17 Ocak 2021 Pazar

6-8 EKİM OLAYLARI AKP/HÜDA-PAR İLİŞKİSİ VE KÜRT SİYASETİNDE YENİ ARAYIŞLAR

6-8 EKİM OLAYLARI AKP/HÜDA-PAR İLİŞKİSİ VE KÜRT SİYASETİNDE YENİ ARAYIŞLAR




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
14.02.2015 

Hüda-Par ve AKP’nin 6-8 Ekim Olayları ve Kobané’ye yaklaşımı birbirine benzemektedir. 6-8 Ekim Kobané’ye destek eylemleri, Kürtler açısından önceden planlanmış eylemler değildir. AKP Hükümetinin(İçişleri Bakanı Efkan Ala) IŞİD'e destek vererek, IŞİD'in Kobané'yi düşürmeye çalışması, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın da "Kobané düştü, düşecek" demesinden sonra oluşan spontane bir tepkinin dışa vurumudur. Devlet ve Hüda-Par, Kürt halkından böyle bir tepkinin gelebileceğini tahmin ederek, önceden önlem alarak örgütlenmiş olabilirler. Ancak tepkinin kapsam ve derecesi hiç kimsenin ön göremeyeceği büyüklükte olunca bunun karşısında AKP de HDP de şaşkınlık yaşadı.(*) 
Askeri birliklerin sokağa inmesinin dahi tansiyonu düşürmeye yeterli olmadığı görülünce, Davutoğlu’nun MİT’i devreye koyup, Öcalan’dan “eylemlere son verilmesi” çağrısını almış olması ve bu çağrının Demirtaş tarafından okunmasıyla tansiyon düşebilmiştir. Sanırım, Erdoğan ve Davutoğlu'nun "çözüm sürecine" yaklaşımları arasındaki ilk farklılık da bu konuda yaşandı.(Erdoğan'ın CB olduktan sonra verdiği resepsiyonda, Genel Kurmay Başkanı Necdet Özel'in çözüm sürecinden haberimiz yoktur anlamına gelen sözleri, Ergenekon hükümlüsü Doğu Perinçek ile Erdoğan'ın Kobané konusundaki yaklaşımlarındaki benzerlik vs.) Aslında, IŞİD’le iş yapma kararı veren AKP’nin bir çözüm süreci derdi olmadığı da biliniyordu. Kürt halkının sert tepkisi, Kobané’nin düşmesinin kolay olmadığını gösterdikçe, Türkiye çözüm sürecine sarılmaktan başka bir çıkış yolu görmeyince çözüm süreci görüşmelerine yeniden başlamaya karar verdi. Kobané ile ilgili olarak Öcalan’ın çözüm süreci ile Kobané bağlantısını kurmuş olması, Kobané düşerse, darbe olacağını söylemiş olması, IŞİD’in Ortadoğu’nun JİTEM’i olduğunu söylemiş olması, çözüm sürecinin neredeyse Öcalan’la dahi bittiğini gösteren bulgulardı. Kürtlerin, Türkiye'nin ve dünyanın dört bir yanında demokratik gösteri hakkı çerçevesinde tepkilerini ortaya koyması, dikkatlerin Kobane'ye yönelmesine, sınırlı da olsa Kobane'ye koridor açılması, hem Kobane'nin düşmesini önledi hem de çözüm sürecinin devamını sağladı. Aksi gerçekleşmiş olsaydı, Kobane'de IŞİD'in, Türkiye Kürdistan'ında Hizbullah'ın AKP'nin yedeğine girmesi anlamına gelecekti. Hizbullah'ın manipülatif bir şekilde kendisini Kürt-İslami kesimlerin temsilcisi olarak göstermesi bu şekilde görünür hale gelecekti. Böylece, Türkiye Kürdistan’ı ile Rojava arasındaki hayat bağları kesilmiş olacaktı. Üstüne üstlük Hizbullah/Hüda-Par, Bunu kendi gücüne dayanarak yapmak yerine devletin ve AKP’nin gücüne dayanmıştır. Diyarbakır’da Yasin Börü’nun öldürülmesi gündemde tutulup, bundan KSH sorumlu tutularak, KSH dışında kalan toplumsal kesimlere devleti veya Hüda-Par’ı adres olarak gösterilmiştir. Burada, devlet tarafından Hüda-Par o kadar ustaca kullanılıyor ki, çözüm sürecinde Kürt hak ve özgürlüklerinin kolektif olarak tanınmasının önlenmesidir. Kürtleri, kendi içinde güvenlik/kamu düzeni ihtiyacı içinde bırakarak, kendi güvenlik aygıtını kalıcı hale getirmektir. Geçmişte, bu Hizbullah’la birlikte Köy Koruculuğu aracılığıyla yapılıyordu. Özellikle, köy koruculuğunun dayandırıldığı aşiretlerin toplumsal yapısından faydalanılarak, Kürt toplumu içinde asimetrik bir gücün Kürt örgütlülüğünün sınırlandırılmasında rol oynuyordu. Köy koruculuğunun eski önemi kalmamış olsa da bu kurumun tamamen kaldırılmaması nedeniyle her an eski işlevine dönüşümü kolaydır. Gerek Hizbullah’ın gerekse Köy Koruculuğunun dönüşümünün yapılmayışında KSH’nin bu konuda güven verebilecek politik adımların atılmayışının rolünün olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır. Varlığını devlete borçlu olan kesimlerin, bu avantajlarını kaybetme korkusu, olası KSH’nin hegemonluğunda kendilerine zarar verebileceği kuşkusu devam ettiği müddetçe, onların devlet veya devletin paramiliterliğine dayanma ihtiyacı kendisini hissettirecektir. İşte, demokratik siyaset bunun için gereklidir. Bunların KSH’nin içinde temsili zorunlu değildir. Demokratik siyaset içinde kendi özgünlüğü içinde örgütlülüğünü yapmak onların en doğal hakkıdır.
Hüda-Par’ın amacı, sömürgeci gücün Kürdistan’da sökülüp atılması halinde, sömürgeci güçten geride kalan ve varlığını sömürgeci gücün varlığına bağlamış bulunan toplumsal kesimlere kendisin koruyucu olarak gösterip, Kürt toplumu içinde taban oluşturmaktır. Bu toplumsal kesimlere PKK’nin gelecekteki olası iktidarında “Eğer güç ve imkânları olursa İslami kesimler başta olmak üzere herkese karşı PKK’nin tutumunu daha ağır olabileceğini” ileri sürerek, kendilerini PKK karşısında koruyucu bir güç gibi gösteriyorlar. Bunu kendi başına yapmaktan çok AKP ve devletle beraber yapmaktadır. Devletin, buraları bırakıp gitmesi halinde, orada devleti kendi adlarına sürdürebilecek bir yapı haline getirmeye çalışıyorlar. Bunun önünde en büyük engel olarak da KSH’nin siyasal ve askeri gücünü görüyorlar. Hüda-Par’ın bu süreç zarfında, Köy korucuları, devlet yanlısı aşiret ve cemaatlere yönelik çağrı ve çalışmaları dikkatten kaçmıyor. Bu çalışma ve çağrılarda anormal bir durum yoktur. Ancak Hüda-Par’ın ileride oynayacağı role bakacak olursak, bunu Türk devlet gücünün yerini alma amaçlı olduğunu görebiliyoruz. Siyasi İslam’ın iktidarın kalbine yerleşmesiyle birlikte kendisi açısından bunun avantaj yaratacağını biliyor. Kürdistani bir perspektifi olmadığı için, siyasal İslam eksenli Türk politikasıyla çelişki yaşamayacağı açıktır.
Hüda-Par’ın gelecekte Kürdistan uluslaşması ve bağımsızlaşması önünde engel olacağı, Kobané’deki IŞİD saldırısını “PYD ile IŞİD’in alan hâkimiyeti mücadelesi” şeklinde niteleyişi, onların bu konudaki niyetlerini açığa çıkarmaktadır. Hüda-Par, AKP’yle paralel olarak PYD’yi İslam dışı, IŞİD’i İslami bir yapı olarak göstererek, IŞİD’ın Kürtlere saldırısını, “Kafirlere” karşı verdiği görüşünü paylaştıklarını ifade ediyorlar. IŞİD’in Kobani’deki İslami yaşama ne kadar yabancı olduğu ortadadır.
Hüda-Par, PKK'nin yönetime gelmesi halinde devletten oluşacak boşluğun PKK tarafından doldurulacağını söyleyerek İslami kesimleri kendi tarafına çekmek için PKK karşısında yoğun ideolojik propaganda yapıyor. Bir yandan elindeki bilgileri hükümete verip, KSH'ni hükümete şikayet etmekte öte yandan PKK ile AKP'nin anlaşıp Kuzey Kürdistan'da yönetimin PKK'ye bıraktığı propagandası yapılarak İslami kesimleri kendisine doğru çekmeye çalışmaktadır. Bunu en yoğun olarak da KSH'nin en etkili olduğu yerlerde yapmaktadır. KSH'nin zayıf olduğu, Ş.Urfa gibi yerlerde ise meydanı AKP'ye bırakıyor. Hedefinde AKP yoktur. Olmuş olsa islamiyet hassasiyetinin en yoğun olduğu yerlerde örgütleme yapması gerekirdi. KSH'nin ezici üstünlüğü olan Dargeçit ve Bulanık'ta Kobani protestocularının üstüne devletle birlikte ateş açtılar. Bir kere Hüda-Par PKK'yi din ve İslam dışı olarak nitelediği için mevcut zayıf durumunda dahi onun meşruluğunu kabul etmiyor. Etkin olması durumunda ne yapacağı tahmin edilebilir.
Kürdistan'da AKP biterse AKP'ye oy veren milyonlar hangi partiye yönelecekler. 

Bu tabanın ihtiyaçlarını ne PKK ne de Hizbullah karşılayabilir. Bunların Kürtlük paydasında kendisine özgü yapılamaları oluşturmaları gerekmektedir. Aksi durumda bu kitle üzerinden PKK ve Hizbullah büyük çatışma içine girebilirler. Bunlar kendi demokratik örgütlemelerini sağlarlarsa her iki parti arasında dengeyi de sağlayıp, onların demokratik siyasete uyumunu sağlayabilirler. Bunların bu dengeyi sağlama gücü vardır.
Suriye ve Irak örneklerine bakalım. Kısa bir süre önce olması bakımından Suriye ve Rojava'nın durumu bir çok derslerle doludur. 2012'de Esad, Şam'da sıkıştığı anda Kuzey Suriye'den güçlerini çekti. Kürtlerin yoğun olduğu yerlerde yönetim Kürtlere, İsyancıların yoğun olduğu yerlerde ise isyancılar yönetimleri ele aldı. Yönetimi eline alanlar kim olursa olsun olaya askeri yönden baktılar. Silahlı olanlar politika üzerinde etkili olarak farklılıkları ya kendileri gibi davranmaya ya da orayı terk etmeye zorladılar. Farklılıklar özellikle orta sınıfları teşkil eden silahsız savunmasız toplumsal kesimler topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Kimisi rejimin etkili olduğu yerlere kimisi de komşu veya Avrupa ülkelerine gitmeyi tercih ettiler. Orta sınıfların savaş ortamında yok oluşu bu şekilde ortaya çıktıkça meydan sadece savaşları düşünenlere kalınca savaş kısa zamanda oradakilerin yaşam biçimi haline gelir. Hayatında eli silaha değmemiş insanlar bir anda savaş makinelerine dönüşürler. Suriye'nin kuzeyinde yaşanan buydu. Bu nedenle toplumsal dinamikler yok oldular. Kim olursa olsun radikaller ve fanatikler etkili oldular.
Irak Kürdistan'ı açısından bakıldığında, Rojava'dakine benzer bir durum olmadı. Saddam öncesinde Kürt toplumu farklı siyasal renkleriyle birlikte yaşıyorlardı. Serbest seçimler yapılıyor, YNK, PDK ve İslami partiler demokratik siyasette yerini alabiliyorlardı. Aynı durum Irak diğer bölümleri ve özellikle Sünni bölgeleri için geçerli değildi. Bu nedenle bu bölgeler tıpkı Afganistan'da olduğu gibi sonsuz savaşın merkezi haline gelerek hem Irak'ın geneli hem de Irak Kürdistan'ının istikrarını tehlikeye koymaya devam ediyorlar.

Sömürgeci ve işgalciler er geç gideceklerdir. Önemli olan onlar gittikten sonra geri kalanların çatışmamasıdır. Aksi durumda sömürgeci ve işgalciler yeniden geri döneceklerdir. Hem de bir kurtarıcı gibi.

İslamiyet, Kürdistan’ın bir gerçeğidir. Geçmişte, nasıl rol oynadıysa gelecekte de bu rolünü oynamaya devam edecektir. Kürtlerin, İslam’la ilişkisi, devletle birlikte var olan bir ilişki değildir. Bu nedenle, Kürtlerde iktidar hırsıyla dinin siyasallaşması, devletli toplumlardan farklı olarak gelişmiştir. Bunun sonucunda, Kürt ulusal kimliğinin oluşumunda İslam’ın önemli bir yeri vardır. Temelinde sekülerlik olsa da PKK’nin İslam’a yaklaşımındaki bakış açısı benzer hareketlerden oldukça farklıdır. Hüda-Par, PKK’nin bu bakış açısını bilmesine rağmen, kendisini Kürdistan’daki Müslümanların temsilcisi sayarak, kendisini Kürt sorunu ve çözümünde PKK’den daha fazla yetkili olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Siyasal anlamda, bir hareketin varlığı, kendi benzerleri üzerinden değil de asıl mücadele etmesi gereken güç karşısındaki konumuna göre belirlenir. Hizbullah ve Hüda-Par’a bakıldığında, bunların kendilerinden doğmuş bulunan sömürgeci güç karşısında herhangi bir duruşu ve çatışması yoktur. Duruş ve çatışmasının ana ekseni, kendi içindeki İslami Kürt kesimleriyle, PKK’ye yakın duranlara karşı duruş ve çatışmasına dayanmaktadır. İslam eksenli politika yapmak doğru bir tutum olmasa da, ilahi yapılması gerekiyorsa, bu konuda bir boşluk olduğu kabul edilmelidir. Bu boşluğu doldurması gerekenin Hüda-Par olmayacağı da bilinmelidir. AKP’yi yanına alıp, kendisini buna monte etmek ahlaki olmadığı gibi siyaseten de yanlıştır.


***

SİSTEMİN "HEGOMONİK" SÖYLEMİNE TUTULMAK SORUNU

SİSTEMİN "HEGOMONİK" SÖYLEMİNE TUTULMAK SORUNU





Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
08.02.2015 

100 yıla yakın Kürtlerin ulusal, Alevilerin dinsel asimilasyonuna karşı büyük karşı koyuşlar olsa da, bu karşı koyuşun ön saflarında yer alanlarda bile zamanla sistemin "hegemonik söylemleriyle" aynı safa düşmekten geri kalınmıyor. Bu söylemlerin başında "Kürt sorunu" ve "Alevi sorunu" söylemlerinin söylene söylene kavramlaştırılmasıdır. Bilindiği gibi 'sorun' Arapça'da 'Mesele' Batı dillerinden Türkçe'ye 'problem' şeklinde geçmiştir. İster sorun, ister mesele isterse problem diyelim; temel anlamı, olumsuzluktur. Batı emperyalizm ve yayılmacılığının kendi dışındaki yerlere gidişinin asıl nedenini gizlemek için kendisini 'uygarlaştırıcı / modernleştirici misyonerliği' şeklinde tanımlamıştır. Eğer bir burada bir problem varsa o problem, Batı'nın kendisini bu misyonla tanımlamasıdır. Batılı bunu kendisinden emin olarak söyler, bunun sorgulanması mümkün değildir. O nedenle geldiği toplumun hastalıklı ve sorunlu olduğuna inanmakla kalmaz bu inancını oradaki toplumun siyasetçisi ve aydınına da kabul ettirir. Bir şeyi 'sorun' olarak kabul ettirdiğiniz zaman 'çözümü' de onlar kendilerine göre getirirler. 
Kürtler, Aleviler ve giderek İslam'ın bir sorun gibi algılanması için büyük eğitim seferberlikleri yapılır. Örneğin, Kürtlerin Türkçe okuma yazma öğrenmesi adı altında, Yoksul Kürt çocuk imgesi kullanılarak, buna meşruiyet kazandırılır. O çocuğun, ana dilini unutup, Türkçe öğrenmesi bir sorun veya hastalıktan kurtuluş olarak gösterilir. Buna karşı çıkmanın anlamsız olacağı düşüncesi toplumda yaygınlaşır. O nedenle, toplumların temel hakların 'sorunlaştırmak' başlı başına sorundur. 
Türkiye seçimlere doğru gidiyor. Seçimler açısından bakıldığında 'birinci dereceden genel oya' dayalı seçimler 65-70 yıldan beri yapılıyor. Uygulanan seçim sistemleri, seçim hileleri, demokratik olmayan parti sistemlerine rağmen seçimler hep yapılıyor. Seçimlerin bu şekilde yapılması başlı başına bir sorun olduğu halde, buna karşı çıkanlar sorun olarak görülüyor. Karşı çıkanlar kendilerinin sorun olduklarını içselleştirerek her defasında yapılan seçimlerin Türkiye tarihinin en önemli seçimleri olduğu vurgulanır; en önemlisi Kürtler adına politika yapanlar da bunu söylemekten geri kalmazlar. 1999 ve 2002'de seçimler yapılır, yüzde on barajının aşılmadığı bilindiği halde, 'Türkiye için tarihi' bir seçim denilerek, seçimlere girilir ancak baraj aşılmaz. Hiç kimsenin aklına 'seçimlerin Kürtler için' tarihi önemde olduğu vurgulanmaz. Bu da Kürt siyasetinin, farkında olmadan 'Kürtlüğü ve Kürdistaniliği' Türkiye içinde eritme anlamına gelir. Olan sadece ''Türk' yerine 'Türkiye'nin geçişidir. Bu Daha da vahimdir. Çünkü, Türklük bir köken iken, Türkiye onun bulunduğu yerdir. Bunun içinde, Türk vardır. Kürt, Ermeni, Arap vs. yoktur. İran'da yaşayan bir Kürt kimliğini İranlı, Irak'ta yaşayan bir Kürt, Iraklı, Suriye'de yaşayan Kürt kendi kimliğini Suriyeli olarak tanımlıyor mu? Kaldı ki, ne İran, ne Irak ne de Suriye adlandırmasında 'Türk'te' olduğu gibi etnik kökenlilik esas alınmamıştır.  Salt coğrafi bir adlandırmadır. İran için Acemya, Irak ve Suriye için Arabiya denilmemiştir. Türkiye, kendi söylemini Türkiye dışındaki Kürtleri ifade etmek için Kuzey Irak, Kuzey Suriye, Doğu İran söylemini kullanıyor. Kendi denetimindeki Kürdistan'ı ise Doğu ve Güneydoğu diyor. Kürt siyasetçiler de zamanla bu söylemlere uyum gösteriyorlar. İşte, başkasının yapay bir şekilde sorunlaştırdığını, sorun olarak görmek burada başlar. 
Aşağıdaki söz, Kürt Siyasal Hareketinin(KSH) önde gelenlerinden birine aittir. 
"Türkiye, tarihinin en önemli genel seçimlerine giriyor.seçim sonuçları ülkenin geleceğini belirleyecektir." İşte "Türkiye içselleştirmesinin" geldiği nokta budur. Ne yazık ki, ister parti olarak ister bağımsız olarak seçimlere girilsin değişen bir şey yoktur. Oysa, Kürtlük ve Kürdistaniliğin mecrası açıktır. Gerekli gücün orada olduğu biliniyor. Buna rağmen seçim zamanı olsun, seçim zamanı olsun var olup olmadığı, ne kadar olduğu bilinmeyen "devrimci demokratik güçler" klişesi kullanılıp, Mahirlerin, Denizlerin ve İbrahim Kaypakkayaların özlemi olan halkların birliği, kardeşliği, ortak mücadelesinden söz ediliyor. Kürtlerin mücadelesi bir anda geçmişte kalmış birkaç "isyancı" gençlik liderine eklemlenerek onların devamı gibi gösteriliyor. Aslında böyle yapmak onlar ve onun peşinden gidecek devrimci ve demokratlar için de iyi değildir. Bu anlayış o kadar ileri gidiyor ki, emek vermiş Kürt devrimcisinin emeğinin yok sayılmasına ve bunun başkalarının hizmetine girmesine kadar gidebiliyor. 
Söylemlerin klişeleşip normalleşmenin gidip dayanacağı yer hegemon anlayışın her tarafı kaplamasıdır. 
Özgür Gündem yazarı Ahmet Pelda, 2 Şubat 2015 tarihli "Kobanê’de Kürt aydınının Türk aklı" başlıklı yazısında "Lokal ve global düşün eksenimizi Kürdistan’dan dünyaya olacak şekilde ele alırsak, sanırım kendimize de halkımıza da politik güçlerimize daha çok katkı sunacaktır." Diyerek buna dikkat çekmiştir. (http://www.ozgur-gundem.com/index.php?haberID=125129&haberBaslik=Kobanê’de%20Kürt%20aydınının%20Türk%20aklı&action=haber_detay&module=nuce&authorName=Ahmed%20PELDA&authorID=71 )
Kendi dışındakiler için gösterilen yumuşak ve demokratik anlayış, kendisine yakın olanlara gösterilmeyiş de ayrı bir çelişki gibi duruyor. Tam da, dışarıda sinen, içeride ana ve çocuklara karşı acımaz olan babanın durumuna ne kadar benziyor değil mi? 
Merkeziyetçi anlayış, Batı'dan Türklere, oradan da Kürtlere ne kadar da kolay geçiyor ancak Kürtlere geçen merkezcilik farklı anlamdadır. Kendi toplumu üzerinde kendisini merkez yapma şeklindedir. Diyelim ki, ülke tek adamlılığa doğru gidiliyor, buna dur demek için adı ne olursa olsun(cemaat, CHP vs) size bir çağrı yapıyor. Birlikte, ortak hareket edilmesi gerektiği söyleniyor ve bunun toplumsal karşılığı da olduğu halde, bunu duraksamadan reddediyorsunuz. 
Bilindiği gibi, HDP'nin yüzde on barajına rağmen parti olarak seçime katılması tartışmasında "bağımsız olarak" seçime girmesi konusunda düşüncesini açıklayanlar, korkaklıkla, AKP'lilikle, CHP'lilikle suçlandılar. Halbuki, seçimlere ne şekilde girileceği konusunda sadece HDP merkezinin değil, her şeyden önce ona oy verenleri hatta CHP/MHP/AKP'yi de ilgilendirmektedir. 
HDP ve KSH, "bağımsız olarak seçimlere girilmesi gerektiğini" söyleyenlere karşı ileri sürdürdükleri "HDP'nin baraj sorunu yoktur" yaklaşımı politik duruş ve iddia açısından doğrudur. Bir parti buna inanarak adım atabilir. Bu onun parti olma niteliğinin sonucudur. "Bağımsızlarla seçime girmek HDP projesini boşa çıkarmak olur." Demek ise yanlıştır. Çünkü, yapılmak istenen Halkların Demokratik Kongresi(HDK)'nin başarılı olduğu söylenebilir mi? Onun yerinde esen küllerinin yerine konulan HDP'nin, eş başkanlığı dahil olmak üzere BDP'ye göre bir artısı yoktur, eksiği vardır.(EMEP, HDP'den çekilmiştir.) ve de sol ve sosyalist olarak adlandırılan kesimlerle aralarındaki mesafe daha fazla açılmıştır. ÖDP dahi kendisini, HDK'den çok CHP'ye yakın görmektedir. 
HDP, merkeziyetçi söylemiyle farkında olmadan sistemin kodlarının etkisinde kalarak sisteme karşı mücadele etmesi mümkün değildir. Hele hele HDP'nin bir çok kesimler tarafından "çözüm süreci mekanizması/enstrümanı" olarak görülmesi, devlet muhataplığının, toplumsal muhataplığın önüne geçmiş olması işi daha da zorlaştırıyor. 
Sistemin "hegemonik" söylemlerine tutulmamak, demokratik siyasetin temeli olmalıdır. Kendinizi hegemonik söylemden koruduğunuz oranda toplumsal güçler, farklılığınızı görerek size daha fazla yönelecektir. 

***

HAZİRAN 2015 SEÇİMLERİNDEN SONRA 1990'LI YILLARA DÖNÜŞ OLABİLİR Mİ?

 HAZİRAN 2015 SEÇİMLERİNDEN SONRA 1990'LI YILLARA DÖNÜŞ OLABİLİR Mİ?

 
Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
01.02.2015 


2001 Yılında yaşanan ekonomik kriz ve sonrasında oluşan alternatifsizlikten en büyük kazancı AKP elde etti. AKP, elde ettiği bu başarıyı süreklileştirip, giderek gücünü artırdı. Geçmişte, askeri vesayet vs.den söz eden AKP, vesayet makamı haline geldi. Bunu kalıcılaştırmak için, Cumhurbaşkanı yaptığı Erdoğan’la fiili başkanlık sistemine geçti. Başkanlık, fiili başkanlık, yargının yürütmenin bir parçası haline gelmesi, Türkiye siyasetinin en önemli sorunları haline gelmiş durumdadır. Genel seçimlere dört aya yakın bir süre kaldı. AKP karşısında ciddiye alınabilecek bir alternatifin olmayışı, Haziran’da AKP’ye dört yıl daha iktidar fırsatı sunuyor. Haziran ayında yapılacak seçimlerde AKP’nin bu seçimdeki başarısı daha önceki seçimlerden farklı olacaktır. AKP ilk kez Tayyip Erdoğan’ın genel başkan olmadığı bir seçime giriyor. Seçimlerden önce HSYK ve Yüksek Yargıda yaptığı düzenlemelerle, kendisini hukuki denetimden uzak tutacak bir iktidar gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Dünyada yaşanan sorunlar, Ortadoğu’da radikal İslam’ın giderek etkili olması, AB’nin yaşadığı ekonomik sorunlar, siyaseten Türkiye’yi demokratikleşmeye zorlayacak AB’nin etkisini de azaltmaktadır. Kendi ekonomik sorunlarıyla içe kapanmış Avrupa karşısında diğer ülkelere göre ekonomisi daha istikrarlı olan Türkiye’nin durumu AKP’yi rahatlatmaktadır. 17-25 Aralık 2013 Yolsuzluk Operasyonları, AKP’nin bu tür operasyonlar karşısında ne kadar kırılgan olduğunu ortaya koyuyor. AKP’nin 17-25 Aralık operasyonlarını “darbe” olarak nitelemesi şaşkınlığının bir sonucudur. Aslında, AKP’nin ilk kırılganlığı ve zayıflığı “Gezi direnişi” ile ortaya çıkmıştı. Tam olarak Gezi’yi savuşturduğunu sandığı bir anda 17-25 Aralık operasyonları geldi. Bundan sonra AKP için ‘çözüm süreci’, ‘demokratikleşme’, ‘yeni Anayasa’ önemli değildi. Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin geleceği ve güvenliği her şeyin önüne geçmişti. AKP ve Tayyip Erdoğan bu bakımdan kendisini güvende hissetmediği sürece, ‘çözüm süreci’, ‘demokratikleşme’, ‘yeni Anayasa’ rafa kalkacaktır. Varsa, yeni bir Anayasa değişikliği, o da “Erdoğan Tipi” başkanlığı esas alan bir Anayasa değişikliği olacaktır.   
Türkiye’nin durumu, 1991 Seçimlerindeki önceki duruma çok benziyor. 1991 öncesinde ANAP Genel Başkanı Turgut Özal Cumhurbaşkanı seçilmişti. Onun yokluğunda ANAP ilk seçimine giriyordu. Seçimin galibinin ANAP olup olmaması, Özal’ın adım atmasını kolaylaştırması veya zorlaştırmasını beraberinde getiriyordu. Eğer seçimler, ANAP’ın başarısıyla sonuçlanmış olsaydı, Turgut Özal kafasındaki “Kürt Çözümünü” daha kolay yapacağını düşünüyordu. ANAP’ın seçimleri kaybetmesi halinde, “Kürt Çözümünün” zora gireceğini biliyordu. Şu anki durum 1991’e benzese de şu anda Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’ın kafasında herhangi bir “Kürt çözümü” yoktur. Daha önceleri, “Kürt çözümünün” önünde önce askeriyeyi sonrasında cemaati gördüğünü söyleyen Erdoğan, bu iki gücü bertaraf ettikten sonrasında çözüme yönelik hiçbir adım atmayışı, asıl çözümsüzlük mimarının CB olan Erdoğan olduğunu göstermektedir.
1991’de az da olsa, Özal’ın varlığı sayesinde “Kürt çözümü” konusunda bir ihtimal vardı. Haziran 2015 Seçimlerinin AKP’nin üstünlüğü ile sonuçlanması halinde çözüm ihtimali azalmaktadır. Pek kazanma şansı olmasa da bir an için seçimlerde CHP/MHP koalisyon hükümetinin çıkması halinde de çözüm zora girecektir. Çünkü, CHP’nin “Kürtlerin hakları” konusunda, AKP’nin Kürt haklarını bireysel özgürlüklerle sağlanmasının ilerisinde bir politikasının olduğu bilinmektedir. MHP’nin ise Kürt haklarının bireysel olarak tanınmasına dahi karşı çıkıyor. Bu nedenle, kaba bir AKP karşıtlığında oluşacak siyasetten “Kürt çözümünü” beklemek hayaldir. Haziran’da, AKP’nin olası seçim zaferi de CHP/MHP ağırlığıyla olası yenilgisi de Türkiye’nin şimdiden içine girmeye yakın olduğu 1990’lı yıllara dönme potansiyeli vardır. Çünkü, iktidarın da muhalefetin de Kürt sorununu barışçı demokratik yöntemle çözme iradeleri yoktur. 1990’lı yıllara dönülmesi halinde, Kürt sorununun uluslararasılaşması ve Ortadoğu’daki kaos Türkiye’nin zorluğu iken, Öcalan’ın Türkiye’nin elinde “rehine” oluşu da Kürt Siyasal Hareketinin zorluğudur. Türkiye Cumhuriyeti, şu ana kadar Öcalan ve Kürt Siyasal Hareketinin “yasal kanadını” rehine gibi kullanarak, Türkiye Kürdistan’ının ‘Statü’ kazanmasını sürekli engelledi. Böyle olması, Kürt siyasetinin demokratik siyaseti temel alacak yaklaşımlara kendisini teslim etmesini engelledi. Bu şekilde, Öcalan’ın 2013 Newroz’unda okunan mektubu da işlevsiz hale geldi.
Kürt siyaseti ve HDP açısından en büyük zorluk da burada kendisini göstermektedir. Kürt siyaseti ve HDP, daha önceki seçimlerden farklı olarak parti olarak seçimlere girmeye hazırlanmaktadır. Barajın aşılıp, meclise temsili sağlanması halinde az da olsa çözüm umutları olacaktır. Barajın aşılmaması halinde, Kürt siyaseti tam da Türkiyelileşme arifesindeyken büyük bir yenilgi almış olacaktır. 1990’lı yılların bu şekilde geri dönüşünün olması halinde, bunun siyasi sonuçları Türkiye’de Türk/Kürt ilişkilerinde büyük bir kopuşa neden olabilir.
AKP, HDP’nin barajı aşmaması için elinden geleni yapacaktır. HDP’nin siyasi faaliyetlerini engeller çıkaracaktır. Özellikle, Batı ve İç Anadolu ve Karadeniz Bölgesinde, faşist çeteleri HDP’nin üstüne saldırtarak, HDP’nin buralarda gelişmesini önlemeye çalışacaktır. HDP’nin Selahattin Demirtaş’ın CB adaylığı döneminde yakaladığı, meşruiyeti gölgeleyerek, halkın HDP’yi desteklemesini önlemeye çalışacaktır. Siyasi stratejisini Kürt Bölgesinde, kendisini Kürtlerin Devleti şeklinde göstererek, başta Hüda-Par olmak üzere, diğer partilere yakın olan Kürtleri HDP ile karşı karşıya getirecektir. AKP Dış ilişkiler sorumlusu Yasin Aktay’ın Siirt Kongresindeki sözleri AKP’nin bu yöneliminin işaretlerini veriyor. “Kürt sorunu” diye bir sorun yok demekle kalmıyor, Kürtlerin devletinin Türk devleti olduğunu söylüyor, bu gidişle “Kürt yoktur” dese şaşırmamak gerekiyor.  

