, PKK faaliyetleri ve buna benzer konular ile ilgili 
dersler vermek amacıyla çağrılıyordum. Kurslara eğitmen olarak katılıp birkaç 
gün kaldıktan snra geri dönüyordum. İşte bir defasında yine Ankara’ya geldiğimde Cem’le görüştük. 

Cem binbaşı beni Kızılay’da, sanıyorum Karanfil Sokak’ta yol kenarlarında restoranların, kahvehanelerin, birahanelerin bulunduğu bir yere davet etmişti. Orada yol üzerindeki küçük sandalyelere oturup bir akşam yemeği 
yemiş ve epey sohbet etmiştik. Yanında Güneysoğu’da birlikte çalıştığı subay ve 
itirafçı ( ama JİTEM’de kadrolu çalışıyorlardı) arkadaşlarından bazı tanıdık 
kişiler de vardı. Sohbet ederken Cem binbaşı çok net olarak, Güneydoğu’yu 
kaybettiğimizi, Genelkurmay’ın ve ordunun milleti yeterince uyarmadığını, 
devletin ve hükümetin bütün kurumlarıyla her bakımdan bu olayları tam manasıyla anlayıp algılayamadığını, bu insanları uyarmak gerektiğini söyledi. Etrafta oturan, sohbet eden, yiyip içen insanları göstererek, ” Bakın, bunlar böyledir işte. Sabah akşam buraya gelirler, saatlerce oturur içerler. Ülke elden gidiyor ama kimse farkında değil. Bu insanları uyarmak için Kızılay’ın göbeğinde dev bir bombanın patlaması gerek, ancak o şekilde akılları başlarına gelir. Bu insanlar ancak bu yolla uyandırılabilir, bilinçlendirilebilir,” diyordu. Bu görüşünde 
ısrarcıydı. Böyle bir şeyin yapılması gerektiğini, Genelkurmay’ın bu konu ile 
ilgili güvenlik sisteminin halkı ve devleti yeterince uyarmadığını ve bölgenin 
elden gittiğini çok ısrarla vurguluyordu. Tabii ben bu fikirlere tam manasıyla 
katılmıyordum. Bu tür yöntemlerin hep karşısındaydım ama ülkesine olan sevgisi 
ve kendince doğru bildiği davayı bu kadar samimi, canla başla savunması 
nedeniyle bir yakınlığımız ve arkadaşlığımız oluşmuştu. Tabii bu böyle devam 
edip gitti.

Ardından ben Güneydoğu’daki hengame içerisinde göreve devam ettim, bir müddet sonra seçimler oldu ve seçimlerden sonra tayinim İstanbul’a çıktı. İstanbul’daki yoğun ortam içerisinde devam ederken Cem ve yanındakilerin görevden ayrıldıklarını, kitap yazmaya çalıştıklarını ve bir yayınevi kurduklarını ortak arkadaşlarımız vasıtasıyla öğrendim. Fakat daha sonra Cem’in durumunun pek iyi olmadığını, bazı faaliyetlerden rahatsız olduğunu balahare duydum. İşte 
İstanbul’da Dev-Sol’un yürüttüğü silahlı saldırılar ve buna karşı bizim 
gerçekleştirdiğimiz operasyonlarla yoğun bir ortamda göreve devam ederken birgün Alparslan Ertuğ adlı bir ziyaretçimin lduğunu söylediler.

Alparslan Bey bana Cem binbaşının emekli olduktan sonra arkadaşları vasıtasıyla 
(ki bu arkadaşların bir kısmının zamanında o bölgede çalışan ve bugün Milli 
İstihbaratta görevli insanlar olduğunu anlıyorum) İstanbul’da bir güvenlik 
firması kurarak hayatına bu şekilde devam etmek istediğini, Ankara’da yaptığı 
işlerden ağzının yandığını, giriştiği pek çok iş ve faaliyet umduğu şekilde 
neticelenmediğinden bir anlamda dersini almış gibi gözükerek İstanbul’a 
geldiğini söyledi. Kendisinin bulduğu uygun bir yerde Cem binbaşının evinin 
olduğunu, iş yapmaya çalıştığını, bu arada askeri sırları basına vermekten 
askeri mahkemeye verildiğinianlattı. Bir gün önce Jandarma Genel Komutanlığının 
askeri mahkemesindeki duruşmaya katılması için Alparslan Bey Cem’e bir minibüs 
ayarlamış, Cem minibüs şoförüyle beraber Ankara’ya gitmiş. Ankara’da Cem 
şoförden ayrılmış. Cem’in bazı önemli döküman ve malzemeleri, görevde iken 
kendisine kalan birtakım uzaktan kumandalı patlayıcılar eskiden beri tanıdığı ve 
güvendiği Habur Gümrük Muhafaza Müdürü olarak çalışmış olan Ali Balkan Metel’in şoförü Kemal’in (Kemal Sadık Uzuner) evindeymiş. Kemal’in evinden bu malzemeleri alıp saat oniki sıralarında Kızılay yakınlarında minibüs şoförüyle 
buluşacaklarmış. Şoför bu malzemeleri alıp geri dönecekmiş. Cem de saat 1 gibi 
Kızılay’da bürosu bulunan avukatıyla buluşup sonra birlikte 13.30’da mahkemeye 
gideceklermiş. Mahkeme çıkışında ise tekrar İstanbul’a dönecekmiş. Fakat 
Alparslan Bey’in minibüs şoföründen aldığı bilgiye göre saat 12’deki buluşmaya 
Cem gelmemiş, avukata da gitmemiş.Bunun üzerine Kemal’i telefonla aradıkların da, Cem’in iki kişiyle (o zamanlar Aydınlık dergisi muhabiri olan Soner Yalçın’ı ima ederek) gelip emanetlerini aldıktan sonra Lada marka bir araçla ayrıldığı nı söylemiş. Alparslan Bey Cem’den haber alamadığı için hayatından endişe  duyduğunu, Cem’in Ankara’ya gitmeden önce İstanbul’da bulunduğu sırada kendisine herhangi bir şey olursa güvenebileceği kişinin ben olduğumu söylediği için benim yanıma geldiğini söyledi.

Ama ben Cem’in İstanbul’a geldiğini bilmiyordum. Muhtemelen daha önceki 
konuşmalarımızda ona sürekli bu işlerin yanlışlığını savunduğum, yapma etme, bu 
işin sonu insanın kendi kafasına sıkmasına gider dediğim için İstanbul’a 
geldiğinde ben sana demedim mi gibi bir tepkiyle karşılaşmaktan çekindiğinden 
benim yanıma gelmedi. Belki belli bir düzen kurduktan sonra gelmeyi düşünüyordu, bilmiyorum.

Alparslan Ertuğ’un bu anlatımlarından sonra ben hemen onun yanında (veya o 
çıktıktan sonra, tam hatırlamıyorum) Cem’i benim kadar iyi tanıyan, o dönem 
Ankara İstihbarat Şube Müdürü görevinde bulunan, daha önce Diyarbakır’da benim yardımcılığımı yapan arkadaşım Abdurrahman Toygar’ı arayıp durumu anlattım. Abdurrahman hem Cem’i hem Cem’in JİTEM’den beraber ayrıldığı Ali Ozansoy ve Mustafa Deniz’i çok iyi tanıyordu. Hatta zaman zaman Ali ve Mustafa 
Abdurrahman’ın yanına gelip gidiyordu, yakın bir diyalogları vardı. Abdurrahman 
benden çok daha fazla örgüt mensupları ve örgütü tanıyan insanlara karşı 
ilgiliydi. Örgüt mensuplarının eşkalleri, yanlarında bulunan silahların ve 
malzemelerin özellikleri, memleketleri, kısaca örgüt hakkında her şeyle ilgili 
çok iyi not tutuyordu. Bu konuda gelmiş geçmiş en kapsamlı notlara sahip olan 
kişiydi. Bu merakından dolayı da bu insanlarla sohbet etmeyi çok seviyordu.
Cem’le ilgili olayları anlattıktan sonra Abdurrahman hemen Kemal Sadık Uzuner’i 
telefonla arayıp Cem’i sormuş ve şubeye gelmesini istemişti. Kemal’in Emniyet’e 
getirilmesi talebiyle birlikte Jandarma ve JİTEM’in önemli bütün yetkililerinin 
Emniyet’e gelip bizim elemanımızı deşifre ediyorsunuz diye konuya müdahale 
ettiklerini, Emniyet Genel Müdürlüğünü Jandarma Genel Komutanlıktaki 
rütbelilerin etkilemeye başladığını söyledi. Esasen bu müdahaleyle birlikte 
Emniyet Genel Müdürlüğü – Jandarma Genel Komutanlığı – Ankara Emniyeti 
arasındaki yoğun temaslar nedeniyle Genel Müdürlükte ciddi bir trafik oluşmuştu 
ki bu da bir anlamda Cem’in aslında Jandarmanın elinde olduğunu işaret ediyordu. 

Fakat bana aktarılan şey şuydu:

 Cem’in arkadaşı sıfatıyla Alparslan Bey ve daha sonra Cem’in beraber yaşadığı 
Neval Boz telefonla aradığında Kemal Cem’in iki kişiyle beraber Lada marka bir 
arabayla gelip kendisinden malzemeleri aldığını söylemişti. Cem o dönem Aydınlık 
dergisinden Soner Yalçın’a açıklamalarda bulunuyordu. Anlatımlarda, en son 
Aydınlık dergisinde çalışan bu insanlarla birlikte gittiği algısı yaratılmak 
isteniyor gibiydi, en azından bu ima edilmeye çalışılıyordu. Ben de o zaman bu 
fikre biraz inanır gibi olmuştum. Fakat eğer böyle bir şey olsaydı, Ankara’nın 
giriş çıkışları tutulmalı, her tarf aranmalıydı. Böyle bir şey gerçekleşmedi. 
Daha sonra Abdurrahman’la görüştüğümde Jandarmanın tavrının hiç olumlu 
olmadığını, Cem hakkında olumsuz konuştuklarını öğrendim, hatta bu durum o 
tarihte gazetelere de yansımıştı. Etrafta bulunan Jandarma içinde bir iç mesele 
olduğu yönünde laflar dolaşıyordu.
Ankara’da Jandarma Genel Komutanlığı Karargahından etrafa sızdırılan bilgilere 
göre ise Cem’in yanındaki kadın vasıtasıyla muhaberat adına çalıştığı, Suriye’ye 
bilgi sızdırdığıydı. Ben zinhar böyle bir şeyin gerçek olamayacağını söyledim. 
Hatta bana Cem’in İstanbul’daki evinin bile aranması gerektiği, buna bakılabilir 
mi yollu imalarda bulunmuşlardı. Ben böyle bir şeyin olamayacağını, bunun son 
derece yanlış olduğunu söyledim. Şiddetle karşı çıktım ve böyle bir aramaya 
katılmayacağımı belirttim. Onlar ise Cem’in sanki ellerinde olduğu, biraz 
pataklayıp kötü muamele ederek bir süre alıkoyacakları, bir takım olmuş bitmiş 
olay ve eylemler hakkında devlet aleyhinde basına açıklama yapmaması konusunda gözdağı verecekleri imasında bulunuyorlardı. Ankara’da herkes öyle zannediyordu.
Sonra öğrendiğime göre Emniyetten arkadaşlar Cem’in kaybolması ile ilgili bilgi 
almak üzere Cem’ beraber hareket eden Mustafa Deniz’i de çağırıp Cem’in 
bulunamadığını anlatmışlar. ” Ben Kemal’i biliyorum, gidip konuşurum hemen, ” 
demiş. Cem’i sormak üzere Kemal’in evine giden Mustafa Deniz dönmemiş ve 
kendisinden bir daha haber alınamamış. Aynı şekilde Cem’in birlikte olduğu 
İstanbul’da bulunan NevalBoz isimli kız da Cem hakkında bilgi almak için 
Kemal’le görüşüp, onun yanına gitmiş ve ondan da bir daha haber alınamamış. 
Burada işin kilit noktasının Kemal olduğu anlaşılıyordu. Kemal’in evine gidenler 
bir daha dönmemişlerdi. Ama yine de bu olayın nasıl olduğuyla ilgili olarak 
zihnimde hala yüzde yüz bir kesinlik oluşmamıştı.

