İNAN KAHRAMANOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İNAN KAHRAMANOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Şubat 2017 Çarşamba

AKP Devlete Karşı




AKP Devlete Karşı



İnan Kahramanoğlu

05.05.2003/Sayı:29

AKP Hükümeti ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında türban ve şeriatçı kadrolaşma ile başlayan gerilim son olarak Meclis Başkanı Bülent Arınç tarafından düzenlenen 23 Nisan Resepsiyonun devlet protokolü tarafından protesto edilmesiyle birlikte tekrar şiddetlendi.

Cumhurbaşkanı’ndan Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına, üst düzey bürokratlardan yargı organları başkanlarına kadar devletin bütün organları Arınç’ın eşinin türbanlı olarak resepsiyona katılacağının açığa çıkmasının ardından tepkilerini sert biçimde ortaya koydular ve resepsiyona katılmayacak larını açıkladılar. Bu sert tepki karşısında geri adım atmak zorunda kalan ve eşinin resepsiyona katılmayacağını açıklayan Arınç’ın girişimleri ise sonuçsuz kaldı.

23 Nisan resepsiyonunun ardından toplanan ve 7.5 saat süren ve 28 Şubat’ın ardından tarihin en uzun ikinci MGK toplantısıyla AKP-Ordu ilişkilerinde yeni bir sürece de girilmiş oluyor.

AKP Devlet Savaşı Büyüyor

AKP ve orduyu karşı karşıya getiren ve hükümet ordu çatışması olarak adlandırabileceğimiz sürecin ilk adımlarının da yine Arınç tarafından atıldığı düşünüldüğünde ordunun tepkisini görmezden gelmeye yönelik açıklamaların, oluşan tepkinin şiddetini azaltmaya yönelik bilindik açıklamalardan öte bir anlamının olmadığı ortada.

Zira 3 Kasım seçimlerinin ardından AKP ile orduyu karşı karşıya getiren ilk olay orduyu kastederek “bazı çevrelere inat Meclis başkanlığına aday oluyorum” diyen ve başkanlığa seçilmesinin hemen ardından türbanlı eşini devlet protokolüne sokan Bülent Arınç tarafından yaratılmıştı. Arınç’ın türban zorlamasına TSK’dan yine büyük tepki gelmiş ve Arınç’ı tebrik etmeye giden MGK üyesi komutanlar yalnızca otuz saniye süren bir ziyaretin ardından Arınç’ın makamını terk etmişlerdi.



Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın 23 Nisan Resepsiyonu Devlet-AKP çatışmasının en üst seviyede ortaya çıkmasına neden oldu. Daha önce türbanı devlet protokolüne sokmaya çalışan Arınç bu defa eşini resepsiyona getirmeyeceğini açıklamasına karşın, başta Cumhurbaşkanı ve Genel Kurmay Başkanı resepsiyonu protesto ettiler. Üst düzey devlet bürokrasisinin de protesto ettiği resepsiyon böylece AKP içi bir çay partisine dönüşmüş oldu. Resepsiyonda kendi başlarına kalan AKP’nin sergilediği görüntü aslında şeriatçı hükümetin Türkiye’de ne kadar tecrit olduğunu da ortaya çıkartmış oldu. Şeriatçılar devleti kuşatmaya çalışıyorlar ancak devlet içinde köşeye sıkıştıklarını sanırız hâlâ farkedemiyorlar.


Bu ilk ciddi gerginliğin ardından hükümetin hazırladığı acil eylem planıyla özellikle YÖK yasa tasarısı ve üniversitelerde türbanın serbest bırakılması konusundaki planlarını uygulamaya koyması ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki şeriatçı kadrolaşma çabalarına hız vermesi üzerine Cumhurbaşkanından Dışişleri Bakanlığına kadar bütün devlet organlarıyla AKP karşı karşıya gelmişti.

Bu gelişmeler yaşanırken toplanan MGK’da da hükümet uyarılmıştı. MGK toplantısında alınan kararlara muhalefet şerhi koyarak imza atan dönemin Başbakanı Abdullah Gül’e yanıt bizzat Genelkurmay başkanının ağzından “başbakan irticaya cesaret verdi” denilerek ortaya konmuştu. Bu açıklama aslında AKP’nin hükümette kalmasının artık mümkün olmadığını ve ordunun AKP iktidarının Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerine göz yummayacağını göstermişti.

Çatışmanın en üst seviyeye ulaştığı anda başlayan ABD’nin Irak saldırısı ise gündemi farklı bir noktaya taşıdı. Ancak bu süreç içinde AKP hükümeti bir yandan Kıbrıs ve Irak’ta devlet politikasını hiçe sayarak büyük tavizler verirken şeriatçı kadrolaşma çalışmalarını da sürdürmekten geri kalmıyordu.

Dolayısıyla her ne kadar varolan gerilim azalmış gibi görünse de AKP devlet savaşı alttan alta kızışmaktaydı. 23 Nisan resepsiyonunda ortaya çıkan durum işte tam da bu arka planda yürüyen kavganın patlak vermesinden başka birşey değildi.

AKP’den Devlete Şeriatçı Kuşatma


Abdullah Gül’ün büyükelçiliklere şifreli genelgesi Ordunun büyük tepkisine yol açtı. Genelgede, Milli Görüş teşkilatları ile Fethullah Gülen cemaatine destek verilmesi isteniyordu.

AKP iktidara geldiği 3 Kasım’dan bugüne kadar aradan geçen altı aylık süre zarfında gerçekleştirdiği şeriatçı kadrolaşma operasyonunun bugün ulaştığı nokta Cumhuriyet’in şeriatçı bir kuşatmayla karşı karşıya kalması anlamına geliyor.

İlk olarak Türkiye’yi 28 Şubat’a taşıyana süreçte Cumhuriyet karşıtı şeriatçı hareket rejimi değiştirecek güce ulaşmış ancak ordunun müdahalesiyle iktidardan düşürülmüştü. Aradan geçen altı yıldan sonra bu kez yine aynı şeriatçı Milli Görüş geleneğinin temsilcisi AKP iktidarda. Üstelik AKP Refah Partisi döneminden farklı olarak Meclis’te anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa sahip ve tek başına iktidar. Böyle olunca da devlette şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerinin engellenmesi oldukça zor hale geliyor.

AKP hükümeti iktidara geldiği ilk günden beri planlı bir kadrolaşma faaliyeti içinde bulunuyor ve bu plan bugün de aynı şekilde uygulanıyor.

THY, TRT, ISDEMİR ve daha birçok önemli devlet kuruluşlarının başına Milli Görüş kökenli kişiler atanmakta. Türbanın serbest bırakılmasına yönelik çalışmalar aynı şekilde devam ediyor. Kadrolaşma operasyonu öyle boyutlara ulaştı ki devletin en gizli belgelerinin bulunduğu Cumhuriyet Arşiv Daire Başkanlığı’na “Molla Üniversitesi” olarak bilinen şeriatçı El-ezher Üniversitesi İlahiyat mezunu Hüsnü Özer atandı. Daha önce de Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü görevine bir Muratbey Balta isimli bir imam atanmıştı.


Başbakan Tayyip Erdoğan, idealinin Amerikan modeli bir başkanlık sistemi olduğunu açıktan ifade etmeye başladı. Bu, şeriatçıların, mevcut Cumhuriyet rejimi içinde kalmak istemediklerinin, bir başkanlık yetkisi ile Türkiye imamlığına soyunmak istediklerinin de göstergesi.

Şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerini engellemeye çalışan cumhurbaşkanı Sezer’in bütün çabalarına rağmen bu atamalara engel olunamıyor. Atama kararname lerini geri çeviren Cumhurbaşkanı aynı atama kararnamesini tekrar karşısında buluyor. Ataması gerçekleşmeyenler de görevlendirme ile istenilen görevlere getiriliyor.

AKP özellikle son bir aylık süreçte kadrolaşma faaliyetlerini kolaylaştıracak bazı yasal düzenlemeleri de uygulamaya koydu. Sadece emeklilik yaşını 61’e düşüren yeni yasayla 2 bin 100 deneyimle bürokrat görevden uzaklaştırıldı ve bunların yerine şeriatçı kadrolar atandı.

Milli Eğitim ve üniversiteler üzerindeki şeriatçı kuşatma da günden güne artıyor. YÖK’ü kaldırma çalışmalarını gelen yoğun tepki üzerine bir süreliğine geri çeken AKP bu günlerde bu planlarını tekrar gündeme getiriyor. Önümüzdeki dönemde de artararak devam etmesi beklenen türbana özgürlük ise AKP için vazgeçilmez önemde.

Bütün bu kadrolaşma tartışmaları sürerken biraraya gelen Cumhurbaşkanı Sezer ve Tayyip Erdoğan arasında geçen ve basına da yansıyan diyalog yaşanan sürecin vehametini en açık biçimde ortaya koyuyor. Sezer’in “Devletin her kademesine imamları dolduruyorsunuz” şeklindeki sözlerine Erdoğan’ın yanıtı şu oluyor: “Ben de imamlık yaptım ama şimdi başbakanım”

Şeriatçı Terör Örgütlerine Devlet Protokolü

AKP hükümeti bir yandan devlet bürokrasisi içinde yoğun bir kadrolaşma hareketine girerken bir yandan da bağlantılı bulunduğu yurt dışındaki şeriatçı örgütlenmeleri açıktan destekliyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından 16 Nisan tarihinde yayınlanan ve MGK toplantısının en önemli maddelerinden birisi olan Milli Görüş ve Fethullah Gülen cemaatinin kollanması yolundaki genelge Türkiye Cumhuriyeti devleti aleyhine faaliyet gösteren kuruluşların bizzat hükümet tarafından korunduğunu gösteriyor. Abdullah Gül imzasıyla bazı ülkelerdeki büyükelçiliklere gönderilen genelgede Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler içinde bulunan Milli Görüş teşkilatının çalışmalarının desteklenmesi isteniyor.


İran’dan gelen çarşaflı heyet de AKP’nin nasıl bir düzen istediğini gösteriyor.

Türkiye’nin terörist örgüt olarak kabul ettiği Milli Görüş, yalnız Türkiye’de değil faaliyet gösterdiği ülkelerden Almanya’da da sıkı takip altında ve 26 bin üyesi ve büyük ekonomik gücüyle “takip altındaki en büyük yabancı örgüt” konumunda. Genelgede yer alan “Milli Görüş zararlı bir teşkilat değildir. Milli Görüş Teşkilatı’nın organizasyonlarına gerektiğinde büyükelçiler ve diplomatlar da gitmelidir. Resmi heyet programlarına bundan sonra bu teşkilat da dahil edilmelidir” şeklindeki ifadelerle Türkiye tarihinde ilk kez şeriatçı terör örgütleri devlet protokolüne alınmış oluyor.

Yine aynı genelgede 28 Şubat’ın ardından Amerika’ya tedaviye giden ve nedense bir türlü iyileşip Türkiye’ye dönemeyen Fethullah Gülen ve cemaaatinden övgüyle sözediliyor. Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler yürüttüğü iddiasıyla yargılanan Fethullah Gülen ve cemaatinin yurtdışındaki okulları için Türk kültürünü yayan kurumlar ifadesi kullanılıyor ve bu okullarla ilişkilerin geliştirilmesi isteniyor.

AKP Orduya Savaş Açtı

MGK toplantısı öncesinde ortamı geren bir diğer önemli gelişme de İran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Rıza Arif ve beraberindeki ekibin Ankara’da ağırlanması sırasında yaşanan olaylardı. Devletin resmi kuruluşu olan TRT ve Anadolu Ajansı’nın dahi içeri alınmadığı ve adeta gizli örgüt toplantılarını andıran yemekteki haremlik selamlık uygulaması ve çarşaflı kadınların yarattığı manzara Ankara’nın içine düştüğü kuşatmanın ne boyutlara ulaştığını göstermesi açısından önemli bir örnekti.

Tüm bu kadrolaşma çabalarına Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay başta olmak üzere devlet organları tarafından gösterilen karşı çıkış yaklaşan MGK toplantısı öncesinde taraflar arasındaki gerginliği daha da tırmandırdı.

AKP cephesi MGK’da hükümetin irticayla mücadele konusunda uyarılacağının ortaya çıkmasıyla birlikte saldırıya geçti. MGK’nın siyasilerin hesap vereceği bir yer olmadığını söyleyen AKP yetkilileri “MGK’da hesap vermeyeceğiz” tavrıyla tabanlarına dik durma mesajı vermeye çalıştılar. Orduya yönelik en sert saldırı ise Tayyip Erdoğan’dan geldi. Erdoğan orduyu kastederek “devletin en üst noktasından en alt noktasındana kadar hiç kimse la yü’sel (sorumsuz) değildir” diyerek MGK toplantısı öncesinde orduya meydan okumaya çalıştı.

Medyanın da yoğun desteğini arkasına alan Erdoğan partisinin Meclis’teki çoğunluğundan da güç alarak orduyu hedef alan açıklamalarına devam etti.

Erdoğan Belediye başkanlığı döneminde karıştığı ve yargılandığı yolsuzluk dosyalarını unutarak “Türkiye’nin imkan ve kaynaklarını boşa harcayanlar, statükonun korunması için direnenler, yolsuzluklar ve usulsüzlüklere bulaşanlar iddia edildiği gibi sadece siyasiler değil” sözleriyle silahlı kuvvetleri ve cumhurbaşkanını eleştirdi.

MGK toplantılarında hep dinleyen konumunda kalan şeriatçılar tek başına iktidar olmanın verdiği güçle bu kez karşı atağa geçerek baskın çıkmayı hedefliyorlardı. MGK’nın asker kanadı Milli Görüş ve Gülen cemaatini koruyan genelge, kadrolaşma ve türban tartışmalarıyla YÖK tarafından hazırlanan ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ciddiye alınmayan raporu gündemine alırken AKP kanadı da kadrolaşma faaliyetini savunacak karşı hazırlıklara girişti.

AKP AB Kozunu kullanarak Orduyu Tasfiye etmek istiyor

Medyanın büyük desteğini arkasına alan AKP ordu üzerinde kurmaya çalıştığı psikolojik baskıyla MGK toplantısını kazasız belasız atlatmaya çalışırken uzun vadede ordunun müdahalelerini engelleyecek bazı düzenlemelere girişeceğinin de ipuçlarını veriyor.

Özellikle AB süreci içinde demokratikleşme adı altında ordunun siyasete müdahalesini engellemeye yönelik planın iki ayağı var. ilk olarak Askerin icraat ve söylemlerinin “askeri tehdit” konularıyla sınırlandırılması öngörülüyor. İkinci olarak da 2004 sonuna kadar MGK’nın tamamen ortadan kaldırılması ya da en azından hükümete tavsiye kararı vermesi engellenmek isteniyor.

Hedefine ulaşma yolunda en büyük engel olarak gördüğü orduyu tasfiye planlarını yürürlüğe koyan AKP’nin elindeki en büyük koz da sözde AB üyelik süreci. AB üyeliği için siyasetin sivilleştirilmesi ve ordunun siyasetin dışına itilmesi AB’nin Türkiye’den taleplerinin ilk sırasında yeralıyor.

AB Komisyonu Genişlemeden sorumlu üyesi Gunter Verheugen’in Türkiye’deki ordu siyaset ilişkileri konusundaki görüşleri de AKP ile son derece uyumlu. Verheugen AKP AB ittifakının orduyu tasfiye planlarını şu sözlerle açığa vuruyor: “ordu siyasilerin emrinde olacak, siyasiler ordunun değil”

Başkanlık Sistemiyle Devlet ortadan kaldırılacak

Tayyip Erdoğan’ın “siyasetteki tek arzum başkanlık ya da yarı başkanlık modelidir. Bunun ideali de Amerika’da uygulanan sistem” açıklaması da orduyu tasfiye planları yapan AKP’nin geleceğe dönük niyetlerinin ne olduğunu anlamak açısından son derece önemli.

AKP, şeriat hedeflerinin önünde engel olarak orduyu ve devlet bürokrasisini görüyor ve bu amaçla giriştiği icraaatların sürekli bu organlardan geri tepmesi üzerine bu kez de başkanlık sistemini gündeme getiriliyor.

Başakanlık sistemi, devlet bürokrasisinin ortadan kalkması ve yetkinin tıpkı Amerikan sisteminde olduğu gibi başkan ve etrafındaki danışman kadrosunun denetimine girmesi demek. Başkanlık sistemine geçiş aynı zamanda Cumhuriyet rejiminin ortadan kaldırılması anlamına geliyor

Bakanlık yapmak için seçilmiş olma zorunluluğunun aranmadığı ve dışarıdan atamaların mümkün olduğu böylesi bir sistemin Türkiye’yi nerelere sürükleyeceğini tahmin etmek hiç de zor değil. Bunun şeriatçı hareket açısından yaratacağı fırsatları saymaya da herhalde gerek yok.

Başkanlık sisteminin yanısıra hükümet tarafından hazırlanan yerel yönetimler yasasayla da merkezi devlet çökertilerek yetki ve karar belediyelere devrediliyor ki bunun sonucunda şeriatçı belediyeler ve özellikle Güneydoğu’daki HADEP çizgisindeki belediyelerin etkinlikleri daha da artacak. Bu üniter devletin ortadan kaldırılması ve Türkiye’nin eyaletlere parçalanmasına yolaçacak bir gelişme

AKP Türkiye’yi yönetmeye devam edebilir mi?

Altı aylık AKP iktidarı Türkiye’de şeriatçı bir partinin iktidarda kalmasının mümkün olmadığı ve ordunun buna izin vermeyeceği gerçeğini doğruluyor. AKP daha iktidara gelmeden ordu tarafından dikkatle takip ediliyordu ve AKP’nin şeriatçı hareketin bir parçası olduğu ordu tarafından biliniyordu.

Ancak AKP’nin 3 Kasım seçimlerinde aldığı oy oranı ordunun müdahale etmesini geciktiren bir faktör. Arkasında geniş halk desteği bulunduğu izlenimi medyanın da aynı yöndeki yayınları biraraya geldiğinde AKP’nin bu gerilim ortamında bir süre daha iktidarda kalması mümkün.

Ancak AKP devlet ilişkilerinin geri dönülemez biçimde tahrip olduğu düşünüldüğünde uzun vadeli bir AKP iktidarına Türkiye’nin tahammülünün kalmadığı da görülmeli.

Şu anda yapılacak bir ordu müdahalesi sadece ordunun demokratik süreci kesintiye uğratan ve on yıllık periyotlarla müdahaleyi alışkanlık haline getirdiği yönündeki propagandanın güç kazanmasına ve ordunun puan kaybetmesine yolaçacak. O nedenle kısa süre içinde bir ordu müdahalesi çok mümkün görünmüyor.

Fakat çok uzun süre önce kopan AKP ordu ilişkisinin yeniden tamiri mümkün değil. O nedenle AKP’lilerin yarattığı ve yaratacağı benzeri bütün gerilimler sadece AKP’nin dosyasının kabarmasına yol açacak ve zamanı geldiğinde yapılacak müdahalenin daha da meşruluk kazanmasını sağlayacak.

Devlete savaş açan AKP karşılığını almaya başladı bile. Bu savaşın iki değil tek bir olasılığı var: Türkiye Amerikancı ve gerici AKP iktidarından kurtulacak.

http://www.turksolu.com.tr/29/kahramanoglu29.htm


23 Mart 2016 Çarşamba

PKK Rahat bir nefes alacak! Kılıçdaroğlu'na PKK desteği!



PKK Rahat bir nefes alacak! Kılıçdaroğlu'na PKK desteği!



İnan Kahramanoğlu

CHP'nin Gerçek Seçim Sloganı: 


PKK RAHAT NEFES ALACAK 
KILIÇDAROĞLU 
YIL 2011






















































Kılıçdaroğlu, kaset komplosuyla gelir gelmez ilk sözü Apo'yu affa evet diyecekleri oldu. Geçtiğimiz haftaki Hakkari mitinginde ise Tayyip'in bile vaadetmeye cesaret edemediği özerklik talebiyle çıktı kar?ımıza. Hakkari mitinginin bir özelliği daha vardı. PKK'lılar tarafından doldurulan kalabalıkta hiç kimsenin elinde Türk bayrağı yoktu.

Genel başkanlık koltuğuna oturduktan hemen sonra PKK'lı teröristlere "genel af"tan bahseden, anadilde eğitim ve Kürtçe yayın başta olmak üzere pek çok PKK talebinin savunuculuğuna soyunan Kemal Kılıçdaroğlu, seçime sayılı günler kala Kürtçülük gazına iyiden iyiye basmış durumda.
Hâl böyle olunca da Tayyip Erdoğan'ın Kepenk kapatılarak karşılandığı Doğu ve Güneydoğu illerinde Kemal Kılıçdaroğlu, PKK'nın örgütlediği büyük kalabalıklara hitap ederek adeta gövde gösterisi yaptı.
CHP'nin eski lideri Deniz Baykal'ın iki yıl önce yumurtalı ve taşlı saldırılarla karşılaşıp, ancak bir avuç CHP'liye, o da polis korumasında seslenebildiği Van'da da durum farklı değildi. Kılıçdaroğlu, Yeni CHP'nin genel başkanı olarak Baykal'dan iki yıl sonra gittiği Van'da davul zurna eşliğinde ve kitlesel bir katılımla karşılandı.
Kılıçdaroğlu'na yönelik bu ilginin ve açık desteğin sebebi nedir peki?
Ne değişti?
CHP'nin bu bölgelerde büyük bir oy patlaması yapması zaten mümkün değil. Nitekim Kılıçdaroğlu da bu gerçeği itiraf etmek zorunda kalıyor:
"Mitinge gelenlerin hepsinin bize oy vermesini beklememeliyiz" diyor.
BDP'nin resmi olarak miting katılımını örgütlediğini açıklaması da düşünülürse toplanan kalabalıklar zaten PKK'nın kalabalığı.
Nitekim çeşitli basın yayın organları PKK mitingine katılanların CHP mitinglerinde hazır kıta olarak bulunduklarını fotoğraf ve kamera kayıtlarıyla belgelediler.
Dolayısıyla CHP'ye yönelik bu ilginin sebeplerini CHP'nin bölgede güçlenmesinden çok Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlık koltuğuna oturduktan sonra açıkladığı Kürt politikasında aramak gerek. CHP'nin PKK'yı bu denli memnun eden yeni Kürt politikası CHP'ye yönelik PKK desteğinin de başlıca sebebi.
Kılıçdaroğlu'nun Tunceli, Van, Bitlis ve Hakkari mitinglerinde söylediklerinden sonra PKK'nın bütün gövdesiyle Kılıçdaroğlu'nun arkasında yer alması da bu açıdan bakıldığında hiç şaşırtıcı değil.
PKK ve CHP arasındaki iyi niyet gösterileri zaten uzunca bir süredir herkesin gözü önünde cereyan ediyordu.
Diyarbakır'da PKK'lı terörist cenazelerini bahane ederek yapılan kepenk kapatma eylemine CHP Diyarbakır İl Başkanlığının katılması, CHP-PKK arasındaki bu işbirliğinin önemli bir göstergesiydi.
Nitekim CHP genel başkan yardımcıları Sena Kaleli ve Sezgin Tanrıkulu'nun kepek kapatma eylemlerini "halkın kendi iradesi ile yapılmış eylemler" olarak göstermesi ve Kılıçdaroğlu'nun da bu eylemlere destek veren açıklamaları da bu "kepenk kardeşliği" görüntüsünün hemen arkasından geldi. Yıllardır PKK'nın değişmeyen eylemlerinden birisi olan kepenk kapatmalar CHP lideri ve yardımcıları tarafından "halkın kararına saygılıyız" denilerek açıkça desteklendi.
Ve ilginçtir; tek bir CHP örgütünden ve tek bir CHP'liden bugüne kadar eleştirel bir tek söz bile gelmedi!
Demek ki, CHP'deki Kürtçüleşme sanıldığından da hızlı ilerliyor.

Kılıçdaroğlu Kürtlere özerklik vaadetti

Kılıçdaroğlu'nun Hakkari mitingi ise taşların yerine oturduğu ve CHP-PKK işbirliğinin ayyuka çıktığı bir miting oldu.
Kılıçdaroğlu seçim barajının düşürülmesinden tutun da faili meçhul cinayetlere kadar pek çok konuda PKK söylemlerini aratmayan açıklamalarının yanı sıra KCK tutuklusu PKK'lı belediye başkanı ve siyasilere de açıkça destek verdi:
"Demokrasi varsa herkes için var. Belediye başkanlarını kelepçeleyip, fotoğrafını çekip medyaya servis edeceksin! Sabahın köründe evlerin basıldığı düzene son vereceğiz."
KCK davasının avukatlığına soyunan Kılıçdaroğlu, davanın savcısını ziyaret edip PKK'lılara yönelik operasyonları eleştirmekten de geri kalmadı.
Tayyip'in Hakkari'de yaptığı "Artık Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımızın sorunları vardır" açıklamasını eleştiren Kılıçdaroğlu miting alanını dolduran PKK'lılara üç kez "Böyle bir sorun var mı?" diye sorup "Ankara'da Recep Hakkarililerin sesinden duymuş olur" diyerek "Kürt sorunu vardır" vecizesini de Tayyip'in elinden almış oldu.
Ancak Kılıçdaroğlu'nun Hakkari'deki en önemli açıklaması hiç şüphesiz Kürtlere özerklik vaadiydi.
Avrupa ülkelerinde kabul edilen özerklik şartlarını aynen kabul edeceklerini söyleyen Kılıçdaroğlu Kürt açılımının mimarı Tayyip'in bile cesaret edemediği özerklik vaadiyle Kürtçülük yarışında Tayyip'i çok gerilerde bırakmış oldu. Kılıçdaroğlu'nun önümüzdeki dönemdeki misyonu da böylelikle daha netleşti.
Apo'nun İmralı'dan Tayyip'e gönderdiği "Sen çözemezsen Kılıçdaroğlu çözer" mesajının kerameti de ortaya çıkmış oldu böylece.
Hakkari'de PKK'lılara seslenen Kılıçdaroğlu'nun "Bedeli ne olursa olsun bu ülkeye barışı getireceğim. Çatışmayı bitireceğiz" sözü Apo'nun bu mesajının Kılıçdaroğlu tarafından alındığının kanıtıydı adeta.

Tek bir Türk bayrağı dahi olmayan CHP mitingi

Hakkari mitinginden akıllarda kalan önemli bir nokta da on binlerce kişinin hınca hınç doldurduğu miting alanında tek bir Türk bayrağının, tek bir Atatürk posterinin olmayışıydı.
Hadi diyelim ki mitinge katılanların tamamına yakını PKK destekçileriydi ve bunların Türk bayrağı ve Atatürk'e alerjileri var. Peki ama CHP il ve ilçe örgütlerinin de aklına gelmemiş miydi koskoca miting alanında tek bir Türk bayrağı ve Atatürk posteri açmak.
Diyarbakır'da PKK'lılarla birlikte kepenk kapatan CHP'lilerden sonra Hakkari'de Türk bayrağı taşımaktan kaçınan CHP'liler ne yazık ki artık kimseyi şaşırtmıyor. Çünkü CHP'nin doğu ve Güneydoğu teşkilatlarının tümü Gürsel Tekin'in marifetiyle PKK yandaşlarına devredilmiş durumda. Elbette bu Kürtçüleşme sadece bu bölgelerle sınırlı değil. CHP tepeden tabana bir Kürtçü dönüşümün içinde kimlik değiştiriyor.
Hakkari'deki manzara aslında Yeni CHP'de Atatürkçülüğün tasfiye edildiğinin, Yeni CHP'nin PKK çizgisinde bir partiye dönüştürüldüğünün somut göstergelerinden birisiydi.
Elbette gören gözler, duyan kulaklar için. Yoksa CHP'yi hâlâ Atatürk'ün partisi zannedip bu açık dönüşümü görmezden gelmeyi ve devekuşunu oynamayı sürdürenlerin sayısı da az değil.
Genel başkanlık koltuğuna oturduğu günden beridir Atatürk adını ağzına almaktan özenle kaçınan, bir türlü "Ne mutlu Türk'üm diyene" diyemeyen Kılıçdaroğlu ise bu eleştirilere nazire yaparcasına, Kürtçe pankartlarla karşılandığı memleketi Tunceli'de "Dersimli olmaktan gurur duyuyorum" demiş.
Atatürk'ün Dersim isyanını bastırdıktan sonra buraya Tunceli adını vermesine inat kendisini Dersimli olarak tanıtan ve Kürtçe pankartlarla karşılanmaktan son derece memnun birinin başında bulunduğu bir partiden hangi aklı başında insan hâlâ Atatürk'ün partisi olarak bahsedebilir!

Kılıçdaroğlu'nun Yeni CHP'si neresinden tutsanız dökülüyor!



