Demokrasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Demokrasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ekim 2021 Cuma

5.YILINDA ARAP BAHARI - ARAP UYANIŞI MI YOKSA BÖLGESEL BİR KAOS MU? BÖLÜM 1

5.YILINDA ARAP BAHARI - ARAP UYANIŞI MI YOKSA BÖLGESEL BİR KAOS MU?  BÖLÜM 1



Yrd. Doç. Dr. Yiğit Anıl Güzelipek, Arap Baharı, Demokrasi, Sivil Kültür, Kaos, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Prof. Dr. Rabia Karakaya Polat, 



    5.YILINDA ARAP BAHARI: ARAP UYANIŞI MI YOKSA BÖLGESEL BİR KAOS MU?

Yrd. Doç. Dr. Yiğit Anıl Güzelipek

Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi, guzelipek@gmail.com

Yeni Ortadoğu: Toplum, Siyaset ve Ekonomi Ortadoğu asırlar boyu uluslararası siyasetin merkezinde yer almış, araştırmacı ve siyaset yapıcıların ilgi odağı olmuştur. 

Bu ilgiye rağmen, 2010 yılında başlayan ve ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan halk ayaklanmaları ve bu çerçevede yaşanan siyasal, ekonomik ve sosyal dönüşümler siyasetçiler ve sosyal bilimciler tarafından öngörülememiş ve mevcut varsayımları derinden sarsmıştır. 

Bir yandan demokratikleşme hareketleri ve ekonomik bir dönüşüm yaşayan bölge, diğer yandan iç çatışmaların, darbelerin ve vekalet savaşlarının merkezi haline gelmiş, ve tüm bu gelişmeler yeni yaklaşımları ve analizleri gerekli kılmıştır. 

Bu çerçevede Işık Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, Arap Baharı’yla başlayan süreçte bölgede gözlemlenen yeni toplumsal, ekonomik, iç ve dış siyasal dinamikleri akademik alanda tartışmaya açmak amacıyla ‘Yeni Ortadoğu’ başlıklı bir konferans düzenledi. Bu konferans çerçevesinde 24-25 Mart 2016 tarihlerinde Maslak Kampüsü’nde bizzat sunulan ve tam metin olarak bize iletilen bildirilerden bu kitabı oluşturduk. 

Konferansa emeği geçen herkese teşekkür eder, konferans ve Bildiri Kitabı’nın Ortadoğu çalışmalarına katkı yapmasını dilerim. 

Düzenleme Kurulu adına, 

Prof. Dr. Rabia Karakaya Polat 

Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı 

FMV Işık Üniversitesi 

İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 

ISBN 978-605-66181-1-6 (e-Kitap) 

FMV Işık Üniversitesi Yayınları 

FMV Işık Araştırma ve Danışmanlık Tic. A.Ş. 


Adres: FMV Işık Üniversitesi, Maslak Kampüsü, Büyükdere Cad. No: 2/220 

Maslak/Sarıyer/İSTANBUL Telefon: +90 (216) 528 70 50 Sertifika No: 33007 

ÖZET

Ortadoğu’da 17 Aralık 2010 tarihinde başlayan ve domino etkisi gösteren sosyo-politik hareketin 5. yılına girilmiş olmasına rağmen halen Arap Baharı’nın amacına ulaşmış başarılı bir hareket mi olduğu yoksa Ortadoğu’yu tümden kaosa sürükleyecek tarihsel bir hata mı olduğu üzerinde mutabık olunamayan bir tartışma olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tartışmanın en önemli sebeplerinden birisi hareketin, gerçekleşmiş olduğu her ülkede aynı sonucu doğurmamış olmasıdır. Bir başka ifadeyle sayısı oldukça az olmak beraber bazı ülkelerde bu süreç demokratik reform mücadelesinin ilk adımını oluşturmuş, Suriye, Libya ve Mısır örneklerinden hareketle bazı ülkelerde de uzun yıllar devam etmesi beklenen bir kaosa dönüşmüştür. Bu çalışma Arap Baharı’nın amaçları ve sonuçları arasındaki uyumu tartışmayı amaçlamaktadır. Çalışmada yöntem olarak Almond ve Verba’nın Politik Kültür Kuramı kullanılmıştır. Çalışmadan elde edilen sonuçlara göre Ortadoğu toplumları siyaset kültürü bağlamında Arap Baharı’nın beklenen en önemli çıktısı olan demokrasiye uygun değildir. Arap

Baharı’nın gerçekleşmiş olduğu farklı ülkelerin birçoğunda değiştirilmesi planlanan düzenden çok daha kaotik bir yapıya sebebiyet vermesi bu durumu kanıtlar niteliktedir. Son tahlilde Ortadoğu coğrafyasını ilerleyen dönemlerde 2010 öncesine nazaran çok daha kaotik bir konjonktür beklemektedir.

1. Giriş

Hiç şüphesiz ki 2010 yılında Tunuslu Muhammed Buazizi’nin toplumsal bir bunalımın kişisel bir bunalıma dönüşmesi sonucu kendini ateşe vererek başlatmış olduğu Arap Baharı pek çok insanın tahmin dahi edemeyeceği bir yapıya bürünmüştür. İşsizlik ve kötü yaşam şartları temelli bu hareket aslına bakılacak olursa Arap toplumlarının geleneksel diktatöryal yönetim yapısına karşı başlatmış oldukları bir isyan hareketi niteliğini taşımaktadır.

Öte yandan, Arap Baharı hareketinin bu kadar öngörülemez bir yapıya sahip olması iki farklı dinamikten kaynaklanmaktadır. Tunus orijinli bu hareketin, bunalım dönemlerinde vatandaşın hükümete karşı yapmış olduğu münferit protestolardan birisi olmasının ötesinde domino etkisi şeklinde son derece geniş coğrafyalara yayılan bir halk hareketi olması her şeyden önce Arap toplumlarının benzer konulardaki geçmiş tecrübelerine ters bir durumdur. Bir başka ifadeyle modern dönemde Arap toplumlarının demokratikleşme faydası doğrultusunda yönetime karşı isyanvari bir harekete girişmiş oldukları kayda değer bir örnek yoktur.

İkinci olarak ise başta Tunus Eski Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali, Libya Eski Lideri Muammer Kaddafi ve Mısır Eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek olmak üzere güçleri ve halk üzerindeki sahip oldukları kontrol ve etkiyle ün salmış diktatörlerin muhalif bir hareket sonucunda devrilecekleri de pek çok kişi tarafından beklenmedik bir olay olarak nitelendirilmiştir. Pek çok askeri darbe veya halk hareketinde olduğu gibi yönetim sınıfının iktidardan indirilmesiyle beraber yeni yönetici sınıfın ne şekilde oluşturulacağı sorusu farklı ülkeler özelinde Arap toplumunun ortak politik kaygısına dönüşmüştür. Genellikle geçici hükümet konseyleri şeklinde üretilen geçici çözümlerin neticesinde Arap Baharı’nı tecrübe eden hemen hemen bütün ülkelerde halen devam eden bu süreç bütün bu ülkeleri eskisinden çok daha kaotik bir yapıya dönüştürmüştür.

Bu nedenle, oldukça fazla bilinmezliğin bir arada yaşandığı kanlı bir süreç olan Arap Baharı, başlangıcından kısa bir süre sonra hem içsel hem de dışsal dinamikler tarafından sorgulanmaya başlanmıştır.

Arap Baharı’nın sorgulanması süreci en basit ifadeyle “Başlatılan bu hareket elde edilen sonuçlara tercih edilebilir mi?” sorusuna bağlı olarak işlemektedir. Bu bağlamda Arap Strateji Formu sadece 2010-2014 yılları arasında yaşanan gelişmelerin ekonomik maliyetinin 833.7 milyar Dolar, iç ve dış göç nedeniyle meydana gelen mülteci krizinin dış ülkelere maliyetinin 48,7 milyar Dolar; daha da önemlisi meydana gelen çatışmalar ve terör eylemleri nedeniyle hayatını kaybeden ve yaralanan insan sayısının da 1.34 milyon olduğu bilgisini vermiştir.

( http://www.trthaber.com/haber/dunya/arap-baharinin-ekonomik-maliyeti-833-milyar-dolar-222944.html )

Yukarıda verilen bu bilgiler ışığında siyasette ve toplumsal yaşamda demokratikleşme ve insan haklarına daha saygılı rejimler arzusuyla başlayan bu süreç ulaşılan mevcut durumda hedeflenen gelişmelerden hiçbirisini sağlayamamıştır. Tam aksine altyapı, üstyapı, insan gücü, siyasi gelenekler ve ekonomik yapılarının da çökmesi sebebiyle hedeflenen gelişmelerin sağlanması çok uzun bir süre boyunca da mümkün görünmemektedir.

Çalışmanın bu bölümünde öncelikle Arap Baharı’nı ortaya çıkaran dinamikler tartışılacak daha sonra ise Almond ve Verba’nın Politik Kültür Kuramı, Arap Baharı’na uyarlanacaktır.

2. Arap Baharı’nı Meydana Getiren Sosyo ekonomik ve Dışsal Dinamikler

1950’li yıllardan itibaren askeri darbelerle yönetime gelen Arap liderler idare etmiş oldukları halklarla aşağıdaki hususlarda adeta yazısız bir anlaşma yapmıştır.

1) Sosyal hizmetler, sağlık ve eğitim hizmetlerinin sağlanabilmesi için güçlü bir bürokrasi geleneğininkurulması;

2) Başta İsrail’le yaşanan sorunlar kaynaklı, genişletilmiş bir güvenlik paradigmasının ve güçlü bir askeriyapının oluşturulması;

3) Devlet sektörüne ait çok sayıda fabrika ve firmanın kurulması;

4) Temel gıdaların ve enerjinin devlet tarafından sübvanse edilmesi (Wincker, 2013)

Görüldüğü üzere Soğuk Savaş’ın başlamasıyla beraber uluslararası sistemde kendini gösteren ideolojik kamplaşmalar kendini Ortadoğu’da da göstermiş ve Mısır, Libya ve Suriye’nin de içinde bulunduğu birçok ülke sosyalist ideolojiyi ve uygulamalarını benimsemiştir. Yukarıda özetlenen dört maddenin ikincisi hariç hepsi halk ile yönetici sınıf arasındaki bağları güçlendirerek rejimlerin meşruiyetini arttırırken, genişletilmiş güvenlik paradigması zamanla toplumsal özgürlükleri bastırarak sadece itaat eden halk kitleleri oluşmasını sağlamıştır. Bir başka ifadeyle Arap toplumları yaşamsal ihtiyaçları devlet tarafından karşılanarak tebaalaştırılmıştır. Tüm komünist geçmişe sahip ülkelerde olduğu gibi Arap Baharı’nı tecrübe eden ülkelerde de her ne kadar halkın, asgari yaşamsal ekonomik ihtiyaçlarının karşılanmasından ötürü tatmin olması beklense de sistemin yapısı gereği gelişime ve değişime kapalı olması nedeniyle başta Libya, Mısır ve Suriye örnekleri olmak üzere ekonomik sistem yıllar içerisinde kendini yenileyememiş ve liberal kapitalist dalgaya karşı koyamamıştır.

Bu yolla ekonomik açıdan halk yanlısı görünen rejimler ilerleyen süreçlerde korku imparatorluğuna dönüşerek içsel meşruiyetlerini arttırma yoluna gitmişlerdir. Bu rejimlerin dışsal meşruiyetlerini ortadan kaldıran olay ise 11 Eylül 2001 saldırıları olmuştur. 

Bu tarihten sonra ABD’nin Ortadoğu politikası salt jeostratejik çıkarların ötesinde ideolojik kaygılarla şekillenmeye başlamıştır. Ortadoğu’daki otokratik rejimlerin liberal rejimlere dönüştürülmesini hedefleyen proje kısa ve orta vadede bölge ülkelerinin de en büyük korkusu olan İslamcıları iktidara taşıma riskini beraberinde getirmiştir. (Altunışık, 2013) Bu durumun sebep olması mümkün en büyük risk ise Arap Baharı’nın bir demokratikleşme hareketi olamayıp sadece otokratik iktidarları teokratik iktidarla dönüştüren siyasal bir hareket olma tehlikesidir.

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


10 Ocak 2021 Pazar

Demokrasi, İstatistiklerin İstismar edilmesidir

 Demokrasi, İstatistiklerin İstismar edilmesidir.,


“Demokrasi, İstatistiklerin İstismar edilmesidir” 
Alçaklık ve İhanet Kuramı: 

Borges Ulus Baker 

Borges’in alçakları komplocudurlar. Elbette popüler polisiye kültürünün bildik kişelerinin çok ötelerine geçerler. Ama kurdukları komplolar, hesapçı, doğrudan doğruya ‘fesat’ ile tanımlanamaz bir “dolandırıcılık” türünü çağrıştırırlar. Kâh Pampaların macho’ları, kâh beynelminel ve kozmopolit Dünya Savaşı çağı 
uygarlığının karanlık kişilikleri olarak çıkarlar karşımıza. Alçaklıkları, günlük hayatın, “küçük adamların” alçaklıkları değildir; “Yolları çatallanan bahçe”lerin, labirentlerin, kaosun hakim olduğu bir uygarlık türüne uygun düşer: 

“İnsanın kendini hergün yeni alçaklıklara terk edeceğini görüyorum şimdiden; öyle ki sonuçta sadece haydutlarla askerler kalacak geriye.” 

Ufak tefek “kötüye kullanmaları”, günlük hayat içinde genellikle “bağışlanabilir” küçük komplocukları, karı-koca kavgalarındaki minik “hainlikler” birikimini, kedilerin kuyruklarına bir şeyler bağlayan çocuklarınkini, Nietzsche’nin bahsettiği “sürü insan”na ait bir ressentiment, içerleme alçaklığını Borges’in tasnifinde bulamazsınız.

Çok bilgili yazarımız, “alçaklık” ile “ihanet” arasındaki farkı da  ayırdedememektedir. Bunun nedeni, alçaklarını sanki birer “kahraman”, Poe’nunkiler türünden, üstün ve adsız, kişisel olmayan bir zekânın , önceden kestirilemez labirentlerini kateden ve her noktada, gereğini yapmaları şartıyla mutlak başarıya erişmeleri kuşkusuz her zaman muhtemel olan aktörler olarak kurgulamasıdır. Ona göre, alçaklığın kurgusu more geometrico, geometrik üslûpta işlemelidir. 

Alçaklık bir satranç tahtası üzerinde yapılan hamleler gibi icra edilir ve labirentin “sonsuzluğunun” yalnızca bir türüne uygunluk gösterir: 

“Herhangi bir vahşi eyleme girişecek kimse sanki bu eylem önceden gerçekleşmiş gibi davranmalı, kendine geçmiş kadar geriye getirilemez bir gelecek dayatmalı dır.” (Yollan Çatallanan Bahçe) Leibniz’in “sonsuz”unu yorumlayışı zamana endekslenmiştir böylece. Her öykünün bitişi, mutlak ve katıksız alçaklığın belirmesiyle mümkündür ancak. Geriye cevaplanmamış soru kalmayacak, ancak alçaklığın içerdiği ve büyük bir ustalıkla çekip çevirdiği zekânın karşısında, hüzünlü bir hayranlık damaktaki acı lezzetini bırakacaktır. Borges alçaklığı bir icraat alçaklığı değil, bir taraftan buluşlara, öte taraftan da evrensel bir insan mefhumu na gönderen bir alçaklıktır: “Bir kişinin yaptığı, bir ölçüde, bütün insanların yaptığıdır. Bu yüzden bir bahçede yapılan bir başkaldırı bütün insan ırkına bulaşır. 

Öyleyse, tek bir Yahudinin çarmıha gerilmesinin ırkı kurtarmaya yeterli olması adaletsiz değildir.” 

(Kılıcın Biçimi) Hiyerarşideki yüksek konumların kötüye kullanılmasıyla gerçekleştirilen “tezgâh” ile sokaktaki bir işportacının tezgâhında atacağı kazık arasında bir fark kalmamaktadır böylece.

Elbette Borges alçaklarını yalnızca üst sınıflardan seçmemektedir: Sokaktaki adamlar ve kadınlar da bu alçaklıklar tarihinin kişilikleri arasına girebilirler. Ancak bir şartla: Alçaklık her zaman bir komplonun labirentinden geçerek, sonsuzcasına dallanıp budaklanarak, suça dair olağan kavramlarımızın çatlaklarını zorlamalı, suçlamanın ve nefretin yönünü alçağın zararına uğrayan kurbanın aleyhine dönüştürmeye her an aday olan bir güç gösterisi yapabilmelidir. Böylece Borges, yazının araçlarıyla, kendi oluşturduğu labirentin içinde, kurguladığı alçakla belli birnoktada karşılaşacak, ama o andan itibarenonunlaeşitlenecektir: “Tarihin tarihi taklit etmek zorunda oluşu yeterince harikadır; tarihin edebiyatı taklit edişi ise inanılmaz bir haldir.” 

(Hain ile Kahraman) Alçağın öyküsünün bitiş noktası, işte bu karşılaşma ve eşitlenme andır. Bir öykü olarak “alçaklığın” anlatısı, eninde sonunda “yazar”ın ta kendisinin ürettiği bir kurgu değil midir? Modern edebiyata özgü olduğu hep söylenen “yazarın, kendini yazının ardında görünmez kılışı”, böylece uzun, 
dolambaçlı yolların en son noktasında belirecek ve böylece suça, nefrete ve antipatiye ilişkin duyguların Aristocu katharsis’inin elinden kurtulamayacaktır.
Erken dönem kitaplarından Alçaklığın Evrensel Tarihi, bu yüzden ne yeterince “evrensel”dir, ne de yeterince “Tarih”. Öncelikle, Ortaçağ edebiyatında rastladığımız “demonolojik”, iblisvari alçaklık türünü dışlamaktadır. 
Klossowski’nin gösterdiği gibi, Şeytan, aslında bir “yanılsamalar satıcısı”, bir “gözbağcı” değil, tam aksine, bir “karışımlar” ve “alaşımlar” zanaatçısı, “saf ve temiz”, pürüzsüz kavram olarak İyi’nin, Güzelin, Doğru’nun, Öz’ün, ve “Tann”nın despotluğuna, yani evren üzerindeki evsahipliğine başkaldıran salt üretkenlikti. Ama. bu üretim “ruhsal” malzemeyle gerçekleştiriliyordu: Ruhta önceden bulunmayan hiçbir karanlık yanın Şeytan tarafından üretilmesi bu yüzden mümkün değildi. Oysa Borges’e göre, “Hiçkimse herhangi biridir, biricik, tek bir ölümsüz insan bütün insanlardır. Cornelius Agrippa gibi, Tanrıyım, kahramanım, filozofum, iblisim ve dünyayım; bu ise varolmadığımı söylemenin sıkıcı bir yoludur.
” (Ölümsüz) Gilles de Rais ya da Mavi Sakal, giderek Kont Dracula, kapalı cemiyetler ve “compagnonnage”lar, sır kardeşlikleri içinde örgütlenen zanaatçı kültürleri karşısındaki bir köylü kültüründen bağımsız çıkmamışlardı ortaya. Sahtelikleri ve masalsı yüzeysellikleri bundan gelmektedir. Ancak, Borges tipi “alçaklık”, Ortaçağ kültüründe kaynaşıp duran ve sivrilen bu “alçaklıklardan” bazı unsurları ödünç almakta, üstelik modernleştirmekte ve yeniden uygulamaktadır. Borges, anlattığı alçağın “şeytani” bir kişilikle de belirlemesini arzulamaktadır. Ancak her türden “illüzyon”un mutlak bir “gerçeklik” olarak kabul edilmesi gibisinden, bütün eserinin, kuşatan bir tema, tam da bu noktada, “alçaklığın tasvirinde” doyum noktasına varmaktadır. Borges’in labirenti hiç de “sonsuz” değildir.

Ancak, Borges’in anlamak istemediği ve “evrensel” tarihine katmaya lâyık görmediği çok önemli bir alçaklık türünü, yalnızca “modern” edebiyatın değil, modern yaşam tarzlarının ta göbeğinde keşfedebilenler de vardı: Gogol, Brecht, Kafka ve Foucault tipi alçaklardır bunlar. Yazarlarının onları asla “alçak” diye 
damgalamıyor olmalarıyla ayırdedilirler. “Ölü can” alıcısının “içtenliği”, onu her türden “demonolojik” çağrışımdan, gürültüyle patlayıveren komplodan, “entrikacı” zihniyetten uzak tutmaktadır. O, basit bir memur gibidir ve çökmekte olan bir toplumun ekranında beliren çatlaklar boyunca “yolunu bulmaktadır”.
Günahkârlık, Tanrıyla birlikte çoktan geri çekilmiş, onların bıraktıkları boşlukta “herkes gibi” olan “alçaklar” kaynaşmaya başlamışlardır. Bizi Musil’in “Niteliksiz Adam”ına götürecek yollan, gerçek anlamda ilk kez açan, kahramanları “Büyük Adam”ın gölgesinde iş gören Dostoyevski değil, Gogol’dür bu yüzden. 
Gogol’ün alçağı, sanki Hegelci “büyük adam” tarihinin (Rusya’da Hegel bile inanılmaz ölçüde ‘vülgarize’ edilebilmişti) kurnazlığının panzehiridir: Bir ‘küçük adamlar ve masum alçaklıklar tarihi’… Gogolcü alçağın ana formülü, en belirgin biçimiyle Müfettiş’te ortaya çıkar: Her alçaklığın zorunlu olarak uğradığı “yanılsama”, kasabanın bütün ileri gelenlerini sararken, sahte müfettişin “memuriyet”ini geçici birkaç çıkar (birkaç kıza kur yapma fırsatı, başka bir durumda asla karşılaşmak şansına sahip olamayacağı, bir “ast”ı 
aşağılayıp, azarlama fırsatı, vb.,) uğruna üstlenişi, alçaklığın doğasında bulunan, çok özel türden bir “karşılıklılığı” ifade etmektedir. Foucault’nun modern adalet cihazının isimsiz kahramanları olarak tanıttığı, köşebaşı muhbiri, apartman kapıcısı gibi biridir o: İktidarın “kurbanı” olmadığı gibi, ona sahip de değildir; hep iki arada bir derede, iktidara “dayanak” oluşturur. 

Gerçekten de “Sarhoş edici ” bir güçten çok uzakta, üstelik asla bir “Mülk” gibi düşünülüp konulamayacak bir iktidar tipi söz konusudur. Bu iktidar tipi, evde, günlük yaşamın dolambaçlarında, köşebaşlarında, komşular arasında, cemiyetin kenarında köşesinde belirir. Bu köşebaşı insanları, istedikleri kadar “politik” kimlikten yoksun olmak, sıradanlaşmak, ortadan kaybolmak istesinler, yine de iktidarın “dayanakları” olmadan edemezler. Kafka’nın formülü işte tam da bu hali anlatıyor bize: “Bir babanın oğluna verdiği her buyrukta binlerce ölüm hükmü saklıdır.”

Borges – Ulus Baker
Alçaklık ve İhanet Kuramı

***

20 Eylül 2020 Pazar

Demokrasi, İstatistiklerin İstismar Edilmesidir,

“Demokrasi, İstatistiklerin İstismar edilmesidir” 



Alçaklık ve İhanet Kuramı: 

Borges Ulus Baker 

Borges’in alçakları komplocudurlar. Elbette popüler polisiye kültürünün bildik kişelerinin çok ötelerine geçerler. Ama kurdukları komplolar, hesapçı, doğrudan doğruya ‘fesat’ ile tanımlanamaz bir “dolandırıcılık” türünü çağrıştırırlar. Kâh Pampaların macho’ları, kâh beynelminel ve kozmopolit Dünya Savaşı çağı uygarlığının karanlık kişilikleri olarak çıkarlar karşımıza. Alçaklıkları, günlük hayatın, “küçük adamların” alçaklıkları değildir; “Yolları çatallanan bahçe”lerin, labirentlerin, kaosun hakim olduğu bir uygarlık türüne uygun düşer: 

“İnsanın kendini her gün yeni alçaklıklara terk edeceğini görüyorum şimdiden; öyle ki sonuçta sadece haydutlarla askerler kalacak geriye.” Ufak tefek “kötüye kullanmaları”, günlük hayat içinde genellikle “bağışlanabilir” küçük komplocukları, karı-koca kavgalarındaki minik “hainlikler” birikimini, kedilerin kuyruklarına bir şeyler bağlayan çocuklarınkini, Nietzsche’nin bahsettiği “sürü insan”na ait bir ressentiment, içerleme alçaklığını Borges’in tasnifinde bulamazsınız.

Çok bilgili yazarımız, “alçaklık” ile “ihanet” arasındaki farkı da  ayırdedememektedir. Bunun nedeni, alçaklarını sanki birer “kahraman”, Poe’nunkiler türünden, üstün ve adsız, kişisel olmayan bir zekânın , önceden kestirilemez labirentlerini kateden ve her noktada, gereğini yapmaları şartıyla mutlak başarıya erişmeleri kuşkusuz her zaman muhtemel olan aktörler olarak kurgulamasıdır. Ona göre, alçaklığın kurgusu more geometrico, geometrik üslûpta işlemelidir. 

Alçaklık bir satranç tahtası üzerinde yapılan hamleler gibi icra edilir ve labirentin “sonsuzluğunun” yalnızca bir türüne uygunluk gösterir: 

“Herhangi bir vahşi eyleme girişecek kimse sanki bu eylem önceden gerçekleşmiş gibi davranmalı, kendine geçmiş kadar geriye getirilemez bir gelecek dayatmalıdır.” (Yollan Çatallanan Bahçe) Leibniz’in “sonsuz”unu yorumlayışı zamana endekslenmiştir böylece. Her öykünün bitişi, mutlak ve katıksız alçaklığın belirmesiyle mümkündür ancak. Geriye cevaplanmamış soru kalmayacak, ancak alçaklığın içerdiği ve büyük bir ustalıkla çekip çevirdiği zekânın karşısında, hüzünlü bir hayranlık damaktaki acı lezzetini bırakacaktır. Borges alçaklığı bir icraat alçaklığı değil, bir taraftan buluşlara, öte taraftan da evrensel bir insan mefhumuna gönderen bir alçaklıktır: “Bir kişinin yaptığı, bir ölçüde, bütün insanların yaptığıdır. Bu yüzden bir bahçede yapılan bir başkaldırı bütün insan ırkına bulaşır. 

Öyleyse, tek bir Yahudinin çarmıha gerilmesinin ırkı kurtarmaya yeterli olması adaletsiz değildir.” 

(Kılıcın Biçimi) Hiyerarşideki yüksek konumların kötüye kullanılmasıyla gerçekleştirilen “tezgâh” ile sokaktaki bir işportacının tezgâhında atacağı kazık arasında bir fark kalmamaktadır böylece.

Elbette Borges alçaklarını yalnızca üst sınıflardan seçmemektedir: Sokaktaki adamlar ve kadınlar da bu alçaklıklar tarihinin kişilikleri arasına girebilirler. Ancak bir şartla: Alçaklık her zaman bir komplonun labirentinden geçerek, sonsuzcasına dallanıp budaklanarak, suça dair olağan kavramlarımızın çatlaklarını zorlamalı, suçlamanın ve nefretin yönünü alçağın zararına uğrayan kurbanın aleyhine dönüştürmeye her an aday olan bir güç gösterisi yapabilmelidir. Böylece Borges, yazının araçlarıyla, kendi oluşturduğu labirentin içinde, kurguladığı alçakla belli birnoktada karşılaşacak, ama o andan itibarenonunlaeşitlenecektir: “Tarihin tarihi taklit etmek zorunda oluşu yeterince harikadır; tarihin edebiyatı taklit edişi ise inanılmaz bir haldir.” 

(Hain ile Kahraman) Alçağın öyküsünün bitiş noktası, işte bu karşılaşma ve eşitlenme andır. Bir öykü olarak “alçaklığın” anlatısı, eninde sonunda “yazar”ın ta kendisinin ürettiği bir kurgu değil midir? Modern edebiyata özgü olduğu hep söylenen “yazarın, kendini yazının ardında görünmez kılışı”, böylece uzun,  dolambaçlı yolların en son noktasında belirecek ve böylece suça, nefrete ve antipatiye ilişkin duyguların Aristocu katharsis’inin elinden kurtulamayacaktır.

Erken dönem kitaplarından Alçaklığın Evrensel Tarihi, bu yüzden ne yeterince “evrensel”dir, ne de yeterince “Tarih”. Öncelikle, Ortaçağ edebiyatında rastladığımız “demonolojik”, iblisvari alçaklık türünü dışlamaktadır. 

Klossowski’nin gösterdiği gibi, Şeytan, aslında bir “yanılsamalar satıcısı”, bir “gözbağcı” değil, tam aksine, bir “karışımlar” ve “alaşımlar” zanaatçısı, “saf ve temiz”, pürüzsüz kavram olarak İyi’nin, Güzelin, Doğru’nun, Öz’ün, ve “Tann”nın despotluğuna, yani evren üzerindeki evsahipliğine başkaldıran salt üretkenlikti. Ama. bu üretim “ruhsal” malzemeyle gerçekleştiriliyordu: Ruhta önceden bulunmayan hiçbir karanlık yanın Şeytan tarafından üretilmesi bu yüzden mümkün değildi. Oysa Borges’e göre, “Hiçkimse herhangi biridir, biricik, tek bir ölümsüz insan bütün insanlardır. Cornelius Agrippa gibi, Tanrıyım, kahramanım, filozofum, iblisim ve dünyayım; bu ise varolmadığımı söylemenin sıkıcı bir yoludur.

” (Ölümsüz) Gilles de Rais ya da Mavi Sakal, giderek Kont Dracula, kapalı cemiyetler ve “compagnonnage”lar, sır kardeşlikleri içinde örgütlenen zanaatçı kültürleri karşısındaki bir köylü kültüründen bağımsız çıkmamışlardı ortaya. Sahtelikleri ve masalsı yüzeysellikleri bundan gelmektedir. Ancak, Borges tipi “alçaklık”, Ortaçağ kültüründe kaynaşıp duran ve sivrilen bu “alçaklıklardan” bazı unsurları ödünç almakta, üstelik modernleştirmekte ve yeniden uygulamaktadır. Borges, anlattığı alçağın “şeytani” bir kişilikle de belirlemesini arzulamaktadır. Ancak her türden “illüzyon”un mutlak bir “gerçeklik” olarak kabul edilmesi gibisinden, bütün eserinin, kuşatan bir tema, tam da bu noktada, “alçaklığın tasvirinde” doyum noktasına varmaktadır. Borges’in labirenti hiç de “sonsuz” değildir.

Ancak, Borges’in anlamak istemediği ve “evrensel” tarihine katmaya lâyık görmediği çok önemli bir alçaklık türünü, yalnızca “modern” edebiyatın değil, modern yaşam tarzlarının ta göbeğinde keşfedebilenler de vardı: Gogol, Brecht, Kafka ve Foucault tipi alçaklardır bunlar. Yazarlarının onları asla “alçak” diye  damgalanmıyor olmalarıyla ayırd edilirler. “Ölü can” alıcısının “içtenliği”, onu her türden “demonolojik” çağrışımdan, gürültüyle patlayıveren komplodan, “entrikacı” zihniyetten uzak tutmaktadır. O, basit bir memur gibidir ve çökmekte olan bir toplumun ekranında beliren çatlaklar boyunca “yolunu bulmaktadır”.

Günahkârlık, Tanrıyla birlikte çoktan geri çekilmiş, onların bıraktıkları boşlukta “herkes gibi” olan “alçaklar” kaynaşmaya başlamışlardır. Bizi Musil’in “Niteliksiz Adam”ına götürecek yollan, gerçek anlamda ilk kez açan, kahramanları “Büyük Adam”ın gölgesinde iş gören Dostoyevski değil, Gogol’dür bu yüzden. 

Gogol’ün alçağı, sanki Hegelci “büyük adam” tarihinin (Rusya’da Hegel bile inanılmaz ölçüde ‘vülgarize’ edilebilmişti) kurnazlığının panzehiridir: Bir ‘küçük adamlar ve masum alçaklıklar tarihi’… Gogolcü alçağın ana formülü, en belirgin biçimiyle Müfettiş’te ortaya çıkar: Her alçaklığın zorunlu olarak uğradığı “yanılsama”, kasabanın bütün ileri gelenlerini sararken, sahte müfettişin “memuriyet”ini geçici birkaç çıkar (birkaç kıza kur yapma fırsatı, başka bir durumda asla karşılaşmak şansına sahip olamayacağı, bir “ast”ı aşağılayıp, azarlama fırsatı, vb.,) uğruna üstlenişi, alçaklığın doğasında bulunan, çok özel türden bir “karşılıklılığı” ifade etmektedir. Foucault’nun modern adalet cihazının isimsiz kahramanları olarak tanıttığı, köşebaşı muhbiri, apartman kapıcısı gibi biridir o: İktidarın “kurbanı” olmadığı gibi, ona sahip de değildir; hep iki arada bir derede, iktidara “dayanak” oluşturur. 

Gerçekten de “sarhoş edici” bir güçten çok uzakta, üstelik asla bir “mülk” gibi düşünülüp konulamayacak bir iktidar tipi söz konusudur. Bu iktidar tipi, evde, günlük yaşamın dolambaçlarında, köşebaşlarında, komşular arasında, cemiyetin kenarında köşesinde belirir. Bu köşebaşı insanları, istedikleri kadar “politik” kimlikten yoksun olmak, sıradanlaşmak, ortadan kaybolmak istesinler, yine de iktidarın “dayanakları” olmadan edemezler. Kafka’nın formülü işte tam da bu hali anlatıyor bize: “Bir babanın oğluna verdiği her buyrukta binlerce ölüm hükmü saklıdır.”


Borges – Ulus Baker

Alçaklık ve İhanet Kuramı

www.cafrande.org


*********


BU KONUYLA İLGİLİ DİĞER YAZILAR ;


Yaralarım benden önce vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum – Ulus Baker

“Masum siviller” ne kadar masum? Alçaklığın Modern Tarihi – Tarık Aygün

Sevginin Nefretle İlişkisi: Spinoza ve Aşkın Diyalektiği – Ulus Baker

Günümüzün ve geleceğin filozofu Spinoza: Hayatın Geometrisi – Ulus Baker

www.cafrande.org


   


27 Mart 2020 Cuma

Doğu Perinçek’in ‘Avrupa Demokrasisi’ne Verdiği Ders

Doğu Perinçek’in ‘Avrupa Demokrasisi’ne Verdiği Ders

Bedri Baykam 
21 OCAK 2014


Sancılı yakın dönem tarihimizde, 17 Aralık, malum yolsuzluk operasyonu ile kayda geçti. Aklımıza hemen o kirli görüntüler, iddialar ve ardından da hükümetin örtbas çabaları geliyor. Halbuki aynı gün, başka bir büyük tarihi olay da yaşandı. AİHM, İP Başkanı Doğu Perinçek’in açtığı davada kendisini haklı buldu ve İsviçre’yi mahkûm etti. Neler yaşanmıştı 23 Temmuz 2005’te? İsviçre savcıları Perinçek’i yaptığı konuşmadan ötürü ifadeye çağırmış ve kendisine “Ermeni soykırımını reddetme” suçunu tebliğ etmişlerdi. Elimde savcının yüz kızartıcı tavrı karşısında, Perinçek’in mert yanıtlarının dökümü var. Bir yurtsever olarak, onun İsviçrelilere verdiği bu tarih, hukuk ve mantık dersini gururlanarak okuyabilirsiniz! Ben o günleri, Lozan’da bu çıkışı yapan dostların arasında yaşadım ve o tarihi salonda konuşma onuruna da eriştim… 

Perinçek’in AİHM’ye aldırttığı karar, yalnız kendisinin veya bizlerin veya Türkiye’nin değil, insanlığın zaferidir. Özgür düşünme hakkının zaferidir. Demokrasi konusunda burnundan kıl aldırmayan Avrupa’nın, kendi temel hukuk kurallarını çiğneyerek, hakkında hiçbir uluslararası karar bile bulunmayan bir konuda, faşist baskıyla ifade özgürlüğünü yok etmeye nasıl kalkışabildiğinin ve yurtsever bir Türk siyasetçisinin onları nasıl hizaya getirip, o zavallı kanunu çöpe attığının resmidir. Ermeni soykırımı iddiaları maalesef pervasızlığını, hâlâ gelişen(!) istatistiklerini ve tehdidini artırarak dünyaya yayıldı ve Türkiye aleyhine “yargısız infaz”ın itici gücü haline geldi. Maalesef hükümetlerimizin bu konudaki yanlış politikaları da bunu kolaylaştırdı. Sessizlik, tepkisizlik, “ciddiye alıp işi boş yere büyütmeyelim” mantığı hatalı şekilde hâkim oldu. 
Öte yandan Batı, kendi önerdiği yolu usluca izleyen ülkemizin “sözde entellerini” ödüllendirdi, Nobellendirdi ve hepsi de nasiplenmek için sıraya girdiler! Tabii onların “yok” saydığı Ermeni terör eylemlerini, ASALA cinayetlerini unutmuş veya unutacak değiliz. İstediği zaman hümanist diye geçinen Batı’nın kimi konulardaki bellek yetersizliğini de çok iyi biliyoruz. Unutmayalım, geçmişi Kolonyalizm, Kızılderili ve İnka katliamları ile kirli olan Batı, en yakın dönemde “Kitle imha silahlarını bulmaya gidiyoruz” diyerek Irak’ta 1 milyon kişi öldürdü. Sonra da “Aaa, hata yapmışız” diyerek özür diledi! Bu da yetmedi: Adaleti ve mantığı tüm çıkış-varış noktalarını imha ederek, hukuku siyasetin çamuruna buladılar. ABD’nin her yıl 24 Nisan’da yaşattığı “Soykırım kelimesi bu sefer kullanılacak mı, kullanılmayacak mı” stresinin ötesinde, Fransa ve İsviçre “Bu konuyu düşünce ifadesinde bile yasakladık” hatasına ilk düşen ülkeler oldular. Defalarca Fransız Senatosu ve Parlamentosu’na açık mektuplar yazarak bu acınası tavırlarını kınadım. 

Onlara Voltaire, Diderot ve Montesquieu’nün söylemlerini hatırlattım. 

Tarihte Naziler veya seri katiller de yargılanır. Ama “Batı Medeniyeti” Türkiye’ye bunu bile çok gördü! Ortada yargısız infaz ve sonrasında tebliğ var ve onun hemen ardından da soykırım adına dikilen anıtlar…“Beyler! Bu meydan bu kadar boş değil!” demiş oldu Perinçek. Neydi hedefleri bu elit Batılıların çok yüzlü “poli-tikacılarının”? Türkiye, bu ulus, bu halk, katliamcı, soykırımcı olarak dünyada tescil yesin, onuru yok edilsin, böylece bu kararları alanlar bir taşla üç kuş vurmuş olsun. Hem ucuz hesaplarla Ermeni diyasporasından 3-5 oy alsınlar, hem Cumhuriyetin kuruluş aşamasında Sevr kararlarını paramparça eden, Lozan’da dik duruşunu simgeleyen bu yüce halka karşı hınç alma operasyonlarına girişsinler, hem de ABD’nin yeni Ortadoğu senaryolarına hizmet edilmiş olsun! Dünyanın neresinde, hangi hukukta hangi “ananas”(!) cumhuriyetinde böyle tek yanlı bir hukuk olabilir? Kabile hukukunda bile böyle bir utanç verici tavır olamaz. 

Türkiye, Ermenilere, “Bağımsız uluslararası yargıçlar önünde tüm arşivleri açalım ve hakemli tartışalım” dedi. Böylece bağımsız yargıçlar tezleri karşılaştırır, arşivlere bakar, her iki tezi de dinledikten sonra karar verebilirlerdi. Tabii ki bu demokratik öneri de reddedildi. Çünkü Ermenistan, bu maçı sahaya çıkmadan kazanmak istiyor! 
Herkes şunu bilsin ki, AİHM kararı, Perinçek’i aklamamıştır. Tam tersine AİHM üstünden Avrupa’yı aklamıştır. Demek Avrupa’da hâlâ bazı bağımsız düşünebilen yargıçlar var demektir. Ben AİHM’yi kutluyorum. Yoksa bizim Perinçek hakkında şüphemiz zaten yoktu! Umarım yerli “yarı-aydın”larımız da bu karardan kendilerine bir ders çıkarmışlardır.  


***

29 Eylül 2019 Pazar

Türkiye’de Liderler ve Demokrasi, Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963 BÖLÜM 2

Türkiye’de Liderler ve Demokrasi,  Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963  BÖLÜM 2



Türkiye II. Dünya Savaşı sonrası yıllara bu koşullarda gelmiş, bu yılların dinamikleri ülkenin belli bir değişim sürecine girmesini gerekli kılmıştır. Tarih incelemelerinde “gereklilik” ya da “zorunluluk”, rahatlıkla kullanılmaması gereken kavramlardır, ama burada artık gereklilik ya da zorunluluk olarak ifade edebileceğimiz bir noktada olduğumuzu düşünüyorum. Türk tarih yazımında içsel ve dışsal dinamikler meselesi çok tartışılır.

Türkiye’nin çok partili siyasal yaşama geçişinde içsel dinamikler mi, dışsal dinamikler mi etkili olmuştur? Ben bu tartışma konusunu da abesle iştigal olarak kabul ediyorum. Bir toplumun bu kadar köklü değişimler geçirmesi sadece içsel ya da sadece dışsal dinamikler tarafından belirlenemeyecek kadar ciddi bir meseledir. II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan gelişmeler üzerinde hem içsel hem de dışsal dinamiklerin rolü olmuştur. Yeni kurulan dünya düzeni artık tek partili bir Türkiye’yi kendi içine kabul etmeye razı ve hazır değildir.

Türkiye’nin kendine çeki düzen vermesi lazımdır ve ilk konu da çok partili siyasal yaşama geçmektir. İçsel dinamikler açısından bakıldığı zaman ise uzun yıllar süren tek parti döneminin geniş toplumsal kitlelerde doğurmuş olduğu huzursuzluklar daha önce değişik biçimlerde ifade edilme olanağını bulmuştu. Serbest Fırka olayında geniş toplumsal kesimlerin bu partiye yönelişini biliyoruz. II. Dünya Savaşı döneminde hem geniş toplumsal kitlelerin bir yoksulluk süreci içerisine girmeleri, hem de belli ellerde sermaye birikiminin oluşması; bu toplumsal kesimlerin de kendi çıkarları doğrultusunda taleplerde bulunmaları
sonucunu doğurmuştur. Yeni gelişen ve sermayenin ellerinde biriktiği kesimler artık iktisadi yaşam üzerinde daha fazla belirleyici olmayı, daha fazla söz hakkını isterken; Demokrat Parti büyük ölçüde bu kesimlerin temsilcisi olarak siyasal yaşama atılacaktır. Geniş kitlelerin içinde bulunduğu kötü çalışma ve yaşama koşullarının da herhalde biraz rehabilite edilmesi gerekiyordu. 

Sosyal huzursuzlukları engellemek artık mümkün değildi; perişan olmuş
milyonlarca insandan oluşan bir kitlenin durumu rehabilite edilmeliydi. Böyle bir
rehabilitasyon savaş sonrasında sosyal düşünceler, akımlar aracılığıyla bütün Batı toplumlarında, İngiltere başta olmak üzere yaşanmıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin de bu içsel dinamikler açısından bakıldığı zaman belli bir değişim sürecine zorlandığını söyleyebiliriz.

Bu koşullarda Türkiye çok partili siyasal yaşama geçiş yolunda önemli adımlar
atmıştır. Hukuksal açıdan bakıldığı zaman ilk aşama Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulmasına engel olan Cemiyetler Kanunu’nun değiştirilmesi ve oradaki ön izin sisteminin kaldırılmasıdır. Bu değişiklik 1946 yılının Haziran ayında yapılır, ama Demokrat Parti 1946’nın Ocak ayında çoktan kurulmuş durumdadır. Değişen toplumsal koşullar, hukuksal düzenlemeyi beklemeden, Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulmasını mümkün hale getirmiştir artık. Cemiyetler Kanunu değiştirilir, bu arada
sınıf esasına veya adına dayanan cemiyet kurma yasağı da kaldırılır. Bu da sendikaların ve sınıf esasına dayalı siyasal partilerin kurulmasını mümkün kılar. Hemen sendikalar ve sol siyasi partiler kurulmaya başlanır.

Şu noktayı çok açık bir biçimde ortaya koymak gerekir: Türkiye’nin 1946 yılında
geçtiği düzen Batılı anlamda çok partili, çoğulcu bir siyasal rejim değildir. Daha sonraki yıllardaki uygulamalar izlendiği zaman, bunun belki bir çoğunlukçu sistem olarak değerlendirilebileceği, bu çoğunlukçu sistemin iki temel siyasal partisi olan Demokrat Parti’nin ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin de aslında rahmetli Bülent Tanör’ün deyimiyle “ikiz partiler” olduğu, yani birbirinden çok da farklı olmadığı belirtilmelidir. Osmanlı Bankası’nın çatısı altında hatırlamadan edemedim; bir zamanlar bankanın bir reklamı vardı: “Yok birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankası’yız.” Bu ifade, hem benzerliği hem de farklılığı vurguluyordu, çok derin bir biçimde. 

Aynı şekilde Cumhuriyet Halk Partisi ile Demokrat Parti’nin de en azından çalışma hayatına, temel sorunlara ilişkin bakışları açısından aralarında ciddi bir fark yoktur. Demokrat Parti de tek parti döneminin halkçılık ilkesi çerçevesinde yoğunlaşan sınıfların yokluğu ve sınıf mücadelelerinin olmaması gerektiği, hatta
engellenmesi gerektiği düşüncesine sahip yöneticilerden oluşmuştur. Bunun aksini beklemek zaten yanlış olur; Demokrat Parti’nin yöneticileri Cumhuriyet Halk Partisi’nin eski yöneticileridir. Celal Bayar İş Yasası çıkarken iktisat vekili, Cemiyetler Kanunu çıkarken başvekildir. Dolayısıyla Cumhuriyet Halk Partisi’nin sınıflara yönelik bakış açısının Demokrat Parti’den farklı olması elbette beklenemez, ama farklılık yoktur demek de mümkün değildir. Demokrat Parti’nin ortaya çıkış sürecinde şöyle farklılıklar vardır: Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi’ne muhalefetini ve kendi varlığını bir yerlere dayandırmak durumundaydı. Demokrasi, partinin kendisini ifade etmesinin temel zeminlerinden biri,
liberalizm de bir diğeri olmuştur.

Demokrasi anlayışı elbette temeldeki bütün benzerliklere karşın Demokrat Parti’nin çalışma hayatına ilişkin olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nden farklı bazı noktalara varmasına da yol açmıştır. Örneğin Cumhuriyet Halk Partisi çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra dahi işçilere grev hakkının tanınmasını şiddetle reddederken, Demokrat Parti 1949 yılında grev hakkını programına almıştır. Çünkü sizin kendinizi oturtmak istediğiniz zemin eğer demokrasi ise böyle bir zeminde grev hakkına yer vermemek elbette olmaz. Geniş kitlelerin oylarını alabilmek ihtiyacıyla da grev hakkı parti yöneticileri tarafından savunulmuştur.
Şimdi tekrar 1946 yılına dönecek olursak, Cemiyetler Kanunu değişmiş, hızla
sendikalar ve sol siyasal partiler kurulmaya başlanmıştır. Bunların içinde özellikle ikisi, Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi önemli ve işçi hareketi içerisinde de etkindir. Bu iki partinin yönlendirdiği sendikalar kurulur, yöneticiler tekrar aynı kuşkular ve paranoya içerisinde bunu gözler. Evet, Türkiye’de çok partili siyasal yaşama geçilmiştir, ama bu her şeyin değişeceği anlamına gelmemektedir. Tek parti döneminden kalan korku ve kontrol etme kaygısıyla bütün toplumsal yaşamı kontrol eden Cumhuriyet
Halk Partisi bu kontrolü elinden kaçırmak istememektedir; ama bu kontrolün eski araçları artık geçerli değildir. Yasalardaki yasaklar geçersizdir artık, çok partili hayata geçilmiştir.
Yeni geçilen çok partili hayata uygun daha yumuşak, rafine, ama iktidara kontrol olanağını veren araçlar yasalaştırılacaktır. Bu araçlar yasalaşmadan önce gene otoriter bir biçimde 1946 yılının Aralık ayında İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı bir tebliğle biraz önce ismini verdiğim iki siyasal partiyle o bölgedeki sendikaların büyük bölümünü ve bazı sendikal yayın organlarını kapatır. Daha sonra, biraz önce söylediğim daha rafine bir aygıt yaratmak kaygısı 1947 yılında bir Sendikalar Yasası çıkartılmasına neden olur. Bir sendikalar yasası çıkartılır,
çünkü bir otorite boşluğu vardır orada. Sendikalar kurulur, ama devletin sendikalar üzerinde kontrolünü sağlayacak mekanizmalar yoktur. Sendikalar Yasası çıkartılır, sendikaların kuruluşları ve faaliyetleri düzenlenir, ama bu yasa devlete sendikalar üzerinde çok etkili denetim mekanizmaları sağlar. Sadece yargısal denetim değil; geniş, güçlü ve derin bir idari denetim olanağı da sağlanır. Sendikalar Yasası’nda sendikalara mutlak olarak bir siyaset yasağı getirilir; siyasi faaliyet içerisine giremeyeceklerdir, çünkü mutlak anlamda bir yasak vardır; ayrıca sendikal örgütlerin Batı’daki benzerleriyle ilişki içerisine girerek kontrol dışına çıkmalarını engellemek için uluslararası kuruluşlara üyelikleri konusu Bakanlar Kurulu’nun iznine bağlanır. Sendikal hareketler üzerine çok ciddi sınırlamalar getiren bir yasayla Türkiye çok partili hayata başlar ve sendikalar 1963 yılına kadar bu yasanın demir cenderesi içerisinde
üyelerinin haklarını korumaya çalışırlar.

Bildiğiniz gibi 1950’de bir iktidar değişimi gerçekleşir. 1950’ye kadar Cumhuriyet
Halk Partisi’nin çalışma hayatına ilişkin bakışında çok fazla bir yumuşama olduğunu söylemek mümkün değildir. Çok partili yaşama geçilmiştir, Demokrat Parti’nin rekabeti söz konusudur ki çok ciddi bir rekabettir bu; Demokrat Parti diğer toplumsal kesimler içerisinde olduğu gibi işçi kesimi içerisinde de herhangi bir çaba göstermeye gerek kalmaksızın benimsenir. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti yönetimine muhalif olan bütün toplumsal kesimler Demokrat Parti’ye kendiliğinden yönelir. 1950’de iktidar değişir, Demokrat Parti iktidara gelir. Demokrat Parti ilk yıllarında çalışma hayatına ilişkin daha sonraki yıllarda, özellikle 1955’ten sonraki uygulama ve görüşlerine göre çok daha esnek ve
hoşgörülü bir yaklaşım içerisindedir, ama daha sonra yavaş yavaş parti programında da yer alan grev hakkı konusundaki tartışmalar rafa kaldırılır.


Demokrat Parti zaman içerisinde değişik toplumsal kesimlerin muhalefetine karşı
bastırma girişimleri gösterirken; üniversiteler, basın, yargı organları, kendisine muhalif olan bütün toplumsal örgütlerin ve katmanların sesini kısmaya çalışırken aynı şekilde işçi hareketinin, işçi sendikalarının seslerini kısmak için gerekli uygulamalar da, yasanın devlete vermiş olduğu bütün olanaklar ve özellikle idari denetim mekanizmaları kullanılarak yerine getirilmiştir. Bu demek değildir ki Demokrat Parti döneminde işçiler lehinde düzenlemeler yapılmamıştır; toplu ilişkilere değgin olarak otoriter eğilimler içerisine girilirken, bireysel ilişkiler alanında Cumhuriyet Halk Partisi döneminin özellikle son yıllarında olduğu gibi
koruyucu önlemler alınmaya devam edilmiştir. Üstelik 1950’li yıllardaki bu koruyucu önlemler 1930’lu, 1940’lı yıllarla karşılaştırılamayacak kadar yoğundur. Öğle Dinlenmesi Kanunu, Yıllık Ücretli İzin Kanunu çıkartılmış, kamu kesiminde çalışanlara yılda bir maaş tutarında ilave ödeme yapılmasına ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. Bir başka açıdan, sosyal güvenlik alanında çok önemli yasalaştırma çabaları vardır. 1945 yılında kurulan İşçi Sigortaları Kurumu ve o kurum çerçevesinde yürütülen değişik sigorta kolları 1950’li yıllarda hızlanarak devam ettirilmiştir.


Burada kritik bir saptama yapmak gerekir. Acaba 1950’li yıllarda Demokrat Parti
yerine Cumhuriyet Halk Partisi iktidarda olsaydı, aynı düzenlemeler yapılır mıydı? Benim kanaatim büyük ölçüde olacağı yönünde; bunu salt Demokrat Parti’ye artı olarak yüklememek gerekir, çünkü dönemin getirdiği koşullar da söz konusudur. Artık çok partili hayata geçilmiştir, kitleler oy kullanmaktadır, toplumsal örgütler 1930’larla 40’larla karşılaştırılamayacak kadar çok ve etkindir; dolayısıyla bunun Demokrat Parti’den çok, dönemin değişen koşullarına bağlanması gereken bir gelişme olduğunu düşünüyorum.

Bütün bu gelişmelerin geniş kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarındaki ilerlemeyle de örtüştüğünü görüyoruz. Gerek kamu kesiminde gerekse özel kesimde işçi olarak çalışanların satın alma güçlerinde ve yaşam düzeylerinde önemli artışlar olmuştur. 1950’li yıllar tekil düzeyde bir işçi ya da bir işçi ailesi açısından çok da olumsuz yıllar değildir. Sosyal güvenlik önlemleri geliştirilmiş, reel ücretlerde, satın alma gücünde artışlar olmuştur. Dolayısıyla işçi
kesiminin en azından gelir düzeyi açısından 1950’li yılları kazançlarla kapattığından söz etmek mümkün olabilir. Aynı şey memurlar açısından geçerli değildir; memurlar bu yıllarda reel gelir kaybına uğramış, maaşların satın alma gücü zannediyorum % 25-30 dolaylarında azalmıştır. Bu, Demokrat Parti’nin tek parti döneminin yönetim aygıtı olarak gördüğü memurlara karşı takındığı olumsuz tavırdan kaynaklanmaktadır. Çünkü Demokrat Parti kurulduktan sonra bütün toplumsal kesimleri kucaklamaya çalışırken, hepsine yönelik sıcak
mesajlar verirken; tek parti yönetiminin aygıtı olarak nitelendirdiği kamu bürokrasisi ve özellikle üst düzey bürokratları oklarına hedef saymıştır. Bir açıdan, bu antipatinin memur kesiminin 1950’li yıllarda gelir kaybı üzerinde rol oynadığını düşünebiliriz. Tabii tek faktör bu olamaz; devletin bütçe olanaklarının sınırlılığı, memur maaşlarının belli dönemlerde yasalarla düzenlenmesi gerekliliği, piyasaya çabuk ayak uyduramaması gibi nedenlerden dolayı işçi kesiminin yaşam standartları gelişirken, 1950’li yıllarda memur kesiminin yaşam
standartlarında bir gerileme ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur.

Çalışma hayatı açısından Demokrat Parti yıllarını özetlemek gerekirse, yasalaştırmalarla özellikle bireysel düzeyde işçilere tanınan hakların ciddi ölçüde geliştiği, ama toplu haklar, yani sendika hakkı, toplu pazarlık hakkı üzerinde ciddi sınırlamaların, otoriter eğilimlerin gözlendiği bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. 

Sendikaların DemokratParti döneminde yeterli ölçüde gelişme olanağına kavuşamamasının tek sebebi tabii ki partinin baskıları değildir; sendikalar bir taraftan Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasında parsellenirken ve sendikal hareket iktidardan baskı görürken, diğer taraftan da sendikal hareketin gelişmesi için gerekli toplumsal, kültürel, eğitsel koşullar bulunmamaktadır. Birinci, ikinci kuşak işçilerin gelir ve eğitim düzeyleri düşüktür, liderlik kadroları yoktur. 

Bütün bunların üzerine bir de yönetimlerin baskısı eklendiği zaman, 1950’li yılları bazı olumlu gelişmeler olmakla beraber sendikaların varlıklarını koruma yönünde çaba gösterdikleri ama çok fazla gelişmedikleri bir dönem olarak nitelendirmek mümkündür.

Daha sonra 27 Mayıs İhtilâli’yle gelen ve 1961 Anayasası ile açılan yeni dönem sadece çalışma hayatında değil, Türkiye’nin siyasi ve iktisadi hayatında da önemlidönüşümlerin belirleyicilerinden biri olarak çok büyük açılımlar getirmiştir. 1936’dan 1963’e kadar Türkiye’de emek tarihi açısından belirleyici olan 1936 tarihli İş Kanunu ve onun grev - lokavt yasağı rejimidir. 1947’de Sendikalar Yasası çıkmış, sendikalar faaliyete geçmiştir, ama grev hakkının olmadığı bir hukuksal yapı içerisinde sendikalar devletle ve işverenle ilişkilerinde çalışma hayatını olumlu yönde etkileyici kazanımlar elde etme şansına sahip değillerdir. 

Kısacası Türkiye’de emek tarihinin omurgasını 1936 yılından 1963’e kadar 1936 tarihli İş Yasası çizmiştir. 
Bunun için İş Yasası Türkiye’nin salt emek tarihini değil, siyasi ve iktisadi tarihini algılama, anlamlandırma açısından da önemli bir olgu olarak karşımızda durmaktadır.


http://www.obarsiv.com/cagdas_turkiye_seminerleri_0809.html


***

Türkiye’de Liderler ve Demokrasi, Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963 BÖLÜM 1

Türkiye’de Liderler ve Demokrasi,  Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963  BÖLÜM 1




Prof. Dr. Ahmet Makal
18 Ekim 2008



Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nde yapılan konuşma metni, kişisel kullanımları için web sayfamıza konulmaktadır. Bu konuşma metinleri, ticari amaçlarla çoğaltılıp dağıtılamaz veya Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nin izni olmaksızın başka kurumlara ait web sitelerinde veya
veritabanlarında yer alamaz.

1 Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963 Prof. Dr. Ahmet Makal 18 Ekim 2008

Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nde yapılan konuşma metni, araştırmacıların kişisel kullanımları için web sayfamıza konulmaktadır. 
Bu konuşmametinleri, ticari amaçlarla çoğaltılıp dağıtılamaz veya Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nin izni olmaksızın başka kurumlara ait web sitelerinde veya veritabanlarında yer alamaz.



1946-1963 yılları arasında Türkiye’de çalışma hayatındaki gelişmeleri değerlendirmeden önce kısaca tek parti dönemini özetlemekte fayda vardır; çünkü çok partili dönemdeki bütün değişimler tek partili dönemdeki zeminde meydana gelen değişiklikler üzerine oturmaktadır. 

Nedir tek partili dönemde olan? İktisadi açıdan bakıldığı zaman 1930 öncesi izlenen liberal iktisat politikalarının, yani özel kesime ağırlık veren iktisat
politikalarının başarısızlığı 1930’lu yıllarda devletçi iktisat politikalarına geçilmesini gerektirmiş, devlet özellikle iktisadi devlet teşekkülleri aracılığıyla yoğun bir biçimde Türkiye’nin sanayileşme çabalarına katkıda bulunmuştur. 

Bu döneme iktisadi açıdan bakıldığı zaman önemli bir büyüme oranı yakalanırken, çalışma hayatı açısından önemli sonuç, bir işçikitlesinin ortaya çıkması ve büyük sanayi kuruluşlarında toplanması olmuştur.

1930’ların Türkiye’si, 1920’lere göre, sanayileşme çabaları ile bunun çalışma hayatına yansıması ve bir ücretli emek olgusunun ortaya çıkması açısından ciddi 
ölçüde farklılaşır.

1930’lu yılların ortalarında sadece İş Yasası’na tâbi işçi sayısı 300 bine yaklaşmıştır. 1930’lu yılların sonu ile 40’lı yılların başında Türkiye’de, İş Yasası’na tâbi olmayanlar da dahil edildiği zaman 500 bin dolaylarında ücretli işçi vardır, ki bu çok önemli bir gelişmedir. Tabii ki bu çok önemli gelişmenin çalışma hayatında da önemli yansımaları olacak ve giderek gelişen çalışma hayatını organize etmek gerekliliği devletin karşısına bir sorun olarak çıkacaktır. 
1920’lerde bu tür gereklilikler yoktu; az sayıda işçinin olduğu, sosyal sorunun bütün boyutlarıyla hissedilmemiş olduğu bir tarım ülkesinde çalışma hayatına ilişkin kapsamlı düzenlemelerin devlet tarafından yapılmasına elbette ihtiyaç duyulmamak taydı, ama artık durum değişmiştir. Ortaya çıkabilecek sorunlar düzenlenme ihtiyacını doğurmaktadır. Bu noktada ise devletin Türkiye’de çalışma hayatının gelişmesine ilişkin korkuları vardır. Bu korkular büyük ölçüde Batı Avrupa toplumlarının endüstrileşme deneyiminin sonuçlarından kaynaklanır. Çünkü biliyoruz ki; Fransa’da, İngiltere’de, diğer Avrupa ülkelerinde yüzyıllarca süren kanlı sınıf savaşımları olmuştur. Tabii ki Batı’daki gelişmeler konusunda bilgisi olan Cumhuriyet yöneticileri “Acaba bizde de sanayileşme sonuçta bu tür kanlı sınıf savaşımlarını getirir mi?” korkusu içerisine girmişlerdir. Bunu bir paranoya olarak da değerlendirmek mümkündür. 

Niyazi Berkes bir kitabında “Bir yandan endüstrileşmek isteniyor, öbür yandan sanki Türkiye baştan başa işçileş miş de hani bugün yarın proleter ihtilâli kopacakmış gibi, bir işçi korkusu, bir emekçi düşmanlığı körükleniyordu” der.

Acaba II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yaşanan ve zaman zaman şiddet de içeren işçi hareketleri de bu korkuyu biraz pekiştirmiş midir? Bu işçi hareketleri, herhalde Batı Avrupa serüvenine ilişkin algıları pekiştirici yönde rol oynamıştır. Cumhuriyet yöneticilerinin kafasında, gereken önlemleri alarak Türkiye’de sınıf mücadelelerinin ortaya çıkmasına engel olma düşüncesi vardır; ancak buna teorik bir çerçeve de lazımdır. Bu teorik çerçeveyi de, Batı Avrupa’dan Osmanlı İmparatorluğu’na, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet dönemine sarkan ve dayanışmacı bir sosyolojik anlayış çerçevesinde şekillenen halkçılık ilkesi
sağlamaktadır. Nedir bunun özü? Türk toplumunda çıkarları birbirleriyle çelişen farklı toplumsal sınıflar yoktur, çıkarları birbirleriyle uyumlu ya da uyumlaştırıla bilecek olan, farklı işlerde çalışan değişik meslek erbabı vardır. Bu düşünce Ziya Gökalp’te açıkça ifadesini bulur. Atatürk’ün 1920’li yıllarda, özellikle 1923’te Türkiye’nin birçok yerinde yaptığı konuşmalarda da bu tarz bir sınıfsal analiz görülmektedir. Bu sınıfsal analiz, yani Türkiye’de toplumsal sınıfların olmadığı, ancak değişik meslek erbabının bulunduğu ve bunların çıkarlarının da birbirinden farklı olmadığı düşüncesi aynı zamanda tek parti yönetimine de mesnet kılınmaya çalışılmaktadır. Madem ki Batı’da olduğu gibi farklı toplumsal sınıflar
yoktur, o zaman Batı’da olduğu gibi farklı toplumsal sınıfların çıkarlarını temsil edecek siyasal partilere de gerek kalmamıştır. Cumhuriyet Halk Partisi bütün toplumun, bütün meslek erbabının çıkarlarını temsil edebilecektir. O zaman Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilere de gerek yoktur.

Türkiye iki defa çok partili siyasal yaşama geçmeyi denemiş, bunlar başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Tek parti yönetiminin katılaşmasında da bu iki başarısızlık herhalde önemli bir rol oynamıştır. 1930’lu yıllarda gelişen çalışma hayatını düzenleme ihtiyacı ortaya çıktığı zaman halkçılık ilkesi, yani farklı toplumsal çıkarlara sahip olan sınıfların var olmayışı, çıkarların uyumlaştırıla bileceği düşüncesi çerçevesinde yasal düzenlemeler yapılarak bu tür hareketlerin yolu kesilmeye çalışılmıştır. Bunun en büyük aygıtı, ki bu hakikaten çok gelişkin
bir aygıttır, 1936 tarihli İş Yasası’dır. Tarih incelemelerinde hiçbir şey hiçbir şeyi bire bir yansıtmamakla birlikte, İş Kanunu döneminin koşullarını çok büyük ölçüde yansıtan bir yasa olmaktadır. Bu yasa işçi-işveren mücadeleleri, grev ve lokavtı açık bir biçimde yasaklamıştır.

Yasanın 72. maddesi aynen şöyledir: “Grev ve lokavt yasaktır.” Halbuki 1909 yılında Meşrutiyet sonrasında işçi hareketleri engellenmeye çalışılırken çıkartılan Tatil-i Eşgal Kanunu çok daha rafine düzenlemeler yapmaktadır. Dolaştırarak, incelterek, zarif düzenlemelerle işçi hareketlerini engellemeye çalışmaktadır; 1930’ ların ortasında ise artık buna da gerek duyulmamakta, açık bir biçimde grev ve lokavt yasaklanmakta, yani farklı toplumsal sınıflar arasındaki iş mücadelesi yolları yasal olarak tıkanmaktadır. Bu dönemde Tatil-i Eşgal Kanunu’nun sınırlamaları dışında hukuken sendika kurmak, işçilerin
sendikalarda örgütlenmesi yasak değildir, ama fiili bir durum vardır. Nasıl ki Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulması da yasak değildir ama bu tür siyasi partilerin kurulmasının önünde fiili bir engel vardır, sendikalar konusunda da bir düzenleme yapılmamakta, bir işçi temsilciliği kurumu düzenlenmektedir. İşçi temsilcilerinin görevi işçi işveren uyuşmazlıklarını çözmektir; ama sonuçta bu da devletin başat olduğu hakem kurullarına ve mahkemelere ihale edilmektedir. Dolayısıyla devlet 1930’larda çalışma
hayatının iki tarafını, işçi ve işveren tarafını eliyle arka tarafa itmekte, kendisi ön plana çıkmakta ve aşağı yukarı çalışma hayatına ilişkin bütün belirlemeleri de üstlenmektedir.

Kanaatimce tarih incelemelerinde en büyük hendikaplar dan biri, bir dönemi siyah ya da beyaz olarak görme alışkanlığımızın varlığıdır. Genellikle bir dönem salt olumlu yönleriyle ya da salt olumsuz yönleriyle ele alınır. Tek parti dönemi de bunun en fazla yapıldığı dönemdir; siyasal angajmanlarımıza göre ya yüceltilir ya da yerin dibine batırılır. Ben her dönemi artılarıyla ve eksileriyle değerlendirmenin uygun olacağı kanaatindeyim. Bu sadece tek parti dönemi için değil, Demokrat Parti dönemi için de geçerlidir. Genellikle Türk aydınında Demokrat Parti dönemini aşağı yukarı bütün boyutlarda küçümseme ya da yok
sayma gibi bir eğilim vardır; ama Demokrat Parti dönemi de ak ya da kara değildir. Örneğin çalışma hayatı açısından bakıldığı zaman orada da birçok olumlu gelişme söz konusudur.

Çalışma hayatına ilişkin otoriter önlemler getiren İş Kanunu bireysel alanda bakıldığı zaman işçiyi koruyucu önlemler de içermektedir. 

Tek parti döneminde her ikisi, yani otoriter eğilimlerle koruyucu düzenlemeler bir arada var olmaktadır. 

Bence tek parti döneminin özü ancak bu ilk bakışta çelişkili gibi görülen durumdan hareketle kavranabilir. Buradan çözümlemelerimizi sürdürdüğümüz zaman, bu dönemin hem olumlu hem de olumsuz yönlerinin olduğunu saptayabiliriz. Olumluklar daha çok bireysel alanda, yani tekil düzeydeki
işçiyi koruma anlamında; otoriter eğilimler ise daha çok toplu ilişkiler alanındadır.

Bu dönemde henüz Cumhuriyet Halk Partisi dışında siyasal partilerin kurulmasının ya da sendikaların kurulmasının önünde hukuki bir engel yoktur, bu tür faaliyetleri engelleyen fiili bir durum vardır. 1938 yılında da meşhur Cemiyetler Kanunu çıkartılarak bu fiili durum hukuki hale dönüştürülmüştür. Sınıf esasına veya adına dayanan cemiyetler kurulması açık bir biçimde yasaklanarak hem sendikaların hem de bu esasa dayalı siyasal partilerin kurulması engellenmiştir; çünkü o dönemde siyasal partiler de Cemiyetler Kanunu’na tâbi birer cemiyettir. Cemiyetler Kanunu derneklerin kuruluşunda bir ön izin, tescil sistemi getirmiştir.

Buna göre, bir dernek ancak mülki idare amiri tarafından tescil edildikten sonra faaliyette bulunabilecektir. Tabii bu koşullarda daha önceki fiili durum, hukuki bir nitelik de kazanmış oluyor.

1946 yılına, yani çok partili yaşama geçilinceye kadar Türkiye’de gerek Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulması, gerekse sınıf esasına dayalı sendikaların kurulması olanaksız durumdadır. II. Dünya Savaşı yılları bütün toplum açısından gerileme yıllarıdır. Gayrisafi milli hasıla % 60’lara düşmüş, milli gelirin dağılımında savaş koşullarının getirdiği bozulmalar baş göstermiştir. Bazı ellerde savaşın getirdiği olağanüstü ortamda haksız
kazançlardan oluşan servet birikimleri sağlanırken; gelir dağılımı daha da bozulmakta, bazı kesimler zarar görürken, bazı kesimlerin gelirlerindeki düşme milli gelirdeki kayıptan da fazla olmaktadır.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

13 Şubat 2019 Çarşamba

TÜRK DEMOKRASİ HAYATINDA ASKERİ UYARILAR: 1971 - 2007 MUHTIRALARININ KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ BÖLÜM 2

TÜRK DEMOKRASİ HAYATINDA ASKERİ UYARILAR: 1971 - 2007 MUHTIRALARININ KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ BÖLÜM 2



  28 Nisan’da Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, yaptığı basın açıklamasında bildiriye sert tepki göstererek “Bu açıklama hükümete karşı bir tutum olarak algılanmıştır. Kuşkusuz, demokratik bir düzende bunun düşünülmesi dahi yadırgatıcıdır. Öncelikle söylemek isteriz ki, Başbakan’a bağlı bir kurum olan Genelkurmay Başkanlığı’nın herhangi bir konuda hükümete karşı bir ifade kullanması demokratik bir hukuk devletinde düşünülemez. Genelkurmay Başkanlığı, hükümetin emrinde, görevleri Anayasa ve ilgili yasalarla tayin edilmiş bir kurumdur. Anayasamıza göre, Genelkurmay Başkanı görev ve yetkilerinden dolayı Başbakan’a karşı sorumludur.” ifadelerini kullanmıştır. Aynı gün, Hürriyet “Gece Yarısı Açıklama”, Milliyet “Türkiye Kilitlendi”, Posta “Laiklik Muhtırası” Vatan “Gece Yarısı Bildirisi”, Akşam “Gece Yarısı Laiklik Uyarısı” şeklinde manşetlerle okuyucularının karşısına çıkmıştır. Bazı gazeteler de bildiriyi değil mecliste sağlanamayan 367 sayısını manşete taşımıştır. Anayasa Mahkemesi 1 Mayıs günü “367 şart!” kararı alarak Cumhurbaşkanlığı seçimini iptal etmiş ve 4 Mayıs’ta erken seçim kararı alınmıştır. 

27 Nisan tarihli e-muhtırada bazı konular ön plana çıkarılmıştır. İlk olarak laiklik 
hassasiyetinden bahseden TSK, Kutlu Doğum faaliyetleri sırasında ortaya çıkan başörtülü kızların görüntülerinden ve ilahi okumalarından rahatsızlıklarını dile getirmiş, bu kutlamaların 23 Nisan ile aynı döneme denk gelmesini “(devletin) temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin” hususi gayretine bağlamıştır. Genelkurmay, böylelikle dini duyguların istismar edildiği tespitinde bulunmuştur. Bu gelişmelerden hareketle bildiri, 
cumhurbaşkanlığı seçimine ve “sözde değil özde rejime bağlılık” ilkesine vurgu yaparak siyasi iradeye müdahale etmiş ve bu şekliyle muhtıra hüviyeti kazanmıştır. Bildiri, laikliğin tartışılmasından endişe duyulduğunun ifadesiyle devam etmiş ve “Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.” düşmanlaştırmasının altı çizilmiştir. Son olarak 
gerekli önlemler alınmadığında TSK’nın müdahalede bulanacağı konusunda kesin inanç taşıdığı ikazı ile bildiri noktalanmıştır.5 Son paragrafta “Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir” vurgusu yukarıda belirtilen ve uyarılan hususlar için gereğinin yapılmasını istemekte, aksi durumda kanunların kendisine verdiği “yönetime el koyma” yetkisini kullanacağına dair gözdağı vermektedir (Devran ve Özcan, 2016: 16). 

4. Muhtıra Bildirilerinin Ortak ve Farklı Yönleri 

1971 ve 2007 askeri muhtıraların bazı yönleriyle birbirine benzerken bazı yönleriyle de farklılıklar taşımaktadır. Tablo 1’de gösterildiği üzere bildiri metinlerinin içerikleri üzerinden bir karşılaştırma yapılmıştır. Bu karşılaştırma, bildirilerin amacı, niteliği ve içeriği açısından bir değerlendirme sağlamaktadır. 

Tablo 1: 1971 ve 2007 Muhtıra Bildirilerinin Ortak ve Farklı Yönleri 

Sonuç 

1971 ve 2007 muhtıraları, Türk demokrasisine yönelik askeri uyarılardır. Her iki muhtıra da ordu tarafından kaleme alınmış ve kamuoyuna deklare edilmiştir. Gerek 1971 gerekse 2007 muhtıraları iktidarı doğrudan ele geçirmeden önce hükümete yönelik son ikaz niteliği taşımaktadır. 

Bununla birlikte muhtıra metinlerinin ortak ve farklı yönleri bulunmaktadır. 1971 muhtırası öncesi toplumsal kaos ve kargaşa bildiri metnine yansımış olmasına rağmen, 2007 muhtırasında böyle bir gerekçe söz konusu değildir. İki bildiri arasında bir diğer fark 1971 muhtırası partiler üstü bir dille kaleme alınırken, 2007 muhtırasının doğrudan muhatabı irticai faaliyetlere destek verdiği gerekçesi ile AK Parti hükümeti ve siyasi lideridir. Her iki bildiride de ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e atıf bulunmasına rağmen, 1971 muhtırasında bu vurgu daha fazla konu edinilmiştir. Şöyle ki bildiride “Atatürk’ün muasır medeniyetler seviyesine ulaşma ümidi kaybolmuş” ve “Atatürkçü görüş ve reformların yapılması” ifadeleri bu durumu desteklemektedir. Yine 1971 muhtırası mecliste ve TRT’de okunmuş ancak 2007 muhtırasında böyle bir durum söz konusu olmamıştır. Bildiri Genelkurmayın resmi internet sitesinden paylaşılmıştır. Son olarak 1971 muhtırasına karşı hükümet istifa ederken 2007 muhtırasında hükümet geri adım atmamış ve muhtırayı kabul etmediğini 
açıklamıştır. 

2007 muhtırasının, 1971 muhtırasından farklı yönleri bulunmaktadır. Öncelikle 1971 muhtırasındaki temel gerekçe toplumsal huzursuzluk ve kaos iken 2007 muhtırasının ana gerekçesi irtica ve laiklik olmuştur. 1971 muhtırasında asker, partiler üstü bir noktada kendini konumlandırırken 2007 muhtırasında ordu bizatihi laikliği savunmak üzere taraf olmuş kendisini laiklik savunucuları arasında konumlandırmıştır. Buna bağlı olarak Cumhuriyetin temel değerleri ve 
laiklik ilkesine bağlığını vurgulamıştır. Yine 1971 muhtırasından farklı olarak bildiride düşman nitelendirmesi yapılmıştır. Bu durum, “Atatürk’ün Ne Mutlu Türküm Diyene sözüne karşı olan herkes TC düşmanıdır” şeklinde kaleme almıştır. 

1971 ve 2007 muhtıra metinlerinde öne çıkan bazı ortak başlıklar bulunmakta dır. Bunlar, Cumhuriyetin veya rejimin tehdit altında olduğu vurgusu, toplumsal huzursuzluk söylemi, TSK’nın ülkeyi koruma ve kollama yönünde sarsılmaz inanca sahip olduğu ve görevini yapmaktan çekinmeyeceği tehdididir. Yine her iki bildiri de siyasal iktidara ihtarda bulunma amacı taşımakta hükümeti doğrudan ele alma düşüncesi barındırmamaktadır. Bildirilerin ortaya çıkardığı sonuçlar açısından bakıldığında; 1971 muhtırasında hükümet istifa ederken 2007 muhtırasına karşı iktidar geri adım atmamıştır. Bu açıdan bakıldığında ilk muhtıranın amacına ulaşarak başarılı olduğu, ikinci muhtıranın ise başarısız olduğu söylenebilir. 

Sonuç olarak, demokrasilerde, ordu, yargı, bürokrasi, STK’lar, iş dünyası vb yapı ve kurumlar gerekli ve demokrasinin olmazsa olmaz unsurlarıdır. Ancak bu yapılar, anayasanın ve yasaların kendisini konumlandırdığı alanda ve çizdiği sınırlar içinde kalarak faaliyet yürütmelidir. 

Bu açıdan siyasal iktidarın, hükümet etme sürecinde bu çevrelerle iletişim ve etkileşim içinde olacağı muhakkaktır. Hatta bu yapı ve kurumların siyasal karar alma süreçlerinde etkili olma çabaları da demokrasi anlayışıyla çatışmaz. Ancak farklı argümanlarla güç devşiren çevrelerin siyasal iktidarı vesayet altına alma, iktidar üzerinde tahakküm oluşturma çabaları anti-demokratik bir anlayışın 
tezahürüdür. Bu durum, demokrasiyi sekteye uğrattığı gibi toplumda demokratik değerlerin yerleşmesine de engel olmaktadır. Peki bu sürecin önüne nasıl geçilebilir? Yani farklı vesayet odaklarına karşı demokrasi kazanımları korumak mümkün müdür? Bu sorulara sosyolojik, hukuki ve siyasal çerçevede cevap aranmalıdır. Özellikle Türkiye gibi asker-millet gibi sosyolojik bir öğretinin olduğu toplumlarda askerin sivil alana müdahalesi daha fazla olmaktadır. Nitekim askeri müdahalelerin bazıları halkın bir kısmı tarafından takdirle karşılanırken, askere yüklenen misyon demokrasinin çıkmaza girdiği dönemlerde yine bazı kesimlerce “ordu göreve!” şeklinde bir çağrıya dönüşmektedir. Vesayet geleneğinin önüne geçmek için kültürel kodlara yönelik demokrasi değerlerini ön plana çıkaran bir eğitim anlayışıyla başlamak gerekmektedir. İkinci olarak hukuki anlamda orduya müdahale alanı yaratacak boşlukların ortadan kaldırılması ve bunu engellemeye yönelik yasal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Demokrasilerde yasama, yürütme, yargı gibi devlet organlarının yanında basın, STK, Ordu vb yapıların da hukuki açıdan bir konumlandırmaya 
ihtiyacı bulunmaktadır. Yine benzer şekilde bu kurumların görev ve yetkileri demokratik ilkelere göre oluşturulmalıdır. Örneğin son dönemde TSK iç hizmet kanununun 35.maddesinin revize edilmesi, askeri yargının kaldırılması, TSK’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması gibi reformlar askeri vesayete karşı oluşturulan yasal düzenlemelerdir. Son olarak siyasal açıdan bakıldığında halk tarafından seçilen temsilcilerin toplumun farklı kesimlerinden ortaya çıkacak olan seçkinci bir tahakküme karşı demokrasinin namusunu! koruma cesaretine sahip olması gerekmektedir. 

KAYNAKÇA 

Aristotales (2013), Atinalıların Devleti, (Çev. A Çokona) İş Bankası Kültür yayınları, İstanbul 

Alacadağlı Esmeray (2017), Darbeler, Ordu ve Siyaset, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz Yerdelen), Divan Kitap, 553-577 

Başaran Doğacan (2017), 12 Mart Askeri Muhtırası Ve Türk Demokrasisi, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler Ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz Yerdelen), Divan Kitap, 111-130 

Beetham David (1988), Democracy: Key Principles, İnstitutions and Problems, Democracy: İts Principles and Achievement, Inter-Parliamentary Union Geneva, 21-31 

Devran Yusuf ve Özcan Faruk (2016), 1960’tan 2016’ya Askeri Darbe Ve Muhtıra Metinleri Anlamlar, Amaçlar, Niyetler Ve İdeolojiler, İnönü Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi 1-2 (7-20) 

Heywood Andrew (2014), Siyaset, Liberte Yayınları 

Karataş Murat (2017), 12 Mart Askeri Muhtırası ve Partiler Üstü Hükümetler, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler Ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz) Yerdelen, Divan Kitap, 140-166 

Kurt Selim (2017), 27 Mayıs Darbesi Ve Cumhuriyet Dönemi Darbelerine Olası Etkileri, Uluslararası Demokrasi Sempozyumu Darbeler Ve Tepkiler (ed: Betül Karagöz Yerdelen), Divan Kitap, 72-93 

Kuru Ahmet T. (2012), The Rise and Fall of Military Tutelage in Turkey: Fears of Islamism, Kurdism, and Communism, İnsight Turkey, 14-2, 37-57 

Krane Dale ve Marshall Garry (2003), Democracy and Public Policy, Encyclopedia of Public Administration and Public Policy, Third Edition 

Munck L. Gerardo (2014), What is democracy? A reconceptualization of the quality of democracy, Democratization, 12 

Uygun O.(2017) Devlet Teorisi, Onikilevha yayıncılık, İstanbul 

Yazıcı (2018) İnovasyon, Rekabet ve Devlet, Turkish Studies, c. 13-13, s. 67-86 

DİPNOTLAR;

1 URL1
2 Bu tarihte Yeniçeri Ocağı I.Mustafayı tahtan indirerek yerine II.Osman’ı getirmiştir.
3 URL2 
4 URL3 
5 URL3 


URL1:http://www.sjsu.edu/people/ken.nuger/courses/pols120/Ch-3-Principles-of-Democracy.pdf 

<Erişim Tarihi: 12.06.2018> 

URL2: http://darbeler.com/2015/05/18/12-mart-muhtirasi/ <Erişim Tarihi: 14.06.2018> 

URL3: http://darbeler.com/2015/05/18/27-nisan-e-muhtirasi/   <Erişim Tarihi: 14.06.2018> 

 ***