ALİ ÖZSOY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ALİ ÖZSOY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Mart 2017 Salı

CHP Atatürk’ün Partisi mi,? BÖLÜM 1


CHP Atatürk’ün Partisi mi? 
BÖLÜM 1




Ali Özsoy

10 Mayıs 2010

Etik Olmayan Bir İddia

Siyasi hayatımızda ne zaman sol veya ulusalcı kulvarda bir parti kurulsa, CHP’li kadroların ve profesyonel siyasetçilerin asla değişmeyen itirazıyla karşılaşılır: “Atatürk’ün partisi CHP’ye destek olmak varken, neden yeni bir parti kuruyorsunuz?”

Bu itiraz her şeyden önce demokrasi anlayışına aykırıdır. Çünkü demokrasinin temelinde siyasi parti kurmak vardır. Ve hiçbir partinin bir siyasi akımı veya ideolojiyi parsellemek gibi hakkı yoktur.

Bu basit gerçeği bir yana bırakalım. Bir de işin etik boyutu vardır. CHP liderleri, yöneticileri, kadroları ve hatta ne yazık ki çoğu üyeleri güncel siyaset, ekonomi, terör konularında, ideolojik argümanlarında ve dış politikada esas olarak hiçbir zaman Atatürk’ü referans almazken, neden böyle ucuz politik çıkarlar söz konusu olduğunda hep Atatürk’ü hatırlarlar.

Öncelikle bir partinin Atatürk’ün partisi olduğunu belirlemek için tek bir bilimsel kıstas vardır. Bu partinin programı, tüzüğü, yayınladığı programatik düzlemdeki çözüm önerileri ve liderlerinin taahhütleri, Atatürk’ün Türkiye’yi yönettiği 1919 (devrimin başlangıcı) ile 1938 arasındaki eylemleri, icraatları söylemleri, programları ve ideolojik metinleriyle ne ölçüde örtüşmektedir?

Sorun bu derece basittir. Atatürkçülük ya da Kemalizm bir ideolojidir. İlkeleri, devrimleri ve iktidar uygulamaları tarihçe sabittir. Tek yapmamız gereken 2008 CHP Programı ve 2010 CHP önderliğinin siyasi-ideolojik çizgisini 1919-1938 Kemalist devrimci çizgiyle karşılaştırmaktır.

Bundan daha nesnel ve bilimsel bir yöntem olamaz. Çünkü bir partinin programı kimliğidir. Atatürkçülüğün bir ideolojisi ve programı vardır. Bugünkü CHP’nin de vardır. Eğer bunlar örtüşmüyor ve hatta pek çok noktada zıtlaşıyorsa, sonuç son derece açık ve basittir: CHP Atatürk’ün partisi değildir.

Kemalizm, Altı Ok ve CHP

CHP programından yola çıkarak bu meseleyi irdeleyeceğiz. Öncelikle şunu belirtmeliyiz bu program aşırı uzun, tam 350 sayfa. Ve öylesine gereksiz söz kalabalıklarıyla dolu ki bir parti programından çok sanki bir hükümet genelgesi veya yönetmeliğini andırıyor. Bu denli uzun bir metinde ise Türkiye’nin temel sorunlarına yönelik bir şeyler bulmak samanlıkta iğne aramak kadar zor. Ancak yine de bu aşırı ayrıntılı metinden 2010 CHP zihniyetini anlamak için alıntılar yapmak zorundayız.

CHP programı 24. sayfada partinin ideolojik konumunu şöyle özetlemektedir:

“Partimizin ideolojisini besleyen, üç ana kaynak: Atatürk’ün modernleşme devrimi ve altı ok ilkeleri, Sosyal demokrasinin evrensel kuralları ve Anadolu ve Trakya’nın tarihsel ve felsefi birikimidir.”

Bu formülasyona ileride değineceğiz. Ancak ilk olarak şu ifadelere vurgu yapmalıyız. Birinci ifade “Atatürk’ün modernleşme devrimi.” Öncelikle neden modernleşme? Bu kelimenin çağdaşlaşma yerine kullanıldığını anlıyoruz. Ancak itirazımız öz-Türkçecilik açısından değil. Atatürk veya çağdaşı olan devrimciler bir kez bile olsun “modernleşme devrimi” ve hatta “çağdaşlaşma devrimi” kavramını kullanmadılar. Çağdaşlaşma kavramı Altı Ok’un esas ilkeleri arasına bile alınmadı. Sadece bazı söylev ve demeçlerde Türk Devriminin bir unsuru olarak nitelendirildi.

Bugünkü CHP’nin “modernleşme” kavramını öne çıkarması ve Atatürkçülük ile ideolojik ve tarihsel bağını sadece “modern olmak” çerçevesinde kurması ilginçtir. Bu neredeyse AKP’nin “Atatürçülük=çağdaşlaşma=AB üyeliği” konumuna bir gerilemedir. 2008 Programının AB konusundaki ileride ele alacağımız söylemleri ne yazık ki bu yorumumuzun aşırı kaçmadığını gösterecektir.

Bugünkü CHP, 1919-1938 arası için Bağımsızlık Devrimi veya Ulusal Kurtuluş Devrimi kavramlarını kullanmamak isteyebilir çünkü bu sol ve anti-emperyalist geçmişiyle bir bağ kurmasına neden olacaktır. Ancak en azından Atatürk’ün CHP’sinin 1931-1935 programlarına bir göz atıp bugün ideolojik olarak nereye düştüklerini görebilirlerdi.

CHP’nin 1931 programının derinleştirilmiş ve genişletilmiş hali olan 1935 Programını referans alırsak, parti çok açık bir şekilde birinci cümlesinde “Türk Devrimi” kavramını kullanmaktadır:

“Cumhuriyet Halk Partisi’nin programına temel olan ana fikirler, Türk Devriminin başlangıcından bugüne kadar yapılmış olan işlerle, yalın olarak, ortaya konmuştur.”

Yani bahsedilen devrim her şeyden önce emperyalizme karşı ulusal bir devrimdir ve o ulus da Türk’tür. CHP bu kavramdan ısrarla kaçınmaktadır. “Türk Ulusu” ifadesi 2008 Programının milliyetçilik ilkesi bölümünde bile kullanılmamaktadır.

1935 Programına geri dönelim: “Partinin güttüğü bütün esaslar, Kamâlizm prensipleridir.”

Birinci sayfada yer alan “Türk Devrimi” ifadesinden bir paragraf sonra ikinci sayfada Kemalizm (Atatürk döneminde öz-Türkçe akımını destek için bir dönem Kemalizm yerine Kamâlizm sözcüğü kullanılmıştır) kavramı geçmektedir. 1935 Programı bu konuda çok açıktır. Partinin ideolojisi ve doktrini Kemalizm’dir.

Programında Atatürkçülük Geçmeyen “Atatürk’ün Partisi”

1935 Programı Kemalizm’in esasları olarak “vatan, ulus, devlet ve kamusal hakları” saymakta; sonrada vasıflar bölümünde Atatürk’ün 6 İlkesini yani Altı Ok’u açıklamaktadır. 2008 Programında “altı ok” olarak geçen ilkelerin neden küçük harflerle yazıldığını bilmiyoruz. Ancak 2008 Programı çok açık bir şekilde ne Kemalizmi ne de bugünkü öz-Türkçe ifadesiyle Atatürkçülüğü ideolojik referans olarak belirtmektedir.

“Modernleşme devriminin” bir unsuru olarak “altı ok” vardır. Ancak Kemalizm ve Atatürkçülük asla bir ideoloji olarak kabul edilmemektedir. Dolayısıyla CHP Programında geçen “altı ok” Kemalist-Atatürkçü ideolojinin ilkeleri olan Altı Ok ile ancak isim benzerliğine sahiptir. 2008 Programının Altı Ok’u açıklayan metinlerini ele aldığımızda bu gerçeği çok daha net göreceğiz.

Ancak 2008 Programı incelendiğinde çok daha çarpıcı bir olguyla karşılaşıyoruz. Atatürkçülük-Kemalizm sadece CHP’nin ideolojisini açıklayan 24. sayfadaki maddeden dışlanmamış, tüm programdan da dışlanmış. İşte çarpıcı gerçek: “Kemalizm” kelimesi 350 sayfalık CHP Programında tamı tamına 0 kez geçmiş. Peki ya Kemalizm’in bugün yaygın olan ifadesiyle Atatürkçülük? “Atatürkçülük” kelimesi de programda toplam 0 kez geçmiş.

Üşenmedik araştırdık. En azından sıfat olarak Atatürkçü kelimesi geçmiştir diye aradık. Sadece iki kez geçmiş. Birincisi 23. sayfada sosyal demokrasinin destekçisi olarak, ikincisi 295. sayfada eğitim konusunda...

İnanılmaz ama gerçek! Atatürk’ün partisi olduğunu iddia eden bir partinin programında Kemalizm ve Atatürkçülük kelimeleri hiç ama hiç geçmiyor. Bırakın bir ideoloji olarak, bir düşünce sistemi veya en azından tarihsel bir devrim veya eylem olarak bile!

Bunu bir CHP’liye sorsak ne diyecektir? Yanıt klasik: “E, biz zaten Atatürkçüyüz, söylemeye ne gerek var?” İyi de söylemezsen, hep gizlersen, programında bir kez bile geçmezse ne malum öyle olduğun?

CHP Atatürkçü mü Sosyal Demokrat mı?

Peki, ideolojilerinin ikinci temel kaynağı olarak belirttikleri “sosyal demokrasi” ile ilgili durum ne? “Sosyal demokrasi” kavramı tam 13 kez geçiyor. Hadi bu rakamları bir yana bırakalım. CHP’nin temel ideolojik kökenini sosyal demokrasiye bir kez bile olsun bağlaması, Atatürkçülükten ciddi bir sapmadır.

