İlhan Selçuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İlhan Selçuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mart 2021 Pazartesi

Taraf Yeni Cumhuriyettir. Mehmet Altan da yeni İlhan Selçuk.

 Taraf Yeni Cumhuriyettir. Mehmet Altan da yeni İlhan Selçuk.

Kategori: Siyaset
2008-09-23

Behiç Gürcihan, Açık İstihbarat’taki “Taraf Yeni Cumhuriyettir” yazısında, her zaman olduğu gibi, bazı orijinal fikirler ve bilgiler içeren, okunmaya değer olan, ama temeli doğru olmayan bir analiz yapmış. Behiç Gürcihan, “liberal-demokrat kesim”i sert şekilde eleştiren birçok diğer fikir adamı(Nihat Genç, Yalçın Küçük vb.) gibi, orijinal şeyler söylüyor ama yanlış noktada duruyor.

Behiç Gürcihan yazıya şöyle girmiş:

“ Taraf, yeni Cumhuriyet’tir. Mehmet Altan da yeni İlhan Selçuk.”

İlhan Selçuk/Cumhuriyet, “laiklik söylemi”nin medyadaki ve hatta toplumdaki temel imtiyaz sahibi/sembolü gibiydiler. Ama “demokrasi söylemi”nin temel imtiyaz sahiplerinin/sembollerinin Mehmet Altan/Altanlar/Taraf olduğunu iddia etmek pek gerçekçi değil.

Mehmet Altan/Taraf, “liberal-demokrat sesler”in içindeki odak noktalarından sadece bir tanesi. Kendine İlhan Selçuk’u ve Cumhuriyet’i idol bellemiş, onları tabulaştırmış elitimsi bir (gerçi Türkiye’deki hiçbir elit gerçek elit değil ya, anladınız siz ne demek istediğimi) kitle var. Ama kendine Mehmet Altan ve Taraf’ı idol belleyen, tabulaştıran (avam ya da elit) kitlelerin varlığından söz etmek çok gerçekçi değil. (İlle de liberal kesimin tabulaştırdığı bir olgudan söz edilecekse, o olgu Orhan Pamuk’tur.) Ağırlıklı olarak Cihangir kafelerinde okunduğunu düşündüğüm Taraf’la ve tüm popülerliklerine rağmen her zaman için tartışmalı bir konumda olmuş olan Altanlar’la “Cumhuriyet eliti”nin sembolleşmiş gazetesini ve bu gazetenin sembolleşmiş başyazarını kıyaslamak mantıklı değil.

Behiç Gürcihan’a, Altanlar’ın da tıpkı İlhan Selçuk gibi kendilerini tekrarladıkları konusunda hak veriyorum; Altanların siyasi/sosyolojik konularda yazdıkları şeylerin yaratıcılık düzeyi de tartışılabilir, ama buna rağmen varlıklarının olumlu. Bir gazetecinin gerekli ve yararlı olması için, sosyolog/siyasetbilimci olması gerekmez. Altanlar, bildikleri doğruları sürekli tekrarlıyor olabilirler ama en azından İlhan Selçuk gibi yanlışları tekrarlamıyorlar. Behiç Gürcihan’ın bazı düşüncelerini Altanlar’ınkilere kıyasla daha orijinal bulmama rağmen, Altanlar’ın duruşlarını daha sağlam ve doğru buluyorum. Behiç Gürcihan’ın, yaratıcılık sorunu çeken yüzlerce köşe yazarı içinde seçe seçe Altanlar’ı hedef olarak seçmesi, asıl öfkelendiği noktanın yaratıcılık olmadığını gösteriyor bence.

“Demokrasi söylemi”, “laiklik söylemi” gibi tepeden inmeci değil. Demokrasi söyleminin bir “entelijensiya grubu"nun manipülatif kontrolü altında olduğunu düşünmek de gerçekçi değil. Demokrasi söylemi, tabandan, halktan, Anadoludan yükseldi, entelijensiya ise “olay”a sonradan dahil oldu. Türkiye’deki demokrasi söyleminin (doğrularıyla/yanlışlarıyla) sembolü olarak bir isim seçilecekse, o isim Mehmet Altan vb. bir gazeteci/entelektüel/kalemşör değil Recep Tayyip Erdoğan olacaktır. İlhan Selçuk’un “öteki kamp”taki karşılığı Mehmet Altan değil Recep Tayyip Erdoğan’dır. Hatta Recep Tayyip Erdoğan, yarattığı polemiklerle, kendine özgü hitabet üslubuyla, esprileriyle vb. Altanların toplamından çok daha etkili ve orijinal bir köşe yazarı olarak görülebilir. (Zaten Ahmet Hakan’ın, Aydın Doğan’a Tayyip Erdoğan’ı köşe yazarı yapması için teklif götürmesi de boşuna değildir.) Gazete köşelerinden, entelektüel ahkamlarından, elit gruplardan yükselen laiklik söyleminden farklı olarak, demokrasi söylemi, halktan yükselmiştir, o halkın sözcüsü de Recep Tayyip Erdoğan’dır; Mehmet Altan/Taraf vb. çevrelerse, işin “ekstra”sıdır, deyim yerindeyse Cihangir şubesidir.

Behiç Gürcihan, “Yeni Devlet’in ideolojik totemi demokrasidir” demiş. Yeni devletin laiklik gibi her türlü manipülasyona açık bir kavramdansa demokrasi gibi klasik ve net bir kavramın üzerinde yükselmesi daha olumlu değil mi? Totemleştirilmiş olsa bile, demokrasi, yeterince net bir kavram değil mi? Behiç Gürcihan Ahmet Altan’ın sürekli demokrasiden bahsederek demokrasinin içini boşalttığını söylemiş. Gazete köşelerinde sürekli demokrasiden bahsedilmesi, demokrasinin içini boşaltmaz, bir “demokratlık faşizmi”ne de yol açmaz; en kötü ihtimalle, sürekli demokrasiden bahseden köşe yazarlarının okura sıkıcı gelmesine ve okur kaybetmesine yol açabilir, bu da söz konusu olan köşe yazarlarının sorunudur, rejimin sorunu değildir. Behiç Gürcihan’ın şu cümlesi de ilginç ama yanlış : “Birilerinin Selçuk’a “aydınlanma çağının”, Altanlar’a da “bilgi çağının” sona erdiğini anlatması gerekir.” Doğrusu bence şu olmalı: “Birilerinin Selçuk’a “aydınlanma çağının”bittiğini, Altanlar’a da “bilgi çağından” bahsetmenin artık orijinal olmadığını anlatması gerekir.”

Behiç Gürcihan, Altanlar’ı ve Taraf’ı çok sert bir şekilde eleştiriyor olmasına rağmen, onları obsesif bir ölçüde ciddiye alıyor ve büyütüyor. Peki nasıl oluyor da Taraf’ı ve Altanlar’ı benden çok daha fazla ciddiye alan Behiç Gürcihan, onlara bu kadar karşı olabiliyor? Acaba Behiç Gürcihan, bilinçaltında Taraf’a ve Altanlar’a gizli bir hayranlık duyuyor olabilir mi? Onlara kafasında onların bile sahip olma iddiası taşımadıklarını tahmin ettiğim büyüklükte bir güç atfetmesine başka açıklama bulamıyorum. Taraf, “öteki kamp”ın Behiç Gürcihan gibi onu aşırı ciddiye alan insanları sayesinde büyüyor. Taraf’a karşı olanlar, Taraf’ı, Taraf’ın okurlarından daha fazla ciddiye alıyorlar. Örneğin Taraf’a karşı olan kimi tanıyorsam hepsi bana sürekli Alev Er’den bahsediyor, ama Taraf okuyan arkadaşlarımın çoğu Alev Er’in adını bile bilmiyor. Kısacası, Taraf’ı bir yerlere getiren asıl güç, İslami sermaye değil, Behiç Gürcihan gibi “fanatik liberalizm eleştirmenleri”dir. Behiç Gürcihan ve onun frekansındaki insanlar, Taraf'ı adeta Türkiye'deki en büyük karanlık güç olarak görmekteler. Ben de komplo teorisyenliğine eğilimli olsam, Behiç Gürcihan'ın Taraf'ı (negatif yönde olsa bile) bu kadar büyütmek için Taraf'tan para aldığını düşünebilirdim...

Kısacası: Taraf da Altanlar da, “karşı kamp”a göründükleri kadar güçlü ve etkili değiller, ama ne olursa olsun, var olmaları olumlu. Behiç Gürcihan, Nihat Genç, Yalçın Küçük gibi yanlış ama orijinal şeyler düşünen insanların var olmaları da aynı derecede olumlu. Ulusalcılık gibi yaratıcılıktan uzak bir ideolojiye bu kadar yakın olan insanların orijinal fikirlere sahip olabilmelerinin nedenini ise ayrı bir yazıda incelemekte fayda görüyorum…
***


29 Aralık 2015 Salı

SAHTE ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ TANIYALIM 8



SAHTE ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ TANIYALIM 8




Obama ve Sahte Atatürkçüler




İnan Kahramanoğlu,

“Atatürkçü Obama”!

Obama'cı Cumhuriyet Gazetesi












Obama'cı Cumhuriyet Gazetesi


Cumhuriyet gazetesi Obama’nın ziyareti boyunca verdiği mesajları o kadar çarpıtarak verdi ki, okuyanlar Obama’nın AKP’nin ipini çekmek için Türkiye’ye geldiğini zannedeceklerdi neredeyse.


Obama’nın iki günlük Türkiye ziyareti ile bir kez daha ortaya çıktı ki, içimizdeki Amerikanofillerin sayısı hiç de azımsanacak gibi değilmiş. Ve bazılarının içindeki Amerika aşkı gerçekten de bambaşkaymış.
Obama Türkiye gibi dünyada Amerikan karşıtlığının en yüksek olduğu bir ülkeye gelirken böylesine bir hüsnü-kabulle karşılanacağını bekliyor muydu bilinmez ama herhalde Türkiye’nin bu özelliğinin yanı sıra işbirlikçisi bol bir memleket olduğunu da söylemiştir birileri. Söylemedilerse adam kendisi bizzat görmüş oldu.
Obama’nın ziyareti sırasında ulusalcılar da dahil olmak üzere sevinç gösterilerinde dozu kaçıran pek çok kesim vardı. Obama’yı yağlamak için sıraya girenler arasında dudak uçuklatacak cinsten diyebileceğimiz tespitse Fatih Altaylı’dan geldi;“Atatürkçü Obama”!

Şimdi buna güler misin, Ağlar mısın?

Fatih Altaylı şaka filan değil, son derece ciddi bir biçimde şöyle yazmış: “ Anıtkabir’de yazdıkları ve bu konuşmasıyla Atatürkçü olduğunu gösterdi ”

Bizimkilerin bu Amerikan seviciliğini yalnızca Obama’nın başkanlık koltuğuna oturmasından sonra estirilen “ Değişim ” le açıklamak da mümkün değil. Öyle olsa belki anlaşılır bir durum deyip geçebilirdik. Ama dedik ya, durum hiç de öyle değil. Bugün Obama’ya güzelleme düzenlerin hemen tamamı daha önce Bush, ondan önce de Clinton için aynı şeyi yapıyorlardı. Clinton, biliyorsunuz, Türkiye’ye geldiğinde kucağına aldığı küçük bir çocuğa burnunu sıktırmıştı da gazete ve televizyonlarda aylarca bundan bahsedilmişti.

Bush’un ziyareti esnasında da yine pek bir şey değişmemişti. Gerçi Bush Amerikan emperyalizminin en saldırgan döneminde ve Irak işgalinin en kanlı günlerinde koltukta bulunduğu için azıcık daha mesafeyle karşılanmıştı ama Amerikancılarımız onu da boş geçmemişlerdi.Buna rağmen Amerikanofillerimiz toplum olarak tarihsel hafızamızın pek de kuvvetli olmamasına güvendiklerinden olsa gerek “Kötü çocuk Bush gitti, iyi çocuk Obama geldi” şeklinde özetleyebileceğimiz bir yaklaşımla açıklamaya gayret ettiler Obama’ya olan derin muhabbetlerini.

Ulusalcıların Obama aşkı


Tuncay Özkan'ın Obama'ya mektubu













Tuncay mektubuna bilindik tebrik cümleleriyle başlamış ve İlhan abisi gibi Obama’ya gaz vermeye girişmiş: “Size inanmak, güvenmek, Türkiye ve Amerika’nın barış kültürüne, medeniyete, insan uygarlığına el ele katkı sunmasını görmek istiyorum” Evet Tuncay böyle diyor; Amerika’yla birlikte dünyaya medeniyet götürecekmişiz!


Ama birileri, hatta tüm toplum unutsa bile tarih unutmuyor. Bugün Obama’ya yapılan övgüleri aynı çevreler yıllardır bütün ABD başkanları için tekrarlıyorlar.
Tabii Obama biraz daha “renkli” bir kişilik olarak görüldüğü ve iyi bir imaj mamülü olduğu için methiyede ölçüyü kaçıranların sayısı daha fazla oluyor sadece. O kadar ki, Obama’nın Ayasofya çıkışında gördüğü kediyi sevmesini bile manşetlere taşıdı necip Türk basınımız. E ne yapsın adam, hep Amerikancı köpekleri sevecek değil ya, bırakın biraz da kedi sevsin!
Obama’nın Türkiye ziyaretinde sadece Tayyip ve Gül’le değil muhalefet liderleriyle de görüşeceği açıklanmıştı. Tabii bu görüşme isteği hemen büyük bir nezaket örneği olarak gösterildi ve muhalefet kulislerini hareketlendirdi. Ancak Obama’nın niyeti muhalefeti grup halinde aradan çıkarmaktı. Onurlu muhalefet liderleri içinse kabul edilemez bir durumdu bu! Nihayetinde Obama’nın hepsini teker teker kabul edeceği açıklanınca bu küçük pürüz de temizlenmiş oldu. Obama aynı gün içinde bütün muhalefeti sıraya dizdi ve bu performansıyla da ayrıca alkış topladı.
Amerikancı liderlerimizin, Amerikancı, Kürtçü ve liberal çevrelerin Obama’yla hasbıhale bu kadar meraklı olmasına pek şaşırmadık doğrusu, ama ulusalcı cenahın bu Amerikancı ittifaktan bile hızlı çıkıp Obama’ya seranat çekmesi gerçekten de görülmeye değerdi. Daha düne kadar meydanlarda “Ne ABD, Ne AB, Tam bağımsız Türkiye” sloganı atan kitlelere öncülük etmeye çalışanların aslında ne kadar acınacak durumda oldukları da ortaya çıkmış oldu böylece. CHP lideri Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun baş başa verip Obama’nın “değişim” formülünü CHP’ye uygulayacaklarını açıklamaları ve özellikle Cumhuriyet gazetesinin Obama’nın gelişini selamlayıp tezahürat ekibine katılması en çok göze çarpanlardı.
Cumhuriyet gazetesi Obama’nın ziyareti boyunca verdiği mesajları o kadar çarpıtarak verdi ki, okuyanlar Obama’nın AKP’nin ipini çekmek için Türkiye’ye geldiğini zannedeceklerdi neredeyse.
Cumhuriyet’in ziyaretin ilk günündeki manşeti “laik demokrasi vurgusu” oldu ve “Obama’nın Atatürk’ün mirasını övdüğü” söylendi. İkinci gün ise Obama’nın Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemesi manşetteydi ve başlık bu kez Obama’nın “Türkiye’yi üye yapın” çağrısıydı. Böylelikle Cumhuriyet sadece Amerikancılık yapmayıp, “AB’cilikte de sınır tanımam” mesajı veriyordu adeta.
Obama’nın Meclis’te yaptığı konuşma aslında son derece açıktı ama buna rağmen farklı gazetelerde birbirinden çok farklı yorumlara yol açtı. Çeşitli çevreler tam da Cumhuriyet’in yaptığı gibi Obama’nın açıklamalarında kendi işine gelenleri cımbızlayıp haberleştirmeyi tercih ettiler. Ancak bu farklı yorumlar oldukça çelişkili bir durum da yaratmadı değil. Örneğin; Yeni Şafak başta olmak üzere Şeriatçı basın Obama’nın “İslam’la savaşmayız” mesajlarını manşete taşırken Cumhuriyet Ilımlı İslam projesinin artık yolun sonuna geldiğini yazıyordu. Fikirler farklılık gösteriyordu belki ama Obama hayranlığı ve Amerikancılık hepsinin ortak paydasıydı. Bu da Türk siyasetinin kısa bir özetiydi aslında; sağından soluna bütün siyasetler aslında tek bir Amerikancı programın savunucularıydı. Obama’nın gelişi belki de en çok bu gerçeği görmek açısından önemliydi. Cumhuriyet’in sorduğu şekilde sormak gerekirse “Amerikancıların farkı ne”demek belki daha da gerçekçi olur. Zira Obama’nın Bush’tan hiçbir farkı olmadığı ortada ama, asıl sorulması gereken Amerikancı muhalefetin ve iktidarın aralarında bir fark olup olmadığıydı. Obama’nın ziyareti bir kez daha gösterdi ki aralarında bir fark yokmuş.

Ulusalcılığın Sefaleti; “ Onu alma, Bizi al Obama”

Amerikancıları bir kenara bırakalım ama ulusalcılarımızın Obama hayranlığı gerçekten de utanç verici boyutlara ulaştı. Özellikle Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfadan verdiği değerlendirme yazıları buram buram Amerikancılık kokuyordu. “Obama’nın Farkı ne” ve “Obama farkı” başlıklı bu iki değerlendirme yazısında “Başkan Obama Türkiye’ye hoş geldi sefa geldi” deniliyor ve hemen ardından da Obama’dan beklentiler sıralanıyordu. Bu aslında ulusalcıların uzun zamandır AKP’yi yıkmak için ABD desteğini arkalarına alma niyetinin bu kez açıkça ortaya konmasından başka bir şey değildi. Kurgulanan senaryoya göre ABD, Şeriatçı AKP’ye karşı laik cepheyi destekleyecek, ve böylelikle AKP’den kurtulmuş olacaktık. Tabii ABD binbir itina ile iktidara taşıdığı ve yıllardır her türlü konuda da tam bir işbirliği içinde olduğu AKP’den niye desteğini çekecek, ya da diyelim ki bu desteği çekti, neden laik cepheyi tercih edecek, bu soruların mantıklı bir cevabı yok. Ama esas sorun bu da değil. Sorun şu; bugün kendisini ulusalcı olarak lanse eden kesimlerin hiçbirisinin ABD’den icazet almadan herhangi bir iş tutucak cesaretleri yok. Bu açıkça görülüyor. Öyle ki, AKP karşıtı muhalefet kendisini ABD’den alınacak bir desteğe endekslenmiş durumda. Bu tür bir ulusalcılığın AKP’den kurtuluş formülü de Obama’yı yağlayıp “onu alma, beni al” demekten öteye gidemiyor ne yazık ki. Demek ki, ABD istemezse ömür billah AKP ile yaşayacağız! Bu da ulusalcıların sefaleti değilse nedir?

Amerikancı ama laik!

