10 Ocak 2021 Pazar

KALEM HAYDUTLARI VARLIĞINI PATRONLARINA İSPAT ETMEK ZORUNDADIRLAR., BÖLÜM 1

KALEM HAYDUTLARI VARLIĞINI PATRONLARINA İSPAT ETMEK ZORUNDADIRLAR.,  BÖLÜM 1


Etiketler; Burjuvaji, Dar Kafalılar,Dar Kafalılar ve Fıkralar,Edebiyat, emek, Fıkralar, İlim, Küçük Burjuva İdeolojisi, Madde, Maksim Gorki, Öğrenmek, sanat üzerine,Tabiat,
Cafrande Kültür Sanat     



MAKSİM GORKİ, KALEM HAYDUTLARI VARLIĞINI PATRONLARINA İSPAT ETMEK ZORUNDADIRLAR
29/09/2020

Bunlar « Hayvanların Koruma Derneği»nin eylemli birer üyesi olabilir, uygar Avrupa şehirlerinin sokaklarında işçilere sopa atan polisi hiç ilgisiz seyredebilirler. Canlı hayvanı kesip biçerek fizyoloji tecrübeleri yapılmasına itiraz edebilir, tavşanların, köpek yavrularının, kobayların hayatını savunabilirler, ama aynı zamanda da, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan emperyalist savaşların kaçınılmaz oluşunu, kapitalist devletlerin vahşi sömürge siyasetini haklı gösterebilirler; patronlarının emri üzerine, Avrupa küçük burjuvalarını Sovyetler Birliğine karşı askerî müdahalede bulunmağa, Bolşeviklere karşı tedhiş hareketine girişmeğe sürükleyebilirler. Genellikle, «hem iyiliğe, hem kötülüğe karşı aynı yüz kızartıcı ilgisizliği» gösterirler, ama bankerlerin gazeteleri ile işbirliği edip, herhangi bir «iyiliği», örneğin, faşizmi salık verir, herhangi bir «kötülüğü», örneğin komünizmi suçlayabilirler.

Dar Kafalılar ve Fıkralar

Biliyoruz ki, burjuvazi, kişi üzerinde devamlı ve çeşitli etkiler yaparak mesleği, sosyal zıtlıkları uzlaştırmaktan ibaret olan bir insan tipi yaratır.

 Küçük burjuvaların kendi marazlı uzuvlarından çıkan zehirle zehirlenmeye karşı kendilerini korumak gibi tabiî bir zorunluluğun «yetiştirdiği» insandır bu. 

Bu insan «okumuştur», düşünceleri az çok ustaca anlamasını bilir. Küçük burjuvanın sahte dünya görüşünün felsefî temelleri birbirini çürüttüğü zaman da bu düşünceleri bozmasını bilir. Biliyoruz ki, küçük burjuvanın ikili bir ruhu vardır, başka türlü olamaz. Günlük hayatta ve eylemde kaba ve pervasız bir maddecilik ten yanadır; teoride ise, idealizmi salık verir, öğretir.
 Uzlaştırıcının her soydan ve her türlü zıtlıkları öğrenmesi, bu küçük, ama tamamiyle aşikâr olan zıtlığı gizlemeyi becermek içindir. Bu uzlaştırıcının ya 
da arabulucunun ödevi, genellikle bütün insanları, özellikle bu meslekte kendilerinden önce gelenler tarafından buUman dolaşmış düşünceler yumağını 
namuslu bir şekilde çözmek isteyenleri, gerçek konusunda, «aldatmak, hatalara sürüklemek »tir. Bu karışık düşünceler yumağı tümü ile küçük burjuvazinin 
varlığını haklı göstermekle kalmaz, meşru göstermek iddiasına, hele, «manevî» bakımdan, gerçeğin bütün etkilerinden tamamıyla uzak olduğunu öne süren 
«hür düşünür küçük burjuva»nın varlığını da meşru göstermek iddiasındadır. «Aldatmanın, hataya sürüklemenin» başlıca yolu, aklı, halli imkânsız kabul 
edildiği halde, yine de kılı kırk yaran soyut teorik muhakemeler konusu olmakla devam eden«ezeli sırları» derinleştirmeğe yöneltmektir. Uzlaştırıcı da ara sıra 
bu soyut teorik muhakemelere girişir. Bunu ne ödev diye, ne de zekasının derinleşme ihtiyacı diyeyapar, meslek alışkanlığı ile, hatta, çoğu zaman, 
«yapacak daha iyi bir şey bulunmadığından» ötürü yapar. Sosyal zıtlıkların arabulucu «ezeli sırlar» alanına şu muhakemeyi yaparak dalar: Bazı şeyler öğrendik, ama bildiğimiz şeyler altında gizlenen şeyi bilmiyoruz. 
Asıl bilinmesi lâzım olan da budur. Var olan her şeykimle, neyle ve nasıl başladı ve bu niçin başladı? Her şey bu arada da düşünce- bilinmeyenden hareket eder, ama bilinmeyen kendi varlığından şüphe eder mi? Eflatun’un düşünceleri arasında gramofon, pantolon, mitralyöz, ski, pipo, dikiş makinesi, verem mikrobu, sabun, ütü fikirleri var mı? 
Benim «ben» kendisi doğmadan önce var mı benim ölümümden sonra kendisini nasıl hissedecek? 
İnsan, taş iskemle üstüne mi, yoksa kendi kıçı üssüne mi oturmuştur, Yeryüzünün bu fiilde oynadığı rol nedir?
Bu türlü soruların sonu gelmez. Sözü edilen tipteki insanlar, bu türlü meseleleri halletmekle, hem «varlık hakkındaki bilgiyi derinleştirdiklerini», hem de düşüncenin hatalarını ortaya döktüklerini sanırlar (1).

En kaba kuşlar, kargalar, v.b. bu meselelerin haline bağlanır. Daha küçük çaptaki iki ayaklı ve tüysüz hayvanlar küçük burjuva gerçeğine daha yakındır ve bu gerçeğin iğrenç anlamını var kuvvetleriyle karartırlar.

Bunların çoğu karakterleriyle birer usta hırsız, fikir ve inançlarıyla hümanisttirler.
Patronlar bunları az çok iyi beslerler şu kumandayı (1) Felsefe ile alay ettiğimi sanmak yanlış olur. Hayır, ben felsefeden yanayım, ama, aşağıdan, yeryüzünden, tabiat olgula rını inceleyip tabiat kuvvetlerini insanın menfaatlerini tâbi kılan emeğin oluşumlarından gelme bir felsefeden yanayım. Ben dü şüncenin çabaya sıkı sıkıya bağlı olduğu görüşündeyim. Hare ketsiz, oturmuş, yatmış bir halde iken düşüncenin taraftarı değilim.

F: 4 verirler : «Ee, haydi bakalım, çocuklar! Bana herkesin inanacağı bir takım fikirler uydurun!» Bunlar da itaat edip Sovyetler Birliği’nde efendi olan emekçi halkın,, sırtlarına bankerleri ve fabrikatörleriyle birlikte bir çarya da bir parlamento yüklensin diye yanıp tutuştuğunu uydururlar; dövülmeyince sıkılan bir insan ırkı yaşadığını, bu insanlarda Dostoyevski’nin ispat ettiği şekilde bir ıstırap ve çile aşkının geliştiğini, vücutlarında, kan çıbanı çıktıkça daha rahatladıklarını, insanı şaşırtacak bir sabır ve tahammül gösterdiklerini ispat etmeğe çalışırlar. Peki, ama böyle oldukları ispat edilmek istenen bu insanlar, Sovyetler Birliği’ne yabancı müdahalesi sırasında, askerlik sanatının uzmanları bilgin generaller tarafından idare edilen ordulara ve Avrupa burjuvazisinin askeri birliklerine dört yıl nasıl olmuş da. sabır ve gayretle karşı gelmişler? Sovyetler Birliğindeki halkın ıstırap ve sabır aşkını ispat etmek için, zaten, arabulucular da bu olayı sanırım ki hiç hatırlatmazlar.. Bunlar Sovyet Rusya’ya ait yavan budalaca ve iğrenç fıkracıklar anlatmasını pek severler. Çoğu okuma yazma bilmeyen 162 milyon insanın harekete getirdiği bir memlekette türlü acayiplikler olacağını kim kabul etmez?
Oysa, bu 162 milyon insan, büyük bir cesaretle ileri atılıp, yeni sosyalist bir toplumu kurmağa azmetmişlerdir. Bu insanlardan önce hiç kimse böyle bir işe 
girişmemişti: kendilerine bu konuda bilgi verecek kimseyok, el emeği yok. Durum öyle ki, budalaca fıkralar uydurmak için binlerce sebep var.