Acaba Atatürk kendisine “sosyal demokrat” demeyi bilmiyor muydu? Partisinin ilkeleri arasına sosyal demokrasiyi almaktan aciz miydi? Sosyal demokrasi Atatürkçülükten tamamen farklı ve hatta emperyalist Batı’nın uzlaşma-reform ve sömürü ideolojisi olarak Atatürkçülüğün zıt kutbunda yer alan bir akımdır.

Sosyal demokrasi Batı işçi sınıfı ve burjuvazisinin sömürgelerden talan edilen artık değeri “sosyal adalet” içinde paylaşması temelinde ortaya çıkan liberal-marksist sentezdir. Özünde kapitalizm yanlısı ve sağ bir ideolojidir.

Oysa Atatürk ve devrim arkadaşları defalarca “19. yüzyıl sosyalizm nazariyelerinden” farklı olduklarını belirttikleri gibi, “liberalizme” de karşı olduklarını belirtmiştir. Sosyal demokrasi tam da budur. 19.yy liberalizmi ve reformist sosyalizminin sömürgeci sentezi... Kemalizm tam da bu sömürgeci düzenin yıkılmasını hedefleyen Ulusal Kurtuluşçu sol bir ideolojidir. Atatürkçülük ile Atatürkçülüğün yıkmak istediği bir düzenin reformist ideolojisi nasıl bir tutulabilir?

Bu sosyal demokrasi tartışmasını çok devam ettirmeyeceğiz. Çünkü Türkiye hariç dünyanın hiçbir yerinde Kemalizm’e sosyal demokrasi diyecek cehalette tarihçi veya bilim adamı bulunamaz. Ancak Emre Kongar’lar ve Cumhuriyet yazarlarının bu zırvaları CHP saflarında uzun süredir egemen ideoloji haline gelmiştir. Fakat 2008 Programı bu garip sentezden bile geridir. Çünkü “Atatürkçülük sosyal demokrasidir” bile diyememekte, Atatürkçülük kavramını hiç anmadan işin içinden sıyrılmaktadır. Bunun yerine “Atatürk’ün modernleşme devrimi” ve “sosyal demokrasi” bir arada geçmektedir.

2008 CHP Programında anılan üçüncü ideolojik kaynak ise “Anadolu ve Trakya’nın tarihsel ve felsefi birikimidir.” Bu tercih de çok manidardır. Öncelikle ne olduğu belirsizdir. 1931-1935 Programları ve Atatürk’ün söylevleri incelendiğinde defalarca “Türk yüksek kültürü” ve “büyük Türk medeniyeti”ne göndermeler olduğu görülebilecektir. İşte bu ayrım medeniyet, gelenek ve birikim konusunda 2010 CHP’sinin Atatürk’ten çok farklı bir yerde durduğunu göstermektedir.

Cumhuriyetçilik ve Laiklik: Ciddi Geri Adımlar

2008 Programı 12. sayfadan itibaren Altı Ok’u açıklamaya başlamaktadır. Ancak “temel ideolojik kaynak” olarak anılan “altı ok” öyle bir tefsir edilmektedir ki; program CHP’nin neden Altı Ok’u savunmadığını veya savunduğu “altı ok”un, Atatürk’ün Altı Ok’uyla uzaktan yakından ilgisi olmadığını açıklamaktan başka bir şey yapmamaktadır. İlkeler öyle bir tanımlanmaktadır ki; sanki ilkeyi reddetmek için her yol, her tarif denenmektedir.

Cumhuriyetçilik ve Laiklik CHP kitlesinin asla taviz veremeyeceği ilkelerdir ve parti yönetiminin çok fazla bu alanda geri adım atamayacağı düşünülebilir. Ancak 2008 Programı bu ilkeler açısından bile tehlikeli bazı yorumlar geliştirmektedir.

En basit ve temel ilke olan Cumhuriyetçilik ilkesine göz atıldığında ilk olarak bir taviz gözükmemektedir. Ancak 1935 Programındaki şu cümle önemlidir:

“Parti, bu sarsılmaz kanaatle, Cumhuriyeti her tehlikeye karşı bütün araçlarla savunur.”

Bu cümle açıkça Cumhuriyet konusunda gerici ve karşı devrimci akımları devrimci bir kararlılıkla ezmek taahhüdüdür. 2008 Programı Cumhuriyetçiliği sadece açıklamaktadır. Bu devrimci taahhüt yeni programda yoktur. Ayrıca 2008 Programında ilginç bir şekilde 1931 Programında “milli hâkimiyet”, 1935’te ise “ulusal egemenlik” olarak geçen temel kavram yerine ısrarla “milli irade” ifadesi kullanılmaktadır.

Laiklik İlkesi ise sadece girişte 16. sayfada değil, 49-52 sayfalar arasında da ele alınmaktadır. Laiklik İlkesi CHP kitlesinin en hassas olduğu konudur. Bu alanda taviz parti yönetimi için en zor olanıdır. Bu yüzden tavizler programdan çok güncel siyasette verilmektedir. Ancak programa baktığımızda çok çarpıcı bir detay göze çarpmaktadır.

1935 Programı Laikliği açıkça “din ile dünya ve devlet işlerini” ayırmak olarak tanımlamaktadır. Oysa 2008 Programı bunu sadece “din ile devlet işlerini” ayırmakla sınırlamıştır. Bu laikliğin temelindeki materyalist ve bilimsel anlayıştan günümüzün gerici Amerikan felsefesine bir taviz olarak algılanabilir. Bilindiği gibi ABD’de şekilsel olarak devlet dinden ayrı ancak kamu (yani dünya işleri) tamamen dinin ve cemaatlerin etkisi altındadır.

AKP de bu Amerikan modelini sıklıkla savunmakta ve dini grupların toplum üzerindeki egemenliğini doğal ve hatta hedeflenmesi gereken bir olgu olarak algılamaktadır. Bunun bir başka ifadesi yine “Atatürkçü” olduğu iddia edilen Ecevit tarafından “inançlara saygılı laiklik” olarak dillendirilmişti.

50. sayfadaki şu cümle ise bu açıdan kaygı vericidir:

“Laiklik; hiçbir zaman din ve inanç karşıtı bir ilke ve ideoloji değil, aksine din özgürlüğünü güvence altına alan, farklı inanışların barış ve karşılıklı hoşgörü içerisinde birlikte yaşama yöntemi ve ilkesidir; çağımızın modern ve ileri devlet yönetimi anlayışıdır.”

Atatürk’ün CHP’sinin 1935 Programında “din bir vicdan işidir” deyip, zaten güvence altında olan inanç özgürlüğüne özel bir koruma getirilmemektedir. CHP’nin yukarıdaki formülasyonu ise “inançlara saygılı laiklik” şeklindeki DSP ve aslında DP ve Menderes anlayışını çağrıştırmaktadır. Yani bu teze göre Atatürk dönemindeki laiklik “inançlara yeteri kadar saygılı” değildir.

CHP Programındaki şu maddeler ise daha da kaygı vericidir:

“(Diyanet İşlerinin...) Bünyesine katılmak isteyen her mezhebe açık bir yapılanmaya yönelmesi, bünyesinde yer almak istemeyen mezheplerin ise devletin eşit desteğinden yoksun bırakılmaması yönünde faaliyet göstermesi hedef alınacaktır.”Daha aşağıdaki şu cümleden anlaşılabileceği gibi kastedilen esas olarak Aleviliktir:

“Bu kapsamda, Alevi-Bektaşi inancı ve kültürünü paylaşan yurttaşlarımızın yaygın ibadet, dini hizmet ve kültür merkezleri olan Cemevlerinin de Devletin Camilere sağlamakta olduğu destekten yararlandırılması sağlanacaktır.”

İşte tam da bu Amerikan tipi “laiklik”tir. Diyanetin mezhepler koalisyonuna dönüşmesi devletin laik kimliğinden arındırılması ve tıpkı Irak gibi mezhepsel iktidarların kurumlaştırılmasının ilk adımıdır. Mezheplere kamu desteği kaçınılmaz olarak onlara kamuyu denetleme hakkı tanıyacaktır. Cemevlerini savunmak bahanesiyle yukarıda geçen madde çok tehlikelidir. Bugün eğitim kurumlarına bile verilmeyen maddi desteklerin camilere vermesinin onaylandığını, hatta kamu bütçesinden yapılan bu ayrımcı ve haksız uygulamanın genişletilmesinin bile istendiğini göstermektedir.

Madem öyle CHP AKP’nin “Alevi açılımına” neden karşı çıkmaktadır? Kaldı ki Caferiler, Şafiiler ve sonra da tarikat ve cemaatler de bu kamu hakkını istemeyecek midir?

CHP Laiklik ile küreselleşmenin ve emperyalizmin dayattığı mezhepçilik ve dinsel kimlikçilik akımlarını ciddi bir şekilde karıştırmaktadır. Şu cümle ise 298. sayfadaki Lozan konusunda bile bir geri adımı işaret etmektedir:

“Azınlıkların dini ihtiyaçlarını karşılamak üzere yüksek düzeyde din adamı yetiştirilmesi için ilgili devlet üniversitelerinin ilahiyat fakültelerine bağlı, eğitimin genel ilkeleri çerçevesinde yüksek okullar açılabilecektir.”

Atatürk’ün Laiklik açısından Lozan’ı bile yetersiz bulduğu bir konu Fener Rum Patrikhanesi varlığı meselesidir. Ve hatta Atatürk birkaç kez Laiklik çerçevesinde bu patrikhanenin de er yada geç tıpkı hilafet gibi kaldırılacağını belirtmiştir.

Bugünkü CHP ise, emperyalizmin dayatmaları çerçevesinde Fener Rum Patrikhanesi’nin ekümeniklik ve Ruhban Okulu açma taleplerine resmen kapı açmaktadır.

CHP’nin sadece program düzeyinde Laiklik’ten verdiği tavizler bunlardır. Ancak bir de işin Gürsel Tekin ve Kemal Kılıçdaroğlu öncülüğünde başlayan ve Baykal’ın da savunduğu “Türban-Çarşaf Açılımı” boyutu ve güncel siyasette verilen ödünler kısmı vardır ki bu konuya çok değinemiyoruz. İleride tekrar ele alacağız.

Milliyetçiliği Reddetmek İçin “Milliyetçilik” Tanımı

CHP Programının Milliyetçilik maddesi öyle bir şekilde yazılmış ki, iki sayfa boyunca milliyetçilik nedir öğrenemiyoruz. Maddede bir tek “milliyetçilik ne değildir” bundan bahsedilmiş:

“Türkiye hiçbir zaman ırk, kan ve kafatası esasına göre yönetilen bir devlet olmamıştır, olmayacaktır...

Çoğulculuk anlayışını benimser, tüm etnik ve kültürel kimliklere saygılıdır...

Farklı etnik kökenler arasında bir tercih ve ayrım olgusu olarak değerlendirilemez...

Devletin ırkı olmaz, devlet tüm etnik kimliklere eşit mesafede durur, kültürel çoğulculuğun güvencesini oluşturur görüşüne sahip çıkar...

Farklı etnik kökenlere sahip yurttaşlarımızın karşılaştıkları sorunların ülke bütünlüğü içinde ve çağdaş bir yaklaşımla çözüme kavuşturulmasını benimser.

Bireysel Kültürel Haklara Saygı ilkesini savunur...”

Bir kavramın veya nesnenin ne olduğunu açıklamak için ne olmadığını anlatmak gibi garip bir yöntem kullanmak şüphesiz ki mantıkla açıklanamaz. Tüm bu ifadelerden anladığımız tek bir şey vardır. CHP Programına göre Türkiye’de bir tür “milliyetçilik” vardır. Bu öylesine kötü bir milliyetçiliktir ki; “ırkçı, kafatasçı, kancı, ayrımcı v.s”dir. CHP ise böyle değildir.

Birincisi tüm bu iddialar, milliyetçiliğe yönelik klasik bölücü ve Kürt ırkçısı karalamaların en basitinden tekrarıdır. Bu karalamaların muhatabı ise bizzat Atatürk ve Atatürk dönemi Türkiyesi’dir.

Dahası öyle bir milliyetçilik tanımı yapılmaktadır ki; bu maddede bir kez bile ulus ve millet kelimeleri ve tanımı geçmemekte, ancak tam 6 kez “etnik kimlik” sözü geçmekte ve her seferinde etnik kimlilerin özgürlüğü ve dokunulmazlığından bahsedilmektedir. Dahası 46. sayfada hususi bir madde vardır ki başlığı şu şekildedir: “Etnik kimlik şereftir.”

Bir milliyetçilik anlayışı düşünün; milli kimliği değil ancak etnik kimliği şeref olarak görüyor. Milli-ulusal kimliği ön plana çıkarmayacaksanız ve etnik kimlikleri esas alacaksanız niye milliyetçilik ilkesini savunuyorsunuz?

Bu Bektaşi fıkrasına benzemektedir. Bektaşi kendisine vaaz veren softayı dinler: “Allah ne yerdedir, ne gökte, ne kadındır, ne erkek, ne görürsün ne dokunursun...”

Sonunda Bektaşi dayanamaz ve patlar: “Ya hoca efendi sen şuna yok diyeceksin de bir türlü dilin varmıyor.”

CHP de Milliyetçiliği adeta Atatürk’ten kalma bir yük gibi görmektedir. Değiliz diyecekler ama lafı geveleyip duruyorlar.

Türk ve Türkçe’yi Dışlayan “Milliyetçilik”

Dahası CHP Programı bir şahesere imza atmaktadır. CHP hayalinden öyle bir millet kavramı yaratmıştır ki bu milletin dili yoktur. Sayfa 13’ten aynen aktarıyoruz:

“CHP Atatürk milliyetçiliğini benimsemektedir: Türkiye Cumhuriyeti din, dil, ırk ve etnik köken temelleri üzerinde değil, siyasal bilinç ve ideal beraberliği zemininde kurulmuştur. Milliyetçilik, ırk, köken, din, mezhep, bölgecilik, kavimcilik anlayışlarının, ulusal düzeyde aşılmasıdır.”

Dil varsa millet vardır. Dil yoksa millet yoktur. Dünyada hiçbir sosyoloji kitabı, hiçbir aklı başında akademik metin, millet ve milliyetçilik kavramını dil olgusunu dışlayarak açıklamaz. Böylesine garip bir buluş günümüz CHP yönetimine aittir. Düşünün bir kere. Bir millet tanımı yapacaksınız ama bu milletin ortak bir dili olmayacak. Hem de buna utanmadan “Atatürk milliyetçiliği” diyeceksiniz. Oysa her halde Türk dilini yüceltmek ve yaygınlaştırmak için Atatürk’ten fazla çalışan bir lider olamaz. Nitekim Atatürk’ün 1935 Programı ulusu aynen şöyle tanımlamaktaydı:

“Ulus; dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasal ve sosyal bir bütündür.”

Bu tanım ulusun yegâne bilimsel tanımıdır. Gerçekten de dilin ve dil birliğinin olmadığı yerde ulusun ve ulusal birliğin olmasından söz etmek imkânsızdır. Oysa CHP Programı daha Türkçe’yi ve dil birliğini bile savunmamaktadır.

1935 Programının 41. maddesi ise açıkça Türk dilinin önemini şöyle vurgulamaktadır:

“Türk dilinin, ulusal, tükel bir dil haline gelmesi hakkındaki ciddi çalışmalara devam olacaktır.”

Bugünkü CHP ise Türkçe’yi ve Türkçe’nin ulusal niteliğini reddetmektedir:“Bizim Milliyetçiliğimiz; Çoğulculuk anlayışını benimser, tüm etnik ve kültürel kimliklere saygılıdır. Hangi kökenden gelirse gelsin, hangi dili konuşursa konuşsun ve hangi inancı paylaşırsa paylaşsın, tüm yurttaşların hukuk önündeki eşitliğidir, bütün vatandaşların ülkenin sahibi olduğu anlayışıdır.”

İyi de bu milliyetçilik değil ki! Milliyetçilik kendi dilini savunur. Oysa CHP diller arası eşitliği savunmaktadır. Programın geri kalan bölümlerinden anlaşılabileceği gibi kastedilen ise “Kürtçe”dir ki hiçbir bilimsel kıstas bu lehçenin bağımsız bir dil olduğunu göstermez. Kaldı ki gösterse bile bir ulus-devlette tek bir dil olur. Bu dilin de tüm hukuk düzlemlerinde önceliği ve üstünlüğü vardır.

Türkçe’yi milliyetçilik anlayışında kabul etmeyen CHP acaba bu milletin adı ne bilmemekte midir? Bu ulusun adı Türk ulusudur. Ancak CHP Programının milliyetçilik maddesinde bir kez bile “Türk” ve “Türkçe” kelimeleri geçmemektedir.

Bunun yerine “kültürel çoğulculuk” ifadesi Milliyetçilik maddesi ve programda defalarca kullanılmaktadır ki; bu kavramın Atatürkçülük ve Atatürk milliyetçiliğiyle uzaktan yakından alakası yoktur. Bu kavram küreselleşmenin ve demokrasi maskeli yeni sömürgeciliğin dayattığı bir kavramdır. Emperyalizm, ulusal kültüre karşı etnik, mezhepsel ve dinsel kimlikleri ön plana çıkarmaktadır. Böylelikle gericilik ve bölücülük aracılığıyla ezilen uluslar parçalanıp sömürgeleştirilebilir. “Kültürel çoğulculuk” ulusal kültür hariç her kimliği öne çıkarır. Amaç ulusu parçalamaktır. CHP önderleri ya inanılmaz bir cehalet ya da gaflet ile bu kavramı demokrasiyle eşanlamlıymış gibi sık sık programda kullanmaktadır.

CHP’ye Göre Kürtler Ayrı Bir Ulus mu?

CHP programında bir başka bölücü mayın ise “entegrasyon” kavramıdır. CHP programında defalarca ve ısrarla “asimilasyonu” reddettikleri, bunun yerine etnik kimliklere saygılı olan “entegrasyon” kavramını savunduklarını belirtiliyor.

Öncelikle “asimilasyon” sağlıklı bir uluslaşma sürecinin en doğal ve sosyolojik olarak en kaçınılmaz sonucudur. CHP açıkça uluslaşmayı reddetmektedir. “Entegrasyon” birden fazla ulusal kimliğin var olduğu ve asimilasyonun imkânsız olduğu koşullarda dillendirilir. Örneğin Almanya’daki Türkler asla Alman olamaz. Çünkü iki farklı ulusal kimlik söz konusudur. O zaman entegrasyon hedeflenir.

CHP entegrasyon kelimesini kullanarak açıkça Kürt kimliğini ayrı bir ulusal kimlik olarak tasavvur etmektedir. Bu baklanın ağızdan çıkmasıdır. Demek ki “etnik kimlik şereftir” sözlerinin arkasında Kürtleri ayrı bir ulus olarak gören PKK tezleri yer almaktadır.

Asimilasyon ise zaten Türkiye’de 1000 yıldır devam eden, en doğal ve en barışçıl toplumsal süreçtir. Atatürk döneminin değişmez politikası asimilasyondur. Kanun metinlerine bile bu kavram girmiştir.

Atatürk’ün partisi olduğunu ileri süren CHP karar vermelidir. Uluslaşma konusunda rehberiniz kimdir? Atatürk mü Apo mu?

Türkçe’ye Yasak, Kürtçe’ye Özgürlük

CHP’nin yaptığı milliyetçilikten taviz vermek değil, açıkça millet kavramını ve milliyetçiliği reddetmektir. Oysa örnek aldıkları Avrupalı sosyal demokrat partilerin bile kendi ülkelerinde kendi dillerinin egemenliği için yapmadıkları yoktur. Türk gurbetçiler bu baskıları bizzat yaşamaktadır.

CHP Programı adeta Türkçe’yi yasaklamaktadır. Varsayım şudur: Bu ülkede bir de Kürtçe vardır. Eğer Türkçe’yi ön plana çıkarırsak, Kürtleri dışlamış oluruz. Nitekim CHP programında Kürtçe’nin yaygınlaştırılması için bakın nasıl önlemler sıralamış (sayfa 48):

“Her etnik kökenden yurttaşımızın, kendi özgür irade ve talepleri çerçevesinde; Kendi ana dilini özgürce kullanabilmelerine, özel dershaneler veya kurslar gibi kurumlar kurarak anadillerini özgürce öğrenebilmeleri ve öğretebilmelerine, kendi ana dillerinde gazete, dergi, kitap yayınlamalarına ve diğer her türlü yazılı ve sözlü yayında bulunabilmelerine, müzik ve sanatın diğer dallarında faaliyette bulunabilmelerine, Türkiye sınırları içinde yayın yapan radyo ve televizyon kurum veya kuruluşları üzerinden, RTÜK’ün genel kuralları çerçevesinde, kendi anadillerinde yayın yapabilmelerine, değişik kültürel etkinliklerde bulunabilmelerine, kendi folklorlarını yaşatabilmeleri ve geliştirebilmelerine, tüm bu ve benzeri bireysel kültürel haklara özgürce ve dilediğince ulaşabilmelerine, olanak tanımayı çağdaş demokrasi anlayışının gereği sayar.”

İyi de tüm bunları savunuyorsanız, AKP’nin Kürt açılımı adı altındaki bölücülük adımlarına niye karşı çıkıyorsunuz? Yoksa bu karşı çıkış sadece göstermelik mi?

Kaldı ki CHP Programında “bireysel kültürel hak” olarak tanıtılan olguların hiçbiri bireysel değil, hepsi “kolektif etnik” haklardır ki bu kaçınılmaz olarak Türkiye’nin bölünmesine yol açar. Bir etnik kimliğe kolektif hak ve ayrıcalıklar tanınması ulus devleti her zaman parçalanmaya sürükler.

Nitekim meselenin Kürt kolektif hakları olduğu CHP Programının 48. sayfasında açıkça itiraf edilmektedir:

“Ülkemizin aynı ana dili paylaşan ve etnik kökene sahip en yaygın unsurlarından birini oluşturan Kürt kökenli yurttaşlarımızın yoğun biçimde yaşadıkları bölgemizdeki sorunlarını da bu anlayışla çözeceğiz. Bu yöndeki çalışmalarımızı sosyal demokrat yaklaşımımız gereği insanı temel alan bir anlayışla sürdüreceğiz.”

Programda bir kere bile Türk dilini savunmayan CHP, “Kürtçe” denilen karışık lehçeye ana dil vasfı kazandırdığı gibi bu dili yaygınlaştıracağını taahhüt etmektedir. Hatta bu konuda öylesine aşırıya kaçılmaktadır ki K. Irak’taki Kürtlerin bile eğitilmesi ve onlar için Kürtçe yayın yapılması savunulmaktadır.

Türkçe’yle ilgili geçen yegâne ifade ise sayfa 136’dadır ki bu da trajikomiktir:

“(Yurtdışında yaşayan gurbetçiler arasında.. ) Türk dilinin, kültürünün ve kimliğinin yaşatılması ve geliştirilmesi için caba sarf edilecektir.”

İyi de Türkiye’de savunmadığınız bir şeyi neden yurtdışında savunuyorsunuz?

“Mürteci, Beyinsiz, Düşman”

CHP sözde ırkçılığı reddetmekte ancak etnik bölücülüğe verdiği bu tavizlerle resmen Kürt ırkçılığını teşvik etmektedir. Kendi programında milliyetçiliğin “ırk, köken, din, mezhep, bölgecilik, kavimcilik anlayışlarının, ulusal düzeyde” aşılması olduğunu savunan CHP, etnik kimliği bir şeref olarak adlandırmaktadır.

Etnik kimlik tam da ırk ve kavim kimliğidir. Emperyalizmin dayattığı bir parçalama aracıdır. Böylesine bir aymazlık ve çelişki, hem kavimciliği reddetmek hem de etnikçiliği yüceltmek ancak Kürtçülüğü aklamak için yapılmış olabilir. Nitekim Kürtçülüğü meşrulaştırmak için CHP öylesine tehlikeli bir noktaya savrulmaktadır ki; ulusu atomlarına kadar parçalayacak şu tezi programda savunmaktadırlar:

“ CHP, bu ilkeler temelinde şekillenen politikaları ve uygulamaları ile başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimiz olmak üzere Türkiye’nin her yöresinde yaşayan Kürt, Arap, Boşnak, Laz, Gürcü, Çerkez, Abaza, Arnavut, Roman gibi farklı etnik kimliklere sahip tüm insanlarımızı huzura, barışa, gelişmeye ve sosyal refaha taşıyacaktır. Bu yurttaşlarımızdan hiçbirine karşı ayırımcı muamele yapılmaması, hiçbir alanda haklarının kısıtlanmaması, devlet hizmetlerinden yararlanmada güçlükle karşılaşılmaması için gerekli önlemler alınacaktır.”

AKP zihniyetinden bu zihniyetin farkı ne? Kaldı ki AKP meşhur bölücülük yasalarını çıkarıp, Kürt açılımını gerçekleştirdiğinde, bizzat Boşnak, Arnavut ve Pomak kökenli Türkler kendilerinin asla bu dillerde televizyon yayını istemediklerini belirtmek zorunda kalmıştı. AKP ve CHP’nin yaptığına resmen Türk’üm diyenlere zorla Türk olmamaları için baskı yapmak denir.

“ Ne Mutlu Türk’üm Diyene ” kadar ırkçılığı dışlayan, kazanıcı ve çağdaş bir milliyetçilik anlayışı neden bugünkü CHP’ye bu kadar terstir? Tüm Türkiye’yi onca çabaya rağmen kenetleyen Atatürk’ün bu veciz sözleri 2008 CHP Programında neden bir kez bile geçmez?

Yukarıdaki 2008 CHP Programındaki paragrafın hemen altında Atatürk’ün şu sözlerini okuyalım:

“Bugünkü Türk Milleti siyasî ve içtimaî camiası içinde kendilerini Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler, birkaç düşman aleti, mürteci beyinsizden maada hiçbir millet ferdi üzerinde teelümden başka bir tesir hasıl edememiştir. Çünkü, millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.”

Buyurun size Atatürk’ün görüşü... Aynı konuda bu kadar bir biriyle zıtlaşan başka iki görüş olabilir mi? Etnik ayrımcılığı savunan CHP liderleri şunu açıkça yanıtlamak zorundadır. Atatürk’ün “mürteci, beyinsiz ve düşman” olarak nitelendirdiği bölücü anlayışı programına aynen alan bu CHP nasıl “Atatürk’ün partisi” olabilir?


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

30 Ekim 2016 Pazar

BİR MİLLİ DAVA, NASIL KAYBEDİLİR..



BİR MİLLİ DAVA,  NASIL KAYBEDİLİR..



Bir Milli Dava  nasıl kaybedilir?
Ali Özsoy 
YÖN 

16.10.2006

Milli Davalar hainler yüzünden değil, hatalı önderlik yüzünden kaybedilir
KKTC’de AKP’nin müdahalesiyle, CTP-DP koalisyonu bozuldu. UBP’den istifa eden 4 milletvekili bir hülle partisi kurdu ve 3 bakanlık alarak CTP hükümetine katıldı.
Tayyip Erdoğan’ın adamı olarak tanınan KKTC müftüsü Ahmet Yünlüer’in bu operasyondaki rolü alenen ortaya çıktı. AKP talimatıyla bu işleri üstlendiğini saklamayan müftü Rauf Denktaş’ı ve Kıbrıs Türklerini dinsizlikle suçlayarak Ankara’daki hükümete “canının feda” olduğunu açıkça belirtti.
ABD ve AB paralarıyla seçim kampanyası yürütürken, “Türkiye işimize burnunu sokmasın” diyen M. Ali Talat ise AKP müdahalesini savunarak “AKP bir şekilde müdahale etmişse etmiştir, etmemişse etmemiştir.” diyerek, Denktaş’ın ifadesiyle KKTC’de yaşanan son sivil darbede oynadığı rolü gizlemedi.
Rauf Denktaş ve oğlu Serdar Denktaş’ın gelişmelerden sonra yaptıkları açıklamalar çok önemli gerçekleri ortaya çıkarıyordu. Ancak bu açıklamalar tıpkı DSP-MHP-ANAP iktidarının yıkılmasından sonra bazı DSP’li ve MHP’li isimlerin feryatları kadar etkili oldu.
Siyasette her şey bittikten sonra bazı gerçekleri dile getirmenin hiçbir anlamı yoktur. Eğer siyasi komplolar ve emperyalistlerin müdahaleleri zaten bu denli açıksa ve biliniyorsa, zamanında eyleme geçmek ve doğruları dile getirmek tek yoldur. Hele “Anadolu halkını arkasına aldığını” söyleyen bir milli çizginin tek şansı, gerçekleri halka anlatarak, Türk halkının tepkisini örgütleyerek direnmektir.

ABD ve AB’ye karşı Türk halkıyla direneceklerini açıkça ilan eden Denktaş’ın en büyük hatası, bu ilan-ı harbe rağmen ABD ve AB’nin tamamen güdümüne girmiş KKTC ve Türkiye’deki siyasi yapıyla köprüleri tamamen yakmaması olmuştur. Serdar Denktaş’ın Talat hükümetindeki etkisiz bakanlığı pahasına ve “akıllıca strateji” uygulamak adına bugünlere gelindi.

Kuşkusuz “ulusal güçler” adı verilen ve şöyle ya da böyle Kıbrıs’ta Milli Dava’yı savunma niyetini ilan eden çevreler açısından, Serdar Denktaş’ın Talat hükümetindeki varlığı oldukça uzun bir hatalar listesinin en son maddesiydi.
Ama bu en son maddeyle birlikte Denktaş’ların Kıbrıs siyasetinden tamamen tasfiye edilmesi süreci tamamlanmış oldu.

