EMRE KONGAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
EMRE KONGAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Şubat 2020 Pazar

Demokrasi Paketle Değil, Adaletle Gelir

Demokrasi Paketle Değil, Adaletle Gelir




Emre Kongar

Demokrasi paketlerle değil, bağımsız ve tarafsız adaletle gelir…
Yargıya güvenin, inancın olmadığı yerde demokrasi de olamaz!

***

Üstelik açıklanan paket de yetersizdir:

1) Toplumun çeşitli kesimlerine danışarak hazırlanmamıştır.
Tam tersine büyük bir gizlilik içinde, sadece terör suçundan İmralı’da hapis yatan Abdullah Öcalan ve onun vasıtasıyla Kandil Dağı’ndaki Kürt gruplarla müzakere halinde gerçekleştirilmiştir.

2) Genel olarak vatandaş odaklı değildir, Kürtlere dönük bazı yetersiz önlemleri içermektedir.
Türkiye’nin demokratikleşmesi, sadece terör sorununa ve Kürt meselesine bağlanamaz…
Seçim sisteminden Siyasal Partiler Yasası’na, temel hak ve özgürlüklerden Ceza ve Terörle Mücadele Yasası’na, Basın Yasası’na kadar pek çok alanda reform gerekmektedir.
Ayrıca adaletin tarafsızlığı ve bağımsızlığı konusunda ülkede, mutlaka giderilmesi gereken çok ciddi kuşkular vardır.
Bütün bunları ihmal ederek sadece bir etnik grup üzerinden hazırlanan herhangi bir paketin ülke çapındaki demokrasi sorunlarını çözmesi beklenemez. (Belki de zaten AKP’nin böyle bir derdi yoktur.)
Üstelik paketteki önlemler Kürtlerin isteklerini karşılamaktan da çok uzaktır!

3) Kadını örten, erkek egemen feodal kültürün, mezhep temelli olarak kamuya ve eğitime de yaygınlaştırılması çabası, sadece laikliğe değil, çağdaş insan ve kadın haklarına da aykırıdır.
Kadının örtülmesi esas olarak kadının özgür bir seçimi değil, kadına dayatılan erkek egemen bir feodal kültürün sonucudur.
Örtünmenin Sünni İslam inancına dayalı olarak savunulması ve devlete sokulması laiklik ilkesine de aykırıdır:
Devlet adına hizmet verenlerin, siyasal, dinsel, mezhepsel simge takmaları, vatandaşlar arasında hizmet konusunda da ayrımcılığa yol açacaktır!

***

Ayrıca tekrarlayalım ve hiç unutmayalım:
Demokrasi ancak tarafsız ve bağımsız adaletle gelir; adaletin olmadığı yerde demokrasiden söz edilemez.


***

20 Ocak 2017 Cuma

Dinci ve Irkçı Söylem Yerine Sosyal Demokrat Söylem



Dinci ve Irkçı Söylem Yerine Sosyal Demokrat Söylem


Kurultay Konuşması – III Dinci ve Irkçı Söylem Yerine Sosyal Demokrat Söylem


29 Mayıs 2010
Kılıçdaroğlu’nun Kurultay konuşması üzerine doğrudan yazdığım üçüncü ve son yazı bu.
Tabii ilerde de zaman zaman bu konuşmaya atıf yapıp “hesap soracağız”!
“Şu sözleri vermiştin, hadi bakalım, ne yapıyorsun görelim” diyeceğiz.
Ama bu hesabın sorulabilmesi için önce CHP’nin iktidara gelmesi gerek.
Çünkü ne olursa olsun, muhalefette ahkâm kesmek, iktidarda iş yapmaktan kolaydır.
Ben Kılıçdaroğlu’nun vaat ettiklerini yapacak samimiyete ve dürüstlüğe, daha da önemlisi, birikim ve yeteneğe sahip olduğunu düşünüyorum.
Zaten bu nedenle Kurultay konuşmasını çok önemsedim.

***
Bu son yazımda Kılıçdaroğlu’nun siyasete genel yaklaşımını, nasıl bir iktidar vizyonuna sahip olduğunu irdelemeye çalışacağım.
Konuşmanın ana hatlarına, genel yaklaşımına ve konuşma sonrası yapılan eleştirilere baktığımızda, bir genel çizgi çok açık olarak ortaya çıkıyor:
Kılıçdaroğlu, demokrasinin iki büyük düşmanı olan ırkçılığa ve dinciliğe prim vermeyecek…
“Sivil dikta” söylemlerine yol açan antidemokratik uygulamalara, imtiyazlara, lider sultasına son verecek…
Demokrasiyi güçlendirecek; sosyal adalet, sosyal güvenlik ve sosyal devlet ilkelerinin simgelediği gerçek bir sosyal demokrat çizgi izleyecek!

***
Aslında konuşma sonrasında yapılan eleştirilere baktığımızda, yukarda belirttiğim çizgilerin ne denli belirgin olduğu iyice ortaya çıkıyor:
Eleştiriler birkaç noktada toplanıyor; dış politika ve kaynak sorunları vurgulandıktan sonra, özellikle de “Kürt demedi”, “Alevi demedi” ve “Türban sorununa değinmedi” başlıkları ön plana çıkıyordu.
Bence asıl konu “ Kürt, Alevi ve Türban ” gibi üç kırılma eksenini temsil eden sözcükleri telaffuz etmemesidir.

Etnik ve dinsel-mezhepsel ayrışma eksenlerini vurgulamaması dışında, Kılıçdaroğlu, “Türban” konusunda da “merdiven altında üretim yapan başörtülüler” söylemi ile, bir dinsel-siyasal simge niteliği kazanmış olan “Türbanı” bu tuzak kimliğinden kurtarmaya, asıl sahip olduğu sosyo-ekonomik bağlama oturtmaya kararlı olduğunu göstermiştir.
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunların nasıl tanımlandığı, onları çözmek için önerilecek yöntemleri de belirler.
Sorunu etnik veya dinsel-mezhepsel çizgide tanımlarsanız, çözüm de demokrasinin evrensel kural ve kurumlarından uzaklaşır, etnik ve dinsel-mezhepsel ayrımcı çizgiye oturur:

Sorunu çözeyim derken birdenbire kendinizi ırkçı ve dinsel-mezhepsel çizgide, sorun sahiplerini “ ötekileştirme ” ve “ yabancılaştırma ” tuzağının kapanına sıkışmış bulursunuz.

Kılıçdaroğlu konuşmasında Türkiye’nin sorunlarını evrensel demokrasi ve sosyal demokrasi çizgisinde çözeceğini ilan ediyor:

Yüzde On barajının indirilmesi…

Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılması…
Dokunulmazlıkların kürsü konuşmaları ile sınırlandırılması…
Siyasi Ahlak Yasası’nın çıkarılması…
Parti içi demokrasinin sağlanması…
Meclis’te, iktidarın harcamaları için “Kesin Hesap Komisyonu” oluşturulması ve bu komisyonun başkanlığını Anamuhalefet Partisi Genel Başkanı’nın yapması…
Kürt ve Alevi sorunu da denilen sorunların genel demokratik standartların yükseltilmesi ile çözüleceğine ilişkin ipuçlarıdır.
Bunlara ek olarak:
İstihdamın arttırılması…
Sosyal güvenlik tedbirleri…
Merdiven altında çalıştırılanların sosyal güvenlik kapsamına alınması ve tabii bu bağlamda “türbanlı” istismarının önlenmesi…
Emeklilerin durumlarının düzeltilmesi…
Sadaka Devletinden Sosyal Devlete geçiş…
Demokrasiyle birlikte Sosyal Devlet ve Hukuk Devleti ilkelerinin güçlendirilmesi yoluyla Sosyal Demokrasinin geliştirilmesine yönelik ipuçlarıdır.