***

Cengiz Çandar'ın kaleminden Doğu Perinçek ve Erdoğan'la oluşan ittifakı

Cengiz Çandar'ın kaleminden Doğu Perinçek ve Erdoğan'la oluşan ittifakı




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
30.01.2015 


Cengiz Çandar, Mezopotamya Ekspresi kitabında, Türkiye-Irak Kürtleri bağlantısının kurulmasındaki rolü nedeniyle, derin devletin kontrolündeki basın yayın organlarında "kişilik katli"ne uğratıldığından söz eder. Bu konuda işaret fişeğini Ertuğrul Özkök'ün ateşlediğini, Doğu Perinçek ve dergisinin de kendisini yaylım ateşine tuttuğunu yazmaktadır. Çandar kitapta, "Perinçek ekibinin bana yönelik kullandığı dilin prototip bir istihbaratçı dezenformasyonu olduğunu görüvermiştim" belirlemesini yaparak Perinçek'in kendisiyle ilgili söylediklerinin kontr-terör yetkililerinin söyledikleriyle aynı olduğunu söylemektedir.(s.162)
Türkiye'nin Irak Kürtleriyle siyasal ilişki geliştirmemesi için elinden geleni yapan derin devletin çelik çekirdeği Özel Kuvvetler Komutanı Binbaşı Aydın'ın, 2004'te Doğu Perinçek'le ilgili olarak Cengiz Çandar'a söylediği "sağ olsun Doğu Perinçek abimizin bizim için yaptıklarından haberimiz var." sözleri, o dönemde Özel Kuvvetler/Perinçek ilişkisinin boyutunu gözler önüne sermektedir. Çandar bundan hareketle, Doğu Perinçek'in Özel Kuvvetler, JİTEM gibi askeri güvenlik kuruluşları ve istihbarat örgütleriyle özel ilişkisi olduğunu söylemektedir. Kobani'nin IŞİD tarafından istila edilmesi sırasında Kobani karşıtı söylemde Perinçek ile CB Erdoğan'ın aynı görüşte olduğunun görülmesi, Erdoğan'ın "derin devletteki" rolünü açığa çıkarmaktadır. Son olarak da AKP'nin desteğiyle Perinçek'in Ermeni soykırımına karşı tezlerinin savunma görevinin Perinçek'e verilmiş olması, işbirliği ve eşgüdümün düzeyini göstermesi bakımından ilginçtir. Zaten, Erdoğan bunun işaretlerini vermekten de kaçınmamaktadır. En son, HDP'ye yönelik olarak söyledikleri, onun "çözüm süreci" konulu bir gündeminin olmadığını göstermektedir. 

Doğu Perinçek'in özel kuvvetler vs. ile ilişkisi 12 Eylül öncesine dayanmaktadır. Cengiz Çandar, kitapta Doğu Perinçek'le ilgili olarak Filistin Fetih Örgütü yöneticisi Abu Halid'in kendisine "Gün gelir Türkiye'ye dönersen, kesinlikle hapisten çıkmış bulunan arkadaşlarınla birlikte olup, eski örgüt ilişkilerini tazeleyemeyeceksin, çünkü konuştular, bir gizli örgütün lider kadrosu konuşursa o örgüt bitmiştir artık. Polisle mi çalışıyor bilemezsin, polis onlara bize çalışacaksın" önerisini getirdiğini söylemiştir.(s.284-288)

Doğu Perinçek, o zaman söylediklerini hiçbir zaman söylemediği kadar resmi bir devlet görevlisi olarak söylemeye devam ediyor. Bunu Yeni AKP ile birlikte yapıyor. AKP onun önündeki tüm engelleri kaldırıyor. Ajanlıktan, resmi devlet görevlisi olmaya doğru gidiyor. Erdoğan'ın tek adamlığını kabul etmiş Ergenekon bu şekilde yeni liderliğini bulmuş oluyor. Bu, Erdoğan için de Perinçek için de sonun başlangıcı olabilir. İlk darbe Kobani'de vuruldu. 2015 Haziran'da bunun devamı gelecektir. Çünkü Perinçek/Erdoğan ilk kez Kobani karşıtlığında "Ayn El Arap" diyerek aynı çizgide olduklarını gösterdiler. Yargı darbesi yaparak "Ermeni soykırımı" söyleminin avukatlığını yapması için Perinçek'in önünü açmakla kalmadılar. Heyetler halinde onunla birlikte Sttasbourg'daki mahkeme salonlarına kadar gittiler. Bu nedenle Cengiz Çandar'ın Perinçek için yaptığı tespitleri hiçbir zaman akıldan çıkarmamak gerekiyor. Bunu öncelikle Kürt Siyasal Hareketi ve HDP'nin anlaması gerekiyor. HDP, bunu anladıkça parti olarak gireceği seçim barajını kolayca aşacaktır. Bunu Türkiye'deki toplumun gücüyle yapacağına inanarak kapalı kapılar ardında yapılmak istenenleri deşifre edecektir. Kapalı kapılar ardında yapılmak istenilenin Erdoğan/Perinçek ittifakına "sahte bir Kürt dayanağı" sağlamaktan başka bir işe yaramadığı görüldükçe, demokratik siyaset kazanacaktır. 

Hiç kimsenin Türkiye'de " Tek Adamlığın" taşlarını döşeme lüksü yoktur. 

***

ERGENEKONCULUKTA YENİ SAHNE: PERİNÇEK, EGEMEN BAĞIŞ, BAYKAL

ERGENEKONCULUKTA YENİ SAHNE: PERİNÇEK, EGEMEN BAĞIŞ, BAYKAL




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
29.01.2015 

Erdoğan'da, Cumhurbaşkanı olduktan sonra Türk etnik kökenine bağlılık daha fazla ön plana çıktı. Başbakanlığında, sürekli olarak etnik/dinsel/bölgesel milliyetçiliği "ayakları altına aldığını" söyleyen Erdoğan, Cumhurbaşkanı, olduktan sonra bu söylemini "ayakları altına alırcasına" vazgeçmiş durumdadır. Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte kendisin yarı başkan/kral olarak görmeye başlayarak kendisini 17.Türk devletinin "başı" olarak görmeye başladı. Türkiye'de sanki Kürtler yokmuş gibi, Kobani'de olduğu gibi "Kürtlerin acısını, kendi acısı, Kürtlerin sevincini kendi sevinci" gibi görmedi. Kürtler acı ve keder içindeyken, o bayram ederken, Kobani'nin kurtarılmasına sevinen ve bu kurtuluşu bayram havasında kutlayan Kürtleri aşağılayacak bir şekilde "çiftte telli" oynamakla suçlama yolunu seçti. Bu da Erdoğan'ın kendisini Ergenekonculuğun başı olarak görmesi anlamına geliyor. Türkiye'de, Ergenekonculuğun ne canlı olduğu, AİHM Büyük Daire’de 28 Ocak’ta görülen davasına katılması için Doğu Perinçek'in yurtdışı yasağını kaldıran mahkeme kararı ile ortaya çıktı. tarihi dava öncesi ilk başarı Doğu Perinçek’in yurtdışı yasağının kaldırılmasıyla geldi. 
 
Bilindiği gibi, “Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır” dediği için İsviçre Mahkemesi tarafından para cezasına çarpıtılan Doğu Perinçek, AİHM'ne başvurmuş, AİHM'nin işgili dairesi İsviçre Mahkemesinin kararını AİHS'ne aykırı bulmuştu. AİHM'sinin kararı, ifade özgürlüğünün ihlali olarak görüldüğü halde Perinçek ve onun taraftarları, AİHM'nin bu kararını "Ermeni Soykırımı yoktur" anlamında kamuoyuna yansıtmışlardır. Yurtdışı yasağının kaldırılması için, mahkemeye verilen dilekçede de bu husus ileri sürülmüştür. 
 
Doğu Perinçek'in bireysel davası olarak görülen bu dava bu şekilde Türkiye aleyhine açılan bir dava haline getirilmiştir. Dava, ilgili daire tarafından İsviçre aleyhine sonuçlandıktan sonra İsviçre davayı AİHM Büyük Daire’ye taşıdı. Perinçek, yurtdışı yasağının kalkması için kendi bireysel başvurusunu "Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nı savunmak" olarak niteleyerek mahkemeye başvurmuş, İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi, Yargıtay'da bulunan bir dava ile ilgili karar verme yetkisi olmadığı halde, oybirliği ile Perinçek’in yurtdışı çıkış yasağının kaldırılmasına karar verdi. Burada ilginç olan, mahkemenin yetkisiz olduğu bir yana, kararın gerekçesinin hukuktan uzak siyasi ve ideolojik saiklerle verilmiş olmasıdır. Kararda, "AİHM’de görülecek davanın Perinçek’in 1915 olaylarına dair şahsi görüşüyle sınırlı olmayıp Türk devletinin 1915 yılı Ermeni olayına ilişkin resmi tezlerinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce kabul görülüp görülmeyeceği, Perinçek'in AİHM’deki duruşmaya katılması şahsi bir durumdan ziyade, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ermeni olayı hakkındaki tez ve savunmalarını da yakından ilgilendiren bir husustur” ifadelerine yer verilerek HSYK seçimlerinde ifadesini bulan ittifakın sonuçları bu kararla yaşam alanı bulmuştur. "Perinçek’in yasağı kalkmalı” hükümet ve muhalefet elbirliği ve işbirliği içinde dile getirilmesinden sonra Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ve TBMM Başkanı Cemil Çiçek yasağın kalkması gerektiğini söylediler. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın da aynı görüşte olduğunu açıkladı. Böylece, Doğu Perinçek'in yurtdışı yasağının kalkması için yasama/yürütme/yargı işbirliği ve eşgüdüm içinde olduklarını göstermiş oldular. Aynı günü, Cumhurbaşkanı Erdoğan Yasama/Yürütme/Yargı mensuplarını AKSarayında ağırlıyordu. 
 
Perinçek'in yasağının kalkmasındaki bu eşgüdüm, Strasbourg'daki mahkemeye de yansıdı. Makara yaparcasına Egemen Bağış, Doğu Perinçek ve Deniz Baykal 
yanyana geldiler. Adalet Bakanlığının ve Erdoğan'ın yolsuzluk tapelerinde adı geçen avukatı da müştemilatıyla birlikte orada yerini almıştı. 
Ergenekon ve ergenokonizm yeni canı ve kanıyla yeni versiyonuyla sahnede yerini alırken, Perinçek "baş aktörlüğü" oynamaya devam ediyordu. 

***

SERAP'IN ÖLÜMÜNDE MİT'İN SORUMLULUĞU VE ÖCALAN'LI SINAV SORUSU ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

SERAP'IN ÖLÜMÜNDE MİT'İN SORUMLULUĞU VE ÖCALAN'LI SINAV SORUSU ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

 


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
24.01.2015 07:26:33


Olayları ortaya atanlar, olay üzerinden kendi bakış açılarını ortaya koyup, onu kamuoyunu oluşturmakta kullanırlar. İstanbul'da, Otobüse atılan molotofla yakılıp sonradan ölen Serap Eser olayında olan da budur. (Serap Eser vücudundaki yanıklar nedeniyle hastaneye kaldırıldı. Vücudundaki yanıklar öldürücü değildi. Uygulanan tedavi ile sağlığına kavuşmuş üzere iken, hastanede yakalandığı enfeksiyon sonucunda öldü. Serap'ın ailesi bu konuda hastane aleyhine dava açmış da olabilir). Burada önemli olan hususu, meclise girip, grup kuran DTP'nin yasallığı ve meşruluğunun engellenmesinde bu olayın kullanılmış olmasıdır. Devletin bu konudaki sicili oldukça kabarıktır. Ancak, bu tür olayı devletin üzerine atıp kendi sorumluluğunu gizlemek de o kadar yanlıştı. Bu olayın gerçekleşmesi anında otobüse saldırı olayında başka gençler de orada vardır. İster MİT elemanı, isterse devletin bir elemanı olsun, Kürt Siyasal Hareketi(KSH) bakımından sorgulanması gereken devlet adına sızan birinin orada küçük de olsa bir kitleyi harekete geçirebilmiş olmasıdır. Başka bir deyişle KSH'nin sızmalara karşı hiçbir önlem almayışıdır. Sakine Cansız ve arkadaşlarının katledilmesinde rol alan tetikçinin sızmasındaki ihmal affedilecek nitelikte değildir. Kim bilebilir ki, buna benzer yüzlerce sızma vardır. Bunlar KSH'nin basın organlarından legal ya da silahlı kanadına kadar önemli bir yere de gelmiş olabilirler. Basın adı altında Qandil'e kadar gidip, KCK'nin en üst yöneticilerine yönelik ciddi planlamaların olduğu da zaman zaman basına da yansımıştır. 

Aslında, devlet bu tür sızmaları yapabileceğini göstererek bunu Kürt siyaseti üzerinde bir baskı mekanizmasına dönüştürmektedir. Sürekli izlenme ve sızma psikolojisiyle onu daha fazla kontrol altına alabilmektedir. 

Cemaat/AKP kavgasıyla birlikte, Serap olayının AKP'nin en azılı Zaptiye Nazırı İdris Naim Şahin(İNŞ) tarafından gündeme getirilmesinde de bundan daha ince bir politikanın izlerini görebiliyoruz. İNŞ, Serap olayından hareketle kendisinin karşıtı konumunda bulunan hem MİT'i suçlamakta hem de KSH'ni başlıbaşına MİT/Devlet uzantılı olarak gösterek, KSH'ni itibarsızlaştırmaktır. 

Bu nedenle, İNŞ'nin söylediklerinin suçun itirafından başka bir anlama gelmediği bilinmelidir. Olayların görünüşünü kendi lehine gösterek KSH'ne karşı en büyük mücadelenin kendileri tarafından verildiğini göstermektir. Ergenekon operasyonları zamanında Ergenekon şüphelisi olarak tutuklananların savunması da bu yöndeydi. Ergenekon şüphelileri de kendilerini PKK'ye karşı en iyi mücadele edenler olarak gösteriyorlardı. Cemaat veya Cemaat adına Paralel Yapı oluşturdukları iddia edilenlerin yaptığı savunmlar bu yönüyle Ergenekon savunmalarına benziyor. 

Hiç birisi, KSH'ne yönelik sürekli şiddet ve yasaklamaların yanlış olduğunu kabul etmiyor; tersine doğruyu kendileri tarafından yapıldığını söylemekle ilgilidir. 

Bu da devletin Kürt konusu bakımından geçmişte de gelecekte de bir farklılık olmadığını gösteriyor. Bu da müzakere ve mücadelenin bir arada sürdürülmesidir. Aralarındaki fark, müzakere/mücadele dengesindeki sürekliliktir. Müzakere ayağı tökezlediğinde Kürt tarafı sorumlu tutularak ona karşı sınırsız mücadele/Sri Lanka modeli hazırda bekletilmektedir. 
Kendi bakış açısını hakim kılmanın örneklerinden biri de Siyasal Bilgiler Fakültesinde Barış Ünlü adlı bir öğretim üyesinin Siyasal Bilimle ilgili bir dersin sınavında, PKK ve Öcalan'ı siyasal bir vaka kabul ederek, süreç içinde PKK ve Öcalan'daki değişimi irdeleyen bir soru sormuş olmasıdır. Kuşkusuz KSH'nin bir fakültede soru konusu olması küçümsenecek bir durum değildir. Barış Ünlü'yü bu konuda cesaretinden ve bilim insanı anlayışından dolayı kutlamak gerekir. Barış Ünlü, benzer soruları Dünya'daki ve Türkiye'deki diğer örgütler için de sormuş olabilir. Hatta korkunç terör ve infazlar yaşatan IŞİD/El Qaide gibi örgütler için de sorabilir. Bunlarla ilgili sorsa bile gündeme gelmesi mümkün olmazdı. Olay Kürt, PKK, Öcalan olunca, bunu tartışanlar gündemi Hoca/öğrenci ilişkisinden farklıdır. Bunlar, geçmişte olduğu gibi Hocalar üzerinde sürekli olarak "Beşikçi sendromu" oluşturarak, Kürt konusunun üniversitelerde işlenmesini engellemeye çalışıyor. Bununla hem bunu yapıyorlar hem de güya AKP Kürtlere çözüm sürecini yürüttüğü için AKP'yi kamuoyuna şikayet etmiş oluyorlar. Katlana katlana yapılan bu tartışma ana merkezden başka bir yöne kayarak tam manipülasyona uygun bir zemin oluşturmaktadır. Burada dikkat çeken bir husus da Kürt sosyal medya çevresinin bu tartışmaya balıklama atlayışıdır. Kürt sosyal medyasında soru olayından hareketle "Öcalan'ın kabul edildiği" üzerinde tartışmalar yoğunlaştırılarak bundan olumlu sonuçlar alınmaya çalışılmaktadır. Onlar için sorulan soruya verilecek cevabın ne olduğu önemli değildir. Bu sorunun sorulması yeterlidir. Oysa bu derinlikli soru üzerinde düşünülürse, KSH'nin başlangıç noktası ile şu anda bulunduğu nokta arasındaki farklılığın tespiti halinde bunun, onca mücadelenin karşılığına değip değmediğinin anlaşılmasıdır. Bu cevaptan herkes kaçınmakta, genel geçer açıklama ve kalıplar doğrultusunda beyinler durmaya devam etmektedir. Kısacası, iyi olmayan oyuncular topu dar alana göndererek asıl olayı görmemize engel oluyorlar. Bu şekilde olay hakkındaki bakış açılarını kendi kamuoyuna hakim hale getiriyorlar. 

***


OLİGARŞİK BİR TEHLİKE OLARAK "ÇÖZÜM SÜRECİ" BÜROKRASİSİ

OLİGARŞİK BİR TEHLİKE OLARAK "ÇÖZÜM SÜRECİ" BÜROKRASİSİ




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
17.01.2015 10:58:23

HDP ve ondan önceki partiler sağlam, kitle ile bağı sıkı ve onu algılayabilecek ideolojik yapılanma yerine, hep örgütlülüğü ve örgütlemeyi esas aldı. 
Elbette, örgütlenme önemli ve vazgeçilmezdir ancak ne kadar mükemmel bir örgütlemeniz olsa da onu anlamlı kılabilecek, canlandıracak ideolojik 
canlanmadan yoksunsanız, sahip olduğunuz örgütsel yapı, kendi iç oligarşisini giderek lobileşmeyi yaratarak aşırı merkeziyetçilikle sonuçlanabilir. 
Şu anda HDP'de yaşanan tam da budur. Kuruluş ve örgütlemesini Kürtlerin sorunlarını çözmekten alan bu harekette yer alanlar, Kürtlerin örgütlülük 
olanaklarını kendi denetimlerine aldıkça, bunu kendi içinde oluşturdukları dar lobici gruplaşmalar aracılığıyla kendileri için kullanmaya başlarlar. 
Bu da denetlenmesi mümkün olmayan kendine özgü merkezi bir yapının oluşmasını beraberinde getirir. Oluşan bu merkezi yapıya yerel dinamiklerin 
etkisi yok gibidir. Mücadele dinamiğini sürdürenler dahi bunu denetlemekte zorlanırlar. Örgütlülüğün olanakları, bu görünmez merkezi yapı için seferberlik 
halindedir. 
Son yıllarda Kürtlerin sorunlarını çözmenin önüne çıkarılmış bulunan "çözüm süreci bürokrasisi" bunun en tipik örneğidir. Öcalan'la etiketlenen ancak 
Öcalan'ın öz etkisinin minimum düzeyde olduğu bu bürokratik yapının devletle konuştuklarının son dönemlerde topluma açıklanmayışı kararı oluşan 
bürokratik yapının sadece Kürtlerin haklarının kazanılması açısından değil, toplumun genel kazanımlarını da tehlikeye atmaktadır. 
   Toplumun Demokratikleşme ve Barış konusundaki sabrı ve umudunun tükenmesine neden olacak serzenişlerin, ani ve radikal bir şekilde çıkışına 
neden olabilir.(*) 

(*)Terzi Ve Dokumacı Tilki:

Önce, Lice'de sonrasında Yüksekova'da en sonunda Cizre'de olan tam da budur. Buradaki isyan ve başkaldırıyı sadece devlet karşıtı görmek gerçekleri 
de görmemektir. Çözüm bulacağım diye ortaya çıkanların, çözüm getirmedikleri, oyalamaya araç oldukları görüldükçe, büyük beklentilerinin hiçbirinin 
gerçekleşmediğini gören toplumsal güçlerin harekete geçişi söz konusudur. 
Dikkat edilecek olursa, Lice'den bu yana özellikle 6-8 Kobani'ye destek eylemlerinden sonra "Çözüm süreci bürokrasisi" hep "Kürt tepkisinin" sınırlanması 
ve sönümlenmesi için rol oynadı. Devletin şiddetinden hiçbir geri adım atılmadığı halde, çözüm süreci yürütücülerinin devlete bu konuda ciddi bir çağrısı 
oldu mu? 
Devlet, oyalamanın basit bir bürokratik ayağı haline gelen çözüm süreci bürokrasisne Hatip Dicle'yi eklemekten başka ne yaptı ki? Onu da hem hapisten 
çıkarmak hem de çözüm süreci heyetine dahil etmek için çirkin pazarlıklar yapmadı mı? Devletin çirkin, dayatmacı, tehdit dolu pazarlıkçı anlayışını 
görmek için sadece Hatip Dicle'ye yapılanlara bakmak yeterlidir. Tüm bunlara rağmen, Hatip Dicle'nin heyete dahil olmasından sonra gizliliğin esas hale 
gelmesi ve bunun da onun aracılığıyla kamuoyuna deklare edilmesi çirkin pazarlıkların Kürtlerin aleyhine yürütülmeye devam ettiğini gösteriyor. 
Burada uygulanan ince siyaseti görmek gerekiyor; o da Kürt toplumunun çok önem verdiği iki ismin(Öcalan-Dicle) Kürt toplumu ile karşı karşıya getirmek. 
Kendi çözümsüzlüklerine, Kürt liderliklerini alet etmektir. Kürt liderliklerinin bu ince siyaseti anlamaları gerekir. Bunu anlamak ve karşı koymak Öcalan ve 
Dicle'den çok Kürt Siyasal Hareketinin(KSH) legal yapılanmasının kilit noktasında yer alanlara düşmektedir. Öcalan ve Dicle, her ne kadar KSH'nin örgütsel 
yapısının olmazsa olmazları gibi görünüyor iseler de, onların oluşan bürokratik/lobileşmedeki rolleri göstermeliktir. Bürokratik yapı, kendisini meşru kılmak 
için onları "etiket" olarak kullanıyor. Seçimlere az bir süre kalınca, bu şekildeki devamlılık onların da işine geliyor. O yüzden, "çözüm süreci bürokrasinin" 
arkasında en çok da duracaklar onlar olacaktır. 
Cizre'de 12 yaşındaki Nihat'ın öldürülmesinden sonra KCK'nin yapmış olduğu, “AKP devletinin, Kürt Halk Önderi Reber Apo'yla yaptığı görüşmelerin amacı 
Kürdistan'da sömürgeci sistem istikrarını sağlamaktır." açıklaması, Kürt toplumunun genel duyarlılığını da ortaya çıkarıyor ise de, çözüm süreci bürokratik 
yapısı onu da sınırlamış durumdadır. O da söylediğiyle kalmaktan öte bir şey yapamamaktadır. Demokratik olmayacak şeklindeki "İrade devri ve teslimi" 
onu da sınırlamaktadır. Hatta bunun sonuçları, uluslar arası alanda Kürtler arası birlikteliğin avantajlarını kullanmalarını da engellemektedir. 
Bunun bedeli de "Kürtleri, radikal İslam'la savaştırmak" şeklinde olmaktadır. Bu soruyu sormak zorundayız: Kürtlerin normal bir yaşamı olmayacak mı? 
Hep savaşacaklar mı? 
KSH'nin nerede olursa olsun(Irak, Türkiye, İran, Suriye, Diyaspora) bulunduğu yerlerdeki siyasal/idari yapılardan çok oradaki toplumsal dinamiklerle hareket 
etmesi gereklidir. Oradaki toplumsal dinamiklerin, kendi siyasal/idari yapılanmalarıyla daha sıkı ilişkilere geçişlerine imkan tanımamalıdır. 
Etnik ve inanç temelli yaklaşımlardan uzak durduğu müddetçe, oradaki toplumsal dinamikler de etnik ve inanç temelli yaklaşımlardan uzak duracaklardır. 
Önümüzdeki aylarda yapılacak milletvekili seçimleri bunun olanaklarıyla dolu olduğu halde, tartışma ve gündem HDP'nin seçimlerde yaygın bir şekilde 
uygulayacağı ideolojik/politik söylemden çok kimlerin aday gösterilecekleri noktasında düğümlenmiştir. HDP'nin genel olarak Ortadoğu'da özel olarak da 
Türkiye'de oluşan etnik/inanç/kimlik/kişisel başarı/tanınırlık olgusu üzerinden oluşan politikayı ön plana aldığı görülüyor. Daha öncesinde, toplumsallık 
ve sınıfsallığı esas alan HDK'nin başarısızlığı, HDP'ye başka bir yol bırakmamış gibi görünüyor. 2011 seçimlerinde olduğu gibi "sembolik aday" gösterme 
anlayışı devam edecek gibi görünüyor. "Çözüm süreci bürokrasisini" koruma önceliği, ilkelerin önüne geçmiş durumdadır. Çünkü, yapılanma "çözüm süreci 
heyetinin" devamı üzerindedir. Bu heyetin devamlılığının sağlanması için ileriki dönemde "yeniden bağımsız adaylarla seçime girme seçeneği" gündeme 
gelirse şaşırmamak gerekiyor. 
Sonuç olarak, Kürtlerin sorunlarını çözemeyen ancak onların örgütlü olanaklarından, bu örgütlenmenin, önemli yerlerinde yer alanların bu olanakları kendi gelecekleri için kullanmaları ne yazık ki, uzaklaşmak istediğimiz ancak hiçbir zaman uzaklaşmayı beceremediğimiz "oligarşik" tuzağa bir daha düşürüyor. 
Örnek mi istiyorsanız, uzun yıllar milletvekili olanlar, sonrasında da hayatlarını belediye eş başkanı olarak sürdürenler...

Bir zamanlar aynı yerde bir kurt ile bir tilki yaşıyordu. Günün birinde ormanda karşılaştılar. Ve kurt tilkiye: Mesleğin nedir, yaşamını nasıl kazanıyorsun?" 
diye sordu. Tilki: "Terzilk ve kumaş dokurum' diye cevap verdi." Kurt dedi ki: "Benim güzel bir elbiseye ihtiyacim var, bana dikiver" 
    Tilki: "Bana yirmibeş koyun getirirsen olur. Onlarin yününden sana çok güzel bir elbise yapacağım" dedi. Kurt kabul etti. 
    Tilki, ona bir ay sonra elbisesinin hazır olacağına dair söz verdi. 
Kurt sözünde durarak gün koyunu yirmibeş koyunu getirdi. 
Tiki ise elbiseye henüz başlamamıştı. 
Bunun yerine o ve ailesi koyunları bir iştahla yediler. 
Bir ay kadar sonra kurt gelip tilkiye elbiseyi sordu. 
Korkan Tilki: 

"Ah diktim. Pantolonlar hazır,  ama cekete yün yetmedi. evet Tümü için yirmi koyuna daha ihtiyaç var ve şu andan elbisenin hazır olması sonra da bir 
ay zamana ihtiyacim var." dedi. Kurt kabul etti ve yimi koyun daha getirdi Tilki yine onları da iştahla yedi ve bir ay daha keyfine baktı. 
Kurt, ikinci ayin sonunda geldi ve elbiseyi sordu Tilki yine çok korkmuştu. Elbisenin nasıl dikileceği ve kumaşin nasıl dokunacagını gerçekten hiç bilmiyordu. 
Kurda şimdi ne söyleseydi acaba? 
Tilki, hemen kafasında bir plan kurarak karısına ve küçük çocuklanna söyledi: 
"Kurt geldiğinde hep birlikte inimizden çıkıp ona hoş geldin diyeceğiz Sonra en küçük oğluma, oğlum git kurt amcanin elbiselerini getir.' diyeceğim. 
Küçük oğlum elbiseyi getirmek için ine girecek. Fakat gidip gelmeyecek. Sonra ortanca oglum, kurt amcanın elbiselerini almak için ine girecek. 
Ancak sende geri gelmeyeceksin. Sonra eşimi elbiseleri almak için ine göndereceğim. O da inde kalarak dişan çikmayacak. Sonra ben kendim elbiseyi 
alip getirmeye gideceğin ve ben de inde saklanacağım. 
Ve aynen böyle oldu. 
Kurt, Tilkinin ailesinin ortadan kaybolduğunu daha doğrusu hepisinin ine girip dışarı çıkmadıklarını görünce inde doymak bilmeyen bir vahşi hayvanın 
oturduğunu ve içeri girerse, vahşi hayvanın kendisini de yiyeceğini düşündüğü için çok korktu. 
Kurt ne mi yapti? 
Orayı terketti ve eve elbisesiz döndü Tilki ve Ailesi kendine mükellef bir sofra kurmuşlardı. 

***

YÜZDE ON BARAJINI AŞARIM DERKEN YENİDEN DÜŞÜNMENİN GEREKLİLİĞİ

YÜZDE ON BARAJINI AŞARIM DERKEN YENİDEN DÜŞÜNMENİN GEREKLİLİĞİ
 



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
08.01.2015 


Sadece yüzde10'luk seçim barajının oluşu, Türkiye'de demokratik hukuk devletinin olmadığının en önemli göstergesidir. 12 Eylül'ün Türkiye toplumuna dayattığı Anayasa'daki köklü değişiklikler, AB Uyum yasaları bile barajın kalkmasında etkili olmadı. Barajın varlığı, Kürt siyasetinin önünü kesme şeklinde olsa da Kürt siyasetinin dışında kalan geniş toplumsal/siyasal kesimlerin de önünü kapatmaktadır. Son iki seçimde görüldüğü gibi Kürt siyaseti "bağımsız adaylar" gösterek barajı kısmen olsa da delerken, bunun dışında kalanlar ya barajı aşamamakta ya da başka partilere oyunu vermek zorunda kalmaktadır. 
Bu nedenle yüzde 10 barajı Türkiye'nin demokratikleşme sorunudur. Konunun bireysel başvuru şeklinde olsa da AYM'nin gündemine gelmesi dahi AKP hükümetini telaşlandırmaya yetmiştir. AKP, devlet zor ve imkanlarını kullanarak AYM'nin olası yüzde 10 barajının iptalinin önünü kesmiştir. HSYK Seçimleri öncesi taktiğini bu kez AYM'ne karşı kullanmıştır. AYM Başkanı bu konudaki feryatlarını dile getirmiştir. Sonuçta, AYM Önce "kabuledilebilirlik/esastan" inceleme aşamasına gelmesine rağmen çok önceden verebileceği bir kararı son anda vermesi, AYM üzerinde İdare ve Yürütmenin baskı kurduğunun en önemli belirtisidir. Yargının bu şekilde baskı altına alınışı olmayan demokrasiyi adeta katletmiştir. Barajda direten, AYM'yi ve diğer yargısal mercileri kendi yedeğine koyan siyasi bir güçten demokratik adım ve sorunlara çözüm beklemek mümkün değildir. Durum böyle iken, yüzde 10 barajı varken, HDP'nin parti olarak seçime katılma kararını verdiğini açıklamış olması, HDP yüzde 10 Barajını aşar mı/aşmaz mı? Tartışmasını gündeme getirdi. HDP Eş Genel Başkanı "barajları tarumar edeceğiz" diyerek HDP olarak seçime gireceklerinde ısrarlı olduklarını dile getirmekten çekinmiyorlar. Bu kararlı tutuma rağmen yüzde onluk barajın aşılması konusunda büyük bir belirsizlik vardır. Bu belirsizliklerin aşılması, HDP'nin başta Aleviler olmak üzere, sosyalist/sol, demokrat/liberal, dezavantajlı gruplarla sağlam ilişki ve ittifak geliştirmesine bağlıdır. CB Seçimlerinin kendisine özgü koşulları buna uygun bir ortam oluşturmasına rağmen bunun değerlendirildiği söylenmese de toplumun değişik kesimlerinin kendiliğinden buna destek verdiği görüldü. Bu realiteye rağmen bunu daha ileriye taşımak bakımından hiçbir şey yapılmayışı karşısında yüzde onluk barajlı seçime HDP olarak katılmak büyük bir risk. 
Her şeyden önce Türkiye'de "çözüm süreci" kapsamında HDP'ye yönelik oluşturulmuş bulunan "HDP/AKP" birlikteliği algısı ciddi bir şekilde işlenmeye devam ediyor. HDP'nin bu konudaki itirazlarına da "kulaklar tıkanmış" durumdadır. HDP'nin potansiyel ittifak kurabileceği Birleşik Haziran Hareketi(BHH) de bunlara dahildir. Çünkü, BHH kendisini HDP'den çok CHP'ye yakın görmektedirler. BHH içinde yer alan ÖDP bile HDP'yle ittifakı CHP'yle ittifak şartına bağlamaktadır. Oysa, CHP ile ittifak yapılması halinde, HDP'nin BHH veya başka bir bileşenle hareket etmesine gerek yoktur. HDP isterse, CHP'yle, CHP isterse HDP'yle kendi başlarına seçim ittifakı yapabilirler. HDP ve KSH'nin özellikle ÖDP üzerinden ittifak çağrısında bulunması CHP dışında oluşabilecek ittifakla ilgilidir. ÖDP, bundan kaçınmak için CHP'yi ön plana alarak, HDP'ye CHP'nin de içinde bulunduğu BHH/CHP ittifakına katılmaya çağırmaktadır. ÖDP'nin bu çağrısı biçimsel olmaktan öte bir anlama sahip değildir. Çünkü CHP/ HDP ittifakının olmayacağını bilmektedir. CHP, tıpkı 1970'li yıllarda güçlü solu kendi içine çekip, içini boşaltıysa BHH adı altında kendisine çekmeyi amaçlamaktadır. BHH de bunu görecek durumda değildir. Kaldı ki, onların HDP ile birlikte hareket etme niyetleri olmuş olsaydı bu amaçla kurulan HDK'ye olumlu bakarak katılım verebilirledi. Onlar belki de KSH'nin de etkisiyle de olsa HDK'ye soğuk baktılar. Onların HDK'ye soğuk bakışı, HDP'yi bir seçim partisi olmak işlevinden uzaklaştırarak BDP'lileşmesine neden oldular. 

BHH ile CHP'nin ortak ve temel hassasiyetleri birbirine yakındır. Her ikisi "Laikliği" nerdeyse "demokratikleşmenin" önüne koymaktadırlar. Özellikle, Alevi toplumunun "zorunlu din dersi" eylemlerini kendilerine mal ederek, Alevilerin olası HDP'yi desteklemelerinin yolunu da kapatmış oluyorlar. Gerçi bu konuda HDP'nin de kayda değer bir adımı olmadı. Aysel Tuğluk'un zaman zaman dile getirdiği "seküler kesimlerle" ilişki kurulması yönündeki açıklamaları da bir yankı bulmadı. Alevi toplumunda da "çözüm süreci" nedeniyle oluşan AKP/HDP algılanmasında bir değişiklik de olmadı. Öyle görülüyor ki, Alevilerin taleplerini kendi talepleri içine alan BHH'deki bileşenlerin CHP listelerinden aday gösterilme olasılığı, HDP'yle birliktelik olasılığından daha yüksektir. Bu durumda, HDP'nin oyunu artırması, AKP'den alacağı Kürt oylarına bağlıdır. CB Seçimlerinin iki turlu olduğu gerçeği dikkate alınarak birinci oylamada AKP'ye oy vermiş Kürtlerin Demirtaş'a oy verme eğiliminin devam edip etmeyeceği belirsizdir. Görünen odur ki, AKP'den HDP'ye büyük bir kayma olma ihtimali yoktur. Muhafazakar/sağ bir aday olan E. İhsanoğlu'nun adaylığı nedeniyle CHP'den Demirtaş'a kayan oylar yeniden CHP'ye dönecektir. Bu durumda HDP'nin CB seçimlerinde aldığı oyu almama ihtimali çok yüksektir. Yine CB seçimlerinde HDP'nin en güçlü adayını göstermesi, tek aday olması nedeniyle onun etrafında kenetlenmesinin oyların artışı üzerindeki etkisi de göz önünde bulundurulmalıdır. HDP içindeki sosyal ve siyasal dengeler nedeniyle aday gösterilecekler/gösterilmeyecekler arasındaki yarış ve çekişme aday gösterilmeyenlerin küsmesine de neden olabileceğinin olası oy kaybı üzerinde az da olsa bir etkisi olacağı kuşkusuzdur. Bu nedenle de barajı aşmak zordur. 
Gerek HDP olarak gerekse Bağımsız adaylar şeklinde seçimlere girilmesi halinde aday profilinin Kürt toplumunda bilinirliği ve tanınırlığı olanlar üzerinde olmasına dikkat edilmelidir. Popülerliğine güvenilerek "Kadir İnanır" gibi isimlerin adaylıklarından kaçınılmalıdır. Çünkü bu gibi güçlü/popüler kişileri HDP siyasetine dahil etmek kolay değildir. Kaldı ki, bu gibi kişilerin oy artışı sağlamayacağı açıktır. 

2007 ve 2011'de KSH'nin Mecliste temsil edilmeye başlamış olması, KSH'ne büyük bir mücadele alanı açmakla kalmamış KSH'ni devlet karşısında gerçek bir anlamda taraf durumuna getirmiştir. Tüm bu imkanlar, barajları işlevsiz duruma getiren "bağımsız adaylarla" seçime girmek sayesinde olmuştur. DTP'nin kapatıldığı, binlerce siyasetçinin hapse atıldığı dönemde dahi, parlamento dışında kalmayı seçmemiş KSH'nin meclis dışında kalmasının Kürt toplumuna büyük kayp ettireceği, bunun telafisinin imkansız olacağı bilinmelidir. Bunu en iyi hisseden de Öcalan'dır. Öcalan'ın ağırlığını koyup, meclis dışında kalma riskine girmeyeceğine inanıyorum. Aksi durumda HDP'nin hakkı olan milletvekillerinin AKP'ye "bonus" etkisi yapacağı kuşkusuzdur. Bunun tarihsel sorumluluğu çok ağır olabilir. Mecliste temsiliyeti olmayan Kürt siyaseti bilinmezliklerle dolu yeni bir "şiddet sarmalı" ile karşı karşıya kalabilir. Bu da hiç kimse için iyi olmayacaktır. 

HDP'nin ne şekilde seçime gireceğini AKP de CHP de merakla izlemektedir. Parti olarak girilmesi halinde HDP'nin hakkı olan milletvekillerinin yerini alabilecek Hüda-Par veya Hak-Par'a yakın adaylarına kendi listesinde yer vererek onların seçilmesini sağlayabilir. (Hatta, AKP'nin yaptığına benzer bir durum CHP'nin Kürt bölgesinde AKP'nin yapacağına benzer adaylar gösterebilir.) Böylece, HDP'nin olmadığı mecliste onlar üzerinden HDP/DBP'ye alternatif bir grubu oluşturmak isteyebilir. Bir yandan BHH' in CHP üzerinden; Hüda-Par/Hak-Par, AKP üzerinden mecliste temsil olanağına kavuşurken, KSH meclis dışında kalabilir. Bunun KSH'nin bölünmesine yol açabileceğini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Eskiden olduğu gibi bağımsız adaylarla girilmesi halinde, AKP ve CHP'nin kendi tabanındakiler dışında arayışlara gireceklerini sanmıyorum. 


