Öteki Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öteki Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2020 Çarşamba

İsmail Beşikçi den Bülent Arınç a Cevap - Medeniyet Kürdleri Asimile Etmek midir?

İsmail Beşikçi den Bülent Arınç a Cevap - Medeniyet Kürdleri Asimile Etmek midir? 



Güncel Hayat ve Siyaset, Öteki Tarih, İsmail Beşikçi, Bülent Arınç, Medeniyet, Kürdleri Asimile Etmek midir,


İsmail Beşikçi’den Bülent Arınç’a Cevap: Medeniyet Kürdleri Asimile Etmek midir?
cafrande.org -
14/02/2012

Hem Kürdçe’nin geri kalması, asimilasyonu için baskı zulüm yapacaksın, hem de, 
“Kürdçe çok geridir, medeniyet dili değildir, eğitim dili olamaz…” diyeceksin. 
bu çok pişkince bir tutum, şaşırtıcı bir tutum.
 Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Türkçe’nin medeniyet dili olduğunu söylüyor. 
Kürdçe’nin medeniyet dili olmadığını söylüyor. “Kürdçe ilkel bir dildir”demek 
istiyor. Kürdçe’yi yasaklıyorsun, Kürdleri asimile etmek için her türlü baskıyı 
zoru kullanıyorsun. Medeniyet bunun neresinde? Devletin ideolojik ve zorlayıcı 
baskı araçlarını bu yönde kullanıyorsun. Etkin ve sistematik bir şekilde 
kullanıyorsun, medeniyet bunun neresinde? Kütüphanelere girip Kürdçe kitapları, 
gazeteleri, dergileri ayırıp öbek öbek yakıyorsun, imha ediyorsun Katalogları 
değiştiriyorsun. Medeniyet bunun neresinde?
“Medeniyet Dili” Üzerine Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, “Kürdçe eğitim olmaz. Çünkü Kürdçe  medeniyet dili değildir. Ancak uygun bir zamanda, seçmeli ders olarak okutulması gündeme gelebilir” açıklamasını duyunca çok şaşırdım. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, bu açıklamayı, 4 Şubat 2012 de, CNN Türk’de, Şirin Payzın’ın, “Neler Oluyor” programında yaptı. Bülent Arınç Kürdlere şunu da söylüyor. “Türkçe medeniyet dilidir. Türkçe öğrenin medeni dünyaya dahil olun. İlkel dil Kürdçe’yle medeni dünyada yer alamazsınız.”

Halbuki Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, 22 Aralık 2011’de, TBMM de, hükümet 
adına bütçe görüşmelerini kapanış konuşmasını yaparken, “Kürdlerin, eğitim, dil, 
bilgi, kültür ve kimlik haklarını vereceğiz” demişti. Bülent Arınç Kürd kimliğinin 30 sene önce çıkmadığının altını çizerek “3 bin yıllık bir gerçektir. 

Bunu inkar ederseniz, 1980’lerin öncesine dönersiniz. Kimliğini tanıdığımız 
insanların tüm haklarını vereceğiz.” demişti. (Gazeteler, 23 Aralık 2011)
Bülent Arınç, 3 Mart 2011 tarihinde de, “Bir sanık savunma hakkımı Kürdçe yapmak istiyorum diyorsa, buna izin verilmeli” demişti.
Son iki açıklamayla birincisinin birbirleriyle çeliştiği açıkça görülmektedir. 
Kürdlere bütün hakları verilecektir diyen Bülent Arınç, son açıklamasıyla, 
Kürdlerin hiçbir hakka sahip olamayacağını söylemiş olmaktadır. Bu, hükümetin, 
AKP’nin yöneticilerinin kafalarının ne kadar karışık olduğunu gösteriyor. Kafası 
bu kadar karışık bir hükümetin Kürdleri, Kürd sorununu doğru dürüst yönetmesi 
mümkün değildir.

Bu arada, Genelkurmay Başkanı, Org. Necdet Özel’in, Milliyet’den Hikmet Bila’ya, 
5 Ocak 2012’de, yaptığı “Kürdçe eğitim olmaz” açıklamasını da kaydetmek gerekir. (Gazeteler, 6 Ocak 2012)

İkinci açıklama pişkince yapılmış bir açıklamadır. Başbakan yardımcısı pişkin 
bir tutum sergilemektedir. Şöyle ki, Kürdler ve Kürdçe 80 yılı aşkın bir 
zamandır çok ağır zulüm altındadır. Kürdleri Türklüğe asimile etmek için, 
Kürdçe’yi yok etmek için, Kürdlerin Kürdçe’yi unutmaları için, Cumhuriyet 
hükümetleri her türlü önlemi almıştır. Cumhuriyet yönetiminin, Cumhuriyetin 
Kürdlere kattığı hiçbir değer yoktur. Cumhuriyet, Kürdlere, baskı, zulüm 
asimilasyondan başka hiçbir şey vermemiştir. Pazara inen yoksul Kürd 
köylülerinden, Kürdçe olarak konuştukları kelime sayısına göre para cezası 
alınması, bu cezanın anında tahsil edilmeye çalışılması Cumhuriyet’in bir 
buluşudur.
Devletin ideolojik baskı araçları, devletin zorlayıcı baskı araçları Kürdlerin 
Türklüğe asimile edilmeleri için, Kürdçe’nin yok edilmesi için etkin bir şekilde 
kullanılmıştır. Kürdlerin ve Kürdçe’nin inkarı, Kürdçe’nin gelişmesini 
engellemek için her türlü önlemin alınması Cumhuriyet’i kuranların en önemli 
düşüncesi ve eylemi olmuştur. İnkara dayalı operasyonlar da sergilenmiştir. 
Örneğin devlet kütüphanelerindeki Kürdçe dergiler, gazeteler, imha edilmiş, 
kataloglar değiştirilmiştir. Sık sık yapılan güvenlik aramaları sırasında, 
evlerdeki Kürdçe kitaplara, gazetelere, dergilere anında el konulmuş, bunlar, 
uygun ortamlarda imha edilmiştir. Kürdleri ve Kürdçeyi, küçümseme, horlama, 
aşağılama, Türk batılılaşmasının, Türk aydınlanmasının çok önemli bir düşüncesi 
ve eylemidir.
Osmanlı yönetimi sırasında, 19. yüzyılın sonlarından itibaren, Kürdçe gazeteler, 
dergiler, kitaplar yayımlandığı biliniyor. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, 
birçok dergi, gazete, kitap yayımlanmıştır. İnkar, imha, Cumhuriyetle başlayan 
bir süreçtir.
Bu kadar baskı ve zulümden sonra, bu kadar, küçümseme, aşağılama ve horlamadan sonra, ”Kürdçe geri kalmış bir dildir, medeniyet dili değildir” demek pişkin bir tutum oluyor. Bu pişkin tutum, sadece, fiili olarak yaşananları yok saymak anlamına gelmiyor, aynı zamanda, o zulme ortak olmak anlamında geliyor.
Hem Kürdçe’nin geri kalması, asimilasyonu için baskı zulüm yapacaksın, hem de, 
“Kürdçe çok geridir, medeniyet dili değildir, eğitim dili olamaz…” diyeceksin. 
bu çok pişkince bir tutum, şaşırtıcı bir tutum.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Türkçe’nin medeniyet dili olduğunu söylüyor. 
Kürdçe’nin medeniyet dili olmadığını söylüyor. “Kürdçe ilkel bir dildir”demek 
istiyor. Kürdçe’yi yasaklıyorsun, Kürdleri asimile etmek için her türlü baskıyı 
zoru kullanıyorsun. Medeniyet bunun neresinde? Devletin ideolojik ve zorlayıcı 
baskı araçlarını bu yönde kullanıyorsun. Etkin ve sistematik bir şekilde 
kullanıyorsun, medeniyet bunun neresinde? Kütüphanelere girip Kürdçe kitapları, 
gazeteleri, dergileri ayırıp öbek öbek yakıyorsun, imha ediyorsun Katalogları 
değiştiriyorsun. Medeniyet bunun neresinde?
Bugün, Siirt, Bitlis, Hakkari, Bingöl, Diyarbakır, Van, Mardin, Şırnak, Batman, 
Dersim gibi Kürd bölgelerinde toplu mezarlar var. 3 binden fazla Kürt işkenceli 
sorgularda katledilmiş toplu mezarlara gömülmüş… Bu mu medeniyet? 1915’de, 
Ermenilere yapılan soykırım, zamana ve mekana yayılmış bir şekilde bugün de 
Kürdlere karşı sürdürülüyor.
Kürd dili uzmanları, Kürd diliyle birlikte, Batı dillerini, Doğu dillerini de 
bilen uzmanlar, Kürdçe’nin niteliği hakkında, gelişkinliği hakkında birçok 
açıklama yaptılar. İbrahim Seyidani’nin, “Bülent Arınç, Kürdçe ve Dil Problemi” 
başlıklı yazısı bu bakımdan dikkate değer bir yazıdır. Bu yazı, 7-8 Şubat 2012 
tarihinden itibaren, internette, pek çok sitede asılı duruyor. Bu yazı, bazı 
sitelerde, “Bülent Arınç’a Kürd Şaplağı” başlığıyla yer almış.
Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın, İddianameye cevap metninde Kürdçe’yi ve 
Türkçe’yi karşılaştıran, Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğü’ne dayanarak Türkçe 
sözcüklerin kökenlerini analiz eden bir bölüm vardı. DDKO Davası’nın, 12 Mart 
rejimi’nde (1971), Diyarbakır Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri 
Mahkemesi’nde görülen bir dava idi. İbrahim Seyidani’nin yazısı, bana o 
savunmaları hatırlattı.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde, ana okullarından üniversiteye kadar, üniversite 
dahil, Kürdçe eğitim yapıldığı biliniyor. Gülen Cemaati’nin bu bölgede açtığı 
okullarda Kürdçeyle eğitim yapıldığı da bilinmektedir. Kürdistan Bölgesel 
Yönetimi’nde resmi dilin, Arapça yanında, Kürdçe olduğunu da söylemek gerekir.
Bu yazılar şüphesiz çok değerli. Ama şöyle düşünmek de önemli. 90 yılı aşkın bir 
zulme ve baskıya rağmen, yasaklamalara, aşağılamalara, horlamalara rağmen, Kürd dili, hala yaşayabiliyorsa, gelişkin bir dildir. Kürd dili bu sistematik yok 
etme sürecine dayanabilmişse, varlığını hala sürdürüyorsa, günden güne 
gelişiyorsa, gelişkin bir dildir. 
Son birkaç yıldır, Kürd dilinin, hem yazılı olarak hem konuşma olarak epeyce yaygınlaştığı, geliştiği dikkatlerden uzak değildir.

Medeniyet Deyince…

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, “Türkçe medeniyet dilidir” açıklaması bende 
şu düşünceleri ve duyguları da uyandırdı. Medeniyet deyince benim aklıma Ermeni medeniyeti geliyor. 1915 ve sonrasında, soykırımla birlikte yok edilmeye 
çalışılan, yağmalanan Ermeni medeniyeti… Osmanlılarda matbaa 1830’larda kuruldu. 

İlk gazete 1830’larda yayına başladı.

Ermenilerdeyse matbaa çok daha eski yıllarda belki bir asır önce kuruldu. 
Venedik’te, İstanbul’da, İzmir’de, gazete, kitap, dergi yayını başladı. 19. 
yüzyılda, İstanbul, İzmir, Van, Diyarbakır, Trabzon, Harput, Sivas, Çukurova 
gibi alanlarda, düzenli gazeteler, dergiler, kitaplar yayımlanıyordu. 1915’de, 
soykırım sırasında, ve sonrasında, bu koleksiyonlar da imha edildi, yırtıldı, 
çamurlara atıldı, çiğnendi, yok edildi. Bu medeniyeti İttihat ve Terakki 
çeteleri, Türkçe konuşanlar yıktı. Bülent Arınç bu yıkım sürecinden hangi 
muhakemeyle bir medeniyet, Türk medeniyeti üretebiliyor?

Kürdlerin rolünü de unutmamak gerekir. Ama, Kürdler tetikçiydi. Tetikçiydi 
diyerek Kürdlerin rolünü küçültmek doğru değil. Ama operasyonu planlayanların, 
yaşama geçirenlerin yanında tetikçilik elbette, çok küçük kalır. 
Ayrıca, 
Ermenilere zulmedenlere, tetikçilere verilecek ödüller de çok büyüktü, cazipti.
Metin Aktaş’ın, Harput’daki Hayalet romanında okumuştum. 19. yüzyıl sonlarında, 
20. yüzyıl başlarında Harput Ermenileri anlatılıyordu. Yazar, romanın bir 
yerinde şöyle söylüyordu. “Her Ermeni evinde kütüphane vardı. Her Ermeni evinde, keman, piyano, ud, bağlama gibi müzik aleti kullanan bir kişi vardı. Her evde, geçerli Batı dillerinden birini konuşan bir kişi vardı. İşte, medeniyetin, 
uygarlığın önemli bir göstergesi budur. Bu medeniyet, uygarlık nasıl yıkıldı?
Araştırmacı-Yazar Temel Demirer, Hrant Dink anmasında yaptığı bir konuşmada, 
“Hrant Dink’in katili devlettir” demişti. Temel Demirer bu sözünden dolayı 
yargılanıyor. Yargılama devam ediyor.

Bu yargılamanın başlaması için Adalet Bakanı’nın “olur” demesi gerekiyordu. 
Dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, (2007-2009) bu izini verdi. Mehmet Ali 
Şahin bu izini verirken, “ben devletime katil dedirtmem” demişti.

