GÜMRÜK BİRLİĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GÜMRÜK BİRLİĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ekim 2020 Perşembe

AB SÜRECİ., CUMHURİYETİ TASFİYE SÜRECİDİR.

 AB SÜRECİ., CUMHURİYETİ TASFİYE SÜRECİDİR.

AB Süreci, Cumhuriyeti Tasfiye Sürecidir,Erol Manisalı,İlker Başbuğ,Gümrük Birliği,



Prof.Dr. EROL MANİSALI,

Brüksel’dekiler kritik kopma noktalarında, doluşup Ankara’da boy gösterirler. Bu AB’nin Türkiye Politikası açısından vazgeçilmez bir durumdur.

Komisyon Başkanı Barroso ‘nun gelişi de bu hamlelerden biri.

AKP hükümeti, AB’nin Türkiye politikalarının yürütülmesi açısından çok önemli. AKP ile AB arasında iyi bir "alışveriş dengesi" kurulmuş;

sen beni kolla, ben de senin istediklerini bir bir vereyim…

İşte Barroso " Dava açılmasının ardından " bu ortamın bozulmaması, AB sürecinin aksamaması için geldi. Tabii ki "AB sürecini" yürütecekler,

süreç kesilirse Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi ve ayrıştırılması aksar, bunu istemezler.

Daha önce de birkaç kritik kopma noktasında Brüksel’in patronları devreye girdiler:

- 6 Mart 1995’te "AB’ye alınmayacak olan Türkiye’nin Gümrüklerinin ve üçüncü ülkelerle ilişkilerinin ipotek altına alınması için" devredeydiler.

Yalnız Brüksel değil Washington da devredeydi. İşin Washington ayağını, bugün Kürdistan projesini yürüten Richard Holbrooke üslenmişti.

- Aralık 1999’da, " Koşullu adaylığı kabul etmem " diyen Ecevit ‘i bu göstermelik adaylığa sokmak için, Brüksel’in patronları Helsinki’den gece yarıları

apar topar Ankara’ya üşüştüler. Ankara’daki kimi taşeronları ile Ecevit’e yüklendiler ve onu pes ettirdiler. Amaçları, "Türkiye’yi AB’nin yedeğine almaktı."

Ecevit, "İçime Sindiremedim…" diyerek imzalamak zorunda bırakıldı.

- 3 Ekim 2005’teki, "Türkiye’nin AB’ye alınmadan, bekleme odasında nasıl iğfal edileceğinin koşullarını belirleyen" çerçeve anlaşması, Tayyip Erdoğan ve

Abdullah Gül ‘ün alkışları arasında imzalanırken medyada karartma uygulattılar.

Lozan’ın altını yavaş yavaş oyacak bu belge, Kızılay Meydanı’nda havai fişeklerle kutlandı. Avrupa emperyalizmine karşı Ankara’da kurulan Cumhuriyetin

tasfiye süreci bu sefer, "AB süreci" adı altında tersyüz edilerek kutlanıyordu.

10 Nisan 2008’de Komisyon Başkanı Barroso’nun gelişinde ise "AB sürecinin Ankara ayağının yıkılmasını engellemek amacı" esastı. Hükümet ile Brüksel

arasındaki alışveriş gereği, Brüksel’in patronları görevlerini yerine getiriyorlardı.

Hazır gelmişken "AB sürecini canlı tutmanın yanında", yorgunluklarını karşılayacak ek ganimetlerin de peşindeydiler. 301. madde gibi, Fener Patrikhanesi’ni

onurlandırarak "Lozan’ın dışına çıkarılması projesini" güçlendirmek gibi…

İlker Başbuğ ‘un, " Ulus Devlet ve Üniter yapının bozulmasına izin vermeyeceğiz " yönündeki çıkışı, Ankara ile Brüksel arasındaki alışverişe karşı bir tepkidir.

Aslında bu çıkışı Başbuğ’dan önce TBMM’nin yapması gerekmez miydi?

Onlar yapmadığı, gerçek demokratik sistem çalışmadığı için, iş yine kendilerine kaldı.

Ali Kırca’nın karşıma oturttukları…

Konu yine "AB süreci"… Birkaç hafta önceki Siyaset Meydanı’nda Kırca karşıma, "Dinci-Barzanici" bir karma takım oturtmuştu. Biz ulusalcılar onlarla karşı

karşıyaydık.

Bir iki hafta sonra tekrar, 10 Nisan 2008’de katıldığım Siyaset Meydanı’nda ise karşımızdakiler, Avrupa Birliği ve Patronlar Kulübü karmasından oluşuyordu.

İşin en komik yanı da kimilerinin Türkiye-AB ilişkilerini, "Kanarya sevenler mi yoksa bülbülü tercih edenler mi" biçiminde göstermek istemeleriydi. "AB’ye

karşı mısınız, yoksa yanında mısınız" diye sorulduğunda, "AB’nin (ve Batı’nın) Türkiye ve bölge üzerindeki sömürgeci politikalarının üstü örtülmüş oluyordu."

Karşımızdakiler, konuşmaların şöyle yapılmasını istiyorlar:

- AB’ye kim girdi de kaybetti? 40 yıl önce Portekiz, Yunanistan bizden geriydi, girdiler zenginleştiler…

- AB içinde demokrasi var, özgürlükler var, girin siz de zenginleşin, özgür olun…

- İşte bu nedenle de AB süreci aksamadan yürütülmeliydi.

Oysa soruların şu şekilde sorulması gerekir:

- Siz onların "AB süreci" adı altında Türkiye’yi Sömürgeleştirerek parçalamasını mı istiyorsunuz?

- Yoksa AB ile yan yana, karşılıklı çıkarlarınızı koruyarak iki normal ülke gibi mi yaşamayı tercih edersiniz?

Karşı takımdakiler sorunun böyle sorulması gerektiğini çok iyi bildikleri halde " Olayı Özellikle saptırarak " AB sürecinin yürütülmesini savundular.

- AB’nin çıkarları bunu gerektiriyordu…

- AB ile alışverişte bulunan AKP’nin işine bu geliyordu.

- Kimi büyük sermaye çevreleri, " AB (ve Batı) politikalarının bir parçası olmak zorundaydılar. "

- Tabii ki Türkiye’deki bölücüler, AB sürecine destek vereceklerdi, onlar da AB’yi arkalarına alacaklardı.

Avrupa Parlamentosu’nu temsil eden parlamenterin davranışı ise Brüksel’in gerçek yüzünü ortaya koydu. Hitler döneminde dünyaya bakan gözlerin,

bugün Brüksel’den Türkiye’yi nasıl seyrettiğini, herkes ekranlardan canlı canlı izledi.

Halkımız, AB’nin maaşlı avukatlarına karşı, "% 90" oranıyla yanımızda yer aldı, kamuoyu yoklamaları böyleydi. Halkı kandıramadılar…

Birkaç hafta arayla Ali Kırca ‘nın seçip de karşımıza oturttukları ilginç bir kompozisyon oluşturuyordu:

Kimi dinciler, Barzaniciler, Avrupa Parlamentosu’nun Alman üyeleri ve kimi sermaye çevrelerinin maaşlı avukatları…

Sanki işgal dönemindeki İstanbul’daydık, ne yazık… Ve karşımızdakiler bütün güçleriyle, "AB sürecinin aksamadan yürümesini"

ısrarla savundular.

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali



8 Kasım 2018 Perşembe

Duvara Toslayan Avrupa

Duvara Toslayan Avrupa





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
02 Mayıs 2011

  Türkiye’yi yönetenler, Türkiye’yi düşünen kafalar ve Türkiye sevdalıları artık hep beraber “Avrupa Birliği” gerçeğini, son manzarayı görme zamanı geldi. 

   “Bir Medeniyet Projesi”, “Bir İnsanlık İdeali” denilerek AB meraklılarının kendi hayallerine göre süslediği “AB Cenneti” yeşillikleri ve güzellikleriyle artık çöle dönüşüyor. 

    Başlangıçta AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) iken problemler çözülüyor, birbirini tamamlayan projeler, ümitler artırarak yeşeriyordu. Avrupa Topluluğu üyesi devletler ekonomilerindeki kayıpları, israfları önlüyor ve ana hedefleri olan verimliliğe doğru ilerliyordu. Ne zaman ki iş siyasi birlik, tek hedef projesine döndü; AB tıkanmaya başladı. 

   Ortaya üyelerin fikir ve eylem birliğinden uzaklaştığı bugünkü görüntü çıktı. Yunanistan ekonomisi göçtü. Kurtarma kararı aylar sonra alınabildi. Sonunda 110 milyar dolarlık kurtarma paketi uygulamaya konuldu. Ancak Yunanistan durumu kurtaramadı, borçların yeniden yapılandırılması zarureti doğdu. Portekiz ekonomisi de alarm veriyor. AB’ye soğuk bakan Milliyetçi Parti’nin seçimden zaferle çıkması Birlik içerisinde Finlandiya konusunu gündeme getirdi. Çünkü bu partinin başkanı ilk açıklamasında AB’nin Portekiz’e yapacağı mali yardım paketine karşı çıktı.Birlik bünyesinde nükleer enerji, yabancı göçmenler, Libya konusunda ayrılıklar var. 

   Özellikle Fransa ve İtalya arasında çok ciddi ihtilaflar söz konusu. Fransa kendi başına bombardıman uçaklarını Libya’ya ölüm yağdırmaya gönderdi. İtalya uzun süre hareketsiz kaldı.Nükleer enerji konusunda; Fransa bütün ağırlığıyla bu alanda çalışırken, İtalya nükleer enerji santrallerine karşı çıkıyor. 

Bu konudaki tenkitleri her gün ağırlık kazanıyor. Tunus, Libya ve Cezayir’den İtalya’ya yoğun göçmen akımı var. 

AB ülkeleri İtalya’nın yardım isteğine olumlu cevap vermedi. 

Fransa ise İtalya’dan gelen trenleri ülkesine sokmadı.

AB artık kuralsızlığı kural olarak benimsemiş durumda. 

Libya’ya yapılan ağır bombardımanı ve yaptırımları destekliyor. 

Ancak Bahreyn’de ve Yemen’de yaşanan zulümleri, baskıları görmek istemiyor. 

Çifte Standart uyguluyor. 

Özellikle bu hükümet döneminde AB’ye verilen ölçüsüz tavizlere rağmen Kıbrıs’ta Rumların haksız, hukuksuz talepleri AB’nin politikası olarak Türkiye’ye dayatılmış bir süngü gibidir. 

  Artık bu gerçekleri görmenin ve bilhassa AB ile yapılan Gümrük Birliği Anlaşması’nın Milli Ekonomimize verdiği ağır kayıpları idrâk etmenin zamanıdır.

  AB için Hoşumuza giden yalanları Avuç dolusu yuttuk. 

Şimdi acı gerçekleri yudum yudum içmeye hazır olmalıyız. 

Kaynak Yeniçağ: 
Duvara Toslayan Avrupa 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/duvara-toslayan-avrupa-18081yy.htm

***

6 Kasım 2017 Pazartesi

GÜMRÜK BİRLİĞİ VE 30 YILLIK AB ÜYELİĞİ TUZAĞI..;


GÜMRÜK BİRLİĞİ VE 30 YILLIK AB ÜYELİĞİ TUZAĞI..;




Türkiye-AB Gümrük Birliği, salt bir ekonomik entegrasyon modeli olmanın ötesinde, Türkiye’nin AB ile bütünleşme hedefine yönelik ortaklık ilişkisinin önemli bir aşamasını oluşturmaktadır. Türkiye ile AB arasında ortaklık ilişkisini kuran ve Gümrük Birliği’nin çerçevesini çizen 1963 tarihli Ankara Anlaşması’nın 28. maddesinde, ortaklığın nihai hedefi Türkiye’nin üyeliği olarak belirlenmiştir. Gümrük Birliği çerçevesi 1963 yılında Ankara Anlaşması ile çizilmiş ve 1973 yılında Katma Protokol ile ayrıntıları belirlenmiştir.
Ankara Anlaşması 12 Eylül 1963 tarihinde imzalandı ve 1 Aralık 1964 tarihinde de yürürlüğe girmiştir. Ankara Anlaşması, üç aşamalı bir bütünleşme modeli öngörmüştür.

Hazırlık Dönemi;

Bu dönemde Türkiye’nin herhangi bir yükümlülüğü yoktur. Topluluk Türk ekonomisinin kalkınmasına katkıda bulunmuştur. Bu kapsamda, ticaret kolaylıkları sağlanmış, mali yardımlarda bulunulmuş ve krediler verilmiştir. AB, 1971 yılında bazı petrol ve tekstil ürünleri dışında Türkiye’den ithal ettiği tüm sanayi ürünlerine uyguladığı gümrük vergileri ve miktar kısıtlamalarını tek taraflı olarak sıfırlamıştır.

Geçiş Dönemi

1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol ile ikinci aşama olan geçiş döneminin koşulları, yöntemleri ve sürelerini belirlenmiştir. Türkiye, 12–22 yıllık bir takvim içinde, Birlik kaynaklı ürünlere uyguladığı gümrük vergilerini sıfırlamayı ve AB’nin üçüncü ülkelere uyguladığı ortak gümrük tarifeyi benimsemeyi üstlenmiştir.

Son Dönemi

Türkiye’nin yükümlüklerini yerine getirmesiyle ile gerekli koşullar oluşmuş ve 1/95 sayılı Ortaklı Konseyi Kararı (OKK) neticesinde Gümrük Birliği tamamlanarak 1 Ocak 1996 tarihinde işlerlik kazanmıştır.
Taraflar arasında sanayi malları ve işlenmiş tarım ürünlerinin serbest dolaşımını kapsayan Gümrük Birliği sürecinde, Türkiye, mevzuatını AB’nin gümrük ve ticaret politikalarının yanı sıra rekabet ve fikri sınaî mülkiyet haklarına ilişkin politikalarının da dâhil olduğu kapsamlı bir alanda uyumlaştırma yükümlülüğünü üstlenmiştir.
Türkiye ile AB arasındaki Gümrük Birliği ilişkisinin modalitelerini ortaya koyan 1/95 sayılı OKK; AB’nin İç Pazar mevzuatı doğrultusunda hazırlanmıştır. Diğer bir ifadeyle, Türkiye-AB Gümrük Birliği; gümrük vergilerinin, miktar kısıtlamalarının kaldırılmasını ve üçüncü ülkelere ilişkin gümrük tarifesinin uyumlaştırılmasını ifade eden geleneksel anlamdaki gümrük birliği ilişkisinden çok daha ileri bir bütünleşme çerçevesi belirlemiş ve bu tip bir ilişkinin ötesine geçen yükümlülükler içermiştir. Söz konusu yükümlülüklerin bir kısmı Gümrük Birliği’nin resmen tamamlandığı 1 Ocak 1996 tarihinde, bir kısmının ise belirlenen geçiş süresi içinde tamamlanması öngörülmüştür.

1/95 sayılı OKK’nın kapsadığı başlıca alanlar şu şekilde özetlenebilir:

• Malların serbest dolaşımı: Gümrük vergileri ve miktar kısıtlamalarının kaldırılması ve AB Gümrük Kodu’na uyum;
• Ortak Ticaret Politikası: Ortak Gümrük Tarifesi’ne (OGT) uyum, tercihli ticaret anlaşmaları, otonom rejimler;
• Ticarette teknik engellerin kaldırılması: Teknik mevzuat uyumu;
• Yasal düzenlemeler: Fikri ve sınaî mülkiyet hakları, rekabet kuralları, kamu alımları;
• Kurumsal işbirliği: Ortaklık kurumların oluşumu.

Gümrük Birliği, Aralık 1999’da Türkiye’nin AB üyeliğine adaylığının teyit edilmesinden ve özellikle Aralık 2004’te gerçekleşen Zirve’de alınan müzakerelere başlama kararından sonra ayrı bir boyut kazanmıştır. Aynı zamanda, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) uluslararası ticarete ilişkin kurallarını temel alan bir yapılanma olan Gümrük Birliği, Türkiye’nin DTÖ yükümlülüklerini yerine getirmesinde de büyük avantaj sağlamıştır. Dolayısıyla, Türkiye’nin Gümrük Birliği kapsamında gerçekleştirdiği yasal ve kurumsal uyum çalışmaları, üyelik hedefi doğrultusunda bir dönüşüm süreci olarak değerlendirilmelidir.
Gümrük Birliği kapsamında yürütülen uyum çalışmaları; malların serbest dolaşımı, gümrük birliği, rekabet ve dış ilişkiler gibi müktesebat konu başlıklarında Türkiye’nin önemli düzeyde ilerleme kaydetmesini sağlamıştır. Ekim 2005’te katılım müzakerelerinin başlaması ile, bu başlıkların çok kısa sürede kapanması söz konusu olacaktır. Ancak bilindiği gibi, Gümrük Birliği ile ilgili müktesebat başlıklarının açılabilmesi için, öncelikle Gümrük Birliği’nden kaynaklanan ve henüz yerine getirilmeyen ahdi yükümlülüklerin tamamlanmasına yönelik çalışmaların tamamlanması gerekmektedir.

Malların Serbest Dolaşımı

Malların serbest dolaşımı, AB müktesebatının temel bir parçasını oluşturmaktadır. Türkiye, 1 Ocak 1996 tarihi itibariyle, AB’den ithal ettiği sanayi ürünlerine uyguladığı mevcut tüm gümrük vergileri ve eş etkili tedbirleri kaldırmış, üçüncü ülkelere yönelik miktar kısıtlaması uygulamasını AB ile uyumlu hale getirmiştir. Ayrıca, beş yıllık geçiş dönemi tanınan hassas ürünler, haricinde üçüncü ülkelere karşı Birliğin OGT’sini uygulamaya başlamıştır. 1/95 sayılı OKK’nin Ek 1’inde yer alan işlenmiş tarım ürünlerinin de sanayi ve tarım payları hesaplanmış, bir kısmı için sanayi payı hemen sıfırlanmış, bir kısmının sanayi paylarının da aşamalı olarak sıfırlanması hükme bağlanmıştır.

Ortak Ticaret Politikası

Türkiye, AB’nin Ortak Ticaret Politikası’na uyum kapsamında, üçüncü ülkelerden sanayi ürünleri ithalatında AB’nin OGT'sini uygulamayı, ithalat üzerinden alınan diğer vergi ve fonları kaldırmayı, AB’nin tercihli ve otonom ticaret rejimlerini üstlenmeyi taahhüt etmiştir. Gümrük Birliği’nin tamamlandığı 1996 yılı itibariyle Türkiye, hassas ürünler dışında ortalama yüzde 85 düzeyinde OGT uyumunu benimsemiş, 2001 yılı başından itibaren söz konusu ürünlere ilişkin indirimler de tamamlanmıştır.

Tercihli ticaret anlaşmalarına ilişkin olarak, Türkiye’nin, EFTA, Arnavutluk, İsrail, Makedonya, Bosna-Hersek, Fas, Filistin, Gürcistan, Karadağ, Mısır, Sırbistan, Şili, Tunus, Ürdün, Morityus, Güney Kore ve Suriye ile Serbest Ticaret Anlaşmaları (STA) bulunmaktadır. Ancak, Suriye ile yapılan anlaşma Aralık 2011’ten beri askıya alınmıştır. Öte yandan, Merkezi ve Doğu Avrupa ülkeleriyle akdedilmiş olan STA’lar bu ülkelerin AB üyelikleri nedeniyle feshedilerek, söz konusu ülkelerle ticari ilişkilerin Gümrük Birliği temelinde yürütülmesine karar verilmiştir. Türkiye ayrıca Lübnan, Kosova ve Malezya ile de birer STA imzalamıştır ancak söz konusu anlaşmaların yürürlüğe girmesi için ülkelerin iç onay süreçlerinin tamamlanması beklenmektedir.

Türkiye ayrıca birçok ülke ve ülke grubuyla STA müzakereleri yürütmeye devam etmektedir. Bu ülke ve ülke grupları şunlardır: Ukrayna, Kolombiya, Ekvator, Malezya, Moldova, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Gana, Kamerun, Seyşeller, Körfez İşbirliği Konseyi, Libya, Mercosur ve Faroe Adaları’dır. Tüm bunların yanı sıra, Türkiye; ABD, Japonya, Hindistan ve Meksika başta olmak üzere birçok ülkeye de STA müzakerelerinin başlatılmasına yönelik girişimlerde bulunmuştur.

Teknik Mevzuat

Türkiye, malların serbest dolaşımının tam olarak sağlanabilmesi için teknik mevzuat olarak adlandırılan, ticarete konu olan ürünlere ilişkin ortak düzenleyici çerçeveyi de üstlenmeyi taahhüt etmiştir. Uyum sağlanması gereken AB teknik mevzuatı listesi ile uygulama koşul ve kuralları 2/97 sayılı OKK ile belirlenmiştir ve Türkiye’nin uyum çalışmalarını 2000 yılı sonunda tamamlaması öngörülmüştür. Ancak, 1999 yılında gerçekleşen Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin adaylığının tanınmasını takiben uyum sağlanması gereken teknik mevzuat sayısı artmıştır. AB’deki teknik mevzuatın gelişen dinamik yapısı göz önünde bulundurularak başlatılan 2/97 sayılı OKK’nin güncellenmesi yönünde bir gereksinim ortaya çıkmıştır.
Teknik mevzuat temel olarak klasik ve yeni yaklaşım direktiflerinden oluşmaktadır. “Klasik Yaklaşım”, piyasaya sürülecek ürünlere ilişkin çok ayrıntılı tanımlamaların yanı sıra tüm üye ülkelerin kabul etmesi gereken tip onayını içermektedir. "Yeni Yaklaşım1 ise, her bir ürüne ilişkin ayrıntılı kurallara uyum yerine benzer mallardan oluşan ürün gruplarına ilişkin temel gerekleri içermektedir. Temelde, kendi kendine belgelendirme ve uyumlaştırılmış standartlara uygunluk ilkesine dayanan yeni yaklaşımı, uygunluk değerlendirmesi, akreditasyon, standardizasyon ve piyasa gözetimi kurumlarını kapsamaktadır. Dolayısıyla, bu yaklaşımın gerektirdiği yatay idari yapılar, önemli değişiklik gerektirmektedir.
Teknik mevzuat uyumu çerçevesinde, ürünlerin asgari güvenlik koşullarına sahip olduğunu gösteren CE (European Conformity) işareti oluşturulmuştur. Bir başka deyişle CE işareti üzerine iliştirildiği ürünün insan, hayvan ve çevre açısından sağlıklı ve güvenli olduğunu gösteren bir işarettir. CE işaretini taşıyan ürünlerin AB’de serbestçe dolaşımı sağlanmaktadır. Türkiye’nin bu alanda uyum durumu ileri düzeydedir. "CE" işaretinin, 1 Ocak 2004 itibariyle Türkiye iç pazarında da kullanılması zorunlu hale getirilmiş, akreditasyon alanında da önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Avrupa Komisyonu’nun yayımladığı 2013 Türkiye İlerleme Raporu’nda, yasal düzenlemelerde yapılan son değişikliklerle, Türk Akreditasyon Kurumu’nun yapısının Avrupa akreditasyon sistemi ile daha fazla uyumlu hale getirildiği ifade edilmiştir. Söz konusu raporda ayrıca, standardizasyon konusunda, Türkiye’nin Avrupa standartlarına genel uyum oranının yüzde 99 civarında olduğu vurgulanmıştır.