***


KAMU DÜZENİNE HAPSEDİLEN ÇÖZÜM SÜRECİNİN ORTADOĞU'NUN YENİ DENGESİNDEKİ YERİ ÜZERİNE

KAMU DÜZENİNE HAPSEDİLEN ÇÖZÜM SÜRECİNİN ORTADOĞU'NUN YENİ DENGESİNDEKİ YERİ ÜZERİNE

 


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
29.12.2014 15:05:13

Türkiye tarihinin en uzun süren MGK toplantısı 30 Ekim 2014 tarihinde yapıldı. Yaklaşık olarak 10 saat süren bu toplantı, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığındaki ilk toplantıydı. Bu toplantı öncesinde, 6-8 Ekim Kobani’ye destek eylemleri, çözüm süreci hükümetin deyişiyle “Türbülans” geçirmişti. Öncelik, “Paralelle mücadele” şeklinde olsa da toplantının ana gündem maddesinin “Güvenlikle” ilgili olduğu; toplantının sonunda yapılan açıklamada, "Terörle çok boyutlu mücadele kapsamında sürdürülen çözüm süreci ele alınmış, sürecin oluşturduğu olumlu atmosferi ve huzur ortamını bozmaya yönelik provokatif olaylara karşı kamu düzeni ve güvenliğini koruma konusundaki kararlılık teyit edilmiştir" denilmiş olmasıyla açığa çıktı. Sonrasında “İç güvenlik paketi” hazırlanarak meclise sevk edilmiştir. Çözüm sürecinin bir anlamda askıya alınması anlamına gelen “İç güvenlik paketinin” meclise sevk edilmesi bu konuda hem hükümetin gerçek niyetini açığa çıkarmış hem de “İç güvenlik paketine” karşı, sadece Kürtler değil, değişik kesimlerden de tepkiler geldi.  

Henüz İç güvenlik paketi yasallaşmadan polis toplumsal olaylara orantısız/suç işleyecek şekilde müdahalelerde bulundu. Polisin ateşli silahıyla Abdülkadir Çakmak ve Rojhat Özden iki çocuk vurularak öldürüldü.  Bu öldürmeler dahi başlı başına müzakere/diyalogun önünde engeldirler. Buna rağmen HDP, hiçbir şey yokmuş gibi görüşmeleri devam ettiriyor. Bu çocukların sokağa çıkıp eylem yapmaları HDP'nin ve herkesin gözü önünde oluyor. Onların öldürülmesini sorun yapmıyorsanız en azından ölümle sonuçlanacak eylemler yapmalarını engelleyin. Bunu yapmak için bir şey yapılmadığı gibi ölümlerden sonra bu ölümler yokmuş gibi "çözüm süreci" devam ediyor. Yaşanan olumsuzluklardan kimin, ne şekilde sorumlu olmadığı araştırılmadan “çözüm sürecine karşı provokasyon”  olarak değerlendirilip geçiştiriliyor. Cizre’de olan da buna benzer bir olay olduğu halde, daha öncekilerde olduğu gibi “provokasyon” denilerek aynı tavırlar sergileniyor. Bu konuda hem devlet yönünden hem de PKK yönünde bazı sorunları olduğu açıktır. Bundan bir süre önce HDP Eş Genel Başkanının Cizre’deki gençliği, bazı eylemlerinden dolayı eleştirmesinden sonra Demirtaş’ın bundan dolayı KCK yöneticileri tarafından sert bir şekilde eleştirilmesi, bu konudaki eylemliliklerin KCK düzeyinde sahiplendiğinin en önemli işaretlerinden biridir. KCK kendisine göre bu tür eylemlilikleri sahiplenmesi normal görünse bile İmralı’da HDP’yle birlikte geliştirilen sürece ters düştüğü kabul edilmelidir. Demek ki, burada çok önemli sorunlar vardır. Bu sorunlar aşılmadan sürecin sağlıklı yürümesi mümkün değildir. Öncelikle Kürt siyasi merkezinin neresi olduğu belirlenmeli ve şu da açıkça bilinmelidir ki, "cezaevindeki Öcalan tek irademiz" söyleminden vazgeçilmelidir. Öcalan'ın Özgür olması halinde dahi bu söylemin doğru olmadığı bilinmelidir. 
Siyasetin iki işleyen motoru Öcalan ve Erdoğan, toplumla ilişkilerinde kendi kadrolarına gerekli inisiyatifleri tanımadıklarından dolayı siyasal kanallar tükenmiş duruma gelmiştir. Her iki liderin çevresinde yer alanlar ona yol gösterme yerine onun gösterdiği yolda gitme, başka bir deyişle onun suyundan gitme anlayışı, her iki lideri daha fazla muhafazakarlığa doğru itmektedir. Özellikle, liderin söylemlerine karşı eleştirilerin yokluğu, eleştirenlerin daha çok karşı mahalleden oluşu, iç eleştiri mekanizmasının işlemeyişi çıkmazı derinleştiriyor. Her türlü siyasetsizlik, Ortaçağ Avrupa’sında kilisenin düştüğü durumu andırıyor. Liderlerin mevcut durumu, işlerin yolunda gitmesi halinde iyi olarak değerlendirilebilirdi. Ne yazık ki, işler yolunda gitmiyor. Hastalıklar baş göstermiş durumdadır.
2014 Yılı, Kürt uluslaşmasında dönüm noktası oldu. Tarihte ilk kez dört devlet arasında bölüşülmüş Kürtler hem üzüntülerinde hem de sevinçlerinde aynı duyguları birlikte yaşadılar. Şengal'in işgali ve Kobani'nin istila girişimi Kürtleri nasıl ki, birlikte üzüntüye boğduysa Şengal ve Kobani'den gelen iyi haberler birlikte sevinci de getirdi. Uluslaşmanın en önemli sonucu uluslar arası alanda Kürt etnik kimliğinin Kürdistan ulus kimliğine doğru gitmeye başlamış olmasıdır. Bunun aynı zamanda tarihi bir anlamı da vardır. Şimdiye kadar tarihte Kürtlerin yerini, Türklere, Osmanlıya ve İslam'a katkıya göre belirleyen anlayış yerini Kürtlerin Kürdistan'a katkı anlayışına bırakmış durumdadır. Asıl Ortadoğu'yu derinden etkileyen de budur. Bu aynı zamanda Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin önünü açacak anahtardır. Bunu, PKK de KDP ve YNK de anlamış durumdadır. Parti veya aşiret çıkarı yerini Kürdistan'ın ulusal çıkarı almış durumdadır. Maxmur'da, Şengal'de, Kerkük'te, Kobani'de olan budur. Bu da Kürtleri, esaret altında tutmaya alışmış Türkiye ve İran'ı ürkütmüştür. Mücadele ve pratiği ile Kürdistan'ın kalbi durumuna gelen Irak Kürdistan'ındaki bu etkinin Türkiye ve İran Kürdistan’ına yayılmaması için bu iki devlet inanılmaz taktikler içine girebilirler.

Türkiye, Öcalan'ın rehineliğinden faydalanarak uluslar arası alanda gelişen PKK etki ve gücünü hem sınırlamak hem de ulusal Kürdistanilikle buluşmaması için elinden geleni yapmaya çalışıyor. Çözüm sürecini bu amaçla kullanmaya çalışıyor. Bunu uygulamak için, TC, Öcalan üzerinde inanılmaz bir baskı uygulayarak, demokratik cumhuriyet/özerklik ideolojik çıkmazından sıyrılma belirtileri gösteren PKK'yi durdurmaya çalışıyor. 2013 Yılı Newroz'unda "güncellenmiş misak-ı millinin" piyasaya sürülüşünün cilalarının dökülüşü ile birlikte, bunu yeni bir formatta yürütmek amacıyla İmralı'da Öcalan'a atfen bir öz eleştiri mekanizması hayata geçirildi. Öz eleştiri mekanizmasıyla yaşanan başarısızlık ve aldatılma geçiştirilmeye çalışıldı. Bu şekilde kopukluk yaşanan "çözüm süreci"ne "Hatip Dicle" halkası eklenerek devam ettirilmeye çalışılıyor. Bunun, Cemil Bayık'ın çözüm sürecinde ABD'ye arabuluculuğunu gündeme getirmesi giderek PKK'nin ABD ile IŞİD nedeniyle müttefik haline geldiklerinin söylenmeye başlamasıyla bağlantısı olduğu muhakkaktır. 6-8 Ekim olayları ve yaşanan diğer gelgitlere rağmen, ısrarla Öcalan'ı merkeze alan çözüm sürecinin daha fazla ivme kazanması, Kürt hareketinin uluslar arası alanda kimlik edinmesine karşı taktik bir hamle olduğunun en önemli göstergesidir.

Hem PKK ile çözüm sürecinin hem de IŞİD'le ilişkinin birlikte yürümesi mümkün değildir. Konsolosluk görevlilerinin IŞİD tarafından Türkiye'ye teslim oyununun olduğu günlerde, Kobani'yi düşürmek için IŞİD'e teslimi her şeyi açıklamaya yetiyor. Kürt ulusal çıkarlarıyla Türk ulusal çıkarlarının uyuşmadığı Kobani ile birlikte defalarca ortaya çıkmıştır. Önce Şengal ve Maxmur, sonrasında Kobani PKK ve Kürdistan Bölge Yönetimi(KBY)'ni birbirinden uzak düşmüş aşıkları birbirine kavuşturmuştur. Özellikle, Maxmur'un kurtuluşundan sonra Mesud Barzani'nin HPG'yi Maxmur'da mütevazi bir şekilde ziyareti bu ilişkinin stratejik boyutunu en ilerisine taşımıştır. Omuza omuza mücadele veren gerilla ve peşmergenin, Koalisyon güçlerinin desteğiyle Şengal'i kurtarmış olması bu birlikteliğin en uç noktası olmasına rağmen, farklı Kürt partilerinin “Şengal’i kimin kurtardığı” tartışmalarına girmeleri Kürtlerin ulusal birliği konusunda henüz yeterli mesafenin alınmamış olduğunun göstergesidir.

PKK ve Cemil Bayık'ın ABD ile ilişkiler anlamındaki stratejik çıkışları Türkiye KCK açısından "üst akıl" olarak değerlendirerek Öcalan ve HDP üzerinden konuyu millileştirme ve Kürt sorununa sıkıştırıp, kolektif hakları tanımadan denetimli özerklikle çözmek istediğini gözlemliyor. Gerillanın koalisyon güçlerinin desteğiyle Peşmerge ile birlikte Güney Kürdistan Ve Rojava'da gösterdikleri birliktelik Türkiye'nin en büyük korkusudur. 

IŞİD'in hem Rojava ile hem de Güney Kürdistan'la aynı anda savaşması aslında Türkiye'nin vekaleten yürüttüğü savaştır. Tam uygun şartlar varken, HDP'nin cemaate yönelik operasyonlarda tarafsız gibi görünse de son kertede AKP'den yana tavır takınmış olması dahi başlı başına HDP'nin AKP'nin etkisinde kalmaya devam ettiğini gösteriyor. Konu, KCK Operasyonlarında AKP'yi masum, her şeyi cemaate yükleyerek işin içinden sıyrılmak basitliktir. Oysa gerçekte olan KCK operasyonlarının daha fazlasının devam ettiğidir. Dosyalar onaylanıyor, yargılama lar devam ediyor. AKP tutuklama ve davaları Kürtlerin üzerinde tutmaya devam ederek bunu pazarlık konusu yapıyor.

Gezi'den önce AKP'nin gerçek yüzü Reyhanlı patlamasında görüldü. BDP, çözüm süreci zarar görür diye Reyhanlı olayının üzerine gerektiği gibi gitmedi. AKP'nin olayı önemsiz gibi göstermesi karşısında sessizliğe bürünmekle kalmadı. Dolaylı da olsa AKP'ye destek verdi. Bu durum Gezi'de de sürdü. Gezi'de ulusalcı/laiklerin etkinliği gerekçe gösterilerek bundan uzak duruldu. Demirtaş'ın Erdoğan'ın CB töreninde ayakta alkışlamasını da bu kapsamda değerlendirebiliriz.

Türkiye, bölgede bir güç haline gelecek Kürdistan'ı engellemek için Rusya'ya yanaşarak, ABD'yi etki altına almaya çalışıyor. Ancak, Türkiye'nin Suriye'deki Esad yönetimine yönelik politikalarının devam etmiş olması, Türkiye'nin Rusya ile anlaşmasının önünde engel olarak duruyor. Bunu aşabilmek için, Katar üzerinden Mısır'la ilişkilerini geliştirip, Esad'a yönelik yakınlaşma yoluna da gidebilir. Türkiye'nin amacı, ABD ve Batı tarafından modern silahlarla donatılan Güney Kürdistan'ı Kürdistan'ın diğer parçalarından yalıtmak, Kürdistan parçalarının ulusal anlamda birbirini beslemekten çok birbirini tırtıklama zemini yaratmak içindir. Rojava'da Salih Müslim, Kuzey'de Öcalan aracılığıyla Rojava'nın Kuzey Kürdistan benzeri bir şekle sokulması amaçlanıyor. Bunu yapmasının en önemli sebebi Dohuk anlaşmasını boşa çıkarmaktır. MİT'in bütün çabası bunun üzerinedir. IŞİD'in Kürdistan'dan tamamen atılmasından sonra, IŞİD'in oluşturduğu fiili durumu Kürtler arası parçalanmayı esas alarak değişik bir versiyonla devam ettirmek istiyor. Kürtlerin şunu iyice anlamaları gerekiyor o da Rusya'nın hiç bir zaman Kürdistan taraftarı olmadığını. Sovyetler döneminde, Şeyh Said ve Ağrı İsyanında bu açıkça ortaya çıktı. Yine başında destek verip, kurulmasına yardım ettiği Mahabat Cumhuriyetini yüz üstü bırakılması da gözler önündedir. 1998-1999'da Öcalan'ın Türkiye'ye teslim yolunun da Rusya tarafından döşendiğini de unutmamak gerekiyor. Ne zaman Cemil Bayık'ın ABD'nin çözüm sürecine hakemlik edebileceğini açıklamasıyla birlikte, PKK-ABD yakınlaşmasının, PKK-Barzani'nin yakınlaşması anlamına geleceği için Türkiye bunu önlemek için Rusya'ya yaklaşımında farklılığa gitti. Türkiye'nin Rusya'ya yaklaşımı stratejik olmaktan çok taktikseldir. Türkiye'nin amacı, NATO içindeki rolünü pazarlayarak ABD-Kürt ilişkilerini önlemeye yöneliktir. Bu Türkiye'nin yabancısı olduğu bir politika da değildir. 18. Ve 19. Yüzyılda Avrupa-Rusya çelişkisi Osmanlı'nın ömrünün uzamasının en önemli nedenlerinden biriydi. 

