İlker Başbuğ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İlker Başbuğ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2021 Salı

2008 KOMPLOSU TÜRK ORDUSU VE TÜRK SİYASETİNE YÖNELİK DARBE GİRİŞİMİ

 2008 KOMPLOSU TÜRK ORDUSU VE TÜRK SİYASETİNE YÖNELİK DARBE GİRİŞİMİ




2008 KOMPLOSU, TÜRK ORDUSU, TÜRK SİYASETİ , DARBE GİRİŞİMİ , Onur Dikmeci , Abdurrahman Yalçınkaya , Osman Paksüt ,Ergenekon , Balyoz , İlker Başbuğ , Necdet Özel , Onur Dikmeci ,


Onur Dikmeci
19 Nisan 2017 Çarşamba

   14 Mart 2008 yılında dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya kaya tarafından Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kapatılma istemiyle dava açılmıştı. Bu gelişmenin kamuoyu nezdinde duyulmasıyla fırtınalar koptu. Süreç içerisinde muhalif durumda dahi bulunsalar ağırlıklı kesim kapatılma yerine siyasi yasakları savunmaktaydı. Dava sürecinde ilginç gelişmeler yaşanacağı gibi davanın açılış tarihide manidardı. Buna göre kapatılma davası hazırlıklarının 2007 yılından itibaren başlatıldığı ortaya çıkmıştı. 2007 ise Türk siyasi tarihinde bir kırılmayı anlatan dönemdi. Hrant Dink ve gayrı müslim din adamlarının cinayetlerinden sonra Cia'den eğitim alan bazı polis müdürleri Emniyet'in kritik birimlerine atandılar. 1999'dan itibaren oluşturulmaya başlanan ve 2001'de son şekli verilerek Mit'e sunulan Ergenekon şeması yeniden gündeme getirildi. Bir muhtıra ya da kimi kesimlerce Tsk bildirisi olarak adlandırılan 27 Nisan Tsk açıklaması neticesinde de bürokrasi darbe olabileceği tedirginliğiyle Cia ile içli dışlı olan gruplara teslim edilmeye başlandı. Haziran ayında da Ergenekon operasyonları başlatıldı. Akp kapatma hazırlıklarının başlatılması bu evreye denk geliyordu.  Kapatılma davası açıldıktan sonra ise generaller nezdinde bazı ses kayıtları servis edilerek Tsk yıpratılmaya çalışılıyordu. Kamuoyundaki yaygın kanaate göre parti kapatma davası ulusalcı ya da vesayetçi derin devletin tertibiyken, silahlı kuvvetler personeli hakkındaki sızıntılar ise davaya karşı rövanş olarak hükümet cephesince desteklenmekteydi. Oysa yıllar sonraki bilgi birikimi ve algımızla durumun böyle olmadığı, kapatma davası ve Tsk hakkındaki iddiaların aynı odaklarca tasarlandığı ve neticede ulusalcı ya da mütedeyyin farketmeksizin bütün Türkiye'nin yara aldığı görülmüş olmaktadır.
Kapatılma davası sürerken en fazla hedef gösterilen kişi Ağustos 2006 şurası ile Kara Kuvvetleri Komutanlığına atanmış hali hazırda bu görevi sürdüren ve 2008 Ağustos'unda Genelkurmay Başkanı olması beklenen İlker Başbuğ idi. Ordudan emekli subay öğretmen Binbaşı Dr. Erol Mütercimler'in yıllar sonraki ifadesine göre İlker Başbuğ ''Amerikancı bir Subay''idi. Böyledir veya değildir ancak Başbuğ'un hedef alındığı çok belliydi. Çünkü o askeri davalardan (Ergenekon Balyoz..) rahatsızlık duyan, komuta kademesini bu doğrultuda şekillendirmek isteyen şahin sınıftan bir komutan olarak tanımlanıyordu. Hal böyleyken ideolojik kimliği farketmeksizin tasfiye edilmesi Tsk'ni itibarsızlaştıracağı gibi olayda iktidar partisinin üzerine yıkılacaktı. Gerçekte iktidar partisi kapatma sürecinde Başbuğ'un kararnamesini imzalamama resti en gerçekçi ve ciddi tepkisi olacaktı. Bu bakımdan bu durum kabul edilebilir bir stratejiydi çünkü Genelkurmay Başkanı zaten hükümet tarafından atanırdı. Ancak Tsk'ni itibarsızlaştıracak sızıntılar dış kaynaklı girişimlerin neticesiydi.

Başbuğ ile alakalı haberlerden biri Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Paksüt ile yaptığı iddia edilen görüşmeydi. Haberin içeriği şu şekilde aktarılmıştı:

''4 Mart 2008 günü saat 17:oo’da, Ankara’da, 06 LLU 81 plakalı mavisiyah Mercedes marka otomobil Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na geldi. Otomobilde Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt vardı. Paksüt, karargâha girdi ve bir saat 15 dakika süreyle, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı, altı ay sonrasının müstakbel Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ile başbaşa görüştü.

Günün moda deyimiyle, görüşmenin zamanlaması manidardı. CHP ve DSP’nin, üniversitelerde başörtüsüne serbestlik getirmek amacıyla Anayasa’da değişiklik yapılmasına ilişkin 5735 sayılı kanunun iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmasının üzerinden sadece yedi gün geçmişti. Ve o an itibariyle, çoğumuz henüz bunu bilmesek de, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın AKP aleyhinde kapatma davası açmasına on gün kalmıştı.

Anayasa Mahkemesi Başkanvekili’nin, kritik başörtüsü ve kapatma davaları sürecinde Kara Kuvvetleri Komutanı’yla görüşmesini ilginç kılan diğer bir unsur, buluşmanın gizli tutulması, kayıt altına alınmaması, tarafların kaydı tutulan resmî programlarında görünmemesiydi. Hatta buluşma öncesinde, karargâh giriş ve çıkışlarında bulunan güvenlik kameralarına karartma uygulanmış, komuta katı da tamamen boşaltılmıştı.''

Yani görüşme kapatma davasından önce gerçekleştirilmişti. Oluşturulmak istenen teze göre davayı ordu yönlendiriyordu. Başbuğ ile ilgili ikinci sızıntı Vakit gazetesinde Yayımlanan İlker Başbuğ'un Büyük Kulüp adlı sivil toplum kuruluşuna üye olduğu haberiydi.
 Yayımlanan Belgeden, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'un 1882 yılında İngiliz Elçisi Sir Alfred Sandison tarafından kurulan “Büyük Kulüp adlı derneğe üyelik başvurusunda bulunduğu ve başvurusunun kabul edildiği algısı oluşturulmak isteniyordu. Dernek Başkanı Duran Akbulut, İlker Başbuğ'a gönderdiği 18.12.2006 tarihli yazıda şunları kaydediyor: “Büyük Kulüp Derneği'ne üyelik için yapmış olduğunuz başvurunuz ilgili kurullarca tetkik edilmiş olup, Yönetim Kurulumuzun 09.12.2006 tarihinde yapmış olduğu toplantıda üyeliğe mani haliniz bulunmadığı anlaşıldığından, Büyük Kulüp üyeliğine kabulünüze karar verilmiştir.”

Yazıdaki “tetkik edilmiş olup” ve “üyeliğe mani haliniz bulunmadığı” ifadeleri, “Kulüp, Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli makamlarından birinde bulunan bir komutanla ilgili 'güvenlik soruşturması' yapmış” şeklinde yorumlanıyordu.

Üyeliğe kabul yazısının devamında da şöyle deniliyor: “Bilgi edinmenizi rica eder, aramıza hoş geldiniz der, üyeliğinizin size ve kulübümüze hayırlı olmasını diler, saygılar sunarım şeklindeydi.

