10 Ekim 2020 Cumartesi

Hukuka Tahammül Eden Değil, İçselleştiren Bir Yargı

 

Hukuka Tahammül Eden Değil, İçselleştiren Bir Yargı.,



Yüksek yargı ayakta.

Anayasa değişiklik taslağını “yargıyı kuşatma” hatta “yargıyı ele geçirme” olarak yorumluyorlar. Çok kızgınlar, burunlarından soluyorlar, göz bebekleri yerindne fırlayacak sanki...

Buna karşın değişiklik taslağına eleştirilerini-itirazlarını incelediğimizde burada oldukça genel geçer ifadeler kullanıldığını görüyoruz. Yüksek yargı temsilcilerinin açıklamalarına göre HSYK’dan Adalet Bakanı ve müsteşarı çıkarılsa yüksek yargı neredeyse tam bağımsız olacak. Daha doğrusu 'şahken şahbaz olacak'. Ufacık tefecik sorunları da hallolup dünya yargısının medarı iftiharı olarak boy gösterecek…

Oysa ki hepimiz biliyoruz: Yüksek yargı geçmişte de ne yeterince bağımsızdı, ne de yeterince adil. Üstelik Adalet Bakanı ile müsteşarının HSYK üyelikleri de yeni bir durum değil. O iki koltuk uzun süredir kurulda oy kullanırken yüksek yargı pek de sesini çıkarmamıştı. Hatta bugün yargının kuşatılması olarak takdim edilen pek çok husus geçmişte yargının bağımsızlaşması olarak görülüyordu.

Demek ki ya yargı değişti, ya da hükümetler. Başka bir deyişle bugünkü hükümetin yapmaya çalıştıklarını başka bir parti gerçekleştirmeye kalksaydı yüksek yargıdan alkış da alabilirdi. Bu durumda ortada bir ilkeler savaşından çok, ideolojik bir çıkar kavgası olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Şurası kesin ki yüksek yargı AKP’ye tahammül ediyor, sabrediyor. Eğer olanakları elverse AKP’nin işi şimdiye çoktan bitmişti. Anayasa Mahkemesi’nin aldığı trajik-komik kararlar, mevcut yönetimi çalıştırmamak için yolcu otobüs biletlerine kadar müdahale eden bir yargı, Adalet Bakanı ile adeta rekabet içinde bir HSYK yüksek yargının AKP iktidarından memnun olmadığını net bir şekilde gösteriyor. Yüksek yargı AKP iktidardan bir şekilde gitse çok mutlu olacak. Bu sözlerimizi bizim mahkemelerimizde ispatlayamayız belki, ancak bu ülkede yaşayıp da bu cümleye katılmayan hiç kimse olmaz herhalde.

Peki, bu durum sizce normal midir?

Yüksek yargı herhangi bir ülkede o ülkenin önemli bir partisine karşı veya taraftar olabilir mi? Kararlarını teklifin geldiği partiye göre şekillendirebilir mi? Özellikle % 47 oy alabilmiş bir siyasi parti yargı tarafından “tehlikeli” sayılabilir mi?

Şimdi biz bu cümleleri kurunca bazı okurlarımız bizi particilikle veya belli bir görüşü desteklemekle itham edecekler. Oysa ki söylediklerimizin hiçbir parti ile uzaktan yakından ilgisi yok. İktidarda bugün AKP’nin olmasından dolayı yargı-hükümet gerilimi AKP-yargı rekabeti gibi anlaşılıyor. Oysa ki sorun yargıya çöreklenmiş olan darbe kalıntısı düzen sorunudur. Sorun ilkeler ile ilgilidir ve tartışmalar da ilkesel olmak zorundadır. Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay gibi kurumların taleplerini dile getirmesi, alternatifler üretmesi gerekir. 'Güçler ayrılığı' gibi muğlak ifadelerin arkasına saklanarak 'siyaset yapmak' özellikle yargıya yakışmaz.

Eğer ülke olarak tartışmayı ve uzlaşmayı bilmiyorsak gider alırsınız İsviçre, ABD veya Almanya anayasasını, kapağını değiştirirsiniz, olur size TC Anayasası. Bu sözlerimiz garip mi geldi? Neden garip geliyor ki hemen hemen tüm yasalarımızı böyle alıp, sonrasında tüm mantığını bozmadık mı? Herhalde Almanya Anayasası 12 Eylül Anayasası’ndan daha kötü değildir. Fakat yüksek yargının buna da itirazı var. Örneğin Yargıtay Başkanı Sayın Hasan Gerçeker, bu düzenlemeler yapılırken genellikle Avrupa Birliği müktesebatı, Avrupa'daki uygulamaların örnek gösterildiğini ifade ederek, “ama her ülkenin kendine özgü koşulları, değişik sistemleri var. Yani hiç bir sistemi alıp da Avrupa'nın öbür ülkesindeki sistemle aynı diye gösteremezsiniz. Her ülke kendi koşullarına göre, kendi koşullarına uygun modeller oluşturmak zorundadır” diyor.

Ne demek bu şimdi? Bize özgü model 12 Eylül Anayasası mı? Bu ülke 27 Mayıs’tan bu yana siviller anayasa yapamıyorsa, bu ülkenin özel koşulu anayasalara askerlerin yapması mıdır? İsveç anayasasını alsa aynen uygulasak ve Fransa anayasasını bu ülkenin hangi özel koşulunu çiğnemiş oluruz. Yoksa fazla demokrasi fazla oksijen gibi ciğerlerimizi mi yakar?

Beyler lütfen, lafı evirip çevirmeyin, topu orta sahada döndürüp durmayın. İlkelerinizi ortaya koyun, daha demokratik bir düzen için katkıda bulunun. Demokrasiye ve hukuka sabreden, günü gelene kadar bu değerlere katlanan değil, sözkonusu değerleri içselleştiren, kendi malı haline getiren insanlar olun…

“Türkiye Terörün Baş Sorumlusuna Teslim Edilemez” DEMİŞTİ

“Türkiye Terörün Baş Sorumlusuna Teslim Edilemez” DEMİŞTİ



9 Ekim 2020 Cuma

AB Kürt Konferansı'nda Öten Bülbüller!

 AB Kürt Konferansı'nda Öten Bülbüller! 


13 Aralık 2012


AB – KÜRT KONFERANSI SONUÇ BİLDİRGESİNDEN:


“Kürt Baharı kaçınılmaz!”
“İsrail PKK’ya desteğini sürdürecektir!”
“Türkiye için yeni bir Anayasa yapılacaktır”
“Türk hükümeti Öcalan’la müzakereye devam edecektir!”
“Tüm ülkeler PKK’yı terörist listesinden çıkarmalıdır!”
AB konferansında “bölünmeyi” en çok savunanlar “Türkiyeli” gazeteciler!
5-6 Aralık’ta Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nda toplanan Kürt Konferansı katılımcıları ve açıklamaları kör gözleri açacak nitelikteydi!

“AB, Türkiye ve Kürtler” adlı 9. uluslararası konferansa Türkiye’den AKP milletvekili Galip Ensarioğlu, CHP’den Rıza Türmen, BDP’den Aysel Tuğluk ve Selahattin Demirtaş, gazeteci olarak Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Serdar Akinan, Ahmet Şık, Nuray Mert, Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’nden Raci Bilici ve Kocaeli Üniversitesi’nden Profesör Sevtap yokuş katıldılar.
‘Türk’ gazetecilerin, İsrail / MOSSAD mensubu konuşmacılar ile hemfikir olarak ‘Sıra Kürt Baharı’nda!’ demeleri ilgi çekti..


İsrailli akademisyen Ofra Bengio, “Son yıllarda PKK bölgede güçlendi, İsrail’in geleceği için bu çok önemli. Bu süreçte Kürtler bölgede stratejik bir rol kaptı ve İsrail’in buna desteği sürecektir” şeklinde konuştu..

Gazeteci Cengiz Çandar ise İsrail görüşlerine tam destek vererek “Kürt Baharı’nın zamanının geldiğini” savundu ve “Türkiye’nin terör örgütü PKK’yı tanımak zorunda kalacağını” belirtti. “Türkiye, PKK’yı ve onun temsilcilerini tanımak zorunda kalacak. Biz bunun için çalışacağız. İsrailli dostum Ofra Bengio da bunun için çaba harcayacak” dedi.
Gazeteci Serdar Akinan da Kandil’e ve orada yerleşik terör örgütüne övgüler düzdü! Kürt 
Konferansı sonuç bildirgesinde 2012 sonunda Türkiye’nin ‘ Demokratik’ ve ‘yeni bir anayasa’ya kavuşacağının altı çizildi.



Konferansta, Türk hükümetinin Suriye’deki savaşa yaklaşımının, Kürtlerin kazanımlarını yok sayma ve anti kürt eksen yaratmaya yönelik olduğuna değinildi.
Türkiye ve Suriye’deki diğer ‘taraf’ların, bir diyalog ortamının hazırlanmasında girişken olmaları gereğinin altı da çizildi!
Ve konferansta Türkiye hükümetinin Abdullah Öcalan ile ‘diyaloğunun’ ŞART olduğuna da değinildi.

Konferans ayrıca tüm ülkelere, PKK’nın Terör örgütü olarak listelenmesine son verilmesi çağrısı yaptı!

Türkiye’nin ‘BÖLÜNME’ konferansı düzenleyicileri arasında Nobel Barış Ödülü sahibi Güney Afrikalı Papaz Desmond Tutu, ve İranlı ‘muhalif’ Şirin Abadi, Avrupa Konseyi iyi niyet elçisi Bianca Jagger, Türkiye’den Yaşar Kemal, ve Vedat Türkali, ve Avrupa’dan ödüllü Leyla Zana ve Amerikalı yazar Naom Chomsky de bulunuyor.


Amerikan Kongresinden, İngiltere Almanya ve Hollanda istihbaratından ve Suriyeli Kürtlerden temsilcilerin katıldığı konferansta ‘bölünmeye’ en iştahlı konuşmaları yapanlar ‘Türkiyeli’ gazetecilerdi!


Banu AVAR, 13 Aralık 2012
banuavar@superonline.com


https://banuavar.com.tr/ab-kurt-konferansinda-oten-bulbuller-banu-avar/


***

8 Ekim 2020 Perşembe

AKP nin Kavgalı Ortadoğu Politikası

AKP nin Kavgalı Ortadoğu Politikası 


Prof. Dr. Ümit Özdağ 

28 Haziran 2012


Suriye ile ilişkilerimizin savaş öncesi durumda olduğu bir sürece girdik.

Ankara, Suriye'de bir iç savaşa yol açacak şekilde son aylarda isyancılara destek politikasını tırmandırarak sürdürdüğü sırada Suriye'nin bir Türk Savaş 

uçağını vurması sonucunda gerçekleşti. Ancak, Türkiye'nin Ortadoğu'da sadece Suriye ile gerilim yaşamadığını, gerilimin daha genel bir gerilim olduğu görülüyor. Kendisinden önceki Cumhuriyet hükümetlerini Ortadoğu ülkeleri ile ilişkileri bozmakla suçlayan AKP Hükümetinin bugün Suriye, Irak ve İran ile ilişkileri taşıdığı noktanın hiç gelişmiş dostluk olduğunu söylemek mümkün değildir.

    Türkiye-Irak ilişkileri, Ankara-Şam krizinin gölgesinde kalsa da ağır bir krizden geçmektedir. Maliki Hükümeti ile yaşanan gerilimin birkaç boyutu vardır. 

Bunlardan birisi Türkiye'nin Irak'ta seçimlerden önce doğru bir şekilde laik Allavi bloğunu desteklerken seçimlerden sonra sunni politikaları desteklemeye  başlamış tır. Ankara bu amaçla Suudi Arabistan ile birlikte Tarık Haşimi çizgisine destek vermeye başlamıştır. 

   Bu adım Ankara ile Bağdat arasındaki ilişkilere ağır bir darbe indirmiştir. Ankara'nın Bağdat'ı rahatsız eden ikinci adımı, Kuzey Irak ile Bağdat'tan bağımsız petrol alanında ilişkiler kurmuş olmasıdır. 

Ankara'nın bu adımı Irak'ın egemenlik haklarının ihlali ve Barzani bölgesinin bağımsızlaşmasına katkıdır. 

Bağdat'ın sert itirazlarına rağmen, Ankara'nın Barzani ile petrol ilişkisi kurması ABD'nin bile tepkisini çekmiş, ABD'nin Bağdat Büyükelçisi Türkiye'yi sert bir dille eleştirmiştir. Bağdat ile Ankara arasındaki gerilimin bir başka nedeni de Türkiye'nin Esad rejimini devirmek için çalışırken, Irak'ın Esad rejimini desteklemesidir. Sonuç olarak Türkiye-Irak ilişkileri önümüzdeki süreçte, Suriye'deki gerilimin bir iç savaşa dönüşmesi durumunda daha da sertleşecektir.

Türkiye-İran ilişkileri de büyük gerilimlerle dolu bir süreçten geçmektedir. Hem Ankara hem Tahran büyük bir çaba ile ikili ilişkilerdeki tansiyonu kontrol altında tutmaya çalışsalar da özellikle iki başkent arasındaki ihtilaf konuları bu tansiyonun uzun süre kontrol altında tutulamayacağını göstermektedir. Tahran, Ankara'nın Suriye politikasını kendisine düşmanlık olarak görmektedir. Çünkü, Tahran için Suriye stratejik müttefik olmanın ötesinde ön cephedir. Suriye'de Esad rejiminin devrilmesi sonrasında Batı dünyasının kendisine saldıracağına inanan tahran ayrıca Esad rejiminin düşmesi sonrasında diğer stratejik müttefiki olan Hizbullah ile de bağlantısının kopacağını görmektedir. Tahran açısından bu sonucu ortaya çıkarma konusunda en fazla çabayı Türkiye ve Suudi Arabistan göstermektedir. Üstelik Ankara,Malatya Kürecik'e yerleşmesine izin verdiği Kürecik radarı ile İran'ın elektronik kuşatmasının en önemli ayağının gerçekleşmesini sağlamıştır.

Tahran'da buna Irak'ta Türk menfaatlerine saldırarak cevap vermiştir. Ayrıca PKK'nın Suriye'de Şam rejimine destek vermesi Tahran tarafından organize edilmiştir. Keza 2012 yazı itibarı ile Doğu Anadolu'da PKK faaliyetlerinin altında İran istihbaratının parmak izlerini görmek mümkündür. 

Ayrıca İran'ın Azerbaycan'a yönelik sert politikalarının gerekçesinin Bakü-Tel Aviv ilişkileri gibi sunulsa da Tahran'dan yükselen sert tonlardan sonra Bakü'nün Türkiye'den giden orgeneraller tarafından ziyaret edilmesi, gerilimin arkasında Tahran'ın "sen Suriye'ye baskı yaparsan ben de 

Azerbaycan'a baskı yaparım" şeklindeki mesajı olarak okunabilir. Özetle, Türkiye-İran ilişkilerinin ilerleyen dönemde Türkiye-Suriye ilişkilerine dönmesi çok şaşırtıcı olmayacaktır.

Türkiye'nin Ortadoğu politikası her ne kadar "demokratikleşme" söylemi üzerine kurulu olsa da altta "sunni mezhepçi" bir zeminin olduğu görülmektedir. 

Öyle olmasa Ankara'nın Bahreyn'de ve Suudi Arabistan'da demokrasi talep eden Şiilerin taleplerinin de arkasında olması gerekir. 

Keza Kuveyt'te demokrasi talep eden ve parlamentoları ellerinde alınan sunileri arkasında Ankara'nın sesinin olması gerekir. 

Bu mezhepçi zeminde Ankara ile Riyad arasında bir ciddi yaklaşım olduğu anlaşılmaktadır. Ortadoğu siyasetinin sunni-şii ekseninde gelişmesi ve bölünmesi konusundaki alt yapı İran'ı bir numaralı milli güvenlik tehdidi olarak gören Suudi Arabistan tarafından geliştirilmiş ve ABD'de ile olgunlaştırılmış tır. Ankara'nın dış politikasında gizli Riyad gölgesi artık üzerinde konuşulması gereken bir noktadır.


https://www.21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/akpnin-kavgali-ortadogu-politikasi



***

TÜRKİYE. ENERJİ POLİTİKASINDA ALTERNATİF BÖLGELERİ DOĞU AKDENİZ., BÖLÜM 2

TÜRKİYE. ENERJİ POLİTİKASINDA ALTERNATİF BÖLGELERİ DOĞU AKDENİZ., BÖLÜM 2


Türkiyenin Enerji Politikası, Alternatif Bölgeler, Doğu Akdeniz, Yrd. Doç. Dr. Serdar Kesgin, doğal gaz, Mavi Akım, Petrol, İsrail, Yunanistan, 

Bölge için en önemli pazar konumunda olan AB için enerji kaynaklarına ulaşımın çeşitlendirilmesi stratejik bir öneme sahiptir. 

Güney Kıbrıs’ın yıllık doğal gaz tüketiminin nüfusa ve gelişmişlik düzeyine oranla fazla olamayacağı düşünülecek olursa, tüketimden geriye kalan kısmın nasıl taşınacağı bir sorun olarak durmaktadır. Doğal gazın taşınması sorunu sadece Kıbrıs için değil, Levant Havzası’nda 

İsrail’in çıkardığı doğal gaz için de geçerlidir. İsrail çıkarmayı düşündüğü doğal gaz rezervlerinin yarısını satmayı planlamaktadır. 


GKRY çeşitli vesilelerle Güney Kıbrıs’ın enerji terminali olması gerektiğini vurgulamaktadır. Simerini gazetesine göre,  Limasol’da Eylül 2015’te  gerçekleştirilen uluslararası denizcilik konferansında bir konuşma yapan Rum Enerji Bakanı Yorgos Lakkotripis,  “Doğu Akdeniz’de yakın zamanda hidrokarbon yataklarının keşfi, Süveyş kanalının genişletilmesi ve diğer jeopolitik gelişmelerin Güney Kıbrıs’ın enerji kavşağı olma hedefini güçlendirdiğini” ifade etmiştir.10 

Güney Kıbrıslı yetkililer bir LNG tesisi kurulması için İsrailli yetkililer ile temasa geçmişlerdir. Ancak kurulması düşünülen LNG tesisinin maliyetli oluşu ve buna denizden taşıma maliyetinin de eklenecek olması; söz konusu projenin yürütülebilirliğini zayıflatmaktadır. 

    İSRAİL’IN ENERJİ KONUSUNA BU DENLİ YOĞUN İLGİ GÖSTERMESİ, SADECE KENDİ İHTİYAÇLARINI KARŞILAMAK İÇİN DEĞIL ORTADOĞU’DA BİR ENERJİ MERKEZİ OLMA ARZUSUNDAN DA KAYNAKLANMAKTADIR. 

İsrail’in enerji konusuna bu denli yoğun ilgi göstermesi, sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamak için değil Ortadoğu’da bir enerji merkezi olma arzusundan da kaynaklanmaktadır. 

İsrail, Mısır doğalgazının İsrail üzerinden taşınmasını öngören Mısır-İsrail Doğalgaz Hattı’nın inşasını planlamaktadır. 

Başka bir proje de, boru hattı ile İsrail gazının Mısır’a gazın taşınıp buradaki mevcut LNG tesisinde sıvılaştırılması ve tankerlerle dünya piyasalarına ulaştırılması üzerinedir. 

Doğu Akdeniz doğal gazının taşınması konusundaki en makul ve en kısa yolun Türkiye üzerinden geçecek bir boru hattı olduğu 

öngörülmektedir. Doğu Akdeniz Boru Hattı’nın Kıbrıs üzerinden geçmesi ihtimali bulunsa da söz konusu hattın mesafesinin uzun olması nedeniyle yüksek maliyetli oluşu bu planın şansını azaltmaktadır. Ayrıca Türkiye’nin giderek artan enerji ve özellikle de doğalgaz ihtiyacı Türkiye’yi önemli bir alıcı konumuna getirmektedir. 

Enerji kaynaklı politikalar bölge sorunlarıyla irtibatlanmaya başlamıştır. 

Benzer şekilde ilişkilerin enerji zemininde şekillenmeye başladığı görülmektedir. 

Bu durum bölgesel kutuplaşmaları daha sert hale getirebileceği gibi ilişkilerin yumuşamasını da beraberinde getirebilecektir. 

Batılı enerji şirketlerinin çıkaracağı doğal gaz, birbiri ile sorun yaşayan ülkelerin işbirliği ile Avrupa ve dünya pazarlarına ulaştırılabilecektir. 

Son dönemlerde İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerinin normalleşme dönemine girmesine yönelik adımların atılmaya çalışılması, enerji konusunda Türkiye ile İsrail’in anlaşmaya varabileceği ihtimalini güçlendirmekte dir. İki ülke yetkililerinin açıklamaları, kısa sürede anlaşma sağlanır ise 2019 yılında denizden 475 km’lik bir hat ile Türkiye’ye gaz sevkiyatının başlayabileceği yönündedir. 

Türkiye’ye İsrail’den yıllık 30 milyar m³’lük gaz akışı sağlanabileceği, bunun 10 milyar m³’ ünün Türkiye tarafından kullanılabileceği hesaplanmaktadır. 11 . 

Bu miktar Türkiye’nin toplam gaz ithalatının yüzde 20’sine tekabül etmektedir. İlerleyen dönemlerde Mısır ve Kıbrıs’ın güneyinden çıkarılacak doğalgazın da söz konusu hatta eklenmesi ihtimali, hattın hayata geçirilebilirliğini güçlendirmektedir. 

Söz konusu hat sadece Türkiye için değil; AB’nin kritik enerji altyapı güvenliği ve fiyat avantajı için de önemlidir. 

Söz konusu gazın TANAP üzerinden Avrupa’ya taşınabileceği de belirtilmektedir. Doğu Akdeniz veya diğer komşu bölgeler merkezli gerçekleştirilecek projeler, Türkiye’nin ve Avrupa’nın Rusya’ya olan enerji bağımlılığını azaltması bakımından da önem kazanmaktadır. 

Zira hem Türkiye hem de Avrupa tükettiği doğal gazın yarısını Rusya’dan sağlamaktadır. 

Türkiye’nin bölgede enerji odaklı atacağı adımlar, bölgedeki enerji potansiyelinin değerlendirilmesi noktasında Türkiye’yi dışlayabilecek projelerin hayata geçirilmesinin de önünü kesebilecektir. Enerji merkezli politikalar siyasal gelişmelerin tetikleyicisi olup bu konularda ilk adımı atacak olana avantaj sağlayacak niteliklidir. 

Özellikle Kıbrıs ve Filistin meseleleri bu minvalde ele alınmalıdır. Türkiye üzerinden geçecek petrol ve doğal gaz boru hatlarının çeşitliliği, Türkiye’nin bir enerji terminali olma politikasını hayata geçirebilecek ve Ortadoğu denkleminde elini güçlendirecektir. 


DİPNOTLAR;

1 “Ham Petrol ve Doğal Gaz Sektör Raporu, Türkiye Petrolleri”, 

    http://www.enerji.gov.tr/File/?path=ROOT%2f1%2fDocuments%2fSekt%C3%B6r+Raporu%2fHP_DG_SEKTOR_RPR.pdf, 

    Mayıs 2015, Erişimtarihi 31.03.2016. 

2  Ham Petrol ve Doğal Gaz Sektör Raporu 

3  Doğal Gaz Alım ve İhracat Anlaşmaları, BOTAŞ, http://www.botas.gov.tr/,Erişimtarihi30.03.2016. 

4 “Assessment of Undiscovered Oil and Gas Resources of the Levant Basin Province, Eastern Mediterranean”, 

    http://pubs.usgs.gov/fs/2010/3014/pdf/FS10-3014.pdf,   Mart2010  Erişimtarihi  27.03.2016. 

5  Sinan Hastorun, “The Mineral Industry of Cyprus”, 

   http://search. usa.gov/search?utf8=%E2%9C%93&affiliate=usgs&query=aphrodite+cyprus,   Erişim tarihi  25.03.2016. 

6 “Güney Kıbrıs Afrodit Sahasından Umutlu”, 

   http://www.enerjigunlugu.net/guney-kibris-afrodit-sahasindan-umutlu_12756.html#.VwI8_U-LSUk,17.03.2015,  Erişim tarihi 04.04.2016. 

7 “Egypt International Energy Data and Analysis”, 

 http://www.eia.gov/beta/international/analysis_includes/countries_long/Egypt/egypt.pdf,Erişim20.02.2016. 

8 InternationalEnergyStatistics, https://www.eia.gov/cfapps/ipdbproject/IEDIndex3.cfm?tid=3&pid=3&aid=6,Erişimtarihi28.03.2016. 

9 Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi, Bilge Adamlar Kurulu Raporu: Doğu Akdeniz’de Enerji Keşiflerive Türkiye, Rapor no:59,  İstanbul,2013,S.22 

10 “Hedef Güney Kıbrıs’ın Enerji Kavşağı Olması”, 

    http://www. istanbulhaber.com.tr/hedef-guney-kibrisin-enerji-kavsagi-olmasihaber-233920.htm, 

    Erişim tarihi 17.09.2015, Erişim tarihi 03.04.2016. 

11 Merve Özdil, “Normalleşme Olursa İsrail-Türkiye Boru Hattı 2019’a Yetişebilir”, 

     http://www.hurriyet.com.tr/normallesme-olursaisrail-turkiye-boru-hatti-2019a-yetisebilir-40029001, 

    18.12.2015, Erişim tarihi14.02.2016. 

EKONOMİK VE STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ 3 AYDA BİR YAYINLANIR. 

YIL 9 SAYI34 2016 / 2 

www.ekoavrasya.net

***

TÜRKİYE. ENERJİ POLİTİKASINDA ALTERNATİF BÖLGELERİ DOĞU AKDENİZ., BÖLÜM 1

TÜRKİYE. ENERJİ POLİTİKASINDA ALTERNATİF BÖLGELERİ DOĞU AKDENİZ., BÖLÜM 1



Yrd. Doç. Dr. Serdar Kesgin* 

*GİRESUN ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ 



TÜRKİYE, OECD ÜLKELERİ ARASINDA EN YÜKSEK ENERJİ TALEP ARTIŞ ORANLARINDAN BİRİNE SAHİP 

ÜLKE OLMASININ YANINDA, ENERJI KONUSUNDA BÜYÜK ÖLÇÜDE DIŞA BAĞIMLI BIR ÜLKE KONUMUNDADIR. 

    Türkiye, OECD ülkeleri arasında en yüksek enerji talep artış oranlarından birine sahip ülke olmasının yanında, enerji konusunda büyük ölçüde dışa bağımlı bir ülke konumundadır. 

    Türkiye’nin enerji ihtiyacında doğal gaz % 31, petrol % 28, ithal kömür % 18, linyit % 11 ve yenilenebilir enerji % 12 paya sahiptir. 

Türkiye tükettiği doğal gazın %99’unu, petrolün de % 93’ünü ithal etmektedir1 . 

Türkiye’nin son on yıllık enerji kullanım alışkanlıklarına bakıldığında doğal gazın hızla artış gösterdiği ve enerji tüketiminde birinciliği petrolden aldığı görülmektedir. 

Türkiye’nin Rusya ile yaşadığı uçak krizi sonrasında gündeme gelen önemli konulardan biri de Türkiye’nin doğal gaz ihtiyacı hasebiyle Rusya’dan almış olduğu doğal gazın kesintiye uğrayıp uğramayacağı dır. 

Türkiye yıllık 49.8 milyar m³ doğal gaz tüketimi gerçekleştirirken doğal gaz ithalatının % 56’sını Batı Hattı ve Mavi Akım aracılığıyla 

Rusya Federasyonu’ndan, % 19’unu İran’dan, % 9’unu Azerbaycan’dan, % 9’unu Cezayir’den (LNG), % 7’sini Nijerya’dan (LNG) karşılamaktadır 2 . 

Mevcut alımların yanında Türkiye, Azerbaycan ile 2011 yılında (2017-2018 yılarında devreye girmesi planlanan) 6 milyar m³’lük bir anlaşma imzalamıştır. Aynı şekilde 1999 tarihinde Türkmenistan ile devreye girme tarihi belirtilmemiş 15.6 milyar m³’lük bir anlaşma mevcuttur 3. 

Türkmenistan ile yapılan anlaşmanın hayat geçirilmesi için Hazar geçişi üzerinde mutabakata varılması gerektiği görülmektedir. 

Bu konuda Türkiye-Azerbaycan-Türkmenistan arasında görüşmelerin devam ettiği bilinmektedir. 

Ayrıca Türkiye ile Katar arasında LNG ithalatı konusunda görüşmeler gerçekleşmiş ve kısa zamanda alım anlaşmalarının faaliyete geçirilebileceği belirtilmiştir. 

Bu anlamda devreye girecek olan projelerle birlikte doğal gaz dengeleri değişecek ve Rus gazına duyulan ihtiyaç azalacaktır. 

Ancak Türkiye’nin artan doğal gaz tüketimi göz önüne alındığında yeni kaynaklara da ihtiyaç olduğu açıktır. 

Türkiye, çevresi enerji havzalarıyla çevrili bir ülke olarak, enerjinin taşınması konusunda en uygun yol olan boru hatları üzerine kurulu bir enerji politikası geliştirmektedir. Türkiye hem kendi ihtiyacını karşılamak hem de petrol ve doğal gazın dünya pazarlarına ulaştırılması konusunda bir terminal olma amacıyla çeşitli boru hattı projelerini faaliyete geçirmiş ve yeni hatlar üzerinde çalışma yapmaktadır. Söz konusu bölgelerden bir tanesi olarak da Doğu Akdeniz karşımıza çıkmaktadır. 

Doğu Akdeniz’in güneydoğusunda bulunan Levant Havzası, Kıbrıs adasının güneyinde bulunan Afrodit Havzası, Nil Deltası ve Kıbrıs ile Girit arasında kalan alanda önemli doğal gaz yatakları bulunduğu belirtilmektedir. ABD Jeolojik Araştırmalar 

Kurumu verilerine göre Levant Havzası’nda 122 trilyon feet³’lük (3.45 trilyon m³) kanıtlanmamış doğalgaz rezervi bulunmaktadır 4. 

Kıbrıs’ın güneyinde bulunan Afrodit sahasında 142 ila 227 milyar m³’lük doğal gaz rezervi5 olduğu belirtilmekle birlikte, bu rezervin 4.5 trilyon m³’e çıkabileceği ifade edilmektedir 6. 

Ayrıca Kıbrıs ile Girit adası arasında kalan bölgede de önemli gaz rezervlerinin olabileceği belirtilmektedir. 

Bölgedeki diğer bir önemli rezerv alanı da Nil Deltası’dır. Nil Deltası ile birlikte Mısır’ın Akdeniz sahillerinde ve Mısır genelinde 2.1 Trilyon m³’lük doğal gaz Rezervi olduğu hesaplanmakta dır 7. Mısır’ın mevcut kaynaklarına ilave olarak, İtalyan ENI şirketi 2015 yazında Mısır Açıklarında 1 trilyon m³’e yakın rezerve sahip bir alan keşfettiklerini belirtmiştir. 

Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte derin deniz arama faaliyetlerinin maliyetinin düşmesi, Doğu Akdeniz havzasındaki arama faaliyetlerinin artmasına neden olmaktadır. Bölgede henüz keşfedilmemiş ve araştırılmamış alanların varlığını da hesaba katıldığında, Girit ile Akdeniz’in doğu sahillerini kapsayan bölgede 15 ila 20 trilyon m³ civarında bir potansiyel olduğu ifade edilmekte dir. 

Dünyanın en büyük Gaz Rezervlerine sahip olan Rusya’nın 47, İran’ın 34, Katar’ın 24 trilyon m³ Doğal Gaz rezervlerine 8 sahip olduğu düşünülecek olursa, bölgedeki potansiyel dikkate almaya değerdir. 

Bölgede Doğalgaz arama ve işletme faaliyetleri yeni değildir. 

Mısır ve İsrail 1960’lı yıllarda arama faaliyetlerine başlamış ve ilerleyen yıllarda işletme sahaları açmıştır. 

Bugün bu iki ülke kendi enerji ihtiyaçlarını bölgeden karşılayabilecek düzeye gelmişlerdir. Mısır, İtalyan ENI şirketine 1960’lı yıllarda arama ve ardından da işletme ruhsatları vererek üretime başlamıştır. 

2000’li yıllarda Nil Deltası’nda Shell firmasına verdiği ruhsatlar ile Mısır, doğalgaz üretimi ve ithali konusundaki niyetini ortaya koymuştur. 

Ayrıca Mısır, bölgedeki tek LNG dönüşüm santraline sahip ülke olması nedeniyle de doğal gaz ticaretinde önemli bir konum elde etmiştir. 

İsrail 1960’lı yıllardan bu yana Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama çalışmaları yapmaktadır. 2000’li yıllarda ise gelişen teknolojik imkanları kullanarak, Levant Havzası’nın kendine ait olan deniz alanlarında hidrokarbon yatakları bulmuş ve işletmeye başlamıştır. Zira bu yataklarda yaklaşık 1 trilyon m³’lük doğalgaz bulduğunu da açıklamıştır. Buna karşın ülkenin çıkarmayı düşündüğü yıllık miktar kendi ihtiyacından çok daha fazladır. 

DOĞU AKDENİZ’İN LEVANT HAVZASI DIŞINDAKİ BÖLGELERDE ENERJİ KAYNAKLARININ İŞLETİLMESİNE DAİR EN ÖNEMLİ KIRILMA NOKTASI NI, DENİZ ALANLARININ KULLANILMASI KONUSUNDAKİ TÜRK-YUNAN ANLAŞMAZLIĞI VE KIBRIS SORUNU ÜZERİNE CEREYAN EDEN GELİŞMELER OLUŞTURMAKTADIR. 

Doğu Akdeniz’in Levant Havzası dışındaki bölgelerde enerji kaynaklarının işletilmesine dair en önemli kırılma noktasını, deniz alanlarının kullanılması konusundaki Türk-Yunan anlaşmazlığı ve Kıbrıs sorunu üzerine cereyan eden gelişmeler oluşturmaktadır. 

Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi medyalarında 2000’li yıllardan itibaren Doğu Akdeniz’de, özellikle de Kıbrıs adası etrafında doğal gaz yatakları bulunduğu hakkında yayınlar yapılmaya başlanmıştır. 

Yapılan yayınlara istinaden geliştirilen dış politikalar bölgede anlaşmazlık konularını hareketlendirmektedir. 

Zira deniz alanlarının kullanımına dair ortaya çıkan sorunlar enerji kaynaklarının kimler tarafından çıkarılacağı konusunu da belirsizleştirmektedir. 

Yunanistan ve GKRY bölgede deniz alanlarının kullanımı konusunda, Türkiye’nin Kıta Sahanlığı haklarını göz ardı ederek, Türkiye’ye çok az bir alan bırakmaktadır. Öyle ki; Yunanistan ve GKRY’nin girişimleri kabul gördüğü takdirde Türkiye yaklaşık 104 bin km²’lik bir deniz alanını kaybetmiş olacaktır 9. Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin girişimlerine kadar, Türkiye kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge düzenlemeleri hakkında herhangi bir girişimde bulunmamıştır. 

Ancak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 2007 yılında adanın güneyinde 13 Adet Petrol arama ruhsatı vererek anlaşmazlığın fitilini ateşlemiştir. 

Zira parsellerin bazıları Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de iddia ettiği kıta sahanlığı alanın sınırları ile çakışmaktadır. 

Türkiye konuyla ilgili bir nota vermekle birlikte söz konusu alanlarda TPAO’ya petrol arama ruhsatı verdiğini açıklamıştır. 

KKTC de adanın geneli üzerindeki haklarına istinaden adanın güneyinde TPAO’ya arama ruhsatı tahsis etmiştir. 

Gelişmeler, ne Türkiye’nin ne de KKTC’nin bölgesel çıkarlarından ve haklarından vazgeçmeyeceğinin bir kanıtı gibidir. 

Bölgedeki önemli sorun noktalarından biri de Türkiye-İsrail ilişkileri oluşturmakta dır. Zira Filistin sorunu ve İsrail’in faaliyetleri son dönemde ilişkilerin gerginleşmesine neden olmuştur. 

Çeşitli platformlarda Türkiye ile İsrail’in karşı karşıya gelmesi Doğu Akdeniz’de dengeleri ve ilişkileri farklı bir boyuta taşımıştır. 

Gelişmeler Türkiye’yi Arap coğrafyasına yaklaştırırken İsrail’i Yunan ve Güney Kıbrıs eksenine oturtmuştur. 

Öyle ki bu dönemde İsrail’in Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile ekonomik, askeri ve enerji anlaşmaları imzaladığı görülmüştür. 

Enerji kaynaklarının kim tarafından işletileceği konusu ile birlikte önem arz eden diğer bir konu da enerjinin uluslararası pazarlara nasıl ulaştırılacağı dır. 


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


AVRUPA NIN İNSANLIK İLE OLAN İMTİHANI.,

 AVRUPA NIN İNSANLIK İLE OLAN İMTİHANI.,



Ahmet Suat Arı, Suriye iç savaşı, Avrupanın İnsanlık ile İmtihanı, Kaçak Mülteciler, Bosna Hersek, Yugoslavya, Arnavutluk,



EKO GÖRÜŞ 

    İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA YAŞANAN DRAM BOSNA’DA TEKRAR ETMİŞ VE ŞİMDİ DE DOLAYLI OLARAK AVRUPA’ NIN BİR ÇOK BÖLGESİNDE YENİDEN GÜNDEME GELMİŞTİR.

Ahmet Suat Arı

HOLLANDA TÜRK EVİ GENEL SEKRETERİ.,

    Avrupa Suriye iç savaşından kaçan mülteciler üzerinden büyük bir imtihan vermektedir. Bir Avrupa kurumu olan AB’yi içinde 28 öğrenci olan bir sınıf olarak tahayyül edersek, bu imtihanı alnının akıyla geçecek öğrenci hemen hemen yok gibidir. Her ne kadar bazı öğrenciler biraz ümit var görünseler de; diğerlerinin durumu onların başarılı olmasına mani olmaktadır. Koskoca AB bu imtihanda siyasi, sosyal ve de ekonomik olarak büyük bir başarısızlığa imza atmıştır. Neyse ki bu sınıfa dahil olmak isteyen ama me öğrenciler tarafından bin bir bahane bulunarak kabul edilmeyen öğrenci Türkiye, onlara şereflerini bir nebze olsun kurtarma şansı vermiştir.

   Bu zorlu imtihanın soruları aslında biraz vicdanını dinlersen çözebileceğin türden sorulardır. Üstelik kopya çekmek de serbesttir! 

Birinin yaptığını bir diğerinin yapması da kopya değil; tam aksine iyi hal olarak bile görülebilmektedir. Hal böyleyken neden bocalamakta bu ülkeler diye sorduğumuz zaman, meselenin vicdanla cüzdan arasında bir çekişme olduğunu görürüz. Hem cüzdanın baskısı hem de vicdanın çifte standardı AB  ülkelerinin yakın tarihin en ağır insanlık dramlarından birisine göz göre göre kayıtsız kalmasına sebep olmaktadır. 

    İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan dram Bosna’da tekrar etmiş ve şimdi de dolaylı olarak Avrupa’nın birçok bölgesinde yeniden gündeme gelmiştir. 

Görünen o ki, Avrupa tarih önünde bir kez daha insanlığa karşı mahcup olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Avrupa, Suriye iç savaşının başından beri üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmekten kaçınmıştır. Suriye halkı demokratik reformlar için sokaklara dökülüp diktatör Esad’a karşı çıkarken uzaktan destek mesajları ifade edilmiş ama gerçek destek hiçbir zaman verilmemiştir. Avrupalı liderler Esad’ın gitmesi gerektiğini olur olmaz her yerde dillendirmişler ama gitmesi için gereken hiçbir adımı atmamışlardır. Şayet ciddi bir baskıyla, gerekirse yaptırımların da hayata geçirilmesiyle Esad’ın gitmesi ya da gerekli reformları yapması pekala sağlanabilirdi. Ancak bu da yapılmamıştır. 

Sadece yapmamakla kalmamış; bunu yapan Türkiye’yi de kaderine terk etmiş, hatta sırtından bıçaklamıştır. Zira Türkiye çözüm süreciyle yüzyılın projesini  gerçekleştirip müzmin bir sorunu çözme yolunda emin adımlarla ilerlerken; başı ABD ve AB’nin çektiği bir grup, DAİŞ’le mücadele kisvesi altında Suriye’nin  kuzeyinde PKK’nın uzantısı PYD’ye bir iktidar alanı sunmuştur. Hemen ardından, Suruç’ta DAİŞ’in patlattığı bomba Çözüm Süreci’nin sabote edilmesine yol açmıştır.   Sonrası ise herkesin malumudur!


Türkiye bir taraftan sayıları milyonlarla ifade edilen Suriyeli mülteciler için insanca yaşama şartları sağlamaya çalışırken, bir taraftan da yeniden hortlatılan terörle baş etmeye çalışmaktadır. An itibariyle Türkiye’ye sığınan mülteci sayısı 2,7 milyondur. Bunların bir kısmı kamplarda yaşarken büyük bir kısmı da kendi imkanlarıyla özellikle büyük şehirler olmak üzere ülkenin her tarafında ayakta kalma mücadelesi vermektedir. Bir kısmı da çeşitli yollardan Avrupa’ya gelme çabası içindedirler.

Söz konusu insanlar, normal yollardan gelmeleri hemen hemen imkansız olduğu için genellikle tehlikeli, meşakkatli ve rizikolu yolları denemekte olup; bunun için de insan tacirlerine binlerce dolar ödemektedirler.

Hemen hemen her gün lastik botlarla Yunanistan’a geçmek isteyen mültecilerin dramını medyada görmekteyiz. Hem de Avrupalıların kendilerini istememelerine  rağmen! İnsan bu durumda, “Acaba bu kadar istenmediklerini bilseler gelmekten vaz geçerler mi?” demekten kendini alamıyor.

Avrupalılar her türlü engelleri aşarak gelmeye devam eden bu insanlara karşı tavır almaktadırlar. Öyle ki; sığınmacıların yerleştirileceği belediyelerde zaman zaman şiddet de içeren protestolar olmakta, bu belediyelerin meclislerinin demokratik karar alma süreci engellenmektedir. 

    Kullanılması düşünülen binalar sabote edilirken, karar verici konumunda olanlar tehditlere maruz kalmaktadırlar. Bu anlamda tüm Avrupa ölçeğinde (siyasi) sorumlular her açıdan büyük bir baskı altındadır. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in sorumlu tavrı sorunun çözümü için bir nebze olsun olumlu yönde bir ivme sağlamışsa da bu uzun sürmemiştir.

    Birkaç bin sığınmacı için aylarca toplantılar yapıldığı halde hiç sonuç elde edilememektedir.

AB ülkeleri kendi sorumluluklarını yerine getirmekten acizken parmaklarıyla Türkiye’ye işaret etmekte ve Türkiye’yi sığınmacıların Avrupa’ya geçmesine engel olmamakla suçlamaktadırlar. Hem de bunu 3 Milyona yakın sığınmacıyı barındıran bir ülkeye yapıyorlar!

    Türkiye’nin çözüm planına göre sığınmacıların maddi külfetine AB’nin de katkı sağlaması halinde Yunanistan’a kaçak yollardan geçmiş sığınmacılar geri alınacak, buna mukabil olarak da aynı miktarda sığınmacı AB’ye gönderilecektir. 

Bu anlamda Türkiye, doğrudan sığınmacılarla alakalı olmayan fakat kendisi için önemli olan vizesiz dolaşım ve AB’ye üyelik müzakerelerini de pazarlık konusu yapmış ve bu konuda söz almıştır. 

    Kimilerine göre bu sığınmacılar üzerinden bir pazarlık olarak algılansa da, mevcut durumda daha iyi bir çözüm mümkün görünmemektedir. Türkiye bu planla hem Avrupa’yı rahatlatmış hem de onların sorumluluk almasını sağlamıştır. Tabii ki Avrupa’ya başka yollardan gelmeler devam edecektir ama bu şimdikine  nazaran daha düşük seviyelerde olacaktır.

    Hollanda’nın dönem başkanlığında gerçekleşen bu teklif Başbakan Rutte tarafından da gerçekçi kabul edilmiş olmalı ki, gelecek her türlü eleştiriye rağmen  olumlu tavır almıştır.

    Kanaatimce bu doğru bir tavırdır. CDA lideri Buma’nın dediği gibi, Avrupa satışa getirilmemiş tam aksine Avrupa’ya sorumluluğunu yerine getirme şansı verilmiştir.

Buma gitsin milyonlarca mağdurun içinde acaba Hristiyanlar da var mı diye arasın dursun, zira partisi adına konuşan bazı sözcüler sadece Hristiyan mağdurlar için üzülmektedirler. Görünen o ki, diğer milyonlarca mağdurun onların gözünde bir ehemmiyeti yoktur. 

Yazık ki hem de ne yazık!

    GÖRÜNEN O Kİ !!!!, AVRUPA TARİH ÖNÜNDE BİR KEZ DAHA İNSANLIĞA KARŞI MAHÇUP OLMA TEHLİKESİYLE KARŞI KARŞIYADIR.

    TÜRKİYE’NİN ÇÖZÜM PLANINA GÖRE SIĞINMACILARIN MADDİ KÜLFETİNE AB’ NİN DE KATKI SAĞLAMASI HALİNDE YUNANİSTAN A KAÇAK YOLLARDAN  GEÇMİŞ SIĞINMACILAR GERİ ALINACAK, BUNA MUKABİL OLARAK DA AYNI MİKTARDA SIĞINMACI AB’ YE GÖNDERİLECEKTİR.


EKOAVRASYA DERGİSİ..

SAYI 34  YIL ; 2016 

SAYFA 50


***

AB SÜRECİ., CUMHURİYETİ TASFİYE SÜRECİDİR.

 AB SÜRECİ., CUMHURİYETİ TASFİYE SÜRECİDİR.

AB Süreci, Cumhuriyeti Tasfiye Sürecidir,Erol Manisalı,İlker Başbuğ,Gümrük Birliği,



Prof.Dr. EROL MANİSALI,

Brüksel’dekiler kritik kopma noktalarında, doluşup Ankara’da boy gösterirler. Bu AB’nin Türkiye Politikası açısından vazgeçilmez bir durumdur.