***
Kılıçdaroğlu’nun liderliğindeki CHP bütün bunları gerçekleştirebilir mi?
Bu konuda bir umut oluştuğu muhakkaktır.
Bundan sonraki aşama, CHP’yi iktidara getirip ona bir şans tanımak olacaktır.

***

8 Ocak 2017 Pazar

Medreselerde Baskı Artarken


Medreselerde Baskı Artarken



Emre Kongar
ekongar@cumhuriyet.com.tr

08 Kasım 2014 Cumartesi

AKP, iktidara gelirken YÖK’ü kaldıracağına söz vermişti... 
Kaldıracağına, daha da güçlendirerek üniversiteleri iyice baskı altına aldı...
Üniversitelerimiz 12 Eylül 1980 döneminden bile kötü hale geldi... 
Son zamanlarda gündeme gelen Rennan Pekünlü, Hayrettin Ökçesiz ve Kırmızılı Kadın Ceyda Sungur olayları, kamuoyuna yansıyan sadece birkaç örnek.

***

Aslında YÖK sorununu tek başına değerlendirmek doğru değil... 
YÖK’ü de, AKP’nin “İleri Demokrasi” adı altında dayattığı otoriter sistemin bir parçası olarak görmek gerekiyor. 
Eğitim açısından: AKP iktidarı bir yandan 4+4+4 düzeni ile üniversite öncesi öğretimi yozlaştırıp din eksenli bir hale getiriyor...
Öte yandan YÖK aracılığı ile yükseköğrenimi de kendine hizmet edecek kalıba sokmaya çalışıyor.
Özgürlükler açısından: Bir yandan artık bir komplo olduğu iyice ortaya çıkan Silivri davaları yoluyla üniversite yöneticilerini ve öğretim üyelerini cezalandırarak bütün bilim dünyasına gözdağı veriyor...
Öte yandan YÖK aracılığıyla bilimsel özgürlükleri kısıtlıyor, sınırlıyor ve akademisyenleri susturuyor. 
Kadrolaşma açısından: Üniversiteler büyük ölçüde Cemaat-AKP kadrolarıyla dolduruluyor... 
Bilimsel yeterlilikten çok iktidar yandaşı olmak ön plana çıkıyor.

***

İki gün önce görevden alınan YÖKBaşkanı Gökhan Çetinsaya YÖK’ün buharlaşması gerektiğini, disiplin yönetmeliğinin akademisyenleri susturmak için kullanıldığını söylemişti. 
Belki de bu görüşleri nedeniyle görevden alınan Çetinsaya’nın işaret ettiği suskunluk her alanda geçerli: 
Hukuk, adalet katlediliyor, hukuk fakültelerinden çıt yok... 
Dış politikada büyük olaylar yaşanıyor, yanlışlar yapılıyor, siyasal bilim fakültelerinden yorum yok... 
Medya tarumar ediliyor, iletişim fakülteleri üç maymunu oynuyor... 
Eğitim hallaç pamuğu gibi atılıyor, eğitim fakültelerinin sesleri çıkmıyor. 
Ekonomide büyük sorunlar var, iktisat fakülteleri kafalarını kuma gömmüşler. 
Elbette medyası baskı altına alınmış, birkaç gazete ve kanal hariç susturulmuş olan bir ülkede üniversitelerin konuşmasını beklemek hayal.
Dediğim gibi, YÖK sorunu bir rejim sorunudur... 
Zaten kurulduğundan beri hep de öyle olagelmiştir!

***

AKP muhalefetteyken demokrasi şampiyonuydu...
YÖK’ü kaldıracağını söylüyordu... 
İktidara gelince bu söylediklerini unuttu, baskıya yöneldi, darbecilerin yarattığı bu kurumu da kendi otoriter yönetimi için kullanmaya başladı. 
Türkiye’de demokrasi yeniden hayatageçirilmeli, YÖK de kaldırılmalıdır.

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/138493/Medreselerde_Baski_Artarken.html

****



BASKILAR ARTARKEN


BASKILAR ARTARKEN... 


EMRE KONGAR
AYDINLANMA


Ali İsmail Korkmaz'ın yürekleri burkan trajik ölümü, Gezi olaylarını tırmandıran iktidar tepkisinin bir sonucudur:

Ne yazık ki beşinci ölüm bu...

Biri komiser, beş genç...

Beş yaşam, beş umut; yüreklerine ateş düşen beş aile...

İktidarın, artık bilinçli bir siyasal tercih olduğu iyice açığa çıkan, "şiddetli tepkisinin" yarattığı acılar!

* * *
AKP iktidarı artık her türlü demokrasi ve özgürlük aldatmacasını bir yana bıraktı:

Medya özgürlüğü resmen bitirildi...

Ne sivil toplum vurgusu kaldı...

Ne hür teşebbüs düzeni...

Demokratik bir toplumun temel taşlarını oluşturan bütün kurumlar yok ediliyor!

* * *
Tabip Odaları ve Türk Tabipler Birliği...

Barolar ve Türkiye Barolar Birliği...

Mimar ve Mühendis Odaları ve Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği...

Bunlar AKP iktidarının ele geçirmek isteyip de sızamadığı sivil toplum kuruluşları...

Hepsi meslek ahlâklarını titizlikle uygulayan ve hiçbir siyasal iktidara boyun eğmemiş olan örgütler:

AKP'nin bu örgütleri " İçerden " ele geçirme girişimleri sonuç vermeyince, seçim ve benzeri demokratik mekanizmalar rafa kaldırıldı...

Yöneticilerin tutuklanmasına, yasalar çıkarılarak ellerindeki hak ve olanakların alınmasına sıra geldi.

Böylece AKP'nin Gezi Direnişi sonrası STK stratejisi iyice açığa çıktı:

" Ele geçiremiyorsan, yok et! "

* * *
El konulan veya tehditle susturulan gazete ve televizyonlar yetmedi...

Kontrol edilemediği için baskı altına alınan sosyal medya yetmedi...

Yasal borsa işlemleri de göz altına alındı...

Yasal yollardan döviz alanlar araştırılıyor...

Reklam şirketleri ve reklam verenler zaten suçlanmıştı...

Borsada işlem yapmak...

Döviz alıp satmak...

Reklam ve ilan planlaması yapmak...

Bir imzasız elektronik posta ile insanların içeri alınıp yıllarca hapiste tutulduğu bir yargı düzeninde, riskli işler olarak ilan edildi...

Ve bu düzenin adı " STK'ların işlevsel olduğu ", " Hür teşebbüse ", " Serbest piyasa ekonomisine" dayalı " Demokrasi " öyle mi!

* * *

Bu gidişi gören AKP'li yok mu?


 EMRE KONGAR Yazı Arşivi ;
https://www.kongar.org/aydinlanma/index.php


https://www.kongar.org/aydinlanma/2013/1616_TMMOB_ve_Ali_Ismail_Korkmaz.php




29 Aralık 2015 Salı

SAHTE ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ TANIYALIM 3






Emre Kongar: 
AKP'den Daha AKP'ci PKK'dan Daha PKK'cı



“ Atatürkçü ”lerin Atatürkçülüğe ettikleri.,

İnan Kahramanoğlu


Emre Kongar













Emre Kongar


Yaşar Kemal














Yaşar Kemal.,
 '' _ Anlaşılan Kongar son dönemde AKP ve PKK tarafından “ Akil Adam ” pozunda ortaya sürülen Yaşar Kemal’e özenmiş. Ama bu öne çıkma hevesinden mi bilinmez Kongar’ın Yaşar Kemal’in bile söylemeye cesaret edemeyeceği pek çok şeyi hem de açıkça yazdığını görüyoruz. ''


Atatürk düşmanlarını hep dışarıda aradığımızdan olsa gerek sözde Atatürkçülerin Atatürkçülüğe ettiklerini hep görmezden gelmişizdir. Bu nedenle de Atatürkçülüğün iki yakası Atatürk’ün ölümünden bu yana, neredeyse yetmiş yıldır bir türlü bir araya gelememiştir.

Hemen her seçimde “ Tamam, bu kez Başaracağız ” diye tazelenen ümitler, bu nedenle hep boşa çıkmış, umut bağlanan “Atatürkçü” partiler, dernekler, gazeteler, aydınlar da bu yetmiş yıl boyunca hayal kırıklığından başka bir şey getirmemiştir.

Tabii bu arada atı alan Üsküdar’ı geçmiş; Türkiye, Atatürk’ün Türkiyesi olmaktan da çıkmıştır.

Ama buna rağmen Atatürkçüler imiz deve kuşu misali gerçekleri görmemek için kafalarını kuma sokmaktan ve içimizdeki Atatürk düşmanlarını ve onların yarattığı sahte Atatürkçülüğü teşhir etmekten hep kaçınmışlardır. Sorunun kaynağını hep başka yerlerde arayarak, hep başkalarını suçlayarak da işin içinden sıyrılmışlar dır.

Oysa bu zihniyetin Atatürkçülük diye yutturulduğu ve dahası Atatürkçülük adına neredeyse tek egemen görüş haline getirildiği bir iklimde, AKP iktidarı altında bölünmeye ve Şeriata giden bir Türkiye tablosu hiç de şaşırtıcı değildir.
Atatürkçülük adı altında aslında Atatürkçülüğe en büyük kötülüğü yapan ve bizzat Atatürkçülüğün temellerini ortadan kaldıran bu zihniyetin en tipik örneklerinden birisini geçtiğimiz hafta Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde Emre Kongar verdi.

Gerçi Kongar hemen her konuda Atatürkçülük dışında her şeyle tanımlanabilecek ve Atatürkçülüğe tamamen ters pek çok şey yazıyor Cumhuriyet’te ama tabii bunların her birini birer yazı konusu yapmak mümkün değil. Kongar’ın bahsettiğimiz yazısı ise tam da AKP’nin PKK ile masaya oturduğu, “ Kürt Açılımı ” adı altında Atatürk’ün ulus devlet, Misak-ı Milli ve “Ne mutlu Türk’üm diyene” anlayışını ortadan kaldırarak Türkiye’yi parçalamaya götürdüğü bir süreçte adeta “Atatürkçü çözüm” olarak gösterilmeye çalışıldığı için üzerinden atlanmaması gereken bir yazı.

Kongar’ın İlhan Selçuk’la birlikte Cumhuriyet’teki en etkin isimlerden birisi olduğu ve haftada beş gün Cumhuriyet okurlarına seslendiği de düşünüldüğünde, Kongar’ın yazıp çizdiklerinin analizini yapmak sözünü ettiğimiz zihniyetin Atatürkçü kesimlere Atatürkçülük adı altında ne enjekte ettiğini göstermek açısından da hayatiyet arz ediyor.

Kongar’ın “Kürt açılımı” ile ilgili sözünü ettiğimiz yazısı “Kürt açılımında üç yanlış, iki eksik” başlığını taşıyor. Buradan da anlıyoruz ki Kongar’ın AKP’nin “Kürt açılımı”na karşı çıktığı filan yok. Kongar’ın AKP’ye yönelik tavrı daha ziyade bir “akıl hocalığı” şeklinde.

Anlaşılan Kongar son dönemde AKP ve PKK tarafından “akil adam” pozunda ortaya sürülen Yaşar Kemal’e özenmiş. Ama bu öne çıkma hevesinden mi bilinmez Kongar’ın Yaşar Kemal’in bile söylemeye cesaret edemeyeceği pek çok şeyi hem de açıkça yazdığını görüyoruz. Kongar bu “Atatürkçü” fikirleri sayesinde yakın zamanda Yaşar Kemal’le birlikte Abdullah Gül’ün sofrasına davet edilirse hiç şaşırmayacağız hani!

Atatürkçü sosyoloğumuz Kongar’a göre AKP Kürt açılımında eksik ve yanlış işler yapıyormuş. Bu tespitin hemen ardından da Kongar’ın “Kürt Açılımı” geliyor. Kongar’ın Atatürkçülük adı altında yazdıkları ise akıllara zarar.

Cumhuriyet
























Kongar AKP’yi bir de, ABD ve AB’yi esas muhatap olarak almak yerine on-onbeş gazeteciyle meseleyi görüşmekle eleştiriyor.
İyi de AKP’nin “Kürt Çalıştayı”na katılanların Kongar’dan farklı bir şey söyledikleri yok ki. Bunlardan kimisi ABD’nin masanın bir tarafında olmasını istiyor, kimisi AB’nin. Ama Kongar gibi hem AB’yi, hem de ABD’yi ve İsrail’i, üçünü birden muhatap olarak alalım diyerek Avrupacılıkta ve Amerikancılıkta bu denli ileri gideni hakikaten yok.




“PKK yetmez, ABD, AB, İsrail ve Barzani-Talabani de muhatap alınmalı”!


Kongar, sosyolog olması dolayısıyla meseleye geniş bir çerçeve çizerek giriş yapıyor ve meselenin aslında bir “Doğu sorunu” olduğunu, hedefin de “Ortadoğu’nun paylaşılması” olduğunu söylüyor. 

Güzel.

Ancak Kongar bu paylaşım coğrafyasının merkezindeki ülkelerden birisinin de Türkiye olduğundan, AB ve ABD emperyalizminin Ortadoğu’da egemenlik kurma mücadelesinde ciddi bir tehdit olarak gördükleri Türkiye’yi bölüp parçalayarak etkisiz hale getirmeye çalıştığından nedense bahsetmiyor. İyi de o zaman “Doğu sorunu” nedir, Ortadoğu’yu kim, hangi amaçlarla paylaşmak istemektedir? ABD Irak’ı niçin işgal etmiştir, İran neden hedef tahtasındadır… Kongar nedense bu soruların hepsinin üzerinden atlıyor.
Ama bunları söylese, Kürt meselesinin bu emperyalist güçlerin Türkiye başta olmak üzere İran ve Irak gibi ülkeleri bölmek ve egemenlik altına almak için kurduğu bir tuzak olduğunu da yazması gerekecek Kongar’ın. Oysa görüyoruz ki Kongar’ın Kürt meselesine yaklaşımı bambaşka.
Kongar bu gerçekleri ustalıkla teğet geçmekle kalmıyor bir de açıkça Kürt sorununda AB ve ABD’nin de esas muhataplar olarak dikkate alınması gerektiğini yazıyor:
“Konunun çözümlenmesinde ve müzakere edilmesinde aktif taraflar olan Washington ve Brüksel’i dışlayıp, ‘Açılım’ adı altında sorunu on-onbeş Türk gazeteci ile müzakere etmeye başlamak büyük bir yanlıştır. Bu başlangıç, eğer bir vizyonsuzluğun veya beceriksizliğin sonucu değilse, samimiyetsizliğin ifadesidir. Ciddi bir çözüm çabası Washington’un ve Brüksel’in de masada olmasını gerektirmektedir.”
Evet, yanlış okumadınız, “Atatürkçü” sosyoloğumuz Kongar “ciddi bir çözüm çabası Washington’un ve Brüksel’in de masada olmasını gerektirir” diyor. Masa denilince, bir tarafta Türk devleti olacak bir tarafta da AB ve ABD. Kongar’ın burada açıkça yazmasa da masanın bir tarafına da PKK’yı oturttuğu ortada. PKK’yı bir taraf olarak belirtmemesi ise korkusundan ya da çekindiğinden değil. Kongar’ın kafasındaki “çözüm”de zaten bir masa kurulmuş ve Türk Devleti ile PKK o masanın iki tarafına oturmuşlar.
Buraya kadar zaten bir sorun yok. Öyle ki Kongar PKK’nın siyasi uzantısı olan DTP’nin Meclis’te bulunmasından da oldukça hoşnut. Hatta meselenin çözümü için engel olarak gördüğü %10’luk ülke barajının da kaldırılması gerektiğini söylüyor Kongar:
“Kürt sorununun demokratik siyaset içinde Meclis’e yansımasını ve burada açıkça tartışılmasını engelleyen bir ‘yüzde on seçim barajı’ sorunu vardır. ‘Kürt Sorununu’ samimi olarak tartışmak ve çözmek isteyen bir iktidarın önce bu adil temsil ilkesini zedeleyen barajı tümüyle kaldırması ya da en azından düşürmesi gerekmez mi?”
Fakat Kongar’a göre bu tek başına yeterli değil. Çünkü mesele çok daha geniş boyutlu. Böylelikle Kongar’ın Kürt meselesine “Atatürkçü” çözümü ortaya çıkıyor: AKP ve PKK’nın yanı sıra ABD, AB ve K.Irak’taki Kürtler (Barzani-Talabani)’in de oturduğu ve Kürt meselesini çözmek adı altında Türkiye’yi parçalama planının müzakere edileceği bir masa!
Kongar bu akıllara zarar fikirlerini Cumhuriyet’te yayınlanan bir başka makalesinde de yine açıkça yazmış ama bu kez Kürt meselesinin tarafları arasında İsrail’i de saymış! Böylelikle İsrail de kurulacak paylaşım masasındaki yerini almış!
Kongar’ın uyduruk sosyoloji zırvalarını bir kenara bıraktık ama insan bir sosyoloji profesöründen en azından ilköğretim düzeyinde bir tarih bilgisi bekliyor. Ama görüyoruz ki, Kongar bu konuda bile son derece yetersiz.
Kürt meselesinin tarihsel gelişimine bakıldığında, bu meselenin daha 1920’lerden itibaren dış güçler tarafından bir uluslararası mesele haline getirilmeye çalışıldığı görülecektir. İngiltere başta olmak üzere emperyalist güçler Kürt meselesinin uluslararası bir mesele olduğunu ve kendilerinin de bu meselenin muhatabı olduklarını iddia etmişlerdir. Kongar belki bilmiyor olabilir, Sevr’de kurulması planlanan Büyük Kürdistan tam da Kürt meselesinin bir uluslararası mesele haline getirilmesi sayesinde Türk Devletine dayatılmıştır.
Ve Türk Devleti Mustafa Kemal öncülüğünde bu emperyalist dayatmaları yıkarak Lozan’da bağımsız Türk Devletini bütün dünyaya tanıtmıştır.
Atatürkçü sosyoloğumuz Kongar ise şimdi aradan geçen doksan yıldan sonra Kürt meselesini yeniden bir uluslararası sorun haline getirmeyi önererek ve AB-ABD-İsrail gibi emperyalist ülkeleri muhatap olarak masaya çağırarak, Türkiye’yi yeniden kurulmaya çalışılan Sevr masasına oturmaya ikna etmeye çalışmaktadır.
Kongar AKP’yi bir de, ABD ve AB’yi esas muhatap olarak almak yerine on-onbeş gazeteciyle meseleyi görüşmekle eleştiriyor. İyi de AKP’nin “Kürt Çalıştayı”na katılanların Kongar’dan farklı bir şey söyledikleri yok ki. Bunlardan kimisi ABD’nin masanın bir tarafında olmasını istiyor, kimisi AB’nin. Ama Kongar gibi hem AB’yi hem de ABD’yi ve İsrail’i, üçünü birden muhatap olarak alalım diyerek Avrupacılıkta ve Amerikancılıkta bu denli ileri gideni hakikaten yok.
AKP’ye tavsiyemiz “Kürt Çalıştayı”nın üçüncüsüne bu on-onbeş AB’ci-ABD’ci gazateciyle birlikte Kongar’ı da davet etmeleri. Kongar’ın bir Cengiz Çandar’dan, bir Oral Çalışlar ya da bir Fehmi Koru’dan ne eksiği var da buralara davet edilmiyor, öyle ya!

Emre Kongar’ın “Atatürkçü” çözümü: Federasyon!

Kongar’ın Atatürkçülere çözüm diye önerdiği şeyse federasyon!
Atatürkçü sosyoloğumuz Kongar Atatürk’ün ulus devlet modeline dayanan ve “tek dil, tek devlet, tek bayrak” anlayışından hiç bahsetmeden, Türkiye’nin üniter devlet yapısını yok sayarak federal bir Türkiye modeli öneriyor.
Liberal ve Kürtçü pek çok isim zaten yıllardır Korsika modelinden Güney Afrika modeline kadar pek çok örneği gündeme getirerek Kürt meselesinin ulus devlet ve tek millet modelini dışlayarak çözülmesini öneriyorlar. Ama benzer bir önerinin Atatürkçülük kisvesi altında yapılmasına ilk defa şahit oluyoruz ve bu şerefe nail olan kişi de Atatürkçü sosyoloğumuz Kongar oluyor.
İşin ilginç tarafı Kongar’ın federasyon önerisinin AKP’nin ve güdümündeki pek çok liberal ve Kürtçü ismin, hatta Apo’nun bile Türk milletinin tepkisini çekmemek için “Kürtler bağımsız devlet istemiyor” numarasına yattığı bir süreçte ortaya atılıyor olması. PKK’lıların bile federasyon ve bağımsızlık taleplerini geri plana atmaya çalıştıkları bir dönemde “cesur” sosyoloğumuz Kongar bakın neler yazabilmiş:

“Konunun tartışılmasında iki model kullanılabilir:

1. Farklı kültürlerin birlikte yaşadıkları ve aynı ülkenin vatandaşlık kimliği içinde bütünleştikleri ABD veya Avustralya modeli.
2. Farklı kültürlerin ayrıştığı ve yeni devletlerin çekirdeğini oluşturduğu Yugoslavya veya Balkanlar modeli.
Tabii modeller bu denli belirgin de tartışılmayabilir: İngiltere’deki İskoçya ve İrlanda uygulamalarını, İspanya’daki Bask, Fransa’daki Korsika deneyimlerini de tartışmalarda devreye sokabiliriz.”


Kongar’ın birinci önerisi görüldüğü üzere ABD modeli. Bu önerinin ne anlama geldiğini görmek için bazı basit hatırlatmaları yeniden yapmak gerek. Kongar’ın da bu basit okumalara ihtiyacı olduğu görülüyor. ABD, açık adıyla Amerika Birleşik Devletleri, birbirinden bağımsız eyaletlerin merkezi bir başkanlık çatısı altında birleşmesiyle oluşan bir federal model. Bu modelde eyaletlerin hepsi kendi yöneticilerini seçmekten tutun da kendi mahkemelerini ve kendi eğitim programlarını belirlemek de dahil, hemen her konuda bağımsız hareket ediyorlar.
Bu modelin Türkiye’de uygulanması ise yine basitçe Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunda başında PKK’lı yöneticilerin bulunduğu, Kürtlerin kendi mahkemelerinden tutun da kendi okullarına kadar hemen her konuda geniş bir bağımsızlık kazandıkları bir Kürdistan oluyor.
E, bu da zaten PKK’nın yıllardır yapmaya çalıştığı şey. Kongar bu önerilerini PKK’ya götürse emin olun büyük alkış alır.
Kongar’ın ikinci önerisi ise Yugoslav ya da Balkan modeli. Bu da bildiğiniz gibi Yugoslavya’da NATO ve ABD eliyle kışkırtılan etnik ayrışmalar sonucunda Sırpların Boşnak ve Hırvatları katletmeye giriştiği bir iç savaş ve sonuçta da NATO müdahalesiyle kurulan yeni devletçikler demek.
Bunun Türkiye’ye uygulanmış şekli de Kürtlerin Türklere karşı ayaklandırıldığı bir etnik boğazlaşma ve hemen arkasından gelecek bir NATO müdahalesiyle kurulacak bir Kürdistan oluyor.
Kongar’ın sosyoloji sosuna bulanmış “akademik” ve “bilimsel” çözüm önerilerinin Türkçesi bu. Ve yine hatırlatalım bütün bunlar “Atatürkçü çözüm” oluyor!

Emre Kongar’ın Türk korkusu

Emre Kongar federasyon da dahil olmak üzere pek çok Kürtçü tezi hiç çekinmeden Atatürkçülere önerirken bir de nedense “Türk” demekten imtina ediyor. Örneğin Kürtlerden bahsederken“Azınlıkta olan Türkiye vatandaşı Kürtler” diyen Kongar iş “Türk” demeye gelince “Çoğunlukta olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları” diyerek Türk’ü ustalıkla hasıraltı ediyor. Bu da Kongar’ın Kürtseverliğinin ve Türk korkusunun satır aralarına yansıyan görüntüsü olsa gerek.

İyi de, Türkiye Cumhuriyeti’nin asli unsuru olan, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve ülkenin çoğunluğunu oluşturanlar Türkler değil mi? 

Görülüyor ki Kongar için durum böyle değil. Bunun da basit bir nedeni var; Kongar gibilerinin literatüründe Atatürkçülüğün özü olan milliyetçilik faşist bir ideoloji ve Türk ismi de yine faşizan bir tanımlamadır.

O nedenle daha kimlik tartışmalarının ilk başladığı dönemden itibaren Kongar ve onun zihniyetindeki sözde Atatürkçü anlayış, alt-üst kimlik tartışmalarında liberal ve Kürtçü koroya dahil olarak, Türk milliyetçiliğine ve Atatürk’ün Anayasaya geçen millet tanımına karşı çıkmaktan geri durmamışlardır. Bu zihniyetin bugün gelinen noktada AKP ve PKK ile aynı çizgide buluşması bu açıdan bizi şaşırtmıyor. Kongar gibi Amerikancı, Avrupacı, kısacası Batıcı bir “Atatürkçülük” yorumunun sizi getireceği nokta işte tam da budur; AKP ve PKK’nın kuyruğunda bölücülük yapan ama bunu çağdaşlık zanneden bir ucube siyasal tavır.

İçimizdeki AKP’liler

Ancak Kongar’ın Rockefeller bursu ile okuduğu Amerikan üniversitelerinin o modası geçmiş sosyoloji kitaplarından aşırdığı ve Türkiye’de de Aydın Doğan tarafından ödüllendirilen sosyoloji zırvaları ile Atatürkçülere Atatürkçülük öğretmeye çalışmasına tahammül edecek değiliz.

Atatürkçülük bizzat Atatürk’ün fikir ve eylemleri ve bunların ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti’nde somutlaşmış bir ideolojidir ve Atatürkçülüğün ne olup olmadığını görmek için de yalnız ve yalnız Atatürk’ün söylemi ve eylemine bakmak gerekir. 

Bu da basitçe Altı Ok olarak tarif edilen ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na geçen ilkelerdir.

Kongar adını bile anmasa da Türkiye Cumhuriyeti bu ilkeler ışığında ulusal, üniter ve laik bir devlet modelini öngörür. Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan herkes de, azınlıklar dışında, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır ve bunlara da Türk denir. Bu da Mustafa Kemal’in “Ne mutlu Türk’üm diyene” anlayışında somutlaşan Türk milleti tanımıdır.
Ama Kongar bunları yok saymakla kalmayıp bunları ortadan kaldırmaya yönelik pek çok şeyi Atatürkçülük sosuna bulayıp yazıyor ki, burada bir çarpıtma ya da bir politik analiz hatasının çok dışında, başka bir plan olduğu görülüyor. Kongar bunları kimin adına ve hangi amaçla söylüyor bunu bilemeyiz ama yazdıklarıyla kime hizmet ettiği ortada.
Üstelik Kongar’ın sadece Kürt meselesiyle ilgili olarak değil, Türkiye’yi tehdit eden pek çok konuda da benzer bir tavır içinde olduğunu ve olacağını da ortaya koyuyor bu yazdıkları. Kürt açılımında AKP’yi yetersiz bulan Kongar’ın AKP’ye akıl verme çabalarının arkasında daha büyük bir endişe yattığını da bir başka yazısından öğreniyoruz. Kongar diyor ki:
“Bu eksik ve yanlışlar düzeltilmedikçe, ‘Kürt Açılımının’ da, AKP’nin öteki açılımları olan ‘Ermeni Açılımı’, ‘Kıbrıs Açılımı’, ‘AB Açılımı’ gibi açılımlara benzer bir biçimde hüsranla sonuçlanması daha muhtemel görünmektedir”
Yani Kongar, AKP Kürt açılımında bu eksik ve yanlışlarla devam ederse “Ermeni açılımı”, “AB açılımı”, “Kıbrıs açılımı” da tehlikeye girer diyor. Buradan da anlıyoruz ki, Kongar sadece “Kürt açılımı”nı desteklemekle kalmıyor, Ermeni, Kıbrıs ve AB açılımları konusunda da AKP’yi destekliyor, sonuca gitmesi için önerilerde bulunuyor. Hani AKP böyle bir Atatürkçüyü arasa bulamaz!
O zaman sormak gerekiyor hangisi Atatürkçülük için daha büyük bir tehdit; Tayyip’in fikirleri mi, yoksa bu fikirleri Atatürkçülük olarak yutturmaya çalışan Kongar tipi “Atatürkçülük” mü?
Hangisi?

(Sayı 250, 24/08/2009)



..





SAHTE ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ TANIYALIM 2




SAHTE  ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ  TANIYALIM 2




Hem İsrailci-Amerikancı Hem Ulusalcı Olunmaz!



Ali Özsoy

Kongar’ın kahvaltıları ve Selçuk’un mektupları



İşin tek gerçeği var. 
Batıcı oldukça laiklikten daha da çok kopulur. 
Dolayısıyla ne CHP ne de Cumhuriyet gazetesi laikliği savunmak, Ilımlı İslama karşı çıkmak adına Batıcılığı ve Amerikancılığı bize önermesinler. Kimse o kadar aptal değil. 
CHP ve Cumhuriyet gazetesi ABD’yi doğru yola (!) getirmiyor. 

Tersine ABD için Hizaya giriyorlar.