Yine İlker Başbuğ ile alakalı bir haberde İsrail Ağlama Duvarı'ndaki görüntüleriyle alakalıydı. Yine Vakit gazetesinin gündeme taşıdığı haber Akşam gazetesince de işleniyor bu sefer geziden karelerde gazetede yer buluyordu.
2008'deki sızıntılardan biride Genelkurmay Elektronik Sistemler Komutanı Tuğgeneral Münir Erten ile alakalıydı. 19 Şubat 2008 günü "YouTube" adlı video paylaşım sitesine bir ses kaydı yüklendi. "Cnksari" rumuzlu kullanıcının gönderdiği "Tuğgeneral Münir Ertan'dan şok açıklamalar" başlıklı videoda Irak'ın kuzeyine kara harekâtının 20-22 Şubat tarihleri arasında başlatılacağı konuşuluyordu. TSK, 2007 baharından bu yana kara harekâtına hazırlanıyordu. Irak'ın Kuzeyindeki PKK odaklarına yapılacak geniş çaplı harekât 48 saat önceden deşifre edilmişti.
Ayrıca pkk kamplarına yapılan hava operasyonlarında 5 teröristin öldürüldüğünü belirtiyordu. Oysa Genelkurmay bu rakamı 175 olarak açıklamıştı. Yani silahlı kuvvetlerin terörle mücadelede başarısız olduğu, gerçeklerin halktan gizlendiği intibahı oluşturuluyordu.
Önemli bir sızıntıda dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Ergin Saygun ile alakalıydı. Buna göre Saygun'un olduğu iddia edilen bazı sağlık raporları servis edilmiş ve Saygun'un ağır şeker hastası olduğu vurgulanmış böylelikle komuta kedemesindeki istikbaline engel olunmak istenmiştir.
O dönemde rütbesi Tümamiral olan Kadir Sağdıç'ın ses kaydı da Münir Erten benzeri servis edilmişti. Kayıtta Tümamiral Sağdıç olduğu öne sürülen bir kişi darbe imasında bulunuyor ve askerlerden oluştuğu izlenimi veren bir topluluğa konuşma yapıyor. Komutan konuşmasında ordunun her 20-25 yılda bir siyasilerin elinde yozlaşan sistemi tekrar rayına oturtmak zorunda kaldığını ve askerin gerektiği zaman gerekli reaksiyonları gösterebileceğini söylüyordu. Sağdıç sonradan Koramiralliğe terfi etsede Balyoz davasında tutuklandı ve 3 yıl 4 ay 8 gün hapis yattı.
TSK 'nın kurumsal kişiliğini hedef alan haberler arasında en önemlilerinden olanı ise Dağlıca baskınıyla alakalıydı. 25 Haziran 2008  tarihinde Taraf gazetesi pkk'nın gerçekleştirmiş olduğu Dağlıca baskınının önceden bilindiği haberini geçmişti. Delile dayanmayan haber pkk ordu bağlantısını işlemeye çalışıyordu.

Bütün bunlar yaşanırken kapatma davası ile ilgili en sert tepkiler Avrupa Birliği ülkelerinden geldi ve kapatılma yönünde karar çıkması halinde müzakerelerin duracağı belirtildi. Abd ise bir süre şaşırtıcı biçimde sessizliğini korudu. Daha sonradan Dışişleri nezdinde Türkiye'nin laik yapısına vurgu yapıldı. Abd başkan yardımcısı Dick Chaney ise hükümet Türkiye'nin köklü kurumlarıyla çatışmamalı beyanatını vermişti.
Mesele anlaşılmıştı. Kapatma davasına, karşı etki göstermek için Abd bir takım talepler öne sürmüştü. O zaman basında yer alan köşe yazılarına göre bu talepler arasında Hamas'ın desteklenmemesi, Irak ve Afganistan operasyonlarına destek ve İran'a karşı yaptırımlar gibi öneriler sıralanmıştı. Yani Abd ve Abd kaynaklı lobiler bir yandan kapatma davası nezdinde siyaseten avantaj elde etmeye çalışırken, bir yandan da orduya karşı operasyonları destekleyerek güvenlik bürokrasisini şekillendiriyor ve hükümet taraftarlarıyla karşıtlarını daha da kutuplaştırıyordu. Operasyonlarında ise dini kisveli cemaat isimli istihbarat birimlerini kullanıyordu.
Neticede 30 Temmuz'da verilen kararla Adalet ve Kalkınma Partisi kapatılmadı ve ertesi gün ise Yüksek Askeri Şura toplandı. Şura neticesinde Başbuğ Genelkurmay Başkanı olacaktı. Münir Erten ve Ergenekondan tutuklu Yüzbaşı Muzaffer Tekin'e plaket veren Tümgeneral Zekeriya Öztürk ise emekli edilecekti. Ergin Saygun, 1. Ordu Komutanlığına getirildi. Ancak 2009'da o da emekli edildi.
Yani Ergin Saygun, Hasan Iğsız, Aslan Güner, Bekir Kalyoncu ekolü süreç içerisinde emekli edilecekti. Iğsız YAŞ (Askeri Şura) günü ifadeye çağırılmış, Güner ise dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından veto edilmişti.
2008 yılı yıllar sonra tahlil edildiğinde bugünleri bile etkileyen gelişmelerin kaynağı olarak gösterilebilinir.

1. Ordu terfi durumu ile ilgili topyekün en ciddi girişim bu dönemde yaşanmıştı. Fakat bu belirli oranlarda gerçekleştirildi.
2. Genelkurmay Elektronik Sistemler GES Komutanlığı ile alakalı tasavvurların işaretleri verilmişti. GES daha sonra 2012 yılında Milli İstihbarat Teşkilatı'na devredildi. Mit ise illegal örgütlerce istila edilmeye çalışıldı. Yani GES'in devri sivilleşme değil istihbaratın topyekün belirli odaklara devredilme planını içeriyordu.
3. Siyasi kurum ve orduya yönelik komplolar aynı odak tarafından aynı dönemde gerçekleştirildi. Kamuoyu ise kendi içerisinde birbirlerini suçlamakla meşguldü.
4. 2008'den itibaren bozulmak istenen askeri silsile neticesinde yıllar sonra Necdet Özel 

Genelkurmay Başkanı oldu. Özel;

a) Şahsına muhalif komutanların orduevi giriş kartlarının iptali
b) Jandarma ziyaretinde içimizde paralel yapı yok diktesi
c) Tutuklu bazı subaylar medyada yazı yazmasın direktifleri gibi ilginç girişimlerde bulundu. 
   İşgal gerekçesi olmadığı sebebiyle ise Seferberlik Bölge Başkanlıklarının kapatılması gibi akıllara zarar uygulamalara imza attı. Neticede paralel yapı mevzusunu Jandarma ziyaretinde kapatması 15 Temmuz'da Jandarma'nın darbe içerisinde yer alması gerçeğini değiştirmeyeceği gibi, tutuklu subaylarda tahliye oldular ve Özel'den daha fazla anılıyorlar.

Yıllar önce orduya ve siyasete kurulan komplonun benzeri bugün yine tekrarlanmaktadır.

    Sivil talepler neticesinde ordu da bir takım değişiklikler yapılmıştır. Gözden kaçan husus ise bu düzenlemelerle ordunun oldukça Pentagon güdümüne girdiğidir. Bu durum ise darbeleri önlemek bir yana darbeye davetiye olarak kabul edilmelidir. Siyasi manada ise ülke bir sistem değişikliği yaşamıştır. Seçim neticelerine göre iktidar partisinin güç kaybettiği ve tasfiye sürecine girdiği belirli çevrelerde tartışılmaya başlanmıştır. Bu tartışmalar sürerken siyaset kurumunu zedeleyici bazı girişimlerde bulunulabilir. Nasıl ki sivilleşme bazı gruplarca savunuluyorsa siyaset kurumunun zedelenmesi de başka gruplarca savunulma ihtimali muhtemeldir. Ancak unutulmaması gereken bu müdahalelerin aynı odaklarca uygulamaya koyulduğu ve top yekün Türkiye'nin kaybetmesinin tasarlandığı dır. Doğru bir sivil asker ilişkileri ile doğru siyasi gelişmeler sağlıklı bir düzeni doğurabilir.



***

21 Şubat 2021 Pazar

ABD FETHULLAH GÜLENİ İADE ETMEZ

ABD FETHULLAH GÜLENİ İADE ETMEZ




ANALİZ
20:24 11.08.2016
(Güncellendi 14:33 15.08.2016)




Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, 15 Temmuz darbe girişiminin planlayıcısı olduğu öne sürülen Gülen Cemaati lideri Fethullah Gülen'in Türkiye'ye iade edilmesi talebiyle ilgili olarak, "ABD Gülen'i iade etmez. Zira CIA'nın Gülenciler ile dünya çapındaki istihbarat işbirliği ortaya çıkar. Ayrıca çok sayıda ajan teşhir edilmiş olur" dedi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan
© AA / SEFA KARACAN


Erdoğan: ABD bir tercih yapacak, ya Türkiye ya da darbeci FETÖ
"Mahkeme, darbe talimatının müritleri tarafından değil de, bizzat Gülen tarafından verildiği hususunda kesin delil talebinde bulunacak" ifadesini kullanan Elekdağ, şunları söyledi: "Bu bakımdan önümüzde 3-4 sene sürecek bir mahkeme süreci görünüyor. Bu uzun sürecin Türk-Amerikan ilişkilerini kopma noktasına getirmesi tehlikesini göz ardı etmemek gerekiyor. Bu nedenle Washington, Gülen'i Türkiye'ye iade etmeyeceğinden emin olduğu bir ülkeye sığınmasını kolaylaştırma yoluna gidebilir."

Sözcü'den Uğur Dündar'a konuşan Şükrü Elekdağ'ın açıklamaları şöyle:
Sayın Elekdağ, kalkışma sonrasında Hükümetin üst komuta bağlantılarına ilişkin yaptığı yeni düzenlemeye, emir-komuta birliğini bozacağı, hatta TSK'yı perişan edeceği gerekçesiyle yoğun tepki gösterildi. TSK'nın güçlendirilmesine ve itibar restorasyonuna ihtiyaç duyulduğu bu sıkıntılı dönemde neden böyle bir karar alındı?

Resmi Gazete
© AA

TSK'dan ihraçlar başladı, çok sayıda medya kuruluşu kapatıldı Hükümet, tek elde yoğunlaşmanın darbelere yol açtığı görüşünden hareketle, sivilleşme havası vererek, askeri kuvveti dağıtıyor. Genelkurmay Başkanlığı, koordinatör-sembolik bir makam olarak Cumhurbaşkanlığı'na bağlanıp izole ediliyor. Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri, Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanıyor. Cumhurbaşkanı ve Başbakan, kuvvet komutanlarına resen emir verebilecekler. Bu düzenleme, Genelkurmay Başkanlığı'nın TSK üzerindeki fonksiyonunu ortadan kaldırıyor ve emir-komuta birliğini yerle bir ediyor. Emir-komuta birliği, ordunun tüm imkan ve kabiliyetlerinin eşgüdüm içinde tek hedefe yöneltilmesini sağlar. Bir orduda emir-komuta birliği olmadığı takdirde, o ordu, tüm potansiyelini hedefe odaklayamaz, komutanlık gücü zayıflar, disiplin ve koordinasyonu bozulur. MÖ 500 yılında yaşamış olan stratejinin babası Sun Tzu'dan başlayarak, Makyavel ve Karl Von Caussewitz'e kadar bütün stratejistler, eserlerinde emir-komuta birliğinin ülke savunmasındaki yaşamsal önemini vurgulamışlardır. Uzun lafın kısası, emir-komuta birliği olmayan bir ordu savaş yapamaz.

'15 TEMMUZ'UN HEDEFİ CUMHURBAŞKANIDIR'
Orgeneral Başbuğ'un, yanlış teşhisle tedavi olmaz demesinin anlamı bu sözlerinizle daha netleşiyor.

Hava Astsubay Zekeriya Kuzu
© FOTOĞRAF : DHA

Darbeci astsubayın ifadesi: Cumhurbaşkanı'nı alıp geleceksiniz
Evet. Başbuğ, “Darbeyi yapan TSK değil ordu içine sızmasına müsaade ettiğiniz tarikatçı cuntadır, bu itibarla faturayı TSK'ya çıkarmayın” diyor. Ben de bir kere daha belirteyim. 15 Temmuz kalkışmasının nedeni, asla TSK'nın teşkilat yapısı değil, “ne istediler de vermedik” mantalitesidir. Bu itibarla bu düzenlemeden vazgeçilmelidir. Yaşadığımız coğrafyada, dış odaklar ülkemizi bölmek ve parçalamak için her vasıtaya başvurmakta, iç ve dış terör tehdidi de giderek yoğunlaşmaktadır. Bu şartlarda, güçlü ve caydırıcı niteliklere sahip ordusu olmayan bir Türkiye, varlığını ve bütünlüğünü koruyamaz. Bu itibarla ordumuzun yeniden yapılandırılmasında, günlük kısa vadeli amaçlarla hareket edilmemeli, TSK'nın ve uzman görüşlerinin dikkate alındığı akılcı bir yaklaşım sergilenmelidir.
Orgeneral Başbuğ, tehlikeye işaret ederek “Bu işin arkasındaki (küresel) güçlerin asıl hedefi Türk Ordusu'dur” diyor.

İlker Başbuğ
© AA
İlker Başbuğ: 15 Temmuz bir askeri darbe değil

Ergenekon ve Balyoz davalarında hedef Ordu'ydu. 15 Temmuz darbe girişiminin ise esas hedefi Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bertaraf edilmesidir!.. Bundan hiç şüpheniz olmasın. İslam aleminde saygınlık ve liderlik arayan Erdoğan'ın dış politikasının merkezine Filistin davasını ve İsrail düşmanlığını oturtmuş olması, demokrasi ve terör konularında Batı'ya sürekli ikiyüzlülüğünü hatırlatması, 'Ey Batı…' diyerek Batı dünyasına ayar vermeye çalışması, Ortadoğu'da ABD çıkarlarıyla çatışan bir politika izlemesi ve İslamcı bir lider olması nedeniyle ona karşı önyargılı olan, güven duymayan, 'hesapsız' çıkışlarından aşırı rahatsızlık duyan odakların oluşmasına yol açmıştır. Bu odakların, Erdoğan'ın siyasi kaderine karşı fazla duyarlı olması beklenemezdi. Nitekim, 15 Temmuz gecesi 23:15'te ABD Büyükelçiliği yoluyla Washington'dan siyasi destek talebinde bulunan AKP Hükümeti'ne, ancak Erdoğan'ın hayatta olduğu ve darbecilerin kaybedecekleri anlaşıldıktan sonra cevap verilmiş, saat 02:05'te Beyaz Saray ve ABD Dışişleri Bakanlığı eşzamanlı açıklamada bulunarak 'Türkiye'de tüm tarafların seçilmiş Hükümet'i desteklemeleri gerektiği' ifade edilmiştir. Sözünü ettiğim odakların maşası olan Cemaat, 17/25 Aralık krizinde rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla Erdoğan'ı düşürmek istemişti. O zaman başarılı olsalardı, 15 Temmuz kalkışmasına ihtiyaç kalmayacaktı.

Peki, ABD ve Avrupa'daki büyük devletler TSK'nın güçlü olmasını isterler mi?
Bu devletlerin stratejisi, Türk Ordusu'nun, Anadolu coğrafyasına hapsedilmiş sıradan bir 'savunma ordusu' olarak kalması ve 'bölgesel boyutta askeri imkân ve kabiliyetlere sahip bir güce' dönüşmesinin engellenmesidir. Yani TSK'nın Anadolu coğrafyası dışındaki tehditlere karşı taarruz yetenekleri olan bir orduya dönüşmesini istemezler. TSK'nın kendisine böyle bir yetenek sağlayacak silah sistemleri sağlama girişimlerini önlerler. Türk Ordusu'nun bölgesel operasyonlar yapacak imkân ve kabiliyete erişmesi bu devletler için bir kâbustur.

Yapılan bir kamuoyu araştırması halkın %70'inin darbe girişiminde bulunan FETÖ'nün arkasında ABD'nin bulunduğuna inanıyor. Bu doğru olabilir mi?