Bu sefalet Cumhuriyet sayfalarında hem de açık açık yazılmış: “Başkan Obama’nın Türkiye’nin laik düzenine karşı bir tasarımın dışında kalmasını bekliyoruz. Amerika’nın uzun vadeli çıkarları da bunu gerektiriyor.. Başkan Obama Türkiye’ye hoş geldi sefa geldi… Biz konuğumuzun eski başkan Bush’tan farkını bu ziyarette görmek istiyoruz”
Neresinden başlasak acaba? Bir kere ABD’nin Kürt-İslamcı tasarımı doğrultusunda kurulup iktidara taşınan ve yedi yıldır açıkça desteklenen AKP iktidarından ABD neden vazgeçecek? İkincisi; laiklik acaba ABD’nin umurunda mı? Öyle ya, adamların böyle bir derdi olsa Ortadoğu’da onca Şeriatçı şeyhlikle iş tutmazlardı. ABD’nin en sadık destekçisi Şeriatçı Suudi Arabistan değil mi?
Ayrıca “ABD’nin uzun vadeli çıkarları da bunu gerektiriyor” ne demek? Nereden biliyorsunuz? Soran mı oldu? ABD’nin çıkarları açısından neyin iyi neyin kütü olduğuna acaba ne zamandır İlhan Selçuk karar veriyor?
“Başkan Obama hoş geldi, sefa geldi” kısmını isterseniz değerlendirmeye bile almayalım. Hatta duymamış, görmemiş olalım. Ama Bush’la Obama arasında ne fark varmış, bunu gerçekten merak ediyoruz. Kaldı ki İlhan Selçuk, Bush’un Türkiye’yi ziyaret ettiği günlerde de aynı beklentilerini Bush’a açık mektuplar yazarak iletmişti. Demek ki, O da aralarında pek bir fark görmemiş; ha Bush ha Obama, ikisine de aynı mektuplar, aynı istekler, aynı vaatler. Ama ille de bir fark aramak gerekiyorsa fark şu; Obama’ya verilen gaz bir hayli fazla. Bizimkiler Obama’yı gazlayıp, “sen Bush’tan farklısın, onun yaptıklarını yapma” diyorlar.
Ama Obama Ermeni meselesi ve Ruhban Okulu başta olmak üzere pek çok konuda Bush’a bile rahmet okutacak açıklamalar yaptı ve bizimkilerin hevesi daha başta kursaklarında kaldı.
Ancak bunun bile bizimkilerin Obama aşkına mani olamadığını görüyoruz. Şu sözler Cumhuriyet’in Obama’dan beklentilerini sıraladığı değerlendirme yazısından: “Ancak Obama’nın eski başkan Bush’tan bir farkı olmalı ve ılımlı İslam devleti gibi bir projeden vazgeçtiği duyumsanmalı”.Tabii hemen, emredersiniz. Cumhuriyet istedi ya, Obama hemen AKP’yi tepetaklak edecek ve Atatürkçü bir iktidara kavuşacak Türkiye. Buna kargalar bile güler ama ne yaparsınız, ülkenin “en Atatürkçü” isimlerinin ülkenin “en Atatürkçü” gazetesinde yazdıkları ne yazık ki bunlar. Bu da Türkiye’nin en büyük talihsizliği değilse nedir?

Ha, farzedelim ki, Obama AKP’den desteğini çekti ve bizimkilerin kurguladığı gibi laik cepheyi destekleme kararı aldı, bunun sonucu ABD’nin bölgesel sömürgeci projelerinin bu kez ulusal güçler vasıtasıyla yürütülmesinden başka ne olabilir? Yani AKP yıkılacak ve laik bir iktidar kurulacak ama Türkiye sözde Ermeni soykırımını kabul edecek, Kürdistan’ı tanıyacak, patrikhanenin ekümenikliğini tanıyacak, PKK ile masaya oturacak …Bu aslında AKP’nin iktidarda kalmasından daha kötü bir seçenek değil mi? Düşünsenize Türkiye’nin parçalanması ve paylaşılması planının Atatürkçü-milliyetçi bir iktidar eliyle uygulandığını. Bu, toplumdaki mevcut direnme potansiyelinin de tümüyle yok edilmesi demek olur ki, gerçekten de en kötü seçenek budur.

Ama yine de kimse heveslenmesin; ABD kiminle iş tutacağını çok iyi bilir ve asla ama asla ulusalcı bir iktidarla iş tutmaz. Bu iki kere iki dört kadar kesindir. Nasıl bu kadar kesin konuşuyorsunuz derseniz; İlhan Selçuk, Bush’a da zamanında mektuplar döşenip “AKP’yi değil bizi tercih et” çağrılarında bulunmuştu ama sonuç hüsran olmuştu. 15, 16 ve 18 Kasım 2006’da İlhan Selçuk’un köşesinden Bush’a seslendiği mektuplarında bugün Obama’ya yaptığı çağrıların aynıları vardı. 

15 Kasım tarihli mektubunda İlhan Selçuk, Bush’a “ Ortadoğu’da Türkiye’yi kullan ” Çağrısı yapıyordu:“ 

Bush, Ortadoğu’da bir yeni istikrar arayışına yönelmek zorundaysa bu işe Türkiye’den başlaması aklın yoludur. 
(...) Amerika kaş yapayım derken göz çıkarıyor... Bugün ülkemizde Amerikan aleyhtarlığı görülmemiş biçimde yoğunlaştı, dinciler–iktidar dışında-ateş püskürüyorlar, ulusalcılar dincilerden geri kalmıyorlar. (...) Ortadoğu cehennem... 

Bu cehennemde ne yapacağını şaşıran Başkan Bush’un Türkiye’de dincilik ve bölücülük siyasetlerini bir yana bırakarak Atatürk’ün laik Cumhuriyetini Ortadoğu’da bir denge unsuru gibi düşünmesi gerekiyor...

” 16 Kasım tarihli mektup ise daha açık bir şekilde Ortadoğu’da “ABD çıkarları için yeni bir iktidara ihtiyaç olduğu ” vurgusu taşıyordu: “ Bush yönetimi ne yapmalı?.. Bir yandan Ilımlı İslam Devleti tasarımında dinci iktidarı, öte yandan terör örgütü PKK’yı kullanarak Türkiye’yi sıkıştıran Başkan Bush bu tutumundan vazgeçmelidir; zararın neresinden dönerse dönsün, kârdır... AKP’nin toplum temelinde oy desteği zayıflıyor, geriliyor; ülkede Amerika düşmanlığı yükseliyor, yoğunlaşıyor... ABD’nin Ortadoğu tasarımında ‘revizyon’a, Türkiye’de ise yeni bir iktidara gerek var!..”

Ergenekon tertibi bile ulusalcıların Amerikancılığını yok edememiş
Bunca çabalamaya rağmen, aradan geçen zaman Bush’un İlhan Abi’yi pek de iplemediğini gösteriyor zira bu süreçte ABD, AKP’den desteğini çekmeyi bırakın, bir de Ergenekon tertibini uygulamaya sokarak İlhan Selçuk’un da sanık olarak yargılandığı bir tasfiye operasyonunu da büyük bir hızla uygulamaya soktu. Ordu ve toplumun Atatürkçü kesimleri bu operasyonla o derece pasifize edildi ki, bugün sokağa çıkıp eylem yapmayı bırakın, Atatürkçüyüm demek bile neredeyse suç haline geldi.

Peki bunların müsebbibi kim; ulusalcıların “bizi tercih et” diye yalvardıkları ABD ve başkanı Obama değil mi?

Bu da sefilliğin daniskası değil mi aslında. Adam kalkmış Ordu’nu yok etmek için seni de içine alan bir komplo kuruyor ama sen yine de adamın elini ayağını öpüyor, “medet ya Obama” diyorsun hâlâ. Gerçekten de utanç verici bir durum. Sonunda ölüm bile olsa insan en azından onuruyla ölür, ama bu kadar acizlik, hele hele bir de Atatürkçülük adına yapılıyorsa bunu sineye çekemeyiz, kimse kusura bakmasın!

Tuncay da Silivri’den Amerikancı koroya katıldı

Ulusalcılık gibi temelinde Amerikan karşıtlığı olması gereken bir duruşun bu denli Amerikan muhibbi olması gerçekten de düşündürücü. O kadar ki, Ergenekon tertibi bile ulusalcıların Amerikancılıklarını öldürmeye yetmemiş. Türkiye AKP iktidarına nasıl mahkum edildi, bugün AKP karşıtı muhalefet niçin başarılı olamıyor diye merak ediyorsanız, işte tam da buraya bakmak gerekir. Amerikancı bir ulusalcılık Türkiye’yi kurtarayım derken aslında bir çuval inciri berbat etmiş ve Türkiye’yi ABD-AKP cephesine teslim etmiştir. AKP aslında bu “ulusalcı” Amerikancılarımızın Türkiye’ye hediyesidir. Bu Amerikan muhipleri arasında birisi var ki, onu anmadan geçmek olmaz. Malum kişi; Tuncay Özkan. Nam-ı diğer Zübük Tuncay.

Zübük biliyorsunuz “beni de alın, beni de alın” diye yeri göğü inlettikten sonra nihayet muradına ermiş ve içeri alınmıştı.

Ama Zübük bu durur mu, bu seferde kalkmış Silivri Cezaevi’nden Obama’ya mektup yazmış, Amerikancı koroya katılmış. Ancak bu durum belki de hayırlı olur zira ilk kez kendi küçük taraftar grubundan da Tuncay’a veryansın edip “bu kadar da olmaz” diyenler çıkmış. Hadi hayırlısı. Tuncay mektubuna bilindik tebrik cümleleriyle başlamış ve İlhan abisi gibi Obama’ya gaz vermeye girişmiş: “Size inanmak, güvenmek, Türkiye ve Amerika’nın barış kültürüne, medeniyete, insan uygarlığına el ele katkı sunmasını görmek istiyorum”

Evet Tuncay böyle diyor; Amerika’yla birlikte dünyaya medeniyet götürecekmişiz! Belki yakında Irak’a olduğu gibi İran’a da medeniyet götürür Amerika ve bakarsınız bu sefer biz de onlarla el ele gönül gönüle katılırız bu işe, ne dersiniz!Ancak Tuncay’ın da hevesi kursağında kalacak gibi zira gönderdiği mektup Obama’ya ulaştı mı, orası bile meçhul.

Dolayısıyla Tuncay için içerden çıkmanın tek bir yolu kalıyor. Biliyorsunuz Tuncay “Apo’yu destekliyorum” diyerek Apo’nun Kürt sorunun çözümü için kullanılabileceğini söylemişti daha önce. Şimdi Obama’nın gelişiyle birlikte Apo’nun içerden çıkıp Meclis’e girme ihtimali de güçlendi. Dolayısıyla Apo yarın Meclis’e girdiğinde belki eski dostu Tuncay’ın bu desteğini karşılıksız bırakmaz, onu çıkarmanın bir yolunu bulur. Bir de bağımsız Kürt devleti kurulursa bakarsınız Tuncay Roj TV’de “anchorman” olarak işbaşı bile yapabilir. Olmaz olmaz demeyin! Söz konusu Tuncay’sa gerisi teferruattır.

“Obama Defol” diyebilmek

Güzel Türkçemizde güzel bir söz vardır; “güleriz ağlanacak halimize” diye. Ulusalcılarımızın iflah olmaz Amerikancılıkları bundan daha iyi açıklanamaz herhalde.

Türkiye ABD’nin BOP projesi içinde bölünüp parçalanırken, bir yanda Ermeni soykırımı iddiaları, bir yanda kürt devleti, bir yanda PKK terörü derken ve bir taraftan da cumhuriyetin temel direklerinden Türk ordusu Ergenekon türü uydurmalarla tasfiye edilirken; ülkeyi kurtarmak adına, Atatürkçülük adına ortaya çıkıp liderlik yarışına girenler bütün bu planların baş tertipçisi ABD başkanını görünce süt dökmüş kediye dönüyorlar. ABD’ye yaranmak için, küçük bir destek koparmak için kırk takla atıyorlar. Bu durumda, belki kızanlar da olacaktır ama, bunları nasıl Atatürkçü kabul edebiliriz, Türkiye’yi bu bataktan bunların çıkaracağına nasıl inanabiliriz?

Mustafa Kemal, Osmanlı’nın işgal edildiği dönemde o günün mandacılarına bakıp “Bir kişi de çıkıp ya istiklal ya ölüm diyemiyor” diye isyan etmişti. Şimdi dünün mandacılarının torunları, bugünün sözde ulusalcıları da aynı şeyi yapıyorlar. Birisi bile çıkıp Obama Defol ” diyemiyor. Ama biz mandacıların değil Mustafa Kemal’in çocuklarıyız ve hiç kıvırtmadan, hem de bütün gücümüzle bağırıyoruz; Obama defol!

(Sayı 232, 13/04/2009)

http://www.turksolu.com.tr/sehit/secmeulusal8.htm


..

SAHTE ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ TANIYALIM 3






Emre Kongar: 
AKP'den Daha AKP'ci PKK'dan Daha PKK'cı



“ Atatürkçü ”lerin Atatürkçülüğe ettikleri.,

İnan Kahramanoğlu


Emre Kongar













Emre Kongar


Yaşar Kemal














Yaşar Kemal.,
 '' _ Anlaşılan Kongar son dönemde AKP ve PKK tarafından “ Akil Adam ” pozunda ortaya sürülen Yaşar Kemal’e özenmiş. Ama bu öne çıkma hevesinden mi bilinmez Kongar’ın Yaşar Kemal’in bile söylemeye cesaret edemeyeceği pek çok şeyi hem de açıkça yazdığını görüyoruz. ''


Atatürk düşmanlarını hep dışarıda aradığımızdan olsa gerek sözde Atatürkçülerin Atatürkçülüğe ettiklerini hep görmezden gelmişizdir. Bu nedenle de Atatürkçülüğün iki yakası Atatürk’ün ölümünden bu yana, neredeyse yetmiş yıldır bir türlü bir araya gelememiştir.

Hemen her seçimde “ Tamam, bu kez Başaracağız ” diye tazelenen ümitler, bu nedenle hep boşa çıkmış, umut bağlanan “Atatürkçü” partiler, dernekler, gazeteler, aydınlar da bu yetmiş yıl boyunca hayal kırıklığından başka bir şey getirmemiştir.

Tabii bu arada atı alan Üsküdar’ı geçmiş; Türkiye, Atatürk’ün Türkiyesi olmaktan da çıkmıştır.

Ama buna rağmen Atatürkçüler imiz deve kuşu misali gerçekleri görmemek için kafalarını kuma sokmaktan ve içimizdeki Atatürk düşmanlarını ve onların yarattığı sahte Atatürkçülüğü teşhir etmekten hep kaçınmışlardır. Sorunun kaynağını hep başka yerlerde arayarak, hep başkalarını suçlayarak da işin içinden sıyrılmışlar dır.

Oysa bu zihniyetin Atatürkçülük diye yutturulduğu ve dahası Atatürkçülük adına neredeyse tek egemen görüş haline getirildiği bir iklimde, AKP iktidarı altında bölünmeye ve Şeriata giden bir Türkiye tablosu hiç de şaşırtıcı değildir.
Atatürkçülük adı altında aslında Atatürkçülüğe en büyük kötülüğü yapan ve bizzat Atatürkçülüğün temellerini ortadan kaldıran bu zihniyetin en tipik örneklerinden birisini geçtiğimiz hafta Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde Emre Kongar verdi.

Gerçi Kongar hemen her konuda Atatürkçülük dışında her şeyle tanımlanabilecek ve Atatürkçülüğe tamamen ters pek çok şey yazıyor Cumhuriyet’te ama tabii bunların her birini birer yazı konusu yapmak mümkün değil. Kongar’ın bahsettiğimiz yazısı ise tam da AKP’nin PKK ile masaya oturduğu, “ Kürt Açılımı ” adı altında Atatürk’ün ulus devlet, Misak-ı Milli ve “Ne mutlu Türk’üm diyene” anlayışını ortadan kaldırarak Türkiye’yi parçalamaya götürdüğü bir süreçte adeta “Atatürkçü çözüm” olarak gösterilmeye çalışıldığı için üzerinden atlanmaması gereken bir yazı.

Kongar’ın İlhan Selçuk’la birlikte Cumhuriyet’teki en etkin isimlerden birisi olduğu ve haftada beş gün Cumhuriyet okurlarına seslendiği de düşünüldüğünde, Kongar’ın yazıp çizdiklerinin analizini yapmak sözünü ettiğimiz zihniyetin Atatürkçü kesimlere Atatürkçülük adı altında ne enjekte ettiğini göstermek açısından da hayatiyet arz ediyor.

Kongar’ın “Kürt açılımı” ile ilgili sözünü ettiğimiz yazısı “Kürt açılımında üç yanlış, iki eksik” başlığını taşıyor. Buradan da anlıyoruz ki Kongar’ın AKP’nin “Kürt açılımı”na karşı çıktığı filan yok. Kongar’ın AKP’ye yönelik tavrı daha ziyade bir “akıl hocalığı” şeklinde.

Anlaşılan Kongar son dönemde AKP ve PKK tarafından “akil adam” pozunda ortaya sürülen Yaşar Kemal’e özenmiş. Ama bu öne çıkma hevesinden mi bilinmez Kongar’ın Yaşar Kemal’in bile söylemeye cesaret edemeyeceği pek çok şeyi hem de açıkça yazdığını görüyoruz. Kongar bu “Atatürkçü” fikirleri sayesinde yakın zamanda Yaşar Kemal’le birlikte Abdullah Gül’ün sofrasına davet edilirse hiç şaşırmayacağız hani!

Atatürkçü sosyoloğumuz Kongar’a göre AKP Kürt açılımında eksik ve yanlış işler yapıyormuş. Bu tespitin hemen ardından da Kongar’ın “Kürt Açılımı” geliyor. Kongar’ın Atatürkçülük adı altında yazdıkları ise akıllara zarar.

Cumhuriyet
























Kongar AKP’yi bir de, ABD ve AB’yi esas muhatap olarak almak yerine on-onbeş gazeteciyle meseleyi görüşmekle eleştiriyor.
İyi de AKP’nin “Kürt Çalıştayı”na katılanların Kongar’dan farklı bir şey söyledikleri yok ki. Bunlardan kimisi ABD’nin masanın bir tarafında olmasını istiyor, kimisi AB’nin. Ama Kongar gibi hem AB’yi, hem de ABD’yi ve İsrail’i, üçünü birden muhatap olarak alalım diyerek Avrupacılıkta ve Amerikancılıkta bu denli ileri gideni hakikaten yok.




“PKK yetmez, ABD, AB, İsrail ve Barzani-Talabani de muhatap alınmalı”!


Kongar, sosyolog olması dolayısıyla meseleye geniş bir çerçeve çizerek giriş yapıyor ve meselenin aslında bir “Doğu sorunu” olduğunu, hedefin de “Ortadoğu’nun paylaşılması” olduğunu söylüyor. 

Güzel.

Ancak Kongar bu paylaşım coğrafyasının merkezindeki ülkelerden birisinin de Türkiye olduğundan, AB ve ABD emperyalizminin Ortadoğu’da egemenlik kurma mücadelesinde ciddi bir tehdit olarak gördükleri Türkiye’yi bölüp parçalayarak etkisiz hale getirmeye çalıştığından nedense bahsetmiyor. İyi de o zaman “Doğu sorunu” nedir, Ortadoğu’yu kim, hangi amaçlarla paylaşmak istemektedir? ABD Irak’ı niçin işgal etmiştir, İran neden hedef tahtasındadır… Kongar nedense bu soruların hepsinin üzerinden atlıyor.
Ama bunları söylese, Kürt meselesinin bu emperyalist güçlerin Türkiye başta olmak üzere İran ve Irak gibi ülkeleri bölmek ve egemenlik altına almak için kurduğu bir tuzak olduğunu da yazması gerekecek Kongar’ın. Oysa görüyoruz ki Kongar’ın Kürt meselesine yaklaşımı bambaşka.
Kongar bu gerçekleri ustalıkla teğet geçmekle kalmıyor bir de açıkça Kürt sorununda AB ve ABD’nin de esas muhataplar olarak dikkate alınması gerektiğini yazıyor:
“Konunun çözümlenmesinde ve müzakere edilmesinde aktif taraflar olan Washington ve Brüksel’i dışlayıp, ‘Açılım’ adı altında sorunu on-onbeş Türk gazeteci ile müzakere etmeye başlamak büyük bir yanlıştır. Bu başlangıç, eğer bir vizyonsuzluğun veya beceriksizliğin sonucu değilse, samimiyetsizliğin ifadesidir. Ciddi bir çözüm çabası Washington’un ve Brüksel’in de masada olmasını gerektirmektedir.”
Evet, yanlış okumadınız, “Atatürkçü” sosyoloğumuz Kongar “ciddi bir çözüm çabası Washington’un ve Brüksel’in de masada olmasını gerektirir” diyor. Masa denilince, bir tarafta Türk devleti olacak bir tarafta da AB ve ABD. Kongar’ın burada açıkça yazmasa da masanın bir tarafına da PKK’yı oturttuğu ortada. PKK’yı bir taraf olarak belirtmemesi ise korkusundan ya da çekindiğinden değil. Kongar’ın kafasındaki “çözüm”de zaten bir masa kurulmuş ve Türk Devleti ile PKK o masanın iki tarafına oturmuşlar.
Buraya kadar zaten bir sorun yok. Öyle ki Kongar PKK’nın siyasi uzantısı olan DTP’nin Meclis’te bulunmasından da oldukça hoşnut. Hatta meselenin çözümü için engel olarak gördüğü %10’luk ülke barajının da kaldırılması gerektiğini söylüyor Kongar:
“Kürt sorununun demokratik siyaset içinde Meclis’e yansımasını ve burada açıkça tartışılmasını engelleyen bir ‘yüzde on seçim barajı’ sorunu vardır. ‘Kürt Sorununu’ samimi olarak tartışmak ve çözmek isteyen bir iktidarın önce bu adil temsil ilkesini zedeleyen barajı tümüyle kaldırması ya da en azından düşürmesi gerekmez mi?”
Fakat Kongar’a göre bu tek başına yeterli değil. Çünkü mesele çok daha geniş boyutlu. Böylelikle Kongar’ın Kürt meselesine “Atatürkçü” çözümü ortaya çıkıyor: AKP ve PKK’nın yanı sıra ABD, AB ve K.Irak’taki Kürtler (Barzani-Talabani)’in de oturduğu ve Kürt meselesini çözmek adı altında Türkiye’yi parçalama planının müzakere edileceği bir masa!
Kongar bu akıllara zarar fikirlerini Cumhuriyet’te yayınlanan bir başka makalesinde de yine açıkça yazmış ama bu kez Kürt meselesinin tarafları arasında İsrail’i de saymış! Böylelikle İsrail de kurulacak paylaşım masasındaki yerini almış!
Kongar’ın uyduruk sosyoloji zırvalarını bir kenara bıraktık ama insan bir sosyoloji profesöründen en azından ilköğretim düzeyinde bir tarih bilgisi bekliyor. Ama görüyoruz ki, Kongar bu konuda bile son derece yetersiz.
Kürt meselesinin tarihsel gelişimine bakıldığında, bu meselenin daha 1920’lerden itibaren dış güçler tarafından bir uluslararası mesele haline getirilmeye çalışıldığı görülecektir. İngiltere başta olmak üzere emperyalist güçler Kürt meselesinin uluslararası bir mesele olduğunu ve kendilerinin de bu meselenin muhatabı olduklarını iddia etmişlerdir. Kongar belki bilmiyor olabilir, Sevr’de kurulması planlanan Büyük Kürdistan tam da Kürt meselesinin bir uluslararası mesele haline getirilmesi sayesinde Türk Devletine dayatılmıştır.
Ve Türk Devleti Mustafa Kemal öncülüğünde bu emperyalist dayatmaları yıkarak Lozan’da bağımsız Türk Devletini bütün dünyaya tanıtmıştır.
Atatürkçü sosyoloğumuz Kongar ise şimdi aradan geçen doksan yıldan sonra Kürt meselesini yeniden bir uluslararası sorun haline getirmeyi önererek ve AB-ABD-İsrail gibi emperyalist ülkeleri muhatap olarak masaya çağırarak, Türkiye’yi yeniden kurulmaya çalışılan Sevr masasına oturmaya ikna etmeye çalışmaktadır.
Kongar AKP’yi bir de, ABD ve AB’yi esas muhatap olarak almak yerine on-onbeş gazeteciyle meseleyi görüşmekle eleştiriyor. İyi de AKP’nin “Kürt Çalıştayı”na katılanların Kongar’dan farklı bir şey söyledikleri yok ki. Bunlardan kimisi ABD’nin masanın bir tarafında olmasını istiyor, kimisi AB’nin. Ama Kongar gibi hem AB’yi hem de ABD’yi ve İsrail’i, üçünü birden muhatap olarak alalım diyerek Avrupacılıkta ve Amerikancılıkta bu denli ileri gideni hakikaten yok.
AKP’ye tavsiyemiz “Kürt Çalıştayı”nın üçüncüsüne bu on-onbeş AB’ci-ABD’ci gazateciyle birlikte Kongar’ı da davet etmeleri. Kongar’ın bir Cengiz Çandar’dan, bir Oral Çalışlar ya da bir Fehmi Koru’dan ne eksiği var da buralara davet edilmiyor, öyle ya!

Emre Kongar’ın “Atatürkçü” çözümü: Federasyon!

Kongar’ın Atatürkçülere çözüm diye önerdiği şeyse federasyon!
Atatürkçü sosyoloğumuz Kongar Atatürk’ün ulus devlet modeline dayanan ve “tek dil, tek devlet, tek bayrak” anlayışından hiç bahsetmeden, Türkiye’nin üniter devlet yapısını yok sayarak federal bir Türkiye modeli öneriyor.
Liberal ve Kürtçü pek çok isim zaten yıllardır Korsika modelinden Güney Afrika modeline kadar pek çok örneği gündeme getirerek Kürt meselesinin ulus devlet ve tek millet modelini dışlayarak çözülmesini öneriyorlar. Ama benzer bir önerinin Atatürkçülük kisvesi altında yapılmasına ilk defa şahit oluyoruz ve bu şerefe nail olan kişi de Atatürkçü sosyoloğumuz Kongar oluyor.
İşin ilginç tarafı Kongar’ın federasyon önerisinin AKP’nin ve güdümündeki pek çok liberal ve Kürtçü ismin, hatta Apo’nun bile Türk milletinin tepkisini çekmemek için “Kürtler bağımsız devlet istemiyor” numarasına yattığı bir süreçte ortaya atılıyor olması. PKK’lıların bile federasyon ve bağımsızlık taleplerini geri plana atmaya çalıştıkları bir dönemde “cesur” sosyoloğumuz Kongar bakın neler yazabilmiş:

“Konunun tartışılmasında iki model kullanılabilir:

1. Farklı kültürlerin birlikte yaşadıkları ve aynı ülkenin vatandaşlık kimliği içinde bütünleştikleri ABD veya Avustralya modeli.
2. Farklı kültürlerin ayrıştığı ve yeni devletlerin çekirdeğini oluşturduğu Yugoslavya veya Balkanlar modeli.
Tabii modeller bu denli belirgin de tartışılmayabilir: İngiltere’deki İskoçya ve İrlanda uygulamalarını, İspanya’daki Bask, Fransa’daki Korsika deneyimlerini de tartışmalarda devreye sokabiliriz.”


Kongar’ın birinci önerisi görüldüğü üzere ABD modeli. Bu önerinin ne anlama geldiğini görmek için bazı basit hatırlatmaları yeniden yapmak gerek. Kongar’ın da bu basit okumalara ihtiyacı olduğu görülüyor. ABD, açık adıyla Amerika Birleşik Devletleri, birbirinden bağımsız eyaletlerin merkezi bir başkanlık çatısı altında birleşmesiyle oluşan bir federal model. Bu modelde eyaletlerin hepsi kendi yöneticilerini seçmekten tutun da kendi mahkemelerini ve kendi eğitim programlarını belirlemek de dahil, hemen her konuda bağımsız hareket ediyorlar.
Bu modelin Türkiye’de uygulanması ise yine basitçe Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunda başında PKK’lı yöneticilerin bulunduğu, Kürtlerin kendi mahkemelerinden tutun da kendi okullarına kadar hemen her konuda geniş bir bağımsızlık kazandıkları bir Kürdistan oluyor.
E, bu da zaten PKK’nın yıllardır yapmaya çalıştığı şey. Kongar bu önerilerini PKK’ya götürse emin olun büyük alkış alır.
Kongar’ın ikinci önerisi ise Yugoslav ya da Balkan modeli. Bu da bildiğiniz gibi Yugoslavya’da NATO ve ABD eliyle kışkırtılan etnik ayrışmalar sonucunda Sırpların Boşnak ve Hırvatları katletmeye giriştiği bir iç savaş ve sonuçta da NATO müdahalesiyle kurulan yeni devletçikler demek.
Bunun Türkiye’ye uygulanmış şekli de Kürtlerin Türklere karşı ayaklandırıldığı bir etnik boğazlaşma ve hemen arkasından gelecek bir NATO müdahalesiyle kurulacak bir Kürdistan oluyor.
Kongar’ın sosyoloji sosuna bulanmış “akademik” ve “bilimsel” çözüm önerilerinin Türkçesi bu. Ve yine hatırlatalım bütün bunlar “Atatürkçü çözüm” oluyor!

Emre Kongar’ın Türk korkusu

Emre Kongar federasyon da dahil olmak üzere pek çok Kürtçü tezi hiç çekinmeden Atatürkçülere önerirken bir de nedense “Türk” demekten imtina ediyor. Örneğin Kürtlerden bahsederken“Azınlıkta olan Türkiye vatandaşı Kürtler” diyen Kongar iş “Türk” demeye gelince “Çoğunlukta olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları” diyerek Türk’ü ustalıkla hasıraltı ediyor. Bu da Kongar’ın Kürtseverliğinin ve Türk korkusunun satır aralarına yansıyan görüntüsü olsa gerek.

İyi de, Türkiye Cumhuriyeti’nin asli unsuru olan, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve ülkenin çoğunluğunu oluşturanlar Türkler değil mi? 

Görülüyor ki Kongar için durum böyle değil. Bunun da basit bir nedeni var; Kongar gibilerinin literatüründe Atatürkçülüğün özü olan milliyetçilik faşist bir ideoloji ve Türk ismi de yine faşizan bir tanımlamadır.

O nedenle daha kimlik tartışmalarının ilk başladığı dönemden itibaren Kongar ve onun zihniyetindeki sözde Atatürkçü anlayış, alt-üst kimlik tartışmalarında liberal ve Kürtçü koroya dahil olarak, Türk milliyetçiliğine ve Atatürk’ün Anayasaya geçen millet tanımına karşı çıkmaktan geri durmamışlardır. Bu zihniyetin bugün gelinen noktada AKP ve PKK ile aynı çizgide buluşması bu açıdan bizi şaşırtmıyor. Kongar gibi Amerikancı, Avrupacı, kısacası Batıcı bir “Atatürkçülük” yorumunun sizi getireceği nokta işte tam da budur; AKP ve PKK’nın kuyruğunda bölücülük yapan ama bunu çağdaşlık zanneden bir ucube siyasal tavır.

İçimizdeki AKP’liler

Ancak Kongar’ın Rockefeller bursu ile okuduğu Amerikan üniversitelerinin o modası geçmiş sosyoloji kitaplarından aşırdığı ve Türkiye’de de Aydın Doğan tarafından ödüllendirilen sosyoloji zırvaları ile Atatürkçülere Atatürkçülük öğretmeye çalışmasına tahammül edecek değiliz.

Atatürkçülük bizzat Atatürk’ün fikir ve eylemleri ve bunların ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti’nde somutlaşmış bir ideolojidir ve Atatürkçülüğün ne olup olmadığını görmek için de yalnız ve yalnız Atatürk’ün söylemi ve eylemine bakmak gerekir. 

Bu da basitçe Altı Ok olarak tarif edilen ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na geçen ilkelerdir.

Kongar adını bile anmasa da Türkiye Cumhuriyeti bu ilkeler ışığında ulusal, üniter ve laik bir devlet modelini öngörür. Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan herkes de, azınlıklar dışında, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır ve bunlara da Türk denir. Bu da Mustafa Kemal’in “Ne mutlu Türk’üm diyene” anlayışında somutlaşan Türk milleti tanımıdır.
Ama Kongar bunları yok saymakla kalmayıp bunları ortadan kaldırmaya yönelik pek çok şeyi Atatürkçülük sosuna bulayıp yazıyor ki, burada bir çarpıtma ya da bir politik analiz hatasının çok dışında, başka bir plan olduğu görülüyor. Kongar bunları kimin adına ve hangi amaçla söylüyor bunu bilemeyiz ama yazdıklarıyla kime hizmet ettiği ortada.
Üstelik Kongar’ın sadece Kürt meselesiyle ilgili olarak değil, Türkiye’yi tehdit eden pek çok konuda da benzer bir tavır içinde olduğunu ve olacağını da ortaya koyuyor bu yazdıkları. Kürt açılımında AKP’yi yetersiz bulan Kongar’ın AKP’ye akıl verme çabalarının arkasında daha büyük bir endişe yattığını da bir başka yazısından öğreniyoruz. Kongar diyor ki:
“Bu eksik ve yanlışlar düzeltilmedikçe, ‘Kürt Açılımının’ da, AKP’nin öteki açılımları olan ‘Ermeni Açılımı’, ‘Kıbrıs Açılımı’, ‘AB Açılımı’ gibi açılımlara benzer bir biçimde hüsranla sonuçlanması daha muhtemel görünmektedir”
Yani Kongar, AKP Kürt açılımında bu eksik ve yanlışlarla devam ederse “Ermeni açılımı”, “AB açılımı”, “Kıbrıs açılımı” da tehlikeye girer diyor. Buradan da anlıyoruz ki, Kongar sadece “Kürt açılımı”nı desteklemekle kalmıyor, Ermeni, Kıbrıs ve AB açılımları konusunda da AKP’yi destekliyor, sonuca gitmesi için önerilerde bulunuyor. Hani AKP böyle bir Atatürkçüyü arasa bulamaz!
O zaman sormak gerekiyor hangisi Atatürkçülük için daha büyük bir tehdit; Tayyip’in fikirleri mi, yoksa bu fikirleri Atatürkçülük olarak yutturmaya çalışan Kongar tipi “Atatürkçülük” mü?
Hangisi?

(Sayı 250, 24/08/2009)



..





SAHTE ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ TANIYALIM 2




SAHTE  ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ  TANIYALIM 2




Hem İsrailci-Amerikancı Hem Ulusalcı Olunmaz!



Ali Özsoy

Kongar’ın kahvaltıları ve Selçuk’un mektupları



İşin tek gerçeği var. 
Batıcı oldukça laiklikten daha da çok kopulur. 
Dolayısıyla ne CHP ne de Cumhuriyet gazetesi laikliği savunmak, Ilımlı İslama karşı çıkmak adına Batıcılığı ve Amerikancılığı bize önermesinler. Kimse o kadar aptal değil. 
CHP ve Cumhuriyet gazetesi ABD’yi doğru yola (!) getirmiyor. 

Tersine ABD için Hizaya giriyorlar.


Tayyip Erdoğan’ın Davos’taki şovundan sonra Türkiye’de omurgasızlığı ve ilkesizliği siyaset haline getiren ve bunu da usta stratejisyenlik adı altında meziyet gibi sunan bir kısım sözde ulusalcılar yine oltalara atlamaya başladılar.
Bu Olta nedir? 2002 yılından itibaren her kritik dönemeçte Atatürkçü ve solcu saflarda bazı kesimler hep aynı masalı anlatmaya başlar: “Merak etmeyin! AKP’nin suyu ısındı. ABD ve Batı AKP’den artık bıktı. Yakında Tayyip gidici… Biraz sabredin…”
Bilindiği gibi özellikle 2007 Temmuz seçimlerinden önce bu olta ABD tarafından atılmış, CHP ve MHP başta olmak üzere tüm muhalif kesimler bu oltaya atlamış, seçimlerden sonra ABD destekli bir CHP-MHP koalisyonu hayalleri tüm ulusalcı saflara hakim olmuştu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük halk hareketi olarak gelişen Cumhuriyet Mitingleri, böylesi bir kirli dezenformasyon ve pazarlık sonucu sonlandırılmış ve AKP’yi devirebilecek büyük halk muhalefeti ABD rotasına giren CHP ve MHP’nin seçim pazarlıkları için yok edilmişti.
Şimdi özellikle CHP ve Cumhuriyet gazetesi aynı oltaya atlamak konusunda öyle bir gayretkeşlik içindeler. Yeni tez şu; İsrail artık AKP’yi istemiyor. AKP Türkiye’yi Batı’dan koparıyor. Ortadoğu ve terör coğrafyasına hapsediyor. ABD, AB ve İsrail bunu gördü. Artık işler değişecek. Hatta sözde ulusalcı karanlık adam Perinçek bile Silivri’den sesleniyor:“Tayyip Erdoğan Davos’ta bizi rezil etti.”
İnsan ister istemez şunu düşünüyor. Acaba CHP, Cumhuriyet gazetesi ve bir kısım “ulusalcılar” oltaya mı atlıyor yoksa oltanın ta kendisi bunlar mı? Bu insanların ABD ile olan bağları ne? Niye ABD AKP’yi desteklemesine rağmen, her seferinde bu kesimleri kullanarak Atatürkçüleri frenleyebiliyor? Bu oyunu sadece siyasi saflığa yormak mümkün mü?
Cumhuriyet gazetesini takip eden herhangi bir okurun gözüne çarpacak ilk şey gazetenin iki ağır topu İlhan Selçuk ve Emre Kongar’ın ABD’yle kurdukları platonik ilişkidir. Arada sırada bu yazarlar nereden kafalarına eser bilinmez ama ya ABD başkanlarına seslenir, mektup yazarlar ya da ABD adına bazı hükümler verirler.
Emre Kongar’ın ABD büyükelçisiyle yaptığı kahvaltılar meşhurdur. Bu kahvaltıların hemen ertesinde birinci sayfada Cumhuriyet imzasıyla yayınlanan değerlendirmelerde ABD’ye akıl verilir.
İlhan Selçuk’un ise Bush’a ve Obama’ya yazdığı mektuplar klasiktir. 90’ınına merdiven dayamış olan İlhan “abi”ye söyleyebileceğimiz tek şey var:  Bari solcu ve devrimci anılarak öbür dünyaya git.
Ama İlhan Selçuk kendini tutamıyor. Halktan o kadar kopmuş ve ümidini yitirmiş ki, iki de bir ya Bush’a ya da Obama’ya mektup yazıyor. Bakın 18 Kasım 2006’da İlhan Selçuk Bush’a nasıl sesleniyor: “Artık çok iyi biliniyor ki dinci ya da takıyyeci AKP iktidarı Ortadoğu'da bir Amerikan marifeti... Ancak Bush ‘AKP operasyonu’ndan beklediğini alamadı!.. Amerika bugün terör örgütü PKK’yi Türkiye’ye karşı kullanıyor... Türkiye’de ‘huzursuzluk’ ve ‘istikrarsızlık’ doruğa tırmanıyor... Bush yönetimi ne yapmalı?.. Bir yandan Ilımlı İslam Devleti tasarımında dinci iktidarı, öte yandan terör örgütü PKK’yi kullanarak Türkiye’yi sıkıştıran Başkan Bush bu tutumundan vazgeçmelidir; zararın neresinden dönerse dönsün, kârdır... AKP’nin toplum temelinde oy desteği zayıflıyor, geriliyor; ülkede Amerika düşmanlığı yükseliyor, yoğunlaşıyor... ABD’nin Ortadoğu tasarımında ‘revizyon’a, Türkiye’de ise yeni bir iktidara gerek var!.. ”
Ne güzel di mi? Bush’a kısaca şunu diyor. PKK’yı destekleme, Kürdistan’ı kurma, BOP’tan vazgeç ya da en azından AKP’siz BOP uygula, Türkiye’yi bölme ama istersen başka iktidarla sömür.
Olmaz ama hani olsa… ABD Başkanı değil de, en azından orta düzeyde yetkili biri bu istekleri okusa ne der? “Paşa gönlün bilir İlhan Abi… İstersen Irak’tan da çekileyim. Hatta NATO’yu lağvedeyim. Emperyalizmi de bırakalım…” der mi acaba…

