Ümit ÖZDAĞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ümit ÖZDAĞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Aralık 2020 Perşembe

Bir PKK Propagandası: 17 Bin Faili Meçhul Yalanı.,

Bir PKK Propagandası: 17 Bin Faili Meçhul Yalanı., 





Ümit ÖZDAĞ
uozdag61@gmail.com

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 
08 Kasım 2011

Türk toplumunun değişik unsurları içindeki uzantıları ve yandaş unsurları tarafından bir dizi psikolojik savaş sloganı üretilmiştir.Bu süreçte üretilen psikolojik savaş araçlarından birisi de Güneydoğu Anadolu'da 17 bin insanın devletin güvenlik güçleri tarafından öldürüldüğünü ileri süren "17 bin faili meçhul" cinayet iddiasıdır. 

Bu rakam 1990'larda TBMM'de bir komisyonda yapılan konuşma sırasında bir kişinin ortaya attığı ve PKK'nın kullandığı, geliştirdiği ve propagandalaştırdığı bir rakamdan başka bir nitelik taşımamaktadır. Sorumlu mevkilerde bulunan devlet adamlarından, bazı komutanlara, bilim adamlarından gazetecilere kadar geniş bir alana yayılan hepsinin ortak özelliği kamuoyu önderi olmak olan insanlarda televizyon konuşmalarında, bilimsel çalıştaylarda, hatta yazılarında bu PKK 
yalanını bilinçsizce tekrarlamaktadırlar. 

Bir emekli koramiral televizyonda "1990'larda faili meçhuller devlet politikası idi" diyebilmekte, bir akademisyen "1990'larda öldürülen 17.000 faili meçhul"den bahsedebilmekte, 1990'lı yıllarda milletvekili, bakan gibi önemli görevlerde bulunmuş siyasetçiler ileri sürülen rakamları doğrularken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan "topraktan fışkıran kemiklerden" bahsetmektedir. Ölüm kuyuları 
diye adlandırılan kuyular açılmakta, televizyonlar canlı yayınlarda çıkmayan cesetlerden bahsetmektedir. Bütün bunlar olurken nedense İç İşleri Bakanı Beşir Atalay, kendisine bağlı olan Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı kayıtlarındaki "faili meçhul" cinayetlerin sayısı ile ilgili bir rapor istememektedir. 
   17 bin faili meçhul olduğu iddiası büyük bir yalandır. 17 bin rakamı öyle ciddiyetsiz bir rakamdır ki, bu kitabın yazarı atv'de Nazlı Ilıcak tarafından yönetilen bir programda DTP Genel Başkanı Ahmet Türk'e "17 bin faili meçhul"den bahsetmesi üzerine "doğruyu söylemiyorsunuz. Türkiye'de 17 bin faili meçhul yoktur" demesi üzerine "14 bin olsun" diyecek kadar meseleyi gayri ciddileştirmiş tir. S. Talu, faili meçhul cinayet iddialarının kapsadığı dönemin PKK terörünün doruğa ulaştığı, 1993, 1994, 1995 başı olduğunu özetle 1,5-2 yıl içerisinde, 17 bin cinayet işlendiğinin iddia edildiği söylemektedir. Yaklaşık 450-500 günde 17 bin faili meçhul cinayetin işlenmesini günde en az 34 faili meçhul cinayetin devlet güçleri tarafından işlendiği anlamına gelmektedir. Talu, bir devlet görevlisi, kaba bir hesapla beş kişi öldürmüş olsa, eder 4 bin katil diyerek bitirmektedir cümlesini.[1] 

   Görüldüğü gibi konuya biraz analitik yaklaşınca 17 bin faili meçhul iddialarının ne büyük bir saçmalık olduğu görülmektedir. Bu iddiaları ortaya atan ve savunanların ortaya koyabildikleri bir isim listesi, polise, jandarmaya veya savcılıklara yapılmış suçduyurusu/başvuru da görülmemektedir. 

Bulunmuş faili meçhul cinayet kurbanı cesetleri de yoktur. Üstelik bir gün faili bilinmeyen bazı cinayetlerde öldürülmüş insanların cesetleri dağlarda bulunur ise bu insanların PKK tarafından mı öldürüldüğü yoksa güvenlik güçleri ile girdikleri çatışmalar sonucunda ölen PKK'lılar mı olduğunun ortaya çıkarılması için ayrı bir çalışma yapılmalıdır. 

Türkiye'de hiç mi faili meçhul cinayet işlenmemiştir. 1984'de başlayıp 1998'e kadar devam eden, 1999-2003 arasında "0" noktasına doğru gerileyen ve 2004'den itibaren tekrar başlayan 1945 sonrasınd dünyada gerçekleşen en kapsamlı düşük yoğunluklu çatışmada hukuk dışında çıkmaların olmaması mümkün değildir. 1984-2009 arasında 4361 asker, 217 polis, 1378 köy korucusu, 116 öğretmen şehit olurken, 5669 yurttaşımız da PKK tarafından katledilmiştir. Aynı tarihte 29.359 PKK'lı ise çatışmalarda öldürülmüştür. Bu kadar kapsamlı, uzun süreli ve kanlı bir çalışmada sınırın aşılmaması mümkün değildir. 

PKK eylemlerinin zirveye çıktığı 1993/95 sürecinde bazı devlet görevlilerinin bir devlet politikası olarak değil, bölgedeki yüksek gerilim ve çatışma ortamının getirdiği baskı altında kendi insiyatifleri ile PKK'nın kent yöneticilerine yönelik eylemleri olduğu, sınırın aşıldığı iddiası akla yakındır. Bu tür eylemler devletin bilgisi dışında gerçekleştirilmiş "suç niteliği" taşıyan eylemlerdir. İç İşleri 
Bakanlığının Jandarma Genel Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü aracılığı ile yapacağı bir araştırma bu sayının 100 ile 500 arasında bir rakam olduğunu ortaya çıkaracaktır. Bu tür eylemler için söylenebilecek şey: keşke olmasaydı. 

Öte yandan örgütün ERNK kanadının çok dar olan bazı lider kadrolarının ise devlet kararı ile Türkiye içinde ve büyük bölümü Türkiye dışında infaz edildiği anlaşılmaktadır. Eğer böyle bir karar alındı ise bunun ancak en üst düzeyde ve en köşeli katılım ile alınabileceği açıktır. Bu şekilde alınan bir karar sonrasında öldürülen PKK'lı sayısının 50'nin üzerinde olmadığı tahmin edilebilir. 

Bu eliminasyon eylemleri kanaatimce suç değildir. Her devlet kendisini korumak için bu tür "rutin dışı" eylemler gerçekleştirir. Bu eylemlerin ispatlanması da mümkün değildir. 

Özetle, PKK terörü ile mücadele sürecinde güvenlik güçlerinin kasap gibi 17 bin insanı katlettiği iddiası ne doğrudur ne de aklidir. 

Bu büyük yalan, Goebbels'in "yalan ne kadar büyük olursa, inanan o kadar çok olur" yaklaşımı ile tekrarlanmaktadır. Yapılması gereken derhal İç İşleri Bakanlığı'nın faili meçhullerin sayısı ile ilgili kapsamlı bir çalışma yapması, isim, yer, tarih saptaması ile birlikte sonuçların kamuoyuna açıklanmasıdır. Yalanlara son verecek, gerçekleri ortaya çıkaracak olan budur. 

Tabii ki bu yeni bir tartışmayı başlatacaktır ancak hiç olmaz ise gerçekler üzerinde tartışılacaktır. 

[1] www.haberiniz.com, Sabahattin Talu, "Faili Meçhul Sakızı" 
http://www.21yyte.org/  Adresinden  07.08.2013 21:13  tarihinde indirilmiştir

http://www.21yyte.org/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2010/04/12/4026/bir-pkk-propagandasi-17-bin-faili-mechul-yalani

***

Bir Hükümet Demokratik Meşruluğunu Ne Zaman Yitirir?

Bir Hükümet Demokratik Meşruluğunu Ne Zaman Yitirir? 



Yazar: Ümit Özdağ 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 


    Mısır’da yapılan askeri darbe, demokratik seçimler sonucunda seçilmiş bir hükümete karşı gerçekleştirilen bir askeri müdahalenin mahkum edilmesinin kaçınılmazlığı bir kez daha gösterdi. Öyle ki, ABD ve AB bir askeri darbeyi 
onaylayamayacakları için Mısır’daki askeri darbeye askeri darbe dememek yolunu seçtiler. Oysa, bir hükümetin demokratik seçimler sonucunda iktidara gelmesi, o hükümeti dokunulmaz yapmaz, onun demokratik meşruluğunun tek güvencesi seçimler olamaz. Özetle, bir hükümetin demokratik meşruluğunu sadece demokratik seçimler ile işbaşına gelmesi ile sağlamaz. 

Demokratik seçimler ile iktidara gelen bir partinin yine demokratik seçimler ile iktidardan ayrılmayı kabul etmesi, demokratik meşruluğu açısından olmaz ise olmazdır. Bir siyasal iktidarın bazı siyasal tasarruflar ile kendi eli ile demokratik 
meşruluğunu ortadan kaldırması mümkündür. Bunun en somut örneklerinden birisi 1933’de Almanya’da yaşananlardır. 

Adolf Hitler’in liderliğini yaptığı Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin 1932’de oyların % 33’ünü alarak iktidara gelmesi, demokratik meşruluğu için ön koşuldur. Ancak A. Hitler, 1933’de parlamentonun oyları ile parlamentonun yetkilerini devraldığı anda, şeklen demokratik bir devir bile olsa, demokratik meşruluğu sona eren bir liderdir. Çünkü Hitler, iktidarda darbe yaparak iktidarını daha da genişletmek yoluna gitmiştir. Tarih geri çevrilemez ancak eğer Alman Ordusu 1934’de Hitler’e karşı bir askeri darbe gerçekleştirilmiş olsaydı, insanlık tarihi için büyük bir kazanç olurdu. 

Demokratik seçimler ile iktidara gelmiş bir siyasi partinin kurduğu bir hükümetin meşruluğunu yitirmesinin başka şekilleri/yolları da vardır. Örneğin, bir iktidar partisi genel seçimlerin yapılmasının kanunen belirlenen zaman gelmesine  rağmen, açıkça seçimleri iptal etmeden terör, yaklaşan savaş, olağanüstü hal gibi nedenleri ileri sürüp “gelirsiz bir geleceğe” erteler ise demokratik meşruluğu ortadan kalkar. 

Keza bir hükümet anayasal yetkilerini aşarak, kanun dışı yollar ile muhalefet partililerini kapatmaya çalışır ise meşruluğunu yitirir. Hükümetin meşruluğunu yitirmesi için muhalefet partisi/partilerini kapatmak için yapmış olduğu  çalışmalar ın hangi aşamasına geldiği ayrı bir tartışma konusudur. 

İktidar partisinin bu görüşü gündeme getirmesi veya bazı yetkili üyelerinin muhalefet partisini/partilerini kapatalım söylemini geliştirmesi, iktidar partisinin meşruluğunu yitirmesi için yetmez. Başkan/Başbakan pozisyonundaki bir kişi muhalefet partisinin/partilerinin kapatılmasından bahseder ise bu iktidarın meşruluğunu kaybetmesi için yeterlidir. Ancak, iktidar partisinin bu konuda somut adımlar atmaya başlaması, örneğin bunu mümkün kılacak bir hukuki düzenleme yapması, kendisinin de demokratik meşruluğunun ortadan kalkmasını beraberinde getirir. 

İktidar partisi muhalefet partilerinin siyasal faaliyetlerini engeller ise demokratik meşruluğunu yitirir. Bir iktidarın muhalefet partisinin siyasal faaliyetlerini engellemesi ile ilgili objektif ölçütler koymak, muhalefet partilerini kapatmak ile 
ilgili objektif ölçütler koymak kadar kolay değildir. Ancak bir hükümet muhalefet partisine destek verdiği için bir bölgenin temsil hakkını elinden alır ise örneğin bir ili, muhalefet partisini seçtiği için ilçe konumuna indirirse, çok somut olarak halkın demokratik temsil hakkının engellendiği anlamına gelir ve bunu yapan hükümetin demokratik meşruluğu ortadan kalkar. 

Bir hükümetin demokratik meşruluğunu sağlayan sadece hükümet partisine oy verenler değil, demokratik sistemlerde oy vermeyenlerin varlığıdır. Zaten iktidar partisi dışında bir partiye korkmadan oy verilemiyor ise o ülkede demokrasi yoktur. 

Eğer iktidar partisi muhalefet partisini seçen illeri bölüyor ise iktidarın meşruluğu tartışmalı hale gelir. Çünkü bu durumda iktidar açıkça “ben iktidardan gitmiyorum” dememekle birlikte, aldığı önlemler ile fiilen muhalefetin iktidar olmasını imkansız hale getiriyor ve bu amaçla (bir il içindeki seçim bölgesinin değil) bir ili farklı illere bölüyor ise demokratik meşruluğu tartışmalıdır. Ancak bu adım örneğin bir ilin, il statüsünün ortadan kaldırılması kadar travmatik değildir. Özetle bir hükümet, seçmenlerin bir bölümünün temsilcilerini seçme hakkını kısıtlar veya temsil hakkını ortadan kaldırır veya 
kısıtlar ise demokratik meşruluğu ortadan kalkar. 

Bir hükümet, ülke halkının bir bölümüne yönelik soykırım uygulamaya başlar ise demokratik meşruluğunu yitirir. Örneğin Hitler, demokratik seçimler ile gitmeyi kabul etse idi, ilk gaz odası çalıştığı günün ertesi gün yapılacak seçimlerde % 100 
oy alsa dahi demokratik meşruluğu olamazdı. 

Bir hükümet yabancı bir ülkenin Askeri saldırısı karşısında ülkeyi savunmak için uygun önlemleri alamaz, ülkenin askeri bir yenilgiye sürüklenmesine neden olur ve ülke savaşa devam edebilecek kaynaklara sahip iken utanç verici bir barış 
anlaşması imzalar ise meşruluğunu yitirir. Bu noktada böyle bir hükümete karşı her türlü direniş şeklinin demokratik meşruluğu vardır. İstiklal Harbi’nin milli meşruluğu dışında demokratik meşruluğa sahip olmasının nedeni budur. 

İstiklal Harbimizi Büyük Millet Meclisi’nin idare ediyor olması, bu demokratik meşruluğu daha da güçlendirmiştir. 

Demokratik seçimler ile gelmiş bir hükümet, ülke genelinde mal ve can güvenliğini sağlayacak önlemleri alamaz, güvenlik bürokrasisini etkin bir şekilde çalıştıramaz veya siyasi endişeler ile güvenlik bürokrasisinin etkin bir şekilde çalışmasını 
istemez/engeller ise iç savaş koşullarının doğması veya iç savaş koşullarının doğma tehdidinin ortaya çıkması ile meşruluğu ortadan kalkar. Bu noktaya gelindiğinde sadece hükümeti meşruluğu değil, devletin varlığı da tartışmalı hale gelir. Çünkü devletin kuruluşunun ve varlığının amacı, vatandaşın öncelikli olarak can ve mal güvenliğinin sağlanmasıdır. Hükümetin vatandaşın can ve mal güvenliğini sağlamak için gereken önlemleri alamadığı, devlet yapısının aynı konuda hükümetin etkisizliğinden dolayı zaaf içine düştüğü noktada vatandaş can ve mal güvenliğini korumak için meşru müdafaa konumuna geçer. 

Böyle bir durum ise hukuk devletinin sona ermesi demektir. 
Bir hükümet yönettiği ülkedeki milletin hukuki ve siyasi varlığını ortadan kaldırmaya yönelik bir girişim içinde olur ise, bu durum hükümetin demokratik meşruluğunu ortadan kaldırır. Çünkü anılan hükümetin demokratik meşruluğunu sağlayan, hukuki ve siyasi varlığını ortadan kaldırmaya çalıştığı millettir. 

Bir hükümetin demokratik meşruluğunun ortadan kalkabileceği siyaset bilimi ve hukuk literatüründe ön görülmüş bir potansiyel tehdittir. 

http://www.21yyte.org/ adresinden 31.07.2013 13:44 tarihinde indirilmiştir
***

12 Ekim 2020 Pazartesi

Özdağ: "PKK ile Hangi anlaşma yapıldı?"

Özdağ: "PKK ile Hangi anlaşma yapıldı?" 


ÜMİT SAYIN., 

29.05.2019 16:19

Bebek katili terörist başı  Öcalan'ın avukatlarıyla görüştürülmesi ne tepki gösteren İYİ Partili Ümit Özdağ, PKK'lıların açlık grevlerini sona erdirmesiyle ilgili hükümete "Neyin üzerinde uzlaşıldı ki PKK’lılar açlık grevlerini sona erdiriyorlar?” dedi. 

Kaynak Yeniçağ: Özdağ: "PKK ile hangi anlaşma yapıldı?" 

FATMA GÜL-YENİÇAĞ

Bebek katili Abdullah Öcalan’ın 8 yılın ardından avukatlarıyla görüştürülmesini İYİ Parti İstanbul Milletvekili Ümit Özdağ, AKP’nin 31 Mart yerel seçimlerinde İstanbul’u kaybetmesinin ardından başvurduğu bir süreç olarak değerlendirdi.

HDP’li yetkililerin anlaşma sağlanacağını söyleyerek PKK’lıların açlık grevlerine son vermesini sağladığını dile getiren Özdağ, “Sorulması gereken soru şu: Neyin üzerinde uzlaşıldı ki PKK’lılar açlık grevlerini sona erdiriyorlar?” dedi.

Özdağ’ın açıklamaları şu şekilde:

Kandil’le yapılan görüşmelerin kamuoyuna deklare edilerek ikinci müzakere sürecini başlatmak için görüşme ayarlandı. Bu görüşmeden sonra Öcalan’ın yazdığı ifade edilen ve onunla birlikte kalan üç PKK terör örgütü üyesinin de imzaladığı bir bildiri yayınlandı. Bu bildiri emin olun AKP tarafından onaylanmadan yayınlanacak bir bildiri değil. Bu bildiride Öcalan tekrar uzlaşma kültüründen bahsediyor. 

Bir görüşme süreci öneriyor ama en önemlisi SDG’den bahsediyor. PKK’nın Suriye’deki yapılanması olan ve Türkiye’nin kabul etmediği bir yapılanma. 

Kavram olarak bile ağzına almadığı bir yapılanma. Bu mektupla ilk kez SDG’ye de Ankara’nın onay verdiğini görmüş olduk. Bu ilk açıklamanın ardından hala devam etmekte olan ve bu açıklamadan çok önce başlamış olan PKK’lıların hapishanelerde ki açlık grevlerinin yavaş yavaş son bulmaya başladığını da gördük. Aldığımız bilgilere göre değişik HDP’li yetkililer, cezaevlerinde yaptıkları temaslarda PKK’lıları anlaşma sağlandı diyerek vazgeçirmeye çalıştılar. 

Videosu

PKK ile Hangi anlaşma yapıldı

https://youtu.be/ean2pZJ8T94



https://www.yenicaggazetesi.com.tr/mobi/ozdag-pkk-ile-hangi-anlasma-yapildi-236222h.htm


https://yandex.com.tr/video/preview?text=HANG%C4%B0%20PKK%2C&path=wizard&parent-reqid=1602399843386374-712245093724592927600161-production-app-host-man-web-yp-43&wiz_type=v4thumbs&filmId=1019096641642408910


Sorulması gereken soru şu:

 PKK’lılar neden açlık grevlerinden vazgeçiyorlar? Neyin üzerinde uzlaşıldı ki PKK’lılar açlık grevlerini sona erdiriyorlar?

 Benim kişisel analizim PKK, PYD ile üzerinde uzlaşılan henüz tam anlamıyla bir şey yok. Uzlaşılan tek şey, Öcalan ile görüşmelerin devam edeceği. 

Yasağın formel olarak kaldırıldığının Adalet Bakanı tarafından açıklanmasıyla da bundan sonraki görüşmelerin önü tam anlamıyla açılmış ve görüşmeler  meşrulaştırılmış oldu. Peki neden bu müzakere süreci tekrar başladı? Müzakere süreciyle ilgili ön hazırlıkların 2018 senesi içerisinde başladığını görüyoruz.  

AKP’den değişik heyetler yurt dışı temaslarında bu konuda tartışmalar yaptılar. En son 2018 Nisan ayında Londra’da bir toplantıda tekrar müzakerenin başlamasının doğru olacağı İngiliz muhattaplar tarafından tebliğ edildi. Daha sonra şu meşhur akil adamlardan bir bölümü Londra’ya gitti. 

Aynı görüş onlarla da paylaşıldı. Bunlar küçük küçük hazırlıklardı. Bunlar bugün için küçük hazırlıklardı. Hiç devreye girmeyebilirdi. 

31 Mart seçimlerinde İstanbul’un kaybedilmesi sonrasında Erdoğan yeni bir durum değerlendirmesi yaptı. Önce seçimi kaybettiğini kabul etti. 

Sonra kaybetmediğine inandı ve seçimi yeniletme yoluna gitti. Erdoğan’ın bu seçimde de kaybetme şansı yok. Çünkü Erdoğan bu seçimi kaybederse,  partisinden büyük kopmaların olacağını biliyor. İstanbul seçimlerini kaybettiği takdirde bunun erken seçim baskılarına neden olacağını düşünüyor. 

Ve bundan dolayı seçimlere daha girmeden seçimlerin altyapısını oluşturmaya çalışıyor. Bu stratejinin çerçevesinde Öcalan ile de görüşmeye başladığını   görüyoruz. Çok basit bir cümleye sıkıştırırsak ‘biz sizin Suriye’deki varlığınızı kabul ederiz. Bunun karşılığında da İstanbul’u alırız’ merkezli bir anlaşmanın üzerinde görüşüldüğü görülüyor.

Bu anlaşmanın başka kolları da var ama onları gündeme getirmek için henüz erken. İlerleyen günlerde onlar da gündeme gelecektir. Birinci açılım süreci dedikleri PKK ile müzakereler Türk milletine kan, gözyaşı ve hendek çatışmaları çerçevesinde 700’den fazla verdiğimiz şehit. 

Devletin yıpranması, PKK’nın Doğu ve Güneydoğu’da otoritesinin artması, PKK’nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yendiğine inanması ve Güneydoğu Anadolu’da bir kısım vatandaşlarımızın da bunu görmesi. 

Kaynak Yeniçağ: Özdağ: "PKK ile hangi anlaşma yapıldı?" 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/ozdag-pkk-ile-hangi-anlasma-yapildi-236222h.htm


*******

8 Ekim 2020 Perşembe

AKP nin Kavgalı Ortadoğu Politikası

AKP nin Kavgalı Ortadoğu Politikası 


Prof. Dr. Ümit Özdağ 

28 Haziran 2012


Suriye ile ilişkilerimizin savaş öncesi durumda olduğu bir sürece girdik.

Ankara, Suriye'de bir iç savaşa yol açacak şekilde son aylarda isyancılara destek politikasını tırmandırarak sürdürdüğü sırada Suriye'nin bir Türk Savaş 

uçağını vurması sonucunda gerçekleşti. Ancak, Türkiye'nin Ortadoğu'da sadece Suriye ile gerilim yaşamadığını, gerilimin daha genel bir gerilim olduğu görülüyor. Kendisinden önceki Cumhuriyet hükümetlerini Ortadoğu ülkeleri ile ilişkileri bozmakla suçlayan AKP Hükümetinin bugün Suriye, Irak ve İran ile ilişkileri taşıdığı noktanın hiç gelişmiş dostluk olduğunu söylemek mümkün değildir.

    Türkiye-Irak ilişkileri, Ankara-Şam krizinin gölgesinde kalsa da ağır bir krizden geçmektedir. Maliki Hükümeti ile yaşanan gerilimin birkaç boyutu vardır. 

Bunlardan birisi Türkiye'nin Irak'ta seçimlerden önce doğru bir şekilde laik Allavi bloğunu desteklerken seçimlerden sonra sunni politikaları desteklemeye  başlamış tır. Ankara bu amaçla Suudi Arabistan ile birlikte Tarık Haşimi çizgisine destek vermeye başlamıştır. 

   Bu adım Ankara ile Bağdat arasındaki ilişkilere ağır bir darbe indirmiştir. Ankara'nın Bağdat'ı rahatsız eden ikinci adımı, Kuzey Irak ile Bağdat'tan bağımsız petrol alanında ilişkiler kurmuş olmasıdır. 

Ankara'nın bu adımı Irak'ın egemenlik haklarının ihlali ve Barzani bölgesinin bağımsızlaşmasına katkıdır. 

Bağdat'ın sert itirazlarına rağmen, Ankara'nın Barzani ile petrol ilişkisi kurması ABD'nin bile tepkisini çekmiş, ABD'nin Bağdat Büyükelçisi Türkiye'yi sert bir dille eleştirmiştir. Bağdat ile Ankara arasındaki gerilimin bir başka nedeni de Türkiye'nin Esad rejimini devirmek için çalışırken, Irak'ın Esad rejimini desteklemesidir. Sonuç olarak Türkiye-Irak ilişkileri önümüzdeki süreçte, Suriye'deki gerilimin bir iç savaşa dönüşmesi durumunda daha da sertleşecektir.

Türkiye-İran ilişkileri de büyük gerilimlerle dolu bir süreçten geçmektedir. Hem Ankara hem Tahran büyük bir çaba ile ikili ilişkilerdeki tansiyonu kontrol altında tutmaya çalışsalar da özellikle iki başkent arasındaki ihtilaf konuları bu tansiyonun uzun süre kontrol altında tutulamayacağını göstermektedir. Tahran, Ankara'nın Suriye politikasını kendisine düşmanlık olarak görmektedir. Çünkü, Tahran için Suriye stratejik müttefik olmanın ötesinde ön cephedir. Suriye'de Esad rejiminin devrilmesi sonrasında Batı dünyasının kendisine saldıracağına inanan tahran ayrıca Esad rejiminin düşmesi sonrasında diğer stratejik müttefiki olan Hizbullah ile de bağlantısının kopacağını görmektedir. Tahran açısından bu sonucu ortaya çıkarma konusunda en fazla çabayı Türkiye ve Suudi Arabistan göstermektedir. Üstelik Ankara,Malatya Kürecik'e yerleşmesine izin verdiği Kürecik radarı ile İran'ın elektronik kuşatmasının en önemli ayağının gerçekleşmesini sağlamıştır.

Tahran'da buna Irak'ta Türk menfaatlerine saldırarak cevap vermiştir. Ayrıca PKK'nın Suriye'de Şam rejimine destek vermesi Tahran tarafından organize edilmiştir. Keza 2012 yazı itibarı ile Doğu Anadolu'da PKK faaliyetlerinin altında İran istihbaratının parmak izlerini görmek mümkündür. 

Ayrıca İran'ın Azerbaycan'a yönelik sert politikalarının gerekçesinin Bakü-Tel Aviv ilişkileri gibi sunulsa da Tahran'dan yükselen sert tonlardan sonra Bakü'nün Türkiye'den giden orgeneraller tarafından ziyaret edilmesi, gerilimin arkasında Tahran'ın "sen Suriye'ye baskı yaparsan ben de 

Azerbaycan'a baskı yaparım" şeklindeki mesajı olarak okunabilir. Özetle, Türkiye-İran ilişkilerinin ilerleyen dönemde Türkiye-Suriye ilişkilerine dönmesi çok şaşırtıcı olmayacaktır.

Türkiye'nin Ortadoğu politikası her ne kadar "demokratikleşme" söylemi üzerine kurulu olsa da altta "sunni mezhepçi" bir zeminin olduğu görülmektedir. 

Öyle olmasa Ankara'nın Bahreyn'de ve Suudi Arabistan'da demokrasi talep eden Şiilerin taleplerinin de arkasında olması gerekir. 

Keza Kuveyt'te demokrasi talep eden ve parlamentoları ellerinde alınan sunileri arkasında Ankara'nın sesinin olması gerekir. 

Bu mezhepçi zeminde Ankara ile Riyad arasında bir ciddi yaklaşım olduğu anlaşılmaktadır. Ortadoğu siyasetinin sunni-şii ekseninde gelişmesi ve bölünmesi konusundaki alt yapı İran'ı bir numaralı milli güvenlik tehdidi olarak gören Suudi Arabistan tarafından geliştirilmiş ve ABD'de ile olgunlaştırılmış tır. Ankara'nın dış politikasında gizli Riyad gölgesi artık üzerinde konuşulması gereken bir noktadır.


https://www.21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/akpnin-kavgali-ortadogu-politikasi



***

9 Şubat 2020 Pazar

BALYOZ TSK NE İNDİ.. VİCDANLAR KANIYOR

BALYOZ TSK NE İNDİ..  VİCDANLAR KANIYOR







PKK ve Andımız 

Ümit Özdağ

AKP Hükümeti, 2006’da Oslo’da PKK ile başlayan gizli görüşmeler ve nihayet 2009’dan itibaren PKK/Kürt açılımı sonrasında Abdullah Öcalan ile 2011 ve 2013’te yapılan müzakereler neticesinde PKK ile örgütün Türkiye’den geri çekilmesi karşılığında ateşkes konusunda uzlaşmıştır. PKK, Türkiye’den çekilmemiş yeni katılımlar ile gücünü artırmıştır. Örgüt, AKP’yi verdiği sözleri yerine getirmemekle suçlayarak, 11 Eylül 2013’te Türkiye’den geri çekilmeyi durdurduğunu ve kısa bir süre sonra ateşkese de son vereceğini duyurmuştur. AKP, işte böyle bir ortamda 30 Eylül 2013’te ’Demokratikleşme Paketi’adlı bir dizi yasal ve tüzük değişikliği gerektiren açıklamayı Erdoğan’ın düzenlediği basın toplantısı ile açıklamıştır. Bu paketle ilgili iki temel iddiayı 

1) Paketin Türkiye’yi Demokratikleştireceği, 

2) Paketin PKK ile pazarlık yapılmadan hazırlandığı tezleri oluşturmaktadır.

Demokrasi bir anlayış ve bu anlayışa uygun tutumdur. Bir demokrat, fikrini benimsemediği insanların da fikir özgürlüğünü savunmak zorundadır. Erdoğan, Demokrasi Paketi’ni açıkladığı toplantıya, muhalif diye nitelendirdiği gazeteleri sokmayarak nasıl bir demokrasi anlayışına sahip olduğunu göstermiştir. İkinci husus, modern demokrasilerde sandık çok önemlidir. Ancak sandıktan oyların nasıl çıkacağı sandık kadar önemlidir. Eğer bir seçim sistemi temsilde adaleti sağlamıyor ise oynanan oyunun adı demokrasi olsa da özünün demokrasi olduğunu söylemek mümkün değildir. Temsilde adalet ilkesini benimsemeyen, seçim sistemi oyunları ile seçmenlerin önemli bir bölümünün siyasal iradesinin sandık neticelerine yansımasını engelleyerek iktidara sandıkta hak etmediği ölçüde bir gücü TBMM’de sağlamayı hedefleyen bir yaklaşım, demokratik olamaz ve adı demokrasi paketi olan bir önlemler paketine yakışmaz. Bu paketi takip eden günlerde polise önleyici yetki çerçevesinde, istediği yurttaşı 24 saate kadar gözaltına alma ve tutma yetkisi verilmesi de Türkiye’nin nasıl bir demokrasiye sürüklenmek istediğini göstermektedir. 

Demokrasi Paketi’nin PKK ile müzakere edilmediği iddialarına gelince, AKP’nin 2006’dan bu yana Oslo’da başlayan süreçle PKK ile gizli ve açık bir müzakere süreci içinde olduğu bütün dünya tarafından bilinmektedir. Bu arada PKK’ya verilen sözlerin hemen gerçekleştirilmesi durumunda ortaya çıkacak milli tepki etkisizleştirilmek için tavizler  “salam stratejisi”  ile zamana yayılmıştır. Tabii ki PKK buna tepki göstermekte ve verilen sözlerin daha hızlı gerçekleştirilmesini talep etmektedir. AKP Hükümeti ile PKK arasındaki mesele  “yapılacaklar”  konusunda değil,  “ne hızla yapıldığı” ile ilgilidir.

PKK ile pazarlık yapılmadığı iddia edilen  “Demokrasi Paketi” kapsamında sadece PKK’nın lider kadrolarını ilgilendiren Siyasi Partiler Yasası’nın 11. Maddesindeki  “terör örgütü suçlamasından”  mahkum olanların siyasi partilere üye olması engelinin kaldırılması ile önümüzdeki dönemde PKK liderlerinin siyaset yapmasının önü açılmıştır. Özel okullarda Kürtçe eğitim ile PKK’nın ana dilde eğitim talebi kısmen karşılanmıştır. 

PKK’ya verilen en büyük taviz ise 1933’ten bu yana okullarda çocuklarımızın içtiği “Öğrenci Andı” nın kaldırılmasıdır. Öğrenci andı konusunda PKK’dan ve Türk Milleti gerçeği ile sorunu olan sözde  “İslamcı” özde ise gizli etnik milliyetçi olan bazı çevrelerden başka kimsenin sorunu yoktur. AKP ileri gelenleri tarafından  “slogan milliyetçiliği”  ile yaftalanan, militarist veya ırkçı olmakla suçlanan Andımız bir milletin çocuklarının ne olduklarını ve nasıl olmaları gerektiğini öğrenmelerinin bir parçası olmuştur. Andımız’ın kaldırılması PKK’ya Kandil’de düğün yapma fırsatı vermiştir. 

Andımızı militarist ve ırkçı olmakla suçlayanlar; ABD’ye 10 sene önce Çin’den, 8 sene önce Rusya’dan, 3 sene önce Mozambik’ten ve 1 sene önce Türkiye’den göç etmiş ailelerin çocuklarının okulda  “Amerika Birleşik Devletleri’nin bayrağına, o bayrağın simgelediği Cumhuriyet’e, Tanrı’nın yönetiminde bir ulusa, bölünmezliğe, herkes için adalet ve özgürlüğe sadakatini” bildirmesini normal karşılar ve Amerikan milletine mensubiyetin doğal göstergesi olarak görmektedirler. Aynı kişiler, Türkler ile tarihsel ortaklığı Orta Asya’da Eleşkirt Anıtlarında  “Kürt İlhanı Alp Urungu’ya kadar geri giden, 1000 seneden bu yana Anadolu’da Türkler ile her anlamda ortak bir yaşam süren, Allah-u Ekber Dağlarını, Diyap Ağa’yı unutarak” Kürt çocuğunun  “Türk’üm”  demesini ise  “ırkçılık”  hatta  “yalan”  olarak nitelendirilmesi ise akıl ve vicdan sınırlarını zorlamaktadır.  

Erdoğan; adını vermediği  “tek millet” , bazen Türk bayrağı bazen Türkiye bayrağı dediği  “tek bayrak”, üstüne başka adlar yazılmasına giden yolu açmasına rağmen “tek vatan”  ve içini boşaltmasına rağmen  “tek devlet” şeklinde bir  “slogan milliyetçiliği” yapmasına rağmen, Andımız’ın kaldırılmasını, “çocukların soğukta üşümesi”  ile de izah edecek kadar zayıf bir çizgiye çekilmek zorunda kalmıştır. Bu izahtan yakında İstiklal Marşı’nın da soğuk hava gerekçesi ile kaldırılacağını varsayabiliriz. Bütün bunlara rağmen, Türk Milleti’nin ekonomik yardımlar ile bulanan zihnindeki bulanıklık devam edebilir. Üstelik bu bulanıklık, PKK’ya verilen tavizlerin üstü türban ile örtülmeye çalışılarak daha da güçlendirilmeye çalışılabilir.


***

16 Kasım 2018 Cuma

Bölgesel iç savaşa bir adım daha

Bölgesel iç savaşa bir adım daha




Ümit ÖZDAĞ 
20.07.2012

18Temmuz 2012’de Şam’da Esad Yönetiminin en önemli isimleri bir bombalı saldırı ile öldürüldüler. Bu eylemden sonra Suriye iç savaşa bir adım daha yaklaştı. Bombalamayı selefi bir örgüt ve Özgür Suriye Ordusu üstlendi. Bu üstlenmelere rağmen Suriye’de son bir ayda yabancı istihbarat servisleri ve askeri kuruluşların olayların tırmanmasının arkasındaki ana dinamik olduğu bir süre sonra ortaya çıkacaktır.  

AKP Hükümetinin Esad’ı devirme politikası Suriye’de bir kapsamlı iç savaşı başlatıyor ve bu iç savaş Irak ile Lübnan’ı da kapsayarak bölgesel bir iç savaşa dönüştürüyor. Üstelik ne Suriye iç savaşı, ne de Irak ve Lübnan’ı kapsayacak bölgesel iç savaş anılan ülkelere demokrasi getirecek. Suriye-Irak ve Lübnan’da çıkacak bölgesel iç savaştan en fazla yararlanacak olan Barzani-Talabani-PKK üçlüsü olacaktır. 

  K. Irak, Kuzey Suriye’ye genişleyecek,  “Kürdistan”  büyüyecektir. PKK da bunu gördüğü için Oslo’da uzlaşılanlardan daha fazlasını almak umudu ile seçimlerden sonra AKP ile kurulan diplomasi masasını devirmiştir. PKK, K. Suriye’de halk zemininde K. Irak’ta olduğundan etkin çok daha etkin olduğu bilincinde olarak, K. Suriye-K. Irak birleşmesinin ve K. Suriye’deki PKK etkinliğinin Türkiye’ye yoğun bir güç projeksiyonu yansıtacağını hesaplamaktadır. Bölgesel iç savaş konusu Batı dünyasında da tartışılıyor.  8 Temmuz 2012’de The Washington Times’da Susan Crabtree “İstikrarsız Irak’ta iç savaştan korkuluyor” başlıklı yazısında şöyle demektedir: “Amerikan ordusunun Irak’tan çekilmesinden altı ay sonra savaş ile parçalanmış ülke etnik ve mezhepsel parçalar arasındaki güç mücadelesini kullanan isyancıların yaydığı şiddet ile kaplanmış durumda....

Haziran 2012 Amerikan ordusunun çekilmesinden sonra geçen en ölümcül aydı ve her hafta en az iki bomba patladı. Suriye’de sünnilerin Esad rejimine yönelik saldırıları, Irak’ta da sünnileri aynı şeyi Maliki rejimine karşı yapma konusunda teşvik ediyor.” Brookings Enstitüsü Ortadoğu Araştırmalarından Ken Pollack ise Suriye iç savaşının yayılma etkisinden çok, Irak iç savaşının yayılma etkisinden bahsediyor ve petrol bölgesinin ortasındaki Irak’ta çıkacak bir iç savaşın da, İran, Kuveyt ve S. Arabistan’ı etkileyeceğini ileri sürüyor. ABD’nin önde gelen Ortadoğu araştırma kuruluşlarından Washington Enstitüsünden Michael Knights ise “Suriye’nin doğu cephesi: Irak faktörü” yazısında Suriye’deki iş savaşın Irak’a yansımalarından endişe duyarak ABD’nin Irak’ta, Suriye sınırındaki ABD dostu sünni Arap kabilelerini değerlendirerek Suriye iç savaşının Irak’a sıçramasını engellemesi gerektiğini savunuyor. 

   Gelelim bölgesel iç savaşın Lübnan ayağına. Hizbullah hem İsrail ile hem de selefiler ve El Kaide yakını unsurlar ile savaşa hazırlanıyor. 
   Peki, 2005’den beri Lübnan’da ABD-Suudi ittifakı tarafından desteklenen selefiler ne yapıyorlar. 6  Temmuz 2012 ’de Jerusalem Post’ta Jonathan Spyer, “Lübnan’da Sünni İslam canlanıyor” başlıklı makalesinde Kuzey Lübnan’daki Triplo kentinin hem Suriye’de muhalefete yardımın hem de Lübnan’da sünni dirilişin merkezi olduğunu kaydediyor. 
Spyer’e göre, Triplo aynı zamanda Esad ile savaşmak isteyen yabancı cihat savaşçılarının merkezi haline gelmiş. Lübnan sünnileri  Esad’a karşı başlayan ayaklanmayı Lübnan’da Hizbullah’ın etkinliğini sona erdirmek amacı ile  değerlendirmek istiyorlar. 
Ancak sünniler Lübnan’da hala Hizbullah ile baş edebilecek güçlü bir örgütlenmeye sahip değildir. Son aylarda Güney Lübnan’da  Sidon kentinde selefi lider şeyh Ahmed El Assır Hizbullah’a karşı bir sünni ayaklanmanın önderliğini yapacak şekilde ortaya çıkmış. Sonuç olarak Ortadoğu bölgesel bir iç savaşa doğru sürükleniyor. Türkiye’nin menfaati ise Ortadoğu’da bölgesel iç savaş değil, barış. 
Oysa Suriye’de iç savaşın temel dinamiklerinden birisi olan Özgür Suriye Ordusu, Türkiye’nin politik, askeri ve lojistik desteği olmadan bu savaşı sürdüremez. Ankara, Suriye muhalefetine baskı uygulayarak Şam ile bir uzlaşma ve kontrollü demokratikleşme uygulaması sağlayabilir. Ancak, Ankara bunu tercih etmiyor.
Kaynak: Bölgesel iç savaşa bir adım daha  - 
Ümit ÖZDAĞ 


http://www.yenicaggazetesi.com.tr/bolgesel-ic-savasa-bir-adim-daha-23440yy.htm

***

20 Ekim 2018 Cumartesi

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi BÖLÜM 4


PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi  BÖLÜM 4



EYALETİ TÜRK MİLLETİNE SATABİLMEK İÇİN SÖYLENEN YALAN:BÜYÜYECEĞİZ

          PKK ile yeni bir devlet kurmak ve milli-üniter devlet, federal çok 
milletli devlet lehine tasfiye edilmek istenirken, bu  projeyi Türk Milletine 
satabilmek için bazı kaynaklar Anadolu’da derinden bir kampanya 
sürdürülmektedir. “Türkiye, federasyon ile büyüyecek, Kuzey Irak, Suriye’nin 
kuzeyi Türkiye ile birleşecek. Kosova bile Türkiye’ye katılacak” propagandası 
yapılmaktadır. “Türk Milliyetçileri Türkiye’nin büyümesine, Misak-ı Milli’nin 
gerçekleşmesine karşı mı?” diye soruluyor. Bu soruya Türk milliyetçileri nasıl 
bir cevap vermelidirler?

        Öncelikle kabul etmek gerekir ki, Türk Milletine federasyonu kabul 
ettirmek için “büyüyeceğiz” söylemi iyi bir psikolojik savaş malzemesidir. Ancak 
Türk Milletinin tarih içindeki büyümeleri ile şimdi sunulan büyüme arasında üç 
önemli fark olduğu ortadadır. Aşağıda kısaca bu farklara değineceğiz.

        Birinci fark, Türk Milletinin tarih içindeki büyümeleri Türk Milletinin 
kendi projelerinin bir sonucu olmuştur. Baş aktörü Türk Milletidir. Oysa, şimdi 
sunulan proje Türk Milletinin projesi değildir. Yukarıda tarihsel arka planı 
anlatılan büyük bir dış dinamiğin planının sonucudur. Planı yapan rolleri 
vermektedir. Türk Milleti, baş aktör değil, figüranlardan birisidir. Tarihte 
bazen başkalarının yaptığı planlardan da Türk Milleti kendi lehine istifade 
ederek, büyük atılımlar yapmıştır. Ancak bu sefer böyle bir atılım mümkün 
görünmemektedir. Çünkü, aşağıda sayacağımız diğer iki fark böyle bir gelişmeyi 
engellemektedir.

       İkinci fark, Türk Milletinin tarihte gerçekleştirdiği büyümeler, var olan 
devletine ortak alarak, egemenliği paylaşarak gerçekleşmemiştir. Oysa, şimdi 
büyüme adı altında sunulan proje için Türkiye’nin mevcut sınırları için Öcalan, 
Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani ve Kuzey Suriye’de PYD/PKK Türkiye 
Cumhuriyetinin ya da yeni ad ile kurulan devletin ortağı olacaklardır. Öcalan ve 
Barzani/Talabani ile egemenlik paylaşmanın adına büyümek denemez.  Bu projedeki büyüme, sahte bir büyümedir. Büyümeden çok öldüren bir obezleşmedir. Çünkü amaç önce büyüme sağlayıp, Irak ve Suriye’nin bölünmesinden dolayı Arap Dünyasında, Irak ve Suriye’de ortaya çıkan düşmanlığı Türkiye’nin omuzlamasını sağlamak, Barzani, Talabani ve PYD/PKK’ya karşı Araplardan gelecek düşmanlıklara karşı Türkiye’nin kaynakları ve gücü ile bir koruma vermektir. Böylece, Batı Dünyası, İki Arap ülkesinin bölünmesinin manevi yükünü taşımayacak, bu yükü ve kurulan “şimdilik federal” “Kürdistan’ın” yükünü Türkiye’ye devredecektir. Bu arada Türk Milleti petrol gelirlerinin sağladığı kaynaklar ile “ucuz benzin” rahatlığı içinde gelişmelere çok olumlu bakabilir. Ancak acısı sonra çıkacaktır.   

          Üçüncü fark ise Türkiye ile federal bir devlet çatısı altında 20-30 
senelik bir süreç içinde demografik, sosyolojik, kültürel, ekonomik 
bütünleşmesini sağlayacak büyük Kürdistan’ın Türkiye’den ayrılması olacaktır. Bu adım, Molla Barzani’nin 1960’da açıkladığı “Asıl hedefimiz Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu’sudur” şeklindeki stratejik hedefine ulaşmasının alt yapısının Türkiye tarafından sağlanmasıdır. Sözde büyümeden sonra bu 30 sene içinde gerçekleşecek bir diğer gelişme, Erbil, Telafer, Kerkük, Halep, Lazkiye Türkmenlerinin federe Kürdistan’dan Türkiye’nin Türk bölgelerine göçe zorlanmaları olacaktır. Bu hat Türksüzleştirilecek tir.

          Son olarak sorulması gereken soru şudur: 2002’den buyana Kıbrıs 
adasında kurulmuş bir Türk devleti olan KKTC ile birleşmek yerine Rumlarla 
birleşmeye zorlayan, egemenliğinden vazgeçmesi için Annan Planını kabul etmesi için baskı yapan, KKTC’ye Belçika modelini öneren AKP Hükümetinin söz konusu Kuzey Irak olunca Osmanlı modelinden bahsetmesi, bu modelin ne ölçüde milli ve ne ölçüde güvenilir olduğunun sorgulanmasını beraberinde getirmektedir. 

         Özetle, Türk Milliyetçileri Türkiye’nin ekonomik, kültürel, politik ve 
askeri olarak büyümesini, güçlenmesini, insanlarımızın refahının artmasını, Türk 
Dünyası başta olmak üzere komşu ülkeler ile ekonomik, sosyal ve kültürel 
ilişkilerini geliştirmesi için mücadele etmektedir ve etmelidir. Ancak, Türk 
Milliyetçileri, Türk Milletini aldatacak, büyür gibi gösterip, küçülmenin 
temellerini atacak emperyalist projelerin tuzağına düşmeyecektir. Misak-ı Milli 
veya diğer projelerin ne zaman, nasıl, hangi şartlar altında 
gerçekleştirileceğine Türk Milleti kendi senaryolarında karar vermelidir.

        Tarihin en zorlu coğrafyası olan ve devletleri, halkları yutan bir 
şeytan üçgeni olan Anadolu’da bu şekilde örgütlenmiş bir devlet modelinin 
parçalanmadan yaşama imkanı yoktur.

           Üstelik, eğer bu federasyonu Suriye’nin kuzeyi ve Irak’ın kuzeyini 
içine alacak şekilde bir genişletme ile kurmak ve böylece Türk Milletine kabul 
ettirmek gibi bir zihin haritası mevcut ise ki, öyle olduğu görülmektedir, bu 
proje ile Türkiye kısa bir süre içinde Kerkük’e kadar büyür. Öcalan da bundan 
dolayı Nevruz açıklamasında Misak-ı Milli’den bahsetmiştir. Demirtaş, bundan 
dolayı bu süreç “bütün Kürtleri ilgilendiriyor” demiştir. Sonra Türkiye 
Cumhuriyeti federal devletinin parçalanması ile Iğdır-Mersin hattına kadar 
küçülür.

         Özetle, bir devlet en güçlü zamanı  dikkate alınarak değil, en zayıf 
zamanı dikkate alınarak kurulur ise tarihin en çetin sınavlarını aşarak yaşar.

          NE PAHASINA OLUR İSE OLSUN BARIŞ KİRLİ BARIŞTIR

         Son günlerde bir barış histerisi başlamıştır. Bu barış histerisi 
kendisini “ne pahasına olur ise olsun barış olsun” sloganı ile ortaya 
koymaktadır.

         Tabii ki, çocuklarımızın dağlarda çatışırken, pusuya düşürülerek, 
uzaktan kumandalı bombalar ile bombalanarak katledilmesini istemiyoruz. Tabii 
ki, dershaneden dönen çocuklarımızın dershane kapısında bombalanarak, 
kızlarımızın otobüsün içinde yakılarak öldürülmesini istemiyoruz. Evden ekmek 
almak için köşedeki bakkala kadar giden oğlumuzun bir bomba ile havaya 
uçurulmasını istemiyoruz. Okullarımızın yakılmasını, evimizin önünde duran 
araçlarımızın bombalanmasını istemiyoruz. Askerlik çağı yaklaşan oğullarımızın 
bir iç çatışmada şehit olmasını istemiyoruz.

            Çocukluk hariç yaşamının üçte biri 1911’den 1922’ye kadar bir 
cepheden öbür cepheye, Kuzey Afrika’dan Çanakkale’ye, Çanakkale’den Kafkas 
cephesine, sonra Suriye cephesine ve nihayet İstiklal Harbine muharebelerde 
geçmiş Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” özlemini paylaşıyoruz.

           Adı Barış olan bir dine mensubuz Allah’a şükürler olsun.

           Terörün durmasını istiyoruz, ülkemize barış ve huzur gelmesini 
istiyoruz, ancak ne pahasına olur ise olsun değil. Ne pahasına olur ise olsun 
barış istemek önce onursuzluktur, sonra ahmaklık. Ortaya çıkan ise barış değil 
kirli barıştır. Onursuzluktur, çünkü ancak kendisine saygısı olmayan bir insan 
ne pahasına olursa olsun barış diyebilir. Ahmaklıktır, çünkü böyle bir barış 
ancak kısa bir süre sonra gerçekleşecek daha sert, daha keskin bir savaşın 
habercisidir. Tarih bunu birçok kez göstermiştir.

            Bugün barış histerisi içinde olan bir küçük fakat etkili grup Öcalan 
ile yapılan müzakerelere “ne pahasına olur ise olsun barış” mantığı ile alkış 
tutuyor ve propagandasını yapıyor. Öcalan ile müzakere sürecini bizim gibi 
reddedenlere değil,  çekinceleri olanlara, “Ya acaba şunları da dikkate alsak ne 
olur?” diyenlere yönelik olarak çok ağır bir üslupla saldırıyorlar. Bu bir 
yıldırma, bastırma, psikolojik savaş eylemidir. “Ne pahasına olur ise olsun 
barış” zihniyetini temsil edenlere inansa idik, İstiklal Harbi’ni 
gerçekleştiremez, Türkiye Cumhuriyetini kuramazdık.

            Şimdi bugün barış derken açık açık PKK ile müzakereler ile elde 
edilecek “kirli barış” karşılığında Türkiye’nin AKP eli ile vereceklerimizi 
sıralayalım.

            1)Öcalan kısa bir süre sonra  serbest kalarak BDP’nin genel 
başkanlığını üstlenecek ve muhtemelen adına eyalet denilecek olan federal 
bölgenin valisi olacak.           
           2)Murat Karayılan, Cemil Bayık, Duran Kalkan vs bütün PKK liderleri 
Kandil’den Diyarbakır’da zafer kazanmış komutanlar gibi girecek ve kısa bir süre 
sonra Ankara sokaklarında görülecekler.
           3)Adına demokratik özerklik denmeden Büyükşehir belediyeleri 
yasasında valinin seçimle geleceğine dair bir değişiklik yapılacak, kaynakların 
kullanımı üzerinde Ankara’nın denetimini düzenleyen madde kaldırılacak, Türkiye Avrupa Özerklik Şartı’na koyduğu çekinceleri kaldıracak, federasyon adı 
konulmadan federal sisteme geçilecektir. Bu kısa süre devam edecek süreci eyalet sistemine geçiş izleyecek.
           4)Kürtçe eğitim yasalar ile düzenlenecek.
           5)Anayasada Türk Milleti kavramının yer almaması çok büyük bir 
ihtimaldir. Alsa bile anlamını yitirmiş, içi boşaltılmış ve ilk fırsatta 
değiştirilebilir olacaktır. Türkiye’de iki milletin varlığı fiilen kabul 
edilmiştir, büyük bir ihtimal ile hukuken de kabul edilecektir. 
           6) Türk bayrağı, Türkiye bayrağına, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye 
Silahlı Kuvvetlerine, Türk Milli takımı, Türkiye milli takımına 
dönüştürülecektir.

               Bütün bu adımlar Türkiye’nin ilk sarsıntıda parçalanmasının 
temellerini atacaktır. Ülkemizin doğusu ve batısı arasında büyük bir gerginlik 
doğacak, karşılıklı şüpheler gelişecektir. Henüz durumun tam anlamı ile farkında 
olmayan Türk Milleti “acının sonradan çıktığını” görecektir.

               Bu düşünce ve duyguların iç muhalefet duygusundan 
kaynaklanmadığının, başka yerlerden de böyle göründüğünün en açık 
göstergelerinden birisi Taşnak Partisi Erivan temsilcisi KiroManoyan’ın kısa bir 
süre önce yaptığı şu açıklamadır: “Ermenistan’ın iade edilmesini istediği 
topraklar şu anda Türklerin egemenliği altında. Yarın bizim iade edilmesini 
talep ettiğimiz topraklar Kürtlerin eline geçerse onlardan geri vermelerini 
talep ederiz. Bölgemizde gerçekleşebilecek köklü değişimleri seyirci olarak 
izleyebileceğimiz gibi, gidişatı yönlendirmek elimizde. Gelişmeleri yakından 
takip ederek hareket etmeliyiz.”

             Bu çerçevede Kültür Bakanı Ömer Çelik, Türkiye’den ayrılan 
Ermenilere yapmış olduğu geri dönün çağrısı bir başka anlam mı kazanmaktadır? Bu meşru bir sorudur. Ömer Çelik Agos gazetesine verdiği demeçte şöyle demektedir: 
“Çağrı yaptıklarımıza şöyle dedik: Unutmayın ki, sizin yaşadığınız acıların 
yakın zamanda benzerini yaşamış bir kadro yönetiyor Türkiye’yi.”[20]

              Üstelik PKK ortadan kalkacak mı?Aysel Tuğluk bu soruya şu cevabı 
verdi: “En az önümüzdeki çeyrek asır boyunca Kürtlerin var olduğu her yerde 
PKKda çeşitli biçimlerde olacak. Suriye’de bir süre daha silahlı. İran’da yakın 
gelecekte tekrar silahlı.” Bu açıklamadan çıkaracağımız sonuç şudur. Kandil, 
cephe gerisi Türkiye’ye taşınacak ve Suriye ve İran yeni cepheler olacak. PKK 
Türkiye’nin başını belaya sokmaya devam edecektir. 

       BÖYLE OLMAK ZORUNDA MI? 

      AKP iktidarı 2002 sonu/ 2003 başında terörün bitme noktasına geldiği bir 
Türkiye devralmıştır. Öcalan, İmralı’nın derinliklerinde unutulmuştu. PKK, Kuzey 
Irak’ta Türkiye tarafından desteklenen KYB ile çatışma içinde idi.  Bugün, 2013 
başında Türkiye’yi yendiğini düşünen, Kuzey Irak’taki gücüne Kuzey Suriye’yi 
eklemiş bir PKK, AKP’yi 10 yıldan bu yana iktidarda tuttuğunu düşünen bir 
Öcalan, morali bozulmuş, çatışma isteği kırılmış, yargılanan ve sorgulanan bir 
Türk Ordusu ve PKK’yı yenme inancına ve iradesine sahip olmayan bir AKP Hükümeti vardır. 10 yılın sonucu budur.  

         PKK ile müzakere Türkiye’yi etnik bir cehenneme, bölünmeye götürecek 
tek yoldur. Çünkü Öcalan ve PKK insan hakları ve demokrasi mücadelesi değil, 
toprak ve egemenlik mücadelesi vermektedir.  Türkiye müzakereler ile bu yola 
girmiş ve düşünüldüğünden daha hızlı ilerlemektedir.

         Oysa PKK ile müzakere tek yol değildir. Türkiye, PKK ile müzakere 
etmeden de PKK’yı aşabilir. Türkiye’nin PKK ile yapacağı tek görüşme örgütün 
teslim görüşmeleri olmalıdır. Bu noktaya ulaşılması kolay değildir ancak bu 
hedef uğrunda verilecek mücadeleye değer. 

          Terör örgütleri ile müzakere eden devletler müzakerelerden bir hayır 
görmemişlerdir. IRA ile masaya oturan İngiltere, birliğini korumak konusunda 
nasıl zaaf içinde olduğunu göstermiştir. Bu zaaf bugün İskoçya’nın İngiltere’den 
300 sene birlikten sonra ayrılması sürecini tetiklemiştir. Gelecek 10 yıl içinde 
Kuzey İrlanda’da İngiltere’den kopacak ve İrlanda Cumhuriyeti ile birleşecektir. 
ETA ile görüşmelerde Bask’ın İspanya’dan ayrılma sürecini durdurmamıştır. Bugün Katalanlar da güçlü bir şekilde İspanya’dan ayrılmak istemektedirler. Özetle, terörle müzakere terör örgütüne teslim olmak demektir. AKP bugün terör örgütüne teslim olmuştur.

         Türkiye PKK terörünü aşabilecek güçte bir ülkedir. Bunun için gereken 
iktidarda PKK’yi yenme ve aşma konusunda kararlı ve bilgili kadronun olmasıdır. 
Terörle mücadele bir irade savaşıdır. Terör örgütü Türkiye’yi yenemeyeceğini 
bilir. Ancak Türkiye’yi yöneten kadroların iradesi zayıf olur ise örgüt istediği 
sonucu alır.

          Terörle mücadelede sert güç unsurları ile yumuşak güç unsurları 
birlikte kullanılmalıdır. Sert güç, asker, polis, istihbarat ve yasaların etkili 
bir şekilde kullanmasının oluşturduğu güçtür. Yumuşak güç ise sosyal, ekonomik, kültürel, psikolojik olmak üzere diğer güç unsurlarıdır.  Bu iki güç unsurunun birlikte kullanılmasına “akıllı güç” kullanımı denilir. PKK akıllı güç ile 
aşılabilir.  PKK ile mücadele sürecinde devletin üç hedefi olmalıdır. 
İlk iki senede,

1)PKK terör örgütünün çatışma iradesini kırmak,
2)Halkı terör örgütünün baskısından kurtarmak ve
3) Bu iki seneyi, bölgesel ve milli rehabilitasyon dönemi izlemelidir. Çünkü 
terör örgütü, hem Güneydoğu Anadolu bölgesinde insanlarımıza hem de bütün 
yurdumuza çok ağır zararlar vermiştir. Bunların aşılması için bir zamana ihtiyaç 
olacaktır. Bu noktada çok boyutlu, entegre ve milli bütünlüğümüzü tekrar 
sağlayacak bir proje gerçekleştirilmelidir.

          “PKK’yi son bir adam kalıncaya kadar mı öldüreceksiniz?” şeklinde 
sorular ortaya atılıyor. İnsanlık tarihinde hiç son adamın öldürülmesi ile biten 
savaş yoktur. Yenilgi direnme iradesinin ortadan kaldırılmasıdır. Bir terör 
örgütünü yenmek için,

1)Terör örgütünün hareket alanı ve eylemleri minimuma indirgenir.
2)Çatışmanın ekonomik kaynaklarının ortadan kaldırılır veya etkili bir şekilde 
azaltılır.
3)Çatışmayı sürdüren lider kadroları yok edilir.
4)Çatışmada kendisini destekleyen ülkelerin veya çevrelerin desteğinin kesilir.
5) Ve en önemlisi, devleti yenemeyeceğini, verdiği mücadelenin umutsuz olduğunu görmesi ile yenilir.

               PKK bu şekilde yenilir. Şimdi bu beş ilkeyi aşağıda daha geniş 
bir şekilde açıklayalım.

              1)PKK’nın bütün eylemleri Kuzey Irak’tan, Türkiye-Irak sınırının 
Irak tarafındaki 5-25 kilometrelik bir bölgeden kaynaklanıyor.Batıdan doğuya 
Sinat, Haftanin, Metina, Zap, Avaşin, Basyan, Hakurk bölgeleri Türk Ordusu 
tarafından işgal edilmelidir. Türk Ordusu bu bölgede bir tampon bölge yaratarak 
yerleşmelidir. Sınırın Türkiye tarafında ise Şırnak-Hakkari-Van illerinde sınıra 
25 kilometre olan bütün yerleşim yerleri boşaltılmalı ve 
insansızlaştırılmalı dır. Böylece PKK ile Türkiye arasında 50 kilometrelik bir 
alan oluşacaktır. Türkiye içine sızmalar ortadan kalkacak. Bu süreçte, 
mücadelenin şiddetini yükseltip, profili düşürülecektir. Terörle mücadelede 
yoğun ileri askeri teknolojiler kullanacaktır. Terörle mücadelede TSK’yı mümkün 
olduğunca geri plana çekip, Jandarmanın terörle mücadelede uzmanlaşmış 
kadrolarını daha da etkili bir şekilde takviye ederek, alan hakimiyeti tekrar 
kurulmalıdır. Kandil Dağı ile  Türk Özel Kuvvetleri’nin ve Türk Hava 
Kuvvetleri’nin tatbikat alanı haline getirilmelidir.

             2)Terör finanse edilebildiği sürece devam eder. Terörle mücadelede 
özel kuvvetler kadar önemli olan bir güç de terörle mücadelede uzmanlaşmış 
finans uzmanları ile gümrük uzmanlarıdır. Hakkari-Van ekseninden başlayarak, 
PKK’nın bütün ekonomik kaynakları kesilmelidir.

             3)Türkiye PKK’nın dağdaki elemanlarını değil,  dünyanın değişik 
yerlerindeki lider kadrolarını hedeflemelidir. Öcalan’ı yakalayan, Sakık’ı 
yakalayan Türkiye, isterse Karayılan’ı, Kalkan’ı, Bayık’ı da yakalayabilir veya 
öldürebilir. Türkiye şimdiye değin bunu neden yapmamıştır? Çünkü, uzun yıllardan bu yana Türkiye’yi yöneten siyasi kadrolar, PKK liderlerinin öldürülmesi durumunda PKK’nın da kendilerini hedef alacağını düşünerek, korkmuş ve Türk devletinin elini ayağını bağlamışlardır.

         4)PKK’ya dolaylı ve dolaysız destek veren ülkeler yıldırılmalıdır.

         5)Sonuçta PKK, Türkiye’yi yenemeyeceğini anlayacaktır. Lider 
kadrolardan yakalanmayanlar veya canlı kalanlar, Türkiye’nin şartlarını sormak 
için Ankara’ya müracaat edeceklerdir.

          Sonuç

           İçinden geçtiğimiz günler de MHP’li, CHP’li, AKP’li ve diğer 
partilerden bütün yurttaşlarımızın Türkiye Cumhuriyeti devletine sahip çıkma 
zamanıdır.

          Böyle bir zamanda yapılabilecek en kötü şey “elimden ne gelir?” diye 
hiçbir şey yapmadan oturmaktır. Türk Milleti Sakarya Savaşı öncesinde elindeki 
avucundaki her şeyi ayni ve nakdi, Eskişehir-Kütahya muharebelerinde yenilerek geri çekilen Türk Ordusu’nu yeniden inşa etmek için Ankara Hükümetine vermektedir.

           Bundan sonrasını Turgut Özakman’ın “Çılgın Türkler” kitabından 
okuyalım: “ EMİRDAĞ KAYMAKAMI vakit geçirmeden İlçe Vergi Kuru­lunu kurdu.  Kurul kaymakamın odasında toplandı.Kurul üyeleri bu hayati sorumluluğun altında ve 
halktan iste­nen özverinin büyüklüğü karşısında sersemlemişlerdi. Üyelerin çoğu 
ümitsizdi. Kaymakam halkın nasıl davranacağını kestiremediği için yalpalıyordu. 
Emirde, "Kurullara her şey makbuz karşılığı teslim edi­lecek, ne teslim 
edilmişse bedeli ilerde ödenecek" deniyordu ama acaba halk inanır mıydı 
buna?Anadolu, Osmanlı tarihçilerinin 'büyük kaçgun' adını verdikle­ri on yedinci 
yüzyıl sonundaki kargaşa döneminden beri devlete gü­venmez olmuştu. Can ve mal güvenliğini sağlayamayan devlet, eşkı­yanın yağmaladığı köyleri bir de vergi 
almak için kendi zorlayıp inletmişti. Bu yüzden birçok büyük, bayındır, zengin 
köy parçalanmış, köylüler kel tepelere, kuytu vadilere, orman içlerine göçmüş, 
böyle­ce devletin ve eşkıyanın gözünün önünden, elinin altından, yolunun 
üzerinden kaçmıştı. Kaçamadığını anlaması uzun sürmeyecekti. Eski devlet bugüne kadar, bir şey vermeden, mal ve can vergisi isteye gelmişti. Şimdi yeni devlet de istiyordu.

 Bunları konuşurlarken birden odanın kapısı küt diye ardına ka­dar açıldı. 
Kapının çerçevesi içinde Emirdağ'ın delisi Battal belirdi. Bağırdı:

"Selamünaleyküm!"

 Kaymakam Öfkelendi:

"Ulan deli, baksana çalışıyoruz. Çık dışarı!"

"Kızma beyim, biliyorum, onun için geldim. Duydum ki Kemal'in askeri çıplakmış. 
Allah şahidimdir üzerimdekinden başka çamaşırım yok. Çoraplarımı getirdim. Şimdi yıkadım, temizdir."

 Yaklaşıp masanın üzerine bir çift ıslak yün çorap koydu. Çarıklarını sıyırıp 
odanın ortasında bıraktı:

"Aha bunlar da çarıklarım. Haydi kolay gelsin!"

 Çıplak ayak, huzur içinde yürüyüp çıktı. Kapıyı gümleterek kapadı.

 Üyelerin dilleri tutulmuştu sanki. Kaymakam, "Halktan kuşku­landığımız için 
tövbe edelim beyler.." dedi, "..Deli Battal gibi bir ga­ribin bile yüreği 
köpürdüyse, tekmil halk ayaklanacak demektir. Hız­lanalım.”

Evet, içinden geçtiğimiz dönem Türk Milletine söylenen “PKK’ya taviz vermedik” 
yalanı ile Türkiye Cumhuriyeti devletinin federalleştirilerek Güneydoğu 
Anadolu’da federe bir PKK Kürdistan’ı kurmasürecinin hızla ilerlediği bir 
dönemdir. Bu projenin destekleyicileri arasında dışarıda ABD vardır, AB vardır, 
içeride bütün ekonomik, politik, medyatik gücü ile AKP iktidarı vardır.

        Böyle bir güç ittifakı karşında tek başına MHP’nin mitinglerinin, 300 
aydının imzasının ve toplantılarının, CHP’nin karşı çıkışlarının, Türk Ocakları 
şubelerinin konferanslarının sonuç alma şansı yoktur. Böyle bir güç ittifakını 
yenecek kuvvet ancak Türk Milletinin anayasasını korumak, milli birlik ve 
beraberliğini savunmak için ayağa kalktığı zaman ortaya çıkacak güçtür. Her 
yurttaş, partilerden, derneklerden, hiç kimseden bir şey beklemeden bir şeyler 
yapma arayışı ve çabası içinde olmalıdır. Herhangi bir örgüt, parti, önderlik 
yapacak birisini beklemeden herkesin tek başına yapabileceği demokratik 
muhalefet girişimleri vardır.

Nasıl mı?

        1) Süreci mümkün olduğunda yakından ve değişik kaynaklardan izleyin ve 
bilgilenin. Sanal ortamda veya gerçek yaşamda süreci birlikte izleyeceğiniz bir 
grup oluşturun. Böylece daha fazla bilgi akışı, gözden fazla bir şeyin kaçmaması 
gibi bir fayda ortaya çıkacaktır. Üstelik bu tür temaslar sağlıklı gerekçeler 
üretmenize yardımcı olacaktır.

        2) Kafası karışık bir arkadaşınıza gerçeği anlatın. Unutmayın, siz ona 
gerçeği bir kez anlatacaksınız ancak ona değişik kaynaklardan yalan yüzlerce kez anlatılacak. Hemen anlamasını, kabul etmesini beklemeyin. Size karşı çıkar iken ileri sürdüğü gerekçeleri teker teker sabırla çürütün. Kavga eder gibi, onu 
yenmek amacı ile değil, onu kazanmak adına yapın bunu. Olmuyor demeyin ısrar edin. Kazandığınız herkes müzakere ve teslimiyet cephesinden alınmış Türk Milleti adına kazanılmış bir kişidir.

        3) Kafası karışık bir komşunuzun evine akşam ziyaretine gidin ve 
doğruları ikna oluncaya kadar gidip gelerek izah edin. Unutmayın sizinle benzer 
düşünenler ile bu meseleyi tartışmanızın bir faydası yok mesele kararsız, kafası 
karışık veya kafası çelinmiş olanları ikna etmek, gerçeği göstermektir.

       4) Televizyon kanallarının tek yanlı yayınlarını protesto edin ve telefon 
ederek protestonuzu bildirin. Her evden bir telefon gitse telefonlar kilitlenir. 
Başka kim yapar ki demeyin. 300 aydın imza attı yer yerinden oynadı. Bazen küçük bir telefon çevirme hareketi önemli sonuçlar doğurabilir.

        5) Köşe yazarlarına e posta atın, mektup yollayın, telefon edin. 
Görüşlerinizi soğukkanlı ancak ısrarlı ve kararlı şekilde anlatın.

        6) İlinizin milletvekillerini özellikle de AKP milletvekillerini arayın 
ve endişelerinizi anlatın.

       7) Twitter ve facebook çok etkili bir şekilde kullanılabilecek iki sosyal 
medya aracıdır. Bu araçlarda düzenlenecek ve bir süre sonra tekrar 
canlandırılacak kampanyalar ile kamuoyu uyanık tutulur. Twitterda T.C. 
kampanyası hükümeti geri adım atmaya zorlamıştır.

        8) Milli sivil toplum örgütleri tarafından düzenlenen konferans ve 
panellere muhakkak gidilmeli ve giderken  yanınızdakonuya uzak bir arkadaşınızı muhakkak götürmelisiniz.

        9) Yaşananları anlatırken, çelişkileri gözler önüne serin. Örneğin, 
Başbakan Erdoğan Suriye’de Esad’ın bebek katili olduğunu ve Allah’ın 
intikamından kaçamayacağını söylüyor. Öte yandan kendisi Türkiye’de akil adamlar aracılığı ile Öcalan’a “bebek katili” demeyin telkininde bulunurken, Öcalan ve PKK ile helalleşmeden bahsediyor.

      10) Yaşananları anlatırken, sorular sorun. “Pazarlık yok deniliyor peki PKK 
neden çekiliyor? Öcalan serbest kalmadan terörü neden bitirsin?” veya “Erdoğan, Balıkesir’de genel af yok ancak devlet kendisine karşı işlenen suçları 
affedebilir diyerek neyi kastetti? Öcalan devlete karşı suçlardan içerde değil 
mi?” sorulabilecek bir başka soru, “Başbakan neden eyaletlerin kurulması 
gerektiğinden bahsetti ve Osmanlı’da da Kürdistan diye eyalet vardı açıklamasını yaptı? Acaba yine Kürdistan diye bir eyalet mi kurulması hedefleniyor?” Bu ve benzeri soruları çoğaltarak sorun. Bırakın karşınızdakiler cevaplasın.

      Gün Milli Demokratik direniş ve Mücadele günüdür.

[1] İsmail Hakkı Danişmend, Tarihi Hakikatler, Tercüman tarih ve Kültür 
yayınları, I, Birinci Cilt, İstanbul 2002, s.201
[2] Sadi Somuncuoğlu, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Hangi Milletin 
Devleti, Milli Düşünce Merkezi yayınları, Ankara 2012, s.14
[3] Suna Kili-Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Türkiye İş Bankası 
Yayınları, Ankara 1985, s.96’dan nakleden, S. Somuncuoğlu, age, s.18
[4] İHA, 5 Mayıs 2013
[5] Sadi Somuncuoğlu, Devletlerimiz ve Anayasalarımız, Milli Düşünce Merkezi, 
Ankara 2013, s.13
[6] Taraf, 3 Mayıs 2013s
[7] Taraf Gazetesi, 11  Mart 2013
[8] Sözcü, 28 Nisan 2013, Necati Doğru, “Dün kan akıtıcı, bugün yeni devlet 
adamı”
[9] Sözcü, 30 Nisan 2013, Emin Çölaşan, “Terörist konuştu”
[10] Vatan, 30 Nisan 2013, “Ankara’yı gerecek 3 şart”
[11] Taraf, 23 Nisan 2013
[12] Star, 1 Mart 2013
[13] Hürriyet, 4 mayıs 2013, “PKK ne zaman silah bırakır bilmiyorum”
[14]Sözcü, 12 Mart 2013
[15]Hürriyet, 4 Mart 2013, “Öcalan özgür olacak”
[16] Taraf, 11 Mart 2013, “Neşe Düzel ile söyleşi:Sansür sürerse çözüm olmaz”
[17] Cumhuriyet, 4 Mart 2013, “Af gündemde mi?”
[18]Taraf, 11 Mart 2013
[19]Sözcü gazetesi 19 Nisan 2013
[20]nakleden Yeniçağ, 26 Nisan 2013, “Kürt-İslamcı Bakan, Türklüğü hedef aldı”


http://www.21yyte.org/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/05/07/6986/pkk-ile-muzakere-mutareke-ve-kirli-baris-surecinin-analizi

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi BÖLÜM 3


PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi  BÖLÜM 3




        KİRLİ BARIŞA DOĞRU İLERLERKEN PKK

        Kandil kadrolarının da Öcalan’ın önerdiği sürecin içeriğinden çok 
zamanlaması ile sorunları var. Çünkü, PKK 1980’lerden bu yana Ortadoğu 
savaşlarından hep kazançlı çıkmıştır. 1980-88 İran-Irak savaşı olmasa PKK Kuzey Irak’a yerleşemezdi. 1991’de ABD, Kuveyt savaşı sonrasında Kuzey Irak’ta Bağdat’ın egemenliğini kısıtlamasa, PKK 1990’lı yılların başındaki güçlenmesini yaşayamazdı. Ve 2003’de ABD Irak’ı işgal etmese idi PKK bugünlere gelemezdi. Halen Suriye’de bir iç savaş yaşanmaktadır. Ve Suriye’nin Kuzeyinde Kamışlı ve çevresinde bir devletçik oluşturan PKK bu savaştan şimdiye değin en karlı çıkan taraftır.

          Suriye’de iç savaş uzadıkça uzuyor. Esad rejimi hala düşme noktasından 
uzak. Esad güçlerinin kontrol ettiği alanda küçülme var ancak bu küçülmenin 
henüz sonuç doğurucu olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak bir tek parti rejimi isyan uzadıkça tekrar rejimi ayaklar üzerinde durdurma imkanını yitirmektedir. 

Bundan dolayı iç savaş uzadıkça rejimin şansı azalmakta ve isyancıların güçleri 
artmaktadır. Suriye’de de beklenmedik bir gelişme olmaz ise Esad sonunda Şam’dan ayrılacak ve Lazkiye’ye yerleşecektir.

         Lazkiye etrafında kurmayı hedeflediği Nusayristan’ın alt yapısı büyük 
ölçüde oluşmuş durumda. Suriye’nin değişik yerlerindeki Nusayriler Esad’ı 
desteklemeyenler de dahil, bu bölgede toplandılar. Çünkü Esad’ın Şam’dan 
ayrılmasından sonra kendilerine yönelik intikam eylemlerinden korkuyorlar. 
Esad’ın bu bölgeyi askeri anlamda da güçlendirdiği anlaşılıyor. Esad’ın bu 
bölgede Nusayriler ve Hıristiyanları toplayan bir devlet oluşturması durumunda 
Rusya’nın Akdeniz’den desteği de sıkıntısız devam edecek

       Esad’ın Şam’dan ayrılmasında sonra Suriye’de mezhep ve etnik grup 
çatışmalarının önü açılacaktır. Mezhep ve etnik grup çatışmalarının yanında El 
Kaide ve selefi gruplarda iç savaşın diğer unsurları olacak. Müslüman Kardeşler 
Suriye’nin tamamında iktidarı ele geçiremeyecekler. PKK denetimindeki Suriye’nin Kuzeyinde “Kuzey Suriye” doğacak hatta doğdu bile.

        16 Mart 2013’de BDP genel merkezinde gazetecilere S. Demirtaş şu 
açıklamayı yapmış:”Bunun ötesinde stratejik bir değişiklik dönemine girmemiz 
gerekiyor. Ateşkesten çok daha öte bir çağrı olabilir o nedenle. Devlete artık 
Kürt-Türk ilişkilerinde stratejik bir değişiklik olması gerektiği düşünüyor. 
Suriye’de de facto bir devlet var. Türkiye’nin burayla, Güney Kürdistan’la 
ilişkisi çok önemlidir” demiştir.

         PKK önümüzdeki dönemde gelişmelerin PKK lehine olacağını öngörmektedir. Kuzey  Suriye’de ele geçirdiği bölgelerde konumunu sağlamlaştırarak müzakerelere oturan bir PKK’nın daha güçlü bir konumdan pazarlık edeceğini ve daha fazla şey elde edeceğine inanıyor.BDP’ninbir çok kadrosunun da Kandil’in bu yaklaşımına katıldığı anlaşılıyor.

        İktidarında PKK’nın terörü durdurmak gibi bir niyetinin olmadığını 
bildiği görülmektedir. Başbakan Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan “Daha önce söylediğim gibi; Kandil böyle bir zamanda çözüme ulaşılmasını peşinde koştuğu hayallere aykırı görüyor. 2014’den itibaren yaşanacak üç seçimin silahların gölgesinde geçmesini isteyen ve Suriye’de bir oldu-bitti yapmaya çalışan PKK, makul bir zeminde sorunun aşılmasından rahatsızlık duyuyor” 
demektedir.[12]Aradan bir aydan fazla bir süre geçtikten sonra Başbakan 
yardımcısı Bülent Arınç’ta televizyonda PKK’nın ne zaman silah bırakacağına dair hükümet takvimi nedir sorusuna “ Bunu bende bilmiyorum ama bildiğim bir şey var. Bu ne zaman olacak gibi madde madde sorulara cevap verecek kimse yok bu ülkede” diyerek, AKP Hükümeti’nin sürece hakim olmadığını göstermiştir.[13]

         Bu noktada Yalçın Akdoğan’a şu soruların sorulması gerekiyor: Madem 
Kandil’in Suriye’deki gelişmeleri beklediğini ve seçimler sürecinde AKP’ye baskı 
yapmak istediğini öngördünüz o zaman neden bu müzakere-mütareke sürecini 
başlatarak PKK’nın moralini yükselttiniz, Güneydoğu Anadolu’da manevi 
ağırlığının artmasına neden oldunuz? Neden Türkiye’yi sonuç almayacak bir 
sürecin içine soktunuz? Neden hala propagandistler televizyonlarda her şey 
yolunda mesajları vermeye devam ediyorlar? 

        Kandil’in müzakereleri geciktirmenin kendisine yarayacağı görüşünü 
güçlendiren bir başka husus ise önümüzdeki üç yılda Türkiye’de gerçekleşecek 
yerel, genel ve cumhurbaşkanlığı seçimleri. Bu üç seçim AKP iktidarını PKK’nın 
baskılarına daha açık hale getirecektir. PKK, AKP Hükümetini askeri ifade ile 
“mahkum konumda” yakaladığının farkındadır ve AKP’nin müzakere talebini, PKK’nın zaferi olarak sunmaktadır.

         Bundan dolayı, Öcalan bir an özgür kalma endişesi ile Kandil’i hızla 
hareket etmeye zorlamaktadır. Kandil’de Murat Karayılan, Öcalan ile aynı 
çizgide, Öcalan’a tam bir itaat içindedir.Cemil Bayık’ın başını çektiği diğer 
lider kadronun ise sürecin zamanlaması konusunda itirazları vardır. Ancak, 
Öcalan’a açık bir itiraz geliştiremedikleri için süreci daha çok provake edecek 
bir gelişmeyi düşünmektedirler. Böyle bir provokasyonun yapılıp yapılamayacağı 
sadece PKK içindeki Bayık muhalefetine değil, Irak-Suriye-İran ittifakının  da 
bu muhalefete vereceği desteğe bağlıdır.

Ancak PKK “ateşkesi” bozmadan önce kendisini uluslar arası hukuk süjesi yapacak bir stratejiyi izleyecektir. Kandil, AKP Hükümetinin Öcalan ile anlaşarak 
önerdiği mütareke sürecini teoride kabul eder gibi görünse de pratikte sabote 
edecek adımlar atacaktır. Ancak bu süreci kendisini Cenevre Sözleşmesi’nin 
tarafı haline getirmek için kullandıktan sonra 2013 yazında çatışmaların 
başlaması üzerine Suriye’nin kuzeyinde Hakkari’yi de kapsayacak şekilde 
devletleşme sürecini  başlatacaktır.

Daha birinci aşamanın ilk adımları atılırken, Abdullah Öcalan, Kandil ve BDP bir 
zafer sarhoşluğu döneminden geçiyorlar. Türkiye Cumhuriyetine şartlarını kabul 
ettirdiklerini düşünüyorlar. 15 Ağustos 1984’de Eruh ve Şemdinli’de gerçekleşen 
terörist saldırılar ile başlayan “mücadelelerinin” büyük ölçüde zafere 
ulaştığını düşünüyorlar. Yaptıkları açıklamalarda zafer kazanmışların ruh halini 
yansıtıyor. Bütün bunlar PKK için zafer, Türkiye Cumhuriyeti için ise bir 
mağlubiyettir.

          Nitekim, PKK yandaşları basında zafer çığlıkları atmaktadırlar. İki 
yazar Taraf gazetesinde 24 Ocak 2013’de şöyle yazmaktadırlar: “Evet, bu bir 
yenilgi. Kutlu bir yenilgi. Kof bir devletin ve içi çürümüş hamasetin burnunun 
sürtüldüğü yenilgi, vatandaşların, bireylerin  (Siz PKK diye okuyun 
Ü.Ö.)zaferidir çünkü, hayırlı olsun.” 

          Bu zaferi tarafların psikolojilerinden okumakta mümkündür. Abdullah 
Öcalan, İmralı’ya kendisini aylık olarak gelen doktorun muayenesinden çok memnun olarak, doktora “Seni sağlık bakanı yapacağım” diye takılırken, geleceğe güvenle bakan bir psikolojiye sahip olduğunu göstermektedir.[14] Öcalan daha İmralı’dan bakan atamaya başlayacak bir ruh hali içine girmiş görünüyor. 

          BDP siyasetinin eş başkanı Gülten Kışanak İmralı tutanaklarının ortaya 
çıkmasından sonra zafer duygularını şöyle açıklıyor: “Bugün sayın Öcalan resmi 
olarak muhatap alınmış, görüşme ve diyalog başlamıştır. Kürdistan’da eşit ve 
özgür olmak istiyoruz. Özerk bir yönetim istiyoruz. Biz yaparsak doğru yaparız. 
Kazanırsak büyük kazanırız. Sayın Öcalan özgür olacak.Hep beraber kazanıp 
özgürleşeceğiz.”[15]

          Kandil’den gelen açıklamalar bir başka zeminde zafer çığlıkları 
içeriyor. Karayılan, “TSK’yı bitirdik, AKP savaşı kazanamayacağı için Önderlik 
ile görüşmeleri yapmak için yanına gitti” diyor. Duran Kalkan, “Biz değil, TSK 
Kürdistan’dan çekilmeli” diyor. PKK, TBMM üyelerini Kandil’de inlerinde Öcalan 
resmi altında kabul ediyor, görüşmeler yapıyor.

          PKK zafer çığlıkları atarken, Başbakan Erdoğan ise “baldıran zehiri” 
içmekten bahsediyor. Hükümetin önde gelen üyelerinden Hayati Yazıcı “hazmetmesi zor” diyor.

         Bu zafer çığlıkları ve AKP Hükümetinin belirsiz tutumu hükümeti genel 
olarak  destekleyen ancak milli nitelikleri tartışılmayacak olan çevreleri 
kızdırıyor. Hürriyet’te Taha Akyol, “Saçmalamayın, Türkiyeli diye bir şey 
yoktur, ‘Türk Milleti’ vardır” diyor. Sabah’ta Hasan Celal Güzel, “Şu kepazeliğe 
bakın. Türkiye’nin Anayasa’sından “Türk” ve “Türk Milleti” kelimeleri çıkarılmak 
isteniyor” çıkışını yapıyor. Star’da Yağmur Atsız, “Türk’üm demek cesaret 
meselesi haline gelmeye başladı” diye yakınıyor.

         Öte yandan Türk insanının zihin haritasında PKK’nın terör örgütünden 
yasa dışı örgüte dönüştürüleceği bir süreç yaşanacaktır. İktidarı destekleyen 
gazeteler ve merkez gazetelerde PKK’nın terörist örgüt olmadığını vaaz 
etmektedirler. Öcalan’ın ise terörist başından örgüt lideri konumuna taşınma 
çalışmalarının basında başladığını görüyoruz.  Cengiz Çandar, PKK’lı 
teröristlere “PKK askeri” çete reislerine ise “komutanlar” demektedir.[16] 
Anadolu Ajansı, Öcalan’a artık “İmralı’daki mahkum” demektedir. Akil adamlar, 
Erdoğan’dan PKK’dan terörist diye bahsetmemesini istemişlerdir.

           PKK ise kendisini hızla Kürtlerin meşru ve tek temsilcisi olarak 
Güneydoğu Anadolu’da empoze etmektedir. Güneydoğu Anadolu’da bir çok ilde fiili yönetim PKK/KCK tarafından yapılmaktadır. Devlete elektrik parası ödenemez iken, belediyelerin topladığı paralar eksiksiz ödenmektedir. İhaleler alan işadamları işe alacakları işçiler için PKK ve Hizbullah’a kontenjan vermek zorundadırlar. Askerler kaçakçıların karşısında geri adım atmakta ve kaçakçılara yol vermektedir.

Hakkari’de bir gümrük binasını basan PKK’lılar üç gün süre ile binaya PKK 
paçavrası çekmişlerdir. Beytülşebap’da askeri binadan gösterici PKK’lıları 
tahrik etmemek amacı ile Türk bayrağı indirilmiştir. Terör durdu derken, 
Cizre’de PKK’lılar iki polisi linç etmek için saldırıyorlar. Canlarını kurtarmak 
için havaya ateş eden iki polis gözaltına alınıyor. Sınırdan giren kaçakçıları 
durduran askeri birliklerin kaçakçıların direnmesi üzerine geri çekildiği bir 
ülkede buna şaşırmamak lazım.

         Öte yandan bir kısım saf barış çığlıkları atarken, sözde barışın diğer 
tarafı olarak gördükleri BDP, TBMM’de savaş tazminatı istiyor. Sözde Ermeni 
soykırımı açıklaması yapıyor.

         Evet, devlet intikamcı davranamaz. Cezalandırma hakkını 
kullanmayabilir. Bağışlamayı daha yararlı görebilir. Fakat acz gösteremez, 
çaresizliğe düşmez, düşürülemez. İçinden geçtiğimiz süreçte devlet acze düşmüş, çaresizlik sergilemektedir.

          ÖCALAN’IN ÜÇÜNCÜ AŞAMASI: NORMALLEŞME SÜRECİ 

       Abdullah Öcalan’ın öngördüğü üçüncü aşama ise normalleşme aşamasıdır. Bu aşamada artık PKK silah bırakmadan yurt dışına çıkmış olacaktır. Anayasada 
Öcalan’ın talep ettiği değişiklikler yapılmış olacaktır. Artık Türkiye 
Cumhuriyeti federal bir devlet olacaktır. Başkanlık sistemine geçilecektir. 
Tabii devletin adının Türkiye Cumhuriyeti kalıp kalmayacağı belirsizdir. 
İstanbul federal devletin başkenti olurken, Ankara ve Diyarbakır, Türkiye ve 
Kürdistan federe devletlerinin/eyaletlerinin başkentleri haline geleceklerdir.

        Mahmur Kampı’nın tasfiye edilmesiyle “suça karışmayan” (Bu garip bir 
ifadedir. Dünyanın bir başka ucunda iken İstanbul’da yapılan bir toplantıda 2003 yılında 2007’de üretilen bir Microsoft yazılım ile ismi bir listeye yazılan 
subaylar darbeye teşebbüsten 16 sene hapse mahkum edilirken, suça karışmayan PKK’lı ne demektir.)PKK mensuplarının Türkiye’ye dönmesinin önü açılacaktır. Bu aşamada Öcalan ve PKK üst düzey kadroları serbest kalacaklardır.

        Erdoğan, 3 Mart 2013’de yaptığı açıklamada şöyle demektedir: “Biz bir 
genel affın olmayacağını, olmayacağını defaatle ifade ettik. Hele hele bir 
insanı öldürenin, bakın dikkat edin öldüreni af yetkisini ‘ben kendimde bulamam’ dedim…Devlet kendisine karşı işlenen suçlarda bu tür af yetkisini kullanabilir. Ama maktul başkası, affeden başkası. Hayır. O af yetkisi maktülündür, onun varislerinindir.”[17]

       Öcalan TCK’nın vatana ihaneti düzenleyen 125. Maddesinde mahkum olmuştur. 

Yani cinayetten değil, devlete karşı işlenen suçtan. PKK üst düzey kadroları da 
cinayet suçlanması ile yargılanamaz. En fazla tahammüt suçlaması ile 
yargılanabilir ki bunu da ispat etmek içine girilen süreçte zor olacaktır. Sonuç 
olarak Erdoğan’ın açıklaması üstü örtülü genel affın mekanizmasını 
göstermektedir.

        Bu konuda Başbakan Erdoğan gibi kamuoyunun hassasiyetlerini dikkate 
almak zorunda olmayan ancak süreci alkışlayan Cengiz Çandar ise daha dürüst 
davranarak şöyle demektedir: “12 Eylül yasakları kalkınca  CHP’liler SHP’ye 
geldi. Deniz Baykal SHP’lileri temizledi ve genel başkan oldu. PKK siyasete 
girdiğinde böyle olacak. Öcalan ve Kandil kadrosu BDP hareketini yönetecek. O 
yüzden adam ‘bırakın ev hapsini filan…Hepimiz özgür olacağız’ diyor.”[18]

        Öcalan’ın serbest kalacağı konusunda hiç şüpheye yer yoktur. Öcalan ile 
birinci ve ikinci aşamalar geçildikten sonra muhtemelen 2015’de gerçekleşecek 
seçimlerden sonra serbest kalacaktır. Sadece Öcalan değil, Kandil’deki bütün 
lider kadroda serbest kalacaktır.

   ERDOĞAN: BANA GÜVENİN 

           Erdoğan, Öcalan ile müzakerelerin devam ettiğini kendisinin açıkladığı bir süreçten geçerken, Türk Milletine veya kendi ifadesi ile “Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Arap’a” “bana güvenin” diye sesleniyor. Ve ekliyor: “PKK’ya veya Öcalan’a hiçbir taviz vermeyeceğiz.” Başbakan Erdoğan, PKK ile müzakere yapılmadığını, taviz verilmediği her hafta tekrar ediyor.

Başbakan Erdoğan’ın “bana güvenin” derken, geçmişte yaptığı açıklamalar böyle bir güven duyulmasını güçleştirmektedir. Erdoğan, önce PKK ile müzakere 
yapılmadığını bunu iddia edenin şerefsiz olduğunu söylemiştir. Sonra hükümet 
değil, devlet görüşüyor demiştir. Sonra eski hükümetler de görüştü demiştir. En 
son olarak helalleşiyoruz noktasına gelmiştir. Bu tür bir değişim geçiren siyasi 
liderin “bana güvenin” isteği kolay kabul edilebilir bir istek değildir.

            Müzakere propagandistleri, Öcalan’ın şartsız barış istediğini, 
ağzına savaş kelimesi almadığı yalanını halka söylüyorlar. Oysa Öcalan İmralı 
Tutanaklarında PKK’nın geri çekilmesinin 21 Mart’ta başlayacağını, eğer 
kendisinin istediği anayasal ve yasal değişiklikler yapılır ise devam edeceğini, 
yapılmaz ise duracağını ve 50 bin kişinin katılacağı bir halk savaşının 
başlayacağını söylüyor. Öcalan daha sonra etnik reformların geri çekilme 
sonrasında yapılmasını kabul ediyor.

         Erdoğan’a ve televizyondaki temsilcilerine güvenip rahat uyumalı mıyız? 
Gerçekten PKK’ya hiç taviz verilmeden PKK terörü sona erdirecek mi? Türk Milleti gereksiz yere mi endişeleniyor? Öcalan, “Ülkeye barış gelsin gerisi önemli 
değil” mi diyor? Karayılan, “TRT Şeş yayına başladı artık Kandil’de tam da 
romatizmalarımızın azmaya başladığı bir dönemde daha fazla kalmayalım” mı diyor?

        Erdoğan ve propagandistlerinin anlattıklarından farklı şeyler 
anlatanlarda var. Cengiz Çandar, Kandil’dekiler Türkiye’ye gelip, BDP yönetimini 
oluşturacaklar ve TBMM’ne girecekler diyor. Enver Sezgin, “2015 seçimlerinden 
sonra Abdullah Öcalan hapishaneden çıkar” diyor. Öcalan eğer herhangi bir 
pazarlık yapılmadı ise neden İmralı Tutanaklarında BDP’lilere, “hepimiz serbest 
kalacağız” diyor.  Bu gelişmeleri izleyen ABD’de yayınlanan dünyanın en çok 
basan haftalık dergisi olan TIME dergisi de Erdoğan’ın başkanlığına destek 
karşılığında, Öcalan’ın serbest kalacağını yazdı.

        Erdoğan, bir şey vaat etmedik diyor ancak Öcalan, bu süreçte terör 
örgütü liderinden siyasi lider konumuna yükseltilmiştir. Hükümetin onayı ile 
(şimdilik) yolladığı yazı ile Diyarbakır’da halka hitap etmiştir.

        Akil adamlar önerisi Öcalan ve Karayılan’ın önerisidir. TBMM çekilmeye 
el atmalı talebi üzerine AKP ve BDP’lilerden oluşan bir TBMM Komisyonu 
kurulmuştur.      

         Öcalan’ın ve PKK’nın istekleri teker teker yerine getiriliyor. 
KCK’lılar küçük gruplar halinde salınmaya başlandı. Bir KCK tutuklusu 
hapishaneden çıkarken tutuklu bir paşaya “Siz daha çok yatarsınız. Bizim 
arkamızda siyasi güç var. Ya sizin?” diye soruyor.[19]

25 Nisan’da Kandil’de Murat Karayılan 8 Mayıs’tan itibaren PKK’lıların Türkiye 
dışına çekileceğini açıklamıştır. Karayılan konuşmasına “Türkiye ve 
Kürdistan’daki gelişmelere ilişkin” diyerek, hangi çerçevede geleceğe baktığını 
ortaya koymuştur. Ancak şartsız bir geri çekilme olmadığını da açıklamıştır. 
Karayılan yeni anayasada Kürtlerin inkarının sona ermesini ve üçüncü aşamada 
Öcalan dahil bütün PKK’lıların serbest kalmasını şart koşmuştur. Yoksa, terör 
başlayacaktır.

           Karayılan başka şartlarda ileri sürmektedir. Özel harekat timleri, 
Jandarma özel timleri tasfiye edilmeli imiş. Koruculuk sistemi kaldırılmalı 
imiş. Sevr Anlaşması’nda da ordumuzun hangi şekli alacağına dair maddeleri 
hatırlamak lazım. PKK çekilirken, TSK’nın da bölgede sayısının azaldığını 
görüyoruz. 170 bin olan asker sayısı 130 bine düşüyor. 800 PKK’lı Türkiye dışına çıkarken 40 askerde Güneydoğu’dan Batı illerine sevk ediliyor.

        Bütün bunları gören muhalefet liderlerinin “Öcalan’a ne vaat ettin?” 
sorusuna Erdoğan, “Muhalefet barış gelecek diye kuduruyor. Öcalan’a hiçbir 
vaadimiz yok” cevabını veriyor. Bu soruyu muhalefet sorunca, AKP Hükümeti ve 
açılım destekçileri şöyle bir söyleme başlıyorlar: “Siz barış istemiyor musunuz? 
Neden barışın önüne geçiyorsunuz? Siz fitne mi çıkarmak istiyorsunuz?”

Oysa, Öcalan’a verilen vaatler yerine getirilmeye başlanmıştır. Kürtçe savunma 
hakkı, KCK’lıların serbest bırakılmaya başlanması, PKK’lıların çekilmesi için 
yasal düzenleme, PKK’lıların çekilmesi konusunda çalışacak TBMM Komisyonunun kurulması Öcalan’ın şimdiye değin yerine getirilen talepleridir. 

         Nihayet, Erdoğan’ın Türkiye’nin 2023’de eyaletlere bölüneceği 
açıklaması, Öcalan’a verilen bir sözdür.

ÖCALAN’A VERİLEN NİHAİ TAVİZ: TÜRKİYE’NİN (Eyaletlere) BÖLÜNMESİ

           Büyükşehir yasasının Türkiye’yi idari federasyona sürükleyen bir adım 
olduğu yasanın çıkması aşamasında ve sonrasında gerçekleşen sert tartışmalar 
sırasında bir çok kez gündeme gelmiştir. Tasarının yasalaşmasından hemen sonra Başbakan Erdoğan, “Aslında bugün gündemimizde olmamasına rağmen, valiler de seçimle gelebilir” diyerek, gizli gündemini açıklamıştır.

          Valilerin seçimle gelmesi ile büyükşehirlerin Türkiye içinde 
devletçiklere dönüşeceği görünen bir gerçektir. Böylece mevcut idari 
federasyondan adı konulmamış bir siyasi federasyona geçilecektir. 

           Erdoğan, Öcalan ile müzakereler sırasında “PKK’ya hangi tavizlerin 
verildiği” sorusuna “sadece televizyon verdik” şeklinde önceden çalışılmış bir 
psikolojik operasyon cevabı verse de Öcalan’a hangi tavizin verildiğini, 
Türkiye’nin 2023’de  yani on sene sonra eyaletlere ayrılacağını söyleyerek 
açıklamıştır. Erdoğan “Güçlü ülkeler eyalet olmaktan korkmaz” demektedir. 
Erdoğan’ın “On sene sonra eyalete geçeceğiz” diyerek hem şimdiden daha yakın bir tarihte eyalet sistemine geçişin hazırlığını gerçekleştirmekte hem PKK ile 
pazarlığın sonucunu açıklamaktadır. Böylece Türk Milleti, psikolojik operasyon 
ile zihinlerde federasyona hazırlanmaktadır.

            Erdoğan’ın en son olarak Öcalan gibi 1921 anayasasına atıfta 
bulunarak, “Yeni Türkiyesine 1921 anayasası üzerinden referans göstermesi çok 
önemlidir. Çünkü Öcalan bir çok kez sorunun çözülmesi için 1921 Anayasasını 
referans göstermiştir. Murat Karayılan, 20 Mayıs 2011’de Akşam gazetesinde 
yayınlanan söyleşisinde 1921 Anayasası esas alınırsa sorun çözülür demiştir. 
AKP’li akademisyenler ve PKK, 1921 anayasasını Türklerin ve Kürtlerin kurucu 
halk olarak yer aldıkları anayasa olarak yorumlamaktadırlar.  

           Türkiye, hazırlanan mastır plan gereği 2023’e kadar 
federalleştirilmek için beklenmeyecektir. “Artık güçlü ülke olduk, 2023’e kadar 
beklemeye gerek” yok denilerek, 2015 sonrasında atılacak birkaç şok adım ile 
“Yeni Türkiye’nin kuruluşu ilan edilecektir. Bu çerçevede Öcalan serbest 
kalacaktır. Kandil’deki PKK’lılar Türkiye’ye dönecek ve siyasete gireceklerdir. 
Türkiye’de başkanlık sistemi ve eyalet modeli aynı yasal düzenleme ile 
oluşturulacaktır. Daha şimdiden “eyaletler etnik esasa göre değil, coğrafi esasa 
göre olacak” şeklinde bir yalan söylenerek Türk Milletinin direnci kırılmaya ve 
Türk Milleti bölünmeye alıştırılmaya çalışılmaktadır. Aynı yalanın Irak’ta 
“etnik değil coğrafi federasyon olacak” diye Iraklılara da söylendiğini 
unutmamak gerekmektedir.

        Erdoğan, “güçlü ülkelerin federasyondan/eyaletlerden korkmaması 
gerektiğini” söylemektedir. Oysa bir ülkenin siyasi yapısını tarihin belirli bir 
döneminde o ülkenin mevcut gücü değil, tarihi, siyasi, coğrafi, etnik, kültürel 
yapıları belirler. Osmanlı İmparatorluğu’nu eyalet modeli için gerekçe göstermek insan aklı ile alay etmektir. 16. Yüzyılda 19 Milyon kilometrekarelik bir alana yayınlan dev bir coğrafyayı yönetmek için bulunan formül ile 780 bin 
kilometrekarelik son hatta çekilmiş Türkiye Cumhuriyetini yönetmek için 
uygulanması gereken formül aynı olamaz. Üstelik, Osmanlı padişahları egemenliği paylaşmamışlardır. Oysa, 21. Yüzyılın eyalet modeli egemenliğin paylaşılmasını beraberinde getirecektir.


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***