Türkiye darbe girişimi

© REUTERS / OSMAN ORSAL

'Halkın yüzde 70'i darbe girişiminin arkasında ABD'nin olduğunu düşünüyor'
Halkta böyle bir şeyi ancak ABD yapar yolunda bir eğilim vardı. Ancak darbe girişiminin hemen ertesi günü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu'nun canlı televizyon yayınına bağlanarak 'Darbenin arkasında ABD vardır' demesi, Hükümet'in görüşü olarak algılanmış ve büyük bir olasılıkla halkın bu istikametteki eğilimini kuvvetlendirmiştir. Yine o günlerde Başbakan Yıldırım da isim vermeden ABD'yi suçladı ve “Bu olaydan sonra Gülen'in arkasında duracak ülke göremiyorum. Duracak ülke, Türkiye'ye karşı ciddi bir savaşın içindedir. Türkiye'ye dost değildir” diyerek tansiyonu yükseltti. Bu sert meydan okumayı üstüne alınan ABD Dışişleri Bakanı Kerry, “Bu türden ifadeler Türk-Amerikan ilişkilerine zarar verir” diyerek Türk Hükümeti'ni uyarmak ihtiyacını duydu. Öte yandan Gülen'in bu işi bir 'üst aklın' yönlendirmesiyle yaptığını söyleyen Cumhurbaşkanı'nın dilinden düşürmediği 'üst akıl' lafı da kamuoyu tarafından 'Amerika' olarak algılanıyordu. Ancak, ABD Genelkurmay Başkanı Dunford'un Ankara'ya yaptığı ziyaretle birlikte birden yelkenler suya indi ve Hükümet açıktan ABD'yi suçlamayı bıraktı. Hatta söz konusu ziyaret hakkında Başbakanlık tarafından yapılan resmi açıklamada, “Stratejik ortağımız ve müttefikimiz ABD milletimiz ve demokrasimize yönelik bu terörist darbe girişimine karşı tutumunu açık ve kararlı biçimde sergilemiştir” denilerek ABD övüldü ve suçlamaktan vazgeçildi. Bu konuda Hükümet'in sövgüden övgüye giden bir tutumuna tanık olduk. Sonuçta, eskilerin 'hikmet-i devlet' (raison d'état) dedikleri kavram, Hükümete tam bir U dönüşü yaptırarak, makul olan çizgiye getirdi.

Peki, bu konuda sizin görüşünüz nedir?

Obama'nın, görevini bırakmasına üç ay kala, başarılı olmaması ve ABD'nin arkasında bulunduğunun ortaya çıkması halinde, Türkiye'nin NATO üyeliğini dahi gözden geçirmesine yol açacak boyutta stratejik sonuçlar doğuracak hukuk dışı bir operasyona emir vermesini mümkün görmüyorum. Ancak, ABD derin devleti içinde aktif olan ve CIA ile irtibatı bulunan gurupların bu darbe girişiminde rol oynamaları mümkündür.

Gelelim en önemli soruya: Gülen'in Türkiye'ye iadesi sağlanabilecek mi?



Fethullah Gülen
© FOTOĞRAF : TWİTTER

'Gülen'in iadesi kolay değil, cemaatçiler karda yürüyüp izini belli etmeyen insanlar'
ABD Gülen'i iade etmez!.. Zira CIA'nın Gülenciler ile dünya çapındaki istihbarat işbirliği ortaya çıkar. Ayrıca çok sayıda ajan teşhir edilmiş olur. Ulusal Güvenlik Direktörü James Clapper'in “Gülencilerin darbedeki rolü konusunda ikna edici veriye sahip değiliz” ifadesi, daha şimdiden ABD istihbarat camiasının bu sorunu yokuşa sürme niyetine işaret ediyor. Clapper, ABD'deki, CIA da dahil, 16 istihbarat kuruluşundan oluşan “Ulusal İstihbarat Konseyi”nin başkanıdır. Bu mevkideki bir yetkilinin 15 Temmuz darbesi sorumluları hakkında çok açık bilgisi olması gerekir. Buna rağmen Gülen'i koruyucu bir açıklama yapması endişe vericidir. Önemli bir nokta da; Türkiye ile Amerika arasındaki suçluların iadesi anlaşmasının 3. Maddesinin, siyasi nitelikte suçluların iade edilmeyeceğini öngörüyor olmasıdır. Ancak devlet veya hükümet başkanına işlenmiş veya işlenmesine teşebbüs edilmiş bir suç, siyasi nitelikte bir suç sayılmıyor. New York Bölge Mahkemesi'nin, İngiltere'de terör suçundan hapse mahkum edilip ABD'ye kaçan bir mahkumu siyasi suçlu sayarak İngiltere'ye iade edilmemesini öngören bir kararı var: John Doherty Dosyası… Bu da, mahkeme safhasında Gülen'in suçunun hangi nitelikte olduğunun (siyasi mi, terör mü?) uzun tartışmalara yol açacağını gösteriyor. Ayrıca mahkeme, darbe talimatının müritleri tarafından değil de, bizzat Gülen tarafından verildiği hususunda kesin delil talebinde bulunacak. Bu bakımdan önümüzde 3-4 sene sürecek bir mahkeme süreci görünüyor. Bu uzun sürecin Türk-Amerikan ilişkilerini kopma noktasına getirmesi tehlikesini göz ardı etmemek gerekiyor. 

Bu nedenle Washington, Gülen', Türkiye'ye iade etmeyeceğinden emin olduğu bir ülkeye sığınmasını kolaylaştırma yoluna gidebilir.
Başta AKP, 
Siyasi partiler ve liderleri Türkiye'nin yaşadığı bu kanlı darbe girişiminden hangi dersleri çıkarmalı?

Türkiye'de darbe girişimi
© AP PHOTO / PETROS KARADJİAS

Japon Uzman: Darbe girişimi iki nedenden dolayı başarısız oldu
Yaşadıklarımız şu üç önemli gerçeği zihinlerimize nakşetti: 

Birincisi, laiklik ilkesi siyasi amaçlar için çiğnenmeseydi, Türkiye bu felaketi yaşamazdı. 

İkincisi; dinle siyaseti birbirine karıştırmayan laik sistemin hakim olduğu bir ortamda bu felaket gerçekleşmezdi. 

Üçüncüsü; demokrasiye darbe din silahıyla yapıldı. Bu üç gerçekten çıkaracağımız sonuçlar şunlar: 
1) Atatürk'ün öngördüğü gibi, ülke yönetimi din veya ideolojiye değil, akıl ve bilime dayanmalıdır. 
2) Laiklik, herhangi bir cemaatin, tarikatın devlete hakim olmasını ve dini siyasi bir güç olarak kullanmasını önler. 
3) Laikliğin ayrıştırıcı değil, birleştirici fonksiyonu vardır. Halkımızın barış, huzur, birlik ve beraberlik içinde yaşamasını ve demokratik rejimin istikrarını sağlar. 

Türkiye 15 Temmuz felaketinden bu dersleri çıkarırsa, uğradığı kayıpları daha kısa bir sürede telafi eder, ekonomik ve demokratik gelişmesini pekiştirir, daha itibarlı, daha saygın bir ülke olur. Bu söylediklerimizin gerçekliğini anlamak için başımızı şöyle bir kaldırıp çevremize bakmak kafidir. Laiklik ilkesine sırtını dönen Arap ve Müslüman ülkelerde gördüğümüz şaşmaz senaryo, şeriat yanlısı İslamcı kesimin din devleti düzeninde kendi değerlerini toplumun geri kalan kısmına dayattığı, bunun sonucunda özgürlükler ve insan haklarıyla bilim ve sanatın yok olduğu, çatışmalarla ülkenin kan gölüne döndüğü ve halkın sefalet ve cehalet içinde yaşadığıdır. Merhum büyük bilim adamı Halil İnalcık'ın söylediği gibi, “Türkiye için gerek Batı, gerek İslam dünyası karşısında bir tek yükseliş yolu vardır. Atatürk devrimini gerçek ruhuyla benimsemek ve şaşmaz bir şekilde izlemek.”

https://tr.sputniknews.com/analiz/201608111024341740-abd-fethullah-gulen-emekli-buyukelci-sukru-elekdag/

***


8 Ekim 2020 Perşembe

AB SÜRECİ., CUMHURİYETİ TASFİYE SÜRECİDİR.

 AB SÜRECİ., CUMHURİYETİ TASFİYE SÜRECİDİR.

AB Süreci, Cumhuriyeti Tasfiye Sürecidir,Erol Manisalı,İlker Başbuğ,Gümrük Birliği,



Prof.Dr. EROL MANİSALI,

Brüksel’dekiler kritik kopma noktalarında, doluşup Ankara’da boy gösterirler. Bu AB’nin Türkiye Politikası açısından vazgeçilmez bir durumdur.

Komisyon Başkanı Barroso ‘nun gelişi de bu hamlelerden biri.

AKP hükümeti, AB’nin Türkiye politikalarının yürütülmesi açısından çok önemli. AKP ile AB arasında iyi bir "alışveriş dengesi" kurulmuş;

sen beni kolla, ben de senin istediklerini bir bir vereyim…

İşte Barroso " Dava açılmasının ardından " bu ortamın bozulmaması, AB sürecinin aksamaması için geldi. Tabii ki "AB sürecini" yürütecekler,

süreç kesilirse Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi ve ayrıştırılması aksar, bunu istemezler.

Daha önce de birkaç kritik kopma noktasında Brüksel’in patronları devreye girdiler:

- 6 Mart 1995’te "AB’ye alınmayacak olan Türkiye’nin Gümrüklerinin ve üçüncü ülkelerle ilişkilerinin ipotek altına alınması için" devredeydiler.

Yalnız Brüksel değil Washington da devredeydi. İşin Washington ayağını, bugün Kürdistan projesini yürüten Richard Holbrooke üslenmişti.

- Aralık 1999’da, " Koşullu adaylığı kabul etmem " diyen Ecevit ‘i bu göstermelik adaylığa sokmak için, Brüksel’in patronları Helsinki’den gece yarıları

apar topar Ankara’ya üşüştüler. Ankara’daki kimi taşeronları ile Ecevit’e yüklendiler ve onu pes ettirdiler. Amaçları, "Türkiye’yi AB’nin yedeğine almaktı."

Ecevit, "İçime Sindiremedim…" diyerek imzalamak zorunda bırakıldı.

- 3 Ekim 2005’teki, "Türkiye’nin AB’ye alınmadan, bekleme odasında nasıl iğfal edileceğinin koşullarını belirleyen" çerçeve anlaşması, Tayyip Erdoğan ve

Abdullah Gül ‘ün alkışları arasında imzalanırken medyada karartma uygulattılar.

Lozan’ın altını yavaş yavaş oyacak bu belge, Kızılay Meydanı’nda havai fişeklerle kutlandı. Avrupa emperyalizmine karşı Ankara’da kurulan Cumhuriyetin

tasfiye süreci bu sefer, "AB süreci" adı altında tersyüz edilerek kutlanıyordu.

10 Nisan 2008’de Komisyon Başkanı Barroso’nun gelişinde ise "AB sürecinin Ankara ayağının yıkılmasını engellemek amacı" esastı. Hükümet ile Brüksel

arasındaki alışveriş gereği, Brüksel’in patronları görevlerini yerine getiriyorlardı.

Hazır gelmişken "AB sürecini canlı tutmanın yanında", yorgunluklarını karşılayacak ek ganimetlerin de peşindeydiler. 301. madde gibi, Fener Patrikhanesi’ni

onurlandırarak "Lozan’ın dışına çıkarılması projesini" güçlendirmek gibi…

İlker Başbuğ ‘un, " Ulus Devlet ve Üniter yapının bozulmasına izin vermeyeceğiz " yönündeki çıkışı, Ankara ile Brüksel arasındaki alışverişe karşı bir tepkidir.

Aslında bu çıkışı Başbuğ’dan önce TBMM’nin yapması gerekmez miydi?

Onlar yapmadığı, gerçek demokratik sistem çalışmadığı için, iş yine kendilerine kaldı.

Ali Kırca’nın karşıma oturttukları…

Konu yine "AB süreci"… Birkaç hafta önceki Siyaset Meydanı’nda Kırca karşıma, "Dinci-Barzanici" bir karma takım oturtmuştu. Biz ulusalcılar onlarla karşı

karşıyaydık.

Bir iki hafta sonra tekrar, 10 Nisan 2008’de katıldığım Siyaset Meydanı’nda ise karşımızdakiler, Avrupa Birliği ve Patronlar Kulübü karmasından oluşuyordu.

İşin en komik yanı da kimilerinin Türkiye-AB ilişkilerini, "Kanarya sevenler mi yoksa bülbülü tercih edenler mi" biçiminde göstermek istemeleriydi. "AB’ye

karşı mısınız, yoksa yanında mısınız" diye sorulduğunda, "AB’nin (ve Batı’nın) Türkiye ve bölge üzerindeki sömürgeci politikalarının üstü örtülmüş oluyordu."

Karşımızdakiler, konuşmaların şöyle yapılmasını istiyorlar:

- AB’ye kim girdi de kaybetti? 40 yıl önce Portekiz, Yunanistan bizden geriydi, girdiler zenginleştiler…

- AB içinde demokrasi var, özgürlükler var, girin siz de zenginleşin, özgür olun…

- İşte bu nedenle de AB süreci aksamadan yürütülmeliydi.

Oysa soruların şu şekilde sorulması gerekir:

- Siz onların "AB süreci" adı altında Türkiye’yi Sömürgeleştirerek parçalamasını mı istiyorsunuz?

- Yoksa AB ile yan yana, karşılıklı çıkarlarınızı koruyarak iki normal ülke gibi mi yaşamayı tercih edersiniz?

Karşı takımdakiler sorunun böyle sorulması gerektiğini çok iyi bildikleri halde " Olayı Özellikle saptırarak " AB sürecinin yürütülmesini savundular.

- AB’nin çıkarları bunu gerektiriyordu…

- AB ile alışverişte bulunan AKP’nin işine bu geliyordu.

- Kimi büyük sermaye çevreleri, " AB (ve Batı) politikalarının bir parçası olmak zorundaydılar. "

- Tabii ki Türkiye’deki bölücüler, AB sürecine destek vereceklerdi, onlar da AB’yi arkalarına alacaklardı.

Avrupa Parlamentosu’nu temsil eden parlamenterin davranışı ise Brüksel’in gerçek yüzünü ortaya koydu. Hitler döneminde dünyaya bakan gözlerin,

bugün Brüksel’den Türkiye’yi nasıl seyrettiğini, herkes ekranlardan canlı canlı izledi.

Halkımız, AB’nin maaşlı avukatlarına karşı, "% 90" oranıyla yanımızda yer aldı, kamuoyu yoklamaları böyleydi. Halkı kandıramadılar…

Birkaç hafta arayla Ali Kırca ‘nın seçip de karşımıza oturttukları ilginç bir kompozisyon oluşturuyordu:

Kimi dinciler, Barzaniciler, Avrupa Parlamentosu’nun Alman üyeleri ve kimi sermaye çevrelerinin maaşlı avukatları…

Sanki işgal dönemindeki İstanbul’daydık, ne yazık… Ve karşımızdakiler bütün güçleriyle, "AB sürecinin aksamadan yürümesini"

ısrarla savundular.

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali



11 Şubat 2019 Pazartesi

İlker Başbuğ: Bugün olsa yine Kozmik Oda’yı açardım

İlker Başbuğ: Bugün olsa yine Kozmik Oda’yı açardım.






Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, 2009 yılında dönemin başbakan yardımcısı Bülent Arınç'a suikast iddiasıyla açılan Kozmik Oda hakkında konuştu. Başbuğ, Kozmik Oda'yı açmaması durumunda Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitlioğlu ve Uğur Mumcu suikastlarının Türk Silahlı Kuvvetleri'ne 'yıkılacağını' söylerken "Gerekeni yaptığımızı düşünüyorum. Bugün olsa yine Kozmik Oda’yı açardım" diye konuştu.
  © Tempo24 
  
Basin Yayin ve Produksiyon Limited Sirketi tarafından sağlanmıştır
Yeni kitabı ‘Ergenekon’dan Çıkış’la okurunun karşısına çıkan Başbuğ, Hürriyet gazetesinden İpek Özbey'e konuştu. Başbuğ'un açıklamalarından bir kısım şöyle:
En kritik ve tartışmalı döneminizi ‘Kozmik Oda’ sürecinde yaşadınız. Arama izniniz yıllardır tartışılıyor. Pişman mısınız?
Hayır, gerekeni yaptığımızı düşünüyorum. Bugün olsa yine Kozmik Oda’yı açardım. Kozmik Oda olayı basında gereğinden fazla büyütüldü. TSK’ya gerçekten samimi duygularla güvenen, seven insanlarımızın psikolojik olarak yüreklerini dağlayan bir olay oldu, üzüntü yarattı. Tenkit edenler olabilir, samimi tenkitlere saygımız var. Ama olayı saptırarak yanlış noktalara götürenlere karşı da pek saygı duyduğumu söyleyemem. Bizim prensibimiz şu oldu: Biz o gün doğru yaptığımızı düşündük, bugün hâlâ öyle düşünüyorum.

Ya karşı dursaydınız?

Birincisi “Silahlı Kuvvetler Bülent Arınç’a suikast planlaması yaptı. Burayı açmasaydık ortadaki delilleri kararttılar” diyeceklerdi. Ama bizim için önemli olan ve yüreğimizi dağlayan bir olay var. Burada Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitlioğlu ve Uğur Mumcu suikastlarıyla ilgili bilgi arandı. Biz Kozmik Oda’yı açmasaydık bu cinayetlerin arkasında TSK var denecekti. Genelkurmay’ın tepesindeki bir kişinin gereken işlemi yapmadan bu iddiaları havada bırakması doğru değildi.

Şunu mu diyorsunuz: Kozmik Oda’yı Açmasaydık, Uğur Mumcu cinayeti üstümüze kalacaktı!

Gayet tabii. İki gün sonra diyeceklerdi ki “Biz suçüstü yakalamıştık, imha ettiler, izin vermediler vs”. Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle Özel Kuvvetler arasında ilişki kurulması tüylerinizi ürpertmez mi? Biz bu iddiaların çürütülmesinin gerekli olduğu kanaatine vardık. İddialar çok vahimdi. Ciddiye almadan aratmamak olabilir miydi, olabilirdi. Ama iddiaların daha güçlenerek, bugün değil ama yarın Silahlı Kuvvetler’in karşısına getirilmeyeceğinin garantisi var mı? Bu iddianın ortadan kaldırılması bizim için hayatiydi. Kozmik Oda’daki arama 19 Aralık 2009’da başladı, 20 Ocak 2010’da bitti. Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı’nda bakılan her şey, Genelkurmay Destek Kıtaları Komutanlığı’nın kasasına çift mühürle kitlendi. Bu süreçte Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı’ndan bir tek kâğıt parçası, belge, bilgi dışarıya çıkmadı. Ne zaman çıktı, 16 Mart 2013... Hassasiyet gösterenler bu konu üzerinde dursunlar. 16 Mart 2013’te bu bilgiler verildi, dönemin Genelkurmay Savcısı da Muharrem Köse’ydi. Tamamen yasadışı. Bu bilgiler nereye gitti, ne oldu? Bunun üzerinde durulmalı. Biz kozmik odayı açarak aslında FETÖ’nün oyununu bozduk.

http://www.msn.com/tr-tr/haber/gundem/ilker-ba%c5%9fbu%c4%9f-bug%c3%bcn-olsa-yine-kozmik-oday%c4%b1-a%c3%a7ard%c4%b1m/ar-BBTqsTO?ocid=ientp

***


13 Ekim 2017 Cuma

YARSAV


YARSAV

Eminağaoğlu Savunmaya Geçti 

19 Mart 2009 08:49 

YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, askerliğini neden yapmadığından, Ergenekon'a verdiği desteğe kadar sert sorulara cevap verdi. 

YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, askere gitmemek için sahte çürük raporu aldığı iddialarını Zaman'dan Nuriye Akman'a değerlendirdi. 

"Anayasa askerlik demiyor, vatan hizmeti diyor. Vatan hizmeti kamu kurumlarında da yerine getirilebilir." ifadesini kullanan Eminağaoğlu, bu konunun dünyada da çok 
tartışıldığına dikkat çekiyor. Ergenekon soruşturması sırasında polisin aradan çekilmesini isteyen Eminağaoğlu, AK Parti kapatma davasıyla ilgili iddianamenin, 
İşçi Partisi'nde çıktığının hatırlatılması üzerine de, "Onu ben bilemem. Ben o konuyu devam eden dava nedeniyle yanıtlamam." diyor. 

-Yargıtay Başsavcısı'nın açtığı AKP kapatma davasında iddianamenin Abdullah Gül ile ilgili kısmı İşçi Partisinde çıktı. Siz de bu iddianameyi önceden almışsınız. 
İddianameyi sizi çok sevdikleri için mi verdiler? 

-Son derece bilgi kirliliği. Bir taş bir yere atılıyor ve ondan sonra uğraşıyorsunuz çıkaramıyorsunuz. Bu budur. Tamamı yanlış bu dediğinizin. 

-İşçi Partisi'nde çıkmadı mı bu iddianame? 

-Ben o tarafını bilemem. Tamamı yanlış. 

-Bilemiyorsunuz nasıl dersiniz ki yanlış. 

-Bakın şu belgeye. İstanbul'da açılan bir davanın 291. klasöründeki 78. sayfa. 

-Hangi dava efendim? 

-Kamuoyunda bilinen bir dava. 

-Ergenekon davası desenize şuna. 

-Bakınız Türkiye'de gerçeklerin nasıl çarpıtıldığına. Şurayı okuyun: 

-"AKP dosyasını Eminağaoğlu'na iletelim. Görüşünü alalım, limandaki yemeğe yetiştirelim. Yemeğe Eminaağaoğlu dışında Ergun Poyraz ve Levent Ersöz Paşa da gelecek" 
notunun alındığı... Tamam, buradan çıkıyor bu soru zaten. 

-Buradan çıkıyor. Bu, polisin değerlendirme belgesi. Onu da savcı iddianameye koyuyor. Olduğu gibi. Söz konusu belgenin oluşturulma tarihine bakıldığında 2 Ocak 2008. 
Yani yemek o gün olmuş oluyor. Dolayısıyla burada bir maddi hata olmadığını şu tarihte, şuradan anlıyorsunuz, nereden? Dolayısıyla diyor, 
Ak Parti'nin kapatılma iddianamesi açılmadan yaklaşık üç ay öncesinde diyor bu yemek için. Dava ne zaman açıldı? 14 Mart 2008. Adı geçen şahısların bir araya gelerek 
Ak Parti'nin kapatılması ile ilgili hazırlık yaptıkları... Tamam, kimlerle bu işler olmuş? 

Belgeler İşçi Partisi'nde ne geziyor ben bilemem... 

-Ergun Poyraz, siz ve Levent Ersöz. 

-Ergun Poyraz ne zaman tutuklandı? 27 Temmuz 2007. Bu yemek ne zaman yenmiş? 2 Ocak 2008.Siz böyle bir yemeği yiyebiliyorsanız gelin ben bu sorunuzu yanıtlayayım. 

Bakın bunun altında kaç tane polisin imzası var. Yedi aylık tutuklu bir adamla, Ankara'da olmayan bir kişiyle bana Ankara'da yemek yedirerek böyle bir şey yapılıyorsa ben bu soruyu nasıl yanıtlayabilirim. Bu İşçi Partisi'nden çıkan belge deniliyor. 

-Peki İşçi Partisi'nde ne geziyor? 

-Ben bilemem. Ben o konuyu devam eden dava nedeniyle yanıtlamam. 

-Peki onlar sizin arkadaşınız mıdır? 

-Benim görüşmüşlüğüm yoktur. Ben bu kişileri ismen bilirim, tanırım. 

-İddianamede isminiz 16 yerde geçiyor. 

-Bu konu beş yerde geçiyor. Ve beş yerde de birebir tekrar olarak geçiyor. O zaman bu iddianame beş kişi hazırladı da, beş tane metin mi birleşti tartışmaları oluyor. Bunlara girmeyelim. Ama iki konu hep tekrar. 

-O tarihlerde olmayabilir, siz ömrünüzde hiç bu kişilerle bir araya geldiniz mi? 

-Bakınız, ben böyle bir yemek yemedim. Ve şunu ifade edeyim, şimdi devam eden davada bu olayın diğer taraflarının bir takım savunmaları var. Sanki o savunmalara destek gibi bir algı asla yaratılmasın. Ama bu gibi şeyler soruşturmanın neden polis tarafından yürütülmesin dememizin sadece bir örneğidir. 

-Ama soruşturma polis tarafından yürütülmüyor ki. Hakim ve savcılar tarafından yürütülüyor. Ve bütün tutuklanma, gözaltına alınma kararlarını da hakimler veriyor. 

-O zaman Emniyet Genel Müdürlüğü bana şu yazıyı nasıl yazabiliyor. Bakın kim yazıyor? 

Emniyet Genel Müdürlüğü. İbrahim Kulular, basın halkla ilişkiler müdürü. 

Ben diyorum ki benim hakkımda bir istihbari bilgi topluyor musunuz? Adı geçen şahsın İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülmekte olan, kamuoyunda Ergenekon olarak bilinen kovuşturma çerçevesinde şüpheli ve tanık olarak yer almadığı anlaşıldı diye cevap veriyor Ben Emniyet'e bunu sormuyorum ki, niye Emniyet yanıtlıyor? 

-Kime sordunuz bunu? 

-Ben Emniyet'te benim hakkımda istihbari bilgi topluyor musunuz diye soruyorum. Bu ne demek? Soruşturmayı savcılar yürütüyor ama işin mutfağını siz Emniyet'te kurarsanız ne olur? Mutfakta pişen yemeği yeni baştan pişirmiyorsunuz. Mutfakta pişen yemeğin malzemesi ile ancak tuz eklersiniz, tatlısına şeker eklersiniz bilmem ne yaparsınız. Hükümete karşı bir darbe soruşturmasını hükümete karşı güvencesiz polislerle yapan dünyada bir tane ülke gösterin ben bu iddiamdan vazgeçeyim. Türkiye'de 70 milyonun izlenmesine yönelik kararın altında kimin imzası var? Yargıç imzası var. 70 milyonu izleyebilir misiniz? Türkiye'de Emniyet'in istihbari dinlemeleri delil olsun diyen kararın altında yargıç imzası var. İstihbari dinlemeleri delil yapabilir misiniz? Durum şu Nuriye Hanım. Yargı sistem olarak öyle bir konumda ki istihbari birimler ve yürütme birimleri karşısında rahat bir ortamda çalışamıyor. Belge, doküman bombardımanı altında tutuluyor. Yargı serbest ve bağımsız ortamı bulduğu anda hukuk pusulası şaşmaz. 

-Siz bu davayı yürüten savcı meslektaşlarınıza güvenmiyor musunuz? 

-O savcılar Emniyet'e mecbur bırakılmamalıdır. O savcılar, hangi savcı olursa olsun bir hukuk devletinde soruşturmanın gerektirdiği çalışma koşullarına sahip edilmeyen savcılardır. Biz diyoruz ki, soruşturmanın sahibi savcıdır. O savcı, o soruşturmayı da yürütmelidir. 

-Ama şimdi siz onların adına bir yargıda bulunmuş olmuyor musunuz? 

-Yargıda bulunmuyorum hayır. O savcılar yürütmelidir. Ancak o savcılara o ortam sağlanmalıdır. Şu an itibariyle sürecin yürütmenin etkisi dışında yürütüldüğü tartışmalarını ortadan kaldıramazsınız. Adli polisi kurmaya Türkiye'nin zamanı yok deniyor. Adli polisi kurmaya zamanı yoksa olabildiğince savcı sayısını arttırırsınız. 

-Ama biraz önce şey demiştiniz, iddianameyi beş kişi hazırladı da, metinler mi birleştirildi? Daha fazla savcı olunca iyice sulanmayacak mı iş? İyice yokuşa sürmek mi istiyorsunuz meseleyi? 

-Biz hiçbir şey yokuşa sürülsün istemiyoruz. Hukuk neyi gerektiriyorsa öyle olsun. Bir örnek vereyim. Örneğin bir a örgüt davası. Ve bunu Emniyet'le beraber yürütmemeniz gerekiyor diyelim. Ne yaparsınız? Örgüt davasına bir savcı bakar. Diyelim ki yüz tane eylemi var, elli tane eylemi var, yirmi tane eylemi var. Her eyleme de bir savcı bakar. Ve bu bir noktada da birleşir tüm bilgiler. Yani bir olayı on kişiye vermiyorsunuz. X eylemine bir savcı bakar. Y eylemine bir savcı bakar, z eylemine bir savcı bakar. Ana örgüt yapısına bir savcı bakar. Ve tüm bu bilgiler bir noktada toplandığında sağlıklı bir şey bulur. 

-Ama zaten çok savcı var bu davada. 

-Kamuoyu görüyor nasıl yürüdüğünü. Savcının yürüttüğü bir soruşturmanın talepleri savcıdan gelir. Polis savcıdan talepte bulunuyorsa, o zaman bizzat savcı yürütmüyordur. 

-İşin polisiye yönü de var ama. Polisi nasıl dışlayacaksınız? 

-Vardır. Efendim bakınız yasa der ki, savcı polise der ki, şunu getir, şunu hazırla, şunu yap. Polis sadece savcının dediklerini yapar. Ama artık bugün Türkiye'de polis diyor ki savcılar şunu yapsın. Polis diyor, şunu yap, şu olsun, bu olsun. 

Türkiye'de her soruşturma yapılmalıdır. Etkin soruşturmalar yürütülmelidir. Ama kurallarıyla yürütülmelidir. Bu demek değildir ki polis soruşturma sürecinde asla görev alamaz. Elbette görev alır. Yasada kurallar var. Belli soruşturmaları sadece polisle yaparsınız. Ve siz ona göre bir işlem yaparsınız. Ama neden yasa terör suçlarında bizzat savcı diyor. 

-Benim anlamadığım şu, şimdi o savcılar mesleklerini iyi yapmıyorlar mı? Onların bir şikayetini duymadık. Siz onların adına polis seni yönlendiriyor, sen polisin emrinde çalışıyorsun nasıl diyebiliyorsunuz. Savcı meslektaşlarınıza niye güvenmiyorsunuz? 

-Bakınız Nuriye Hanım, bu dönemde belli soruşturmalar içeriği itibariyle çok fazla öne çıkıyor. 12 Mart dönemi bugün hafızalarda neyle yer alıyor? 

-İşkencelerle. 

-Nerede yapılır bu? 

-Asker eliyle. Ziverbey köşkünde. 

-12 Mart dönemi kısıtlanan özgürlükler nedeniyle hafızalarda. Bu özgürlüklerin kısıtlanmaları ve bir takım kötü muameleler soruşturmalara konu olmuş. 12 eylül'ün hafızalarda yer alması kısıtlanan özgürlükler ve dönemin soruşturmaları nedeniyledir. Ve o süreçte yine savcılar vardır. O savcılar yine görevleri için çalışmaktadırlar. Ama o soruşturmalar o yönetimlere bağlı kolluklardaki soruşturmalardır. 

-Ama askeri darbe dönemleri onlar. Şimdi öyle bir dönem yok ki. 