İlhan’ın karşılıksız aşkı

Ama İlhan Selçuk azimli… Durmuyor… AKP’nin ne kadar dinci olduğunu neo-conlara anlatamadı. Ama bu sefer Obama’ya ve Türk düşmanı olduğu çok iyi bilinen başkan yardımcısı Joe Biden’e sürekli sesleniyor:
“ABD’nin Başkanı Obama’nın izleyeceği dünya politikasında büyük rol oynaması beklenen Başkan Yardımcısı Biden, 45’inci Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşmada, NATO’nun dünyanın değişen koşullarına uygun yeni bir strateji geliştirmesi gereğini dile getirmiştir. Ne var ki bu yeni stratejinin boyutları ne olacaktır? Obama’nın temel politika yaklaşımı aşağı yukarı bellidir; eski Başkan Bush’un başarısızlığını sürdürecek bir mirası yeni başkan üstlenemez; yeni dönemde Rusya ile işbirliği üzerine bir stratejiden de söz açılıyor; ancak bu dönüşüm sürecinde Türkiye’yi saran sorunlar şimdilik devam ediyor.”
Ve artık Obama ve Batı’dan AKP’yi soğukkanlı değerlendirmesi isteniyor:
“ABD Başkanı Obama’nın benimseyeceği tutum önemlidir… Irak işgalinde edilginliği yeğleyen Başbakan Erdoğan’ın Hamas’ı destekleyen ısrarı ve öfkesini Ortadoğu’da liderlik hevesiyle açıklamaya çalışanlar ise kimi gerçekleri unutmuş görünüyorlar; bu kapsamda Nasır’ın yenilgisi ve hüsranıyla Saddam’ın trajik sonu unutulmaz örneklerdir. Bağdat’ta eski ABD Başkanı Bush’un kafasına ayakkabısını fırlatan gazeteci, Araplarca ve Türkiye’de kahraman sayılsa da hapiste, Irak ise işgal altındadır. Bu kadar muhataralı, karmaşık, çelişkili bir coğrafyada Türkiye’nin daha serinkanlı bir yaklaşıma ihtiyacı olduğu kesindir. Türkiye henüz boyutları ve geleceği belli olmayan bir dönüşümün sancılarını yaşıyor. Vaktiyle Bush yönetiminin ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ kapsamında iktidara tırmanmış olan Erdoğan ve AKP’nin artık dış desteğe ihtiyacı kalmamış olabilir mi! AKP liderinin neler düşündüğünü kestirmek zordur. Batı’nın olaylara serinkanlılıkla bakacağı; ama, Erdoğan’a artık ne kadar güvenilebileceğini de sorgulayacağı öngörülüyor.”
Selçuk kah kendi imzasıyla kah Cumhuriyet imzasıyla Obama’ya seslenip duruyor. Ayıptır ayıp… Bu ne rezalet? ABD Başkanları senin arkadaşın mı? Seni terk eden ve asla senin hislerini önemsemeyen sevgiliye mektup yazar gibi niye altı ayda bir ABD Başkanlarına sesleniyorsun. Bu dünyanın neresinde görülmüş. Bir gazeteci ABD başkanına istek mektubu yazar mı? Ertuğrul bile yapmaz bunu be! ABD Başkanı işi gücü bırakacak, her sabah bir Cumhuriyet alıp, “bakalım Mr. Selçuk bize bugün ne nasihatlerde bulunmuş” diyecek mi zannediyorsun? Koskoca emperyalist devleti senin yüksek görüşlerine başvurmadan yönetemezler mi sanıyorsun?

Kurtar bizi laik Obama, yaşasın Kemalist Jeffrey

Tabii bu Obama’ya bu seslenişler Cumhuriyet gazetesinin iç sayfalarında hemen yankısını buluyor. Cumhuriyet gazetesinde bir Obama kampanyasıdır gidiyor. Obama laikliğe çok önem veriyormuş… Obama yönetimi Davos’tan sonra AKP’ye soğukmuş… v.s…
Bir taraftan Obama’ya neo-conların hatasını bırak, AKP’yi destekleme diyorlar, diğer yandan her Allahın günü neo-con Michael Rubin’den demeç alıyorlar. Yıllardır aynı adam, aynı olta: ABD artık AKP’den vazgeçmiş.

Daha geçtiğimiz ay AKP yıpransın diye Filistin konusunu sürekli gündeme getiren, hatta Saadet Partisi’ni destekleyen, yayınladığı komik anketlerde Saadet’i %15 gösteren Cumhuriyet gitmiş, bir hafta içinde yerine İsrailci Cumhuriyet gelmiş.

Bakın İlhan Selçuk ne diyor:

“Peki, Türkiye’de teröre karşı gibi görünen AKP hükümeti, İsrail-Filistin coğrafyasında neden terörün yanında yer alıyor?.. RTE Türkiye’de teröriste karşı.. İsrail’de teröristten yana... Gel de kafayı yeme... PKK’ye karşı olup da dünya âlemin, terörist olduğunda birleştiği Hamas’ın yanında olmak, kim bilir, belki de çok yüksek bir politikadır...”

Birincisi İlhan Selçuk bir ulusalcı mı? Eğer ulusalcı ise Tayyip’in Türkiye’de teröre karşı olduğunu nasıl söyleyebilir? Tayyip terörü Türkiye’de hortlatan adam değil mi? Bu söylem kimin söylemi. Bu söylem İsrail ve ABD söylemi… 

Bu ülkeler yıllardır PKK’yı terör örgütü kapsamından çıkarmakla Türkiye’yi tehdit etmiyorlar mı? Zaten Tayyip de PKK’yı masaya çağırmıyor mu?

İlhan Selçuk İsrail Büyükelçisi gibi konuşuyor. İç sayfalarda zaten Leyla Tavşanoğlu İsrail Büyükelçisiyle tam sayfa röportaj yapıyor. Büyükelçi AKP’yi çok sert eleştirdi diye gaza gelip röportajı manşete çıkarıyor Cumhuriyet. Ama röportajda öyle bir şey yok.

Diğer yandan İlhan Selçuk hızını alamıyor başlıyor Nasır’a hakaret etmeye:
“Kimi gazete köşelerinde ve TV’lerde sergilenen laflara bakılırsa, bizim RTE Arap dünyasının yeni Nâsır’ı olacakmış... Söyleyenlere demeli ki: - Ağzından yel alsın... Abdülnâsır’ın İsrail karşısında hem Arap âlemini, hem Mısır’ı -hem de savaşta- nasıl yenilgiye uğratıp rezil kepaze ettiğini bilmeyen var mı?..”
Maksat Tayyip’i eleştirmek değil, İsrail’e yamanmak. En komiği ise Özgen Acar’ın ABD’nin yeni büyükelçisi Jeffrey’e yazdığı açık mektup. Özgen Acar Grossman’ın çok Amerikancı (adam ABD büyükelçisi, insaf Rusçu mu olsun!!!) olduğunu ama yeni büyükelçi Jeffrey’in Kemalizmi ve ulusal değerlerimizi benimsediğini iddia ediyor:
“Grossman, büyükelçi olarak Ankara’ya adımını attıktan birkaç gün sonra, ilk işi Kızılay’da yeni açılan McDonald’s’ta hamburger yiyeceğini önceden basına haber vererek ilginç ama ‘Amerikancı’ bir tanıtım yöntemi izlemişti. Siz ise Grossmann’ın yükseldiği noktadan Ankara’ya büyükelçi olarak döndüğünüzde basınla ilk ilişkinizi, havaalanından sonra Anıtkabir’de Atatürk’ün huzurunda kurdunuz. Anı defterine ‘bir Kemalist gibi’ düşüncelerinizi yazdınız. O sözlerinize 2. mektubumda yer vermiştim. Ardında kar fırtınasının yoğun olduğu 17 Ocak’ta yanınızda Atatürk’ün askerlikten devlet adamlığına geçişine ilişkin kitap yazmış olan Fulbright Üniversitesi Profesörü George Gavrych’i de alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun önünü açan Sakarya Savaşı’nın başladığı sırtlarda ilginç ziyaretler yaptınız. Sakarya Savaş Anıtı’nı, Duatepe Şehitlik Anıtı’nı o kar kışta ziyaret ettikten sonra Alagöz Karargâh Müzesi’ndeki anı defterine ‘Mustafa Kemal Atatürk’ün zaferi yalnızca müttefikimiz modern Türkiye’nin doğuşunu sağlamamış, aynı zamanda özgürlük ve bağımsızlığa hasret olanlara ilham kaynağı olmuştur’ diye yazarak Anıtkabir sözlerinizi pekiştirdiniz.”
Yeni büyükelçinin ne kadar Kemalizme yakın olduğunu anlatan Acar, ardından yeni büyükelçiye PKK’dan tutun dinciliğe, uyuşturucu ticaretinden BOP’a kadar her konuda isteklerini iletiyor. Ve böylelikle Türkiye ve tüm dünya Cumhuriyet gazetesi sayesinde tarihte bir ilk ile tanışıyor: Kemalist bir ABD devlet adamı!... Adamın belki haberi yoktur ama olsun. Cumhuriyet gazetesi Kemalizmin noteri değil mi? İlan ettiler oldubitti!

Kongar’ın  Ak Senaryosu

Her gün Cumhuriyet gazetesinde bir haber; ABD’deki Yahudi lobileri endişeliymiş, ABD Yahudileri yine de hâlâ Türkiye’yi destekliyormuş, Türkiye’deki Yahudiler tedirgin olmuş v.s… Gören Cumhuriyet gazetesi değil, Yahudi cemaat gazetesi Şalom zanneder.

En sonunda bu Siyonist ve emperyalist yaltakçısı heveskârlığın nedenini Emre Kongar açıkladı. Emre Kongar kendini övmek şampiyonudur. Müneccim gibi her şeyi önceden gördüğünü söyleyen Kongar Batı’nın AKP’yi desteklediği kara senaryoyu ön gördüğü gibi ak senaryoyu da ön görmüş. Ak senaryo deyince insanın aklına halkın örgütlenip, AKP’yi devirdiği ve Atatürkçü bir iktidar kurduğu günler geliyor. Ama tabii alakası yok! Bakın Kongar’ın “ak senaryosu” neymiş:
“Şimdi bir de ak senaryoya bakalım: Küreselleşme süreci, demokratikleşme süreci ile üst üste çakışır, ABD, askeri bürokrasi ve medyanın mülkiyetini elinde tutan özel teşebbüs hep birlikte, yağmacı kentleşme sürecini denetim altına alır, ülkenin iç ve dış kaynakları barış içinde kalkınma ve refah için kullanılır… Gerçek olayların ak senaryoya mı, yoksa kara senaryoya mı daha yakın olacağını ise siz okurlarımla birlikte tüm Türkiye halkının genel eğilimleri ve bu eğilimleri yansıtan sivil toplum kuruluşları ile siyasal partilerin etkinlikleri belirleyecektir.”

Ne kadar büyük strateji… 
Ne büyük öngörü… 
Küreselleşmeciler bakacaklar bu iş AKP’yle olmuyor. 
AKP demokrasi getirmiyor. 
Büyük sermaye, asker ve ABD el ele verip Türkiye’yi AKP’den kurtaracak. Türkiye refaha ve kalkınmaya kavuşacak. 
ABD ve büyük sermaye seyasinde…
İyi de büyük sermaye ve ABD’den bizi kim kurtaracak. 
Tabii Kongar’a göre böyle bir dert yok. 
Onun ak senaryosunda yönetici AKP olmasın da kim olursa olsun yeter.

Cumhuriyet gazetesindeki son günlerdeki Batıcı ve İsrailci gayretkeşlik bundan…Onlar AKP karşıtı… Ama gericiliğe, bölücülüğe veya ABD’ye karşı değiller. AKP gitsin kendilerine ABD biraz kemik atsın da, gerisi önemli değil. Buna ulusalcılık denebilir mi?

Son Yalan: “Ilımlı İslam” Karşıtlığı

Tüm bu omurgasızlıklara, yaltaklanmalara ve oportünizme tek bahanesi var Cumhuriyet gazetesinin; “ Laikliği korumak, Ilımlı İslamı engellemek, AKP’yi devirmek ya da frenlemek…”

Diğer yandan CHP de yıllarca Atatürkçülerden oy toplamış bir parti olarak her türlü ilkesizliği ve Atatürkçülükten sapmayı aynı gerekçelerle meşrulaştırmıştı.
Tıpkı Cumhuriyet gibi CHP de Batı’ya yaltaklanıyor. AB’yle temaslar kurmak için Brüksel’e giden Baykal burada esas AB’ci partinin CHP olduğunu, “AKP’nin Türkiye’yi Batı’dan kopardığını” söylüyor. 
Cumhuriyet gazetesi bu söylemi aynen destekliyor. 

Eskinin AB karşıtları en hızlı AB’ci olmuş. 
Zannediyorlar ki Batı AKP’yi çoktan Silmiş. 
Aç tavuk kendini darı ambarında sanırmış.

Ergenokon iddianamesine yansıyan bir gerçeği hatırlatmak istiyoruz. 2008 Şubat ayında meğersem Cumhuriyet gazetesi temsilcileri ABD’de Dick Cheney’in yardımcılarıyla görüşme ayarlamışlar. Cheney’e AKP’yi şikâyet edip, laikler adına destek istemişler. Cheney’in adamları da “AKP’ye muhalefet varsa destekleriz ama öyle bir güç göremiyoruz. CHP’den de umudumuz yok.” demiş.
Kısacası adamlar emperyalist. Sen işbirlikçi olmak istiyorsan elbette seni kullanır. Bunu kimse stratejik deha sanmasın. Ama adam aptal değil ki. Senin hiçbir gücün olmadığını da biliyor. İlhan Selçuk ABD başkanlarına sürekli mektup gönderip kendilerini Türkiye’nin yerine komalarını istiyor. Bir kere İlhan Beye soralım. Sen kendini ABD başkanının yerine koy. Bir tarafta hizmete hazır AKP, diğer tarafta CHP ve sözde ulusalcılar… 

Ne yapar ABD? İkisini de tepe tepe kullanır. Ama güçlü olanı yani AKP’yi iktidar yapar.

Bu kepaze işbirlikçilik oyununa kılıf olarak “Ilımlı İslam” karşıtlığı ve “laiklik” kullanıldı. İyi de CHP bugün artık laikliği savunmuyor. CHP de Ilımlı İslama oynuyor. İşin ilginç yanı CHP’nin çarşaf, Kuran kursu ve tarikat açılımını Cumhuriyet gazetesi de destekliyor. İlhan Selçuk, Cumhuriyet gazetesi ve CHP kurumdur yıpratmayın diyor:

“CHP’yi şansını zorlamak yolunda rahat bırakmak.. Kurumsallığını bile zorlayan tek seçeneği desteklemekte direnmek en tutarlı yoldur...CHP laik Türkiye Cumhuriyeti’nin orta direklerinden bir kurum.. Kişilerin malı değil.. Laik Türkiye’nin kurumu.. Ayakta durması gerek...”

Mehmet Faraç ise CHP’nin gerici açılımlarını eleştirenlerin tümünü entellikle suçluyor. Aslında CHP laikliği savunuyormuş. Anadolu gerçeğiyle barışıyormuş. Dinci açılımlardan da en çok dinciler rahatsızmış.
E, hani siz laiklik adına ABD ve İsrail’i bile destekliyordunuz! Laikliği terk eden CHP’ye niye karşı çıkmıyorsunuz? Her şey bu kadar basit mi? CHP dincilik takiyesi yaparak “şansını zorlayacak”, İlhan Selçuk ise Amerikancılık yaparak “şansını zorlayacak…” Maksat işbirlikçilik olunca hepsi bahane…
Peki ya Türkiye’ye ve Türk Milletine ne olacak? Biz yine ABD sömürgesi olacağız. Türkiye’yi yine Kürt-İslamcılar yönetecek. Türkiye yine hızla bölünmeye gidecek.
İşin tek gerçeği var. Batıcı oldukça laiklikten daha da çok kopulur. Dolayısıyla ne CHP ne de Cumhuriyet gazetesi laikliği savunmak, Ilımlı İslama karşı çıkmak adına Batıcılığı ve Amerikancılığı bize önermesinler. Kimse o kadar aptal değil. CHP ve Cumhuriyet gazetesi ABD’yi doğru yola (!) getirmiyor. Tersine ABD için hizaya giriyorlar.

Türkiye öyle bir ülke ki, her türden işbirlikçi çıkıyor. Yıllarca dinciler, Kürtçüler ve liboşlar ulusalcıları Türkiye’yi Batı’dan koparmakla ve Ortadoğu’ya hapsetmekle suçladılar. Şimdi bazı sözde ulusalcılar aynı söylemi kullanıyor. Elbiseler değişti.
Amerikancı-İsrailci ulusalcılık, Atatürkçülük olur mu? Yıllarca kendilerini Atatürkçülüğün noteri ilan edenler istedi diye Amerikancı bir Atatürkçülük mümkün olabilir mi? Olmaz. Olan şu; ilkesizliği cephe politikası, ideolojisizliği pragmatik zeka, mandacılığı stratejik deha olarak yutturmak isteyen ve yıllarca Atatürkçülük ve ulusalcılık üzerinden rant sağlayan bir kesim artık tüm maskelerinden ve kıyafetlerinden arınmış çırılçıplak işbirlikçiliğiyle karşımızda dikiliyor.
Sevindirici Gelişme… AKP ile işbirlikçilik yarışında başarılar dileriz. Sonuna kadar “ Şansınızı zorlayın.” Atatürkçülük ve ulusalcılık artık tamamen devrimcilere kalmıştır. Hayırlı uğurlu olsun.

(Sayı 224, 16/02/2009)




.