Son yıllarda, “faili meçhul” denen cinayetler konusunda çok önemli gelişmeler 
oldu. Ergenekon soruşturmaları sürecinde, “faili meçhul” cinayetlerin failinin 
devlet olduğu, bu cinayetlerin, Ergenekon tarafından ve Ergenekon’un Kürd 
bölgelerindeki kolu JİTEM tarafından gerçekleştirildiği ortaya çıktı. Abdukadir 
Aygan gibi, Ayhan Çarkın gibi itirafçıların açıklamaları da, bu cinayetlere 
büyük bir açıklık getirdi. 19 Ocak 2012 de, Hrant Dink anmalarında, bu durum 
“katil devlet hesap verecek” sloganıyla ifade edildi. İstanbul’da, Taksim’den 
Agos’a kadar yürüyen onbinlerce insan bütün yürüyüş boyunca bu sloganı bağırdı. 
Aynı slogan, Ankara’da, TBMM önünde düzenlenen bir mitingde de kullanıldı. 
Kanımca bu daha anlamlıydı.
Yalnız, burada şu notu da koymak gerekir. Hrant Dink’i katleden Ergenekon 
örgütüydü. 
Gerek İstanbul’da, gerek Ankara’da düzenlenen gösterilerde, Ergenekon’u hatırlatan hiçbir slogan, konuşmalarda Ergenekon’u dilde getiren hiçbir ifade yoktu. AKP devletleşti, denerek bütün sloganlar, konuşmalar AKP’ye 
karşı yapıldı. Bu, Ergenekon’u gizlemek anlamına da geliyor. Bu çelişkili 
tutumun da üzerinde durulması gerekiyor.

Türk yöneticiler, Kürdler karşısında neden fütursuz

Şunca mücadeleye rağmen, Türk yöneticiler Kürdleri önemsemez, umursamaz 
tutumlarını sürdürüyor. Bunun önemli bir nedeni, Kürdlerin, özellikle Kürd 
aydınlarının Kürdçe’ye sahip çıkmamaları, ilgisiz kalmalarıdır. Aydınların, 
yazarların, Kürdlerin ve Kürdçe’nin neden aşağılandığını, neden engellendiğinin 
bilincine varmamalarıdır.

Kürd yazarlarının, aydınlarının birçoğu, şu şekilde anlatımlarda bulunuyor: 7-8 
yaşlarında ilkokula başladığımda hiç Türkçe bilmiyordum. Tek kelime Türkçe 
bilmiyordum. Türkçe’yi bize, okulda döverek, çeşitli cezalar vererek öğrettiler. 
Ailemiz, Kürdler, Kürdçe öğretmenler tarafından her gün aşağılanıyordu. 
Öğretmenler, güvendikleri bir öğrenciyi, Kürdçe konuşanları tesbitle 
görevlendirirdi. Bu arkadaş, teneffüste, evden okula gelirken, okuldan eve 
giderken, yolda, Kürdçe konuşanların adını bir kağıda yazar öğretmene verirdi. 
Öğretmen hemen veya ertesi gün Kürdçe konuşanlara sınıfta, çok ağır cezalar 
verirdi. Ellerimize cetvelle vurur, kulaklarımızı çeker, kafamızı duvara 
vururdu…
Kürd yazarların aydınların çoğu, bir muhabirin sorusu üzerine, benzer anılarını 
ayrıntılarıyla anlatıyorlar. Cezalardan örnekler veriyorlar.
Söyleşinin bir yerinde, muhabir yazara, Kürdçe yazın ve yayın ile ilgili sorular 
soruyor. Örneğin, yazılarını, eserlerini neden Kürdçe yazmadığını soruyor. Kürd 
yazar, aydın, ona şöyle cevap veriyor. “Ben Türkçe’nin Türk dilinin hayranıyım.” 
Böyle cevap veren birçok yazar, aydın var.
Bu kadar dayaktan, aşağılamadan, horlamadan, küçümsemeden, inkardan sonra nasıl böyle bir hayranlık doğabiliyor?

Özel harekat timleri, JİTEM, sabaha karşı köye baskın yapıyor. Kadın-erkek, 
çoluk-çocuk yaşlı-genç herkesi evlerinden çıkarıyor. Köy meydanında topluyor. “3 
saate kadar/üç güne kadar köyü boşaltacaksınız. Aksi halde, evlerinizi 
içindekilerle birlikte yakarız. Çocuklarınıza, kadınlarınıza, kızlarınıza, şunu 
yaparız, bunu yaparız…” diye tehdit ediyor. Emirler, direktifler veriyor. 
Herkesin gözü önünde bazı aile reislerini sopalıyor….
Pek çok Kürd kadınının, çocukların duyduğu ilk Kürdçe sözcükler, cümleler, belki 
de bunlardır. Bu ortamdan nasıl bir hayranlık üretilebiliyor?

Kendi Kendini Yönetme Hakkı

Türk yöneticiler, Türk üniversitesi, Türk basını, Türk aydınlarının yazarlarının 
önemli bir kısmı, Kürdlerin, Kürdçe’nin olmadığını söylüyorlardı.
1980’lerin sonlarında, “ Kürdçe diye bir dil var ama, bu ilkel bir dildir. 

Bu ilkel dille bilim felsefe yapılamaz bu ilkel dille roman yazılamaz. Bu ilkel 
dille Kürdler medeni dünya ile bütünleşemez. Kürdler en iyisi Türkçe öğrenip 
medeni dünyaya doğru açılım yapsınlar…” demeye başladılar.

2000’lerde, Kürd diliyle, bilim felsefe yapılabildiği, romanlar yazılabildiği de 
görüldü. Bunlar zaten vardı ve Kürdler bunları biliyordu. Türk inkarcılar da 
öğrenmiş oldular. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki gelişmeler dikkate değer.
Ama Türk yöneticiler, bu gelişmelere hala gözlerin kapalı tutuyorlar, “Kürdçe 
medeniyet dili değildir” diyerek, Kürdçe eğitimi engelliyorlar.

O zaman, kendi kendini yönetme, kendi geleceğini belirleme savunulması gereken temel ilkeler olmalıdır. “Kürdçe tahsil görüp de ne olacak. İleride memur olmak için, gireceği Türkçe sınavını kazanamadıktan sonra…” yollu itirazları önlemek için Kürdlerin kendi kendilerin yönetme, kendi geleceğini belirleme öne 
sürülmesi gereken temel ilkeler olmalıdır. Sık sık toplu mezarları gündeme 
getiren bir yönetimi Kürdler her zaman sorgulamak durumundadır. Bu kötü yönetime karşı kendi kendini yönetme isteği elbette doğal bir istektir.

İsmail Beşikçi.

İlgili yazılar:

  Fikret Başkaya: “Çağdaşlaşma, kalkınma… paradigmasının iflas ettiğini  kabullenmeliyiz 
1989 yılında Deniz Baykal başkanlığında hazırlanan SHP’nin Kürt Raporu ve  Çözüm Önerileri 
Paradigmanın İflası | Milli Mücadele Anti Emperyalist Bir Hareket Değildi – Fikret Başkaya 
Sivas Katliamı öncesi ve sonrasına dair iki belge: kışkırtıcı bildiriler ve  valinin itirafları 
Ahmet Nesin: “Sevgiyle kal Deniz Gezmiş, sevgiyle kal Ömer Sandıkçı…” 
Sokrates, Thoreau, Gandhi, Martin Luther King ve ‘sivil itaatsizlik’ eylemleri   – Ayşe Hür 
Anadolu’da Nefret ve Nefret İfadesi Olarak Şiddet’in Tarihine Yolculuk – Zahit  Atam 
Faşizme sempati duyan Knut Hamsun’a Norveç halkının tepkisi 

https://www.cafrande.org/ismail-besikciden-bulent-arinca-cevap-medeniyet-kurdleri-asimile-etmek-midir/

***

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 2

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 2



Hanefi Avcı, Cem Ersever, karşılaşması, Diyarbakır İl Başkanı, Vedat Aydın, Silopi, Cizre, Şırnak, Hüseyin Kocadağ, Derin Devlet, Güncel Hayat ve Siyaset, Haliçte yaşayan Simonlar, Halkın Emek Partisi, Jitem, Kitaplık, MİT, Öteki Tarih,


      Yine ” Ben ihbar etmeme rağmen kimse gitmiyor, Cudi Dağı x bölgesinde PKK’lılar var,” diyen bir köylüyü, söylediğinin yalan olduğunu bilmesine rağmen gece önüne katıp Cudi dağına operasyona tek başına gidecek kadar gözü kara idi. İşte Cem böyle biriydi. Bir müddet sonra JİTEM’in kurulmasıyla birlikte, Cem’in ve bazı subayların JİTEM’in bazı kurucuları arasında olduklarını duydum. Cem’in kendisi de bu faaliyetlerin içerisinde olduğunu söylemişti. O ilk başta Silopi 
bölgesindeydi, yanında Arif Doğan vardı. Muhtemelen o zaman Arif Doğan daha üst rütbedeydi. Cem ve yanındaki birkaç üsteğmen ve yüzbaşı beraber çalışıyorlardı. 

Kendilerine bir helikopter verilmişti. Kuzey Irak’taki yönetimlerle görüşerek 
PKK hakkında bilgi toplama faaliyetlerini organize etmeye çalışıyorlardı. Bir 
defasında Kuzey Irak’ta irtibat subayı gibi görev yaptıklarını da duymuştum. 
Bir süre sonra Cem binbaşının elemanlarının Silopi, Cizre ve Şırnak bölgesinde 
bulunduklarını ve faaliyet gösterdiğini duydum. Kimi zaman karşılaşıp 
konuşuyorduk.

 Bir müddet sonra Cem binbaşı Olağanüstü Hal Asayiş Kolordu Komutanlığının JİTEM 

Grup Komutanı olarak atandı ve bir yıla yakın burada görev yaptı. O süre içinde 
bir veya iki defa kendisini ziyarete gitmiştim. Yanında askeri personel olarak, 
daha sonra adı JİTEM faaliyetlerinde adı geçen bazı subayları farklı kod 
isimleriyle tanımıştım, ayrıca askerlik görevini yapan itirafçılar da bulunuyordu. Bunların bir kısmı daha sonra uzman olarak veya farklı görevlerle resmi kadrolar alarak Cem’in yanında çalışmaya devam etmişlerdi ama daha çok istihbarat toplama faaliyetlerinde bulunuyorlardı.O da bir veya iki kebzenim ziyaretime gelmişti, tabii bu karşılıklı görüşmelerimizde birbirimize itimat ettiğimizden her şeyi çok rahat konuşabiliyorduk. Cem bir gün bana illegal örgüt mensuplarının bazılarını gizli yakaladıklarını, sorguladıklarını söyleyerek onlardan aldığı silah ve malzemeleri gösterdi.Sorgulanan bu insanların akıbetlerinin ne olduğu konusuna açıklık getirilemiyordu, fakat dolaylı olarak sonucun ne olduğu tahmin edilebiliyordu.

 Cem PKK ile mücadele etmek için kanun dışı her türlü yöntemin kullanılması 
gerektiğini, normal yol ve yöntemlerle bu işin başarılamayacağını ima etmeye, 
anlatmaya çalışıyordu. PKK ile ancak böyle mücadele edilebileceğini çünkü bu 
kişilerin mahkemelerde ceza almadığını, korktukları için kimsenin onların 
aleyhine şahitlik yapmadığını ve davacı olamadığını, olaylar gece gerçekleştiği 
için kimsenin bir şey görmediğini, hatta onlara destek veren kişilerin 
suçlarının hukuki olarak ispatlanmasının ve cezalandırılmasının çok zor olduğunu 
ve bunun için bu kişilerin infaz edilmesi yöntemlerinin kullanılması 
gerektiğini, bu örgüt mensuplarının ancak bu tür yöntemlerle durdurulabileceğini 
çok hararetle savunuyordu. Bunun üzerine ben anlattığı yöntemlerin doğru yollar 
olmadığını söyledim. Çünkü bu bölgedeki PKK varlığının artmasında birçok kişinin 
olumsuz faaliyetinin payı olduğunu, bunun içerisinde bu bölgede çalışıp rüşvet 
yiyen, hatta koruculuk faaliyetlerinde bile silah dağıtılırken para alan kamu 
görevlileri olduğunu, PKK’nın bu açıkları kullanarak taraftar bulduğunu 
belirterek terör olaylarının artmasında etkili olan buna benzer yüzlerce başka 
olayı anlattım.
“Burada suçlu kim? PKK’ya ekmek veren, onlara yardım eden köylü mü, yoksa burada rüşvet mekanizmasını çalıştırmak suretiyle yanlış uygulamalar yaparak toprak ağalarına ya da nüfuzlu insanlara karşı köylüleri yanlız bırakıp PKK’nın 
kucağına atanlar mı?” diye sordum. Cem “Evet sen haklısın,” dedi ama sonra elini 
boynuna götürerek “Ben burama kadar bu işe battım, bana anlatma. Bu işe var 
mısın, yok musun?” dedi. Ben “yokum” demekle kalmadım, yine ısrarla bu 
yöntemlerin olayları daha da azdıracağını, bizim legal yöntemler dışına 
çıkmamamız gerektiğini kendisine epeyce anlattım ama o kanunsuz yöntemlere kesin inanıyordu.
 Bir müddet sonra iki itirafçı ve bir arkadaşıyla (bunlardan bir tanesi 
sanıyorum A.A. idi, önce itirafçı olup devlete sığındı, devlet içindeki 
yanlışları da gördükten sonra yurtdışına çıktı, orada PKK hem de bu olaylarla 
ilgili tarafsız ve kapsamlı bilgi ve gözlemlerini çeşitli gazetelere anlattı) 
yanımıza geldi; dört kişilerdi. O zamanki HEP adlı partinin binasında açlık 
grevleri yapılıyordu ve polis açlık grevlerinin olduğu yerde bekliyordu. Binanın 
yakınlarına patlayıcı madde koymayı düşündüklerini, herhangi bir polisin veya 
bir devlet görevlisinin zarar görmesini istemediklerinden oradaki polisin 
çekilmesini, bu konuda yardımcı olmamı istediler. O gün uzun uzun konuştuk, 
böyle bir şeyin olamayacağını, bu yolun doğru olmadığını kendisine dilimin 
döndüğünce anlattım. Cem hararetle bu tür şeylere taraftardı. Aslında o zamanlar 
yeni gerçekleştirilmiş bazı infazlar vardı ama onların yaptığını pek tahmin 
etmiyordum. PKK’nın legal yayını görünümündeki bir dergi yayınlanıyordu. 
Derginin bulunduğu binaya gidilerek dergi tahrip edilmiş ve buraya patlayıcı 
madde konmuştu. Bu arada o zamanki Baro Başkanı ve PKK’yı desteklediği söylenen bir kişinin, polis lojmanlarının hemen yakınında Ofis semtindeki arabasının altına patlayıcı konmuştu. Telsizlerle anonslar edildi. Şüpheli bir aracın 
plakası verilmişti. Bir iki dakika geçmeden telsizi dinlediğimde polis ekipleri 
plakası verilen aracı durdurmuş, aracın içerisinde Jandarma Asayiş Komutanlığı 
JİTEM ‘de çalışan itirafçılarla bazı asker ve subayların olduğu bilgisi verilmişti. Merkez aracı ve içindekilerin bırakılması talimatını verdi. 
    Bu olayla birlikte artık zihnimde olayları tek tek birleştirmeye, bu türden 
olayları gerçekleştirenlerin JİTEM’e mensup görevliler olduğunu düşünmeye 
başladım.
 Yine bir süre sonra HEP Diyarbakır il başkanı Vedat Aydın Diyarbakır Şehitlik 
semtindeki evinden polis görünümündeki kişiler tarafından Emniyete götürüleceği 
söylenerek kaçırılmıştı. O zamanlar Cem’in yanındaki bazı kişilere uyan bir 
eşkal tarif ediliyordu. Bu eşkallere göre faillerin Cem’in yanında çalışan 
insanlardan bazıları olabileceği kanaati bende de uyanmıştı ama tam olarak 
netleşmemişti. Olaylarla ilgili tahkikat yapılıyordu ve araştırmada Ankara’dan 
görevli olarak gelen insanlar da bulunuyordu. Diyarbakır’daki soruşturmanın 
başına o tarihte Emniyet Müdür Yardımcısı olan Hüseyin Kocadağ verilmişti. 

Bir gün polis evine gittiğimde bir kenarda çalışma yapıyor, kendi aralarında 
konuşuyorlardı. Ben de yanlarına gittim ve Hüseyin Kocadağ ortaya konan en ciddi buldukları şüpheyi anlattı:

Vedat Aydın’ın cesedi, Elazığ Maden ilçesi yakınlarında yani Diyarbakır’dan 
Ergani Maden istikametine giderken Maden ilçesi sınırları içerisinde bulundu. 
Cesedin bulunduğu yerle kaçırıldığı Diyarbakır arasındaki her yere sorup 
soruşturulurken yol üzerindeki trafik ekiplerine de sormuşlardı. O gün Ergani’de 
bulunan bölge trafik ekibi, Ergani Maden arasında hemen Ergani çıkışında Çimento fabrikasının az ilerisinde yolda trafik kontrolü yapıyormuş. Bu trafik kontrolü esnasında Ergani merkezden, Bölge Trafik İstasyonuna bir anons gelmiş, Ergani Dicle istikametinde (yani ters istikamette) bir trafik kazası olduğu, oraya 
bakmaları söylenmiş. Ekip yoldaki kontrolü bırakıp Ergani’ye gitmiş, Ergani’den 
Dicle istikametine dönmüş. Belirtilen yere vardıklarında herhangi bir kazanın 
olmadığını görmüşler ve tekrar kendi görev yerlerine dönmüşler. İşte ekibin 
verdiği bu ifade dikkat çekmişti. Olmayan bir kazanın kontrol edilmesi 
bahanesiyle ekip yoldan çekilmişti. Bunun üzerine Hüseyin Kocadağ ve araştırmayı yapan diğer görevliler bu anonsu geçen Ergani polis merkezine neden böyle bir anons yaptıklarını sorduğunda ihbarın İlçe Jandarma Komutanlığından geldiğini söylemişler. İlçe Jandarma Komutanlığına sorulduğunda, bu bilginin Jandarma Bölge Komutanlığından geldiğini anlatmışlar. Jandarma Bölge Komutanlığına sorulduğunda ise bilginin Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Harekat Merkezin den geçindiğini söylemişlerdi. İşte o safhadan sonrası sorulmamıştı veya bana anlatılmadı. Ama ban anlayacağımı anlamıştım. 
Bana göre Vedat Aydın’ı kaçıranlar, onu Elazığ Maden ilçesine götürürken yolda trafik ekipleri tarafından kontrol edilme ihtimaline karşı Asayiş Kolordu Komutanlığı ara kademeler üzerinden bilgi aktararak polis ekibinin oradan çekilmesi sağlanmıştı. 

Böylece olayın artık kimin tarafından gerçekleştirildiği net olarak 
anlaşılıyordu.

 Vedat Aydın, kaçırılmasından kısa bir süre sonra Diyarbakır’dan 70-80 km 
uzaktaki Maden ilçesi yakınlarında Diyarbakır-Elazığ karayolu üzerinde Maden 
çayının kenarında kalaşnikof makineli tüfekle ile taranarak öldürülmüş olarak 
bulundu. Cesedin bulunmasıyla birlikte de fırtına koptu.

 Vedat Aydın’ın cenaze töreni, Diyarbakır’da çok ciddi olaylara sahne olmuştu. 
İlk defa Diyarbakır’da geniş bir toplumsal tabana yayılan ciddi manadabir olay 
gerçekleşmişti. HEP için Türkiye’nin her yerinden binlerce insan Diyarbakır’a 
gelip cenaze törenine katılmış, bu olay büyük bir yürüyüşe ve ciddi tepkilere 
neden olmuştu. Bütün devlet kurumlarına (TRT’ye, polise vb.) saldırılmıştı. 
Cenaze, defnedileceği yere götürülürken surlarla Mardin Kapı Karakolu arasındaki 
dar yoldan geçen cenaze konvoyundaki bazı kişiler (özellikle kontrolden çıkan 
gençler ve çocuklar) Polis Karakolunu taşlamış ve karakola saldırmıştı. 
Karakoldaki görevlilerin kendilerini korumak için silah kullanması sonucunda 
(göstericilerin de silah atması iddiaları vardı) üç kişi ölmüş, 5-6 kişi 
yaralanmıştı. Cenazenin defnedilmesinin ardından ise aynı yerden tekrar geçmek 
isteyen kalabalık karakola daha yoğun bir şekilde saldırdığında,görevlilerin 
tekrar ateş açması sonucunda (bir kısmı düşerek, bir kısmı uçurumlara 
yuvarlanarak) on dokuza yakın kişi hayatını kaybetmişti. Yüzlerce de yaralı 
vardı. Böyle ağır bir olay daha önce hiç yaşanmamıştı. Aslında bana göre o 
cenaze töreni, tören sırasında o bölgede olup biten herşeyi ayrı bir skandaldı, 
çünkü cenazenin önce köye götürüleceği köyde defnedileceği belirtilmişti ama 
sonra şehir merkezine defnedilerek inanılmaz olaylara sebebiyet verilmişti. Bu 
cenaze töreninde HEP’lilerin ve valiliğin yaptığı yanlışlar başka bir kitaba 
konu olacak kadar çok ve ibretlik olaylardan oluşmaktadır. Sonuç olarak tüm 
tarafların hesapsız ve sorumsuz davranışları 23 kişinin ölümüne sebebiyet 
vermişti. İşte Cem aslında bu olayın baş planlayıcısı ve failiydi.

İlgili yazılar:

  Hanefi Avcı anlatıyor: Binbaşı Cem Ersever’i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? ,
  Birkaç Kitapta Açık Olarak Anlatıldığı Halde 20 Yıldır Çözülmeyen Musa Anter     Cinayeti, 
  Hanefi Avcı: Devletin psikolojik harekât yöntemleri, insanların olayları anlamalarını imkansızlaştırıyor ,
  Hanefi Avcı açıklıyor: ABD Kimi Destekliyor? PKK’yi mi, Türkiye’yi mi?, 
  Hanefi Avcı anlatıyor: Cemaat Nasıl Yönetiyor, Kimler Yönetiyor?, 
  Fikret Başkaya: “Çağdaşlaşma, kalkınma… Paradigmasının iflas ettiğini kabullenmeliyiz, 
  Psikolojik savaş Stratejisi ve medyanın rolü – Şaban İba 
  Yılmaz Güney: Faşizm Bütün Halkların Düşmanıdır [Siyasal Yazılar, Konuşmalar] 
Başbakanın solcusu Doğan Tarkan, Zaman’a ifade verdi: “ Bütün Sol koyun gibidir”

Sonraki İçerik
Öykü | Dur Bakalım Ne Olacak – Aziz Nesin
cafrande.org

DIEGO ARMANDO MARADONA | FUTBOL, UYUŞTURUCU, POLİTİKA VE TANRI’NIN ELİ…
MÜDAHALE ETMEK KİMİN HAKKI? BARBARLIĞA KARŞI EVRENSEL DEĞERLER – IMMANUEL WAILLERSTEIN
“SİYASİ SUÇLU” AHLAKİ VE SOSYAL BAKIMDAN SUÇLU SAYILABİLİR Mİ? – CEMİL MERİÇ
KOMPLO TEORİLERİNİ ANLAMAK TEŞHİS ETMEK VE BAŞA ÇIKMAK
ERİCH REMARQUE: “ÇOCUKLAR!” DİYORUM, NE ÖĞRETEYİM SİZLERE? “EVLERİNİZE GİDİN. BUGÜN OKUL YOK.”
KİTLE VE İKTİDAR: ELE GEÇİRME VE İÇE ALMA – ELİAS CANETTİ
© www. cafrande.org 
Farklı fikirlere, renklere ve seslere yolculuk 
Kaynak 
gösterilmeden alıntı yapılamaz | iletişim: 
cafrande.org@gmail.com, 
bariskisin@gmail.com
İranlı gazeteci Pervin Ardalan uyardı: “ Herşey yavaş yavaş oluyor gözünüz açık... ''

https://www.cafrande.org/hanefi-avci-anlatiyor-binbasi-cem-erseveri-kim-neden-nicin-ve-nasil-oldurdu/

***

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 1

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 1


Hanefi Avcı, Cem Ersever, karşılaşması, Diyarbakır İl Başkanı, Vedat Aydın, Hüseyin Kocadağ, Derin Devlet, Güncel Hayat ve Siyaset, 
Haliçte yaşayan Simonlar, Halkın Emek Partisi, Jitem, Kitaplık, MİT, Öteki Tarih,

cafrande.org -
12/10/2010
Hanefi Avcı’nın Cem Ersever’le karşılaşması, HEP* Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın öldürülmesi

*HEP:Halkın Emek Partisi Vedat Aydın kimdir?.

Vedat Aydın, 1953 yılında Diyarbakır’ın Bismil İlçesi’ne bağlı Kürthacı Köyü’nde 
dünyaya geldi. 1979′da Diyarbakır’daki Dicle Üniversitesi Eğitim Enstitüsü 
Edebiyat Bölümü’nden mezun oldu. 12 Eylül harekatından sonra tutuklanıp 4 yıl 
hapis yattıktan sonra 1990 yılında Diyarbakır’da İnsan Hakları Derneği’nin 
kurucu üyesi oldu. 28 Ekim 1990′da İHD Genel Kurulu’nda yaptığı Kürtçe 
konuşmadan dolayı tekrar tutuklandı. Kapatılan Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki 
duruşmada Türkçe konuşmayı reddetti. 5 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest kalan Vedat Aydın, İHD Diyarbakır Şube Başkanlığı’na seçildi. 1991 yılı Haziran ayında HEP Diyarbakır İl Kongresi’nde başkanlığa seçildi. Başkan seçildikten 20 gün sonra kaçırılarak işkenceyle öldürüldü. Diyarbakır’da 10 Temmuz 1991 günü cenaze töreni düzenlendi. Aydın’ın Mardinkapı Mezarlığı’na defnedilmesi sırasında çıkan olaylarda mezarlık çevresindeki Surların üzerinden kalabalığa açılan ateş sonucu 3 kişi öldü, çok sayıda kişi yaralandı.

Hanefi Avcı itiraf ediyor…
Cem Ersever’in öldürülmesi Güneydoğu’daki olayları veya Türkiye’deki iç güvenlik 
anlayışını (veya JİTEM anlayışını) birçok açıdan ibret alınacak şekilde gözler 
önüne seren bir olaydı. Yalnızca bu olayın irdelenmesi ve tam manasıyla 
aydınlatılması ve faillerinin yargılanması bile Türkiye’de Susurluk ve Ergenekon 
anlayışının teşhiri ve ne olduğunun anlaşılması açısından yeterlidir. 

Ama maalesef her şeyi ile açık ve net olmasına rağmen bu olay hala istenilen 
seviyede soruşturulup, failleri yargılanamadı. Cem Ersever’in öldürülmesi ile 
ilgili olarak Meclis Susurluk Araştırma Komisyonunda ve daha sonra adliyede 
geniş olarak ifade verdim ama bu ifadeler hep resmi kalıplar içerisinde kaldığı 
için belki şimdi olayı bir hikaye ya da bir film senaryosu içerisinde anlatmak 
ve daha iyi anlaşılır hale getirmek gerekiyor.

Cem Ersever’i ne zaman tanıdım? Eruh ve Şemdinli ilçelerinin 15-16 Ağustos 
1984’te PKK gerillaları tarafından basılmasından sonra Güneydoğu illerini 
terörle mücadele ve istihbarat açısından desteklemek amacıyla yapılan 
çalışmalarda, ben de çalıştığım Mersin Terörle Mücadele Şubesinde mimlenip önce 
İstihbarat Daire Başkanlığının açtığı Yeraltı Yıkıcı Faaliyetlerle Mücadele 
(YYFM) kursuna alındım. 

   Daha sonra, 1984 yılının son günlerinde de bir grup arkadaşımla birlikte tayinim Diyarbakır’a çıktı ve hemen gidip göreve başladım. 

Yeni atanan grubun amiri bendim, ekip halinde hızlı bir şekilde Güneydoğu’daki 
olayları öğrenmeye çalışıyorduk. Diyarbakır İstihbarat Şube Müdür Vekiliydim ama Diyarbakır’dan çok tüm Güneydoğu bölgesinde görev almak gereğini duyuyordum veya Genel Müdürlük de bana biraz böyle bir görev biçiyordu. 

Tabi i sıkıyönetim komutanlığının Diyarbakır’da olması, bölgesel düzeyde bir görev olması ve bizim sıkıyönetim karargahında bulunmamız da böyle bir imkanı bize veriyordu. Göreve başlamamdan birkaç gün sonra, SASON operasyonu olmuş ve Ali Ozansoy isimli örgütün önemli kadrolarından Sason bölge komitesi sorumlusu, geniş bilgi birikimine sahip entelektüel bir örgüt yöneticisi yakalamıştı. Ali Ozansoy’un ilk sorgulanması sırasında PKK’nın kuruluşundan o güne kadarki (yani 1985 yılı itibariyle) geçmişini, varlığını, yurtdışı ve yurtiçi faaliyet ve hedefleri, bu 
yeni çıkışının amacının ne olduğunu, ne yapömak istediğini bir bütünlük içerisinde kapsamlı olarak anlatan ifadesini bir videobanda kaydetmiştik. Sonra bu kaydı sistematik yazılı bir metin haline getirip, bölgedeki görevlilere dağıtarak herkesin PKK hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamıştık. Bu farklı bilgi alma yöntemi, PKK’yı gösteren faaliyetimiz bize önemli bir güç ve bilgi kazandırmış, aynı zamanda Sıkıyönetim Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü düzeyinde farklı bir bakış açısı edindirmişti.
   O güne kadar bazı terör faaliyetleri gerçekleştirilmiş, Eruh ve Şemdinli 
ilçelerinin basılmış olmasına karşın güvenlik kuvvetleri karşılarındaki grubun, 
PKK’nın amacının ne olduğunu, ne yapmak istediğini bilmiyordu. Hatta birçoğu 
Eruh ve Şemdinli baskınlarını Suriye’den gelen insanların yaptığını 
zannediyordu. 
    Eruh Şemdinli baskınından sonra bölgeye gönderilen Güvenlik Kuvvetlerinin aldığı ilk ifadelerde çok ilginç noktalar vardı. İnanılmaz ve tuhaf bir biçimde ifade alınmıştı; olay bir türlü kavranamamış, olayın ne olduğu hakkında bir fikir sahibi olunamamıştı. Bu yüzden tüm yönleriyle almış olduğumuz Ali Ozansoy’un ifadesi, PKK’nın ne olduğunu, ne yapmak istediğini, gelecekte PKK’nın neler yapacağını, hedeflerinin ne olduğunu ortaya koyan çok önemli bir belgeye dönüşmüştü. PKK’nın yeni süreçteki çıkışı, o güne kadar daha derli toplu anlatılmamıştı.

İlk yıllarda Diyarbakır’da fazla bir PKK varlığı yoktu, daha doğrusu Alaattin 
Zuhurlu ve bölge halkından birkaç arkadaşından oluşan bir gerilla grubu vardı 
ama onlar da pek fazla etkin değillerdi. Eylemsel olarak da fazla bir şey 
yapmamışlardı, daha çok keşif, belki bölgeyi tanıma gibi faaliyetlerde 
bulunuyorlardı. Bizim Genel Müdürlük adına PKK faaliyetlerinin daha yoğun olduğu birçok yere ( Siirt, Hakkari ve Şırnak bölgelerine ) gidip oralarda inceleme 
yapma imkanlarımız vardı. Güneydoğu illerini gezip tanımaya ve oradaki 
meslektaşlarımızla veya askeri yetkililerle ya da sıkıyönetim görevlileriyle 
görüşerek PKK hakkında bilgi toplamaya yönelik bu tür inceleme çalışmalarının 
birinde Siirt’e gittik. O zamanlar Siirt’te Emniyet Terörle Mücadele Şube 
Müdürümüz Cafer Şahin’di. Bu konulara yatkın ve yetenekli biriydi. Zaten daha 
önce Ankara Asayiş Cinayet Masasında çalışmış, siyasi örgütleri sorgulamış 
olduğundan bu konuda oldukça donanımlı biriydi. Cafer Şahin’in örgüt mensupları, onların faaliyetleri, kod isimleri vs. hakkında tuttuğu küçük not defterinin bir fotokopisini almıştım. Bu defter bizim çok işimize yaramıştı.

İşte o arada birileriyle konuşurken, Siirt Jandarmasında sorgu operasyonları 
işlerine bakan Cem Ersever’le karşılaştım. O zamanlar üsteğmen veya yüzbaşıydı. 
Karşılaştığımızda, nereye gitse hep bizden bahsedildiğini söyledi. Genel Müdürlük adına yapılacak bazı görevler dolayısıyla defalarca Şırnak’a Hakkari’nin en ücra ilçesi Beytüşşebap’a gidiyor, buradaki meslektaşlarımızla ve halkla görüşerek bölgeyi ve insanları tanımaya, olayların iç yüzünü anlamaya çalışıyorduk. Biraz da belki Diyarbakır bölgesinde örgütün pek etkin olmamasından dolayı oradan gelmenin rahatlığıyla etrafta çekinmeden dolaşıyorduk. Birçok insan oralara gelip gittiğimizi ve adımızı biliyordu ama bizi polis değil de daha çok Milli İstihbarat Teşkilatının elemanı zannediyorlardı. Çünkü polisin oralarda dolaşması pek alışılmış bir şey değildi. 

Siirt İl Jandarma Alay Komutanlığı bölgesinde çalışan Cem yüzbaşı da tüm bölgeyi 
dolaşan, bölgede olup biten her şeyi kontrol eden gözü kara biriydi. İşte 
bölgede dolaşırken Siirt’teki bütün köylerde, mezralarda bizim adımızı duyduğunu 
söyledi. Bir süre Cem’le sohbet ettik. Kısa süre içerisinde onun işine sarılan, 
bütün mesaisini ve zamanını her şeyiyle canı gönülden işine adayan, sürekli işi 
takip eden, olayları çok önemseyen ve bu davaya inanmış biri olduğu kanaatine 
vardım.
 O da belki bende belli şeyleri gözlemlemişti. İlk karşılamamızla birlikte 
aramızda aynı inanç ve düşünceyi paylaşan insanların yakınlığı ve samimiyeti 
oluşmuştu. Görevle ilgili her konuda rahat konuşabileceğim, derdimi rahat 
anlatabileceğim, farklı konularda tartışıp fikir birliği kurabileceğim biri gibi 
görünüyordu. Çünkü biz bütün varlığımızla, bütün mealimizle üzerinde olduğumuz 
işe odaklanmamız gerektiğine inananlardandık. O da bu anlayıştaydı.
Daha sonraki dönemlerde çok sık görüşemedik. Çok nadiren birkaç defa karşı 
karşıya gelmiştik. Ama kendimizi birbirimize çok yakın hissediyor, her 
karşılaşmamızda kimseyle paylaşmadığımız sırlarımızı birbirimizle 
paylaşabiliyorduk. Aradan epey bir zaman geçti. Bu arada Şırnak’ta bir iki defa 
karşılaştık zannediyorum. O karşılaşmalarımızda çok daha kızgındı. Özellikle 
askeri birimlerin şuurlu, makul ve mantıklı şekilde hareket edemediklerinden 
bahsediyordu. Hatta ilginç denemeler yapıyordu, daha sonra uyguladığı bu 
yöntemlerin bazılarından yazdığı kitaplarda da bahsetti.
 O zamanlar Şırnak Uludere arasında gelip geçen herkes askerler tarafından 
sürekli kontrol ediliyordu. Durdurup araçları arıyorlar, yolcuların nereden 
gelip nereye gittikleri ve isimleri defterlere kayıt ediyorlardı. Ve tabii 
herkesten kimlik soruyorlardı. Cem kendisi için, PKK’nın o zamanki en önemli 
yöneticilerinden Duran Kalkan veya herkes tarafından Selim Hoca diye bilinen 
Selahattin Çelik gibi birkaç insan adına sahte kimlikler hazırlamıştı. Bir gün 
Cem otomobile sivil olarak binmiş, otomobil kontrol için durdurulduğunda 
askerlere kendi kimliği yerine bir seferinde Duran Kalkan’ın, başka bir sefer de 
Selahattin Çelik’in kimliğini göstermiş, kayıtlara da bu isimler geçmişti. Daha 
sonra tugay yetkililerine gidip, Şırnak’taki kontrol noktalarından Selahattin 
Çelik ve Duran Kalkan’ın geçtiğini söylemişti.
Bunun üzerine askerler Şırnak’ın giriş ve çıkışında gelip geçen herkesin 
kimliklerinin yazıldığı defterleri getirip baktıklarında gerçekten Selahattin 
Çelik ve Duran Kalkan’ın adları yazılıydı. Cem’in göstermek istediği durum da 
buydu. Kontrol noktalarında bölgelere girip çıkanların adı yazılıyor, kimlikleri 
kaydediliyordu fakat örgüt mensupları, yöneticileri hakkında hiç kimse bilgi 
sahibi olmadığından örgütün yönetici kadrolarından ya da aranan bir kişi bile bu 
kontrol noktalarından çok rahatça geçebiliyordu. İsimler hakkında bilgi sahibi 
olmadan yapılan bu kontrol ya da kayıt tutmaların hiçbir işlevi olmuyordu. İşte 
Cem bu türden denemeler yapmıştı, kendisi bana bunları anlatmıştı, hatta daha 
sonra kitabında da benzeri şeyleri okumuştum. Kabına sığmayan sürekli koşturan biriydi.
 Bu bölgedeki terör olayları nedeniyle hepimiz örgütün yeri ve faaliyetleri 
hakkında istihbarat almaya çalışıyorduk. Bazı insanlar da bu durumdan istifade 
etme gayretindeydi. Cem yüzbaşı (bir müddet sonra binbaşı olmuştu sanıyorum) 
bunlardan bir kısmını deşifre etmişti. Bu insanlar önce Jandarma Emniyet veya 
diğer istihbarat birimlerine gidip şu kişiler PKK’ya yardım ediyor, şu gün PKK 
mensupları onların yanına geldi, şu olayda kavuzluk yaptılar, şu kişi şu olayda 
PKK mensuplarına öncülük yaptı gibi ihbarlarda bulunuyorlardı. Sonra ihbar edip 
yakalattığı kişilerin evlerini ziyaret ediyor, polis ve askerlere rüşvet vererek 
onları kurtarabileceklerini söyleyip ailelerinden para alıyorlardı. Ardından 
Jandarmaya ya da polise gidip, bu kişilerin devlete çalışarak PKKhakkında tekrar 
bilgi aktaracaklarını söyleyerek onların salıverilmesini sağlıyorlardı. Masum 
insanları örgütle irtibatlı oldukları iddiasıyla yakalatıp daha sonra onları 
kurtarma vaadiyle yakınlarından para alan bu kişiler bu işi meslek haline 
getirmişlerdi. Bu yöntem maalesef bu bölgede çok yaygındı. Kimileri de önce 
jandarmaya gelip bir müddet bilgi vererek Jandarmayı oyalıyor, sonunda verdiği 
bilgilerin yanlış olduğu ortaya çıkıyordu. Bu defa Emniyete gidiyor, bir süre 
aynı şekilde emniyet mensuplarına bilgi veriyor, Emniyet bu kişilerin sahtekar 
olduklarını fark edince bu kez Milli İstihbarat Teşkilatına yöneliyorlardı. 
Orada da bu insanların üçkağıtçı oldukları anlaşılıncaya kadar epeyce bir zaman 
geçiyordu. İşte Cem binbaşı bunlardan bazılarını ilçe merkezlerine götürüp,” 
Sizi ihbar eden, hakkınızda iftira atan ve bize ihbar mektubu yazan üçkağıtçılar, sahtekarlar bunlar,” diyip onları kahvelerin orta yerinde teşhir etmişti.


***