Tayyip Erdoğan’ın Davos’taki şovundan sonra Türkiye’de omurgasızlığı ve ilkesizliği siyaset haline getiren ve bunu da usta stratejisyenlik adı altında meziyet gibi sunan bir kısım sözde ulusalcılar yine oltalara atlamaya başladılar.
Bu Olta nedir? 2002 yılından itibaren her kritik dönemeçte Atatürkçü ve solcu saflarda bazı kesimler hep aynı masalı anlatmaya başlar: “Merak etmeyin! AKP’nin suyu ısındı. ABD ve Batı AKP’den artık bıktı. Yakında Tayyip gidici… Biraz sabredin…”
Bilindiği gibi özellikle 2007 Temmuz seçimlerinden önce bu olta ABD tarafından atılmış, CHP ve MHP başta olmak üzere tüm muhalif kesimler bu oltaya atlamış, seçimlerden sonra ABD destekli bir CHP-MHP koalisyonu hayalleri tüm ulusalcı saflara hakim olmuştu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük halk hareketi olarak gelişen Cumhuriyet Mitingleri, böylesi bir kirli dezenformasyon ve pazarlık sonucu sonlandırılmış ve AKP’yi devirebilecek büyük halk muhalefeti ABD rotasına giren CHP ve MHP’nin seçim pazarlıkları için yok edilmişti.
Şimdi özellikle CHP ve Cumhuriyet gazetesi aynı oltaya atlamak konusunda öyle bir gayretkeşlik içindeler. Yeni tez şu; İsrail artık AKP’yi istemiyor. AKP Türkiye’yi Batı’dan koparıyor. Ortadoğu ve terör coğrafyasına hapsediyor. ABD, AB ve İsrail bunu gördü. Artık işler değişecek. Hatta sözde ulusalcı karanlık adam Perinçek bile Silivri’den sesleniyor:“Tayyip Erdoğan Davos’ta bizi rezil etti.”
İnsan ister istemez şunu düşünüyor. Acaba CHP, Cumhuriyet gazetesi ve bir kısım “ulusalcılar” oltaya mı atlıyor yoksa oltanın ta kendisi bunlar mı? Bu insanların ABD ile olan bağları ne? Niye ABD AKP’yi desteklemesine rağmen, her seferinde bu kesimleri kullanarak Atatürkçüleri frenleyebiliyor? Bu oyunu sadece siyasi saflığa yormak mümkün mü?
Cumhuriyet gazetesini takip eden herhangi bir okurun gözüne çarpacak ilk şey gazetenin iki ağır topu İlhan Selçuk ve Emre Kongar’ın ABD’yle kurdukları platonik ilişkidir. Arada sırada bu yazarlar nereden kafalarına eser bilinmez ama ya ABD başkanlarına seslenir, mektup yazarlar ya da ABD adına bazı hükümler verirler.
Emre Kongar’ın ABD büyükelçisiyle yaptığı kahvaltılar meşhurdur. Bu kahvaltıların hemen ertesinde birinci sayfada Cumhuriyet imzasıyla yayınlanan değerlendirmelerde ABD’ye akıl verilir.
İlhan Selçuk’un ise Bush’a ve Obama’ya yazdığı mektuplar klasiktir. 90’ınına merdiven dayamış olan İlhan “abi”ye söyleyebileceğimiz tek şey var:  Bari solcu ve devrimci anılarak öbür dünyaya git.
Ama İlhan Selçuk kendini tutamıyor. Halktan o kadar kopmuş ve ümidini yitirmiş ki, iki de bir ya Bush’a ya da Obama’ya mektup yazıyor. Bakın 18 Kasım 2006’da İlhan Selçuk Bush’a nasıl sesleniyor: “Artık çok iyi biliniyor ki dinci ya da takıyyeci AKP iktidarı Ortadoğu'da bir Amerikan marifeti... Ancak Bush ‘AKP operasyonu’ndan beklediğini alamadı!.. Amerika bugün terör örgütü PKK’yi Türkiye’ye karşı kullanıyor... Türkiye’de ‘huzursuzluk’ ve ‘istikrarsızlık’ doruğa tırmanıyor... Bush yönetimi ne yapmalı?.. Bir yandan Ilımlı İslam Devleti tasarımında dinci iktidarı, öte yandan terör örgütü PKK’yi kullanarak Türkiye’yi sıkıştıran Başkan Bush bu tutumundan vazgeçmelidir; zararın neresinden dönerse dönsün, kârdır... AKP’nin toplum temelinde oy desteği zayıflıyor, geriliyor; ülkede Amerika düşmanlığı yükseliyor, yoğunlaşıyor... ABD’nin Ortadoğu tasarımında ‘revizyon’a, Türkiye’de ise yeni bir iktidara gerek var!.. ”
Ne güzel di mi? Bush’a kısaca şunu diyor. PKK’yı destekleme, Kürdistan’ı kurma, BOP’tan vazgeç ya da en azından AKP’siz BOP uygula, Türkiye’yi bölme ama istersen başka iktidarla sömür.
Olmaz ama hani olsa… ABD Başkanı değil de, en azından orta düzeyde yetkili biri bu istekleri okusa ne der? “Paşa gönlün bilir İlhan Abi… İstersen Irak’tan da çekileyim. Hatta NATO’yu lağvedeyim. Emperyalizmi de bırakalım…” der mi acaba…

İlhan’ın karşılıksız aşkı

Ama İlhan Selçuk azimli… Durmuyor… AKP’nin ne kadar dinci olduğunu neo-conlara anlatamadı. Ama bu sefer Obama’ya ve Türk düşmanı olduğu çok iyi bilinen başkan yardımcısı Joe Biden’e sürekli sesleniyor:
“ABD’nin Başkanı Obama’nın izleyeceği dünya politikasında büyük rol oynaması beklenen Başkan Yardımcısı Biden, 45’inci Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşmada, NATO’nun dünyanın değişen koşullarına uygun yeni bir strateji geliştirmesi gereğini dile getirmiştir. Ne var ki bu yeni stratejinin boyutları ne olacaktır? Obama’nın temel politika yaklaşımı aşağı yukarı bellidir; eski Başkan Bush’un başarısızlığını sürdürecek bir mirası yeni başkan üstlenemez; yeni dönemde Rusya ile işbirliği üzerine bir stratejiden de söz açılıyor; ancak bu dönüşüm sürecinde Türkiye’yi saran sorunlar şimdilik devam ediyor.”
Ve artık Obama ve Batı’dan AKP’yi soğukkanlı değerlendirmesi isteniyor:
“ABD Başkanı Obama’nın benimseyeceği tutum önemlidir… Irak işgalinde edilginliği yeğleyen Başbakan Erdoğan’ın Hamas’ı destekleyen ısrarı ve öfkesini Ortadoğu’da liderlik hevesiyle açıklamaya çalışanlar ise kimi gerçekleri unutmuş görünüyorlar; bu kapsamda Nasır’ın yenilgisi ve hüsranıyla Saddam’ın trajik sonu unutulmaz örneklerdir. Bağdat’ta eski ABD Başkanı Bush’un kafasına ayakkabısını fırlatan gazeteci, Araplarca ve Türkiye’de kahraman sayılsa da hapiste, Irak ise işgal altındadır. Bu kadar muhataralı, karmaşık, çelişkili bir coğrafyada Türkiye’nin daha serinkanlı bir yaklaşıma ihtiyacı olduğu kesindir. Türkiye henüz boyutları ve geleceği belli olmayan bir dönüşümün sancılarını yaşıyor. Vaktiyle Bush yönetiminin ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ kapsamında iktidara tırmanmış olan Erdoğan ve AKP’nin artık dış desteğe ihtiyacı kalmamış olabilir mi! AKP liderinin neler düşündüğünü kestirmek zordur. Batı’nın olaylara serinkanlılıkla bakacağı; ama, Erdoğan’a artık ne kadar güvenilebileceğini de sorgulayacağı öngörülüyor.”
Selçuk kah kendi imzasıyla kah Cumhuriyet imzasıyla Obama’ya seslenip duruyor. Ayıptır ayıp… Bu ne rezalet? ABD Başkanları senin arkadaşın mı? Seni terk eden ve asla senin hislerini önemsemeyen sevgiliye mektup yazar gibi niye altı ayda bir ABD Başkanlarına sesleniyorsun. Bu dünyanın neresinde görülmüş. Bir gazeteci ABD başkanına istek mektubu yazar mı? Ertuğrul bile yapmaz bunu be! ABD Başkanı işi gücü bırakacak, her sabah bir Cumhuriyet alıp, “bakalım Mr. Selçuk bize bugün ne nasihatlerde bulunmuş” diyecek mi zannediyorsun? Koskoca emperyalist devleti senin yüksek görüşlerine başvurmadan yönetemezler mi sanıyorsun?

Kurtar bizi laik Obama, yaşasın Kemalist Jeffrey

Tabii bu Obama’ya bu seslenişler Cumhuriyet gazetesinin iç sayfalarında hemen yankısını buluyor. Cumhuriyet gazetesinde bir Obama kampanyasıdır gidiyor. Obama laikliğe çok önem veriyormuş… Obama yönetimi Davos’tan sonra AKP’ye soğukmuş… v.s…
Bir taraftan Obama’ya neo-conların hatasını bırak, AKP’yi destekleme diyorlar, diğer yandan her Allahın günü neo-con Michael Rubin’den demeç alıyorlar. Yıllardır aynı adam, aynı olta: ABD artık AKP’den vazgeçmiş.

Daha geçtiğimiz ay AKP yıpransın diye Filistin konusunu sürekli gündeme getiren, hatta Saadet Partisi’ni destekleyen, yayınladığı komik anketlerde Saadet’i %15 gösteren Cumhuriyet gitmiş, bir hafta içinde yerine İsrailci Cumhuriyet gelmiş.

Bakın İlhan Selçuk ne diyor:

“Peki, Türkiye’de teröre karşı gibi görünen AKP hükümeti, İsrail-Filistin coğrafyasında neden terörün yanında yer alıyor?.. RTE Türkiye’de teröriste karşı.. İsrail’de teröristten yana... Gel de kafayı yeme... PKK’ye karşı olup da dünya âlemin, terörist olduğunda birleştiği Hamas’ın yanında olmak, kim bilir, belki de çok yüksek bir politikadır...”

Birincisi İlhan Selçuk bir ulusalcı mı? Eğer ulusalcı ise Tayyip’in Türkiye’de teröre karşı olduğunu nasıl söyleyebilir? Tayyip terörü Türkiye’de hortlatan adam değil mi? Bu söylem kimin söylemi. Bu söylem İsrail ve ABD söylemi… 

Bu ülkeler yıllardır PKK’yı terör örgütü kapsamından çıkarmakla Türkiye’yi tehdit etmiyorlar mı? Zaten Tayyip de PKK’yı masaya çağırmıyor mu?

İlhan Selçuk İsrail Büyükelçisi gibi konuşuyor. İç sayfalarda zaten Leyla Tavşanoğlu İsrail Büyükelçisiyle tam sayfa röportaj yapıyor. Büyükelçi AKP’yi çok sert eleştirdi diye gaza gelip röportajı manşete çıkarıyor Cumhuriyet. Ama röportajda öyle bir şey yok.

Diğer yandan İlhan Selçuk hızını alamıyor başlıyor Nasır’a hakaret etmeye:
“Kimi gazete köşelerinde ve TV’lerde sergilenen laflara bakılırsa, bizim RTE Arap dünyasının yeni Nâsır’ı olacakmış... Söyleyenlere demeli ki: - Ağzından yel alsın... Abdülnâsır’ın İsrail karşısında hem Arap âlemini, hem Mısır’ı -hem de savaşta- nasıl yenilgiye uğratıp rezil kepaze ettiğini bilmeyen var mı?..”
Maksat Tayyip’i eleştirmek değil, İsrail’e yamanmak. En komiği ise Özgen Acar’ın ABD’nin yeni büyükelçisi Jeffrey’e yazdığı açık mektup. Özgen Acar Grossman’ın çok Amerikancı (adam ABD büyükelçisi, insaf Rusçu mu olsun!!!) olduğunu ama yeni büyükelçi Jeffrey’in Kemalizmi ve ulusal değerlerimizi benimsediğini iddia ediyor:
“Grossman, büyükelçi olarak Ankara’ya adımını attıktan birkaç gün sonra, ilk işi Kızılay’da yeni açılan McDonald’s’ta hamburger yiyeceğini önceden basına haber vererek ilginç ama ‘Amerikancı’ bir tanıtım yöntemi izlemişti. Siz ise Grossmann’ın yükseldiği noktadan Ankara’ya büyükelçi olarak döndüğünüzde basınla ilk ilişkinizi, havaalanından sonra Anıtkabir’de Atatürk’ün huzurunda kurdunuz. Anı defterine ‘bir Kemalist gibi’ düşüncelerinizi yazdınız. O sözlerinize 2. mektubumda yer vermiştim. Ardında kar fırtınasının yoğun olduğu 17 Ocak’ta yanınızda Atatürk’ün askerlikten devlet adamlığına geçişine ilişkin kitap yazmış olan Fulbright Üniversitesi Profesörü George Gavrych’i de alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun önünü açan Sakarya Savaşı’nın başladığı sırtlarda ilginç ziyaretler yaptınız. Sakarya Savaş Anıtı’nı, Duatepe Şehitlik Anıtı’nı o kar kışta ziyaret ettikten sonra Alagöz Karargâh Müzesi’ndeki anı defterine ‘Mustafa Kemal Atatürk’ün zaferi yalnızca müttefikimiz modern Türkiye’nin doğuşunu sağlamamış, aynı zamanda özgürlük ve bağımsızlığa hasret olanlara ilham kaynağı olmuştur’ diye yazarak Anıtkabir sözlerinizi pekiştirdiniz.”
Yeni büyükelçinin ne kadar Kemalizme yakın olduğunu anlatan Acar, ardından yeni büyükelçiye PKK’dan tutun dinciliğe, uyuşturucu ticaretinden BOP’a kadar her konuda isteklerini iletiyor. Ve böylelikle Türkiye ve tüm dünya Cumhuriyet gazetesi sayesinde tarihte bir ilk ile tanışıyor: Kemalist bir ABD devlet adamı!... Adamın belki haberi yoktur ama olsun. Cumhuriyet gazetesi Kemalizmin noteri değil mi? İlan ettiler oldubitti!

Kongar’ın  Ak Senaryosu

Her gün Cumhuriyet gazetesinde bir haber; ABD’deki Yahudi lobileri endişeliymiş, ABD Yahudileri yine de hâlâ Türkiye’yi destekliyormuş, Türkiye’deki Yahudiler tedirgin olmuş v.s… Gören Cumhuriyet gazetesi değil, Yahudi cemaat gazetesi Şalom zanneder.

En sonunda bu Siyonist ve emperyalist yaltakçısı heveskârlığın nedenini Emre Kongar açıkladı. Emre Kongar kendini övmek şampiyonudur. Müneccim gibi her şeyi önceden gördüğünü söyleyen Kongar Batı’nın AKP’yi desteklediği kara senaryoyu ön gördüğü gibi ak senaryoyu da ön görmüş. Ak senaryo deyince insanın aklına halkın örgütlenip, AKP’yi devirdiği ve Atatürkçü bir iktidar kurduğu günler geliyor. Ama tabii alakası yok! Bakın Kongar’ın “ak senaryosu” neymiş:
“Şimdi bir de ak senaryoya bakalım: Küreselleşme süreci, demokratikleşme süreci ile üst üste çakışır, ABD, askeri bürokrasi ve medyanın mülkiyetini elinde tutan özel teşebbüs hep birlikte, yağmacı kentleşme sürecini denetim altına alır, ülkenin iç ve dış kaynakları barış içinde kalkınma ve refah için kullanılır… Gerçek olayların ak senaryoya mı, yoksa kara senaryoya mı daha yakın olacağını ise siz okurlarımla birlikte tüm Türkiye halkının genel eğilimleri ve bu eğilimleri yansıtan sivil toplum kuruluşları ile siyasal partilerin etkinlikleri belirleyecektir.”