Komisyon Başkanı Barroso ‘nun gelişi de bu hamlelerden biri.

AKP hükümeti, AB’nin Türkiye politikalarının yürütülmesi açısından çok önemli. AKP ile AB arasında iyi bir "alışveriş dengesi" kurulmuş;

sen beni kolla, ben de senin istediklerini bir bir vereyim…

İşte Barroso " Dava açılmasının ardından " bu ortamın bozulmaması, AB sürecinin aksamaması için geldi. Tabii ki "AB sürecini" yürütecekler,

süreç kesilirse Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi ve ayrıştırılması aksar, bunu istemezler.

Daha önce de birkaç kritik kopma noktasında Brüksel’in patronları devreye girdiler:

- 6 Mart 1995’te "AB’ye alınmayacak olan Türkiye’nin Gümrüklerinin ve üçüncü ülkelerle ilişkilerinin ipotek altına alınması için" devredeydiler.

Yalnız Brüksel değil Washington da devredeydi. İşin Washington ayağını, bugün Kürdistan projesini yürüten Richard Holbrooke üslenmişti.

- Aralık 1999’da, " Koşullu adaylığı kabul etmem " diyen Ecevit ‘i bu göstermelik adaylığa sokmak için, Brüksel’in patronları Helsinki’den gece yarıları

apar topar Ankara’ya üşüştüler. Ankara’daki kimi taşeronları ile Ecevit’e yüklendiler ve onu pes ettirdiler. Amaçları, "Türkiye’yi AB’nin yedeğine almaktı."

Ecevit, "İçime Sindiremedim…" diyerek imzalamak zorunda bırakıldı.

- 3 Ekim 2005’teki, "Türkiye’nin AB’ye alınmadan, bekleme odasında nasıl iğfal edileceğinin koşullarını belirleyen" çerçeve anlaşması, Tayyip Erdoğan ve

Abdullah Gül ‘ün alkışları arasında imzalanırken medyada karartma uygulattılar.

Lozan’ın altını yavaş yavaş oyacak bu belge, Kızılay Meydanı’nda havai fişeklerle kutlandı. Avrupa emperyalizmine karşı Ankara’da kurulan Cumhuriyetin

tasfiye süreci bu sefer, "AB süreci" adı altında tersyüz edilerek kutlanıyordu.

10 Nisan 2008’de Komisyon Başkanı Barroso’nun gelişinde ise "AB sürecinin Ankara ayağının yıkılmasını engellemek amacı" esastı. Hükümet ile Brüksel

arasındaki alışveriş gereği, Brüksel’in patronları görevlerini yerine getiriyorlardı.

Hazır gelmişken "AB sürecini canlı tutmanın yanında", yorgunluklarını karşılayacak ek ganimetlerin de peşindeydiler. 301. madde gibi, Fener Patrikhanesi’ni

onurlandırarak "Lozan’ın dışına çıkarılması projesini" güçlendirmek gibi…

İlker Başbuğ ‘un, " Ulus Devlet ve Üniter yapının bozulmasına izin vermeyeceğiz " yönündeki çıkışı, Ankara ile Brüksel arasındaki alışverişe karşı bir tepkidir.

Aslında bu çıkışı Başbuğ’dan önce TBMM’nin yapması gerekmez miydi?

Onlar yapmadığı, gerçek demokratik sistem çalışmadığı için, iş yine kendilerine kaldı.

Ali Kırca’nın karşıma oturttukları…

Konu yine "AB süreci"… Birkaç hafta önceki Siyaset Meydanı’nda Kırca karşıma, "Dinci-Barzanici" bir karma takım oturtmuştu. Biz ulusalcılar onlarla karşı

karşıyaydık.

Bir iki hafta sonra tekrar, 10 Nisan 2008’de katıldığım Siyaset Meydanı’nda ise karşımızdakiler, Avrupa Birliği ve Patronlar Kulübü karmasından oluşuyordu.

İşin en komik yanı da kimilerinin Türkiye-AB ilişkilerini, "Kanarya sevenler mi yoksa bülbülü tercih edenler mi" biçiminde göstermek istemeleriydi. "AB’ye

karşı mısınız, yoksa yanında mısınız" diye sorulduğunda, "AB’nin (ve Batı’nın) Türkiye ve bölge üzerindeki sömürgeci politikalarının üstü örtülmüş oluyordu."

Karşımızdakiler, konuşmaların şöyle yapılmasını istiyorlar:

- AB’ye kim girdi de kaybetti? 40 yıl önce Portekiz, Yunanistan bizden geriydi, girdiler zenginleştiler…

- AB içinde demokrasi var, özgürlükler var, girin siz de zenginleşin, özgür olun…

- İşte bu nedenle de AB süreci aksamadan yürütülmeliydi.

Oysa soruların şu şekilde sorulması gerekir:

- Siz onların "AB süreci" adı altında Türkiye’yi Sömürgeleştirerek parçalamasını mı istiyorsunuz?

- Yoksa AB ile yan yana, karşılıklı çıkarlarınızı koruyarak iki normal ülke gibi mi yaşamayı tercih edersiniz?

Karşı takımdakiler sorunun böyle sorulması gerektiğini çok iyi bildikleri halde " Olayı Özellikle saptırarak " AB sürecinin yürütülmesini savundular.

- AB’nin çıkarları bunu gerektiriyordu…

- AB ile alışverişte bulunan AKP’nin işine bu geliyordu.

- Kimi büyük sermaye çevreleri, " AB (ve Batı) politikalarının bir parçası olmak zorundaydılar. "

- Tabii ki Türkiye’deki bölücüler, AB sürecine destek vereceklerdi, onlar da AB’yi arkalarına alacaklardı.

Avrupa Parlamentosu’nu temsil eden parlamenterin davranışı ise Brüksel’in gerçek yüzünü ortaya koydu. Hitler döneminde dünyaya bakan gözlerin,

bugün Brüksel’den Türkiye’yi nasıl seyrettiğini, herkes ekranlardan canlı canlı izledi.

Halkımız, AB’nin maaşlı avukatlarına karşı, "% 90" oranıyla yanımızda yer aldı, kamuoyu yoklamaları böyleydi. Halkı kandıramadılar…

Birkaç hafta arayla Ali Kırca ‘nın seçip de karşımıza oturttukları ilginç bir kompozisyon oluşturuyordu:

Kimi dinciler, Barzaniciler, Avrupa Parlamentosu’nun Alman üyeleri ve kimi sermaye çevrelerinin maaşlı avukatları…

Sanki işgal dönemindeki İstanbul’daydık, ne yazık… Ve karşımızdakiler bütün güçleriyle, "AB sürecinin aksamadan yürümesini"

ısrarla savundular.

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali