17 Ocak 2021 Pazar

AKP'NİN TEHLİKELİ OYUNU "KÜRT SİYASETİNİ TASFİYE PLANI"

AKP'NİN TEHLİKELİ OYUNU "KÜRT SİYASETİNİ TASFİYE PLANI"




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
08.12.2014 

AKP'nin tasfiye anlayışı, PKK ile sınırlı değildir. HDP'yi de tasiye etmeyi düşünmektedir. HDP'nin bütün itirazlarına rağmen 6-8 Ekim Kobani eylemlerinden HDP'yi sorumlu tutuşu, kendi sorumluluğunu ise ustaca gizlemeye devam etmiş olması, AKP'nin büyük tasfiye planını açığa vurmaktadır. Anayasa Mahkemesinin yüzde on barajı ile ilgili olarak henüz verilmiş bir karar yokken, AKP'nin büyük telaşa kapılması, Kürt siyasetinin Türkiye genelinde göstereceği başarıdan dolayı duyduğu korkuyu açığa çıkardı. Bu salt AKP korkusu değildir; geçmişten AKP'ye sirayet eden devletin korkusudur. Bu da devletin Demokrasi ve Özgürlük konusunda duyduğu korkudan ileri gelmektedir. Bunun AKP ve devlet açısından en önemli sonucu geçmişte Türkiye Kürdistan'ında CHP'nin etkisiz hale gelmesine benzer bir durumun Türkiye Kürdistanındaki son Türk kalesi olan AKP'de düşüşün başlamasıyla sonuçlanacağından duyulan korkudur. Türkiye Kürdistanında DBP/HDP dışındaki yeni gelişme ve Kürt temelli siyasal örgütlemelerin kurulmuş olması da AKP'nin alanını daraltmaya başladığı da göz önünde bulundurulmalıdır. 
Türkiye'nin IŞİD'le ilişkisi, IŞİD'in Kürtlerin üzerine salınması, Rojava'nın düşürülmeye çalışılması da büyük tasfiyenin aşamaları durumundadır. Türkiye, IŞİD Silahını, Kürtleri de aşacak şekilde ABD ve AB'ye karşı da kullanarak, Batı'nın Kürt haklarına Türkiye gözlüğünden bakılmasını sağlamak için elinden geleni yapmıştır. Ancak, IŞİD'le ilişkileme süreci ABD'nin Türkiye'ye bakışını değiştirmiştir. ABD, radikal bir şekilde Kürtlerle ilişkiyi Türkiye aracı kılınmadan / Türkiyenin hassiyetlerini(?) dikkate almadan yapmıştır. Batı ile Kürt ilişkilerinin bu düzeyde olması, Kürtlerin örgütlülüğü ve birbirleriyle çatışmamalarının bir sonucudur. 
Bu örgütlülüğün bütünsel bir Kürt ulusu duruma geldiği düşünüldüğünde uluslar arası alanda Kürdistan'ın rolünün de bununla orantılı olarak gelişeceği dikkate alınırsa, bundan en büyük kaygıyı duyacak güç Türkiye'den başkası da olamaz. Ulus temelli örgütlülüğü tamamlamış Kürdistan'ın en dinamik ve yaygın parçası Türkiye Kürdistan'ında örgütlü olan Kürt Siyasal Hareketi (HDP-DBP) olduğu kuşkusuzdur. Bunlar olmadan, Irak, Suriye ve İran'daki Kürt uluslaşmasının yalnız başına bir anlam ifade etmeyeceği de bilindiğinden dolayı, Türkiye hükümetleri bunun önünü kesmek için her şeyi yapabilirler. Özellikle, Öcalan'ın Türkiye'nin elindeki "rehinelik" durumu, KSH'nin en zayıf noktası durumundadır. IŞİD, Kobani ile birlikte Türk/Kürt kardeşliğinin AKP açısından hiçbir anlamının kalmadığına dair onca örnekler varken, çözüm sürecinin bu minval üzerinden yürütülmeye çalışılmasından Kürtlerin kuşku duymaları zorunludur. KCK, bunu fark etmiş, bu konuda söylem geliştirmektedir. Çünkü, KCK tasfiyenin PKK'yle sınırlı olmayacağını, HDP'yi de kapsamına alacağını biliyor. KCK, Kürtler arası birlikteliği engelleyen gücün TC olduğunu iyi biliyor. 
Bülent Arınç'ın, HDP'yle ilgili olarak söylediklerine bakalım; Bakın diyor ki, "HDP’den bahsediyorum. 
Şu 6-7 Ekim olaylarında Türkiye’ye kan kusturan, 40’dan fazla insanımızın hayatına mal olan, ırkçı söylemleriyle, şiddetle, terörle, millete baskıyla oy toplamaya çalışan bir partinin CHP ile seçimlere beraber girebileceğinden bahsediliyor." İşte AKP'nin bakış açısı budur. HDP'ye "Öcalan'ın itibarını" koruma çağrısı yapan biri aradan iki gün geçtikten sonra Dünyadaki tüm Kürtlerin en yaygın legal örgütünü "katil, ırkçı" olarak suçlamasındaki iki yüzlülüğü görmek gerekiyor. Kürtlerin ve Kürt örgütlerinin itibarını düşünmeyen birinin "Öcalan'ın itibarını" düşündüğü konusunda samimiyet olabilir mi? Onun yaptığı, kendi elinden kayanı elinde tutmak çabasından başka bir anlama gelmez. Şimdi de söyledikleriyle de güya "CHP'nin itibarı"nı düşünüyormuş gibi yapıyor. Gün geçmiyor ki, CHP'ye sürekli olarak hakaret eden birinin gerek "Öcalan'ın itibarı" gerekse "CHP'nin itibarı" konusundaki sözler ikiyüzlülüğün itirafıdır. 
Davutoğlu'nun başbakanlığından bu yana bir "Kamu düzeni" lafıdır almış başını gidiyor. Kağızman'da üç gerillanın infazı, Bingöl yargısız infazı, başbakanın emri ile yapılan tutuklamalar, Yüksekova'da 17 Yaşındaki bir gencin polis kurşunu ile öldürülmesi olaylarının şifresi "kamu düzeni" lafında gizlidir. Bu giderek boyutlanacak gibi duruyor. Kürt siyasal hareketinin bunu anlaması gerekiyor, bunun olması da HDP ve KCK'nin eleştiri noktasını iyi yakalaması gerekiyor. KCK'nin asıl eleştirilecek noktadan çok HDP'yi ön plana almaması gerekiyor. Örneğin, başta Demirtaş olmak üzere HDP'nin çözüm sürecine sarılması, Öcalan'ın isteminden ileri geldiği halde, burada eleştirilecek biri varsa onun da Öcalan olması gerekirken, eleştirilerin suçlamaya dönüşecek şekilde Demirtaş'a yöneltilmiş olması doğru değildir. Sanki, HDP, hükümetin kontrol ve etkisine girmiş gibi davranılıyor. Gerçekten olan da Öcalan'ın süreci AKP ile yürüteceği konusundaki ısrardan ileri gelmektedir. Gerek hükümet gerekse Öcalan, bu konuda hiçbir zaman BDP/HDP'ye inisiyatif tanımadı. Geçmişte avukatlar üzerinden yürütülen diyalogun başka bir biçimde HDP üzerinden yürütülmesinden başka bir şey değildir. Kuşkusuz bunda HDP'nin sahip olduğu siyasi gücü kullanışındaki yetmezliklerin de etkisi olduğu da unutulmamalıdır. HDP'nin kendisini "olayların akışına" bırakmasının doğru olmadığını da vurgulamak gerekiyor. Özellikle HDP'nin süreci, Türkiye'deki değişik toplumsal tabanlarla tartışmadan çok, kamusal(devlet eksenli) bakmış olması en büyük yanılgılarından biridir. Hele hele HDP'nin. "Türkiyelileşmeyi" bazı marjinal sol ve kesimlerle sınırlamış olması bunun somut hali olmuştur. 

Hükümet tarafından HDP'ye getirilen suçlama, 6-8 Ekim Kobani'ye destek eylemlerine çağrı yapılmış olmasıdır. Her şeyden önce Kobani'nin düşmesi için her şeyi yapan Türkiye hükümetine karşı oluşan tepki, Kürt siyasal hareketiyle sınırlı değildir. Bu eylemlere AKP'ye yakın duran Kürtler dahi tepki göstermiştir. Çünkü, Davutoğlu ve Erdoğan'ın açıklamalarının Kürt/Türk kardeşliğini yerle bir ettiğini onlar da gördüler. AKP, kendisine karşı oluşan Ulusal Kürt tepkisini kırmak için, din üzerindeki hassasiyetleri kullanarak Kürt siyasetini Hüda-Par'la karşı karşıya getirdi. 8 Aralık 2014 tarihli Sabah Gazetesinde yayınlanan habere göre 6-8 Ekim olaylarında Bingöl'de silahla öldürülen Cengiz Tiryaki adlı Hüda-Par'lının ölümünde Jandarmanın ihmali olduğu ileri sürülmüştür. Haberde her ne kadar saldırıyı gerçekleştirenlerin PKK'li olduğu ileri sürülmüş ise de olayın PKK tarafından gerçekleştirildiğine dair şimdiye kadar bir bulguya da ulaşılmamıştır. Bundan da anlaşılacağı gibi, Jandarma, birilerine kolaylık sağlayıp önce bir Hüda-Par'lının ölümüne neden oluyor, sonra da olayı PKK'ye mal edip PKK-Hizbullah çatışmasını yeniden başlatmak istiyor. Bingöl'de Emniyet Müdürüne yapılan saldırının soruşturulması halinde ortalığı karıştırmak isteyenlerin planları da ortaya çıkacaktır. Ancak hükümetin bu konuda adım atması mümkün değildir. Çünkü, meydana gelen olayların sonuçlarından faydalanmıştır. HSYK Seçimlerinin arifesinde meydana gelen bu karışıklıklar kullanılarak HSYK Seçimi üzerinde de etkili olmuştur. Özellikle Bingöl'de kendisine suikast düzenlenen Emniyet Müdürünün adının Paralelcilerle birlikte anıldığı da göz önünde bulundurulursa, bu olayın Paralel yapılanma içinde olanlara karşı yüksek bir uyarı olduğu hususunun da dikkatten kaçmaması gerekiyor. Bundan dolayı, meydana gelen olaylardan AKP'nin doğrudan doğruya bilgisi ve sorumluluğu bulunmaktadır. 

AKP, geldiği nokta itibarıyla dış politikada büyük bir iflas yaşamıştır. AKP, Bu iflasın, Türkiye'deki siyasal sonuçları ortaya çıkmasın diye, hukuksuzluğa başvurmaya başlamıştır. Bunu da Kürtler üzerinden Osmanlı Milliyetçiliğiyle yapmaktadır. Dış politikada Neo-Osmanlıcılıkta iflas eden AKP'nin iç politikanın gündemine Osmanlıca polemiğini taşımış olması bununla ilgilidir. Osmanlıcılık, küçüle küçüle okullara "Osmanlıca" dersi olarak konulmasıyla yetinilirken, günlerce süren Eğitim Şurasında Kürtçe eğitimden hiç sözedilmemiş olması, AKP'nin gündeminde Kürt konusu bakımından şiddetten başka bir yöneliminin olmadığı ortaya çıkmıştır. Kamu düzeni adı altında Kürtlere topyekün bir saldırının boyutunun daha da artacağı Yüksekova'daki infazla birlikte ortaya çıkmış bulunmaktadır. Sulh ceza hakimleri aracılığıyla da tutuklamlara da artıyor. 2009'da başlayan KCK Operasyonlarını aşan bir durumla karşı karşıyayız. Bunun hedefi de Kürt Siyasal Hareketinin topyekun tasfiyesidir. KSH'nin, AKP'nin bu yönelimini görerek, çözüm süreci aldatmacasından kendisini kurtarması gerekiyor. 

***

HIZLI KOŞAN ATI YAKALAMAK

HIZLI KOŞAN ATI YAKALAMAK

 



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
30.11.2014 

Bir tıkanma vardı karşılıklı güvensizlik ve beklentilerdeki farklılıklar ilkin kendisini Kürt hareketinin gençlik örgütlenmesinde gösterdi. Lice ve Cizre örnekleri. Bunlar sıkıntı vermeye devam ediyor. Bazen heykel tartışması, bazen de yüzü maskeli gençlerin kimlik kontrolü haberleri eşliğinde. 
Bu gibi olayların, siyasi karar vericilerin kendi kitlelerini beklenti içine sokmaların dan ileri geliyor. Beklentinin insanlar üzerindeki yıkıcı etkisi olayları geri dönülmez bir noktaya götürebiliyor. 
Aslında sorunu örgüt/hükümet çerçevesinden kurtarmak gerekirdi Erdoğan ve süreci yönetenlerin(?)  hatası akil adamları kısa sürede devre dışı bırakmasıydı. Üçüncü bir denetim gücü olmalıydı. Denetim veya izleme ne denilirse denilsin, bunun hukuksal çerçeveden yoksunluğu da ayrı bir garabet olarak duruyordu. 
İki liderin "sözüne" güven ve bağlılığın temel alınması en büyük zorluktu. CB seçimlerinden önce çıkarılan çözüm süreci çerçeve yasası da bir türlü somutlaşmayınca, beklentiler, kitleler tarafından oyalanma şeklinde algılanmaya başlandı. Birbiriyle ilgili konular arası bağlantılar yok sayılırken, birbiriyle ilgili olmayan konular bağlantılı gibi gösterildi. Bu da ikili(?) arasındaki sorunlara bakış açısını derinleştiriyor. Bakış açısındaki derinleşmenin daha da büyümesi veya yakınlaşmaması açısından bundan sonrasını AKP için iyi görmüyorum.Dolayısıyla kürt hareketi için de.
Hükümet Öcalan'a imkansızı yap! diyor; Ondan, yüksek hızla koşan atı durdurmadan binmesi isteniliyor. O atı durdurmak o kadar kolay değilken, bir de ona binmenin zorlukları ortadadır. At durmayınca, ata da binilmeyince de suçlu da o ata binmesini isteyenler değil de, ata binemeyen şimdi de suçlu ilan edilince, gerçek niyetin ne olduğunu siz düşünün tıpkı iyi bir yüzücüyü içinde yeterli su bulunmayan havuzda yüzmeye zorlamak gibi. Bir zamanlar aynısının yapılması Filistin Halkının lideri Arafat'tan da istenilmişti. Arafat koşan atı yakalayamadığı gibi düşmanları tarafından zehirlenerek öldürüldü. 