Oysa, böyle yüzlerce, binlerce fıkra uydurulsa da, tarihî oluşumun gelişmesini birazcık olsun durdurmak mümkün değildir. Ama kalem haydutları, burjuva 
gazetelerin dolandırıcıları fıkranın tarihin akışını yalnız bozmakla kalmayıp, durdurmağa kadar da vardığını patronlarına ispat etmek zorundadırlar. Benim bu 
konudaki düşüncem şudur: Fıkra mizahi ise, tarihi güzelleştirir; tıpkı sanat eseri bir minyatürün eski bir vekayinamenin sayfalarını süslemesi gibi. Fıkra iğrenç, yavan ve budalaca ise, söyleyeni de, anlatanı da, muhakkak ki, iğrenç bir insandır.
Pravda Gazetesi 254’üncü sayısında «Devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz» adlı bir makale ya yınladı. Bu doğrudur ve bunu sık sık tekrarlamakta bü- 
yük fayda vardır. Saf kimselerin, ya da belki de ken dilerini saf gibi gösteren kimselerin düşündükleri gibi, devrimci teorinin «zekâ» ile de, «yaşamak 
sıkıntısı» ile de yaratılmadığı gösterilmiş olsaydı, makale daha bü yük bir eğitici etki yapar, daha da kandırıcı olurdu. Saf kimselere hatırlatılmalıdır ki, devrimci teori hayatın, tarihî eyleme dayanmaktadır; bu teorinin kökleri yeryüzünün derinliklerine, kapitalizmin çemberinden kurtulmak için uzun yıllar mücadele eden halkın tarihi içi ne kök salmıştır. Bu basit gerçeği kitaplardan öğrenen ler bu teoriyi benimsemenin kolay olduğunu söylerler. Ama, basit fikirler doğru fikirlerdir. Bu sebeple, en güç olan fikirlerdir. İnsanın beyni bir sürü acaip, yalan yan lış, ama güzel ve kurnazlıklar ile insanın aklını çelen kelimelerle çok ustaca süslenmiş fikirlerle tıka basa do ludur. 

Bir atasözü : «Kirli Paslı elbise deriye yapışır » der.

Sosyal Devrim fikri gayet basit bir fikirdir, anlattığı gerçek de tamamıyla açık bir gerçektir. Ama yüzyıllarca parlak ve çınlayan cümlelere ustaca sarılmış olan 
küçük burjuva bireyciliğinin peşin hükümleri içinde yetişmiş emekçi kitlelerin şuuruna bu fikir iyice girmeli ve yerleşmelidir. 

Fazla olarak, tanrıya inanılmaz ve tabii - atalarımızın, analarımızın, babalarımızın alıştıkları gibi- hayat, kilisenin düşündüğü gibi yani yanlış bir şekilde düşünülemez.

Sıkı ve sert bir çalışmaya, elle çalışmaya tabi tutulan insanlar binlerce yıl her şeyi yapmak kudretine olan «kader» fikri ile eğitilmişlerdi. Emekleriyle efendilerinin sosyal hayat şekillerini durmadan değiştiren ve kütürünü yaratan bu insanlar oldukları halde, bunlara hayat karşısında çaresiz kalmak ve hayata boyun eğmek öğretilmişti. Kendilerini bu kölelikten ve bu sefaletten, kurtarmasını başaran birkaç kişi, halk kitlelerine nispetle, bu kitlenin emeğinin mahsullerini gaspeden insanlar arasında yer almışlardı. Bu gasp edenlerin, hayatı kurnaz olanlar, bunun sonucu olarak da zengin yaratır, diye inanmaları için bir çok sebepler vardı. Halk kitlelerinde zenginlikleri dağıtan bir tanrının var olduğu inancını kuvvetlendirmişler di. Kiliseye dayanmayan hiç bir diktatör bulunmadığı gibi, zenginlerin halk üstünde diktatörlük etmesine geçmişte yardım etmemiş, bugün de etmiyen bir din gösterilmez.

Bütün bunlar bugün milyonlarca işçi tarafından biliniyor, ama yine de öyleyken, bütün işçilerce bilinmiyor. Sovyetler Birliğinde ne devrimci teorinin gelişme 
tarihi, ne de bu teoriyi doğuran olaylar hakkında gayet aydın bir fikre sahip milyonlarca çalışan genç köylü var, Bu gençlerin tarımın en eski zamanlardan 
bugüne kadar ki gelişme tarihini, dar kafalıların iğrenç eyleminin tarihini bilmeleri gerekir. Gençlerimizin Fabrikaların Tarihi’ni, İç Savaşın Tarihi’ni ve devrimci teorinin dar kafalıların iğrenç eylemine karşı kazandığı ilk zaferin tarihini bilmeleri gerekir. Yine gençlerimizin canlı gerçeğin, yani çalışmaların tarihini bilmeleri gerekli. Gençler arasında : «Bütün bunlar neye yarar?» sorusunu soranlar bulunduğuna göre, bunların gerçeğin sert ve hızlı gidişini anlamadıkları anlaşılıyor.
«Bütün bunlar neye yarar?» sorusu bana iki defaaynen bu şekilde, on defa da daha belirsiz bir şekilde soruldu. Bu soruyu soran gençler iki gruba ayrılabilir.
Bilinci Gruptakiler, «ideoloji»den bıkanlar ve içlerinden birinin bana yazdığı mektupta dediği gibi: «Tarlalarda çivi yerine ot bitmesini, köylü erkeğin traktörü değil. köylü kadını kucaklamasını.» arzu edenlerdir. İkinci grup dehalarına güvenenler ve :

«İhtiyar olduğunuz için bizi incelemeğe davet ettiğiniz geçmişe, sizce sevilen, bizce bilinmiyen bir duygu iie bağlanılan geçmişe hiç dayanamaksızın, günün 
bütün meselelerini tamamiyle halledebilecek kaabiliyette» olduklarına inananlar dır.

Bu grupta bir delikanlı var ki, edebiyatı olmayan bir dili Rus dilinden üstün tutup, şöyle muhakeme ediyor :

«Okumanın her zaman faydalı olduğunu ve hayatın gereksiz olayları hakkında bilgi toplamanın bir alışkanlık olmadığını bana ispat etmeleri gerek.»
Genç olduğundan şüphe ettiğim, adını vermeyen çok öfkeli birisi şöyle diyor:
«Siz bir sanatçı değilsiniz, bir öğreticisiniz ve bir ihtiyarsınız; oysa, ihtiyarlar haris olurlar ve hayatı kapıcılar ve okuyup yazması olmayan aşçı kadınlar tarafından idare edilen bir memlekette kendilerini dinleyecek hiç bir insan bulunmadığı zaman bile ders ‘ermesini severler.»

Fikirlerini bana açıkça yazan bu genç okurların düşüncelerine ben de şunu ekleyeceğim : Şu günlerde on kapiğe satılan küçük bir kitap okudum, bir 
profesörle bir öğrenci arasında geçen bir tartışmayı anlatıyor. Profesör ispat etmeğe çalışıyor ki ilmi hızla ve başarı ile ileri götürmek istiyorsak, insanlığın bütün tecrübesini, insanlığın fikrî ilerlemesinin bütün tarihini bilmek, sindirmek zorundayız. Öğrenci buna itiraz ediyor. Şöyle diyor. Hızla akıp giden hayat için, kalkınma işleri için, daha önceden hazırlanmış formülleri bilmek, teknik bir repertuvara sahip olmak yeter; «Bilimsel düşüncenin derinliklerini bilmeğe ve öğrenmeğe gelince, bu işi daha sonraya, okumak için çok boş vakit bulunduğu bir zamana bırakmalıdır». Ne yazık ki, profesör de öğrenci ile ayni düşüncededir ve bu geçebilir diye gence iyi bir uydurma not veriyor. Ve birçok sorumluluklarla dolu birgörevi, yarım yamalak öğretim gördüğü için her şeyiberbat edecek ve devlet zarar verecek bir gencin elineemanet ediyor.

«Haris ihtiyar» adı yeni verilmiş bir ad değildir. Göçmenlerin yabancı memleketler de çıkardıkları gazetelerde bana bu adı takalı çok oldu. Öğretici adımın ise, nerdeyse otuz yıllık bir geçmişi var. İhtiyar olmak benim işlemediğim bir hatadır. Bana göre, ihtiyarlık bir suç değildir, olsa olsa kurtulmamız mümkün, olmıyan can sıkıcı büyük bir şey. Hemen şunu da söyleyeyim ki, ihtiyar takımına özel bir sevgi duyduğum yok. 

Çünkü, gençliğimden beri gayet iyi bilirim ki, bir çok insanlar ihtiyarlayınca, saçları ağarıp, sıkıcı bir «bilgeliğe» ererler, zekaları müsamahasız hale gelir, çekilmez bir otorite düşkünlüğü edinir, fikirleri ispatsız eleştirisiz birer mütearife olarak kabul edilsin ister.
Deha sahibi gençler kendilerindeki aşırı eleştiri eğilimine uymak maksadıyla böyle söylediğimi sanabilirler. Hiç de öyle değil. Dövüşü kolaylaştırmak ve bu gençleri bütün kuvvetimle tokatlamak için böyle söylüyorum. Gayet iyi bilirim ki, kendilerini birer kartal sa-nan horozlar ancak yerden birkaç karış yükseğe 
kadar havalanabilirler. Ama yerden bir karış yükselmek için kendi kulaklarını çekmeğe kalkışan bazı gençlerin bu faydasız teşebbüslerine susarak cesaret 
vermek neye yarar?

Benim «geçmişi sevgili» bulduğumu sanmak saçmadır. Öyle olsaydı: «Benden sonra, isterse kıyamet kopsun» prensibine göre yaşar ve bana edebiyatçı 
mükellefliklerinden başka, hayatın bütün bulaşıcı hastalıkları, bütün çamurunu ve pisliğini silip süpürmek gibi bir sağlık memuru çalışmasını yükleyen saftan 
başka bir safta çalışırdım.

Bana imzasız mektup gönderen okuyucumun roman ve hikâye yazan bir kimseye sözüm ona yakışmaz ve zararlı saydığı bu öğreticilik işine, bu eğitmen eyle- mine olan eğilimimi ben işte bu sağlık memuru çalışmasına borçluyum. Ben öğretici olmayan sanat tanımıyorum, öğreticilik işinin okuyucunun düşüncesinde aklı ve iradesi üstünde sanat tarafından yapılan etkiyi azaltabileceği düşüncesinde de değilim.
Ben hayat boyunca öğrendim, hâlâ da öğreniyorum. Ustalarım Shakespear ile Cervantes, August Betel ile Bismarck, Leon Tolstoy ile Vladimir Lenin, Schopenhauer ile Mençikof, Flaubert ve Darwin, Stendhalile Haeckel’dir. Karl Marx da, İncil de bana çok şey öğretti. Kropotkin, Stirner gibi anarşistlerden, 
«Kilise baları»ndan da öğrendiğim şeyler oldu. …lu hayatımın elli yılını aralarında geçirdiğim doğramacılar, çobanlar, fabrika işçileri ve daha başka kimseler için de aynı şeyi söyleyebilirim. Rus folkloruna neler borçlu olduğumu da herkes bilir. Bitirip çıktığım okulda bana zararlı şeyler öğretildiğini görmedim. «Lenin ile çömezlerinden» hâlâ bir çok şeyler öğrenmeye devam ederken pek fazla bilgili olmayan narodniklerimizden ve çok bilgili olan Spengler’den de bir şeyler öğrendim. 
Mektup gönderen okuyucularım da bana bazı şeyler öğretiyorlar. Sözün kısası, çeşitli ilimler öğreten bu kursa «devam» etmeye ben « Gerçeğin okulunda çıraklık » adını vereceğim. Öğretme hakkımın yeteri kadar sağlam bir temele dayandığını söyleyeceğim.


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder