KALEM HAYDUTLARI VARLIĞINI PATRONLARINA İSPAT ETMEK ZORUNDADIRLAR., BÖLÜM 2
Etiketler; Burjuvaji, Dar Kafalılar,Dar Kafalılar ve Fıkralar,Edebiyat, emek, Fıkralar, İlim, Küçük Burjuva İdeolojisi, Madde, Maksim Gorki, Öğrenmek, sanat üzerine,Tabiat,
Mektup gönderen okuyuculardan bazıları bana «Eline bastonu al, heybeyi sırtına vur, biraz yaya yürü, etrafında olup bitenlere bir iyi bak…» diye öğüt veriyor
lar. Okuyucularımın bu dediklerini hiç yapmayacağım; çünkü, gezmelerle uğraşacak vaktim yok. Vaktiyle, epey gezip dolaştım, köylülerin bir zamanlar nasıl bir zindan ve sefalet hayatı yaşadıklarını gayet iyi bilirim. Bundan elli yıl önce mujiğin tarlasını kara sabanla sürdü ğünü, minicik kazancını elinden almak için
yüz elin uzandığını, birçok patron olduğu halde, bir tek eğitmen olmadığını, mujiğin de binlerce yıl hiçbir şey öğrenme den yaşadığını bilirim.
Elbette ki, içinde «ucube bulunmayan aile olmaz.»
Hele bizim aile gibi çok kalabalık, 162 milyon nüfuslu bir ailede ucubelerin daha da çok olmasından daha tabii bir şey olamaz. Ucubelerin izzeti nefisleri vardır, alıngandırlar. Ucube kendine müstesna bir varlık gözü ile bakar; söylemeye ne hacet, ucubenin biri olduğuna göre, kendine böyle bir değer biçeceği meydanda.
Zekanın bu acaipliğinin temelini zihnin gevşekliğinde, hışırlığında, okumak ve öğrenmek istemeyen, kendini beğenen ya da anlamsız bilgilerle tatmin olunan
ruhun bu garip halinde aramalıdır. Bu acaipliğe, genel olarak, tek kelime ile «budalalık» adı verilir.
Mesela; bu kendini beğenmişlerden biri bakın neler yazıyor : «Şayet gerçek benim yaratıcı çalışmama aykırı ise bu gerçeği inkar etmek hakkımdır.
İnsan acayip bir varlıktır, diyen Dostoyevski’dir galiba. Doğru.
Ben de düşüncenin sizin vücuda getirdiğiniz Dinyeprostroy, Magnitogorok, Nijini-Novgorod, vb. gibi bütün eserlerinizden üstün tutuyorum.»
Bu derece deha sahibi bir ucubeye itiraz etmek boşunadır. Çünkü, bütün fantezilerin temelinde gerçek bulunduğunu, kendinden önce lehte ya da aleyhte yapılmış bir şeylere dayanmadan, insanın bir şeyler yaratamayacağını uzvî bakımdan anlayacak kabiliyette değildir. Hatta «insan acayip bir varlıktır» sözü de inkar edilemez, ama bunun için, insana evrenin küçücük bir noktasında doğup büyümüş ve bu noktada on binlerce yıl didinip, eliyle çetin çalışmalar ve aklının bütün yaratıcı çabası pahasına harikulade başarılar elde etmiş bir varlık gözü ile çok uzaktan bakmak, «evrenin derinlikleri»ni görmek ister.
İnsanın elde ettiği en şaşılacak şey ilmidir; cesur eylemine dün de sınır çizilememiş, yarın da çizilemeyecek ilim.
Sonra, ilim temeli üstünde doğan tekniği, hareketsiz maddenin bütün mukavemetini büyük bir kolaylıkla aşan teknik gelir.
Daha sonra da, sözle, sesle, renkle, taş ve madeni? İdeal güzellik hayallerini, şekillerini yaratmak imkanını kendisine veren sanatı.
Böyle bakılınca insan gerçekten acayip bir büyüklükte görünür ve insan emeğinin tarihi, kültür eserinin tarihi tasavvur edilebilecek en acayip şeydir. Ama bu
insanı bütün enginliği ile tasavvur edebilmek için, adının insanlık olduğunu hatırlamak, tabiata karşı giriştiği mücadelenin tarihini ve bu insanlık içindeki
mücadelesini bilmek gerekir. Oysa yukarıda alınan parçanın sahibi soyundan gençlerin «deha sahibi oluşları» hep kara ve koyu cahillikle birlikte olur.
İdeolojiden bıkan delikanlı şunları yazıyor:
«Hayatta geri kaldığımdan mı, yoksa gerçekten sıyrıldığımdan mı, nedir bilmem, hakikat şu ki, Jukovski’nin çevirilerini, masallarını ve efsanelerini, Rusları ve Ludmila operasını, içinde ideolojinin zerresi bulunmayan şeyleri çok seviyorum.»
Sonra da soruyor:
«İdeoloji ile hiç ilgisi olmayan kitapların yayınlanmasına izin verilse iyi olmaz mı?»
Burjuva ailesinin temellerini koruyan Korku filminizevkine uygun buluyor:
«Düztaban ve Bastıbacağın insanı her zaman güldüren buluşlarını seviyorum.»
İstermiş ki:
«Tarlalarda çivi yerine ot bitsin, Köylü erkek traktörü, değil Köylü kadını kucaklasın.»
Bu mektubun ifade ettiği genel anlam şu: İnsan eğlenmeli.
Bu mektubu aynı soydaki mektuplardan daha budalaca bulduğumdan ötür anmış değilim. Sebep bu değil. Bu mektuptan daha budalaca yazılmış mektuplar var.
İdeolojiden bıkan genç saf görünmek istiyor, ama, aslında, hiç de saf değil.
Bütün ideolojilere itiraz ettiği yok; itirazı belli, tamamile belli bir ideolojiye dir. Gencin. kendisi bir ideolojiden yanadır, «insan kendini eğlendirmelidir» şiarı da aylakların ve asalakların şu eski şiarına benzer :
«Başkaları çalışsın, biz eğlenmek istiyoruz.» İngiliz «Lakist okulu»nun Jukovski tarafından ya-pılan çevrilerini, siz de görüyorsunuz, zevkine uygun buluyor.
Yaşadığı devrin dar kafalılığından ve zevksizliğinden nefret eden, lord olmasına rağmen, devrimci Byron, «Lakist okulu»n şairleri hakkında şunları söylemişti :
«Olsun, peki. Kazançlı mevkileriniz var, Nasibinizse, şan, şeref ve zenginliktir; Oysa, satılık fikrin değeri mi olur? Utanç bence sizinle bir meslekten olmak:
Fikrin ne olduğundan pek haberiniz yok. Hele şeref ve namustansa, hiç…»
Daha aşağıda şöyle diyor :
«Hayasızlığınızı, gizli utancınızı Çiçekten taçların altında saklamışsınız;
Sizlere hiç haset ettiğim yok, hiç ama hiç. Şerefli, vicdanlı olan gitmez peşinizden.»
Robert Southey, Wordswortn, Coleridge ve «Lakist okulun» öteki şairleri bakan Caslereagh’in taraftarı idi‘ ler.
Bakın, Byron, bu bakan için neler söylüyor :
«Ey, hain, rezil, alçak Castlereagh! İrlanda ırmaklarını kana boyayan sen, Vatanının cellâdı kesildin; İnsanları zincire vurmak isteyen alçak…»
«Lakist okulu» şâirlerinin küçümsenmeyecek bir değerleri vardır; o da, sözlü «halk» eserlerinden çıkarılmışşeyleri gayet iyi kullanmasını bilmeleridir.
Edebiyat tarihçilerinin orta derece kabiliyetli birer şair saydıkları Southey, Wordsworth, Coleridge, vb. gibi sanatçılar, böylelikle İngiliz dilini epey
zenginleştirmiştir. Ünlü sairimiz Puşkin’in bu okul tarafından verilen örneğe uyarak, halk; masallarından faydalanmış olması mümkündür.
Ama, hem «zevk», hem de malzemeyi kullanış bakımından, Puşkin ile bu şairler arasındaki temel farka da işaret itmeyi unutmayalım.
«Lakist okulu» şairleri Papaz ve Uşağı Balda gibikonuları incelemezlerdi. Puşkin masalların gerçek anlamını bozmadığı halde, Wordsworth ve grubu, halk
yaratmalarında «aşarı şehvet, harikulade şeyler» motiflerini, kilise ile kilise ikiyüzlülüğünün bu sağlıklı din dışı yaratmalara getirdiği fikirleri ve batıl
inançları alırlardı. Wordsworth «akla düşman kesilmesile, hatta aklı hakir görmesiyle» ün salmıştı. C’oleridge gençliğinde özgürlükçüydü, sonra Alman
mistiği Jacob Boehme’nin çömezi kesildi. Gericinin biri olup çıktı. Southey de işe radikalizm taraftan olarak başladı, ama sonra Byron’a ve Shelley’e karşı
beslediği azılı kin ve nefretiyle ün saldı; sonunda da, öyle bir kültür düşmanı kesildi ki, Macualay gibi tutucu bir tarihçi bile onun Konuşmalar adlı eserini
şiddetle eleştirdi.
«Aklı» «iblisce bir günah» sayan Saksonyalı köylü Luther’in akidesi bu insanların hepsine bulaşmıştı. Biliyoruz ki, Luther’in ataları yüzyıllarca küçük
kilise prenslerinin, şövalyelerin ve toprak sahibi soyluların kanlı hakimiyeti altında yaşamışlardı.
Luthev’e mutaassıp akidesini ilham eden işte bu hâkimiyetti. Luther akidesinin esası şudur: Hıristiyan olan kimse tamamıyla eylemsiz olmalı, hiçbir şeye karışmamalı. Diri diri derisi yüzülse bile, en küçük bir mukavemet göstermeden ıstırap çekmeli. Bu Hıristiyan yeryüzüne ait her şeye karşı kayıtsızdır, ilgisizdir. Kendisini soymalarına, boğazlamalarına, işkencelere çarptırılmalarına hiç ses çıkarmayacak; çünkü, o yeryüzünde bir din kurbanıdır.
Köylüler Thomas Münzer, Wen-derGeiler ve daha başka şeflerin idaresinde, zalimler? karşı çıktıkları zaman, Luther şövalyelere vekilide adamlarına şöyle seslendi:
«Kendi selametiniz söz konusu! Köylülere hiç acımayıp boğazlayın, öldürün, boğun! Bunları kudurmuş köpekler gibi gebertin!»
Sovyet rejiminden bıkan delikanlının hoşlandığı şairler, ideolojilerinin esaslarını işte bu kaynaktan al-mışlardır. Şimdi de Jukovski hakkında birkaç söz söyleyeyim. Tıpkı Wordsworth ve Robert Southey gibi, Jukovski de bir «saray» şairiydi, başında çiçekten tacı vardı. Çar Nikola I’in oğlu Aleksandır II’nin eğitmeni idi, yazdığı bir makalede ölüm cezasının uygulanmasını savunmuş ve haklı göstermiş ti. Duygulu bir gericiydi; kendisi pek büyük bir şair olmamakla beraber, başkalarının eserlerini manzum olarak iyi anlatmak kabiliyetine sahipti.
İşte görülüyor ki, delikanlıyı bütün ideolojiler bıktırmıyor; anlaşıldığına göre, kötü tanıdığı belli bir ideoloji bıktırıyor. «Lakist okulu»n şiirlerini, efsaneleri, masalları sevmesini zevki ile değil de, cahilliği ile izah etmek pek mümkün. Şiirlerin, efsanelerin ve masalların da güzel sözler altında belli, hatta bazen iğrenç bir ideolojiyi gizlediklerini, belki de hamamböceklerinin, farelerin, sivrisineklerin ve bütün öteki parazitlerin bile ilkel birer «ideolojisi» olduğunu herhalde henüz bilmiyor. Çünkü mesela, toprak sudan daha sağlamdır, demir yenilmez, insan kanı besleyicidir, gibi tecrübe üstüne kurulmuş bazı kavramlar parazitlere has bir takım kavramlardır. İdeolojinin şekli ve tarzı üstünde düşünmesini bilmeyenler galiba yalnız ahmaklar ve budalalardır; ama biz burada bunların sözünü edecek değiliz.
Söylemeye gerek yok, ben eğlencelerin aleyhindedeğilim. Ama bugün içinde yaşadığımız şartları hesaba katarak, eğlenceleri biraz sınırlamak gerekir.
Her şeyin bir zamanı vardır.
Bana öyle geliyor ki, insanların bir kısmı kendilerini durmak dinlenmek bilmeden insanlığı gerçekten kurtaran yeni sosyalist kültürün kurulması alanındaki çalışmaya verdikleri halde, geri kalan kısmı gerici yazarların ve halk düşmanlarının güzelliklerine gönüllerini, eğlendirecek olurlarsa, bu zıtlığın şöyle bir sonucu olur: Gönüllerini eğlendirenler, ya da kendilerini eğleneceye verenler bizim gerçeğimize tamamıyla zararlı oldular. Hem sonra, ben şu fikirdeyim ki, bu gerçek, «eğlendirici» olmak bakımından, yeteri kadar ilgi çekici ve zengindir. Meselâ, Gandhi ile Mac Donald, Düztabanla Bastıbacaktan az mı gülünç? Gerçeğin hainleri alçaklıkta, sinemanın hainlerini fersah fersah geçerler. Tekrar ediyorum ki, gerçek bütün buluşlara ve fantazilere her zaman temel hizmetini görmüştür. Gerçeği sinema filmlerine bakarak değil, Çörçil, Çemberlayn, Baldvin ve bu soydan «zamanımızın daha başka kahramanları» gibi centilmenlerin yapıp ettiklerine bakarak incelemekçok daha ilgi çekici, pratik olarak çok daha faydalıdır. Çok daha faydalı ve ilgi çekicidir; çünkü adı geçen centilmenler, siyasî haydutluğa olan eğilimleri yüzünden, ideolojiden bıkmış gençlerin kafataslarını çıkıntılarla süsleyebilirler. Gençler işi gücü bırakıp kuzgunları seyre dalarlarsa, bu centilmenler bunlara da aynı şeyi yapmakta gecikmeyeceklerdir. Dilerim ki, Sovyet vatandaşları arasında kuzgun seyretmek mesleğinden olanların sayıları az olsun. «Aydınlık devri» maddecilerinin devrimci ideolojisinden «bıkmış» birçok insanlar, XIX uncu yüzyıl başında, bu birkaç vatandaşın düşündükleri ve yazdıkları şeylerden daha iyisini düşünmüşler ve yazmışlardı. «Bıkanlar»ın o zamanlar yazdıkları şeyler Devrim düşmanlarının tutucu ve dinî ideolojisinin ürünüydü.
Tarlalarda biten çiviler konusunda söyleyecek bir şey bulamıyorum. Ben ömrümde ne böyle çivi, ne de böyle tarla gördüm.
Mektubu yazan okurum herhalde şaka etmiş olacak. Köylüye gelince, bu konuda gayet inanmış ve kesin olarak söylüyorum ki, bugün de, köylü olmaktan çıkıp, kendini sosyalist ve memleketin efendisi tasavvur edince, yarın da köylü, köylü kadını hiç değişmez bir şekilde kucaklamaya devam edecek, köylü kadın da köylü erkeği aynı şekilde kucaklamaktan hiçbir zaman geri kalmayacaktır. Bu onların karşılıklı hayatî görevleridir. Hele şükür, bunun böyle olduğunu bilmeyen de yok. Zabitliğin ve riyazetin ideologları olan keşişler bile, kendi tecrübeleri ile bilirler ki, zahitlik bu görevin yerine getirilmesine hiçbir zaman engel olmaz.
Bu görevden uzaklaşıp, bu uzaklaşmayı, ideoloji bakımından, ya eski Yunan kültürünün estetiğine olan eğilimleriyle, ya da burjuva toplumunda bir erkeği beslemenin bir kadını beslemekten daha ucuz- olduğu şeklinde basit bir olayla izah eden kulamparalarda da bu böyle. Nereye baksanız, her yerde «ideoloji» var, delikanlı. Bu ideoloji«görev»in yerine getirilmesine engel olmamış, ötedenberi nazımla nesirle, renklerle danslarla bu görevi her zaman teşvik etmiştir. Küçük
burjuva gerçeği bize diyor ki, bu görev, her zaman, kadını al çalmış bir insan haline getiren pis ve iğrenç bir fuhuşşekline ve niteliğine bürünür. Sinemada «ailenin temellerini koruyan» darkafalı adam, kendi özel hayatında, kadını, kendini savunmak için, tabancanın ve karbon gazının hayırlı yardımına başvurmaya zorlamaktadır; bu notların baş tarafında sözünü ettiğimiz burjuva gazeteleri de, alçakçabir sadizmle, bu olayları bütün ayrıntılar ile her gün dünyaya ilân ederler.
Görülüyor ki, biz bu insanlara sevgi duyamayız, ama, bunlar birer natüralist olduklarından, çok faydalı işler görürler. Bunların ataları sarhoş babasını çırılçıplak soyan ve açıkgöz bir genç olan Ham’dı. Küçük burjuva gazetelerinin sütunlarını küçük burjuva toplumunun dağılışını gösteren sözlü tasvirlerle, adam öldürme intihar, türlü türlü hırsızlık, dolandırıcılık, haydutluk hikayeleriyle doldurmakla, bunlar da kendilerini dünyaya getiren sınıfın çıplaklığını ortaya, koymaya uğraşmaktadırlar. Bunların meslekleri küçük burjuva hayatının kanını, çamurunu, pisliklerini karıştırmak, eşeleyip durmaktır. Kendilerini tamamıyla bu işe vermişlerdir ve Avrupa burjuva kültürünün çürüyüşünü, dağılışını gösteren en canlı renklerle çizilmiş geniş bir tablohazırlanmaktadır. Kendilerini yetiştiren eski kuşaklar gibi bunlar da çürümüşlerdir, ama faydalı bir iş görmektedirler. Çünkü «naturalizmleri» gerçeği oldukça parlak bir şekilde aydınlatmaktadır.
Bu insanların verdikleri deliller dikkatle gözden geçirmeli, ama bu delilleri taklit etmemeli. Çünkü bu ıvır zıvır insanların duyguları filan yoktur. Küçük burjuva hayatının facialarını sırf satılan, satın alınan ve «natüralist»e birazcık nafaka sağlayan bir malzeme diye düşünürler.
Bizim Sovyet gerçeğimizde de eskiden kalma şeylerin türlüsü var, ama bunlar hızla kaybolup gitmektendir. Bizde de yazı yazan özel soydan bir takım «natüralistler» var. Bunlar Ham’ın torunlarıdır, demeye di’lim varmaz. Çünkü bazen, türlü türlü pisliklerin ve çirkinliklerin var olduğunu söylemeleri, göstermeleri, sağlığı koruma endişesinden, bunların kökünü kazımak, hayatımızdan söküp atmak arzusundan ileri gelmektedir. Ama bunu yaparken, siyasî anlayışı inceliği unutuyorlar.
Gerçeği kesin bir gözle gözlüyorlar, gördüklerini de doğru olarak anlatıyorlar, bence öyle. Ama, mesela bakın edebiyat işlerinden anlayan bir yazar bir kitap yazmış; bu kitapta şöyle şeyler var:
«Keçi sakallı adam mıntıka siyasî eğitim müdürlüğünde çalışıyordu. Geleli çok olmamış. Bu işte bir yanlışlık olacak. Çünkü, vaktiyle mezar bekçisiymiş.»
Bu biraz tuhaf değil mi? Söylenen şey doğru olabilir. Her yerde adam sıkıntısı çekiyoruz. Hem bir mezar bekçisi de, siyasî bakımdan, bu kitabın yazarından pekala daha uyanık, daha bilgili olabilir. Oysa, iktidarının kötülüğünü isteyen yabancı natüralistler ile memleketimizdeki natüralistler bu fıkradan mutlaka bambaşka bir sonuç çıkaracaklardı! O sonuç da şu : Sovyet Rusya’da işçi kitlesinin siyasi eğiti m i bir takım mezar bekçilerine emanet edilmiştir.
Fıkraya daha büyük bir acayiplik vermek için, bekçi sözü pekala mezarcı haline getirilebilir. Paris’te Berlin’de, Pragda, Sofyada., Belgradta oturan kimseler ye bizim eski göçmenler Sovyet yazarının bu sözleri ile avunacaklar, birbirlerine telefon edip bağıracaklar: «Mezarcılar hikayesini okudunuz mu? Ha, ha, ne tuhaf değil mi?» diyeceklerdir.
Yazarlarımızın yazdıkları kitaplarda bu fıkralara çok rastlıyorum ama bunları burada tekrarlayacak değilim. Çünkü küçük burjuvaların hoşuna gidecek ve umutlarını canlandıracak bir takım gerçekleri anlatarak bu adamları eğlendirmek istemem.
Beni son derece ilgilendiren bir mesele var. Yazarlarımızdaki bu küçük burjuvaların hoşuna gidecek «gerçekleri» anlatmak eğilimi nerden geliyor? Bu «gerçek» bu yazarların eserlerinden doğmuş bir sonuçtur. Adeta tamamıyla kötümser fıkraları bir araya toplamış bir yazarın eesri üstünde kendisiyle görüşmüştüm. Eserin kahramanı kendine yeteri kadar çınlayan bir ad bulamamanın azabını çekiyordu.
Yazara sordum: Semkof adlı sersemin biri, çalışacak, okuyacak yerde, Semyokum mu olsun, Sumrakof mu olsun, yoksa Sumarkof mu, diye geveleyip durması niçin bir okuyucu olan beni ilgilendirsin? Yazarın bana verdiği cevap şu : «Hareketsizlik içinde olan, kendi içine kapanan, tıpkı sizin gibi, kendi kendine gelişen insanları ben pek severim.»
Pek acayip bir fıkra bu. Çünkü eserin müsvedesindeki haşin natüralizm, yazarın açık, ciddî ve kasvetli rornantizmiyle hiç bağdaşmıyor. Bu romantizmi yazar sözleriyle son derece güzel ifade etmesine rağmen, bu romantizm onun içinden doğacak yerde, derisine dikilmiş gibidir. Çoğu zaman bana öyle gelir ki, genç yazarlarımız gerçeğin okulundan öğreneceklerine, Freidrich Schlegel’den bir şeyler öğrenmektedirler. Bu Schlegel,bundan 132 yıl önce, insanın «Ben»inin gerçek tatrıini canlı eylemde değil, eylemsizliğin kutsal sanatında, her türlü faaliyetin yokluğunda bulduğunu vaaz etmişti. «Kendinden hoşnut» olarak yaşadı, «tabiata benzedikçe, daha memnun oldu.»
Bu en saf eylemsiz romantizm XIX’uncu ve XX’inci yüzyıllarda birçok defalar ele alındı. Çoğu zaman da, J. K. Huymans’ın Tersine adlı eserinde, o çok övülen Whitman’da, hele o çekilmez geveze Marcel Proust’ta olduğu gibi birçok acayip şekillerde genç edebiyatçılarımızın pek önemli olamayan bir kısmı tarafından eylemsiz romantizme karşı gösterilen bu büyük rağbetin eylemli, devrimci romantizme olan heyecanlı eğilimlerinden ileri gelmesi pek mümkündür; bizim gerçeğimiz bu devrimci romantizm bakımından pek zengindir; yine bu romantizm, gençliğimizin çalışmalarına kök saldığı gibi, «efsane» yaratmaz halkın evrensel eserini tamamlar. Biraz yukarıda söylediğim gibi, gençlerin eski hayatın çirkinliklerini ve acayipliklerini, bu hayattan nefret ettikleri için, bir sağlık koruması endişesiyle, devrimci romantizmi, eylemli romantizmi benimsemelerini engelleyen her şeyi ortadan kaldırmak arzusu ile ortaya dökmüş olmaları da pek mümkündür. Ama, kendi şuurunu geliştirip derinleştirerek, kendi siyasî eğitimini yaparak ancak bu romantizm kazanılabilir. «Bütün bunlar neye yarar?» sorusu ancak şu şartla ortadan kalkmış olur.
Ama dar kafalının kötü ve yavan «gerçeği» daha ölmemiştir. Yaşıyor, devrimci ideolojisinden, bıkan insanların dimağları üstünde etki yapıyor. Ham torunlarınin, «natüralistler»in, «usta kalem hırsızları»nın, bankerler tarafından para ile tutulmuş adamların, genellikle «İsterse, benden sonra kıyamet kopsun» prensibine uyarak yaşayan ıvır zıvır adamların Sovyetler Birliğine iftira etmek için kullandıkları gerçek işte bu dar kafalının yavan gerçeğidir. «Sanayileşme», «Beş yıllık plân», «Magnitostroy», «Dinyeprostroy», diyorlar Moskova nehri ile Volga’yı birleştiriyorsunuz, diyorlar, ama sizde siyasî eğitimi yöneten mezar bekçisinin biridir. Filanca yazar, kahramanlarına Oka nehri üstünde yolculuk ettirdiğini unutup, Volga nehri üstünde geçirilen bir geceyi tasvir etmiş. Okul öğretmeni falanca hanım üç aydır maaş almamış. Okurova şehrindeki kooperatif üyeleri kurbağa yemişler. Çelikten binalar, traktörler yapıyorsunuz, fabrikada her mamulün parçalarını ayrı işçilere yaptırıp sonra birleştirmesini pek ala beceriyor sunuz, ama dikiş iğnesi, firkete ara bakalım bulabilir misin? Hey Allahın belaları, siz nesiniz? vb. Bunların hepsi de doğru Ama, elden ne gelir? Viladivostok’tan Odesa’ya, Erivan’a, Murmansk’a, Taşkent’e kadar yayılan topraklar üstünde bu gerçeğe hâlâ yeteri kadar rastlamak mümkündür.
Bu hatalar birden ortadan kaldırılamaz.
Böyle olmakla beraber, bu hatalardan yavaş yavaş sıyrılıyoruz. Kendimizi toparladığımız zaman, hiçbir güçlük karşısında irkilmeyeceğiz.
Düşmanlarımız fıkra halinde anlatılan bu gerçekle, suratımıza «bir tokat attıklarını» sanıyorlar. Düşmanlarımızı boş hayallerin kalın sisleri içinde bırakıp,
bu yavan fıkraların sayısını azaltmaya bakalım. Dar kafalıyı, hoşuna gitse de, çamurla bile beslememeli.
Bu önemli gerçeği anladığımız gün, bu fıkraların sayısı çarçabuk azalacaktır.
O gerçek de şudur:
Hepimiz, yaptığımızın hesabını memleket karşısında vermeliyiz. Sovyetler Birliği çapında bir sosyalist sorumluluk ve tesanüt duygusunu kendimizde
geliştirmenin artık zamanı gelmiştir. Bu duygu ile birlikte, kendimizde siyasî anlayışı ve inceliği de geliştirmeliyiz. Hayatta ve edebiyatta fıkralar düzmekten
bizi ancak bu anlayış kurtarır; dar kafalının bizde de canlı bir şekilde yaşadığının delillerini vererek bu dar kafalıyı avut topraklar üstünde bu hakikate hâlâ yeleri kadar.
«Ruhu hiç sosyaliste benzemediği halde, yüzü sosyaliste benzeyen» İnsandan daha kötü bir şey olamaz. Bugün kurmakta olduğumuz gelecek bize kuvvetli ve cömert elini uzatmıştır.