Bunun en önemli sonuçlarından biri de tüm enerjinin buraya kanalize edilip, siyasi karar vericilerin devre dışında kalmasının oluşturduğu tehlike ve en önemlisi inisiyatifsizliğin hareketi hareketsizleştirmesi. Başka bir deyişle, Kürtlerin siyasi mekanizmaları işlemiyor günübirlik hareket ediliyor AKP'de de benzer durum var. Kişiye bağlılık (Öcalan/Erdoğan)

"Sorunu Erdoğan çözer" görüşü çökmüş durumda. Siyasal ve hukuksal mekanizmalara ihtiyaç var.  Sorunu halletmek için hiçbir şey yapılmadığı zaman her iki taraf sorunu haletmemek için her şeyi yaparlar. Kürt hareketine katılımlar öncekini katlayarak artarken, hükümet tarafı da "Dağa çıkmış çocuk anneleri" gündeme getirilir. Bir anda yeni gündemler oluşur. Liderler bu gündemi sönümlendirmek/harlandırmakla meşgul olurlar. Bir tür bumerang gibi, çözüm olmadıkça atılan bumerangın atana geri dönmesi durumu. IŞİD ve Kobani'de de böyle. 

AKP konuya algı yönüyle bakıyor, geçmişte denenmiş psikolojik taktikleri uyguluyor. Süreci rahmete doğru götüren de bu. Algı oluşturalım denilirken, sürece ihtiyacı olanların buna inancının tükenmesiyle sonuçlanması. Kürtlere yönelik ırkçılığın zirve yapmaya başlaması. 

Sorun, Erdoğan'ın kendisi. "Gezi hayaleti" onun üzerinden gitmiyor. Gezi'yi Geziciler bile unuttu o hala unutmadı. Bu da onu zora sokuyor. Büyük güçler karşısında bocalıyor, onlara taviz vermekte cömert, güçsüzler karşısında ise cimrileşiyor.  Batı ona, her istediğini yaptırabilecek bir durumda. İçerdeki korkular, onu buna zorluyor, mecbur bırakıyor. 

Kürt siyasetinin bunu iyi görmesi, değişen güç dengeleri arasında iyi karar vermeleri lazım. 

Sürecin geleceği ne olacak? Yine başa dönülecek gibi görünüyor: Her iki taraftan biri diğerine yerine getirmesi imkansızı yapmasını istemeye devam ediyor. Bu da işi zora sokuyor. Hükümet tarafı, PKK'den silahı bırakmasını, Kürt tarafı ise Kürtlerin siyasi statü elde etmesini esas alan kollektif hak talebindeki meşru talebini dile getiriyor. Her iki taraf arasındaki bakış açıları arasındaki farklılık makası giderek açılıyor. Bunun sonucunda her iki taraf çatışmasızlığı uzatarak seçimleri atlatmaya çalışıyor. 
Sonuç olarak çatışmasızlık devam edecek çözüm yine ertelenecek masayı hiç kimse devirmeyecek her iki taraf da seçmenini oyalayacak. Bu da kısır döngü ve çözümsüzlüğün devam etmesi demektir. Bunun sonucu patlamaya giderse etkisi geçmişi aratır durumda olur. 

Sorunun çözümü, pratik rollleri oynayabilecek aktörlerin oyuna dahil olmasıyla mümkündür. Bu da toplumun daha fazla rol alması gerektiğidir. Kürt siyasetinde de AKP'de de sessiz kalanlar seslerini yükseltmelidirler; 'ayrık otu' muamelesi görmek korkusundan sıyrılarak. 

***

DEMOKRATİK SİYASET VE MUSTAFA KARASU'NUN DEMİRTAŞ ELEŞTİRİSİ ÜZERİNE

DEMOKRATİK SİYASET VE MUSTAFA KARASU'NUN DEMİRTAŞ ELEŞTİRİSİ ÜZERİNE

 

DEMOKRATİK SİYASET, MUSTAFA KARASU, SELAHATTİN DEMİRTAŞ, ELEŞTİRİSİ, 



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
23.11.2014 


KCK Yürütme kurulu üyesi Mustafa Karasu'nun Özgür Politika gazetesindeki köşe yazısında, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın psikolojik savaşın etkisinde olduğunu yazmış olması bir eleştiriden çok suçlamayı akla getirmektedir. Karasu, Demirtaş'a bu suçlamayı yaparken, Demirtaş'ın bir TV programında bazı yerlerde kontrolsüz eylemlerde bulunan gençlere getirdiği eleştirileri esas almıştır. Özellikle bazı gençlerin ilçelerde yol kesme, hendek açmasını yanlış bulduğunu söylemiştir. HDP'nin genel olarak bu tip eylemlerden rahatsız olduğu bilinmekte dir. Yol kesme türü eylemlerin yapılmaması gerektiği Haziran ayında KCK tarafından da dile getirilmiştir. Hatta Duran Kalkan daha da ileri giderek 'Lice'deki Mahsum Korkmaz heykelini" dikenleri de eleştirmiştir. Durum böyle iken Demirtaş'ın buna benzer eylemleri eleştirmesinin. 'Psikolojik savaşın etkisinde' olmakla ne ilgisi olabilir ki. Kaldı ki, Demirtaş, bunu söylemekle durma aşamasına gelen çözüm sürecini canlandırmak istediği de unutulmamalıdır. 
KSH'nin AKP'ye bakışında kendi içinde farklılıklar vardır. Bunların bazıları, 12 yılı aşkın sürede AKP ile KSH'nin yürüttüğü ilişkileri görmezlikten gelirken, bazıları bunu hak ettiğinden daha fazla önemsemiştir. Belirli bir doğrultada olduğu sanılan KSH'nin bu konuyu netleştirmesi gerekmektedir. Bu doğrultunun bir türlü sağlanmamasının en önemli nedeni KSH'nin bir yandan DTK aracılığıyla bölgeselleşmeyi esas alması, diğer yandan HDK aracılığıyla Türkiyelileşmeyi esas alan siyaset arasındaki çelişkiyi aşamamış olmasıdır. İşin ilginç yanı Türkiyelileşme siyasetinin PKK üst kadrolarındaki hakimiyetinin HDP/BDP kadrolarından daha fazla olmasıdır. Bunun en önemli nedeni PKK kemik kadrolarındaki değişimin HDP'ye göre az olmasıdır. Eskiyi kendi içinde yaşayan ve yaşatan bu kadroların her biri adeta doğal bir parti temsilcisi durumuna gelmiştir. Her birisi kendi çapında teorisyen olan bu kadrolar, KSH'nin yayın organlarını doğrudan kontrolleri altında bulundurarak, yeninin önünü de kolayca kapatmaktadırlar. 
Ancak pratik adım ve uygulamalar onları da kendi teorileriyle ters yaşamalarını zorunlu kılıyor. IŞİD, ABD Yardımı, PYD/PDK ilişkilerinin pratik durumu onları da zorluyor. Geçmişte, kendisini buna kapatanlar bunu daha da ileri götürerek 'çözüm süreci için ABD'yi gözlemci' olmasını ister duruma gelmişlerdir. Durum böyle iken, devletin de KCK'nin de kolay yolu seçip HDP'yi eleştirmesi en kolay ve kestirme yoldur. Kaldı ki, HDP'nin ideolojisi ve örgütlemesindeki KSH'nin etkisi de göz önünde bulundurulduğunda, Demirtaş'a yöneltilen suçlamaların bir yarardan çok devletin işine yarayacağı bilinmelidir. 
HDP'nin Demirtaş'ı CB'na aday göstermesi ve CB seçiminde alınan iyi sonuç, Kürt siyasetinin demokratik misyonu açısından en iyi dereceyi ifade eder. Aynı zamanda Kürt siyasetinin devleti ve devlet dışı örgütleri aracı yapmadan almış olduğu en önemli sonuçtur. Her şeyden önce ilk kez Türkiye çapında oy almış bulunan legal Kürt liderliği Demirtaş'ın şahsında sonuç almıştır. Öcalan dışında liderliğin geçer akçe olmadığı Kürt siyasetinin açılımda bulunması böyle bir çıkışı zorunlu görüyordu. Demirtaş'ın liderlik çıkışı bu bakımdan Öcalan'a alternatif bir çıkış olarak görülmemelidir. Tersine, Öcalan'ı tamamlayan ve onun yükünü hafifleten bir liderliktir. Geniş halk kesimlerinin kendisine verdiği temsil yetkisi onu Türkiye siyasetine de dönülmez bir duruma getirmiştir. Temsiliyet bakımından hiçbir deneyim yaşayamamış adının önünde KCK Yöneticisi sıfatı olsa bile böyle önemli bir başarıyı gösteren birinin suçlaması karşısında geri adım atmaması gerekir. Tersine, temsil meşruiyetinin verdiği yetkiyle onu psikolojik savaşın etkisinde gösterenlere karşı eleştiri ve cevaplarını vermekten çekinmemelidir. Onun hesap vereceği bir partisi ve seçmeni olduğunu unutmamalıdır. 
En basit bir tartışma ve çelişkide devletle her an karşı karşıya gelen, devletin suçlamalarına gögüs geren de o ve partisidir. Bu nedenle başta HDP meclis grubu olmak üzere tüm seçilenler Karasu'nun Demirtaş'ın uslubu ve suçlamasına karşı koymalıdır. Aksi durumda, Demirtaş'ın yapacağı bir şey yoktur. Özellikle HDP içinde umudu kalmamış bazı marjinal kesimlerin HDK aracılığıyla pusuda beklediği bilinmelidir. HDK içindeki bazı bileşenlerin bu konuda HDP'yi yol ayrımına ve bölme girişimleri bunun peşinden gelebilir. Burada görev seçilmişlere düşüyor. Halkın seçilmişlere verdiği temsil gücü onların en önemli silahıdır. Bölünme ve yol ayrımını KSH'ne dayatılanlara bu fırsat verilmemelidir. Nasıl ki, bu anlayış HDP'nin yeniden kuruluşunda etkili olmadıysa HDK adı altında da etkili olmayacaktır. İçi boş bir kabuk gibi duran HDK'nin mevcut durumuyla KSH'ni etkisi altına alması da mümkün değildir. Gelecek yıl yapılacak seçimlerde başarı göstermek buradaki duruşla sonuç alabilecektir. 

Yine Öcalan/Demirtaş uyum ve birliktelik dikkate alınmalıdır. Öcalan'ı eleştirmeyi göze alamayanların Öcalan'la birlikteliği şüphe götürmeyen Demirtaş'ı suçlamanın Öcalan'ı suçlamak anlamına geldiğini de göz önünde bulundurulmalıdır. Çünkü İmralı-HDP-Qandil denkleminde, ağırlık HDP/İmralı'dan yanadır. Burada eleştirilecek bir şey varsa, İmralı/HDP bütünlüğüne yapılmalıdır. Bu bütünlük görülmeden sadece HDP'ye suçlama getirirseniz, suçlamadaki samimiyetiniz de sorunlu olacaktır. Geçmişte, Öcalan, Qandil'e, devrimci halk savaşı yapacaksınız yapın, BDP'ye de serhıldanla sonuca ulaşacaksınız ulaşınız demişti. Ancak sonuçta her ikisi 'Öcalan İrademdir." Demedi mi? En büyük açmaz da burdadır. Bana göre bir eleştiri yapılacaksa, buna yapılmalıdır. Sonsuz yetki ve irade devrinin sorun yaratacağı ortadadır. Eğer bunun sorun yaratacağı düşünülemiyorsa, Öcalan diyalog sürsün diyorsa gerisi laf güzaftan başka bir şey değildir. 

Öcalan, PKK'nin örgütlenmesinden, ideolojik yapılanması ve dönüşümünün tek mimarıdır. Öcalan dışarıdayken de içerideyken bunu sürekli olarak sürdürmüştür. Onun dışında dönüşümü aklına getirebilecek başka bir ideologu da yoktur. Sovyet Sosyalizminin yıkılışından sonra PKK bayrağından orak-çekicin çıkarılması, Özal döneminde ateşkes ilan edilmesi, 1999'daki geri çekilme, yeniden savaşa başlama ve 2013 Newroz'undaki 'silahlı siyasetin yerini demokratik siyasete bırakma' kararları hep onun kararları oldu. Onun dışında yıllarca kalem oynattığını sananlar, her seferinde Öcalan'daki ideolojik dönüşümü şaşkınlıkla kabul etmekten başka bir iş yapmadılar. Demirtaş'ı ve HDP'yi kolayca suçlayanlar konuya bu açıdan bakarlarsa, suçlanması bir yana eleştirilecek son kişinin Demirtaş olacağını çok iyi anlayacaklardır. 

***

ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN AKTÖRÜ TSK'NIN YENİ YÜZÜ DAVUTOĞLU

ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN AKTÖRÜ TSK'NIN YENİ YÜZÜ DAVUTOĞLU




ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN AKTÖRÜ, TSK NIN YENİ YÜZÜ, Feyzi Çelik,
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ, KÜRDİSTAN, AHMET  DAVUTOĞLU,


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
07.11.2014 

Kürt Sorununun demokratik çözümü önünde şimdiye kadar bir tek Recep Tayyip Erdoğan engel olarak görünüyordu. Erdoğan, Cumhurbaşkanı olduktan sonra onun yerine başbakanlığa atanan Ahmet Davutoğlu da çözümsüzlüğün önünde engel olan ikinci kişi oldu. Davutoğlu’nun HDP’ye yönelik dışlayıcı ve aşağılayıcı sözler söylemiş olması, Davutoğlu’nun da tıpkı Erdoğan gibi HDP’yi çözümün bir aktörü olarak tanıması bir yana HDP’yi sorunun bir parçası olarak gösterme anlayışı başlı başına bir sorundur. Bu düşüncenin temeli, AKP’nin HDP’yi bir taraf gibi görmek istemeyişinden ileri gelmektedir. CB’si BB’si ile AKP hükümeti, kendisini kutsal devlet şeklinde gösterip, muhalefetin kendisine uyum göstermesini istemektedir.
AKP'nin, bırakalım HDP’nin taleplerini, HDP’li olmayan Kürtlerin dahi sorunlarına  çözüm olabilecek politik dil ve politik aktörlerden yoksun olduğunun bir çok örneği vardır. Bunun en iyi örneği de 2011’den bu yana AKP içindeki Kürt bilinci yüksek politikacıların tasfiye edilmiş olmasıdır.Geçmişte AKP’nin ikinci adamı olarak bilinen Dengir Fırat’ın tasfiye edilmiş olması bunun görünen örneklerinden sadece biridir. AKP, kendi dışındakilerden beklediği gibi kendi içindeki Kürtlerin “söz dinleyen, Erdoğan’ın sözünden dışarı çıkmayanlardan” olmasını istemektedir. Bu şekilde olmasının nedeni, AKP’nin devletleşmesi ve ideolojik dönüşümünü bu yönde kullanmış olmasıdır. 1990’lı yıllardan sonra Kürt sorununun da dayatması nedeniyle devlet içinde iki farklı bakış açısı ortaya çıkmıştı. Bunlardan biri, Kürt sorununun hukuk dışına çıkılmak suretiyle olsa dahi, şiddet uygulayarak çözüleceğini esas alıyordu. Davutoğlu’nu bu açıdan değerlendirecek olursak, çözümden yana biri olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Demirel’in de destek verdiği, Çiller döneminde zirve yapan bu bakış açısı, sadece Kürt Siyasal Hareketine yönelmekle kalmadı. Eşref Bitlis’ten Turgut Özal’a kadar uzandı. 3 Kasım 1996’da meydana gelen Susurluk kazasıyla birlikte bunun aktörleri gün yüzüne çıktı. Susurluk’tan sonra “derin devletle hesaplaşma” gündeme geldiyse de hiçbir zaman bunun asker ve MİT içindeki boyutu gündeme getirilmedi. Mehmet Ağar ve birkaç polisin yargılanmasının ötesine gidilmedi. 28 Şubat 1997 askeri muhtırasıyla eski bakış açısına yeniden dönüldü. Oluşan kamuoyu tepkisinin içi iyice boşaltılarak, askerin parlatılmasına dönüştürüldü.

Susurluk olayı aynı zamanda Tansu Çiller ve arkadaşları çerçevesinde oluşturulan özel savaş çetesinin işlevini kaybetmiş olmasıdır. Tansu Çiller’in siyasal İslam’ın temsilcisi Erbakan’la hükümet kurması, Erbakan’la birlikte ABD ve Batı ile ilişkilerinde sorun yaşamış olması, genel anlamda Çiller/Erbakan hükümetine bir tepki oluşmuş durumdaydı. Sonuçta 28 Şubat 1997’de alınan kararların yerine getirilmemesi nedeniyle, Çiller/Erbakan hükümeti yerini ANAP/DYP’den ayrılan bir grup/DSP hükümetine bıraktı. Erbakan’ın partisi kapatılıp, Erbakan’a siyaset yasağı getirildi. Erbakan/Çiller hükümeti, Çiller’in geçmişteki olumsuz siciline rağmen, Kürt sorunun çözümü konusunda başta Öcalan’la Mektuplaşma olmak üzere bazı gelişmelerin olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Erbakan’ın başbakanlığı döneminde atılan adımların sonuçlarından biri de “Özal dönemine” benzer bir çatışmasızlık hazırlıklarının olmasıydı. Hatta 1 Eylül 1998’de Öcalan, tek taraflı ateşkes de ilan etmişti. Bu ateşkes ilanından kısa bir süre sonra içeride ve dışarıda PKK’nin ateşkesine karşı sertlikle cevap verildi. Öcalan’ın Suriye’den çıkması için, Suriye sınırına tank yığınağı yapılarak, Suiye’ye adeta savaş ilan edildi. Bunun sonucunda Öcalan, Suriye’den ayrılmak zorunda kaldı. Burada önemli olan bir husus, Kürt sorunu konusunda AKP de dahil olmak üzere tüm hükümetlerin “Kürt sorunu ile ilgili tüm çalışmaları TSK'ya bırakmış olmasıdır. Çözümü, TSK’ya bırakma anlayışına ters düşen hükümetlerin gidici olmalarıdır.

AKP’nin Oslo Sürecinden İmralı sürecine kadar Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmayışının en önemli nedeni de TSK’nın bu konudaki angajman kurallarının devam ediyor olmasıdır. Eğer AKP’nin çözüm konusunda kendisine özgü bir planı olmuş olsaydı bunu engelleyecek hiç bir güç de olmazdı. AKP bu gerçeği bildiği halde, başarısızlığının faturasını 2009’dan sonra DTP’nin kapatılması ve kitlesel KCK tutuklamalarıyla sonuçlandırarak fatura sürekli olarak Kürt Siyasal Hareketine(KSH) çıkartılmıştır. Kobani’ye destek eylemlerinden sonra AKP’nin süreci dondurmaya karar vermesi de eskinin tekrarından başka bir şey değildir. Burada Erdoğan’ın CB olduktan sonra 30 Ağustos 2014’te ki resepsiyonda, Genel Kurmay Başkanı Necdet Özel’in “çözüm süreci konusunda bilgilendirilmedik” demiş olması, içinde TSK’nın bulunmadığı bir planın yürümeyeceğinin en önemli işaretlerinden biridir. Dikkat edilirse tüm bunlar, Davutoğlu’nun başbakan olmasıyla birlikte ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan, Davutoğlu’nun Erdoğan’a bağlılığından çok TSK’ya bağlı olduğunu söylesek yanlış değerlendirme yapmış olmayız. Çözümsüzlük adına ne varsa Davutoğlu’nun başbakanlığıyla birlikte oluyorsa artık dengelerin CB Erdoğan’ın istediği şekilde yürümediğini göstermektedir. Üstüne üstlük bunu kurnazca yaparak tıpkı 2009’da olduğu gibi HDP’yi yıpratarak suçu HDP’nin üstüne atmaktadır. Çözüm sürecinden geri adım atanın kendisi olduğu gerçeğine rağmen, medya ve diğer araçlarla HDP’ye yönelik karalama/tehdit/itibarsızlaştırma yoluna gitmektedir. 2009’da oynanan oyun tekrarlanmaktadır. Halbuki, HDP her zamandan daha fazla esnek bir politika izlemektedir. Sorumluluk taşıyan birinin hassasiyetiyle her zamandan daha fazla hareket etmektedir.

Onların, HDP'nin kullandığı dilin çözüm arayışına hizmet etmediği, şiddet içeren bir eğilim taşıdığı konusundaki görüşlerinin hiçbir dayanağı yoktur. Kobani’ye destek eylemlerinde asıl mağdurun HDP olduğu açık olmasına rağmen, ellerindeki propaganda araçlarını devreye sokarak, HDP’ye 2009’da dahi görülmeyecek biçimde fiili öldürme olaylarına teşebbüs edilmektedir. Anakara’da PM üyesine yönelik infaz girişimi bunun zirvesini oluşturmaktadır. Yapılış şekli ve zamanlaması itibarıyla 1998’de İHD Genel Başkanı Akın Birdal’a yapılan saldırıyı andırmaktadır. TİT benzeri yapılanmalar derin hücrelerinden uyanıp harekete geçmişlerdir. Sadece fiziki imha yapmakla kalmamakta, Türkiye toplumunda KSH’ne yönelik psikolojik bir harp uygulanmaktadır. Aslında AKP’nin siyaset yapıcıları oturup düşünseler bunun AKP’nin hayrına da olmadığını göreceklerdir. Davutoğlu'nun her konuşmasındaki İslami/Türk/Osmanı vurgusu, Mescid-i Aksa için gözyaşı dökmesi maskesinin düşmesini önlemeyecektir. O, Çillerleşerek Paşasının Başbakanı olmayı seçti. Böyle yapmakla AKP'nin de sonunu hızlandıracak gibi görünüyor. 

***

ÇÖZÜM SÜRECİNİ CANLANDIRMAK IŞİD'İN HALEP HESAPLARI

ÇÖZÜM SÜRECİNİ CANLANDIRMAK IŞİD'İN HALEP HESAPLARI

 
ÇÖZÜM SÜRECİNİ CANLANDIRMAK, IŞİD'İN HALEP HESAPLARI, Feyzi Çelik, ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ,  KÜRDİSTAN, Kobani, IŞİD, Afrin, Erbil, Musul, Halep,


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
02.11.2014 

1 Kasım Kobani Günü etkinliklerinde olay çıkmamış olması, tesadüfi bir durum değildir. Hükümet ve HDP arasında bu konuda yapılan görüşmeler olayların çıkmamasını sağlamış olabilir. Nitekim, hemen ardından HDP, çözüm sürecinin devamı için hükümete çağrı yapacağını duyurdu. Ancak ortalık o kadar da uygun görülmüyor. HDP ve hükümet karşılıklı olarak birbirini suçlamaya devam ediyor. KCK de yaptığı açıklamada "AKP’nin tekçi, üstenci, hegemonik zihniyeti tam da oligarşik-faşist bir nitelik kazanmıştır." Diyerek AKP'ye bakış açısını ortaya koymuştur. Erdoğan ve Davutoğlu da HDP'ye yönelik ağır suçlama ve tehditlerine devam etmektedir. Tam ortamın biraz yumuşadığının işaretlerinin görüldüğü bir anda CB Erdoğan'ın HDP'yi kast ederek "Sabrın sınırı aşılırsa olabilecekleri aklımından geçirmek istemiyorum” demiş olması, Kobani'nin bahane edildiğini söylemeye devam etmiş olması nedeniyle HDP'nin çağrısının ne kadar etkili olabileceği konusunda soru işaretleri olmaya devam etmektedir. Bu şartlarda çözüm süreci devam edebilir mi?
6-8 Ekim Kobani protesto eylemlerinden sonra hükümet köklü bir güvenlik paketiyle ortaya çıktı. HSYK seçimlerinin hükümete yakın grubun başarısıyla sonuçlanmasından da cesaret alan hükümet yasal değişikliklerden önce soruşturmaları yürüten savcı ve hakimlere TV aracılığıyla uyarılar yaptı. Bu uyarısında 6-8 Ekim olaylarında eylemcileri serbest bırakan hakim ve savcıları işaretlediklerini söyledi. Bu açıklamadan sonra kitlesel tutuklamalar başladı. İncelemelerin devam ettiği adı altında bu tutuklamalar devam ediyor. Bir aylık süre içinde 500'e yakın tutuklama oldu. Bu sayının artması bizzat Davutoğlu'nun talimatı ile olmuştur. Bana göre, hükümete çağrı yapılırken bu hususun mutlaka dile getirilmesi gerekiyor. Aksi durumda bu tutukluların ve ailelerin baskılarıyla birlikte hükümetin bu tutuklulara rehine muamelesi yapacağı, daha önceki KCK davalarıyla ortadadır. Halen binlerce KCK sanığı ağır ceza alma tehlikesi altındadır. Yine güvenlik paketi, hükümetin kamu düzenini bir silah gibi kullanarak Kürt siyasetinin demokratik eylemlerini engelleme anlayışı, MGK'dan sonra özel yetkili mahkemelerin yeniden kurulmasını ön gören kanun teklifinin TBMM'ne sunulmuş olması, hükümetin sertleşmesinin artıracağını göstermişken, HDP'nin alelacele çözüme devam mesajı vermeye hazırlanması çelişkili gibi görünse de bu konuda Öcalan'dan gelen bir talep de olabilir. Yukarıda KCK'nin AKP'yi "faşistlikle" suçlaması karşısında bunun nasıl olabileceğini belirsizleşmektedir. Diyarbakır'da hakim ve savcılara yönelik suikast yapılacağı konusundaki iddialar da geçmişte bir generalin "hakimlerin uyanık olmaları için yakındaki yerlerde bomba patlattıkları" itirafını akla getiriyor. Mardin'de bir Ağır Ceza Mahkemesinin PYD'li birine 7,5 yıl hapis cezası vermesiyle birlikte ele alındığında her bir ağır ceza mahkemesinin özel yetkili/DGM'ye dönüşebileceğini göstermektedir. 

ERDOĞAN'IN HALEP'LE İLGİLİ SÖYLEDİKLERİ VE GÜVENLİ BÖLGE TALEBİ

Erdoğan'a yeniden dönecek olursak, Erdoğan'ın Fransa dönüşünde uçakta "Suriye’de şu anda Halep de tehlikede. Ama bunlar Halep’i bir kenara koymuşlar, varsa yoksa Kobani diyorlar.” Sözleri üzerinde durulmalıdır. Bilindiği gibi Rojava'nın üç kantonundan biri olan Afrin, Halep'e komşudur. Suriye'nin Musul'u olarak da tanımlanan Halep'in IŞİD'in kontrolüne geçmesi halinde, Kobani'ye benzer tehlikenin Afrin'i beklemektedir. 
Türkiye'nin Halep'in düşebileceğini söylemiş olması, Türkiye'nin "tampon bölge/güvenli bölge" siyasetini Batılı devletlere dayattığını göstermektedir. Erdoğan'ın Halep'in düşebileceğini Fransa dönüşünde dile getirmesi, Erdoğan'ın bu görüşünü Fransa'ya söylediğini göstermektedir. 
Bazı ekonomik ve ticari anlaşmalarında görüşüldüğü bu ziyaretten Türkiye'nin güvenli bölge taleplerinin kabul edilebileceğini göstermektedir. Kürt siyaseti açısından burada önemli olan husus, Türkiye'nin güvenli bölge talebinin nasıl karşılanacağıdır. Her şeyden önce 1.7 Milyon Suriyeliyi barındıran Türkiye'nin bu Suriyelileri ne yapacağı başlı başına bir sorundur. En son 180 bin Kobani'linin de geldiği dikkate alındığında Kobani'nin durumu dahi Kürt siyasetinin Türkiye'nin güvenli bölge siyasetine karşı duruşunu zorlamaktadır. 

CB Erdoğan, Güvenli bölgenin Irak'ı da kapsayacak şekilde genişlemesini istemektedir. Erbil ve Musul'u da içine alacak bu bölge Halep'e kadar uzanmaktadır. 

Erdoğan'ın amacı Türkiye'deki Suriyelilere yerleşim birimlerini oluşturmaktır. Türkiye'nin Suriyeli mültecilere özgü kimlik verme konusundaki çalışması ve 
çalışma koşullarında serbestlik getireceğini söylemiş olması da bununla bağlantılıdır. Her üç Rojava kantonunu kapsamış olsa da bu güvenli bölgenin 
Tel Abyad'dan Halep'e kadar düşünüldüğü söylenebilir. Bu düşüncenin temel mantığında Cizire Kantonunun Güney Kürdistan'ına bağlanmasıdır. 

Ciziri'den Halep'e kadar olan bölgelerde ileride yapılacak oldu bitiyle Türkiye'ye katılımın sağlanacağı da Türkiye tarafından düşünülmektedir. 

    Bu nedenle, Kürt siyaseti bakımından Kobani'de yaşananlardan ders çıkartılmalıdır. Tehlike Afrin'in sınırlarına dayanırsa şimdiden düşünme zamanıdır. 
Afrin'de Türkiye'ye Kobani gibi göç olursa ne olacak, Kürtler'in gücü Afrin'i de Stalingrad yapmaya yetecek mi? Anlaşılan Türkiye IŞİD hançerini Afrin'e de 
göstermiş durumda. Bakalım ne olacak? Gerek hükümet gerekse HDP birinin diğerinin yerine getiremeyeceği şartlar ileri sürerse diyalogun sürmeyeceği açıktır. 

   Hükümetin "kamu düzenini" ön şart koyması gibi şartlar ileri sürüp, diyalogun ondan sonra olacağı şeklindeki dayatmalarla çözüme gidilmeyeceğinin bilinmesi 
gerekiyor. 

***

ABD'NİN DÖNÜŞÜ VE KOBANİ'NİN GELECEĞİ

ABD'NİN DÖNÜŞÜ VE KOBANİ'NİN GELECEĞİ



Feyzi Çelik

ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
02.11.2014 

Atlantik’in ötesinde "yeni dünyada" kurulduğunda bir gün onun dünyaya egemen olacağını hiç kimse tahmin edemezdi. 20.Yüzyılı kaplayan dünya savaşları, sadece imparatorlukları yıkmakla kalmadı. İngiltere, Fransa, Almanya gibi emperyal güçleri de tahtından etti. Sömürgelerini bir bir kaybeden İngiltere, kendi toprağını ve ideolojisini bile kaybetmekle karşı karşıyaydı. Kendi ülkesinde ayaklanan maden işçilerinin ücretlerini bile ödeyemezken, İngiltere'den Ortadoğu'yu, Orta Avrupa'yı, Hindistan'ı kontrol etmeyi beklemek hayal olmuştu. Bir yandan sömürgeler bağımsızlığına kavuşurken, diğer yandan Rusya'dan dünyaya yayılan Sovyet/Sosyalist sistem, Kapitalizmin merkezlerinin kapısına dayanmıştı. İşte bu koşullarda ortaya çıkan güç ABD idi. 

İkinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan bloklar arası soğuk savaşın gereği olarak ortaya çıkan NATO Sisteminin kalbinde yer alan güç ABD idi. Petrolün, normal yaşamın kaçınılmaz maddesi haline gelişi ve bu petrolün ABD'den uzak bölgelerde çıkmış olması nedeniyle taşınması ve pazarlanmasındaki riskler güçlü bir askeri yapıyı gerektiriyordu. Aksi durumda ekonomik hegemonyanın devamı mümkün olamazdı. İşte ABD'nin egemen oluşu bu koşullarda oluştu. Bu egemenlik geçmişteki sömürgecilik ilişkisinden farklıydı. 

Sömürgecilik sisteminde sömürgeciler, sömürdükleri ülkeleri merkezi idarelerilerin bir parçası gibi yönetiyorlardı. Bu ülkelerin şu veya bu şekilde bağımsızlıklarını kazanmış olmaları, klasik sömürgeciliği işlemez duruma getirmişti. Bunun yerine, eski sömürgeler içinde yaşayanlar arasında çelişkileri derinleştirip, kendileriyle çalışacak işbirlikçiler oluşturmak şeklini aldı. Bununla hem işbirliğine hazır birini bulma konusundaki imkanlar hem de o toplumlarda sürekli olarak süren çatışmalı durumun egemene bahşettiği avantajlar, geçmişte kendi sorunlarını çözme konusunda yetenekli olan bu toplumların bu özelliklerini kaybetmekle sonuçlanmış tır. ABD ve benzer güçlerin zaman zaman kurtarıcı pozisyonuyla sahneye çıkışındaki psikolojik faktör bununla bağlantılıdır. Bu aynı zamanda ABD'ye bir hukukilik-meşruiyet kalkanını oluşturuyordu. 
Son 60 yıllık sürece bakıldığında, İkinci Dünya Savaşından sonra ABD'nin Japonya/Kore'de ve Batı Avrupa'da etkinlik kurması bu hukukilik-meşruiyet temelinde oluşmuştur. Buradaki devlet/yönetim yapılarının zayıflığı ABD'nin bu ülkelerdeki topluluklarla doğrudan ilişki kurmuş olması, buralardaki egemenliği tartışılmaz bir konuma getirmiştir. Buraların ABD paralelinde kapitalizmin sorunsuz bölgeleri oluşu hem kapitalizmin gelişmesini hem de onun karşısında yer alan işçi sınıfının siyasal taleplerinden vazgeçmesiyle sonuçlanmıştır. Alman Ekonomisinin yeniden rayına girmesi, Japon mucizesi bu koşullarda oluşmuştur. ABD, bu gibi ülkelerde oluşturduğu meşruiyeti başka ülkelerde de gerçekleştirmek istemiştir. ABD açısından bunu ilk örneklerinden bir Wietnam'dır. Bu anlamda Wietnam, ABD için bir bataklık haline geldiyse de ABD'nin kendi askeri/siyasi yapılanmasının yeniden dizaynı için inanılmaz fırsatlara kavuştu. Her şeyden önce ABD'nin de yenilebilecek bir güç olduğu ortaya çıktı. Bu da ABD'yi yeni önlemler almaya itti. ABD, yeni egemenlik alanlarına yöneldi. Bu alanlar Ortadoğu ve Güney Amerika ülkeleriydi. Son 60 yılda Ortadoğu ve Güney Amerika'da "darbenin olmadığı gün olmayışının" ABD'nin bu yeni egemenlik sistemiyle doğrudan bağlantısı vardır. Günümüzde, ABD, Güney Amerika'da, ikinci dünya savaşında Batı Avrupa ve Japonya/Kore'de oluşturduğu yapıya benzer bir yapılama sağlayarak bu ülkelerdeki darbe yapılmasını gereksiz duruma getirmiştir. Buraları ekonomik anlamda kendi sistemine sorunsuz bir şekilde dahil etmiştir. Her ne kadar bu ülkelerdeki yönetimlerle siyasal anlamda çelişkiler yaşansa da bu ilişkileri sarsacak durumda değildir. Ortadoğu'da aynı durumun olduğunu söylemek mümkün değildir. Liderler, rejimler kanlı bir şekilde devrilmeye devam etmektedir. Buna rağmen istikrar ve güvenlik yoktur. Bu nedenle tıpkı Afganistan'da olduğu gibi ABD, Irak ve Suriye'de bataklık içindedir. Radikal İslam'ın etkisini kıracak bir durumda değildir. Radikal İslam'ın yayılmasını önlemek adına Arap diktatörleri ayakta tutmak için elinden geleni yapmaktadır. Arap Baharı nedeniyle sarsılan siyasi dengenin kendisi aleyhine döndüğünü gördükçe, Mısır'da olduğu gibi askeri darbeleri tezgahlanmaktan da geri durmamaktadır. Bu da ABD'yi daha fazla zorlamakta, onu meşruiyet/hukukilik zemininden uzaklaştırmaktadır. İsrail'in güvenliğinin tehlikeye atılması anlamına gelen bu durum tam ABD'yi zorlayacak duruma gelmişken, IŞİD'in önce Musul'a saldırısı sonrasında Kobani'yi kuşatmış olması, ABD hakkında oluşan olumsuz yargıları bir anda tersine çevirdi. Bunun en önemli nedeni, Türkiye'nin Irak ve Suriye'de oynamak istediği oyunun ortaya çıkışıdır. Sünni İslam'ı esas alan bu oyunda IŞİD'in Türkiye tarafından araçsallaştırmasıdır. Bu araç sallaştırmanın Esad ve Irak merkezi yönetiminden çok Şii Türkmenlere, Ezidi Kürtlere, Asurilere yönelmiş olması IŞİD'in Türkiye'nin stratejisine uymasıdır. Aslında bu tarz yönelim IŞİD'in ilham aldığı El Qaide gibi örgütlerin stratejisine de uygun değildir. Hele hele bu tür örgütlerin toplumsal taban elde etmeden Kobani gibi yerleri kuşatması akılcı da değildir. Çünkü, Kobani eline geçirse bile bunu elinde tutmak o kadar kolay değildir. Sınırlı olan gücünün büyük kısmını buraya yığdığınız zaman tıpkı Sovyetler Birliğinin Afganistan'da yaşadığı sonuçla karşlaşmanız kaçınılmazdır. Kaldı ki, IŞİD'e karşı ciddi bir direniş de söz konusudur. Buna rağmen, IŞİD'in Kobani ısrarının gerisinde Türkiye tarafından araçsallaştırmanın gereklerini yerine getiriyor demekten başka bir anlama gelmez. Kuşkusuz bunda Türkiye'nin Kürtleri "hiç bir zaman ve hiç bir yerde özne olarak görmeme" anlayışından ileri gelmektedir. İşte bu koşullarda ABD ve mütefikleri görülmemiş şekilde Kobani nedeniyle kendilerine büyük bir meşruiyet alanı buldular. Toplumsal anlamda ilk kez desteklenme anlamına gelen bu meşruiyet ABD'nin bitmeye giden ömrüne yeni bir can suyu olmuştur. Bu nedenle ABD'nin bu durumuna bakarak ABD'nin Kürtleri araçsallaştırmadığı düşüncesine kapılmamak gerekiyor. Bu da ilişkilere stratejik ortaklık şeklinde bakılmasını gerekli kılmaktadır. IŞİD'in kuşatmasının giderek devam ediyor olması, Kobani halkının gelen kışa rağmen kendi toprakların uzakta kalmış oluşu da dikkate alındığında bu durumun sürdürülebilirliği zora girmiştir. Bu da oldu bittiye getirilirek "sunulana razı olma" ile sonuçlanabilir. Kobani'ye bu yönüyle de bakmakta fayda vardır. Rojava'nın iki ana parçasından bu kadar izole olan bir bölgenin abluka altına alınarak, Rojava'nın diğer Kantonların rehine haline gelmesine neden olmuş da olabilir. Olayı "kahramanlık, direniş" algısına odaklayarak perde gerisinde "sonsuz rehinelik ve PYD'nin yönetemez" duruma getirmek amaçlanmış olabilir. Kaldı ki, kahramanlıklar bir anda simulasyona dönebilir. Ölümler acı ve intikam hırslarını körüklese bile savaşta ölümlerin donuk bir alışkanlığa döndüğü de bir gerçektir. Savaşta ölümler o kadar yoğunlaşır ki, her ailenin evine yerleşir, diğerlerinin ölümden üzülmesi azalır, kamusal ve özel yas tutma kısaltılır. Çok ölünün olduğu yerde geride kalanlar kendileriyle başbaşa kalırlar. Ölüm en korkunç olan olmaktan çıkar(Reiner Stach, Kafka Karar Yılları 1, s. 590, Sel Yayıncılık 2012). Kobani halkının şu anda Türkiye'de olması, Türkiye'deki şartların zorluklarıyla birlikte ele alındığında Kobanililerin bir an önce kendi topraklarına gidişi kadar normal bir durum olamaz. Ancak onlar Kobani'ye gittikleri zaman Kobani'yi bıraktıkları gibi göremeyecekler. Karşılarında yıkılmış, yağmalanmış, talan edilmiş bir Kobani bulacaklardı. O zaman siyasi karar alıcılarının kendilerini yuvarladıkları uçurumun boyutunu anlayacaklardır. ABD'yi kurtarıcı, Obama'yı kahraman yapmak bu şekilde başlar ve kökleşir. Asıl yaratılmak istenen de buydu. Bu başarılmış gibi görünüyor. Ne yazık ki, başta Türkiye olmak üzere bunu elbirliği ile oluşturduk. Giderek zayılayan, çulunu, pırtısını toplamaya hazırlanan ABD'ye dayalı döşeli evi kendi elimizle vermiş olduk. Biz birbirimizi "antiemperyalizm" tartışmalarıyla oyalanmaya devam edelim. 


***

Tunus seçim sonuçlarının yansımaları ve Türkiye

 Tunus seçim sonuçlarının yansımaları ve Türkiye
 


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
DÜNYA
01.11.2014 09:35:25

Tunus seçim sonuçları, yansımaları , Türkiye, Feyzi Çelik, ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ,  KÜRDİSTAN, DÜNYA,Kuzey Afrika, Libya,  Cezayir,


Tunus,  Kuzey Afrika'da Libya ile Cezayir arasına sıkışmış küçük bir devlet. Aslında Tunus, Cezayir'in bir parçası. 20.Yüzyılda, Cezayir Fransa'ya karşı bağımsızlığını kazanırken, Tunus'un Fransa ile ilişkileri Cezayir'e göre daha iyiydi. Tunus, laik iktidarlar/diktatörler yönünden Batı ile hiçbir sorun yaşamıyordu. Ta ki Arap Baharının start aldığı 2010 yılına kadar. 

Tunus'ta ayaklanmanın en önemli sonucu cumhurbaşkanı Zeynel Bin Ali'nin Suudi Arabistan'a kaçmış olmasıdır. Bin Ali, ülkeyi terk ettikten sonra yapılan seçimleri Müslüman Kardeşlerden oluşan lideri Gannuşi olan Nahda Partisi kazanmasına rağmen siyasi istikrar sağlanamadı. Bazı muhaliflere suikast yapılması ayaklamanın seyrini değiştirerek Müslüman Kardeşler karşıtı bir doğrultuya girdi. Mısır'da askeri darbe ile Mursi'ye yapılanın bir benzeri Gannuşi'ye karşı seçimler yoluyla yapıldı. Yapılan seçimlerde Nahda yenilirken, çoğunluğu sağlamasa da laik bir parti seçimleri kazandı. Böylece Arap Baharının başladığı yerde yeniden eskiye dönülmüş oldu. Suudi Arabistan'a kaçmak zorunda kalan Bin Ali'nin halefleri yeniden iktidara gelme şansını yakaladı. Kimisi bundan hareketle Türkiye'de de AKP'ye karşı güçlü laik bir siyasi yönelimin çıkacağını söylüyor ise de bu gerçekçi değildir. Bu olsaydı 2014'te yapılan iki seçimde ortaya çıkacaktı. Kaldı ki, Tunus'ta yaşananların "laik bahar" olup olmadığı da belirsizdir. Toplumsal olarak Batıcı yaşamı tercih edenlerin yoğun yaşadığı Tunus'ta, Batı'nın ekonomik desteği böyle bir sonucun alınmasına neden olabilir. Batı'nın en büyük korkusu, Kuzey Afrika'da başlayan İsyanın Cezayir ve Fas gibi ülkelere sıçramasıdır. Henüz Arap Baharı diye bir durum ortada yokken, seçimlerle başa gelen İslami Partiye karşı yapılan silahlı bastırma hareketinin yapıldığı ülke de Cezayir'dir. Cezayir'in Orta Afrika'nın Akdeniz'e geçiş noktası olduğu düşünülürse Batı'nın Cezayir'e özel önem vermesinin ne anlama geldiğini kavrayabiliyoruz. 

Tunus'ta bunlar olurken, Libya'da siyasi kargaşa devam ediyor. Ülkede büyük bir iç savaş yaşanmaktadır. Kaddafi'nin öldürülmesi ile birlikte, özel ve yabancı güçlerden oluşan Libya Ordusunun dağılmasından sonra güvenliği sağlayacak merkezi bir savunma gücünden yoksunluk, alanı radikal islamcılara ve aşiretlere bırakmış durumdadır. Petrol bakımından zengin olan Libya'da bulunan her bir yabancı güç kendisine bağlı grupları silahlandırmakta tereddüt etmemektedir. Mısır'da darbe ile, Tunus'ta seçimlerle yapılanın benzerinin Libya'da olması mümkün değildir. Libya'nın bu durumda oluşu yanıbaşında bulunan Tunus'u da rahat bırakmayacaktır. Libya'da siyasal istikrarsızlığın sağlanması, radikal islami grupların etkinliğinin azalmasına bağlıdır. Bu da Libya'da Afganistan benzeri, BM ve NATO'yu merkeze alan bir yapının kurulması ile mümkün olabilir. ABD ve Batı şu anda tüm dikkatini Irak ve Suriye'ye vermiş durumdadır. Irak'ın Sünni Bölgesinde etkinlik kuran IŞİD'in Suriye'de de etkili olmaya başlaması, daha önceden temel tehlike olan Esad'ı temel tehlike olarak görmekten vazgeçmiştir. Buna en çok karşı çıkan da Türkiye'dir. Türkiye, Esad'ı temel tehlike olarak görürken, Batı ile çelişkiler yaşamaktadır. Ancak Türkiye'nin NATO anlaşmasının tarafı oluşu, bu konuda daha ileri gitmesine engeldir. Bu nedenle, diğer ülkelerde Müslüman Kardeşlerin başına gelenlerin AKP'nin başına geleceğini söylemek doğru değildir. AKP-Batı/Küresel Kapitalizme göbekten bağlılık derecesi Arap Baharı yaşanan ülkelerle benzersiz bir durumdadır. Batı'nın Türkiye eleştirisi, Türkiye'nin bölgesel rol oynamasına yöneliktir. Ortadoğu'nun reel politiğinde bölgesel güç olunamayacağını, yaşanan gelişmeleri Türkiye acı bir şekilde öğrenmiştir. Bu acıyı kendi içinde yaşayabileceğinin örnekleri ortada iken Türkiye Batı ile ilişkilerini fabrika ayarlarına geri döndürmek durumundadır. Bunun çokça işaretleri vardır. AKP, kendi islami anlayışını uygulamaya devam ederken, Türkiye'de laik baharı bekleyenler daha fazla hüsrana uğrayacaktır. Batı'nın işine gelen de bu olacaktır. 

***

10 Ocak 2021 Pazar

KALEM HAYDUTLARI VARLIĞINI PATRONLARINA İSPAT ETMEK ZORUNDADIRLAR., BÖLÜM 2

KALEM HAYDUTLARI VARLIĞINI PATRONLARINA İSPAT ETMEK ZORUNDADIRLAR.,  BÖLÜM 2


Etiketler; Burjuvaji, Dar Kafalılar,Dar Kafalılar ve Fıkralar,Edebiyat, emek, Fıkralar, İlim, Küçük Burjuva İdeolojisi, Madde, Maksim Gorki, Öğrenmek, sanat üzerine,Tabiat,



Mektup gönderen okuyuculardan bazıları bana «Eline bastonu al, heybeyi sırtına vur, biraz yaya yürü, etrafında olup bitenlere bir iyi bak…» diye öğüt veriyor 
lar. Okuyucularımın bu dediklerini hiç yapmayacağım; çünkü, gezmelerle uğraşacak vaktim yok. Vaktiyle, epey gezip dolaştım, köylülerin bir zamanlar nasıl bir zindan ve sefalet hayatı yaşadıklarını gayet iyi bilirim. Bundan elli yıl önce mujiğin tarlasını kara sabanla sürdü ğünü, minicik kazancını elinden almak için 
yüz elin uzandığını, birçok patron olduğu halde, bir tek eğitmen olmadığını, mujiğin de binlerce yıl hiçbir şey öğrenme den yaşadığını bilirim.

Elbette ki, içinde «ucube bulunmayan aile olmaz.»

Hele bizim aile gibi çok kalabalık, 162 milyon nüfuslu bir ailede ucubelerin daha da çok olmasından daha tabii bir şey olamaz. Ucubelerin izzeti nefisleri vardır, alıngandırlar. Ucube kendine müstesna bir varlık gözü ile bakar; söylemeye ne hacet, ucubenin biri olduğuna göre, kendine böyle bir değer biçeceği meydanda.
Zekanın bu acaipliğinin temelini zihnin gevşekliğinde, hışırlığında, okumak ve öğrenmek istemeyen, kendini beğenen ya da anlamsız bilgilerle tatmin olunan 
ruhun bu garip halinde aramalıdır. Bu acaipliğe, genel olarak, tek kelime ile «budalalık» adı verilir.

Mesela; bu kendini beğenmişlerden biri bakın neler yazıyor : «Şayet gerçek benim yaratıcı çalışmama aykırı ise bu gerçeği inkar etmek hakkımdır. 

İnsan acayip bir varlıktır, diyen Dostoyevski’dir galiba. Doğru. 

Ben de düşüncenin sizin vücuda getirdiğiniz Dinyeprostroy, Magnitogorok, Nijini-Novgorod, vb. gibi bütün eserlerinizden üstün tutuyorum.» 

Bu derece deha sahibi bir ucubeye itiraz etmek boşunadır. Çünkü, bütün fantezilerin temelinde gerçek bulunduğunu, kendinden önce lehte ya da aleyhte yapılmış bir şeylere dayanmadan, insanın bir şeyler yaratamayacağını uzvî bakımdan anlayacak kabiliyette değildir. Hatta «insan acayip bir varlıktır» sözü de inkar edilemez, ama bunun için, insana evrenin küçücük bir noktasında doğup büyümüş ve bu noktada on binlerce yıl didinip, eliyle çetin çalışmalar ve aklının bütün yaratıcı çabası pahasına harikulade başarılar elde etmiş bir varlık gözü ile çok uzaktan bakmak, «evrenin derinlikleri»ni görmek ister. 
İnsanın elde ettiği en şaşılacak şey ilmidir; cesur eylemine dün de sınır çizilememiş, yarın da çizilemeyecek ilim. 
Sonra, ilim temeli üstünde doğan tekniği, hareketsiz maddenin bütün mukavemetini büyük bir kolaylıkla aşan teknik gelir. 
Daha sonra da, sözle, sesle, renkle, taş ve madeni? İdeal güzellik hayallerini, şekillerini yaratmak imkanını kendisine veren sanatı.
Böyle bakılınca insan gerçekten acayip bir büyüklükte görünür ve insan emeğinin tarihi, kültür eserinin tarihi tasavvur edilebilecek en acayip şeydir. Ama bu 
insanı bütün enginliği ile tasavvur edebilmek için, adının insanlık olduğunu hatırlamak, tabiata karşı giriştiği mücadelenin tarihini ve bu insanlık içindeki 
mücadelesini bilmek gerekir. Oysa yukarıda alınan parçanın sahibi soyundan gençlerin «deha sahibi oluşları» hep kara ve koyu cahillikle birlikte olur.
İdeolojiden bıkan delikanlı şunları yazıyor:

«Hayatta geri kaldığımdan mı, yoksa gerçekten sıyrıldığımdan mı, nedir bilmem, hakikat şu ki, Jukovski’nin çevirilerini, masallarını ve efsanelerini, Rusları ve Ludmila operasını, içinde ideolojinin zerresi bulunmayan şeyleri çok seviyorum.»

Sonra da soruyor:

«İdeoloji ile hiç ilgisi olmayan kitapların yayınlanmasına izin verilse iyi olmaz mı?»
Burjuva ailesinin temellerini koruyan Korku filminizevkine uygun buluyor:
«Düztaban ve Bastıbacağın insanı her zaman güldüren buluşlarını seviyorum.»
İstermiş ki:

«Tarlalarda çivi yerine ot bitsin, Köylü erkek traktörü, değil Köylü kadını kucaklasın.»
Bu mektubun ifade ettiği genel anlam şu: İnsan eğlenmeli.

Bu mektubu aynı soydaki mektuplardan daha budalaca bulduğumdan ötür anmış değilim. Sebep bu değil. Bu mektuptan daha budalaca yazılmış mektuplar var. 
İdeolojiden bıkan genç saf görünmek istiyor, ama, aslında, hiç de saf değil. 

Bütün ideolojilere itiraz ettiği yok; itirazı belli, tamamile belli bir ideolojiye dir. Gencin. kendisi bir ideolojiden yanadır, «insan kendini eğlendirmelidir» şiarı da aylakların ve asalakların şu eski şiarına benzer : 
«Başkaları çalışsın, biz eğlenmek istiyoruz.» İngiliz «Lakist okulu»nun Jukovski tarafından ya-pılan çevrilerini, siz de görüyorsunuz, zevkine uygun buluyor. 
Yaşadığı devrin dar kafalılığından ve zevksizliğinden nefret eden, lord olmasına rağmen, devrimci Byron, «Lakist okulu»n şairleri hakkında şunları söylemişti :
«Olsun, peki. Kazançlı mevkileriniz var, Nasibinizse, şan, şeref ve zenginliktir; Oysa, satılık fikrin değeri mi olur? Utanç bence sizinle bir meslekten olmak: 
Fikrin ne olduğundan pek haberiniz yok. Hele şeref ve namustansa, hiç…»
Daha aşağıda şöyle diyor :
«Hayasızlığınızı, gizli utancınızı Çiçekten taçların altında saklamışsınız;
Sizlere hiç haset ettiğim yok, hiç ama hiç. Şerefli, vicdanlı olan gitmez peşinizden.»
Robert Southey, Wordswortn, Coleridge ve «Lakist okulun» öteki şairleri bakan Caslereagh’in taraftarı idi‘ ler.
Bakın, Byron, bu bakan için neler söylüyor :
«Ey, hain, rezil, alçak Castlereagh! İrlanda ırmaklarını kana boyayan sen, Vatanının cellâdı kesildin; İnsanları zincire vurmak isteyen alçak…»
«Lakist okulu» şâirlerinin küçümsenmeyecek bir değerleri vardır; o da, sözlü «halk» eserlerinden çıkarılmışşeyleri gayet iyi kullanmasını bilmeleridir. 
Edebiyat tarihçilerinin orta derece kabiliyetli birer şair saydıkları Southey, Wordsworth, Coleridge, vb. gibi sanatçılar, böylelikle İngiliz dilini epey 
zenginleştirmiştir. Ünlü sairimiz Puşkin’in bu okul tarafından verilen örneğe uyarak, halk; masallarından faydalanmış olması mümkündür. 
Ama, hem «zevk», hem de malzemeyi kullanış bakımından, Puşkin ile bu şairler arasındaki temel farka da işaret itmeyi unutmayalım.
«Lakist okulu» şairleri Papaz ve Uşağı Balda gibikonuları incelemezlerdi. Puşkin masalların gerçek anlamını bozmadığı halde, Wordsworth ve grubu, halk 
yaratmalarında «aşarı şehvet, harikulade şeyler» motiflerini, kilise ile kilise ikiyüzlülüğünün bu sağlıklı din dışı yaratmalara getirdiği fikirleri ve batıl 
inançları alırlardı. Wordsworth «akla düşman kesilmesile, hatta aklı hakir görmesiyle» ün salmıştı. C’oleridge gençliğinde özgürlükçüydü, sonra Alman 
mistiği Jacob Boehme’nin çömezi kesildi. Gericinin biri olup çıktı. Southey de işe radikalizm taraftan olarak başladı, ama sonra Byron’a ve Shelley’e karşı 
beslediği azılı kin ve nefretiyle ün saldı; sonunda da, öyle bir kültür düşmanı kesildi ki, Macualay gibi tutucu bir tarihçi bile onun Konuşmalar adlı eserini 
şiddetle eleştirdi.
«Aklı» «iblisce bir günah» sayan Saksonyalı köylü Luther’in akidesi bu insanların hepsine bulaşmıştı. Biliyoruz ki, Luther’in ataları yüzyıllarca küçük 
kilise prenslerinin, şövalyelerin ve toprak sahibi soyluların kanlı hakimiyeti altında yaşamışlardı.
Luthev’e mutaassıp akidesini ilham eden işte bu hâkimiyetti. Luther akidesinin esası şudur: Hıristiyan olan kimse tamamıyla eylemsiz olmalı, hiçbir şeye karışmamalı. Diri diri derisi yüzülse bile, en küçük bir mukavemet göstermeden ıstırap çekmeli. Bu Hıristiyan yeryüzüne ait her şeye karşı kayıtsızdır, ilgisizdir. Kendisini soymalarına, boğazlamalarına, işkencelere çarptırılmalarına hiç ses çıkarmayacak; çünkü, o yeryüzünde bir din kurbanıdır. 

Köylüler Thomas Münzer, Wen-derGeiler ve daha başka şeflerin idaresinde, zalimler? karşı çıktıkları zaman, Luther şövalyelere vekilide adamlarına şöyle seslendi:
«Kendi selametiniz söz konusu! Köylülere hiç acımayıp boğazlayın, öldürün, boğun! Bunları kudurmuş köpekler gibi gebertin!»

Sovyet rejiminden bıkan delikanlının hoşlandığı şairler, ideolojilerinin esaslarını işte bu kaynaktan al-mışlardır. Şimdi de Jukovski hakkında birkaç söz söyleyeyim. Tıpkı Wordsworth ve Robert Southey gibi, Jukovski de bir «saray» şairiydi, başında çiçekten tacı vardı. Çar Nikola I’in oğlu Aleksandır II’nin eğitmeni idi, yazdığı bir makalede ölüm cezasının uygulanmasını savunmuş ve haklı göstermiş ti. Duygulu bir gericiydi; kendisi pek büyük bir şair olmamakla beraber, başkalarının eserlerini manzum olarak iyi anlatmak kabiliyetine sahipti.
İşte görülüyor ki, delikanlıyı bütün ideolojiler bıktırmıyor; anlaşıldığına göre, kötü tanıdığı belli bir ideoloji bıktırıyor. «Lakist okulu»n şiirlerini, efsaneleri, masalları sevmesini zevki ile değil de, cahilliği ile izah etmek pek mümkün. Şiirlerin, efsanelerin ve masalların da güzel sözler altında belli, hatta bazen iğrenç bir ideolojiyi gizlediklerini, belki de hamamböceklerinin, farelerin, sivrisineklerin ve bütün öteki parazitlerin bile ilkel birer «ideolojisi» olduğunu herhalde henüz bilmiyor. Çünkü mesela, toprak sudan daha sağlamdır, demir yenilmez, insan kanı besleyicidir, gibi tecrübe üstüne kurulmuş bazı kavramlar parazitlere has bir takım kavramlardır. İdeolojinin şekli ve tarzı üstünde düşünmesini bilmeyenler galiba yalnız ahmaklar ve budalalardır; ama biz burada bunların sözünü edecek değiliz.
Söylemeye gerek yok, ben eğlencelerin aleyhindedeğilim. Ama bugün içinde yaşadığımız şartları hesaba katarak, eğlenceleri biraz sınırlamak gerekir. 
Her şeyin bir zamanı vardır.
Bana öyle geliyor ki, insanların bir kısmı kendilerini durmak dinlenmek bilmeden insanlığı gerçekten kurtaran yeni sosyalist kültürün kurulması alanındaki çalışmaya verdikleri halde, geri kalan kısmı gerici yazarların ve halk düşmanlarının güzelliklerine gönüllerini, eğlendirecek olurlarsa, bu zıtlığın şöyle bir sonucu olur: Gönüllerini eğlendirenler, ya da kendilerini eğleneceye verenler bizim gerçeğimize tamamıyla zararlı oldular. Hem sonra, ben şu fikirdeyim ki, bu gerçek, «eğlendirici» olmak bakımından, yeteri kadar ilgi çekici ve zengindir. Meselâ, Gandhi ile Mac Donald, Düztabanla Bastıbacaktan az mı gülünç? Gerçeğin hainleri alçaklıkta, sinemanın hainlerini fersah fersah geçerler. Tekrar ediyorum ki, gerçek bütün buluşlara ve fantazilere her zaman temel hizmetini görmüştür. Gerçeği sinema filmlerine bakarak değil, Çörçil, Çemberlayn, Baldvin ve bu soydan «zamanımızın daha başka kahramanları» gibi centilmenlerin yapıp ettiklerine bakarak incelemekçok daha ilgi çekici, pratik olarak çok daha faydalıdır. Çok daha faydalı ve ilgi çekicidir; çünkü adı geçen centilmenler, siyasî haydutluğa olan eğilimleri yüzünden, ideolojiden bıkmış gençlerin kafataslarını çıkıntılarla süsleyebilirler. Gençler işi gücü bırakıp kuzgunları seyre dalarlarsa, bu centilmenler bunlara da aynı şeyi yapmakta gecikmeyeceklerdir. Dilerim ki, Sovyet vatandaşları arasında kuzgun seyretmek mesleğinden olanların sayıları az olsun. «Aydınlık devri» maddecilerinin devrimci ideolojisinden «bıkmış» birçok insanlar, XIX uncu yüzyıl başında, bu birkaç vatandaşın düşündükleri ve yazdıkları şeylerden daha iyisini düşünmüşler ve yazmışlardı. «Bıkanlar»ın o zamanlar yazdıkları şeyler Devrim düşmanlarının tutucu ve dinî ideolojisinin ürünüydü.
Tarlalarda biten çiviler konusunda söyleyecek bir şey bulamıyorum. Ben ömrümde ne böyle çivi, ne de böyle tarla gördüm. 

Mektubu yazan okurum herhalde şaka etmiş olacak. Köylüye gelince, bu konuda gayet inanmış ve kesin olarak söylüyorum ki, bugün de, köylü olmaktan çıkıp, kendini sosyalist ve memleketin efendisi tasavvur edince, yarın da köylü, köylü kadını hiç değişmez bir şekilde kucaklamaya devam edecek, köylü kadın da köylü erkeği aynı şekilde kucaklamaktan hiçbir zaman geri kalmayacaktır. Bu onların karşılıklı hayatî görevleridir. Hele şükür, bunun böyle olduğunu bilmeyen de yok. Zabitliğin ve riyazetin ideologları olan keşişler bile, kendi tecrübeleri ile bilirler ki, zahitlik bu görevin yerine getirilmesine hiçbir zaman engel olmaz. 

Bu görevden uzaklaşıp, bu uzaklaşmayı, ideoloji bakımından, ya eski Yunan kültürünün estetiğine olan eğilimleriyle, ya da burjuva toplumunda bir erkeği beslemenin bir kadını beslemekten daha ucuz- olduğu şeklinde basit bir olayla izah eden kulamparalarda da bu böyle. Nereye baksanız, her yerde «ideoloji» var, delikanlı. Bu ideoloji«görev»in yerine getirilmesine engel olmamış, ötedenberi nazımla nesirle, renklerle danslarla bu görevi her zaman teşvik etmiştir. Küçük 
burjuva gerçeği bize diyor ki, bu görev, her zaman, kadını al çalmış bir insan haline getiren pis ve iğrenç bir fuhuşşekline ve niteliğine bürünür. Sinemada «ailenin temellerini koruyan» darkafalı adam, kendi özel hayatında, kadını, kendini savunmak için, tabancanın ve karbon gazının hayırlı yardımına başvurmaya zorlamaktadır; bu notların baş tarafında sözünü ettiğimiz burjuva gazeteleri de, alçakçabir sadizmle, bu olayları bütün ayrıntılar ile her gün dünyaya ilân ederler.
Görülüyor ki, biz bu insanlara sevgi duyamayız, ama, bunlar birer natüralist olduklarından, çok faydalı işler görürler. Bunların ataları sarhoş babasını çırılçıplak soyan ve açıkgöz bir genç olan Ham’dı. Küçük burjuva gazetelerinin sütunlarını küçük burjuva toplumunun dağılışını gösteren sözlü tasvirlerle, adam öldürme intihar, türlü türlü hırsızlık, dolandırıcılık, haydutluk hikayeleriyle doldurmakla, bunlar da kendilerini dünyaya getiren sınıfın çıplaklığını ortaya, koymaya uğraşmaktadırlar. Bunların meslekleri küçük burjuva hayatının kanını, çamurunu, pisliklerini karıştırmak, eşeleyip durmaktır. Kendilerini tamamıyla bu işe vermişlerdir ve Avrupa burjuva kültürünün çürüyüşünü, dağılışını gösteren en canlı renklerle çizilmiş geniş bir tablohazırlanmaktadır. Kendilerini yetiştiren eski kuşaklar gibi bunlar da çürümüşlerdir, ama faydalı bir iş görmektedirler. Çünkü «naturalizmleri» gerçeği oldukça parlak bir şekilde aydınlatmaktadır. 

Bu insanların verdikleri deliller dikkatle gözden geçirmeli, ama bu delilleri taklit etmemeli. Çünkü bu ıvır zıvır insanların duyguları filan yoktur. Küçük burjuva hayatının facialarını sırf satılan, satın alınan ve «natüralist»e birazcık nafaka sağlayan bir malzeme diye düşünürler.

Bizim Sovyet gerçeğimizde de eskiden kalma şeylerin türlüsü var, ama bunlar hızla kaybolup gitmektendir. Bizde de yazı yazan özel soydan bir takım «natüralistler» var. Bunlar Ham’ın torunlarıdır, demeye di’lim varmaz. Çünkü bazen, türlü türlü pisliklerin ve çirkinliklerin var olduğunu söylemeleri, göstermeleri, sağlığı koruma endişesinden, bunların kökünü kazımak, hayatımızdan söküp atmak arzusundan ileri gelmektedir. Ama bunu yaparken, siyasî anlayışı inceliği unutuyorlar.

Gerçeği kesin bir gözle gözlüyorlar, gördüklerini de doğru olarak anlatıyorlar, bence öyle. Ama, mesela bakın edebiyat işlerinden anlayan bir yazar bir kitap yazmış; bu kitapta şöyle şeyler var:

«Keçi sakallı adam mıntıka siyasî eğitim müdürlüğünde çalışıyordu. Geleli çok olmamış. Bu işte bir yanlışlık olacak. Çünkü, vaktiyle mezar bekçisiymiş.»
Bu biraz tuhaf değil mi? Söylenen şey doğru olabilir. Her yerde adam sıkıntısı çekiyoruz. Hem bir mezar bekçisi de, siyasî bakımdan, bu kitabın yazarından pekala daha uyanık, daha bilgili olabilir. Oysa, iktidarının kötülüğünü isteyen yabancı natüralistler ile memleketimizdeki natüralistler bu fıkradan mutlaka bambaşka bir sonuç çıkaracaklardı! O sonuç da şu : Sovyet Rusya’da işçi kitlesinin siyasi eğiti m i bir takım mezar bekçilerine emanet edilmiştir. 

Fıkraya daha büyük bir acayiplik vermek için, bekçi sözü pekala mezarcı haline getirilebilir. Paris’te Berlin’de, Pragda, Sofyada., Belgradta oturan kimseler ye bizim eski göçmenler Sovyet yazarının bu sözleri ile avunacaklar, birbirlerine telefon edip bağıracaklar: «Mezarcılar hikayesini okudunuz mu? Ha, ha, ne tuhaf değil mi?» diyeceklerdir.
Yazarlarımızın yazdıkları kitaplarda bu fıkralara çok rastlıyorum ama bunları burada tekrarlayacak değilim. Çünkü küçük burjuvaların hoşuna gidecek ve umutlarını canlandıracak bir takım gerçekleri anlatarak bu adamları eğlendirmek istemem.
Beni son derece ilgilendiren bir mesele var. Yazarlarımızdaki bu küçük burjuvaların hoşuna gidecek «gerçekleri» anlatmak eğilimi nerden geliyor? Bu «gerçek» bu yazarların eserlerinden doğmuş bir sonuçtur. Adeta tamamıyla kötümser fıkraları bir araya toplamış bir yazarın eesri üstünde kendisiyle görüşmüştüm. Eserin kahramanı kendine yeteri kadar çınlayan bir ad bulamamanın azabını çekiyordu. 
Yazara sordum: Semkof adlı sersemin biri, çalışacak, okuyacak yerde, Semyokum mu olsun, Sumrakof mu olsun, yoksa Sumarkof mu, diye geveleyip durması niçin bir okuyucu olan beni ilgilendirsin? Yazarın bana verdiği cevap şu : «Hareketsizlik içinde olan, kendi içine kapanan, tıpkı sizin gibi, kendi kendine gelişen insanları ben pek severim.»
Pek acayip bir fıkra bu. Çünkü eserin müsvedesindeki haşin natüralizm, yazarın açık, ciddî ve kasvetli rornantizmiyle hiç bağdaşmıyor. Bu romantizmi yazar sözleriyle son derece güzel ifade etmesine rağmen, bu romantizm onun içinden doğacak yerde, derisine dikilmiş gibidir. Çoğu zaman bana öyle gelir ki, genç yazarlarımız gerçeğin okulundan öğreneceklerine, Freidrich Schlegel’den bir şeyler öğrenmektedirler. Bu Schlegel,bundan 132 yıl önce, insanın «Ben»inin gerçek tatrıini canlı eylemde değil, eylemsizliğin kutsal sanatında, her türlü faaliyetin yokluğunda bulduğunu vaaz etmişti. «Kendinden hoşnut» olarak yaşadı, «tabiata benzedikçe, daha memnun oldu.»
Bu en saf eylemsiz romantizm XIX’uncu ve XX’inci yüzyıllarda birçok defalar ele alındı. Çoğu zaman da, J. K. Huymans’ın Tersine adlı eserinde, o çok övülen Whitman’da, hele o çekilmez geveze Marcel Proust’ta olduğu gibi birçok acayip şekillerde genç edebiyatçılarımızın pek önemli olamayan bir kısmı tarafından eylemsiz romantizme karşı gösterilen bu büyük rağbetin eylemli, devrimci romantizme olan heyecanlı eğilimlerinden ileri gelmesi pek mümkündür; bizim gerçeğimiz bu devrimci romantizm bakımından pek zengindir; yine bu romantizm, gençliğimizin çalışmalarına kök saldığı gibi, «efsane» yaratmaz halkın evrensel eserini tamamlar. Biraz yukarıda söylediğim gibi, gençlerin eski hayatın çirkinliklerini ve acayipliklerini, bu hayattan nefret ettikleri için, bir sağlık koruması endişesiyle, devrimci romantizmi, eylemli romantizmi benimsemelerini engelleyen her şeyi ortadan kaldırmak arzusu ile ortaya dökmüş olmaları da pek mümkündür. Ama, kendi şuurunu geliştirip derinleştirerek, kendi siyasî eğitimini yaparak ancak bu romantizm kazanılabilir. «Bütün bunlar neye yarar?» sorusu ancak şu şartla ortadan kalkmış olur.
Ama dar kafalının kötü ve yavan «gerçeği» daha ölmemiştir. Yaşıyor, devrimci ideolojisinden, bıkan insanların dimağları üstünde etki yapıyor. Ham torunlarınin, «natüralistler»in, «usta kalem hırsızları»nın, bankerler tarafından para ile tutulmuş adamların, genellikle «İsterse, benden sonra kıyamet kopsun» prensibine uyarak yaşayan ıvır zıvır adamların Sovyetler Birliğine iftira etmek için kullandıkları gerçek işte bu dar kafalının yavan gerçeğidir. «Sanayileşme», «Beş yıllık plân», «Magnitostroy», «Dinyeprostroy», diyorlar Moskova nehri ile Volga’yı birleştiriyorsunuz, diyorlar, ama sizde siyasî eğitimi yöneten mezar bekçisinin biridir. Filanca yazar, kahramanlarına Oka nehri üstünde yolculuk ettirdiğini unutup, Volga nehri üstünde geçirilen bir geceyi tasvir etmiş. Okul öğretmeni falanca hanım üç aydır maaş almamış. Okurova şehrindeki kooperatif üyeleri kurbağa yemişler. Çelikten binalar, traktörler yapıyorsunuz, fabrikada her mamulün parçalarını ayrı işçilere yaptırıp sonra birleştirmesini pek ala beceriyor sunuz, ama dikiş iğnesi, firkete ara bakalım bulabilir misin? Hey Allahın belaları, siz nesiniz? vb. Bunların hepsi de doğru Ama, elden ne gelir? Viladivostok’tan Odesa’ya, Erivan’a, Murmansk’a, Taşkent’e kadar yayılan topraklar üstünde bu gerçeğe hâlâ yeteri kadar rastlamak mümkündür. 

Bu hatalar birden ortadan kaldırılamaz. 

Böyle olmakla beraber, bu hatalardan yavaş yavaş sıyrılıyoruz. Kendimizi toparladığımız zaman, hiçbir güçlük karşısında irkilmeyeceğiz. 

Düşmanlarımız fıkra halinde anlatılan bu gerçekle, suratımıza «bir tokat attıklarını» sanıyorlar. Düşmanlarımızı boş hayallerin kalın sisleri içinde bırakıp, 
bu yavan fıkraların sayısını azaltmaya bakalım. Dar kafalıyı, hoşuna gitse de, çamurla bile beslememeli. 
Bu önemli gerçeği anladığımız gün, bu fıkraların sayısı çarçabuk azalacaktır. 
O gerçek de şudur: 
Hepimiz, yaptığımızın hesabını memleket karşısında vermeliyiz. Sovyetler Birliği çapında bir sosyalist sorumluluk ve tesanüt duygusunu kendimizde 
geliştirmenin artık zamanı gelmiştir. Bu duygu ile birlikte, kendimizde siyasî anlayışı ve inceliği de geliştirmeliyiz. Hayatta ve edebiyatta fıkralar düzmekten 
bizi ancak bu anlayış kurtarır; dar kafalının bizde de canlı bir şekilde yaşadığının delillerini vererek bu dar kafalıyı avut topraklar üstünde bu hakikate hâlâ yeleri kadar.
«Ruhu hiç sosyaliste benzemediği halde, yüzü sosyaliste benzeyen» İnsandan daha kötü bir şey olamaz. Bugün kurmakta olduğumuz gelecek bize kuvvetli ve cömert elini uzatmıştır.

https://www.cafrande.org/maksim-gorki-kalem-haydutlari-vardigini-patronlarina-ispat-etmek-zorundadirlar/

KALEM HAYDUTLARI VARLIĞINI PATRONLARINA İSPAT ETMEK ZORUNDADIRLAR., BÖLÜM 1

KALEM HAYDUTLARI VARLIĞINI PATRONLARINA İSPAT ETMEK ZORUNDADIRLAR.,  BÖLÜM 1


Etiketler; Burjuvaji, Dar Kafalılar,Dar Kafalılar ve Fıkralar,Edebiyat, emek, Fıkralar, İlim, Küçük Burjuva İdeolojisi, Madde, Maksim Gorki, Öğrenmek, sanat üzerine,Tabiat,
Cafrande Kültür Sanat     



MAKSİM GORKİ, KALEM HAYDUTLARI VARLIĞINI PATRONLARINA İSPAT ETMEK ZORUNDADIRLAR
29/09/2020

Bunlar « Hayvanların Koruma Derneği»nin eylemli birer üyesi olabilir, uygar Avrupa şehirlerinin sokaklarında işçilere sopa atan polisi hiç ilgisiz seyredebilirler. Canlı hayvanı kesip biçerek fizyoloji tecrübeleri yapılmasına itiraz edebilir, tavşanların, köpek yavrularının, kobayların hayatını savunabilirler, ama aynı zamanda da, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan emperyalist savaşların kaçınılmaz oluşunu, kapitalist devletlerin vahşi sömürge siyasetini haklı gösterebilirler; patronlarının emri üzerine, Avrupa küçük burjuvalarını Sovyetler Birliğine karşı askerî müdahalede bulunmağa, Bolşeviklere karşı tedhiş hareketine girişmeğe sürükleyebilirler. Genellikle, «hem iyiliğe, hem kötülüğe karşı aynı yüz kızartıcı ilgisizliği» gösterirler, ama bankerlerin gazeteleri ile işbirliği edip, herhangi bir «iyiliği», örneğin, faşizmi salık verir, herhangi bir «kötülüğü», örneğin komünizmi suçlayabilirler.

Dar Kafalılar ve Fıkralar

Biliyoruz ki, burjuvazi, kişi üzerinde devamlı ve çeşitli etkiler yaparak mesleği, sosyal zıtlıkları uzlaştırmaktan ibaret olan bir insan tipi yaratır.

 Küçük burjuvaların kendi marazlı uzuvlarından çıkan zehirle zehirlenmeye karşı kendilerini korumak gibi tabiî bir zorunluluğun «yetiştirdiği» insandır bu. 

Bu insan «okumuştur», düşünceleri az çok ustaca anlamasını bilir. Küçük burjuvanın sahte dünya görüşünün felsefî temelleri birbirini çürüttüğü zaman da bu düşünceleri bozmasını bilir. Biliyoruz ki, küçük burjuvanın ikili bir ruhu vardır, başka türlü olamaz. Günlük hayatta ve eylemde kaba ve pervasız bir maddecilik ten yanadır; teoride ise, idealizmi salık verir, öğretir.
 Uzlaştırıcının her soydan ve her türlü zıtlıkları öğrenmesi, bu küçük, ama tamamiyle aşikâr olan zıtlığı gizlemeyi becermek içindir. Bu uzlaştırıcının ya 
da arabulucunun ödevi, genellikle bütün insanları, özellikle bu meslekte kendilerinden önce gelenler tarafından buUman dolaşmış düşünceler yumağını 
namuslu bir şekilde çözmek isteyenleri, gerçek konusunda, «aldatmak, hatalara sürüklemek »tir. Bu karışık düşünceler yumağı tümü ile küçük burjuvazinin 
varlığını haklı göstermekle kalmaz, meşru göstermek iddiasına, hele, «manevî» bakımdan, gerçeğin bütün etkilerinden tamamıyla uzak olduğunu öne süren 
«hür düşünür küçük burjuva»nın varlığını da meşru göstermek iddiasındadır. «Aldatmanın, hataya sürüklemenin» başlıca yolu, aklı, halli imkânsız kabul 
edildiği halde, yine de kılı kırk yaran soyut teorik muhakemeler konusu olmakla devam eden«ezeli sırları» derinleştirmeğe yöneltmektir. Uzlaştırıcı da ara sıra 
bu soyut teorik muhakemelere girişir. Bunu ne ödev diye, ne de zekasının derinleşme ihtiyacı diyeyapar, meslek alışkanlığı ile, hatta, çoğu zaman, 
«yapacak daha iyi bir şey bulunmadığından» ötürü yapar. Sosyal zıtlıkların arabulucu «ezeli sırlar» alanına şu muhakemeyi yaparak dalar: Bazı şeyler öğrendik, ama bildiğimiz şeyler altında gizlenen şeyi bilmiyoruz. 
Asıl bilinmesi lâzım olan da budur. Var olan her şeykimle, neyle ve nasıl başladı ve bu niçin başladı? Her şey bu arada da düşünce- bilinmeyenden hareket eder, ama bilinmeyen kendi varlığından şüphe eder mi? Eflatun’un düşünceleri arasında gramofon, pantolon, mitralyöz, ski, pipo, dikiş makinesi, verem mikrobu, sabun, ütü fikirleri var mı? 
Benim «ben» kendisi doğmadan önce var mı benim ölümümden sonra kendisini nasıl hissedecek? 
İnsan, taş iskemle üstüne mi, yoksa kendi kıçı üssüne mi oturmuştur, Yeryüzünün bu fiilde oynadığı rol nedir?
Bu türlü soruların sonu gelmez. Sözü edilen tipteki insanlar, bu türlü meseleleri halletmekle, hem «varlık hakkındaki bilgiyi derinleştirdiklerini», hem de düşüncenin hatalarını ortaya döktüklerini sanırlar (1).

En kaba kuşlar, kargalar, v.b. bu meselelerin haline bağlanır. Daha küçük çaptaki iki ayaklı ve tüysüz hayvanlar küçük burjuva gerçeğine daha yakındır ve bu gerçeğin iğrenç anlamını var kuvvetleriyle karartırlar.

Bunların çoğu karakterleriyle birer usta hırsız, fikir ve inançlarıyla hümanisttirler.
Patronlar bunları az çok iyi beslerler şu kumandayı (1) Felsefe ile alay ettiğimi sanmak yanlış olur. Hayır, ben felsefeden yanayım, ama, aşağıdan, yeryüzünden, tabiat olgula rını inceleyip tabiat kuvvetlerini insanın menfaatlerini tâbi kılan emeğin oluşumlarından gelme bir felsefeden yanayım. Ben dü şüncenin çabaya sıkı sıkıya bağlı olduğu görüşündeyim. Hare ketsiz, oturmuş, yatmış bir halde iken düşüncenin taraftarı değilim.

F: 4 verirler : «Ee, haydi bakalım, çocuklar! Bana herkesin inanacağı bir takım fikirler uydurun!» Bunlar da itaat edip Sovyetler Birliği’nde efendi olan emekçi halkın,, sırtlarına bankerleri ve fabrikatörleriyle birlikte bir çarya da bir parlamento yüklensin diye yanıp tutuştuğunu uydururlar; dövülmeyince sıkılan bir insan ırkı yaşadığını, bu insanlarda Dostoyevski’nin ispat ettiği şekilde bir ıstırap ve çile aşkının geliştiğini, vücutlarında, kan çıbanı çıktıkça daha rahatladıklarını, insanı şaşırtacak bir sabır ve tahammül gösterdiklerini ispat etmeğe çalışırlar. Peki, ama böyle oldukları ispat edilmek istenen bu insanlar, Sovyetler Birliği’ne yabancı müdahalesi sırasında, askerlik sanatının uzmanları bilgin generaller tarafından idare edilen ordulara ve Avrupa burjuvazisinin askeri birliklerine dört yıl nasıl olmuş da. sabır ve gayretle karşı gelmişler? Sovyetler Birliğindeki halkın ıstırap ve sabır aşkını ispat etmek için, zaten, arabulucular da bu olayı sanırım ki hiç hatırlatmazlar.. Bunlar Sovyet Rusya’ya ait yavan budalaca ve iğrenç fıkracıklar anlatmasını pek severler. Çoğu okuma yazma bilmeyen 162 milyon insanın harekete getirdiği bir memlekette türlü acayiplikler olacağını kim kabul etmez?
Oysa, bu 162 milyon insan, büyük bir cesaretle ileri atılıp, yeni sosyalist bir toplumu kurmağa azmetmişlerdir. Bu insanlardan önce hiç kimse böyle bir işe 
girişmemişti: kendilerine bu konuda bilgi verecek kimseyok, el emeği yok. Durum öyle ki, budalaca fıkralar uydurmak için binlerce sebep var.

Oysa, böyle yüzlerce, binlerce fıkra uydurulsa da, tarihî oluşumun gelişmesini birazcık olsun durdurmak mümkün değildir. Ama kalem haydutları, burjuva 
gazetelerin dolandırıcıları fıkranın tarihin akışını yalnız bozmakla kalmayıp, durdurmağa kadar da vardığını patronlarına ispat etmek zorundadırlar. Benim bu 
konudaki düşüncem şudur: Fıkra mizahi ise, tarihi güzelleştirir; tıpkı sanat eseri bir minyatürün eski bir vekayinamenin sayfalarını süslemesi gibi. Fıkra iğrenç, yavan ve budalaca ise, söyleyeni de, anlatanı da, muhakkak ki, iğrenç bir insandır.
Pravda Gazetesi 254’üncü sayısında «Devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz» adlı bir makale ya yınladı. Bu doğrudur ve bunu sık sık tekrarlamakta bü- 
yük fayda vardır. Saf kimselerin, ya da belki de ken dilerini saf gibi gösteren kimselerin düşündükleri gibi, devrimci teorinin «zekâ» ile de, «yaşamak 
sıkıntısı» ile de yaratılmadığı gösterilmiş olsaydı, makale daha bü yük bir eğitici etki yapar, daha da kandırıcı olurdu. Saf kimselere hatırlatılmalıdır ki, devrimci teori hayatın, tarihî eyleme dayanmaktadır; bu teorinin kökleri yeryüzünün derinliklerine, kapitalizmin çemberinden kurtulmak için uzun yıllar mücadele eden halkın tarihi içi ne kök salmıştır. Bu basit gerçeği kitaplardan öğrenen ler bu teoriyi benimsemenin kolay olduğunu söylerler. Ama, basit fikirler doğru fikirlerdir. Bu sebeple, en güç olan fikirlerdir. İnsanın beyni bir sürü acaip, yalan yan lış, ama güzel ve kurnazlıklar ile insanın aklını çelen kelimelerle çok ustaca süslenmiş fikirlerle tıka basa do ludur. 

Bir atasözü : «Kirli Paslı elbise deriye yapışır » der.

Sosyal Devrim fikri gayet basit bir fikirdir, anlattığı gerçek de tamamıyla açık bir gerçektir. Ama yüzyıllarca parlak ve çınlayan cümlelere ustaca sarılmış olan 
küçük burjuva bireyciliğinin peşin hükümleri içinde yetişmiş emekçi kitlelerin şuuruna bu fikir iyice girmeli ve yerleşmelidir. 

Fazla olarak, tanrıya inanılmaz ve tabii - atalarımızın, analarımızın, babalarımızın alıştıkları gibi- hayat, kilisenin düşündüğü gibi yani yanlış bir şekilde düşünülemez.

Sıkı ve sert bir çalışmaya, elle çalışmaya tabi tutulan insanlar binlerce yıl her şeyi yapmak kudretine olan «kader» fikri ile eğitilmişlerdi. Emekleriyle efendilerinin sosyal hayat şekillerini durmadan değiştiren ve kütürünü yaratan bu insanlar oldukları halde, bunlara hayat karşısında çaresiz kalmak ve hayata boyun eğmek öğretilmişti. Kendilerini bu kölelikten ve bu sefaletten, kurtarmasını başaran birkaç kişi, halk kitlelerine nispetle, bu kitlenin emeğinin mahsullerini gaspeden insanlar arasında yer almışlardı. Bu gasp edenlerin, hayatı kurnaz olanlar, bunun sonucu olarak da zengin yaratır, diye inanmaları için bir çok sebepler vardı. Halk kitlelerinde zenginlikleri dağıtan bir tanrının var olduğu inancını kuvvetlendirmişler di. Kiliseye dayanmayan hiç bir diktatör bulunmadığı gibi, zenginlerin halk üstünde diktatörlük etmesine geçmişte yardım etmemiş, bugün de etmiyen bir din gösterilmez.

Bütün bunlar bugün milyonlarca işçi tarafından biliniyor, ama yine de öyleyken, bütün işçilerce bilinmiyor. Sovyetler Birliğinde ne devrimci teorinin gelişme 
tarihi, ne de bu teoriyi doğuran olaylar hakkında gayet aydın bir fikre sahip milyonlarca çalışan genç köylü var, Bu gençlerin tarımın en eski zamanlardan 
bugüne kadar ki gelişme tarihini, dar kafalıların iğrenç eyleminin tarihini bilmeleri gerekir. Gençlerimizin Fabrikaların Tarihi’ni, İç Savaşın Tarihi’ni ve devrimci teorinin dar kafalıların iğrenç eylemine karşı kazandığı ilk zaferin tarihini bilmeleri gerekir. Yine gençlerimizin canlı gerçeğin, yani çalışmaların tarihini bilmeleri gerekli. Gençler arasında : «Bütün bunlar neye yarar?» sorusunu soranlar bulunduğuna göre, bunların gerçeğin sert ve hızlı gidişini anlamadıkları anlaşılıyor.
«Bütün bunlar neye yarar?» sorusu bana iki defaaynen bu şekilde, on defa da daha belirsiz bir şekilde soruldu. Bu soruyu soran gençler iki gruba ayrılabilir.
Bilinci Gruptakiler, «ideoloji»den bıkanlar ve içlerinden birinin bana yazdığı mektupta dediği gibi: «Tarlalarda çivi yerine ot bitmesini, köylü erkeğin traktörü değil. köylü kadını kucaklamasını.» arzu edenlerdir. İkinci grup dehalarına güvenenler ve :

«İhtiyar olduğunuz için bizi incelemeğe davet ettiğiniz geçmişe, sizce sevilen, bizce bilinmiyen bir duygu iie bağlanılan geçmişe hiç dayanamaksızın, günün 
bütün meselelerini tamamiyle halledebilecek kaabiliyette» olduklarına inananlar dır.

Bu grupta bir delikanlı var ki, edebiyatı olmayan bir dili Rus dilinden üstün tutup, şöyle muhakeme ediyor :

«Okumanın her zaman faydalı olduğunu ve hayatın gereksiz olayları hakkında bilgi toplamanın bir alışkanlık olmadığını bana ispat etmeleri gerek.»
Genç olduğundan şüphe ettiğim, adını vermeyen çok öfkeli birisi şöyle diyor:
«Siz bir sanatçı değilsiniz, bir öğreticisiniz ve bir ihtiyarsınız; oysa, ihtiyarlar haris olurlar ve hayatı kapıcılar ve okuyup yazması olmayan aşçı kadınlar tarafından idare edilen bir memlekette kendilerini dinleyecek hiç bir insan bulunmadığı zaman bile ders ‘ermesini severler.»

Fikirlerini bana açıkça yazan bu genç okurların düşüncelerine ben de şunu ekleyeceğim : Şu günlerde on kapiğe satılan küçük bir kitap okudum, bir 
profesörle bir öğrenci arasında geçen bir tartışmayı anlatıyor. Profesör ispat etmeğe çalışıyor ki ilmi hızla ve başarı ile ileri götürmek istiyorsak, insanlığın bütün tecrübesini, insanlığın fikrî ilerlemesinin bütün tarihini bilmek, sindirmek zorundayız. Öğrenci buna itiraz ediyor. Şöyle diyor. Hızla akıp giden hayat için, kalkınma işleri için, daha önceden hazırlanmış formülleri bilmek, teknik bir repertuvara sahip olmak yeter; «Bilimsel düşüncenin derinliklerini bilmeğe ve öğrenmeğe gelince, bu işi daha sonraya, okumak için çok boş vakit bulunduğu bir zamana bırakmalıdır». Ne yazık ki, profesör de öğrenci ile ayni düşüncededir ve bu geçebilir diye gence iyi bir uydurma not veriyor. Ve birçok sorumluluklarla dolu birgörevi, yarım yamalak öğretim gördüğü için her şeyiberbat edecek ve devlet zarar verecek bir gencin elineemanet ediyor.

«Haris ihtiyar» adı yeni verilmiş bir ad değildir. Göçmenlerin yabancı memleketler de çıkardıkları gazetelerde bana bu adı takalı çok oldu. Öğretici adımın ise, nerdeyse otuz yıllık bir geçmişi var. İhtiyar olmak benim işlemediğim bir hatadır. Bana göre, ihtiyarlık bir suç değildir, olsa olsa kurtulmamız mümkün, olmıyan can sıkıcı büyük bir şey. Hemen şunu da söyleyeyim ki, ihtiyar takımına özel bir sevgi duyduğum yok. 

Çünkü, gençliğimden beri gayet iyi bilirim ki, bir çok insanlar ihtiyarlayınca, saçları ağarıp, sıkıcı bir «bilgeliğe» ererler, zekaları müsamahasız hale gelir, çekilmez bir otorite düşkünlüğü edinir, fikirleri ispatsız eleştirisiz birer mütearife olarak kabul edilsin ister.
Deha sahibi gençler kendilerindeki aşırı eleştiri eğilimine uymak maksadıyla böyle söylediğimi sanabilirler. Hiç de öyle değil. Dövüşü kolaylaştırmak ve bu gençleri bütün kuvvetimle tokatlamak için böyle söylüyorum. Gayet iyi bilirim ki, kendilerini birer kartal sa-nan horozlar ancak yerden birkaç karış yükseğe 
kadar havalanabilirler. Ama yerden bir karış yükselmek için kendi kulaklarını çekmeğe kalkışan bazı gençlerin bu faydasız teşebbüslerine susarak cesaret 
vermek neye yarar?

Benim «geçmişi sevgili» bulduğumu sanmak saçmadır. Öyle olsaydı: «Benden sonra, isterse kıyamet kopsun» prensibine göre yaşar ve bana edebiyatçı 
mükellefliklerinden başka, hayatın bütün bulaşıcı hastalıkları, bütün çamurunu ve pisliğini silip süpürmek gibi bir sağlık memuru çalışmasını yükleyen saftan 
başka bir safta çalışırdım.

Bana imzasız mektup gönderen okuyucumun roman ve hikâye yazan bir kimseye sözüm ona yakışmaz ve zararlı saydığı bu öğreticilik işine, bu eğitmen eyle- mine olan eğilimimi ben işte bu sağlık memuru çalışmasına borçluyum. Ben öğretici olmayan sanat tanımıyorum, öğreticilik işinin okuyucunun düşüncesinde aklı ve iradesi üstünde sanat tarafından yapılan etkiyi azaltabileceği düşüncesinde de değilim.
Ben hayat boyunca öğrendim, hâlâ da öğreniyorum. Ustalarım Shakespear ile Cervantes, August Betel ile Bismarck, Leon Tolstoy ile Vladimir Lenin, Schopenhauer ile Mençikof, Flaubert ve Darwin, Stendhalile Haeckel’dir. Karl Marx da, İncil de bana çok şey öğretti. Kropotkin, Stirner gibi anarşistlerden, 
«Kilise baları»ndan da öğrendiğim şeyler oldu. …lu hayatımın elli yılını aralarında geçirdiğim doğramacılar, çobanlar, fabrika işçileri ve daha başka kimseler için de aynı şeyi söyleyebilirim. Rus folkloruna neler borçlu olduğumu da herkes bilir. Bitirip çıktığım okulda bana zararlı şeyler öğretildiğini görmedim. «Lenin ile çömezlerinden» hâlâ bir çok şeyler öğrenmeye devam ederken pek fazla bilgili olmayan narodniklerimizden ve çok bilgili olan Spengler’den de bir şeyler öğrendim. 
Mektup gönderen okuyucularım da bana bazı şeyler öğretiyorlar. Sözün kısası, çeşitli ilimler öğreten bu kursa «devam» etmeye ben « Gerçeğin okulunda çıraklık » adını vereceğim. Öğretme hakkımın yeteri kadar sağlam bir temele dayandığını söyleyeceğim.


***

Demokrasi, İstatistiklerin İstismar edilmesidir

 Demokrasi, İstatistiklerin İstismar edilmesidir.,


“Demokrasi, İstatistiklerin İstismar edilmesidir” 
Alçaklık ve İhanet Kuramı: 

Borges Ulus Baker 

Borges’in alçakları komplocudurlar. Elbette popüler polisiye kültürünün bildik kişelerinin çok ötelerine geçerler. Ama kurdukları komplolar, hesapçı, doğrudan doğruya ‘fesat’ ile tanımlanamaz bir “dolandırıcılık” türünü çağrıştırırlar. Kâh Pampaların macho’ları, kâh beynelminel ve kozmopolit Dünya Savaşı çağı 
uygarlığının karanlık kişilikleri olarak çıkarlar karşımıza. Alçaklıkları, günlük hayatın, “küçük adamların” alçaklıkları değildir; “Yolları çatallanan bahçe”lerin, labirentlerin, kaosun hakim olduğu bir uygarlık türüne uygun düşer: 

“İnsanın kendini hergün yeni alçaklıklara terk edeceğini görüyorum şimdiden; öyle ki sonuçta sadece haydutlarla askerler kalacak geriye.” 

Ufak tefek “kötüye kullanmaları”, günlük hayat içinde genellikle “bağışlanabilir” küçük komplocukları, karı-koca kavgalarındaki minik “hainlikler” birikimini, kedilerin kuyruklarına bir şeyler bağlayan çocuklarınkini, Nietzsche’nin bahsettiği “sürü insan”na ait bir ressentiment, içerleme alçaklığını Borges’in tasnifinde bulamazsınız.

Çok bilgili yazarımız, “alçaklık” ile “ihanet” arasındaki farkı da  ayırdedememektedir. Bunun nedeni, alçaklarını sanki birer “kahraman”, Poe’nunkiler türünden, üstün ve adsız, kişisel olmayan bir zekânın , önceden kestirilemez labirentlerini kateden ve her noktada, gereğini yapmaları şartıyla mutlak başarıya erişmeleri kuşkusuz her zaman muhtemel olan aktörler olarak kurgulamasıdır. Ona göre, alçaklığın kurgusu more geometrico, geometrik üslûpta işlemelidir. 

Alçaklık bir satranç tahtası üzerinde yapılan hamleler gibi icra edilir ve labirentin “sonsuzluğunun” yalnızca bir türüne uygunluk gösterir: 

“Herhangi bir vahşi eyleme girişecek kimse sanki bu eylem önceden gerçekleşmiş gibi davranmalı, kendine geçmiş kadar geriye getirilemez bir gelecek dayatmalı dır.” (Yollan Çatallanan Bahçe) Leibniz’in “sonsuz”unu yorumlayışı zamana endekslenmiştir böylece. Her öykünün bitişi, mutlak ve katıksız alçaklığın belirmesiyle mümkündür ancak. Geriye cevaplanmamış soru kalmayacak, ancak alçaklığın içerdiği ve büyük bir ustalıkla çekip çevirdiği zekânın karşısında, hüzünlü bir hayranlık damaktaki acı lezzetini bırakacaktır. Borges alçaklığı bir icraat alçaklığı değil, bir taraftan buluşlara, öte taraftan da evrensel bir insan mefhumu na gönderen bir alçaklıktır: “Bir kişinin yaptığı, bir ölçüde, bütün insanların yaptığıdır. Bu yüzden bir bahçede yapılan bir başkaldırı bütün insan ırkına bulaşır. 

Öyleyse, tek bir Yahudinin çarmıha gerilmesinin ırkı kurtarmaya yeterli olması adaletsiz değildir.” 

(Kılıcın Biçimi) Hiyerarşideki yüksek konumların kötüye kullanılmasıyla gerçekleştirilen “tezgâh” ile sokaktaki bir işportacının tezgâhında atacağı kazık arasında bir fark kalmamaktadır böylece.

Elbette Borges alçaklarını yalnızca üst sınıflardan seçmemektedir: Sokaktaki adamlar ve kadınlar da bu alçaklıklar tarihinin kişilikleri arasına girebilirler. Ancak bir şartla: Alçaklık her zaman bir komplonun labirentinden geçerek, sonsuzcasına dallanıp budaklanarak, suça dair olağan kavramlarımızın çatlaklarını zorlamalı, suçlamanın ve nefretin yönünü alçağın zararına uğrayan kurbanın aleyhine dönüştürmeye her an aday olan bir güç gösterisi yapabilmelidir. Böylece Borges, yazının araçlarıyla, kendi oluşturduğu labirentin içinde, kurguladığı alçakla belli birnoktada karşılaşacak, ama o andan itibarenonunlaeşitlenecektir: “Tarihin tarihi taklit etmek zorunda oluşu yeterince harikadır; tarihin edebiyatı taklit edişi ise inanılmaz bir haldir.” 

(Hain ile Kahraman) Alçağın öyküsünün bitiş noktası, işte bu karşılaşma ve eşitlenme andır. Bir öykü olarak “alçaklığın” anlatısı, eninde sonunda “yazar”ın ta kendisinin ürettiği bir kurgu değil midir? Modern edebiyata özgü olduğu hep söylenen “yazarın, kendini yazının ardında görünmez kılışı”, böylece uzun, 
dolambaçlı yolların en son noktasında belirecek ve böylece suça, nefrete ve antipatiye ilişkin duyguların Aristocu katharsis’inin elinden kurtulamayacaktır.
Erken dönem kitaplarından Alçaklığın Evrensel Tarihi, bu yüzden ne yeterince “evrensel”dir, ne de yeterince “Tarih”. Öncelikle, Ortaçağ edebiyatında rastladığımız “demonolojik”, iblisvari alçaklık türünü dışlamaktadır. 
Klossowski’nin gösterdiği gibi, Şeytan, aslında bir “yanılsamalar satıcısı”, bir “gözbağcı” değil, tam aksine, bir “karışımlar” ve “alaşımlar” zanaatçısı, “saf ve temiz”, pürüzsüz kavram olarak İyi’nin, Güzelin, Doğru’nun, Öz’ün, ve “Tann”nın despotluğuna, yani evren üzerindeki evsahipliğine başkaldıran salt üretkenlikti. Ama. bu üretim “ruhsal” malzemeyle gerçekleştiriliyordu: Ruhta önceden bulunmayan hiçbir karanlık yanın Şeytan tarafından üretilmesi bu yüzden mümkün değildi. Oysa Borges’e göre, “Hiçkimse herhangi biridir, biricik, tek bir ölümsüz insan bütün insanlardır. Cornelius Agrippa gibi, Tanrıyım, kahramanım, filozofum, iblisim ve dünyayım; bu ise varolmadığımı söylemenin sıkıcı bir yoludur.
” (Ölümsüz) Gilles de Rais ya da Mavi Sakal, giderek Kont Dracula, kapalı cemiyetler ve “compagnonnage”lar, sır kardeşlikleri içinde örgütlenen zanaatçı kültürleri karşısındaki bir köylü kültüründen bağımsız çıkmamışlardı ortaya. Sahtelikleri ve masalsı yüzeysellikleri bundan gelmektedir. Ancak, Borges tipi “alçaklık”, Ortaçağ kültüründe kaynaşıp duran ve sivrilen bu “alçaklıklardan” bazı unsurları ödünç almakta, üstelik modernleştirmekte ve yeniden uygulamaktadır. Borges, anlattığı alçağın “şeytani” bir kişilikle de belirlemesini arzulamaktadır. Ancak her türden “illüzyon”un mutlak bir “gerçeklik” olarak kabul edilmesi gibisinden, bütün eserinin, kuşatan bir tema, tam da bu noktada, “alçaklığın tasvirinde” doyum noktasına varmaktadır. Borges’in labirenti hiç de “sonsuz” değildir.

Ancak, Borges’in anlamak istemediği ve “evrensel” tarihine katmaya lâyık görmediği çok önemli bir alçaklık türünü, yalnızca “modern” edebiyatın değil, modern yaşam tarzlarının ta göbeğinde keşfedebilenler de vardı: Gogol, Brecht, Kafka ve Foucault tipi alçaklardır bunlar. Yazarlarının onları asla “alçak” diye 
damgalamıyor olmalarıyla ayırdedilirler. “Ölü can” alıcısının “içtenliği”, onu her türden “demonolojik” çağrışımdan, gürültüyle patlayıveren komplodan, “entrikacı” zihniyetten uzak tutmaktadır. O, basit bir memur gibidir ve çökmekte olan bir toplumun ekranında beliren çatlaklar boyunca “yolunu bulmaktadır”.
Günahkârlık, Tanrıyla birlikte çoktan geri çekilmiş, onların bıraktıkları boşlukta “herkes gibi” olan “alçaklar” kaynaşmaya başlamışlardır. Bizi Musil’in “Niteliksiz Adam”ına götürecek yollan, gerçek anlamda ilk kez açan, kahramanları “Büyük Adam”ın gölgesinde iş gören Dostoyevski değil, Gogol’dür bu yüzden. 
Gogol’ün alçağı, sanki Hegelci “büyük adam” tarihinin (Rusya’da Hegel bile inanılmaz ölçüde ‘vülgarize’ edilebilmişti) kurnazlığının panzehiridir: Bir ‘küçük adamlar ve masum alçaklıklar tarihi’… Gogolcü alçağın ana formülü, en belirgin biçimiyle Müfettiş’te ortaya çıkar: Her alçaklığın zorunlu olarak uğradığı “yanılsama”, kasabanın bütün ileri gelenlerini sararken, sahte müfettişin “memuriyet”ini geçici birkaç çıkar (birkaç kıza kur yapma fırsatı, başka bir durumda asla karşılaşmak şansına sahip olamayacağı, bir “ast”ı 
aşağılayıp, azarlama fırsatı, vb.,) uğruna üstlenişi, alçaklığın doğasında bulunan, çok özel türden bir “karşılıklılığı” ifade etmektedir. Foucault’nun modern adalet cihazının isimsiz kahramanları olarak tanıttığı, köşebaşı muhbiri, apartman kapıcısı gibi biridir o: İktidarın “kurbanı” olmadığı gibi, ona sahip de değildir; hep iki arada bir derede, iktidara “dayanak” oluşturur. 

Gerçekten de “Sarhoş edici ” bir güçten çok uzakta, üstelik asla bir “Mülk” gibi düşünülüp konulamayacak bir iktidar tipi söz konusudur. Bu iktidar tipi, evde, günlük yaşamın dolambaçlarında, köşebaşlarında, komşular arasında, cemiyetin kenarında köşesinde belirir. Bu köşebaşı insanları, istedikleri kadar “politik” kimlikten yoksun olmak, sıradanlaşmak, ortadan kaybolmak istesinler, yine de iktidarın “dayanakları” olmadan edemezler. Kafka’nın formülü işte tam da bu hali anlatıyor bize: “Bir babanın oğluna verdiği her buyrukta binlerce ölüm hükmü saklıdır.”

Borges – Ulus Baker
Alçaklık ve İhanet Kuramı

***