Fikri ve Sınaî Mülkiyet Hakları

Gümrük Birliği kapsamında tamamlanması gereken yasal düzenlemeler, malların serbest dolaşımının tam olarak sağlanmasını amaçlamaktadır. Bu düzenlemeler içinde önemli bir yer tutan fikri ve sınaî haklara ilişkin mevzuatın taraflar arasında farklı düzeylerde bulunması serbest dolaşıma tarife dışı engel teşkil etmektedir. Dolayısıyla, Gümrük Birliği’nin sağlıklı işleyebilmesi için Türk mevzuatının AB mevzuatı ve uluslararası sözleşmelere uyumlu hale gelmesi gerekmektedir.
1/95 sayılı OKK çerçevesinde yürütülen çalışmalar neticesinde Türkiye bu alandaki mevzuatını AB mevzuatına uyumlaştırmayı büyük oranda başarmıştır. Sınaî mülkiyet hakları konusunda gerekli mevzuatı, Gümrük Birliği öncesinde yürürlüğe koymuş ve Patent Enstitüsü’nü 1994 yılında kurmuştur. 1995 yılında, güncelliğini yitiren Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu güncellenmiş ve AB mevzuatına yakınlaştırılmıştır. Ayrıca, Türkiye, bu alandaki birçok uluslararası sözleşmeye taraf olmuş ve yürürlüğe koymuştur. Nitekim, Türkiye, Gümrük Birliği çerçevesinde fikri mülkiyet haklarına ilişkin uluslararası anlaşmalara, bu çerçevede, örneğin, Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması’na (TRIPs) taraf olarak, DTÖ yükümlülüklerini de yerine getirmektedir.

Rekabet

Türkiye, Gümrük Birliği’ni oluşturan 1/95 Sayılı OKK ile, rekabet kurallarına ilişkin mevzuatını AB müktesebatıyla uyumlu hale getirmeyi taahhüt etmiştir.
Uyum çalışmaları kapsamında, 7 Aralık 1994 tarihinde, 4054 Sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanun kabul edilmiş ve 13 Aralık 1994 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Kanunu uygulamakla sorumlu Rekabet Kurumu’nun karar organı olan Rekabet Kurulu da, 5 Kasım 1997 tarihinden itibaren başvuruları değerlendirmeye başlamıştır.
Rekabet Kurulu, Kanun’un uygulanmasına ilişkin ikincil mevzuatı, AB düzenlemelerini esas alarak hazırlamaktadır. Özellikle, grup muafiyeti alanında, önemli ölçüde ikincil mevzuat kabul edilmiştir. Bu kapsamda, örneğin, dikey anlaşmalara, Ar-Ge anlaşmalarına, motorlu taşıtlar dağıtım, servis anlaşmalarına ve sigorta sektörüne ilişkin grup muafiyeti tebliğleri bulunmaktadır.
Türkiye’deki rekabet düzenlemelerinin, AB’ye uyum süreci içinde ele alması gereken en önemli konularından bir diğeri de devlet yardımlarıdır. Ancak, devlet yardımlarının denetimi alanında ilerleme çok sınırlıdır. 2010 yılında Devlet Desteklerinin İzlenmesi ve Denetlenmesi Hakkında Kanun 2010 yılında yürürlüğe girmiştir ancak devlet desteklerini izleyip denetleyen bir kurum henüz faaliyete geçmemiştir.

Kamu Alımları

1/95 sayılı OKK kapsamında, Türkiye’nin kamu alımları alanındaki AB mevzuatına uyum sağlaması hükme bağlanmış ve 1 Ocak 2003 tarihinde Kamu İhale Kanunu yürürlüğe konulmuştur. Kamu ihalelerine ilişkin uygulamaları yürütecek ve şikâyetleri çözüme bağlayacak hukuki ve idari düzeyde bağımsız Kamu İhale Kurumu ise Temmuz 2002’de yayımlanan yönetmelik ile çalışmalarına başlamıştır.
Ancak, kamu alımları alanında, Kamu İhale Kanunu’nun Türk teklif sahipleri lehine hükümler içermesi, kamu alımları için belirlenen eşik değerlerin AB’de öngörülen değerlerin üzerinde olması ve Kamu İhale Kanunu’nda muafiyetlerin sürmesi AB tarafından İlerleme Raporları’nda uyum eksiliği olarak değerlendirilmektedir.

Kurumsal İşbirliği

1/95 sayılı OKK, Gümrük Birliği’nin işleyişinin denetimi ve karşılaşılan sorunlara ortak çözümler oluşturulması hususunda etkin olacak kurumsal işbirliği modelleri oluşturulmasını hükme bağlamıştır. Bu amaca yönelik; Ortaklık Konseyi, Ortaklık Komitesi, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu ve Gümrük İşbirliği Komitesi tesis edilmiştir. Bunlara ek olarak, 1/95 sayılı OKK uyarınca, bilgi ve görüş alışverişi sağlayarak Ortaklık Konseyi’ne tavsiyelerde bulunmak ve görüş bildirmekle yükümlü olan Gümrük Birliği Ortaklık Komitesi oluşturulmuştur.
Türkiye-AB Gümrük Birliği’nde Yaşanan Temel Sorunlar
Günümüzde Türkiye-AB Gümrük Birliği’nde gümrük birliğinin mantığına ters düşen bazı uygulamalar bulunmaktadır. Bu başlıca sorunlar şunlardır;
- Danışma ve ihtilafların çözümü mekanizması: Söz konusu mekanizma yeterince hızlı ve etkin bir şekilde işlememektedir
- Serbest Ticaret Anlaşmaları:  Avrupa Komisyonu’nun üçüncü ülkeler ile yürüttüğü müzakere ve karar alma süreçlerine Türkiye dâhil edilmemektedir. Türkiye tercihli ticaret rejimine uyum çerçevesinde, AB’nin anlaşma imzaladığı üçüncü ülkelerle anlaşma imzalamakla yükümlüyken, bu ülkeler için böyle bir yükümlülük bulunmamaktadır.
- Vize Sorunu: Türkiye ile AB arasında mallar serbest dolaşımda olurken; Gümrük Birliği içinde mallarını tanıtmak için fuarlara gitmek, ihalelere veya iş görüşmelerine katılmak, iş anlaşması imzalamak isteyen iş adamlarına vize uygulanması gümrük birliğinin ilkelerine aykırıdır.
- Taşıma Kotaları: Bir yandan Türk taşımacılığına verilen kotalar ve diğer yandan taşıma faaliyetini yürüten TIR şoförlerine uygulanan vize, Gümrük Birliği’ne aykırı olarak Türkiye ile AB arasındaki malların serbest dolaşımında ciddi bir engel teşkil etmektedir.
Avrupa Komisyonu’nun talebi üzerine Dünya Bankası’nın hazırladığı “AB-Türkiye Gümrük Birliği Değerlendirmesi” başlıklı raporda Türkiye’nin üzerinde durduğu taşıma kotaları, vizeler ve serbest ticaret anlaşmaları gibi Gümrük Birliği ile ilgili sorunlar dikkate alınarak bazı çözüm önerileri getirilmiştir.


http://www.ikv.org.tr/ikv.asp?ust_id=4&id=38

**

27 Şubat 2016 Cumartesi

28 ŞUBAT TÜRK SİYASETİNİN ACI VEREN YÜZÜ, ÖNCESİ VE SONRASI,, BÖLÜM 15


28 ŞUBAT  TÜRK SİYASETİNİN  ACI VEREN YÜZÜ, ÖNCESİ VE SONRASI,, BÖLÜM 15


DEMİREL DÖNEMİ;


DEMİREL DÖNEMİ,

Ispartalı Dolaksızoğlu Süleyman Demirel'in son derece enteresan, ve biz VATANSEVERLER için ibret verici bir politik hayatı vardır... 1924 Isparta-İslamköy doğumlu, İTÜ mezunu bu genç mühendis, nasıl oldu da Menderes zamanında DSİ Genel Müdürü iken, ihtilalden snora birden bire kurt politikacıların arasından sıyrılıp, Adalet Partisi'nin başına geçti?.. Nasıl oldu da, 1964-1991 arasında 2 kere darbe ile gitmesine rağmen HACIYATMAZ gibi doğrulup varlığını sürdürdü?..Bu soruların cevabını herhalde ilerde bazı yerli ve yabancı belgeler açıklandığında öğrenebileceğiz.

Biz bu yazıda ATATÜRK'ün tesbit ettiği MİLLİ SİYASET'ten ve koyduğu MİLLİ HEDEF'ten ne kadar saptığımızı göstermeye devam ederken; bu kişiyle ilgili hususları, yakın tarih olması sebebiyle, ancak gazete haberlerinden ve kendi değerlendirmelerimizle vereceğiz.

Muhakkak olan bir husus var ki, o da Demirel'in DSİ Genel Müdürü olduğu 1950'li yıllar ile AP'nin başına geçtiği 1964 yılı arasında bir kaç "Amerika seyyahati" ve Johnson'la çekilmiş resimleri olduğudur... TÜRK SİYASİ HAYATI'nda rol almasında bunların büyük payı vardır.

27 MAYISÇILAR'ın idareyi sivillere terketmeye hazırlandığı günlerde eski DEMOKRAT PARTİLİLER iki yeni parti kurdular. Bunlardan ADALET PARTİSİ, Emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala'nın başkanlığında ve Tahsin Demiray (eski Köylü Partisi başkanı), Necmi Öktem (general), Şinasi Osma (albay), Cevdet Perin (doçent), Kamuran Evliyaoğlu (gazeteci) gibi önemli, tanınmış kişilerin gayreti ile kurulmuştu... İkinci Parti YENİ TÜRKİYE PARTİSİ idi. Onun da başında eski Maliye Bakanı Ekrem Alican vardı. Eski milletvekilleri İrfan Aksu, Raif Aybar, Hikmet Belmez, Hasan Kangal, Mithat San, Cahit Talas (eski Çalışma Bakanı), Sırrı Öktem (general) gibi tecrübeli kişiler vardı.

6.1.1961'de Kurucu Meclis göreve başladı. Yeni Anayasa'yı, seçim kanunu gibi önemli kanunları çıkardı, 26.10.1961'de de görevi yeni seçilen Meclis'e devretti. Anayasa halkoyuna sunuldu ve kabul edildi. Bu arada bir de Senato kurulmuştu.

Bütün dış baskılara rağmen askerler memleketi iflasa ve sömürge olmaya sürükleyenleri cezalandırmak istiyorlardı. Verilen 15 idam cezasından 3'ü, bu amaçla uygulandı. Diğerleri bir süre hapis yatıp paçayı kurtardılar.

İsmet Paşa sonunda mesuliyetin kendisine yükleneceğini düşünerek, Yassıada mahkemelerinden çıkan idam kararlarının uygulanmamasını istemiştir... Biz o idamları yerinde bulduğumuz gibi, hapse çevrilen ve sonradan affedilenlerin idamını dahi gerekli görürdük.

Eğer 1961'de " Bebek "le, " Köpek "le uğraşılmasaydı; eğer o dönem politikacılarının ATATÜRK'ün TAM BAĞIMSIZLIK, MİLLİ HAKİMİYET ve MİLLİ SİYASET anlayışından uzaklaştıkları, ülkeyi DIŞA BAĞIMLI hale getirdikleri için cezalandırıldığı açıklansaydı; belki MANDACI İSMET ve AMERİKANCI MENDERES zihniyeti bir daha doğmamak üzere silinir giderdi!.. DEMİREL gibileri hiç ortaya çıkamazdı. Eğer daha sonraki ihtilallerde, sorumlular idam ve hapis edilseydi; biz bugün DEMİREL hakkında bu kadar uzun bir yazı yazmak zorunda kalmazdık!

Menderes ve İsmet'in savunduğu NATO, CENTO ve İkili Anlaşmalar gibi, şimdi de Çiller ve destekçileri bizi GÜMRÜK BİRLİĞİ, AB gibi ittifaklara sokmaya çalışıyor, girdikçe de bayram ilan ediyor!.. Eğer suçlu politikacılar gereği gibi cezalandırılsaydı, ülke şu anda siyasi açıdan 1950'lerdeki durumuna dönmezdi!

İsmet Paşa BATI tarzı "demokrasi"yi 1946'da ülkeye getirmişti (!) ama, 1960'da bile halk DEMİR-KIR-AT dediği Menderes'in partisini AT ile bağdaştırıyordu. Bu yüzden AP kendisine amblem olarak AT'ı seçti. Demirel üç kere gidip gidip geldi, kurduğu bütün partilerde AT'tan vazgeçmedi!

Aslında ne AP, ne YTP, ne de DYP; DP'nin devamı değildirler! Demirel 1960'larda Bayar'ın affedilmesini adeta engellemiştir, kendisine rakip olacağı için!.. Bayar ve eski DP'lileri affedilmesini sağlayıp onları AP ile kapıştıran, aslında "eski düşman" İsmet Paşa'dır!..(1974)

1961 seçimlerinde CHP %36.7, AP %34.7, CKMP %13.9, YTP %13.7 oy aldı. Meclis ve Senato dağılımı ise şöyle idi: CHP 173-36, AP 158-71, CKMP 54-16, YTP 65-13.. Milli Birlik Komitesi üyeleri de hayat boyu tabii senatör idiler.

Hiç bir parti tek başına iktidara gelemedi. Gürsel Cumhurbaşkanı seçildi. İsmet Paşa 1961-1964 arasında üç ayrı koalisyon hükümeti kurdu... İlk açıklaması da "Milletlerarası çalışmalarımızda NATO ve CENTO ittifaklarının hususi bir yeri vardır" diyerek kapitülasyonların devamına itirazı olmadığını belirtmek olmuştur.

BATI uşağı bu hükümetlere, BATI tabii ki destek oldu. 1962'de ABD ile bir kredi anlaşması imzalandı. Avrupa devletleri ve Amerika tarafından "TÜRKİYE'ye Yardım Klubü (Konsorsiyum)" kuruldu. Menderes'i sürüm sürüm süründürenler, nedense İsmet Paşa'ya kesenin ağzını açmışlardı!..Aslında bu, "komaya girmiş hastaya serum takılması" gibi idi.

Aynı yıl TÜRKİYE AET'ye ORTAK ÜYE kabul edildi. Yani biz 1996'larda hala GÜMRÜK BİRLİĞİ-KAPİTİLASYON anlaşması ile hala alınmayı bekliyoruz ya, aslında o tarihlerde kabul edilmiştik!.. Sonradan bu Ankara Anlaşması ile teyid edildi. (1963) Ancak BATILILAR gene verdikleri sözü unuttular.

Ragıp Gümüşpala'nın başında olduğu AP, bu dönemde iktidarda olduğu zaman dahi, itilip kakılan parti durumunda idi. 1963'de Genel Merkezi tahrip edildi. Hakkında Meclis'te genel görüşme açıldı. Ne Demokrat Parti artıklarını, ne de 80 yaşındaki İsmet Paşa'yı istemeyen genç subaylar, 2 kere ihtilal teşebbüsünde bulundular.

Dış olaylara gelince; 1962 yılı Ocak ayında ABD, KÜBA ile ilişkilerini kesti!..Hemen arkasından PAPA 6. PAUL, Hıristiyanlığa zarar verdiği iddiasıyla KASTRO'yu AFAROZ etti!..Şubat ayında da Katolik başkanı Kennedy KÜBA'ya ambargo uygulamaya başladı. Bu ambargo Rus ve Amerikan gemilerini karşı karşıya getirdi. Bütün dünya nükleer bir savaş olacağı korkusuna kapıldı. Bilhassa mevcudiyetinden sonradan haberdar olduğumuz nükleer füzeler dolayısiyle, TÜRKİYE topun ağzında idi!. Gerek Hükümet, gerekse askerler o günlerde atlattığımız tehlikeden habersizdiler!

Sonunda Kruşçev geri adım attı, Kasım ayında KÜBA'daki nükleer füzeler söküldü, imha edildi, ambargo kalktı. Bir kaç gün sonra da Amerika TÜRKİYE'deki JÜPİTER füzelerini kaldıracağını açıkladı. Ancak bu suretle pazarlık konusu olduğumuzu anladık. İşte Menderes'in dış politikası ve Amerikan uşaklığının bizi getirdiği nokta buydu!

Mayıs ayında askerlerin gayreti ile oluşturulan Küçükçekmece Atom reaktörü hizmete girdi. TÜRKİYE böylece NÜKLEER enerji konusunda ilk adımı atmış oldu, ancak arkası gelmedi. Bilhassa dönemin solcuları, DOĞU BLOĞU'nun sahip olduğu NÜKLEER silahları unutup, TÜRKİYE'de "barış" teraneleri ile Hiroşima sömürüsü yapıyorlardı!.. TÜRKİYE'nin NÜKLEER gücünün olmaması, BATI'nın da işine geldiği için onlar da ses çıkarmadılar. Bugün dahi aynı kısır tartışma sürüp gitmektedir.

DPT'den bazı uzmanlar "Hükümet'in Toprak Reformu ile ilgili bütün girişimleri engellediği" söylediler. Bazıları istifa etti. Bu arada AP Merkez Yönetim Kurulu, Toprak Reformu'nun "temel bir hak olan kişinin mülkiyet hakkına aykırı" olduğunu iddia ediyordu! Yani aslında CHP ile AP'nin TOPRAK ve ORMAN konusundaki tutumları birbirinden farklı değildi. Ayrıca AP, CHP'yi "Devletçilik" güderek ilerlemeyi engellemekle suçluyor ve planlı yatırımlara karşı çıkıyordu! Zaten Demirel başa geçtikten bir süre sonra "Millet plan değil plav istiyor" diye parti görüşünü veciz(!) ifadeyle ortaya koyacaktı!

Aynı günlerde Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin, bir konuşmasında TÜRKİYE'nin dışarıya sattığı KROM hakkında ciddi endişeleri olduğunu açıkladı!.. Madenlerimizin sömürülmesi, o dönemde de sorun idi, hala bir çare bulunamadı.

Türkiye'nin AET ortak üyeliği anlaşması da 1963'de Ankara'da imzalandı. ABD ile "zırai maddeler" anlaşması imzalandı. Böylece radyoaktif olduğu için kendi ülkelerinde deneyemedikleri "Meksika Buğdayı"nı bize gönderip deneme imkanı buldular. Ayrıca "fenni" tohum, sunni gübre, tarım ilacı, hatta zararlı hormonların ülkeye girmesine fırsat verilmiş oldu.

Bütün bunlar, 1950'lerde Menderes'in düşüncesiz traktör atılımı gibi, tarım ürünlerinde bir artış sağladı. Ancak ünü dünyaca meşhur tütünümüzün, çayımızın, pamuğumuzun, İzmir üzümümüzün, Amasya elmamızın, Ayaş domatesimizin, hatta etimizin, sütümüzün bozulmasına yol açtı.

22 Kasım'da zencileri savunan Kennedy, zenci düşmanı Teksas-Dallas'ta uğradığı bir suikastte öldürüldü. Yerine yardımcısı Johnson geçti. Kennedy'nin kaatili Oswald da Ruby adında bir barcı tarafından öldürüldü. Sonra o da ortadan kaldırıldı. Böylece Kennedy'nin planlı bir şekilde devre dışı bırakıldığı anlaşıldı.

1964'de Amerika ile bir kredi anlaşması daha imzalandı. TÜRKİYE'ye yardım konsorsiyumu istediğimiz 250 m. doların ancak 100 milyonunu verdi! TÜRKİYE bir de Dünya Gıda Programı anlaşması imzaladı. TÜRKİYE Finlandiya ve Almanya ile teknik işbirliği, Avusturya ile işçi anlaşması imzalandı. İsveç, Norveç ve Lüksemburg ile kredi anlaşmaları yapıldı. TÜRKİYE OECD kredi anlaşmasına katıldı. Yani Menderes'in batırdığı ülke ancak gavur parası ayakta durabiliyordu. Gavur da parayı babasının hayrına vermiyordu!

Bu arada Sovyetler Keban Barajı için kredi teklif etti. Ancak Hükümet, "Kıbrıs politikasını değiştirmediği takdirde kabul etmiyeceğimizi" bildirdi. Sanki Sovyetler'in Kıbrıs politikası aleyhimize de, Amerika ve İngiltere'ninki farklı!.. Yine de Aralık ayında bir ticaret heyeti Rusya'ya gitti. Sovyetler ile 1965 yılı için bir ticaret anlaşması bir de kültür anlaşması imzalandı. Pakistan ile ticaret anlaşması yapıldı.

15 Mayıs'ta karasularımızı 6 mile çıkardık!.. O tarihe kadar 3 mil idi!.. Halbuki Yunanistan ta 1930'larda 6 mil yapmış, İsmet Paşa Hükümeti uyumuş, ATATÜRK te her nasılsa konuyu atlamıştı!

Kıbrıs'ta Rumlar'ın TÜRKLER'e saldırısı 1963 yılı ortalarında başlamıştı. Bu olaylar artınca İsmet, TÜRK jetlerini Kıbrıs üzerinde şöyle bir uçurttu. Kısa bir süre için saldırılar kesilir gibi oldu.

Ama 1964 başında iyice azıttılar. Yağmacılığa, hırsızlığa başladılar. Ocak ayında saldırdıkları TÜRKLER'den 21'i öldü, 6'sı kayboldu. Tarihi BAYRAKTAR CAMİİ 3. defa bombalandı, Subat ayında Rumlar köylere saldırdı. 50 TÜRK öldürüldü. Kurtulanlar göçe başladılar. İsmet Paşa hükümeti uzun tereddütten sonra ancak 13 Mart'ta Makarios'a "müdahale hakkını kullanacağını" bildiren bir nota verdi.

Ardından Hükümet MÜDAHALE kararı aldı. Aslında bu bize anlaşmalarla tanınmış bir haktı. Bir yandan da Birleşmiş Milletler'de ve Londra'da görüşmeler sürmekteydi.

TÜRKİYE'nin çıkışı, hiç beklenmedik bir karardır! ABD, uzun yıllar BATI UŞAĞI bilinen İsmet'in bu hayret verici tavrı üzerine o kadar şaşırır ki, tepkisini nezaket kurallarına bile uymadan hemen gösterir. Cumhurbaşkanı Vekili, sığır çobanı kılıklı Johnson o meşhur mektubunu yazıp kulağımızı çeker! "Haddinizi bilin haa!" der... Bu haysiyet kırıcı JOHNSON MEKTUBU' nun tercümesini EK olarak vereceğiz, dişlerimizi gıcırdatarak ve ABD EZELİ DÜŞMAN olduğunu bir kere daha hatırlayarak okuyacaksınız!..

Bu herifin Kennedy'inin vurulmasında parmağı olduğu iddiası bir yana, mektuptan iki ay sonra Viyetnam Savaşı'nı başlatması HIRİSTİYAN BATI EMPERYALİST zihniyetin neme nem bir şey olduğunu, nasıl çift standart uyguladığını gözler önüne serer!..İsmet Paşa ise, ABD'ye "kararı askıya aldığını, ancak mektubu da hayal kırıcı bulduğunu" bildirmekle yetinir!

Birleşmiş Milletler hemen adaya asker gönderdi. Kısa bir zaman sonra bu askerlerin adaya TÜRK halkını korumak için değil; TÜRKİYE'yi müdahaleden caydırmak için geldiği anlaşıldı. Çünkü Rum saldırıları durmadı.

Temmuz ayında TÜRKLER'in sıkıştığı Girne (Saint Hilarion) kalesini kuşattılar. Bir avuç TÜRK mücahit kaleyi günlerce savundu. Bu arada Rumlar kadın-çocuk-yaşlı demeden katliama devam ettiler. Nihayet 8 Ağustos günü TÜRK jetleri harekete geçti. Erenköy civarındaki Rum askeri hedeflerini bombaladı. Ayrıca askeri birlikler gemilere bindirildi. Durumun ciddiyetini gören Makarios ateşkes istedi. Rumlar bu arada uçağı düşürülen Pilot Cengiz Topel'i işkenceyle şehit ettiler.

O zaman anlaşılır ki, DIŞA BAĞIMLI EKONOMİK VE ASKERİ POLİTİKA sonucu TÜRKİYE'nin NATO'dan aldığı jetlerin BENZİN'i yoktur!.. ÇIKARTMA GEMİSİ yoktur!..Bütün bu yıllar boyunca biz kendimizi değil, BATI'NIN MENFAATLERİ'ni savunup durmuşuzdur. Üstüne üstlük Johnson da sözüm ona NATO ortak savunması için verilmiş silahları " Rusya bize saldırırsa kullanamıyacağımızı " bildirmiştir!..Yani politikacıların BATI UŞAKLIĞI'na soyunduğu şu son 15 yılda, TÜRKİYE tam anlamıyla "ayvayı yemiş"tir!..

İsmet, nihayet uyanır ve şu sözleri kullanır:" Gerekirse yeni bir dünya düzeni kurulur, ve TÜRKİYE'de bu düzende yerini alır!.."

TÜRKİYE aslında ta ATATÜRK zamanında, 1918'de yerini MAZLUM ÜLKELER'in safında almıştı, ama İSMET PAŞA ve MENDERES 1940'lardan itibaren BATI'ya kaymışlardı... MENDERES asıldığına, İSMET te uyandığına göre, ABD'ye yeni bir uşak gerekmektedir. Bu sözler İsmet'in sonu olur.

O tarihlerde Ragıp Gümüşpala ölmüş (Haziran 1964), AP'nin başına ABD destekli Bayar'ın eski " Su müdürü", Amerikan Morrison firmasının temsilcisi Demirel, adeta "gökten zembille inerek" gelmiştir.

Öyle ki, rakibi Saadettin Bilgiç'in bir Mason arkadaşından temin ettiği Demirel'in " Mason kaydı " delegelere dağıtılınca, Mason Demirel dernek başkanı ve üstadı Necdet Egeran'ı kullanarak sahte bir "mason değildir" belgesi almış, bunu AP kongresinde dağıtarak seçimi kazanmıştı!.. Demirel'in bu kongrede Masonluk ne kelime, "her sabah KUR'AN okumadan kahvaltıya oturmayan bir aileden geldiğini" iddia etmesi meşhurdur!...

Halbuki Bilgiç'in belgesi gerçekti. Demirel Ankara BİLGİ LOCASI'na 43 sıra ve 48 matrikül numarasıyla kayıtlı su katılmamış bir MASON idi!..Ne manevra değil mi?

Bu Demirel'in politik hayatında belki ilk söylediği yalandı ama, hiç te sonuncu olmadı. Bütün ömrü yalan, palavra, demogoji, boş vaatler ve dümenle geçti!

Gene bu kongrede Demirel'in Johnson'la çekilmiş resimleri çoğaltılarak dağıtıldı!..

Bu durumda akla iki ihtimal gelmektedir... Birincisi, ABD genç mühendis Demirel'e kendisi açısından önem vermiş, onu özel bir şekilde yetiştirmiş; o dönemde Cumhurbaşkanı Yardımcısı olan Johnson bir ara kendisini çağırıp, "Bak evladım, sana çok emek verdik. Göreyim seni, bizi mahçup etme" diyerek sırtını sıvazlamıştır. Demirel de, "Sayın Johnson, izin verirseniz, bu mubarek anı bir fotoğrafla tesbit edelim, torunlarım tosunlarım benimle iftihar etsinler!" demiş, resim öyle çekilmiştir...Ne var ki, Demirel'in çocuğu olmaz, böylece torunların da Johnson'lu resimle övünme hayali boşa çıkar.

İkinci ihtimal, gerçekten tilki gibi kurnaz olan Demirel, o günlerde daha sosyeteye bulaşmamış olan " Meşhurlar ile Fotomontaj " tekniği kullanarak kendini Johnson'la yanyana getirip, sahte bir fotoğraf hazırlatıp, onu dağıtmasıdır ki, pek yabana atılmaz.

Başka bir ihtimal var ise, siz söyleyin!.. Yani, ABD Cumhurbaşkanı ve yardımcısı, her 3. kademe yabancı bürokratın (öyle ya, Cumhurbaşkanı-Başbakan, Bakanlar ve 3. grup Genel Müdürler) her Amerika'ya gidişinde ziyaret edip bir çayını içtiği, Disneyland misali turistik bir mekanda mıdır ki, Demirel resim çektirebilmiş olsun?.. Johnson inşaat mühendisi de değildi ki, İTÜ'den Demirel'in sınıf arkadaşı çıksın!..

Temmuz ayında SSK ve Danıştay Kanunları kabul edildi. Bu arada Ecevit'in çıkarttığı sendika ve grev yasasına sırtını dayayan işçiler problem olmaya başlamıştı. Tam Kıbrıs olayları sırasında Ataş'ta sendika greve gitmeye kalktılar!.. Yani orduyu benzinsiz bırakacaklardı. Hükümet grevi erteledi. O tarihten beri sendikalar sanki bu ülkede başka bir devletin adamları imiş gibi faaliyet gösterirler.

Ağustos ayında ABD Viyetnam'a savaş açtı. Aslında olay Rus yapısı Viyetnam torpil gemilerinin bir ABD destroyerine saldırmasıyla başlamıştı ama, ABD'nin orada ne işi vardı ki?.. Bunun üzerine ABD gemi ve uçakları saldırdı, 25 viyetnam torpil gemisini batırdı, bir petrol platformunu imha etti. ALLAH bilir kaç kişi öldü! Bu olay bizim Kıbrıs'ı bombalamamızdan bir gün önce oldu!

Ekim ayında Kruşçev, bir Kremlin darbesi ile KP liderliğinden düşürüldü, yerine Leonid Brejnev geçti. Kosigin başbakan oldu. Kruşçev katıldığı son politbüro toplantısında endüstriyi, tarımı ve parti organizasyonunu kötü idare etmekle suçlandı. Kruşçev Stalin'in kurduğu bir çok çalışma kampını kapatmış, gizli polisin de gücünü azaltmıştı. Küba hezimeti de sonunu hazırlamıştı.

AP'nin çiçeği burnunda başkanı Demirel'in ilk icraatı, Johnson'un başkanlık törenleri için ABD'ye giden İsmet'i, kalleşce bir tutumla yurt dışında iken hükümetten düşürmek olmuştur!...(Ocak 1965)

ABD'den ümit kesen Menderes nasıl ihtilalle devrilmiş ve idam edilmişse, BATI yanlısı İsmet te ufak bir MİLLİ SİYASET uygulama temayülü gösterdiği için, alaşağı edilir!

Halbuki aynı günlerde Sovyet Yüksek Şura Başkanı Podgorny TÜRKİYE'yi ziyarete gelmişti. Sovyetler'in Keban Barajı'na ilgisi devam ediyordu. Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin de, Meclis'te "TÜRK-SOVYET ilişkilerinin gelişmesinden dolayı AMERİKA kızgn değildir" diye açıklama yapmıştı!

Ne var ki, bu kalleşçe devirme olayı halkın İsmet'e duyduğu tepkiyi kaldırmaya yetmez. Bir sonraki seçimde halk İsmet Paşa'dan kurtulmak için Süleyman Demirel'i destekler!..Ta ki, o da BATICILIK ÇARKI'na kapılıncaya kadar! (1)

Her ne ise... Gürsel, Demirel'i tecrübesiz bulduğu için başbakanlığı ona vermez. Bunun üzerine CHP'nin dışarda kaldığı, bütün diğer partilerin katıldığı Suat Hayri Ürgüplü Başkanlığı'nda bir hükümet kurulur ve DEMİREL Efendi bu kabinede MECLİS dışından Başbakan Yardımcısı olur. Müzmin muhalif Osman Bölükbaşı'nın ayrıldığı CKMP'nin başına eski Milli Birlik Komitesi üyesi Alparslan Türkeş geçer. Bir süre sonra da partinin adı MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ'ne çevrilir.(1969)

DEMİREL'in Demokrat Parti'nin devamı olduğunu(2) her fırsatta dile getirdiği AP'si, 1965 seçimlerinde ilk ve son defa %53 oy alarak tek başına iktidar olur... İSMET PAŞA'nın aksak CHP'si ancak %29 alabilmiştir. Nisbi sistem ve milli bakiyenin uygulandığı bu seçimde marjinal oy alan diğer partiler de onar onbeşer milletvekili ile MECLİS'e girerler. Behice Boran'ın başkanlığını yaptığı Türkiye İşçi Partisi bile 15 milletvekilliği kazanmıştır.

Bu arada Birleşmiş Milletler Teşkilatı denen DOMUZLAR DİKTATORYASI, KIBRIS konusunda Makarios'un tezini destekliyen bir karar alır. Buna göre "KIBRIS bağımsızdır, müdahale edilemez," der! Hükümet tabii KIBRIS konusunda bir şey yapamaz!..

ABD sözüm ona bizim lehimize oy kullanır. Ama karar aleyhimize çıkar. Çünkü haksız İSRAİL'in kınanmasına bile VETO kullanan ABD, "dost ve müttefik" TÜRKİYE'yi destekleme lüzumunu hissetmez. Böylece bu Teşkilat'ın ve ABD'nin daha önce varılmış olan Londra ve Zürih anlaşmalarını hiçe saydığı görülür!.. Hiç kalkıp ta artık BİRLEŞMİŞ MİLLETLER'e ve ABD'ye bel bağlanır mı?.

1965 yılının önemli olaylarından biri de Churchill ölmesi idi. Kendisi 60 yıllık Avam Kamarası üyeliği yapmıştı... Gambiya bağımsızlığına kavuştu... ABD'de zenci müslüman lider Malcom X vurularak öldürüldü. Johnson Martin Luther King ile görüşme ihtiyacı duydu... Iran Şahı Rıza Pehlevi'ye suikast yapıldı, ama Şah kurtuldu.

1966 yılında Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel hastalandı vefat etti. Yerine eski Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay seçildi... Yine aynı yıl başımıza 20 yıldır bela olmuş İKİLİ ANLAŞMALAR sorunu ele alındı. Hepsinin tek metinde toplanması, üslerdeki uçakların cephane yüklerinden TÜRKİYE'nin hiç olmazsa mutabakatının alınması ABD'den istendi. Sonuç ne oldu, bilinmez, ama 1967 yılında ABD ile bir anlaşmaya varıldığı söylenir.

Bu arada ABD'de ırkçı politikaya karşı zenci gösterileri başladı... Başı sıkışan Mao da Çin'de sözüm ona bir Kültür Devrimi başlattı. Kendine yakın hissettiği gençlere bütün yetişmiş aydınları dövdürttü, hatta öldürttü! Çin'in yüzyıllardır duran kültür ve sanat eserleri tahrip edildi.

Herkes bir şey yapar da, İSMET durur mu?.. (1966) O da AP'nin %53'lük başarısına karşılık ORTANIN SOLU diye garip bir tabirle ortaya çıktı. Ne olduğu bir türlü anlaşılamıyan bu kavram, bir süre sonra ECEVİT'in işine yaradı.

MANDACI İSMET Küçük Kurultay'da şu konuşmayı yapmıştı:

- "Demokratik rejimi, komünist düşmanlığı perdesi altında kuşa çevirmek istiyen dikta heveslilerine yardımcı olmıyacağım. Bütün memlekete ilan ediyorum: CHP sosyalist parti değildir, ve olmıyacaktır!"

Kısacası CHP az-maz solcudur... Veya orta yolcudur da, sola yakındır...Veya SOLCU partiler, solda, SAĞCI partiler sağdadır; ORTA'da olanlar da vardır, CHP işte o ortada olanlar ile solda olanların arasındadır...Velhasıl kimse bunun içinden çıkamaz!.. Sonunda 48 CHP'li ayrılıp Turhan Feyzioğlu başkanlığında koç sembollü Güven Partisi'ni kurarlar.

Demirel'in o günlerdeki sloganı "her şoföre bir araba"dır!.. Bunu kendi kesesinden verecek değildir elbette! Ancak Koç o tarihte TÜRKİYE'de otomobil imaline başlamış ve ANADOL'u üretmeye başlamıştır. Reklamını yapmak ta "özel teşebbüsçü" Demirel'e düşer.

Bu arada AET ile anlaşma imzaladık ya, BATILILAR bizi kazıkladıkça kazıklarlar. "Salçamızı sizden alacağız, sizden giyineceğiz" diyerek bize bol miktarda SALÇA ve TEKSTİL fabrikası makinaları satarlar. Verdikleri kredileri bir kısmı eski teknoloji bu makinaların yüksek bedelleri karşılığı geri alırlar.

Öyle olur ki, kurulan SALÇA ve TEKSTİL fabrikaları TAM KAPASİTE çalışsa, biz sadece AVRUPA'ya değil; ORTA DOĞU ve AFRİKA'ya yetecek miktarda mal üretebilecek duruma geliriz... Makarna ve bizküvi fabrikası enflasyonu da bu dönemdedir.

Ama gavur sözünde durmaz. Onun amacı sadece makinayı satmaktır. Fabrikalar kurulur, ama atıl kalır. BATILILAR daha sonra da bize "serbest ticaret" telkin ederken, kendileri tekstil ve tarım ürünlerimize kotalar koyarlar!

Burada bir oyunu daha dile getirmekte fayda vardır... BATILILAR bize daima yanlış yön vermişlerdir. Menderes zamanında "sizin sanayileşmenize ihtiyaç yok. Dünyada işbirliği var. Siz bizim TAHIL AMBARI'mız olun, biz de size SANAYİ MALLARI satalım," demişlerdir. Menderes bunu yutmuştu. Sadece 3 yıl içinde SANAYİ ile TARIM'ın bir arada gitmezse yürümiyeceği, TRAKTÖRLER'in tarlada kalacağı, öküzlere çektirileceği görülmüştür.

Ama bundan ders alınmamıştır... Demirel zamanında " Aman siz AĞIR SANAYİ'e kalkmayın, beceremezsiniz. Siz GIDA SANAYİİ, GİYİM SANAYİİ, MONTAJ SANAYİİ ile uğraşın; kalanını biz size satarız. Sizden de bunları alırız," demişlerdir. Sonucu yukarda söyledik. Astarı yüzünden pahalıya mal oldu. Ürettiğimiz elimizde kaldı.

İşte ERBAKAN'ın oyunu farkedip AĞIR SANAYİ diye ortaya çıkması (1977) bu yüzdendir. Bu konuya ve Özal'ın tavrına ilerde değineceğiz. Burada sadece ilk televizyon yayınının 1967 yılında başladığını, ancak bunda da dönemin GERİ TEKNOLOJİ'si olan VHF' li Televizyon ithali ve montajı yapıldığını belirtmek istiyoruz. Bu teknolojiyle üretim 20 yıl kadar sürdü. 2 kanal başlayınca ve renkli yayına geçilince pek çok kimse yeni almış olduğu televizyonda UHF sistemi olmadığı için bir televizyon daha almak durumunda kaldı... Gavurun bu konudaki hilesi, kazığı saymakla bitmez.

Bizimkiler bunlarla uğraşırken Nasır liderliğindeki Araplar her zamanki şamatalarına başlamışlar, onlar atıp tutarken tek gözlü Moşe Dayan komutasındaki İsrail ordusu 6 günde Araplar'ı silip süpürmüştü. (3)(1967) Yine aynı yıl Yunanistan'da darbe oldu. askerler idareye el koydu, Kral Konstantin 8 ay sonra ülkeden kaçmak zorunda kaldı... Sosyalist devrimci gerilla lideri Che Guevara Bolivya'da öldürüldü.

1968 olaylı başladı. Çekoslovakya'da Dubçek Moskova yanlısı Novotaş'ı saf dışı bırakarak Komünist Partisi'nin başına geçti. Ruslar Çekoslovakya'yı işgal ettiler. İlk defa olmak üzere devrimci-ihtilalci öğrenci olayları Paris Nanterre üniversitesi'nde başladı, Sonra bütün Avrupa'ya yayıldı. ABD'de zenci lider Martin Luter King öldürüldü. 5 ay sonra Cumhurbaşkanı adayı Robert Kennedy mücadele ettiği sendikacılar tarafından öldürüldü. (4) Viyetnam harbini durduracağını söyliyen Nixon Cumhurbaşkanı oldu ama savaşı daha da şiddetlendirdi.

Öğrenci olayları bize farklı yansıdı... 16 Haziran'da camiden çıkan sağcıların "masum" solcu öğrencilere ilk defa saldırdığı, solcu hareketin buna karşı bir savunma olarak silahlandığı hep öne sürülmüşse de, gerçek hiç te öyle değildi.

Öğrenci olayları Mart ayında Paris'te üniversite öğrencilerinin ABD'nin Viyetnam işgalini protesto etmesiyle başlamıştı. Polisle çatışmışlar, binaları işgal etmişler, sonradan bazı reform taleplerinde bulunmuşlardı.

Her nedense diğer Avrupa ülkelerinde de aynı tarz gösteri ve işgaller oluyordu... TÜRKİYE'de de solcu öğrenciler ilk olarak 12 Haziran'da İstanbul Hukuk Fakültesi'ni işgal etmişlerdi. Bu işgal hemen diğer fakültelere ve Ankara'ya yansıdı. Kısa sürede öğrenciler kendi problemlerimizi, KIBRIS meselesini bırakmış, sokaklarda "Daha fazla Viyetnam, Ernesto'ya bin selam" diye bağırarak yürür oldular!.. Arkasından daha fazla üniversite işgalleri, polis ve askerle çatışma geldi. Yani 16 Haziran olayı, solcuların bu eylemlerine karşı milliyetçi ve dindar kesimin ilk tepkisi idi.

Ancak kabul etmek gerekir ki, bir kere kontrol DEVLET'in elinden çıkıp sokağa düştü mü, idarenin kimde olduğu bilinmez!.. Demirel'in meşhur "sokaklar yürümekle aşınmaz" sözü bu günlere ait, vurdumduymaz bir ifadedir. Buna karşılık Solcular "üniversite özerkliği"ni öne sürerek polisin üniversiteye giremiyeceğini iddia ettiler. (5)

Büyük bir ihtimalle çatışmalar aynı merkezden, veya hakimiyet isteyen iki dış merkezden destekleniyordu. Bu iki merkez Çekoslovakya'nın işgalini gözdene uzak tutmak isteyen KGB ile, Viyetnam işgalini gözden uzak tutmak isteyen CİA idi. İkisi de anarşist öğrenci gruplarına büyük paralar, silahlar akıttılar. Öğrenci gösterileri TEDHİŞ-TERÖR olaylarına dönüştü ve bütün büyük şehirlere yayıldı. Che Guevara'ya özenen bazı öğrenciler Lübnan'daki Filistin Kurtuluş Örgütü kamplarında eğitim gördükten sonra dağa çıktılar. (6)

TÜRK emniyet güçleri ve MİT çaresiz kaldı. E, Dışişleri Bakanı İhsan S. Çağlayangil, "CİA benim altımı oymuş" dememiş miydi?..Bir devlet yabancılarla bu kadar içli dışlı olursa, yabancı ajanlar altını oymakla kalmaz, altından VATAN'ı çekip alırlar da haberin olmaz!

Bu arada Genel Kurmay Başkanı Cemal Tural "Yeni bir ATATÜRK çıkar" gibi laflar etmeye, DEVLET kurumlarını ziyaret etmeye başladı. Herhalde kendini kastediyordu! Demirel kendinden beklenmiyecek bir cesaretle onu emekliye sevketti. Tural bir süre sonra unutulup gitti.

1969'da Libya'da 27 yaşındaki albay Kaddafi, Kral İdris'i devirerek iktidarı ele geçirdi... Pakistan'da General Yahya Han idareye el koydu... İsrail'de eski kadın gerilla Golda Meir başbakan oldu. Nijerya'da askeri birlikler bağımsızlık isteyen Biafra'yı kuşatarak yüzbinlerce kişinin açlıktan ölmesine sebep oldular da kimsenin kılı kıpırdamadı... Amerika AY'a adam indirdi ve bayrağını dikerek oraya da EMPERYALİZM'i bulaştırdı... Kuzey Viyetnam Devlet Başkanı Ho Şi Mihn öldü.

Ecevit modaya uyarak "toprak işleyenin, su kullananın" sosyalist sloganını ortaya attı! Böylece toprak işgallerinin, gecekondu yapımının artmasına yol açtı. Artık "ortanın solu"nun pek geçerliliği kalmamıştı. İSMET'in karşı çıkmasına rağmen, Ecevit CHP Genel Sekreteri oldu.

DEMİREL ekonomik politikasını "vatandaş plan değil, plav istiyor" vecizesiyle(!) götürmekte idi, ama 27 Mayıs'ın getirdiği uygulamalardan biri olduğu için uyulmasa da 2. 5 yıllık plan kabul edildi. Boğaz köprüsü ihale edildi. (7)

1970'de ilk defa bir SOSYALİST, seçimle işbaşına geldi. Allende Şili seçimlerinde %36 oy alarak Devlet Başkanı oldu.(8) Fransa'da General De Gaulle, Mısır'da Nasır öldü. Enver Sedat Cumhurbaşkanı oldu. Nixon Kamboçya'ya da saldırdı. ABD'de savaş aleyhtarı gösterilerde çatışmalar çıktı, ölenler oldu.

Aynı yıl Demirel'in yeni kurduğu hükümete giremiyen "küskün"ler ayrılıp Ferruh Bozbeyli başkanlığında Demokratik Parti'yi kurdular. Demirel hükümeti MECLİS'te çoğunluğu kaybetti. Bu dönemde Demirel "karnı tok, sırtı pek vatandaş" sloganını kullanıyordu.

1971 başında öğrenci ve işçi olayları gittikçe şiddetlenerek yayıldı. İstanbul'da bir zenci Amerikalı kaçırıldı, ama " Mazlum " sayıldığı için serbest bırakıldı. Amerikalılar'ın kontrolündeki Gölbaşı Radar Merkezi'nde çalışan 4 Amerikalı Türkiye Halk kurtuluş Ordusu adlı bir terörist grup adına kaçırıldı. 400.000 dolar fidye istendi. Bu olaylar üzerine Silahlı Kuvvetler Hükümet'e bir MUHTIRA verdiler. (12 Mart )

Bundan sonra dönemin en komik olayları yaşandı. Başta Demirel olmak üzere bütün politik liderler "bu muhtıranın muhatabanın kendileri olmadığını" açıklama yarışına girdiler. Kabahat samur kürk olsa, kimse üstüne almaz, derler ya, o misal... Ancak Demirel şapkasını bırakıp kaçmak zorunda kaldı. (9)

Bu onun hayatındaki "REFAH DEVLETİ" döneminin kapanması demekti.

16 CI  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR,


http://www.angelfire.com/rnb/atadiyar/ata35.html


2 Şubat 2016 Salı

ALIŞIRSINIZ ALIŞIRSINIZ DEMİŞLERDİ ALIŞTIK...




ALIŞIRSINIZ   ALIŞIRSINIZ  DEMİŞLERDİ  ALIŞTIK...



Özal haklıymış: Alıştık!

Serap Yeşiltuna

05.01.2009/Sayı:218






Bugün PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmeyen Barzani ve Talabani, “Dayı” diye hitap ettikleri Özal’dan o dönem her türlü desteği alabiliyordu. Barzani’ye uluslararası alanda rahat seyahat edebilsin diye ''Türk Pasaportu '' veren de TURGUT Özaldı.




Türkiye Özalcılıkla Tanışıyor, ona Alışıyor

Biz 12 Eylül karanlığının gölgesinde yaşadık çocukluğumuzu. Sözde bir yumuşama ve % 90’ların üstünde güvenoyu almış bir 12 Eylül Anayasasının kazandırdığı sözde bir barış ortamının içinde yani.

İlk serbest genel seçimlerin ardından, 1983’te, Türkiye sivil bir iktidarla değil, uzun yıllar Türkiye’yi esir alacak bir Kürt-İslam dayatmasıyla tanışmıştı. Bu, Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’ydi. Darbeyle solun tükenme noktasına getirildiği, hiç de demokratik olmayan bir ortamda kazanılan bu seçimlerin ardından, 1987’de yapılan ikinci genel seçimler ise Özal iktidarının güven tazelemesi oldu.

Türkiye artık “Özalizm”le tanışıyor, onu kanıksamaya başlıyordu. Bunun bir ideoloji değil “anlayış” olduğunu anlayamadan.
İlk renkli televizyonların da hayatımıza girdiği yılları yaşıyorduk. Bu renkli televizyonlardan evlerimize giren, her hafta yayınlanan bir Türk filmi, bir iki çizgi film ve eğlence programı, ama en çok da Turgut Özal’ın kendisiydi. “İcraatın İçinden” programlarıyla bir yandan Özal kendi reklamını yapıyor, bir yandan da faşizm Türk Milletine yavaş yavaş kabul ettiriliyordu.
O yıllardan hatırımızda en çok kalan şey, gözümüzün içine sokulan bir dolma kalem ve Özal’ın saatler süren nutukları ve can sıkıcı gülüşüydü.
Bu belki çocuk hafızamıza yer eden bir ayrıntıydı, belki de ailelerimizin televizyon başında ettiği küfürlerin bilinçaltımıza işlemeseydi. Ama Türkiye’nin bir dönüm noktasında olduğunu da hissediyorduk.

Özal iktidarı neyin ifadesiydi peki?

Bunu en iyi anlatan şey Özal’ın kendi sözleridir aslında.
“Benim Memurum işini bilir”,
“Ben Zengini Severim”,
“Anayasayı bir kere de biz delsek ne olur”,
“Türk dediğin nedir ki”,
“Tren yolları Komünist işidir”
gibi pek çoğu Türk siyasi tarihine geçmiş olan bu sözler, tek tek bile ayrı bir incelemenin konusu olabilir.
Ama solcular açısından en çok yürek yakanı Kasım 1989’da Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından “alışamadık” diyenlere “alışırsınız, alışırsınız” diye cevap vermesi olmuştur.
Bunu özellikle 80’den sonra kendilerini “sosyal demokrat” olarak ifade etmeye başlayan solculara söylemiştir. Erdal İnönü’nün ifadesi ile “Aslan sosyal demokratlar”a yani…
Bugün bu yürek yakıcıdır; çünkü o dönem alışamayan solcuların hepsi bugün her şeye alışmıştır.
Alışırsınız, Alışırsınız” ifadesi söyleniş şekliyle bile oldukça alaycıdır, ama alaycı bir öngörü! Buradan incelenmesi gereken iki mesele var:
O dönem alışılamayan nedir?
Özal iktidarı neyin başlangıcıdır, Cumhurbaşkanlığı koltuğuna yakışmamasının sebebi nedir?

Solcular neden rahatsızdır?

İkinci olarak da, bugün alışılıp temel politika haline getirilen nedir?
O gün Özal’a alışamayan solcular ne olmuştur da bugün önce Tayyip’e, sonra da Abdullah’a alışmıştır?





İlk renkli televizyonların da hayatımıza girdiği yılları yaşıyorduk. Bu renkli televizyonlardan evlerimize giren, her hafta yayınlanan bir Türk filmi, bir iki çizgi film ve eğlence programı, ama en çok da Turgut Özal’ın kendisiydi.
“İcraatın İçinden” programlarıyla bir yandan Özal kendi reklamını yapıyor, bir yandan da faşizm Türk Milletine yavaş yavaş kabul ettiriliyordu.
O yıllardan hatırımızda en çok kalan şey, gözümüzün içine sokulan bir dolma kalem ve Özal’ın saatler süren nutukları ve can sıkıcı gülüşüydü.

Bu belki çocuk hafızamıza yer eden bir ayrıntıydı, belki de ailelerimizin televizyon başında ettiği küfürlerin bilinçaltımıza işlemeseydi. Ama Türkiye’nin bir dönüm noktasında olduğunu da hissediyorduk.

“Özalizm” piyasacılıktır, köşe dönmeciliktir Özal dönemi gerçekten de Türkiye’de karşı devrimin somut biçimde yerleşmesini getirmiştir.

O sadece TRT ekranlarından hayatımıza giren adam değil, geleceğimizi de ABD’ye teslim eden, Kürtçülüğün ve şeriatçılığın tohumlarını eken adamdır.
24 Ocak 1980 kararlarının mimarıdır Turgut Özal. Serbest piyasa ekonomisini hayata geçiren, devletçiliği ve planlı ekonomiyi bitiren, özelleştirmeleri başlatan, dış ticareti ve faizi serbestleştiren bu ekonomik kararların hazırlayıcısı, 12 Eylül öncesinde Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirilen Turgut Özal’dır. Daha Başbakan olmamıştır, ama 12 Eylül öncesinde siyasetin içinde olup, 12 Eylül’de yargılanmadan iktidara gelen tek adamdır ve 24 Ocak Kararlarının da uygulayıcısı olacaktır.
Türk Parasını Koruma Kanunu’nu kaldıran adamdır Turgut Özal. Cumhuriyet dönemi iktisat yasalarının sembolü sayılan bu yasayı kaldırarak, emperyalizmin saldırılarına açık bir ekonomi yaratmış, Türk piyasasını yabancı sermayeye açmıştır.

AB ile ilk Gümrük Birliği anlaşmalarının mimarıdır aynı zamanda.

Yani Özal dönemi, ekonomide devletçiliğin tamamen sıfırlandığı bir dönemdir. Solcuların öncelikle alışamadığı bu olmuştur. Özal “ Zengini Seven” ve köşe dönmeciliği yerleştiren adamdır.

Solcular alışamamıştır Özal’a, çünkü o iktidara tırmanırken, dönemin aydınları yargılanmakta, işkence tezgahlarından geçmektedir.
Tabi bunlar bizim televizyonlarımızın ekranlarında yoktur. Bizim gördüğümüz “icraatlar”dır, ‘kalkınma programları’dır yalnızca. Her şeyi serbest hale getiren Özal, siyaset yasaklarının kalkmaması için çırpınmaktadır bir yandan.
“Bir koyup beş almak” siyaseti: Kürtlere verilen ilk tavizler
Turgut Özal Kürtçülüğün tohumlarını yeşerten adamdır aynı zamanda. Bir Kürt’tür ve federasyon tartışmalarını ilk kez gündeme o getirmiştir. PKK’nın ilk eylemlerini başlattığı dönemde Başbakan’dır ve Cumhurbaşkanlığı döneminde “Irak pastasından pay almak” politikasıyla, Saddam’a karşı ve ABD’nin tam destekçisi olarak tüm Kürtlerle uzlaşıyı seçmiştir.

“Bir koyup beş almak” sözleriyle gündeme oturan Özal, kişisel dostum dediği baba Bush’la sık sık görüşüyor, açıkça “savaş sonrası Türkiye sofraya değil masaya oturacak, o bölgede harita değişecek, söz sahibi olmamız lazım” diyordu.
Bugün PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmeyen Barzani ve Talabani, “Dayı” diye hitap ettikleri Özal’dan o dönem her türlü desteği alabiliyordu. Barzani’ye uluslararası alanda rahat seyahat edebilsin diye Türk Pasaportu veren de Özaldı.
Solcuların ona alışamaması normaldi. Çünkü Özal, “kendi Kürtleriyle barışmayan Kuzey Irak’a el atamaz, benim ninem de Kürttü” diyerek Kürtçülüğe karşı çıkarılmış pek çok yasağı kaldıran adamdı aynı zamanda. PKK’yı bugün Meclis’e taşıyacak olan siyasileşmenin tohumlarını atan adam…
Gösterilerde ilk kez Apo posterleri, PKK bayrakları açılıyor, kanlı Nevruz kutlamaları başlıyordu. Açılımlar PKK’yı daha da büyütüyordu.
“Masaya oturma” siyaseti Özal’la başlıyordu.

Özal İslamcıdır, Türbancıdır

Solcular alışamamıştır çünkü; Turgut Özal Nakşibendi tarikatına bağlı bir islamcıdır aynı zamanda. 1990 yılında türbanı üniversitelerde serbest bırakan yasayı onaylayan adamdır.
Daha 1977 seçimlerinde Milli Selamet Partisi’nden İzmir milletvekili adayı olmuş bir adamdır. Bugünün AKP’sinin temellerinin atıldığı partiden yani.
MSP ki, 1980 Konya Mitingi’nde, cübbe, takke, fes giymiş militanlarının yeşil bayraklarla yürüyerek “dinsiz devlet yıkılacak elbet”, “şeriat gelecek, vahşet bitecek” sloganları attığı bir partidir. Miting 12 Eylül’e gerekçe olmuştur ama yöneticileri delil yetersizliğinden serbesttir. Turgut Özal’da 3 yıl sonra Başbakan!
Solcular içine sindirememiştir bu Kürtçü, Şeriatçı, piyasacı adamı. Özal da işte böyle bir ortamın içinde söylemiştir o sözünü.

Alışırsınız, Alışırsınız…

Ve bugün alışmıştır solcular.

Alışma ve Duyarsızlaşma

Bu durum sosyojinin konusudur ama biraz da psikolojinin.
Bir duyu organını etkileyen uyarıcının şiddetinde ve özelliğinde bir değişiklik olmadığı halde, uyarıcının etkisinin azalmasına, daha sonra da kaybolmasına psikolojide “alışma” denir. Organizma belirli bir uyaranla sürekli olarak karşılaşırsa bir süre sonra o uyarana tepkide bulunmaz.
Bu çok basit bir psikoloji tanımı. Burada uyarıcı olan sağcılıktır, Kürtçülük, şeriatçılık, Amerikancılık, piyasacılıktır. Tanımın aksine uyarıcının şiddetinde ve özelliğinde bir değişiklik de vardır. Sürekli artmakta ve sürekli daha net ve gözle görülür hale gelmektedir.
Özal döneminde başlayan uygulamalar, Tayyip iktidarıyla birlikte şiddetini artırmıştır. Tam tersine alışmaya karşı bir direnç göstermesi gereken solcular, bu politikaları reddetmek yerine temel politika haline getirmişlerdir.
Örneğin Altı Ok bir direnç olabilecekken, CHP, önce devletçilikten verdiği tavizlerle özelleştirmelerin destekleyicisi olmuştur. Özal’ın piyasacılığını eleştiren solcular, Tayyip’in piyasacılığına alışmış, özelleştirmeyi parti programlarına koymuştur.
Atatürk milliyetçiliği mihenk taşıdır örneğin, önemli bir direnç olmalıdır. Ancak bir dönem Özal’ın Kürtçülüğünü Amerikancılığına bağlayabilen solcular bugün Tayyip’in Kürtçülüğüne de alışmıştır. “Etnik kimlik şerefimizdir” diyerek PKK’nın her türlü isteğine boyun eğen Baykal, Kürtçe TV’yi hararetle desteklemektedir.
O Kürtçe TV’nin ilk belgeseli ise solcuların “asla” alışamayacağı Turgut Özal’ın hayat hikayesinin Kürtçesi!
En önemli direnç ise laikliktir. Belki de Türkiye’de Atatürkçülerin en son alışacağı şey laiklikten verilen tavizdir.
Ancak Özal’ın türbancılığına alışamayanlar, Baykal’ın çarşafına alışmış, hatta açılım politikası haline getirmiştir. İmam hatipleri savunan, mezhep politikasını savunan, zorunlu din derslerini savunan artık o “aslan sosyal demokratlar”dır.
Baykal çarşaflı kadınlara rozet takarken buna karşı koyan ve “alışmayacağız” diyen milletvekiline bu kez Özal’ın cevabını veren Baykal’ın kendisidir: “Alışacaksınız!”
Organizma belirli bir uyaranla sürekli olarak karşılaşmış ve bir süre sonra ona tepki vermemeye başlamıştır.
Sadece alışmakla kalmamış, duyarsızlaşmaya da başlamıştır. Hatta sonrasında uyaran haline gelmiştir. İşin en acı tarafı belki de budur. Baykal Özallaşmış, Atatürkçü ve solculara İslamcılığı dayatan kişi haline gelmiştir.
Alışma, duyarsızlaşmayla devam etmektedir.
“Duyarsızlaşma”, duygusal yönden organizmayı etkileyen bir davranışı oluşturan bir durumla tekrar yüz yüze gelinmesi sonunda sözü edilen davranışın zayıflamasına denir. Bu durum, uzun süre aynı uyaranla karşı karşıya kalan organizmada uyaranın ilk etkisini, şiddetini yitirmesi demektir.
Türkiye’de solcular Özal’a olduğu gibi Abdullah Gül’e de alışamayacaklarını söylerlerdi örneğin. Ancak hem Gül’e hem de çarşaflı eşinin Çankaya’da oluşuna alıştılar. Sonra da duyarsızlaştılar.
Cumhuriyet Mitingleri verilen önemli bir tepkiydi. Milyonlarca Atatürkçü ve solcu sokaktaydı ama bugün o kitleler, alışmanın da ötesinde duyarsızlaşmış durumda. Tekrar tekrar Abdullah’ı gören, Hayrünnisa’yı gören solcular, onların Çankaya’daki varlığına alışıp duyarsızlaşmaya başladı.
Sadece solcular değil, Ordu bile duyarsızlaşmaya başladı. Başlarda protokollere katılmayı reddeden, türbanla yan yana durmaya karşı koyan Ordu mensupları artık bunu içselleştirmiş durumda.
Alışma ve duyarsızlaşma solculuktan vazgeçerek başladı.
CHP alışmıştır, Ordu alışmıştır ve kervana katılmışlardır.
Ancak en tehlikelisi alternatifsiz solcu kitlelerin alışmasıdır. Bu da solculuğun ve devrimciliğin adının sosyal demokratlığa çevrilmesiyle başlamıştır. “Sosyal demokrat”, ilk tavizleri vermeye başlayan adamdır aslında.
O nedenle sağcılar hep dalga geçmişlerdir sosyal demokratla. O ılımlıdır, çünkü uzlaşmıştır, en azına razı olmuştur. Karşılığında sadece ufak bir yaşam alanı ister. Artık iktidar olmak gibi bir kaygısı kalmamıştır.
1987’de SHP ilk kez seçimlere katılır, 1992’de de CHP yeniden açılır ve birleşmenin ardından o CHP “Atatürk’ün ve solcuların” partisi olma iddiasıyla Türk siyasi hayatına yeniden girerken solcuların değil, o bahsettiğimiz “sosyal demokratların” partisidir. İktidar kaygısı taşımayanların. Ona oy veren insanlar da, yöneticileri de o günden beri her şeye alışmaktadır.
Solculuktan vazgeçen, taviz veren Atatürkçüler sıradanlaşmış ve sürüye katılmıştır. 80 öncesinin devrimci dinamikleri, örgütçüleri ortadan kaybolmuş ve Atatürkçü kitle başlarda verdiği tepkiyi sonra sonra unutmaya başlamıştır.
Çünkü organizma burada edilgendir, alışma ve duyarsızlaşmaya engel olmanın yolu ise onu yeniden etken kılmaktan geçer. Bunun için de farklı bir uyarıcıya ihtiyaç var:

Devrimci Dinamikler.

Solcu kitlenin alışmasının en önemli nedeni solcu olarak ortaya çıkan CHP’nin emperyalizmin ve liberallerin rotasına girmesidir. Tek alternatif olarak görülen parti o rotada olunca, kitle de buna uymaktadır.
Kim diyebilirdi ki Türkiye’de Atatürkçüler bir gün türbanı da kabul edecek diye. Ama ettiler.
Yarın türban takmak zorunlu kılınsa onu da kabul ederler. Çünkü alışmamak, mücadele etmek, karşı koymak demektir. Alışmamanın kıstasları vardır. Herkes kuru kuruya “alışamadım” denemeyeceğini bilir. Mücadeleden kaçmanın kolayı da alışmak olmuştur o nedenle.
Burada devreye girmesi gereken şey alışma ve duyarsızlaşmaya karşı koyacak devrimci bir örgütlenmedir. 12 Eylül sonrasında alışmaya direnç gösteren bunun kalıntılarıydı. Şimdi gereken şey ise bu kalıntıları bir kenara atıp yepyeni bir örgütlenme yaratmaktır.
Özal’ı seyrederek büyüyen çocukların önüne yeni yeni Özal’lar koyan ve bunları tekrar tekrar izletip, Kürt-İslamcılığı, liberalizmi, piyasacılığı, köşe dönmeciliği dayatanların aksine o çocuklardan örülü, Atatürkçü bir çatı gerekiyor. Alışmayı tersine çevirecek tek şey budur.
CHP artık alışanlar ve alıştıranların kervanına katılmıştır.
Tarihi tersine çevirmenin yolu da alışmamak ve alışmayanların önderliğinde yürümektir.
Tabi kuru kuruya alışmamak değil, çalışmaktır!



..