Ne kadar büyük strateji… 
Ne büyük öngörü… 
Küreselleşmeciler bakacaklar bu iş AKP’yle olmuyor. 
AKP demokrasi getirmiyor. 
Büyük sermaye, asker ve ABD el ele verip Türkiye’yi AKP’den kurtaracak. Türkiye refaha ve kalkınmaya kavuşacak. 
ABD ve büyük sermaye seyasinde…
İyi de büyük sermaye ve ABD’den bizi kim kurtaracak. 
Tabii Kongar’a göre böyle bir dert yok. 
Onun ak senaryosunda yönetici AKP olmasın da kim olursa olsun yeter.

Cumhuriyet gazetesindeki son günlerdeki Batıcı ve İsrailci gayretkeşlik bundan…Onlar AKP karşıtı… Ama gericiliğe, bölücülüğe veya ABD’ye karşı değiller. AKP gitsin kendilerine ABD biraz kemik atsın da, gerisi önemli değil. Buna ulusalcılık denebilir mi?

Son Yalan: “Ilımlı İslam” Karşıtlığı

Tüm bu omurgasızlıklara, yaltaklanmalara ve oportünizme tek bahanesi var Cumhuriyet gazetesinin; “ Laikliği korumak, Ilımlı İslamı engellemek, AKP’yi devirmek ya da frenlemek…”

Diğer yandan CHP de yıllarca Atatürkçülerden oy toplamış bir parti olarak her türlü ilkesizliği ve Atatürkçülükten sapmayı aynı gerekçelerle meşrulaştırmıştı.
Tıpkı Cumhuriyet gibi CHP de Batı’ya yaltaklanıyor. AB’yle temaslar kurmak için Brüksel’e giden Baykal burada esas AB’ci partinin CHP olduğunu, “AKP’nin Türkiye’yi Batı’dan kopardığını” söylüyor. 
Cumhuriyet gazetesi bu söylemi aynen destekliyor. 

Eskinin AB karşıtları en hızlı AB’ci olmuş. 
Zannediyorlar ki Batı AKP’yi çoktan Silmiş. 
Aç tavuk kendini darı ambarında sanırmış.

Ergenokon iddianamesine yansıyan bir gerçeği hatırlatmak istiyoruz. 2008 Şubat ayında meğersem Cumhuriyet gazetesi temsilcileri ABD’de Dick Cheney’in yardımcılarıyla görüşme ayarlamışlar. Cheney’e AKP’yi şikâyet edip, laikler adına destek istemişler. Cheney’in adamları da “AKP’ye muhalefet varsa destekleriz ama öyle bir güç göremiyoruz. CHP’den de umudumuz yok.” demiş.
Kısacası adamlar emperyalist. Sen işbirlikçi olmak istiyorsan elbette seni kullanır. Bunu kimse stratejik deha sanmasın. Ama adam aptal değil ki. Senin hiçbir gücün olmadığını da biliyor. İlhan Selçuk ABD başkanlarına sürekli mektup gönderip kendilerini Türkiye’nin yerine komalarını istiyor. Bir kere İlhan Beye soralım. Sen kendini ABD başkanının yerine koy. Bir tarafta hizmete hazır AKP, diğer tarafta CHP ve sözde ulusalcılar… 

Ne yapar ABD? İkisini de tepe tepe kullanır. Ama güçlü olanı yani AKP’yi iktidar yapar.

Bu kepaze işbirlikçilik oyununa kılıf olarak “Ilımlı İslam” karşıtlığı ve “laiklik” kullanıldı. İyi de CHP bugün artık laikliği savunmuyor. CHP de Ilımlı İslama oynuyor. İşin ilginç yanı CHP’nin çarşaf, Kuran kursu ve tarikat açılımını Cumhuriyet gazetesi de destekliyor. İlhan Selçuk, Cumhuriyet gazetesi ve CHP kurumdur yıpratmayın diyor:

“CHP’yi şansını zorlamak yolunda rahat bırakmak.. Kurumsallığını bile zorlayan tek seçeneği desteklemekte direnmek en tutarlı yoldur...CHP laik Türkiye Cumhuriyeti’nin orta direklerinden bir kurum.. Kişilerin malı değil.. Laik Türkiye’nin kurumu.. Ayakta durması gerek...”

Mehmet Faraç ise CHP’nin gerici açılımlarını eleştirenlerin tümünü entellikle suçluyor. Aslında CHP laikliği savunuyormuş. Anadolu gerçeğiyle barışıyormuş. Dinci açılımlardan da en çok dinciler rahatsızmış.
E, hani siz laiklik adına ABD ve İsrail’i bile destekliyordunuz! Laikliği terk eden CHP’ye niye karşı çıkmıyorsunuz? Her şey bu kadar basit mi? CHP dincilik takiyesi yaparak “şansını zorlayacak”, İlhan Selçuk ise Amerikancılık yaparak “şansını zorlayacak…” Maksat işbirlikçilik olunca hepsi bahane…
Peki ya Türkiye’ye ve Türk Milletine ne olacak? Biz yine ABD sömürgesi olacağız. Türkiye’yi yine Kürt-İslamcılar yönetecek. Türkiye yine hızla bölünmeye gidecek.
İşin tek gerçeği var. Batıcı oldukça laiklikten daha da çok kopulur. Dolayısıyla ne CHP ne de Cumhuriyet gazetesi laikliği savunmak, Ilımlı İslama karşı çıkmak adına Batıcılığı ve Amerikancılığı bize önermesinler. Kimse o kadar aptal değil. CHP ve Cumhuriyet gazetesi ABD’yi doğru yola (!) getirmiyor. Tersine ABD için hizaya giriyorlar.

Türkiye öyle bir ülke ki, her türden işbirlikçi çıkıyor. Yıllarca dinciler, Kürtçüler ve liboşlar ulusalcıları Türkiye’yi Batı’dan koparmakla ve Ortadoğu’ya hapsetmekle suçladılar. Şimdi bazı sözde ulusalcılar aynı söylemi kullanıyor. Elbiseler değişti.
Amerikancı-İsrailci ulusalcılık, Atatürkçülük olur mu? Yıllarca kendilerini Atatürkçülüğün noteri ilan edenler istedi diye Amerikancı bir Atatürkçülük mümkün olabilir mi? Olmaz. Olan şu; ilkesizliği cephe politikası, ideolojisizliği pragmatik zeka, mandacılığı stratejik deha olarak yutturmak isteyen ve yıllarca Atatürkçülük ve ulusalcılık üzerinden rant sağlayan bir kesim artık tüm maskelerinden ve kıyafetlerinden arınmış çırılçıplak işbirlikçiliğiyle karşımızda dikiliyor.
Sevindirici Gelişme… AKP ile işbirlikçilik yarışında başarılar dileriz. Sonuna kadar “ Şansınızı zorlayın.” Atatürkçülük ve ulusalcılık artık tamamen devrimcilere kalmıştır. Hayırlı uğurlu olsun.

(Sayı 224, 16/02/2009)




.