Osmanlı o dönemde Batı içi çekişmelerden faydalanarak ömrünü uzatmış ise de yıkılmaktan da kurtulamamıştır.

KBY'nin Bağdat'la yapmış olduğu siyasi ve ekonomik anlaşma da Türkiye'nin KBY'ne olan umudunu da ortadan kaldırmıştır. Türkiye bu anlaşma üzerinde etkili olmak adına Irak merkezi yönetimi nezdinde girişimde bulunmuş ise de bu girişimin karşılığını alamamıştır. KBY'nin Irak'la anlaşması ve Batı'nın KBY ile iyi ilişkiler geliştirmesinin verdiği hayal kırıklığını gidermek adına raftan kaldırdığı(30 Ekim 2014 tarihli MGK’da yeniden savaş kararı vermiş olma ihtimali yüksektir.) çözüm sürecini yeniden canlandırma yoluna gitti. Dikkat edilecek olursa, yeni bir formatta dönüştürülen çözüm sürecinin ana ekseni PKK'nin silah bırakmasından çok "PKK'nin silahlı eylem gücünü Kuzey Kürdistan'dan çekip, Rojava ve Güney Kürdistan'a doğru sınır dışına çektirmeyi amaçlanmaktadır.

Uluslar arası ve Kürtler arası diyalog ve işbirliği gelişmişken, bir anda “Şengal’in kurtarılması ve Statüsünün” tartışılmaya başlamasının oluşan işbirliği ve diyalog ortamını yıkmaya yönelik olduğunun çokça delilleri bulunmaktadır. Başka bir ifade ile, tam bu döneme denk gelecek şekilde, Şengal'de IŞİD'in işgaline son verilmesi ve Şengal'in kurtarılması çerçevesinde "Şengal'in kimin tarafından kurtarıldığı" tartışmasının gündeme gelmiş olması, IŞİD sonrasında "Şengal'in yönetimi" konusunda PKK/PYD eksenli güç mücadelesinin işaretleri mevcuttur. Hukuken Musul’a bağlı bir ilçe olmasına ancak Güney Kürdistan'a ait olan Şengal'in fiilen Rojava'ya katılması halinde, bunun KBY için prestij kaybı anlamına geleceği için, Barzani'nin bizzat komuta ettiği büyük bir peşmerge gücünü harekete geçirerek "Şengal'i kurtarmanın" kendi eseri olduğunu ilan etmesi, Şengal nedeniyle yıpranan imajını düzeltmek için kullandığı görüldü. PKK yetkilileri de bu konuda boş durmayarak "Şengal özerk bölgesini" gündeme getirdi. Türkiye-Rusya ilişkilerinden sonra alelacele HDP Eşbaşkanı Demirtaş'ın Rusya temasındaki sürpriz gelişme, ABD ve Batı ile dolaysız ilişki geliştirip öncülüğü ele alan Barzani'yi PKK aracılığıyla dengeleme siyaseti mi güdülüyor? Sorusu akla geliyor.

Kürtlerin, gerek Rusya gerekse başka güçlerle ilişki geliştirip anlaşmalar yapmış olması kadar normal bir durum olamaz ancak Kürtler başka güçlerle ilişki geliştirirken birbirine karşı kullanılmayı esas alan ilişkilerden kaçınmalıdırlar. Geçmişte, Irak'ın, İran'ın ve Türkiye'nin bu konuda sayısız örnekleri vardır.
ABD'nin Irak'ı gündemine almasıyla birlikte, Kürtlerin bütünsel davranmalarını isteyen ilk güç ABD'iydi. ABD, Barzani ve Talabani arasındaki çatışmaların son verilmesinde belirgin bir rol oynamıştır. ABD'nin Kürtlerin birlikte hareket etmesi isteği IŞİD'in Kürdistan'a saldırısı ile birlikte kapsamı artarak buna PKK'yi de dahil etmiştir. PKK de kendisini buna göre hazırlamışken, birden bire AKP'nin manevra yaparak Öcalan'ı merkeze alıp, Kürt hareketini birliktelik ekseninden delik açmaya çalışmasının ileriki süreçte Kürtlerin genel kazanımlarına zarar verebilir. Qandil bunun farkında olduğu için, HDP eleştirisi üzerinden bir anlamda Öcalan'ı da uyarmaktadır.

Kürdistan'ın kendisine özgü bir durumu olmasına rağmen, bulunduğu yer itibarıyla jeopolitik konumu Polonya'yı andırmaktadır. 18.yüzyılın sonuna kadar Avrupa'nın merkezi ve güçlü devletlerinden biri olan Polonya'nın Almanya ve Rusya'nın güçlenerek tarih sahnesinde yer almasıyla birlikte bu iki gücün çatışma alanı haline gelişi, Polonya'yı siyasi anlamda sonunu getirdi. Yüz elli yıl boyunca, Polonya kah Rusya'nın, Kah Almanya'nın egemenliğine girdi. Hep savaş yaşandı. Büyük göç ve katliamlar oldu. Sadece ikinci dünya savaşında Polonya'nın 6 milyonluk insan gücü yok oldu.

Kürdistan da tıpkı Polonya gibi  Türkiye, Irak, Suriye ve İran gibi büyük devletlerin ortasında ve işgali altındadır. 21. Yüzyıldaki gelişmelerle birlikte Irak ve Suriye'nin Kürdistan üzerindeki etkisi kalmamıştır. Polonya, Rusya ve Almanya arasında bölünmek veya onların mücadele alanı olmaktan doğrudan doğruya ABD ve Atlantik’le ilişki geliştirerek kendisini korumuştur. Ulusal bütünlük ve çıkarını esas aldığı için Ukrayna ve Gürcistan'ın düştüğü Rusya tuzağından kendisini korumuştur. Kürdistan'ın kendisini koruması bakımından Polonya'yı örnek alması gerekiyor.

***


HDP İSTANBUL İL KONGRESİ VE YÜZDE 10 BARAJ AÇMAZININ SİYASET ÜZERİNDEKİ KIRILGANLIĞI

HDP İSTANBUL İL KONGRESİ VE YÜZDE 10 BARAJ AÇMAZININ SİYASET ÜZERİNDEKİ KIRILGANLIĞI




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN

28.12.2014 22:31:32

Genel seçimlere altı aydan az bir süre kala, 4 Ocak 2015 günü, HDP İstanbul’da Kongresini yapacak. CB Seçimlerinde İstanbul’da gösterilen başarının genel seçimlerle giderek artması için İstanbul’a verilecek önem Türkiye siyasetini ve Kürt Siyasal Hareketini(KSH) derinden etkileyecektir.

 İstanbul bir yönüyle Türkiye'nin merkezi bir yönüyle de dünyanın merkezi yerlerinden biridir. Sadece şimdi değil en az 2000-3000 yıllık bu özelliğini koruyan bir kaç yerden biridir. Ortadoğu ve Balkanlar ile ilişkisi çok canlıdır. Osmanlı'daki başkent konumu gibi, Balkanların, Kürdistan'ın Kafkasya'nın Orta Asya'nın ve Ortadoğu'dan Afrika'dan gelen göçmenlerin uğrak veya geçiş merkezidir. İstanbul'un bu özelliğinden İstanbul'un en örgütlü toplumu olan Kürtlerin önemli siyasal rol oynaması gereklidir. Bu konuda politika oluşturmalıdır. İstanbul'un merkeziliği çok boyutludur. En önemlisi de ekonomik boyutudur. Türkiye'nin ve çevre ülkelerin pazarı durumundadır. Buradaki belirleyiciliğin alt yapısında dinamik bir Kürt sermayesi veya emek gücü bulunmaktadır.

İstanbul'un kimlik yapısındaki Kürt ağırlığı, Kürt konusundan dolayı meydana gelen sorunların çözümü konusunda İstanbul çözümün merkezi konumundadır. Bu sadece Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtlerle de sınırlı değildir. Diğer ülkelerde yaşayan Kürtlerle de ilgilidir. Bu bakımdan İstanbul Kürt siyaseti bakımından inanılmaz imkanlara sahiptir. Kürtlerin örgütlülüğü ve HDP etrafındaki kenetlenişi, bu dinamiğin merkezi konumundadır. HDP ve öncekiler bunu göremedi. Siyaseti öncelikle Ankara/Diyarbakır merkezli ele aldılar. İstanbul'u, başlı başına bir merkezden çok Diyarbakır'ın peşinde sürüklenen bir yer olarak algıladılar. 

Devletin KCK adı altındaki en kapsamlı operasyon İstanbul KCK olmasına rağmen bu davalardan Diyarbakır KCK'nin ön planda tutuluşu bu genel eğilimi ortaya çıkarıyor. Oysa Öcalan'ın avukatları, Kürt basını, İstanbul BDP/Siyaset akademisine yönelik en kapsamlı operasyon buradan yürütülüyordu.

Yüzde on seçim barajı varken, seçimlere girerken tüm bu sosyo-ekonomik durumlar dikkate alınmadan riske girilmesi barajı aşmama ile sonuçlanırsa bundan herkesin zarar görebileceği de gözden uzak tutulmamalıdır. Kürt siyasetinin Demirtaş'ın CB adaylığı döneminde yakaladığı rüzgarı yeterince kullanmadığını da düşünüyorum. AKP hükümeti, HDP’yi rahat bırakmamak için elinden geleni yapıyor. Kendi hatalarını, HDP’ye mal etmek için her türlü yalan ve hileye başvurmaya devam ediyor. Kürt siyasi Hareketini sürekli olarak kovalama / kovalayarak  dövme yöntemiyle onu sürekli kendisini savunur konumda göstererek mahkum etmeye çalışıyor. O nedenle, kendisini anlatabilecek imkanları bir türlü elde edemiyor. Bu bakımdan, CB Seçimleri, KSH bakımından en rahat seçimlerdi. Ana akım medyanın Demirtaş’a bakış açısı da olumluydu. Kanal ve gazetelerinde kendisine yer buluyordu. CB seçimlerinde Demirtaş’ın aldığı sonuç değerlendirilirken, bu hususun da göz önünde bulundurulması gerekiyor. Seçimlere giren bir parti risk de alabilir. Kendisine güvenerek barajı aşabileceği öz güvenine de sahip olabilir. Ancak çok az bir oyla da olsa yüzde 10’u aşmama ihtimali, yüzde 10’u aşma ihtimalinden daha yüksektir. Eğer bu risklere rağmen HDP, seçimlere parti olarak girecekse, yüzde 10 barajını aşmaması durumunda B planının ne olacağını iyi tartışması gerekiyor. HDP, barajın aşılmaması halinde “seçilip de milletvekili olarak Ankara’ya gönderilmeyenleri” seçilmiş kabul ederek bölgesel bazlı fiili meclis oluşturacağını sanıyorsa, geçmişteki seçimlerden sonra olduğu gibi bunun gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü, yüzde onluk barajı bilerek seçimlere girildiği zaman, seçimlerin yasallığını/hukukiliğini öncesinden kabul ettiğiniz için, sonuçlar istediğiniz gibi çıktı diye çekip giderseniz hem size oy verenler nezdinde hem de Türkiye toplumunun genelinde meşruluğunuzu kaybedebilirsiniz. Yine bir yıl öncesinde yapılan yerel seçimlerde onca belediye kazanıldı, onların ne olacağı da belirsizdir. Eğer HDP’nin B Planı, yukarıda yazdığımız gibi olacaksa bunu yapmak için genel seçimlere katılmasına da gerek yoktur. Bu planını kendi seçimini yaparak gerçekleştirebilir. HDP buna yanaşmayacağına göre, milletvekili sayısının daha az olma pahasına olsa da daha önceki seçimlerde olduğu gibi bağımsız adaylarla seçime girmek ihtimali daha yüksektir. Bağımsız şeklinde 40’a yakın milletvekili seçildiğinde buradaki küçük kaybı topluma açıklamak kolaydır. Ancak baraj nedeniyle 40 milletvekilinin AKP’ye “bonus olarak” gitmesi halinde bunu topluma açıklamak o kadar kolay değildir. Tersine KSH’nde büyük tartışma ve bölünmeleri beraberinde getirebilir.
Kürt siyaseti, CB seçimleriyle doğrudan doğruya topluma yönelik siyaset yaparak büyük oranda medyanın da desteğini aldı. Sosyal demokrat/sol bir adayın eksikliği Kürt siyasetini önemli bir alan bırakmış durumdaydı. Bu da o dönem itibarıyla başarıyı getirdi. CB seçimlerinde elde edilen başarı değerlendirilirken bu hususların da dikkate alınması gerekir. Yine yerel seçimlerdeki katılım oranının CB seçimlerindeki katılım oranının düşüklüğü dikkate alındığında, Demirtaş’ın bu nedenle oy yüzdesinin yüksek göründüğü hususu da vardır. Yerel seçimlerdeki katılım CB seçimlerindeki katılım kadar olsaydı;yapılan hesaplamalarda Demirtaş’ın oyunun yüzde 8, 5-9 arasında olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.
CB Seçimlerinin birinci tur sonuçlarından hareketle HDP’nin yüzde 10 barajını aşabileceğini savunanların, seçimin birinci turunda çok sayıda AKP’ye oy vermiş bulunan Kürtlerin Demirtaş’a oy vermiş olduğudur. Genel seçimlerde bu oyların HDP’de kalıp kalmayacağı belirsizdir.

Kürt siyasetinin bu başarısına rağmen, aynı başarının Kürt siyasetinin diğer renklerinin ve sol/sosyalist ve demokratların desteğini almasını sağlayamadı. Başta ÖDP olmak üzere bir çok sol parti ya desteğini sunmadı ya da sessiz kalmayı tercih etti. Yine, çözüm süreci nedeniyle AKP/HDP ilişkileri üzerinden yaratılan AKP-HDP Algısı da demokrat liberal ve Türkiye solundan HDP’ye desteği de zora sokmaktadır. CB Seçimleri dahil olmak üzere sonrasında bu ilişkiye geliştirecek bir şey de yapılamadı. Büyük umutlar bağlanan HDK işlevsiz kaldı. HDP, genişleyemedi.
HDP'nin sol ve sosyalist partilerle ilişkisi sorunludur. HDP ile ilişkiler, sol ve sosyalist partilerin kendi aralarındaki çelişkileri daha da derinleştiriyor. Bunun en önemli örneği Nurtepe'de meydana gelen olaylardır. Bu olaylar nedeniyle Halk Cepheci taraftarları HDP il binası önünde oturma eylemi yapmışlardır. Bu tür çatışmalarda yatıştırmacı/uzlaştırmacı rolü oynamamaktadır. Tersine, çatışma ve çelişki zemininin artışında rol oynamaktadır. Sorumluluğu sol/sosyalistlere atıp onları suçlamak en kolay yoldur. Nitekim, EMEP'in dahi HDP'den ayrılmış olması bu konudaki darlaşmanın belirtilerinden biridir.