Bir süre sonra polis şehit ailelerine yardım derneğinin bir toplantısında 
Alparslan Ertuğ ile karşılaştık. Sohbet sırasında Cem’in olayı tekrar gündeme 
geldiğinde bana olayı çözdüğünü söyledi. Nasıl diye sordum. Olaydan sonra 
İstanbul’dan Ankara’ya gittiğini, orada ifadesinin alındığını belirtti. İfadesi 
alınırken cesedi bulduklarında Cem’in üstünde ne olduğunu sorduğunda kot veya 
kadife pantolon olduğu yanıtını aldığı anda olayı çözdüğünü söyledi. “Cem 
Kemal’in evine girdi ama Kemal’in evinden çıkmadı,” dedi. ” Nasıl yani?” diye 
sorduğumda şöyle anlattı: ” Cem Kemal’in evine gittiği zaman içinde siyah takım 
elbisesinin olduğu bir çantası vardı elinde. Kemal’in evinde bu elbiseyi 
giyecekti. Yani Cem’in Kemal’in evinde iki şey yapması lazımdı, birincisi 
elbiseyi giymek, ikincisi de oradaki eşyaları almaktı. Cem’in saat 12.00’de 
malzemeleri şoföre teslim edip saat 1.00 gibi avukatın ofisinde buluşacaklardı. 
Sonra da saat 1.30 gibi Jandarma Genel Komutanlığında devam eden mahkeme ye katılacaktı. Yani Cem’in elbisesini giyeceği başka bir yer yoktu. Eve girmişse 
mutlaka orada elbisesini değiştirmesi gerekiyordu. Öldüğünde üstünde eve 
girerken giydiği kot pantolon olduğuna göre, girdiği evden çıkmamıştı ve o şahıs 
doğruyu söylemiyordu.” Alparslan Bey olayı net bir biçimde bu şekilde anlamıştı.
Ben ikinci bir bağlantıyı da daha sonra çözdüm. Şoför Kemal’de bulunan Cem’e ait malzemeler içerisinde uzaktan kumandalı patlayıcılar vardı, bu patlayıcıların 
daha sonra Yeşil tarafından alındığını ve Yeşil’in bu patlayıcıları ve malzemeleri MİT’e getirdiğini Mehmet Eymür kendi beyanında ve internet sitesinde 
anlatarak doğruladı. Bu tarihlerde Yeşil Jandarmanın elemanı idi ve Jandarma ile 
birlikte hareket ediyordu. Bu da gösteriyordu ki Cem malzemeleri Kemal’in 
evinden çıkarmamıştı ve bu malzemeler Yeşil’den çıkmıştı. İşte bu olaylar ve 
bağlantılar bu şekilde çözülünce bilgisayar sorgu sistemiyle daha ayrıntılı bir 
araştırmaya giriştim. O zamanlar bilgisayar sorgu sistemini yeni kurmuştuk. 
Bu sistem sayesinde hangi telefon numarasını kimin hangi saatte aradığı, fatura 
bilgileri tüm detaylarıyla tespit edilebiliyordu. PKK o zamanlar yoğunlukla 
Güneydoğu’da mobil araç telefonlarını kullandığından ben o dönemde mobil araç 
telefonlaryla yapılan tüm konuşmaların dökümünü, kimin kimi aradığı bilgilerini 
bilgisayarımda tutuyordum. Bunlar üzerinde oturup ciddi bir çalışma yaptım. 
Cem bir mobil telefon kullanıyordu. Yeri belli olmasın diye araç telefonunu söküp 
küçük bir çanta telefonu haline getirmişti. Bu telefonla muhabere yapıyordu.  
Aynı şekilde zannediyorum Kemal’de yeri belli olmasın diye böyle bir mobil telefon kullanıyordu. Bu telefonlarla yapılan görüşmelere tek tek baktım. Ölümüne kadar Cem’in kullandığı mobil telefonu daha sonra Yeşil’in kullnadığını gördüm. 
Yeşil’in bu telefonla Jandarma Genel Komutanlığından kimlerle görüştüğünü, 
kimleri aradığını ve kimler tarafından arandığını, hatta görüşmeler esnasında 
bulunan yerlere dair bilgileri tek tek çıkarttığımda olay çok net gözüküyordu.
Daha sonra yaptığım araştırmalardan öğrendiğim bir olay da şöyleydi. 
Cem Güneydoğuda çalışırken o zamanlar bazı olaylarda (Diyarbakır Baro Başkanı’nın aracına bomba konması, HEP’in bombalanması) kullandıkları uzaktan kumandalı çok güvenilir kodla çalışan patlayıcı maddeler vardı. Ayrıca Cem ve ekibinin Kuzey Irak’ta yaptıkları faaliyetler ve muhtelif kişilerle yaptıkları görüşmelerin kayıtları, örgütten elde ettikleri dökümanlar bir dosya halinde elinde 
bulunuyordu. Ordudan ayrıldıktan sonra yayınevi kurma düşüncesinde 
olduklarından, bu materyallerin bir kısmı yayınlanacak kitaplarda kullanılabilir 
düşüncesiyle istifa ederken bütün dökümanlarla birlikte patlayıcı maddeleri de 
yanlarına almışlardı. Çünkü bunlar kayıtlı değildi. Cem istifa edip ayrıldıktan 
sonra bu malzemeleri bir müddet elinde tutmuş, ama daha sonra yayınevini devam ettiremeyeceğini anlayınca normal hayata dönmeyi düşünüp ellerindeki bu 
patlayıcıları verecek yerler aramışlardı. Emniyetten bazı güvenilir arkadaşlar 
bana bu patlayıcıları Cem’in onlara vermeye çalıştığını söylediler. Ama kimse 
almamış ve patlayıcılar Cem’in elinde kalmıştı.