Kıbrıs’ta yaşanan olaylar tek bir gerçeği açıkça ortaya çıkarıyor. Bazı milli çevreler hâlâ feryat figan AKP’ye, Talat’a ve onları destekleyen dış güçlere bağırıp çağırıyor. Ama bu öfke çok anlamsız kalmaktadır. Çünkü Milli Dava’yı zaten kabul etmeyen ve ona karşı çalışacağını ilan eden güçleri, Milli Dava’ya ihanet etmekle suçlamak saflığı aşan bir siyasi bilincin göstergesi olmaktadır.
AKP, M. Ali Talat veya Batı emperyalizmini suçlamak, kendi görevlerini yapmayan veya yapmaları gerekenin tam tersini yapan “ulusal güçlerin” hatalarını kapatmadığı gibi, gelecekte de aynı tür hataların tekrarlanacağını işaret etmektedir. Milli Davalar zaten ona karşı olan iç ve dış güçlere karşı savunulur.
Dava eğer kaybedilirse bunun sorumluluğu düşmanlarda değil, Milli Dava’yı hakkıyla savunamayan milli güçlerindir. Artık sorumluyu tespit etmenin vakti gelmiştir.
TSK’nın komuta kademesinden, en küçüğünden en büyüğüne millici siyasi odakların hepsi sorumludur. En ılımlısından en dik duranına, Özkök’ünden Denktaş’ına kadar geniş bir yelpaze aslında “milli strateji” adı altında teslimiyeti farklı derecelerde onaylamıştır. Ve tüm olanaklarımız bir kenara itilerek, düşmanının adım adım bugünlere gelmesine neden olunmuştur.
Kuzey Kıbrıs’a Rumlar değil ABD el koyacak
Yaşananlar olayları, Denktaş’lar ve Türkiye’deki milli çevreler AB’nin Türk limanlarını Rumlara açma dayatmasına ve Finlandiya çözümü adı altında getirilen yeni “çözüm paketine” bağladılar.
Oysa bu bakış açısı bile adada yaşananların hâlâ bazı milli çevreler tarafından yanlış değerlendirildiğini gösteriyor. Finlandiya çözümü denen paket aslında adadaki AB egemenliğini değil, ABD egemeniğini kesinleştirecek bir sürecin parçasıdır.
Annan Planı’nın oylandığı seçimlerden sonra adada fiilen AB ve ABD arasında siyasi bir taksim yaşandı. Adanın güney kesimi AB’nin, kuzey ise ABD’nin siyasi etki alanlarına teslim edildi.
Talat’ı AKP’nin adamı olarak nitelendirmek siyasi miyopluktur. Çünkü hem AKP hem de Talat iktidarını ABD kurdu ve ayakta tutuyor. Hatta Talat, Tayyip Erdoğan’dan daha çok ABD’nin adamı. Talat da Tayyip Erdoğan da Kıbrıs’ta ABD stratejisini uyguluyorlar. Maraş’ın ve Magosa limanının BM denetimi adı altında Rumlara verilmesi ve böylelikle KKTC üzerindeki izolasyonun sınırlı ölçüde kalkması da zaten AB’den çok ABD’nin işine yarıyor.
Bu gelişmeyle birlikte AKP iktidarı limanlarını belki Rum kesimine açabilir ama bunun seçimlere kadar olamayacağını zaten AB bile kabul ediyor. Büyük bir dayatma ve acele yok. Bugün esas yaşanan M. Ali Talat hükümetini dünyaya tanıtma sürecidir. Ve bunu Türkiye değil, ABD üstlenmiştir.
Çünkü M. Ali Talat’ın dile getirdiği gibi, “Kıbrıs Türk Devleti” artık “Türkiye’nin mezesi değildir.” İslam Konferansı’ndaki gelişmeler, Pakistan’ın M. Ali Talat’ı ilk defa resmi sıfatıyla ağırlaması, ABD’nin Kuzey Kıbrıs’ı kendine tamamen bağladıktan ve tam anlamıyla “kendi mezesi” haline getirdikten sonra buradaki kukla yönetimi dünyaya tanıtacağının işaretidir.
Bu aşamada Kuzey Kıbrıs için AB tehlikesinden hâlâ bahsedenler, hatta işi AB izolasyonları kaldırsın davasına indirgeyenler aslında adadaki Türkiye’ye yönelik gerçek tehlikeyi gizlemektedirler. Bu tehlike ABD ordusunun Türkiye’yi ve Ortadoğu’yu kuşatmak için Kuzey Kıbrıs’ı işgal etmesi tehlikesidir.
Kıbrıs’taki ABD ve AB arasındaki siyasi taksim, hızla askeri taksime doğru ilerliyor. Kıbrıs Rum Kesimi Fransız Ordusuna güneyde üs verme kararı aldı. Yine AB ordusunun en önemli Akdeniz üssü Güney Kıbrıs olacak.
Tayyip Erdoğan’dan daha çok Washington’a gidebilen M. Ali Talat döneminde ABD askeri yetkilileri, “sivil havacılık denetimi” adı altında sık sık Ercan havaalanını teftiş ettiler. “Annan Planı reddedildi ama parça parça uygulayabiliriz” diyen M. Ali Talat’ın kastettiği parçaların başında Türk Ordusu’nun adadaki varlığının kademeli olarak ortadan kaldırılması geliyor.
Kuzey Kıbrıs’taki mülk davaları konusunda Tony Blair’in avukat eşiyle ortaklık kuran Talat yönetimi, ilk defa bir Avrupa mahkemesinde Rumların aleyhine karar çıkartabildi.
Talat, Kuzey Kıbrıs topraklarını korumaya karar verdi. Çünkü bu topraklar ABD için de artık gerekli. Maraş ve Magosa’da taviz konusunda bile AKP’den daha temkinli davranan Talat yönetiminin iplerinin ne AKP ne de AB’nin elinde olmadığı artık açıkça görülmelidir. Talat Kuzey Kıbrıs’ta ABD’nin atadığı “cumhurbaşkanı”dır. Kuzey Kıbrıs’ta Türk askeri şimdilik vardır. Ama orada Türkiye’nin devlet olarak siyasi etkisi kalmamıştır.
Bu gerçekler görülmeden Kıbrıs konusunda milli bir politika yürütülemez. En sert TSK açıklamasından, en millici halk eylemine kadar artık Milli Dava’ya bağlılık açısından turnusol kağıdı, AB karşıtlığı değil, ABD tehlikesine vurgudur.
Güney’e AB, Kuzey’e ABD ordusu girmek üzeredir. Her iki ordunun hedefi Türkiye olacaktır. K. Irak’ta ve Güneydoğumuzda yaşananlar iki misli bir şekilde Kıbrıs’ta yaşanacaktır. Öncelikle Türkiye’ye yönelik bu askeri tehlike vurgulanmalıdır. Sahte millicilik çizgisi artık “onurlu AB üyeliği” sloganının arkasına sığınamıyor. Her türlü demeçte AB karşıtlığına rastlayabiliyoruz. Ama kimse ABD’den bahsetmiyor.
Oysa bölünme tehlikesi ve Kıbrıs’ta Türk milletine biçilen felaketler siyasi dayatmalarla değil, ancak askeri bir müdahaleyle tam olarak gerçekleşebilir. Bunu yapacak ise ABD ordusudur. Zıpır çıkışlar yapan bir iki AB temsilcisine haddini bildirmek bu açıdan çok stratejik öneme sahip değildir. Artık Türk halkı bu tür çıkışlardan tatmin olmuyor.
“Stratejik akıl” en büyük alıklık haline geldi
Açıkçası hem Kıbrıs, hem de diğer Milli Davalar açısından Türkiye’nin önündeki seçenekler 4 yıl öncesine göre çok daha azalmıştır. Şartlar daha da ağırlaşmıştır. Atılacak adımlar daha radikal olmak zorundadır.
Bunun yegâne nedeni 4 yıl boyunca milli güçlerin yanlış direnme stratejisidir ya da stratejisizliğidir. AKP’yi suçlamak anlamsızdır çünkü AKP zaten üzerine düşeni yapmıştır.
Hatalar silsilesini uzun süre ulusal güçlerin ağzının içine baktığı, ancak konuştuktan sonrada tüm safları dağıtan eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün iki ifadesiyle özetleyebiliriz: “stratejik akıl” ve “hislerle değil akılla karar vermek.”
Stratejiye ve akıllı davranmaya vurgu yapan bu bakış açısı Annan Planı’nı bile son dakikada desteklemiş ve Kıbrıs’taki referandumda milli güçleri sırtından hançerleyerek dağıtmıştı.
Esas olarak bakıldığında, Milli Dava’yı savunanlar asla tam olarak direniş çizgisini benimsemediler. Eğer TÜRKSOLU’nun eski sayıları takip edilirse bu konulardaki uyarıların hepsinin doğru çıktığı görülecektir. Çok geriye gitmeden kısaca milli denen güçlerin yaptıkları tüm “akıllıca” eylemlerle nasıl AKP, ABD ve AB’nin değirmenine su taşıdıklarını özetleyelim.
2002 Kasımında AKP iktidara gelince ilk icraatları Rauf Denktaş’a zorla Annan Planı’nı imzalatmaya çalışmak oldu. Başaramadılar ve büyük tepki gördüler. AKP’nin misyonu ilk günden belli olmuştu.
Ama CHP ve TSK’nın o zamanki önderliği, AKP’yi kazanmak adına Tayyip Erdoğan’ın yasaları çiğneyerek ve seçim hileleriyle TBMM’ye gelip başbakan olmasına göz yumdular.
Kıbrıs’ta milli direnişin bel kemiği hep Türk Ordusu olmuştur. Ancak AB’den tepki çekmemek ve AB’ye koz vermemek adına, MGK’nın tasfiye edilmesine göz yumuldu. TSK’nın halkı bilgilendirerek taviz politikalarına karşı çıkmasına ve AKP iktidarını da bağlayıcı kararlar almasına olanak sağlayacak yasal platform böylelikle ortadan kalktı. AB’nin eline “akıllıca” koz verilmemiş oldu.
Milli Dava konusunda asla taviz vermeyeceğini ve Annan Planı’nı değil oylatmak, görüşme masasına bile getirtmeyeceğini söyleyen Rauf Denktaş gerek Hilmi Özkök’ün gerekse çeşitli “milli güçlerin” telkinleriyle bunun tam tersi bir politika uygular konuma düştü. Annan Planı’ndan önceki son genel seçimi bir Milli Davay’a destek referandumu olarak ilan eden Rauf Denktaş, Serdar Denktaş’ın UBP’ye karşı ayrı bir baş çekmesini engellemedi. Denktaş çevresi UBP yenilgisi durumunda DP’yi bir sigorta olarak değerlendirdi.

“ Sigorta ” denen Serdar Denktaş, “ hain ” denen M. Ali Talat ile koalisyon kurdu. M. Ali Talat’ın daha ılımlı ve devletçi olmaya başladığı propagandaları desteklendi. Oysa M. Ali Talat çoktan Rauf Denktaş yerine uluslararası görüşmelere gitmeye başlamıştı.

Bu aşamada bile hatadan dönülebilirdi. Cumhurbaşkanı olarak Rauf Denktaş New York’a Annan Planı müzakereleri için asla gitmeyeceğini deklere etti. Ancak “ Tecrit olmayalım ”, “stratejik” davranalım ifadeleriyle Denktaş MGK’da ikna edildi.
Hem Hilmi Özkök hem de Tayyip Erdoğan, anlaşma olmazsa Annan Planı için referandumun KKTC’nin iradesine rağmen yapılmasına karşı çıkacaklarının sözünü verdiler. Resmi MGK tutanaklarına bu söz geçti.
Denktaş New York’a giderek, Annan’a KKTC’nin iradesini teslim etti. Annan anlaşma olmamasına rağmen referandum ilan etti. MGK’daki söz unutuldu. Rauf Denktaş ise Cumhurbaşkanı olarak yasadışı seçimi engelleyecek yasal yetkiye ve olanaklara sahip olmasına rağmen referandumda hayır oyu için kampanya başlatmaya karar verdi. “Sigorta” konumundaki oğlu ise partisini ve seçmenleri serbest bıraktı. UBP “hayır” cephesinde yalnız kaldı.
En sonunda Hilmi Özkök, adanın “güneyinde hayır, kuzeyinde evet en hayırlı kombinasyondur” diyerek seçimlerden bir hafta önce TSK’nın adadan tasfiye sürecine TSK’nın en üst düzey komutanının da karşı çıkmadığını duyurmuş oldu. Böylelikle adanın güneyini AB, kuzeyini ise ABD’ye taksim eden “en hayırlı kombinasyon” gerçekleşti.
Bu aşamadan sonra Annan Planı’na karşı çıkan Türk kesimindeki %35’lik hayır oyunun tek bir anlamı vardır. Bunca olumsuz koşula, bunca stratejik hataya, bunca ihanete rağmen Türk halkının büyük bir yüzdesi tamamen ideolojik bir milliyetçilik tavrıyla sürece karşı çıkabilmiştir. Devletin sorumlu kademelerindeki tüm isimlerin hatalı hatta ihanete varan tavırlarına rağmen Türk halkının Rauf Denktaş ve Milli Dava’ya desteğinin ne derecede büyük olduğu ortaya çıktı.
Halkın duyarsız olduğu, bu yüzden tecrit olmamak için stratejik hareket etmek gerektiğini savunanlar yenilginin gerçek sorumlularıdır. Bunlar Amerikancı ve AB’ci güçlerin her aşamada neredeyse tamamen istediği adımları atmıştır.
Rauf Denktaş’ın, Serdar Denktaş kanalıyla M. Ali Talat gibi bir Türkiye düşmanını “kontrol etmek” bahanesiyle, meşrulaştırması ve ona muhalefetsiz bir gül bahçesi sunması son büyük hataydı.
“Onurlu AB üyeliği” masalını anlatan DSP-MHP-ANAP iktidarının ne denli onursuzca yıkıldığı ve Türkiye’yi de onursuz tavizlere sürüklediği ortadadır. Bugün ise “stratejik akıl” adı altında, Kıbrıs’ta ABD yardımıyla tutunma hayali besleyenlerin içine düştükleri durumunu görüyoruz.
“Kanla aldık, kön dökmeden vermeyiz” diyebilmek
“Kurmaylık” ve “stratejik akıl” her halde her aşamada düşmandan medet ummak, düşmanın ılımlaşacağını, onunla ortaklık kurulursa temel hedeflerini bırakacağını hayal etmek değildir.
Oysa Türkiye’deki “milli güçler” denen çevrelerin en temel propagandaları bu hatalı düşünceler üzerine kuruldu, Önce “AB’ye onurlu üyelik” dendi. Sonra “Tayyip Erdoğan başbakan olursa ılımlaşır” masalları anlatıldı. “Merak etmeyin Ordu bir konuşacak pir konuşacak” diye halk uyutuldu. En sonunda aslında ABD’nin M. Ali Talat eliyle KKTC’yi koruyacağı hayali yutturuldu. ABD güdümünde, Serdar Denktaş “sigortalı” koalisyonlar desteklendi.
Artık “millici” yanılsamaların gerçeklik karşısında tamamen tuzla buz olduğunu görüyoruz. Teskin edici hikâyeler sona erdi.
Devlet başkanıyken elindeki silahlı güçle, devlet mekanizmasıyla Milli Dava’yı savunamayanlar ise, şimdi artık gazete köşelerinden en sert açıklamaları yapabilirler. AKP ve M. Ali Talat ile hiçbir zaman köprüleri atmaya cesaret edemeyenlerin, bugün onlar tüm bağları koparınca öfke ve şaşkınlık nöbetlerine girmeleri ise anlamsız.
TÜRKSOLU, Annan Planı’nın referandumundan hemen önce; “Kanla aldık, kan dökmeden vermeyiz” sloganını atmıştı. Bunun tek anlamı devleti yıkacak seçimi yasal olarak ve fiilen engellemekti. “Bu seçim devleti yıkacak” diyen Rauf Denktaş doğru saptamaları yanlış eylemlerle devam ettirmekte ısrarlı oldu. Ve bugün yaşanan son sivil darbeden sonra ilk defa “KKTC’nin kanla kurulduğunu, teslim olmayacaklarını” söyledi ve TMT geçmişini hatırlattı.
Geç olsun ama güç olmasın demek istiyoruz. Ama hem geç hem de güç olacak anlaşılan. Keşke KKTC Anayasasına göre adadaki Silahlı Kuvvetler’in başkomutanıyken bu cümlelerin gereği yerine getirilseydi. Anadolu’daki Türk halkının Denktaş’ın arkasında olduğu kesin. Cumhurbaşkanı Denktaş, en kritik günlerde on binlerce gönüllüyle hem AKP hem de Hilmi Özkök’e rağmen Milli Dava’yı rahatlıkla savunabilirdi. Ama köşe yazarlarına verilen destekle, Cumhurbaşkanlarına verilen destek arasında fark vardır. Geciken çağrılar Türk halkının kulağına gitmez.
“Milli strateji” belirleyeceklere Kıbrıs musibeti belki ders olur. Korkunun ecele faydası yoktur.



..

29 Aralık 2015 Salı

SAHTE ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ TANIYALIM 3






Emre Kongar: 
AKP'den Daha AKP'ci PKK'dan Daha PKK'cı



“ Atatürkçü ”lerin Atatürkçülüğe ettikleri.,

İnan Kahramanoğlu


Emre Kongar













Emre Kongar


Yaşar Kemal














Yaşar Kemal.,
 '' _ Anlaşılan Kongar son dönemde AKP ve PKK tarafından “ Akil Adam ” pozunda ortaya sürülen Yaşar Kemal’e özenmiş. Ama bu öne çıkma hevesinden mi bilinmez Kongar’ın Yaşar Kemal’in bile söylemeye cesaret edemeyeceği pek çok şeyi hem de açıkça yazdığını görüyoruz. ''


Atatürk düşmanlarını hep dışarıda aradığımızdan olsa gerek sözde Atatürkçülerin Atatürkçülüğe ettiklerini hep görmezden gelmişizdir. Bu nedenle de Atatürkçülüğün iki yakası Atatürk’ün ölümünden bu yana, neredeyse yetmiş yıldır bir türlü bir araya gelememiştir.

Hemen her seçimde “ Tamam, bu kez Başaracağız ” diye tazelenen ümitler, bu nedenle hep boşa çıkmış, umut bağlanan “Atatürkçü” partiler, dernekler, gazeteler, aydınlar da bu yetmiş yıl boyunca hayal kırıklığından başka bir şey getirmemiştir.

Tabii bu arada atı alan Üsküdar’ı geçmiş; Türkiye, Atatürk’ün Türkiyesi olmaktan da çıkmıştır.

Ama buna rağmen Atatürkçüler imiz deve kuşu misali gerçekleri görmemek için kafalarını kuma sokmaktan ve içimizdeki Atatürk düşmanlarını ve onların yarattığı sahte Atatürkçülüğü teşhir etmekten hep kaçınmışlardır. Sorunun kaynağını hep başka yerlerde arayarak, hep başkalarını suçlayarak da işin içinden sıyrılmışlar dır.

Oysa bu zihniyetin Atatürkçülük diye yutturulduğu ve dahası Atatürkçülük adına neredeyse tek egemen görüş haline getirildiği bir iklimde, AKP iktidarı altında bölünmeye ve Şeriata giden bir Türkiye tablosu hiç de şaşırtıcı değildir.
Atatürkçülük adı altında aslında Atatürkçülüğe en büyük kötülüğü yapan ve bizzat Atatürkçülüğün temellerini ortadan kaldıran bu zihniyetin en tipik örneklerinden birisini geçtiğimiz hafta Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde Emre Kongar verdi.

Gerçi Kongar hemen her konuda Atatürkçülük dışında her şeyle tanımlanabilecek ve Atatürkçülüğe tamamen ters pek çok şey yazıyor Cumhuriyet’te ama tabii bunların her birini birer yazı konusu yapmak mümkün değil. Kongar’ın bahsettiğimiz yazısı ise tam da AKP’nin PKK ile masaya oturduğu, “ Kürt Açılımı ” adı altında Atatürk’ün ulus devlet, Misak-ı Milli ve “Ne mutlu Türk’üm diyene” anlayışını ortadan kaldırarak Türkiye’yi parçalamaya götürdüğü bir süreçte adeta “Atatürkçü çözüm” olarak gösterilmeye çalışıldığı için üzerinden atlanmaması gereken bir yazı.

Kongar’ın İlhan Selçuk’la birlikte Cumhuriyet’teki en etkin isimlerden birisi olduğu ve haftada beş gün Cumhuriyet okurlarına seslendiği de düşünüldüğünde, Kongar’ın yazıp çizdiklerinin analizini yapmak sözünü ettiğimiz zihniyetin Atatürkçü kesimlere Atatürkçülük adı altında ne enjekte ettiğini göstermek açısından da hayatiyet arz ediyor.

Kongar’ın “Kürt açılımı” ile ilgili sözünü ettiğimiz yazısı “Kürt açılımında üç yanlış, iki eksik” başlığını taşıyor. Buradan da anlıyoruz ki Kongar’ın AKP’nin “Kürt açılımı”na karşı çıktığı filan yok. Kongar’ın AKP’ye yönelik tavrı daha ziyade bir “akıl hocalığı” şeklinde.

Anlaşılan Kongar son dönemde AKP ve PKK tarafından “akil adam” pozunda ortaya sürülen Yaşar Kemal’e özenmiş. Ama bu öne çıkma hevesinden mi bilinmez Kongar’ın Yaşar Kemal’in bile söylemeye cesaret edemeyeceği pek çok şeyi hem de açıkça yazdığını görüyoruz. Kongar bu “Atatürkçü” fikirleri sayesinde yakın zamanda Yaşar Kemal’le birlikte Abdullah Gül’ün sofrasına davet edilirse hiç şaşırmayacağız hani!

Atatürkçü sosyoloğumuz Kongar’a göre AKP Kürt açılımında eksik ve yanlış işler yapıyormuş. Bu tespitin hemen ardından da Kongar’ın “Kürt Açılımı” geliyor. Kongar’ın Atatürkçülük adı altında yazdıkları ise akıllara zarar.

Cumhuriyet
























Kongar AKP’yi bir de, ABD ve AB’yi esas muhatap olarak almak yerine on-onbeş gazeteciyle meseleyi görüşmekle eleştiriyor.
İyi de AKP’nin “Kürt Çalıştayı”na katılanların Kongar’dan farklı bir şey söyledikleri yok ki. Bunlardan kimisi ABD’nin masanın bir tarafında olmasını istiyor, kimisi AB’nin. Ama Kongar gibi hem AB’yi, hem de ABD’yi ve İsrail’i, üçünü birden muhatap olarak alalım diyerek Avrupacılıkta ve Amerikancılıkta bu denli ileri gideni hakikaten yok.




“PKK yetmez, ABD, AB, İsrail ve Barzani-Talabani de muhatap alınmalı”!


Kongar, sosyolog olması dolayısıyla meseleye geniş bir çerçeve çizerek giriş yapıyor ve meselenin aslında bir “Doğu sorunu” olduğunu, hedefin de “Ortadoğu’nun paylaşılması” olduğunu söylüyor. 

Güzel.

Ancak Kongar bu paylaşım coğrafyasının merkezindeki ülkelerden birisinin de Türkiye olduğundan, AB ve ABD emperyalizminin Ortadoğu’da egemenlik kurma mücadelesinde ciddi bir tehdit olarak gördükleri Türkiye’yi bölüp parçalayarak etkisiz hale getirmeye çalıştığından nedense bahsetmiyor. İyi de o zaman “Doğu sorunu” nedir, Ortadoğu’yu kim, hangi amaçlarla paylaşmak istemektedir? ABD Irak’ı niçin işgal etmiştir, İran neden hedef tahtasındadır… Kongar nedense bu soruların hepsinin üzerinden atlıyor.
Ama bunları söylese, Kürt meselesinin bu emperyalist güçlerin Türkiye başta olmak üzere İran ve Irak gibi ülkeleri bölmek ve egemenlik altına almak için kurduğu bir tuzak olduğunu da yazması gerekecek Kongar’ın. Oysa görüyoruz ki Kongar’ın Kürt meselesine yaklaşımı bambaşka.
Kongar bu gerçekleri ustalıkla teğet geçmekle kalmıyor bir de açıkça Kürt sorununda AB ve ABD’nin de esas muhataplar olarak dikkate alınması gerektiğini yazıyor:
“Konunun çözümlenmesinde ve müzakere edilmesinde aktif taraflar olan Washington ve Brüksel’i dışlayıp, ‘Açılım’ adı altında sorunu on-onbeş Türk gazeteci ile müzakere etmeye başlamak büyük bir yanlıştır. Bu başlangıç, eğer bir vizyonsuzluğun veya beceriksizliğin sonucu değilse, samimiyetsizliğin ifadesidir. Ciddi bir çözüm çabası Washington’un ve Brüksel’in de masada olmasını gerektirmektedir.”
Evet, yanlış okumadınız, “Atatürkçü” sosyoloğumuz Kongar “ciddi bir çözüm çabası Washington’un ve Brüksel’in de masada olmasını gerektirir” diyor. Masa denilince, bir tarafta Türk devleti olacak bir tarafta da AB ve ABD. Kongar’ın burada açıkça yazmasa da masanın bir tarafına da PKK’yı oturttuğu ortada. PKK’yı bir taraf olarak belirtmemesi ise korkusundan ya da çekindiğinden değil. Kongar’ın kafasındaki “çözüm”de zaten bir masa kurulmuş ve Türk Devleti ile PKK o masanın iki tarafına oturmuşlar.
Buraya kadar zaten bir sorun yok. Öyle ki Kongar PKK’nın siyasi uzantısı olan DTP’nin Meclis’te bulunmasından da oldukça hoşnut. Hatta meselenin çözümü için engel olarak gördüğü %10’luk ülke barajının da kaldırılması gerektiğini söylüyor Kongar:
“Kürt sorununun demokratik siyaset içinde Meclis’e yansımasını ve burada açıkça tartışılmasını engelleyen bir ‘yüzde on seçim barajı’ sorunu vardır. ‘Kürt Sorununu’ samimi olarak tartışmak ve çözmek isteyen bir iktidarın önce bu adil temsil ilkesini zedeleyen barajı tümüyle kaldırması ya da en azından düşürmesi gerekmez mi?”
Fakat Kongar’a göre bu tek başına yeterli değil. Çünkü mesele çok daha geniş boyutlu. Böylelikle Kongar’ın Kürt meselesine “Atatürkçü” çözümü ortaya çıkıyor: AKP ve PKK’nın yanı sıra ABD, AB ve K.Irak’taki Kürtler (Barzani-Talabani)’in de oturduğu ve Kürt meselesini çözmek adı altında Türkiye’yi parçalama planının müzakere edileceği bir masa!
Kongar bu akıllara zarar fikirlerini Cumhuriyet’te yayınlanan bir başka makalesinde de yine açıkça yazmış ama bu kez Kürt meselesinin tarafları arasında İsrail’i de saymış! Böylelikle İsrail de kurulacak paylaşım masasındaki yerini almış!
Kongar’ın uyduruk sosyoloji zırvalarını bir kenara bıraktık ama insan bir sosyoloji profesöründen en azından ilköğretim düzeyinde bir tarih bilgisi bekliyor. Ama görüyoruz ki, Kongar bu konuda bile son derece yetersiz.
Kürt meselesinin tarihsel gelişimine bakıldığında, bu meselenin daha 1920’lerden itibaren dış güçler tarafından bir uluslararası mesele haline getirilmeye çalışıldığı görülecektir. İngiltere başta olmak üzere emperyalist güçler Kürt meselesinin uluslararası bir mesele olduğunu ve kendilerinin de bu meselenin muhatabı olduklarını iddia etmişlerdir. Kongar belki bilmiyor olabilir, Sevr’de kurulması planlanan Büyük Kürdistan tam da Kürt meselesinin bir uluslararası mesele haline getirilmesi sayesinde Türk Devletine dayatılmıştır.
Ve Türk Devleti Mustafa Kemal öncülüğünde bu emperyalist dayatmaları yıkarak Lozan’da bağımsız Türk Devletini bütün dünyaya tanıtmıştır.
Atatürkçü sosyoloğumuz Kongar ise şimdi aradan geçen doksan yıldan sonra Kürt meselesini yeniden bir uluslararası sorun haline getirmeyi önererek ve AB-ABD-İsrail gibi emperyalist ülkeleri muhatap olarak masaya çağırarak, Türkiye’yi yeniden kurulmaya çalışılan Sevr masasına oturmaya ikna etmeye çalışmaktadır.
Kongar AKP’yi bir de, ABD ve AB’yi esas muhatap olarak almak yerine on-onbeş gazeteciyle meseleyi görüşmekle eleştiriyor. İyi de AKP’nin “Kürt Çalıştayı”na katılanların Kongar’dan farklı bir şey söyledikleri yok ki. Bunlardan kimisi ABD’nin masanın bir tarafında olmasını istiyor, kimisi AB’nin. Ama Kongar gibi hem AB’yi hem de ABD’yi ve İsrail’i, üçünü birden muhatap olarak alalım diyerek Avrupacılıkta ve Amerikancılıkta bu denli ileri gideni hakikaten yok.
AKP’ye tavsiyemiz “Kürt Çalıştayı”nın üçüncüsüne bu on-onbeş AB’ci-ABD’ci gazateciyle birlikte Kongar’ı da davet etmeleri. Kongar’ın bir Cengiz Çandar’dan, bir Oral Çalışlar ya da bir Fehmi Koru’dan ne eksiği var da buralara davet edilmiyor, öyle ya!

Emre Kongar’ın “Atatürkçü” çözümü: Federasyon!

Kongar’ın Atatürkçülere çözüm diye önerdiği şeyse federasyon!
Atatürkçü sosyoloğumuz Kongar Atatürk’ün ulus devlet modeline dayanan ve “tek dil, tek devlet, tek bayrak” anlayışından hiç bahsetmeden, Türkiye’nin üniter devlet yapısını yok sayarak federal bir Türkiye modeli öneriyor.
Liberal ve Kürtçü pek çok isim zaten yıllardır Korsika modelinden Güney Afrika modeline kadar pek çok örneği gündeme getirerek Kürt meselesinin ulus devlet ve tek millet modelini dışlayarak çözülmesini öneriyorlar. Ama benzer bir önerinin Atatürkçülük kisvesi altında yapılmasına ilk defa şahit oluyoruz ve bu şerefe nail olan kişi de Atatürkçü sosyoloğumuz Kongar oluyor.
İşin ilginç tarafı Kongar’ın federasyon önerisinin AKP’nin ve güdümündeki pek çok liberal ve Kürtçü ismin, hatta Apo’nun bile Türk milletinin tepkisini çekmemek için “Kürtler bağımsız devlet istemiyor” numarasına yattığı bir süreçte ortaya atılıyor olması. PKK’lıların bile federasyon ve bağımsızlık taleplerini geri plana atmaya çalıştıkları bir dönemde “cesur” sosyoloğumuz Kongar bakın neler yazabilmiş:

“Konunun tartışılmasında iki model kullanılabilir:

1. Farklı kültürlerin birlikte yaşadıkları ve aynı ülkenin vatandaşlık kimliği içinde bütünleştikleri ABD veya Avustralya modeli.
2. Farklı kültürlerin ayrıştığı ve yeni devletlerin çekirdeğini oluşturduğu Yugoslavya veya Balkanlar modeli.
Tabii modeller bu denli belirgin de tartışılmayabilir: İngiltere’deki İskoçya ve İrlanda uygulamalarını, İspanya’daki Bask, Fransa’daki Korsika deneyimlerini de tartışmalarda devreye sokabiliriz.”


Kongar’ın birinci önerisi görüldüğü üzere ABD modeli. Bu önerinin ne anlama geldiğini görmek için bazı basit hatırlatmaları yeniden yapmak gerek. Kongar’ın da bu basit okumalara ihtiyacı olduğu görülüyor. ABD, açık adıyla Amerika Birleşik Devletleri, birbirinden bağımsız eyaletlerin merkezi bir başkanlık çatısı altında birleşmesiyle oluşan bir federal model. Bu modelde eyaletlerin hepsi kendi yöneticilerini seçmekten tutun da kendi mahkemelerini ve kendi eğitim programlarını belirlemek de dahil, hemen her konuda bağımsız hareket ediyorlar.
Bu modelin Türkiye’de uygulanması ise yine basitçe Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunda başında PKK’lı yöneticilerin bulunduğu, Kürtlerin kendi mahkemelerinden tutun da kendi okullarına kadar hemen her konuda geniş bir bağımsızlık kazandıkları bir Kürdistan oluyor.
E, bu da zaten PKK’nın yıllardır yapmaya çalıştığı şey. Kongar bu önerilerini PKK’ya götürse emin olun büyük alkış alır.
Kongar’ın ikinci önerisi ise Yugoslav ya da Balkan modeli. Bu da bildiğiniz gibi Yugoslavya’da NATO ve ABD eliyle kışkırtılan etnik ayrışmalar sonucunda Sırpların Boşnak ve Hırvatları katletmeye giriştiği bir iç savaş ve sonuçta da NATO müdahalesiyle kurulan yeni devletçikler demek.
Bunun Türkiye’ye uygulanmış şekli de Kürtlerin Türklere karşı ayaklandırıldığı bir etnik boğazlaşma ve hemen arkasından gelecek bir NATO müdahalesiyle kurulacak bir Kürdistan oluyor.
Kongar’ın sosyoloji sosuna bulanmış “akademik” ve “bilimsel” çözüm önerilerinin Türkçesi bu. Ve yine hatırlatalım bütün bunlar “Atatürkçü çözüm” oluyor!

Emre Kongar’ın Türk korkusu

Emre Kongar federasyon da dahil olmak üzere pek çok Kürtçü tezi hiç çekinmeden Atatürkçülere önerirken bir de nedense “Türk” demekten imtina ediyor. Örneğin Kürtlerden bahsederken“Azınlıkta olan Türkiye vatandaşı Kürtler” diyen Kongar iş “Türk” demeye gelince “Çoğunlukta olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları” diyerek Türk’ü ustalıkla hasıraltı ediyor. Bu da Kongar’ın Kürtseverliğinin ve Türk korkusunun satır aralarına yansıyan görüntüsü olsa gerek.

İyi de, Türkiye Cumhuriyeti’nin asli unsuru olan, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve ülkenin çoğunluğunu oluşturanlar Türkler değil mi? 

Görülüyor ki Kongar için durum böyle değil. Bunun da basit bir nedeni var; Kongar gibilerinin literatüründe Atatürkçülüğün özü olan milliyetçilik faşist bir ideoloji ve Türk ismi de yine faşizan bir tanımlamadır.

O nedenle daha kimlik tartışmalarının ilk başladığı dönemden itibaren Kongar ve onun zihniyetindeki sözde Atatürkçü anlayış, alt-üst kimlik tartışmalarında liberal ve Kürtçü koroya dahil olarak, Türk milliyetçiliğine ve Atatürk’ün Anayasaya geçen millet tanımına karşı çıkmaktan geri durmamışlardır. Bu zihniyetin bugün gelinen noktada AKP ve PKK ile aynı çizgide buluşması bu açıdan bizi şaşırtmıyor. Kongar gibi Amerikancı, Avrupacı, kısacası Batıcı bir “Atatürkçülük” yorumunun sizi getireceği nokta işte tam da budur; AKP ve PKK’nın kuyruğunda bölücülük yapan ama bunu çağdaşlık zanneden bir ucube siyasal tavır.

İçimizdeki AKP’liler

Ancak Kongar’ın Rockefeller bursu ile okuduğu Amerikan üniversitelerinin o modası geçmiş sosyoloji kitaplarından aşırdığı ve Türkiye’de de Aydın Doğan tarafından ödüllendirilen sosyoloji zırvaları ile Atatürkçülere Atatürkçülük öğretmeye çalışmasına tahammül edecek değiliz.

Atatürkçülük bizzat Atatürk’ün fikir ve eylemleri ve bunların ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti’nde somutlaşmış bir ideolojidir ve Atatürkçülüğün ne olup olmadığını görmek için de yalnız ve yalnız Atatürk’ün söylemi ve eylemine bakmak gerekir. 

Bu da basitçe Altı Ok olarak tarif edilen ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na geçen ilkelerdir.

Kongar adını bile anmasa da Türkiye Cumhuriyeti bu ilkeler ışığında ulusal, üniter ve laik bir devlet modelini öngörür. Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan herkes de, azınlıklar dışında, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır ve bunlara da Türk denir. Bu da Mustafa Kemal’in “Ne mutlu Türk’üm diyene” anlayışında somutlaşan Türk milleti tanımıdır.
Ama Kongar bunları yok saymakla kalmayıp bunları ortadan kaldırmaya yönelik pek çok şeyi Atatürkçülük sosuna bulayıp yazıyor ki, burada bir çarpıtma ya da bir politik analiz hatasının çok dışında, başka bir plan olduğu görülüyor. Kongar bunları kimin adına ve hangi amaçla söylüyor bunu bilemeyiz ama yazdıklarıyla kime hizmet ettiği ortada.
Üstelik Kongar’ın sadece Kürt meselesiyle ilgili olarak değil, Türkiye’yi tehdit eden pek çok konuda da benzer bir tavır içinde olduğunu ve olacağını da ortaya koyuyor bu yazdıkları. Kürt açılımında AKP’yi yetersiz bulan Kongar’ın AKP’ye akıl verme çabalarının arkasında daha büyük bir endişe yattığını da bir başka yazısından öğreniyoruz. Kongar diyor ki:
“Bu eksik ve yanlışlar düzeltilmedikçe, ‘Kürt Açılımının’ da, AKP’nin öteki açılımları olan ‘Ermeni Açılımı’, ‘Kıbrıs Açılımı’, ‘AB Açılımı’ gibi açılımlara benzer bir biçimde hüsranla sonuçlanması daha muhtemel görünmektedir”
Yani Kongar, AKP Kürt açılımında bu eksik ve yanlışlarla devam ederse “Ermeni açılımı”, “AB açılımı”, “Kıbrıs açılımı” da tehlikeye girer diyor. Buradan da anlıyoruz ki, Kongar sadece “Kürt açılımı”nı desteklemekle kalmıyor, Ermeni, Kıbrıs ve AB açılımları konusunda da AKP’yi destekliyor, sonuca gitmesi için önerilerde bulunuyor. Hani AKP böyle bir Atatürkçüyü arasa bulamaz!
O zaman sormak gerekiyor hangisi Atatürkçülük için daha büyük bir tehdit; Tayyip’in fikirleri mi, yoksa bu fikirleri Atatürkçülük olarak yutturmaya çalışan Kongar tipi “Atatürkçülük” mü?
Hangisi?

(Sayı 250, 24/08/2009)



..