HDP'nin bu konudaki tutumu, HDP ile ittifak veya ilişki kuran parti ve örgütlerin kendi iç işleyişinin parçalanmasındaki etkisi de göz önünde bulundurulmalıdır. Kurumsal kimlikleri adına HDP listeleriyle seçime girenlerin seçildikten sonra bunların HDP'yle entegre olmalarında zorluklar bir yana bu kişilerin geldikleri anlayışı temsil etmeleri konusunda sorun yaşanmasını beraberinde getiriyorlar. DTP döneminde Ufuk Uras'ın durumu üzerinde duracak olursak, Ufuk Uras o dönem itibarıyla ÖDP'yle ilişkiliydi. Ancak aday gösterildikten sonra kendi partisiyle sorunlar yaşadı. Mersin'de DTP'nin bağımsız adayına ÖDP destek dahi vermeyişi, Mersin'de bir milletvekiline mal oldu. Yine uzun süre Ufuk Uras, Kürt siyasetiyle tam bir entegrasyona da girmedi. 2011'den sonra benzer durum Levent Tüzel'de yaşandı. Kendisi HDP'de yönetimde ancak EMEP bundan ayrılmış durumdadır. Buna benzer bir durum, Altan Tan ve Şerafettin Elçi'nin durumunda da yaşandı.

6-8 Ekim Kobani'ye destek olaylarında hükümetin, karşı karalama politikasına karşı yetersizlik oluştu. Bu yetersizlikler, olaylardaki olumsuz sonuçlarının Kürt siyasetine mal edilmesine yol açtı. Altan Tan'ın HDP'ye yönelik eleştirileri iyi anlaşılamadı. Oysa olayların kontrolden çıkışında KCK ve HDP'nin rolü vardır. Kurumsal bir açıklamayla bu ortaya konulabilirdi. Özellikle, KCK'nin Kobani'ye destek çağrısındaki "IŞİD ve uzantılarına yaşam hakkı tanınmamalıdır" şeklindeki açıklamadaki düzeyin olayların kontrol edilemez duruma gelişi üzerindeki etkisi göz önünde bulundurulmalıdır. Bu açıklama İslami duyarlılığı yüksek Kürt kesimlerinde tedirginliğe neden olmuş olabilir. Bu tedirginlik onları savunmacı veya saldırıcı konuma getirmiş olabilir. Daha doğrusu, onları AKP veya devlete daha fazla yakınlaştırmış da olabilir. Kaldı ki, bu destek eylemlerinin Kobani'nin düşüp düşmediğine etkisinin olup olmadığı da belirsizdir. 

Her ne kadar Kürt tarafı, destek eylemlerinin Kobani'nin düşmesine engel olduğu söyleniyorsa da Kobani'nin yaşadığı büyük kayıp ve göç hiç de durumun iç açıcı olmadığını gösteriyor. Köyleri işgal edilmiş, Kentin dar alanlarına karşı sıkıştırılmış bir savaş varken hiç kimse Kobani kurtuldu da diyemez. 

***

CİZRE, ÇÖZÜM SÜRECİ ÖNÜNDE ÖNGÖRÜLMEYEN TEHLİKE OLARAK YENİDEN PKK-HİZBULLAH ÇATIŞMASI

CİZRE, ÇÖZÜM SÜRECİ ÖNÜNDE ÖNGÖRÜLMEYEN TEHLİKE OLARAK YENİDEN PKK-HİZBULLAH ÇATIŞMASI




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
28.12.2014 


AKP Hükümeti, Kürt toplumu içinde çok önemli temsiliyeti bulunan Kürt Siyasal Hareketi(KSH'ne, geçmişteki hükümetlerin bakış açısından farklı bir bakış açısı getirmedi. Onu, sürekli olarak "bölücü" olarak gösterdi. Onu, siyasi bir varlık olarak göstermesinden çok tehdit, şantaj, hile vs. kullanarak yola getirilmesi gereken biri gibi gördü. Onunla, ilişki geliştirirken ona eşit bir taraf muamelesini göstermedi. Bir yandan ilişki geliştirirken ona karşı mücadeleyi hiçbir zaman gündemden çıkarmadı. Sorunun çözümü için, Öcalan'ın konumunda yaptığı da bundan farklı değildir.

AKP, KSH ile Öcalan'ı görüştürürken, bu görüşmeye kimlerin katılacağına kendisinin karar vermek istemesi kendisi açısından normal bir durumdur. Ancak, bu belirlemeye KSH'nin sessiz kalması normal bir durum değildir. Eğer, belirleme tek taraflı olarak AKP'ye bırakılıyorsa ve buna onay veriliyorsa bunun KSH için bir sıkıntıya neden olacağı da bilinmelidir. KSH'nde yaşanan tam da budur. Bu sıkıntıyı en üst düzeyde hisseden de KCK'den başkası da olamaz. Öcalan'ın mesajlarının oluşma sürecinde büyük bir baskı vardır.

AKP'nin siyasal temsiliyeti bakımından karşılığı çok zayıf olan Kemal Burkay'ın partisini merkezinde ziyaret ederek, HDP'ye parmak salarcasına "Kürt toplumunun sizden başka temsilcileri de vardır" demiş olması olayı dahi AKP'nin KSH'ne bakış açısını ele veriyor. Hak-Par'a gösterdiği duyarlılığın yüzde birini KSH'ne göstermiyor. Aynı tavrını, Hüda-Par'ı ziyaretinde gösteriyor. Onu da bir Kürt partisi göstermek için Hak-Par'la ziyaretle neredeyse aynı zamanda yaparak gösteriyor. 
Öte yandan Öcalan üzerinden de çözüm sürecinin gelişme göstereceğini gösteriyor. KSH'nin "çözüm sürecinde" tereddütlü halde olmasının en önemli nedeni budur. Yine 6-8 Ekim olaylarında hep öldürülen Hüda-Par'lılar gündeme getirilerek binlerce HDP'li tutuklanırken, Kürtlerin üzerine ateş açan polis, asker, korucu, paramiliter güçler ve Hizbullahçılara karşı bir şey yapılmıyor. Cizre'de olan da tam böyledir. Cizre'de hükümet yine eskiden yaptığını yaparak, Hüda-Parlılar mağdur, KSH saldırgan olarak göstermeye devam ediyor. Aslında böyle yapmakla Hüda-Par'a bir iyilik de yapmıyor. Onları kendi yedeğine almak, onları bir çeşit "şehir korucusu" durumuna getirmek için elinden geleni yapıyor. KSH'ne de Kürdistan'ı 1990'lı yıllara döndürebileceği mesajını vererek çözüm sürecinden kendi istedeği sonucu almak istiyor. Hükümet bir yönüyle de Meclise getirmek istediği, Türkiye genelinde sürekli olarak yaşanacak olağanüstü/sıkıyönetim hallerini andıracak güvenlik paketini çıkarması için ortam hazırlıyor. Bu nedenle Hüda Par'ın ve KSH'nin provokasyonun derinliğini görerek dikkatli olmalarında fayda vardır.

Hem KSH'nin hem de hükümetin bu durumun oluşmasına karşı önlem alması gerekiyor. Cizre'de mahallenin girişi neden hendek kazılarak engelleniyor ki? KSH'nin Cizre'de hendek kazma ihtiyacı var mıdır? Kaldı ki, bir gün öncesinde Komala Civan adlı gençlik örgütü "yüzünü kapatan"ları dahi ajan olduğunu ilan etmedi mi? Durum böyle iken hem AKP'nin hem de KSH'nin kendisini sorgulaması gerekmiyor mu? Yapılanı hep provokasyon, parelel yapı, darbe mekaniğine yüklemek doğru mudur? Tabi ki, yanlış yapıldığı zaman başkaları bunu abartarak verecek, olur olmaz yorumlar yapılacaktır.

KSH açısından bakıldığında KSH'nin iradesini Öcalan'a teslim ettiği gerçeği dikkate alındığında bu teslim etme devam ettiği sürece İmralı'dan farklı yönden bir açıklama gelmediği müddetçe, Qandil'in ve diğer Kürt dinamiklerinin söylemlerindeki sertlik düzeyinin yükselişi beraberinde politika değişikliğini getirmeye yetmiyor. Olan, yörede yaşayanlara ve öldürülen gençlere oluyor. Gençleri dolduran, dönemin ruhunu kendi medyasına yaşatmayanların bu şekilde kısır döngüye mahkum olmaktan öteye gidemiyor.

Bilindiği gibi Hizbullah/YDG-H çatışması çözüm mektubunun okunduğu 2013 Newroz'undan sonra Dicle Üniversitesinde öğrenci gençlik içindeki çatışmalarla başlamıştı. Hizbullah'ın Kürt halkı ve gençliği üzerinde oluşturduğu geçmişin kabusunun gitmesi o kadar kolay değildir. Her bir olay olduğunda DTK, devreye girerek olayların önlemek için elinden geleni yaptı. DTK'nın olayların azmaması için elinden geleni yapmış olması, DTK'nın kendisini Kürt siyasetinin partiler üstü platformu olarak görmüş olmasıdır. KSH, belki bunu kendisi açısından haklı gördüğünü DTK içinde değişik dini anlayış ve farklı grupların temsil edildiğine inanılmasından ileri geliyor. DTK'nın gerçek anlamda değişik Kürt kesimlerini temsil eden bir kongre/meclis niteliğinin olup olmadığının siyasetin genel kuralları çerçevesinde ele alındığında, merkezi bir yapıyla sıkı bağlılığı, bu merkezi yapının onu bir meclis işlevinden çok danışsal bir yürütme organı gibi göstermesi, DTK'nın Kürtlerin geneli açısında Kongre tarzı örgütlemeden uzak olduğu görülmektedir. DTK Tarzı örgütlemenin bir modeli de Rojava'da kurulan TEV-DEM örneğidir. TEV-DEM da tıpkı DTK gibi kendisini Rojava'nın kongresi şeklinde göstermiş ise de bunun dışında yer alan kesimler TEV-DEM içine girmek yerine ESNK gibi adlar altında alternatif gruplar kurma ihtiyacı duyuyorlar. Kuzey Kürdistan'da KSH'nın dışında yer alanlarda böyle bir arayış yoktur. Bunun en önemli nedeni KSH dışında yer alan Kürtlerin genellikle AKP'de politika yapma imkanı bulduklarından dolayıdır. Kısacası, AKP mevcut Türkiliğine rağmen Kürtler için siyaset yapma alanı olmaya devam ediyor. Ancak bunun sürekliliği tartışmalıdır. Diğer Türki partiler nasıl Kuzey Kürdistan'da eridiyse  aynı akibet AKP'nin başına da gelecektir. Bu durumda AKP'de siyaset yapan bu Kürtlerin DTK veya KSH'ine geçecekleri beklenemez. Hüda-Par'a bu açıdan bakıldığında Kürd-İslami kesimlerin kendilerini ifade etme biçimi olarak kabul etmekten başka bir yol yoktur. Kürt siyaseti ve ideolojisi bakımından devlet temelli partilerden daha fazla zarar verme güç ve anlayışları yoktur. Kürt siyasal kanallarının kendisini meclis şeklinde örgütleyerek bunlara katılım yolu açılmalıdır. Aksi durumda bu kesimler kendilerini güvensizlik içinde gördükleri oranda hem devlete daha fazla muhtaç hale gelirler hem de devletin kendi egemenliğini devam etmesi için onları kullanma imkanı elde ederler.

Her olayda DTK, olayları yatıştırma rolü oynamak yerine  tüm enerjisini bu yolda kullansa daha iyi olacaktır. DTK'nın üstenci bir anlayışa soyunarak toplumun bütün sorunlarını çözmesi mümkün değildir.

IŞİD'in Kürtlere saldırıltılması, Kürtlerde büyük bir hassasiyet oluşturdu. IŞİD'in Kobani'yi düşürme planına karşı Kürtlerde IŞİD'e karşı oluşan tepkiler karşısında Hüda-Par'ın kayıtsızlığı, KSH kadrolarını İslam dışı, kendilerini İslam'ın temsilcisi gibi görüp, IŞİD vahşetine karşı sessizliği Hüda-Par'ın demokratlığı konusunda soru işaretlerine neden oluyorlar. İslam konusunda hassasiyet içinde elinden geleni yapan KCK ve HDP'yi İslam karşıtı gösterip, bunun üzerinden siyaset yürüten Hüda-Par, nasıl ki, bu konuda KSH'inden taleplerde bulunuyorsa aynı şekilde onların da kendilerine buna göre düzen vermesi gerekir.
KSH eğer yaşananları bir provokasyon olarak niteliyorsa, bu konuda açıklama yapmakla yetinmemelidir. KSH'nin Cizre'yi ele alıp burada YDG-H, Botan İnisiyatifi adı altında eylemlilikleri gözden geçirmesi gerekmektedir. Özellikle Kasım ayında iç infaz anlamına gelen Abdullah Budak adlı bir gencin öldürülmesi, bu ve buna benzer yapılamaların kontrolden çıkıp provokasyonlara zemin olacağı açıktır. Bu nedenle KCK'nin bu yapılamalar üzerinde denetim kurarak, bunlara olası sızmaları önlemek durumundadır. Komela Civan adına yapılan açıklamalar bu yönden önemli bir adımdır. Aynı adımın KSH'nin medyası hakkında da atılması gereklidir. KSH'nin medyasının çözüm süreci, Güney Kürdistan'la ilgili tutumu, gerek HDP gerekse KCK tarafından provokasyon zemini olarak gösterilen bu kontrolsüz gençlik yapılanması açıklama ve eylemlerine gözü kapalı bir şekilde yer verilmemelidir. Medyada manipülatif haber ve açıklamalar devam ettiği sürece, olayları yapanların harekete sızma olduğunu söylemek yetersizdir. KCK veya HDP/DBP'nin üst düzeyinde bunların dayanaklarının olma olasılığı da göz önünde bulundurulmalıdır. Konu öyle basitleştirilip, gençlik içine sızan kontralarla açıklanamaz. Kaldı ki, bir kontra sızması varsa, bu sızmanın büyük bir kusur olduğu da açıktır. Varsa, bu sızmalar, bunu alelacele kamuoyuna açıklanmadan yapılabilirdi. Öyle olaylar olduktan sonra, basit bir açıklamayla geçiştirip, var olan sorunları erteleyip büyütmekten başka bir anlama gelmez.

***