Daha sonra Mustafa Deniz, Ali Ozansoy ve Cem bu malzemeleri güya aldıklarında 
Güneydoğuda çalışırken tanıdıkları, çok güvenilir olduğunu düşündükleri 
(zamanında uygulanan tüm testlerden en başarılı kişi olarak çıkmıştı) Kemal 
Sadık Uzuner’e (yani Habur Gümrük Muhafaza Müdürü Ali Balkan Metel’in şoförüne) diğer dökümanlarla birlikte vermişler. Cem İstanbul’a gelmeden önce Ali Ozansoy’u Emniyete sözleşmeli personel olarak yerleştirmişti. Orada ele geçen 
belgeleri okumak, PKKgibi örgütlerin dökümanlarını analiz etmek görevine 
getirilmişti. Cem Mustafa Deniz’e de bir iş arıyordu. Onu da bir yere yerleştirmek istiyordu, çünkü onların da kendisiyle birlikte istifa etmesini sağladığı ve peşinden sürüklediği için onlara karşı kendini sorumlu hissediyordu. Onu da belli bir işe yerleştirmek istiyordu. Bu arada Cem iş kurmak için İstanbul’a gelmişti.


2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

10 Haziran 2016 Cuma

JİTEM DOSYASI : Binbaşı Cem Ersever'i Kim Neden Öldürdü ?



JİTEM DOSYASI : Binbaşı Cem Ersever'i Kim Neden Öldürdü ?


Gerçek, Binbaşı Ersever'in istifa ediş nedeni altında gizli...




Binbaşı Cem Ersever Neden İstifa Etti

Cevabı her şeyi açıklıyor…
Soner Yalçın soruyor Ersever’e; adınız işkence ve cinayetlerle anılıyor, doğru mu, diye. 
O da cevap veriyor, işte söyledikleri;
“Beni çok ünlendirmişler.
Gerçi ben bunları biliyordum. Serxwebun, Berxwebun[1] dergileri de sık sık yazdılar. Açıkça söyleyeyim; benim karanlık bir geçmişim olsaydı, ben bugün kamuoyunun önüne çıkmazdım. Bu tür ilişkilerim olsaydı, kamuoyunun önüne çıkmazdım. Kesinlikle atfedilen eylemlerle yakından veya uzaktan hiçbir ilişkim yoktur. Bunu bütün samimiyetimle ifade ediyorum.
Kontra denilen bir pratiğin içerisinde kesinlikle bulunmadım. Bir mücadelenin içerisindesiniz. Bir düşman var. Düşmanın ben, erkekçe bunu söyledim; ben senin düşmanınım, ama kalleş düşman değilim. Bakın çok özel bir şeydir. Ben düşmanımı arkadan vurmam Silahlı Kuvvetlerin bir mensubu olarak ne yapılması gerekiyorsa, o yapılmıştır. Sıcak çatışmalar neyi gerektirmişse, o olmuştur. İnsan ölür veya ölmez, bunu bilmem.
Bunun dışında her hangi bir faaliyetim olmamıştır. Ama düşman, beni lekelemek için bu tür şeyleri söylemiştir. O da onların görevidir. Çamur atmışlardır. Kontra diye pek çok insan öldürmüşlerdir.”
Ersever’i tanımak için, “neden istifa etti”, önce bu soruya cevap bulmak gerekir. Öyle ya, istihbaratın ö dönemdeki Hanefi Avcı’sı olan bir isim, bu güç ve otoriteyi neden bırakır, bir araştırmak gerek.
Binbaşı Ersever neden istifa etti?
92 Ekim harekatındaki yanlışlıklar, Türkiye’nin Talabani peşinden sürüklenmesi ve 93’te Özal siyasetinin PKK ile ateşkes süreci başlatması nedeniyle istifa etti.
PKK ile mücadeledeki Türkiye’nin yanlışlıklarını açıklaması bir kenara, asıl Talabani için ağır ve kesin yargıları vardı  ve bize bunu duyurmaya çalışıyordu;
“Ben Ahmet Cem Ersever, …siyasi işportacı Celal Talabani isimli şahsın Türkiye’de sadece PKK’nın askeri gücünü ele geçirmek maksadıyla tezgahlar peşinde olduğunu beyan ederek…., 1993 yılı Mart Ayında emekli oldum.”
7 Haziran 1993’te Soner Yalçın ile buluştuğunda da Talabani konusunu açıyor ve ısrarla vurguluyordu;
“…Diğer bir konu, Celal Talabani. Çok açık seçik söylüyorum, bu adam siyasi bir fahişedir. Bu adamın kişiliği ve ne yapmak istediği açıklığa kavuşturulmalıdır.”
Sadece Talabani değil  bize anlatılmak istenen, bugün anlatılmayan ne varsa, o gün için hepsini anlatacağına dair söz vermiş, basın açıklamasında da bunu kamuoyuna duyurmuştu;
“1984 yılından beri yapılan yanlışlar, ihanetler ve uygulamalar konusunda Türk kamuoyunun aydınlatılması gerektiğine inanıyorum ve Türk basınıyla kamuoyunun önünde Celal Talabani’nin ihanetleri, PKK ilişkileri, Güneydoğu’da gerçek durum, köy korucuları, itirafçılar, faili meçhul cinayetler hakkında ve bazı siyasilerin örgütsel konumları hakkında açıklamalarda bulunacağım.”
Terörle mücadelenin bir siyasi sorumluluk olduğunu, bu sorumluluğu tek başına askerin taşıyamayacağını daha o günlerde tespit eden Ersever’in açıklamalarında, bu mücadeleye kayıtsız kalan siyasilere karşı da bir öfke vardır, bakın sözlerine;
”Basında yer alan, hükümet yetkililerinin demeçleri de insanı çileden çıkaracak cinsten olan demeçlerdir ve her zaman ki gibi aldatmacadan başka bir şey değildir. Her zamanki gibi koltuğundan olma kaygısıyla halkın gözünün içine baka baka yalanlar sıralandı. Terörist Apo’yu ateşkes kararından sonra Bay Öcalan diye telaffuz etmeye başlamadılar mı? “
Bu sözler, sıradan söylenmiş sözler değil, içinde bugün dahi görmekte zorlandığımız bir gerçek var. Bu gerçeğin görmezden gelinişi öfkelendiriyor Binbaşı Ersever’i.
Bunu görüyorsunuz, sözlerinde acı var.
 Bu öyle bir acı ki; örgütü biliyorsunuz, devletinizin gücünü biliyorsunuz, iyi bir strateji ile bu örgütün yok edileceğini de biliyorsunuz ama bu bir türlü olmuyor ve hep kaybeden siz oluyorsunuz.