Kılıçdaroğlu: BOP'un yeni eşbaşkanı












































Diyarbakır'da PKK'lı terörist cenazelerini bahane ederek yapılan kepenk kapatma eylemine CHP Diyarbakır İl Başkanlığının katılması, CHP-PKK arasındaki bu işbirliğinin önemli bir göstergesiydi (üstte). Genel başkanlık koltuğuna oturduğu günden beridir Atatürk adını ağzına almaktan özenle kaçınan, bir türlü "Ne mutlu Türk'üm diyene" diyemeyen Kılıçdaroğlu ise bu eleştirilere nazire yaparcasına, Kürtçe pankartlarla karşılandığı memleketi Tunceli'de "Dersimli olmaktan gurur duyuyorum" demiş. Yukarıdaki resimde Kılıçdaroğlu'nun Tunceli'deki Kürtçe bilboardlarını görüyorsunuz.


Baykal'a yönelik kaset komplosunun hemen arkasından Kılıçdaroğlu genel başkanlık koltuğunu devraldığında TÜRKSOLU sayfalarında bu süreci "CHP'de PKK darbesi" olarak adlandırmış ve Kılıçdaroğlu için"Amerika'nın ve PKK'nın adayı" demiştik
Gerçekten de Kılıçdaroğlu bir küresel proje olarak ve "Gandi Kemal" imajıyla CHP'nin başına getirilmişti.
Kimler tarafından ve ne amaçla CHP'ye genel başkan yapıldığı şimdi herhalde çok daha net görülebiliyor.
CHP genel başkanlığı koltuğunda birinci yılını dolduran Kılıçadaroğlu her söylemi ve eylemiyle adeta TÜRKSOLU'nu haklı çıkarmak için çırpınıyor.
Kılıçdaroğlu'nun seçimlere günler kala Kürt meselesiyle ilgili yaptığı bu açıklamalarsa elbette boşuna değil.
Kılıçdaroğlu bütün eylem ve söylemleriyle BOP'un yeni eşbaşkanı olduğu mesajını vermektedir aslında.
Tayyip Erdoğan'ı her fırsatta BOP eşbaşkanı olarak suçlayan Atatürkçülerimiz bakalım BOP'un yeni eşbaşkanı Kılıçdaroğlu'na da aynı sert eleştirilerle karşı çıkabilecekler mi?
"Tayyip gitsin, Kılıçdaroğlu gelsin de, ne olursa olsun"diyenler ABD'nin Kılıçdaroğlu'nun Türkiye'yi bölme, üniter, lâik ve ulus devlet yapısını ortadan kaldırarak Türkiye'yi bir federasyona dönüştürme projesinin taşeronu olduğunu görebilecekler mi?
"Başbakan Kılıçdaroğlu" sloganları eşliğinde Atatürkçü bir iktidar rüyasına dalıp Kılıçdaroğlu tehlikesini görmezden gelen CHP'liler, Kılıçdaroğlu'nun "Türkiye Cumhuriyeti"nin değil ancak "Türk-Kürt Federal Cumhuriyeti"nin başbakanı olabileceğinin acaba farkındalar mı?

ABD'nin seçim planı: CHP-BDP koalisyonu

MHP'ye yönelik kaset olayı da içinde olmak üzere pek çok operasyonla ABD Türk siyasetini yeniden dizayn etmektedir.
Burada ise ABD'nin esas oğlanları değişmiştir. Amerikancı Tayyip'in son günlerde birden en keskin Amerikan karşıtı olması, Kılıçdaroğlu'nun ise Amerikancılıkta sınır tanımayan tavrı ve Kürtlere özerklik vaadi bu görev değişikliğinin kanıtıdır.
Yükselen milliyetçiliği büyük bir tehlike olarak gören ABD MHP'yi Meclis dışına atarak ve CHP'yi bir Kürt partisi durumuna sokarak Türkiye'deki ulusalcı yükselişin sonunu getirmek istemektedir.
ABD, AKP'yi defterden silmiştir. MHP baraj altına sürülmek istenmektedir. CHP ve BDP ise açıkça desteklenmektedir.
Kim bilir daha düne kadar açıkça telaffuz edilen CHP-BDP ittifakı bir bakmışsınız seçimden hemen sonra bir CHP-BDP koalisyonuna olarak ortaya çıkmış!
MHP'nin dışarıda bırakıldığı bir Meclis aritmetiğinde bu hiç de uzak bir ihtimal değildir. Bunun önündeki tek engel şimdilik CHP'nin böyle bir ittifakı kuracak sayıda milletvekili çıkartma ihtimalinin az olmasıdır.
Ancak yeni Meclis tablosunda CHP ve BDP arasındaki somut işbirliğini izlemeye şimdiden hazır olmalıyız.
Yeni Anayasa, federasyon, özerklik gibi hayati derecede önemli gündem maddelerinde AKP'ye bile rahmet okutacak bir CHP-PKK ittifakı ise zaten şimdiden oluşmuş durumdadır.

CHP'nin gerçek seçim sloganı: "PKK rahat bir nefes alacak!",

CHP'nin seçim sloganı her ne kadar "Türkiye rahat bir nefes alacak" şeklindeyse de bu politikalarla CHP'nin Türkiye için bir felaket senaryosu olduğu ortaya çıkmıştır.
Kılıçdaroğlu'nun CHP'si, Apo'yu ve PKK'lı teröristleri affetmeye hazırlanmaktadır.
Kılıçdaroğlu'nun CHP'si, Kürt kimliğini Anayasa'ya geçirtmeye, Kürtçeyi ikinci bir dil yapmaya hazırlanmaktadır.
Kılıçdaroğlu'nun CHP'si, Türkiye'yi bir federasyona dönüştürüp Özerk Kürdistan'ı kurmaya hazırlanmaktadır.
Bütün bunları alt alta yazdığınızda ise CHP'nin gerçek seçim sloganı ortaya çıkmaktadır:
PKK rahat bir nefes alacak!





29 Aralık 2015 Salı

SAHTE ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ TANIYALIM 8



SAHTE ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ TANIYALIM 8




Obama ve Sahte Atatürkçüler




İnan Kahramanoğlu,

“Atatürkçü Obama”!

Obama'cı Cumhuriyet Gazetesi












Obama'cı Cumhuriyet Gazetesi


Cumhuriyet gazetesi Obama’nın ziyareti boyunca verdiği mesajları o kadar çarpıtarak verdi ki, okuyanlar Obama’nın AKP’nin ipini çekmek için Türkiye’ye geldiğini zannedeceklerdi neredeyse.


Obama’nın iki günlük Türkiye ziyareti ile bir kez daha ortaya çıktı ki, içimizdeki Amerikanofillerin sayısı hiç de azımsanacak gibi değilmiş. Ve bazılarının içindeki Amerika aşkı gerçekten de bambaşkaymış.
Obama Türkiye gibi dünyada Amerikan karşıtlığının en yüksek olduğu bir ülkeye gelirken böylesine bir hüsnü-kabulle karşılanacağını bekliyor muydu bilinmez ama herhalde Türkiye’nin bu özelliğinin yanı sıra işbirlikçisi bol bir memleket olduğunu da söylemiştir birileri. Söylemedilerse adam kendisi bizzat görmüş oldu.
Obama’nın ziyareti sırasında ulusalcılar da dahil olmak üzere sevinç gösterilerinde dozu kaçıran pek çok kesim vardı. Obama’yı yağlamak için sıraya girenler arasında dudak uçuklatacak cinsten diyebileceğimiz tespitse Fatih Altaylı’dan geldi;“Atatürkçü Obama”!

Şimdi buna güler misin, Ağlar mısın?

Fatih Altaylı şaka filan değil, son derece ciddi bir biçimde şöyle yazmış: “ Anıtkabir’de yazdıkları ve bu konuşmasıyla Atatürkçü olduğunu gösterdi ”

Bizimkilerin bu Amerikan seviciliğini yalnızca Obama’nın başkanlık koltuğuna oturmasından sonra estirilen “ Değişim ” le açıklamak da mümkün değil. Öyle olsa belki anlaşılır bir durum deyip geçebilirdik. Ama dedik ya, durum hiç de öyle değil. Bugün Obama’ya güzelleme düzenlerin hemen tamamı daha önce Bush, ondan önce de Clinton için aynı şeyi yapıyorlardı. Clinton, biliyorsunuz, Türkiye’ye geldiğinde kucağına aldığı küçük bir çocuğa burnunu sıktırmıştı da gazete ve televizyonlarda aylarca bundan bahsedilmişti.

Bush’un ziyareti esnasında da yine pek bir şey değişmemişti. Gerçi Bush Amerikan emperyalizminin en saldırgan döneminde ve Irak işgalinin en kanlı günlerinde koltukta bulunduğu için azıcık daha mesafeyle karşılanmıştı ama Amerikancılarımız onu da boş geçmemişlerdi.Buna rağmen Amerikanofillerimiz toplum olarak tarihsel hafızamızın pek de kuvvetli olmamasına güvendiklerinden olsa gerek “Kötü çocuk Bush gitti, iyi çocuk Obama geldi” şeklinde özetleyebileceğimiz bir yaklaşımla açıklamaya gayret ettiler Obama’ya olan derin muhabbetlerini.

Ulusalcıların Obama aşkı


Tuncay Özkan'ın Obama'ya mektubu













Tuncay mektubuna bilindik tebrik cümleleriyle başlamış ve İlhan abisi gibi Obama’ya gaz vermeye girişmiş: “Size inanmak, güvenmek, Türkiye ve Amerika’nın barış kültürüne, medeniyete, insan uygarlığına el ele katkı sunmasını görmek istiyorum” Evet Tuncay böyle diyor; Amerika’yla birlikte dünyaya medeniyet götürecekmişiz!


Ama birileri, hatta tüm toplum unutsa bile tarih unutmuyor. Bugün Obama’ya yapılan övgüleri aynı çevreler yıllardır bütün ABD başkanları için tekrarlıyorlar.
Tabii Obama biraz daha “renkli” bir kişilik olarak görüldüğü ve iyi bir imaj mamülü olduğu için methiyede ölçüyü kaçıranların sayısı daha fazla oluyor sadece. O kadar ki, Obama’nın Ayasofya çıkışında gördüğü kediyi sevmesini bile manşetlere taşıdı necip Türk basınımız. E ne yapsın adam, hep Amerikancı köpekleri sevecek değil ya, bırakın biraz da kedi sevsin!
Obama’nın Türkiye ziyaretinde sadece Tayyip ve Gül’le değil muhalefet liderleriyle de görüşeceği açıklanmıştı. Tabii bu görüşme isteği hemen büyük bir nezaket örneği olarak gösterildi ve muhalefet kulislerini hareketlendirdi. Ancak Obama’nın niyeti muhalefeti grup halinde aradan çıkarmaktı. Onurlu muhalefet liderleri içinse kabul edilemez bir durumdu bu! Nihayetinde Obama’nın hepsini teker teker kabul edeceği açıklanınca bu küçük pürüz de temizlenmiş oldu. Obama aynı gün içinde bütün muhalefeti sıraya dizdi ve bu performansıyla da ayrıca alkış topladı.
Amerikancı liderlerimizin, Amerikancı, Kürtçü ve liberal çevrelerin Obama’yla hasbıhale bu kadar meraklı olmasına pek şaşırmadık doğrusu, ama ulusalcı cenahın bu Amerikancı ittifaktan bile hızlı çıkıp Obama’ya seranat çekmesi gerçekten de görülmeye değerdi. Daha düne kadar meydanlarda “Ne ABD, Ne AB, Tam bağımsız Türkiye” sloganı atan kitlelere öncülük etmeye çalışanların aslında ne kadar acınacak durumda oldukları da ortaya çıkmış oldu böylece. CHP lideri Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun baş başa verip Obama’nın “değişim” formülünü CHP’ye uygulayacaklarını açıklamaları ve özellikle Cumhuriyet gazetesinin Obama’nın gelişini selamlayıp tezahürat ekibine katılması en çok göze çarpanlardı.
Cumhuriyet gazetesi Obama’nın ziyareti boyunca verdiği mesajları o kadar çarpıtarak verdi ki, okuyanlar Obama’nın AKP’nin ipini çekmek için Türkiye’ye geldiğini zannedeceklerdi neredeyse.
Cumhuriyet’in ziyaretin ilk günündeki manşeti “laik demokrasi vurgusu” oldu ve “Obama’nın Atatürk’ün mirasını övdüğü” söylendi. İkinci gün ise Obama’nın Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemesi manşetteydi ve başlık bu kez Obama’nın “Türkiye’yi üye yapın” çağrısıydı. Böylelikle Cumhuriyet sadece Amerikancılık yapmayıp, “AB’cilikte de sınır tanımam” mesajı veriyordu adeta.
Obama’nın Meclis’te yaptığı konuşma aslında son derece açıktı ama buna rağmen farklı gazetelerde birbirinden çok farklı yorumlara yol açtı. Çeşitli çevreler tam da Cumhuriyet’in yaptığı gibi Obama’nın açıklamalarında kendi işine gelenleri cımbızlayıp haberleştirmeyi tercih ettiler. Ancak bu farklı yorumlar oldukça çelişkili bir durum da yaratmadı değil. Örneğin; Yeni Şafak başta olmak üzere Şeriatçı basın Obama’nın “İslam’la savaşmayız” mesajlarını manşete taşırken Cumhuriyet Ilımlı İslam projesinin artık yolun sonuna geldiğini yazıyordu. Fikirler farklılık gösteriyordu belki ama Obama hayranlığı ve Amerikancılık hepsinin ortak paydasıydı. Bu da Türk siyasetinin kısa bir özetiydi aslında; sağından soluna bütün siyasetler aslında tek bir Amerikancı programın savunucularıydı. Obama’nın gelişi belki de en çok bu gerçeği görmek açısından önemliydi. Cumhuriyet’in sorduğu şekilde sormak gerekirse “Amerikancıların farkı ne”demek belki daha da gerçekçi olur. Zira Obama’nın Bush’tan hiçbir farkı olmadığı ortada ama, asıl sorulması gereken Amerikancı muhalefetin ve iktidarın aralarında bir fark olup olmadığıydı. Obama’nın ziyareti bir kez daha gösterdi ki aralarında bir fark yokmuş.

Ulusalcılığın Sefaleti; “ Onu alma, Bizi al Obama”

Amerikancıları bir kenara bırakalım ama ulusalcılarımızın Obama hayranlığı gerçekten de utanç verici boyutlara ulaştı. Özellikle Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfadan verdiği değerlendirme yazıları buram buram Amerikancılık kokuyordu. “Obama’nın Farkı ne” ve “Obama farkı” başlıklı bu iki değerlendirme yazısında “Başkan Obama Türkiye’ye hoş geldi sefa geldi” deniliyor ve hemen ardından da Obama’dan beklentiler sıralanıyordu. Bu aslında ulusalcıların uzun zamandır AKP’yi yıkmak için ABD desteğini arkalarına alma niyetinin bu kez açıkça ortaya konmasından başka bir şey değildi. Kurgulanan senaryoya göre ABD, Şeriatçı AKP’ye karşı laik cepheyi destekleyecek, ve böylelikle AKP’den kurtulmuş olacaktık. Tabii ABD binbir itina ile iktidara taşıdığı ve yıllardır her türlü konuda da tam bir işbirliği içinde olduğu AKP’den niye desteğini çekecek, ya da diyelim ki bu desteği çekti, neden laik cepheyi tercih edecek, bu soruların mantıklı bir cevabı yok. Ama esas sorun bu da değil. Sorun şu; bugün kendisini ulusalcı olarak lanse eden kesimlerin hiçbirisinin ABD’den icazet almadan herhangi bir iş tutucak cesaretleri yok. Bu açıkça görülüyor. Öyle ki, AKP karşıtı muhalefet kendisini ABD’den alınacak bir desteğe endekslenmiş durumda. Bu tür bir ulusalcılığın AKP’den kurtuluş formülü de Obama’yı yağlayıp “onu alma, beni al” demekten öteye gidemiyor ne yazık ki. Demek ki, ABD istemezse ömür billah AKP ile yaşayacağız! Bu da ulusalcıların sefaleti değilse nedir?

Amerikancı ama laik!

Bu sefalet Cumhuriyet sayfalarında hem de açık açık yazılmış: “Başkan Obama’nın Türkiye’nin laik düzenine karşı bir tasarımın dışında kalmasını bekliyoruz. Amerika’nın uzun vadeli çıkarları da bunu gerektiriyor.. Başkan Obama Türkiye’ye hoş geldi sefa geldi… Biz konuğumuzun eski başkan Bush’tan farkını bu ziyarette görmek istiyoruz”
Neresinden başlasak acaba? Bir kere ABD’nin Kürt-İslamcı tasarımı doğrultusunda kurulup iktidara taşınan ve yedi yıldır açıkça desteklenen AKP iktidarından ABD neden vazgeçecek? İkincisi; laiklik acaba ABD’nin umurunda mı? Öyle ya, adamların böyle bir derdi olsa Ortadoğu’da onca Şeriatçı şeyhlikle iş tutmazlardı. ABD’nin en sadık destekçisi Şeriatçı Suudi Arabistan değil mi?
Ayrıca “ABD’nin uzun vadeli çıkarları da bunu gerektiriyor” ne demek? Nereden biliyorsunuz? Soran mı oldu? ABD’nin çıkarları açısından neyin iyi neyin kütü olduğuna acaba ne zamandır İlhan Selçuk karar veriyor?
“Başkan Obama hoş geldi, sefa geldi” kısmını isterseniz değerlendirmeye bile almayalım. Hatta duymamış, görmemiş olalım. Ama Bush’la Obama arasında ne fark varmış, bunu gerçekten merak ediyoruz. Kaldı ki İlhan Selçuk, Bush’un Türkiye’yi ziyaret ettiği günlerde de aynı beklentilerini Bush’a açık mektuplar yazarak iletmişti. Demek ki, O da aralarında pek bir fark görmemiş; ha Bush ha Obama, ikisine de aynı mektuplar, aynı istekler, aynı vaatler. Ama ille de bir fark aramak gerekiyorsa fark şu; Obama’ya verilen gaz bir hayli fazla. Bizimkiler Obama’yı gazlayıp, “sen Bush’tan farklısın, onun yaptıklarını yapma” diyorlar.
Ama Obama Ermeni meselesi ve Ruhban Okulu başta olmak üzere pek çok konuda Bush’a bile rahmet okutacak açıklamalar yaptı ve bizimkilerin hevesi daha başta kursaklarında kaldı.
Ancak bunun bile bizimkilerin Obama aşkına mani olamadığını görüyoruz. Şu sözler Cumhuriyet’in Obama’dan beklentilerini sıraladığı değerlendirme yazısından: “Ancak Obama’nın eski başkan Bush’tan bir farkı olmalı ve ılımlı İslam devleti gibi bir projeden vazgeçtiği duyumsanmalı”.Tabii hemen, emredersiniz. Cumhuriyet istedi ya, Obama hemen AKP’yi tepetaklak edecek ve Atatürkçü bir iktidara kavuşacak Türkiye. Buna kargalar bile güler ama ne yaparsınız, ülkenin “en Atatürkçü” isimlerinin ülkenin “en Atatürkçü” gazetesinde yazdıkları ne yazık ki bunlar. Bu da Türkiye’nin en büyük talihsizliği değilse nedir?

Ha, farzedelim ki, Obama AKP’den desteğini çekti ve bizimkilerin kurguladığı gibi laik cepheyi destekleme kararı aldı, bunun sonucu ABD’nin bölgesel sömürgeci projelerinin bu kez ulusal güçler vasıtasıyla yürütülmesinden başka ne olabilir? Yani AKP yıkılacak ve laik bir iktidar kurulacak ama Türkiye sözde Ermeni soykırımını kabul edecek, Kürdistan’ı tanıyacak, patrikhanenin ekümenikliğini tanıyacak, PKK ile masaya oturacak …Bu aslında AKP’nin iktidarda kalmasından daha kötü bir seçenek değil mi? Düşünsenize Türkiye’nin parçalanması ve paylaşılması planının Atatürkçü-milliyetçi bir iktidar eliyle uygulandığını. Bu, toplumdaki mevcut direnme potansiyelinin de tümüyle yok edilmesi demek olur ki, gerçekten de en kötü seçenek budur.

Ama yine de kimse heveslenmesin; ABD kiminle iş tutacağını çok iyi bilir ve asla ama asla ulusalcı bir iktidarla iş tutmaz. Bu iki kere iki dört kadar kesindir. Nasıl bu kadar kesin konuşuyorsunuz derseniz; İlhan Selçuk, Bush’a da zamanında mektuplar döşenip “AKP’yi değil bizi tercih et” çağrılarında bulunmuştu ama sonuç hüsran olmuştu. 15, 16 ve 18 Kasım 2006’da İlhan Selçuk’un köşesinden Bush’a seslendiği mektuplarında bugün Obama’ya yaptığı çağrıların aynıları vardı. 

15 Kasım tarihli mektubunda İlhan Selçuk, Bush’a “ Ortadoğu’da Türkiye’yi kullan ” Çağrısı yapıyordu:“ 

Bush, Ortadoğu’da bir yeni istikrar arayışına yönelmek zorundaysa bu işe Türkiye’den başlaması aklın yoludur. 
(...) Amerika kaş yapayım derken göz çıkarıyor... Bugün ülkemizde Amerikan aleyhtarlığı görülmemiş biçimde yoğunlaştı, dinciler–iktidar dışında-ateş püskürüyorlar, ulusalcılar dincilerden geri kalmıyorlar. (...) Ortadoğu cehennem... 

Bu cehennemde ne yapacağını şaşıran Başkan Bush’un Türkiye’de dincilik ve bölücülük siyasetlerini bir yana bırakarak Atatürk’ün laik Cumhuriyetini Ortadoğu’da bir denge unsuru gibi düşünmesi gerekiyor...

” 16 Kasım tarihli mektup ise daha açık bir şekilde Ortadoğu’da “ABD çıkarları için yeni bir iktidara ihtiyaç olduğu ” vurgusu taşıyordu: “ Bush yönetimi ne yapmalı?.. Bir yandan Ilımlı İslam Devleti tasarımında dinci iktidarı, öte yandan terör örgütü PKK’yı kullanarak Türkiye’yi sıkıştıran Başkan Bush bu tutumundan vazgeçmelidir; zararın neresinden dönerse dönsün, kârdır... AKP’nin toplum temelinde oy desteği zayıflıyor, geriliyor; ülkede Amerika düşmanlığı yükseliyor, yoğunlaşıyor... ABD’nin Ortadoğu tasarımında ‘revizyon’a, Türkiye’de ise yeni bir iktidara gerek var!..”

Ergenekon tertibi bile ulusalcıların Amerikancılığını yok edememiş
Bunca çabalamaya rağmen, aradan geçen zaman Bush’un İlhan Abi’yi pek de iplemediğini gösteriyor zira bu süreçte ABD, AKP’den desteğini çekmeyi bırakın, bir de Ergenekon tertibini uygulamaya sokarak İlhan Selçuk’un da sanık olarak yargılandığı bir tasfiye operasyonunu da büyük bir hızla uygulamaya soktu. Ordu ve toplumun Atatürkçü kesimleri bu operasyonla o derece pasifize edildi ki, bugün sokağa çıkıp eylem yapmayı bırakın, Atatürkçüyüm demek bile neredeyse suç haline geldi.

Peki bunların müsebbibi kim; ulusalcıların “bizi tercih et” diye yalvardıkları ABD ve başkanı Obama değil mi?

Bu da sefilliğin daniskası değil mi aslında. Adam kalkmış Ordu’nu yok etmek için seni de içine alan bir komplo kuruyor ama sen yine de adamın elini ayağını öpüyor, “medet ya Obama” diyorsun hâlâ. Gerçekten de utanç verici bir durum. Sonunda ölüm bile olsa insan en azından onuruyla ölür, ama bu kadar acizlik, hele hele bir de Atatürkçülük adına yapılıyorsa bunu sineye çekemeyiz, kimse kusura bakmasın!

Tuncay da Silivri’den Amerikancı koroya katıldı

Ulusalcılık gibi temelinde Amerikan karşıtlığı olması gereken bir duruşun bu denli Amerikan muhibbi olması gerçekten de düşündürücü. O kadar ki, Ergenekon tertibi bile ulusalcıların Amerikancılıklarını öldürmeye yetmemiş. Türkiye AKP iktidarına nasıl mahkum edildi, bugün AKP karşıtı muhalefet niçin başarılı olamıyor diye merak ediyorsanız, işte tam da buraya bakmak gerekir. Amerikancı bir ulusalcılık Türkiye’yi kurtarayım derken aslında bir çuval inciri berbat etmiş ve Türkiye’yi ABD-AKP cephesine teslim etmiştir. AKP aslında bu “ulusalcı” Amerikancılarımızın Türkiye’ye hediyesidir. Bu Amerikan muhipleri arasında birisi var ki, onu anmadan geçmek olmaz. Malum kişi; Tuncay Özkan. Nam-ı diğer Zübük Tuncay.

Zübük biliyorsunuz “beni de alın, beni de alın” diye yeri göğü inlettikten sonra nihayet muradına ermiş ve içeri alınmıştı.

Ama Zübük bu durur mu, bu seferde kalkmış Silivri Cezaevi’nden Obama’ya mektup yazmış, Amerikancı koroya katılmış. Ancak bu durum belki de hayırlı olur zira ilk kez kendi küçük taraftar grubundan da Tuncay’a veryansın edip “bu kadar da olmaz” diyenler çıkmış. Hadi hayırlısı. Tuncay mektubuna bilindik tebrik cümleleriyle başlamış ve İlhan abisi gibi Obama’ya gaz vermeye girişmiş: “Size inanmak, güvenmek, Türkiye ve Amerika’nın barış kültürüne, medeniyete, insan uygarlığına el ele katkı sunmasını görmek istiyorum”

Evet Tuncay böyle diyor; Amerika’yla birlikte dünyaya medeniyet götürecekmişiz! Belki yakında Irak’a olduğu gibi İran’a da medeniyet götürür Amerika ve bakarsınız bu sefer biz de onlarla el ele gönül gönüle katılırız bu işe, ne dersiniz!Ancak Tuncay’ın da hevesi kursağında kalacak gibi zira gönderdiği mektup Obama’ya ulaştı mı, orası bile meçhul.

Dolayısıyla Tuncay için içerden çıkmanın tek bir yolu kalıyor. Biliyorsunuz Tuncay “Apo’yu destekliyorum” diyerek Apo’nun Kürt sorunun çözümü için kullanılabileceğini söylemişti daha önce. Şimdi Obama’nın gelişiyle birlikte Apo’nun içerden çıkıp Meclis’e girme ihtimali de güçlendi. Dolayısıyla Apo yarın Meclis’e girdiğinde belki eski dostu Tuncay’ın bu desteğini karşılıksız bırakmaz, onu çıkarmanın bir yolunu bulur. Bir de bağımsız Kürt devleti kurulursa bakarsınız Tuncay Roj TV’de “anchorman” olarak işbaşı bile yapabilir. Olmaz olmaz demeyin! Söz konusu Tuncay’sa gerisi teferruattır.

“Obama Defol” diyebilmek

Güzel Türkçemizde güzel bir söz vardır; “güleriz ağlanacak halimize” diye. Ulusalcılarımızın iflah olmaz Amerikancılıkları bundan daha iyi açıklanamaz herhalde.

Türkiye ABD’nin BOP projesi içinde bölünüp parçalanırken, bir yanda Ermeni soykırımı iddiaları, bir yanda kürt devleti, bir yanda PKK terörü derken ve bir taraftan da cumhuriyetin temel direklerinden Türk ordusu Ergenekon türü uydurmalarla tasfiye edilirken; ülkeyi kurtarmak adına, Atatürkçülük adına ortaya çıkıp liderlik yarışına girenler bütün bu planların baş tertipçisi ABD başkanını görünce süt dökmüş kediye dönüyorlar. ABD’ye yaranmak için, küçük bir destek koparmak için kırk takla atıyorlar. Bu durumda, belki kızanlar da olacaktır ama, bunları nasıl Atatürkçü kabul edebiliriz, Türkiye’yi bu bataktan bunların çıkaracağına nasıl inanabiliriz?

Mustafa Kemal, Osmanlı’nın işgal edildiği dönemde o günün mandacılarına bakıp “Bir kişi de çıkıp ya istiklal ya ölüm diyemiyor” diye isyan etmişti. Şimdi dünün mandacılarının torunları, bugünün sözde ulusalcıları da aynı şeyi yapıyorlar. Birisi bile çıkıp Obama Defol ” diyemiyor. Ama biz mandacıların değil Mustafa Kemal’in çocuklarıyız ve hiç kıvırtmadan, hem de bütün gücümüzle bağırıyoruz; Obama defol!

(Sayı 232, 13/04/2009)

http://www.turksolu.com.tr/sehit/secmeulusal8.htm


..