Acı işte bu, zorunuza gidiyor, siyasilerin iş bilmezliği yüzünden devletin böylesi bir örgüt karşısında çaresizliği zorunuza gidiyor, tıpkı şimdi ki gibi. Ersever’in açıklamalarıyla Uğur Mumcu’nun yazdıkları birbiriyle örtüşüyor gibi, işte Ersever;
Halkı kazanmak istiyorsanız, o halkın güncek sorunlarına çözüm getirmek zorundasınız. Peki, halkın güncel sorunu nedir? PKK baskısı ve terörüdür. Neden? PKK, halk tarafından çıkarılmış bir örgüt değildir. PKK’nın geçmişi bellidir. Başlangıçta, arkalarında Bulgar istihbaratı vardı, Suriye istihbaratı vardı.
Açık konuşuyorum; Celal Talabani PKK’yı Bekaa’ya bizzat yerleştirin adamdır. Cemil Esad’la, Hafız Esad’la görüşmeleri o yapmıştır. Talabani KDP’nin o zaman Beyrut temsilcisidir. O zaman KDP’den ayrılmamıştı. İşte bu olacak şey değildir! Ne demek şimdi, Talabani bizim devlet yanlısı mı?”
Çok yazıldı çizildi onun hakkında. Bu yazılanlar ve çizilenlerden size iyi haber veren olmadı hiç, bunu biliyoruz. En fazla da JİTEMCİ kimliği ile suçlandı. Bu suçlama ile “JİTEM” bir suç örgütü, bir derin devlet, bir cinayet şebekesi olarak algılatıldı. Ersever adı “cinayet ve derin devlet” gibi karanlık adlarla birlikte geçti.  Dolayısıyla asıl bize anlatılmak istenen konular, “derin devlet” hikayeleri altında örtbas edildi ve o dönemin gerçeklerinden uzakta bir hayal dünyasına çektiler bizi, gerçeği göremedik. 
Devletin resmi makamları da bu kara propaganda karşısında sessiz kaldılar...
JİTEM’in ne olduğunu halka anlatamadılar. Aslında olay açıktı ve Cem Ersever açık açık söylüyordu; “JİTEM’in kurucusu benim, patronu benim. Ayrılana kadar da bu böyle devam etti[2].” Ne diyordu Ersever; “Güneydoğu’da 1981-1992 arasında on iki yıl çalıştım. 1992’de Ankara’ya Grup İstihbarat Şefi olarak döndüm.” 
JİTEM devletin bir istihbarat kuruluşudur ama bir suç örgütü değildir. Bu istihbarat kuruluşu içinde suç işlediği iddia edilen kişilerin olması, JİTEM’i derin devlet yapmaz, bir katiller ordusu yapmaz.
Yetkili makamların neden korktuğu açık; şimdi biri çıkıp dese ki JİTEM var, medya saldıracak ve diyecek ki “Ordu derin devlettir”. Bununla yetinmeyecekler ve ne kadar faili meçhul cinayet varsa Türk Ordusu’nun üzerine atmaya çalışacaklar. Çünkü Erdoğan siyasetinin küresel projedeki görevi bu, medyasının görevi bu; Türk Ordusu’nu etkisizleştirmek ve gücünü aldığı milletle arasındaki bağı zayıflatmak!
Öte yandan, başka biri çıkıp dese ki JİTEM yoktur, o zaman Cem Ersever kimdir, diye soracaklar. Bugün yaşadığımız da bu değil midir? Ersever bu ülkenin bir subayı değil mi?
Evet, Ersever bir jandarma istihbarat subayıdır, adına ister “JİTEM” deyin, ister “JİT” deyin, ister “PİT” deyin, ne fark eder!
Gerçek olan şudur; Ersever, devletin resmi bir istihbarat görevlisidir. Bu istihbarat teşkilatı içinde görevli olan askeri personelin suç işlediği iddiası mı var? Araştırın, soruşturun, çözün!
Neden devletin askeri gücünü zayıflatmak amacıyla bu kara propagandaya alet oluyorsunuz!
Suç mu işlemiş Ersever ya da bir başkası? İşlem yapsaydınız, dava açsaydınız, ispat etseydiniz, yargılasaydınız, mahkum etseydiniz, neden yapmadınız da şimdi çıkıp onlar için “kontrgerilla” diyorsunuz!
Velev ki Cem Ersever suç işlemiş olsun, bu; devletin istihbarat kadrolarının tamamının bir suç örgütü olduğunu göstermez ki! Bu ülkede devlet görevlisi olup da suç işlemiş insan yok mudur? Var, hem de çok var ama bu; devletin derin devlet olduğunu ya da yasa dışı işler yaptığını göstermez! Olayları zamanında çözmediler, şimdi bunun hesabı askere soruluyor, yazık!
Ersever dosyası bir trajedidir. Ömrünü terörle mücadeleyle geçirmiş, bu uğurda sayısız ölüm tehlikeleri atlatmış bir subay, bu mücadele için ailesini yakınlarını çoğu zaman darda bırakmış olan bir subay, itirafçı teröristlerin iddiaları ile yargısız infaz edilmiştir. Bu yüzden Ersever’in anlatımlarıyla ortaya çıkması muhtemel olan birçok karanlık işlerin de üstü kapatılmıştır.
Medya bu psikolojik harekatıyla, Ersever’in bize anlatmak istediklerini yani gerçeği kamuoyunun dikkatinden kaçırmıştır.
Soner Yalçın onun hakkında bir kitap yazdı ama belki de bilmeden Ersever hakkında kuşku doğmasına yol açtı. Çünkü kitabın ilk ve son bölümlerinde Ersever adı, çete ve uyuşturucu işleriyle yan yana getirildi ve her türlü karanlık işlerin başında olan biri gibi gösterildi.
Ama kitabın ana temasına baktığınızda ise bir kahraman görürsünüz. Evet, Soner Yalçın’ın anlatımlarıyla Ersever bir kahramandır. Ne yazık ki kitabın giriş ve sonucunda yer alan iddialar, okurları bir kahraman ve bir katil arasında seçim yapmaya zorlamış ve bu çelişki, bize anlatılmak istenilen asıl konuların dikkatten kaçırılmasına neden olmuştur.
Keşke olmasaydı, keşke Soner Yalçın sadece kendisine anlatılanlarla sınırlı kalsaydı, belki de bizim şimdi anlatmaya çalıştıklarımız, daha o dönemde medyaya taşınmış olacaktı ama olmadı.
Şimdi sorarız; onu suçlayanlar, neden anlatmaya çalıştığı Ekim 92 harekatına bir bakmıyorlar?
Neden, Barzani ve Talabani’nin PKK ile yaptığı anlaşmaları dile getirmiyorlar?
Neden, Talabani’nin yolsuzluk dosyalarını gündeme taşımıyorlar? Neden, Özal siyasetinin yanlışlarını kamuoyu ile paylaşmıyorlar?
Alın size bir Ersever sorusu, umarım bu aydın yazarçizer ekibi, bu soruya bir cevap bulur;
“1992 Aralık ayında Habur sınır kapısından, Serçil Kazaz’ın vasıtasıyla Kuzey Irak’a götürdükleri ve istihbarat teşkilatlarının kullandığı profesyonel nitelikli dinleme cihazlarıdır. Bu cihazlar Türkiye’ye nasıl girdi? Ne kadarı Türkiye’de kaldı? KYB(Talabani) Ankara’da bu cihazları kullanıyor mu? Yoksa bunları Saddam’ı dinlemek için mi aldı?”
Bu soruların yanıtı yok, olmadı hiç. “Ersever’in itirafları” diyen Soner Yalçın dahi bu soruları gündeme hiç taşımadı. Türkiye bu dinleme cihazlarının ne olduğunu asla öğrenemedi. Belki bu yazdıklarımızdan sonra, Ersever’e kulak veren biri çıkar da, şu Talabani’nin marifetlerini gün ışığına çıkarır, kim bilir?
Cem Ersever deyince, O’nu faili meçhul cinayetlerle bir araya getirip, PKK ile yapmış olduğu mücadelesini unutturmak ve kamuoyunun düşüncelerini öğrenmesini engellemek istediler ve ne yazık ki bunu başardılar.
Hâlbuki o yaşasaydı sadece faili meçhul cinayetler değil, aynı zamanda bu Talabani’nin de tezgâhları ortaya çıkmış olacaktı ama olmadı, izin vermediler anlatsın.
Bakınız bir çevrenize; Türkiye’nin 90’lı yıllardaki Özal siyasetinin yanlışlıklarını şimdi söyleyen var mı hiç? Yok.
Talabani-Barzani ikilisinin Türkiye çevirdiği tezgâhları çıkıp anlatan var mı? Yok.  
İşte kanaatimizce cinayet sebebi budur; konuşmasın diye öldürdüler Cem Ersever’i.
Kim öldürdü derseniz; Bizim için Uğur Mumcu cinayetinin perde arkasındaki güçler ve köstebekler ne ise, Ersever cinayetindekiler de onlardır. Çünkü her ikisi de Türkiye’nin ABD ve Irak politikalarını yüksek sesle dile getiren ve eleştiren kişilerdi.
Her ikisi de Sevr’e geri dönüş olduğunu ve Ermeni-Kürt işbirliğinin perde arkasında Sevr’ı çizenler, yazanlar olduğunu, Irak kuzeyinde bu amaçla bir Kürt devletinin kurulduğunu açık açık anlatıyordu.
Şimdi Kürdistan projesinin ardında İsrail, ABD ve AB olduğunu söyleyen kaç kişi kaldı bu ülkede? Bu gerçeği onlar gibi yüksek sesle yapan kaldı mı ki? Bakın daha dün İçişleri Bakanı Atalay Irak’a gitti ve Barzani ile görüştü. Daha dün Talabani ülkemize geldi, kırmızı halı üstünde karşılandı.
Daha dün Dışişleri Bakanımız,  Barzani’ye “Abi” dedi. Ersever ve Uğur Mumcu’nun işportacı dedikleri insanlar şimdi nerdeyse Türkiye’nin çözüm ortağı oldu.
Demek ki bu cinayetler amacına ulaşmıştır.  “Barzani-Talabani ikilisi” hakkında Türkiye’yi uyaran bu iki isim, gerçekleri söyleyen bu iki insan, bu gerçeğin ortaya çıkmasını istemeyenler tarafından susturulmuştur.
Buna göz yumanlara yazıklar olsun…

[1] PKK terör örgütün çıkardığı yayınların adı.
[2] Bişnbaşı Ersever’in İtirafları, araştırma, Soner Yalçın, s. 52. Doğan kitap.2008.
BİLGETÜRK


..