-Bakın Türkiye ilk kez bir şeye soyunmuş. Hükümete karşı bir darbe soruşturması yapıyor. Şimdi hükümete karşı darbe soruşturmasını hükümete güvencesiz olan polislerle yürütürseniz benzer tartışmaları yok edemezsniz. Biz diyoruz ki ne yapılıyorsa, nasıl yapılıyorsa bu tartışmaların yaşanmadığı, yok edildiği, sonuçta hukukun kazançlı çıkacağı bir çalışma ortamı ile yapılsın. Bu tartışmaları gidermenin yolu, 

-Polisi aradan çekmek! 

-Hükümete karşı bir eylemse o zaman ya polisi bütünüyle güvenceli kılarsınız, Türkiye'de böyle bir şey yok. Güvenceli kılamıyorsanız polisle bu iş yürütülemez. 

Mahkeme karar verene kadar Ergenekon bir iddiadır 

-Gelelim sadede. Sizce Ergenekon diye bir örgüt sizce var mı, yok mu? 

-Var mı yok muyu mahkeme karar verir. Mahkeme karar verene kadar bu bir iddiadır. Mahkeme karar verene kadar hiç kimse suçlu değildir. Eğer ilk kez bir örgütün terör örgütü olup olmadığı konusu varsa, ilk kez yargı önüne gelmişse terörle mücadele yasasının birinci maddesi terör örgütlerini tanımlar. Onun terör örgütü olup olmadığına karar verecek, o maddeyi yorumlayacak olan yargı organıdır. Ve ona bakacak olan Yargıtay'dır. Buna Emniyet terör örgütü dese, Jandarma dese, MİT dese, Genelkurmay dese hiçbir anlamı yoktur yargı için. Buna ilk karar verecek olan yargıdır. 

-Savcının hazırladığı iddianamede bu bir terör örgütü deniyor. 

-O bir iddiadır. Eğer biz şu şudur dersek davayı bitirmiş oluruz. 

-Ortada darbe planları var, cephanelikler var, kuyulardan çıkan kemikler var, cesetler var. Bunlar çeteleşmeye dair kuvvetli bir ihtimal olarak görünmüyor mu size? 

-Buna yargı karar verecek. Biz hukukun üstünlüğünü savunuyorsak, her türlü darbeye her boyutuyla karşıyız. Çünkü her darbe hukukun üstünlüğünü ortadan kaldırır. 

-Ama sesinizin darbe girişimlerinin aydınlatılması yönünde yükselmeyip de, sadece bunları aydınlatmaya çalışan meslektaşlarınıza karşı yükselmesi sizin Ergenekon'un savunucusu gibi resmediyor. 

-O resmi ortaya koyan biz değiliz. O resmi yaratan objektif değerlendirme yapmayanlardır. Biz soruşturma ve kovuşturmaların tarafsızlıkla, hukuk içinde, insan haklarına saygı çerçevesinde yürütülmesini istiyoruz. 

-Şu ana kadarki gelişmelere bakıp, memleket amma da çetelerin elinde kalmış mı diyorsunuz, yoksa bunlar fasa fiso mu diyorsunuz? 

-Biz kontrgerilla, gladyo, susurluk tipi devlet içinde konuşlanmış örgütlenmeleri her zaman ulusun gerçek iradesini yansıtan demokratik toplum düzeni için bir tehlike olarak görüyoruz. Bakınız, her şey soruşturulacak. Herkes soruşturulacak. Ama yargı süreci kesinleşene kadar siz bu budur diyemezsiniz. Buna yargı karar verecek. Biz her türlü darbeye karşıyız. Sonuna kadarda hukukun üstünlüğü mücadelesini yapacağız. Ama yargı sürecine saygı gösteriyoruz diyen kişiler şu an bir önyargıya kapılmasın. Yargıç ve savcılar da insan. Yargı bağımsızlığının beş tane unsurundan bir tanesi kamuoyuna karşı bağımsızlık. Bütün dünyada bu böyle. Yargıç da o kamuoyunun içindeki bir insan. Siz onun tüm çevresinde basınıyla, her şeyiyle bir önyargı yaratırsanız, yargıç oradan sıyrılıp tarafsızlıkla nasıl karar verecek. Yargıç hukuk ne gerektiriyorsa o kararı vermelidir. Kamuyoundaki herkes gibi ben de birey olarak, Yarsav başkanı olarak bir yerlerde bir takım cephaneler, silahlar bulunmuşsa nedir bunun amacı, bu araştırılsın diyorum. Yargı ve hukukun üstünlüğü niçin vardır? Hiç kimsenin etkisinde kalmadan o kuralları ihlal edenlerin üzerine gitmek için. Kim olursa. 

-Peki o zaman Sabih Kanadoğlu aranmaya gelindiğinde niye gidip orada duruyorsunuz? Niye sakin sakin beklemiyorsunuz sonucunu? 

-Ben Yarsav başkanıyım. Sabih Kanadoğlu Yarsav kurucu üyesi. Onursal Yargıtay başsavcısı. Ben oraya giderek o aramanın yapılış tarzını engelleyen, müdahale eden bir davranış içerisine girmiyorum. Ben oraya giderek hem kurucu üyemize, hem de hukuk adına ne olması gerekiyorsa onu yapmak için gidiyorum. 

-Ama sonuçta taraf oluyorsunuz. 

-Siz nasıl görmek istiyorsanız öyle görürsünüz. Ben hukuk adına gidiyorum ve orada hiçbir şekilde de hukuk dışı veya yasaya aykırı bir şeyde bulunmuyorum. Ben oraya gittiğimde hukukun üstünlüğüne olan saldırıyı yine hukuk önleyecektir diyorum. 

-Siz kendinizi ulusalcı diye tanımlar mısınız? 

- Eğer siz buna siyasi bir anlam yüklüyorsanız ben konumum itibariyle o siyasi anlamı yanıtlayamam. Ben, anayasa ne diyorsa Türkiye laik devlet diyorsa, ulus devlet diyorsa, hukuk devleti diyorsa, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti diyorsa cumhuriyet ben buyum. Yarsav siyaset dışıdır ve siyaset üstüdür. Biz siyaset dışı ve siyaset üstü olduğumuz için hiçbir siyasi düşüncenin ne yanındayız, ne karşısındayız. Yarsav'ın tek bir siyaseti vardır, yargı bağımsızlığıdır, hukukun üstünlüğüdür. 

-İlker Başbuğ ile özel bir görüşmeniz oldu mu? 

-Benim eşim daha evlenmeden önce Genelkurmay Başkanlığı'na hukuk müşaviri olarak girip çalışan bir kişi. Öyle yorumlar, öyle haberler üretildi ki, konu taa İlker Başbuğ ile gizli görüşme yaptı gibi bir boyuta geldi. Ben gizli bir insan değilim. Herkesin ulaştığı bir insanım. Bu haberi üreten kişi bana sormadan nasıl yazar böyle bir şeyi? 

-Görüşmedim deyin bitsin gitsin. 

-Bakınız, görevim gerektirse görüşürüm. Ama bugüne kadar hiçbir şekilde görevim, Sayın İlker Başbuğ ile bizzat görüşme durumunu ortaya çıkarmamıştır, böyle bir şey olmamıştır. 

-Özden Örnek'in darbe günlüklerini hangi duygularla okudunuz? 

-Ben Nokta dergisinin o sayısını aldım. O dergiyi de muhafaza ediyorum, okudum. 

-İkinci iddianameye de girdi. 

-Girdiği için bu budur, şu şudur diyemem. Hiçbir zaman darbe gibi bir söylem, çözüm olmamalıdır. 

-Onu okuduğunuzda hala bu çağda görüyor musun bak darbe hazırlıkları yapılmış, ne ayıp dediniz mi? 

-Mutlaka okuduğumda kişisel düşüncem olmuştur. Şimdi o günlüklerin neresi doğrudur, neresi eğridir. O günlükler hukuksal yollarla mı elde edilmiştir? Belki hukuksal yollarla elde edilmemişse mahkeme hiç kanıt saymayacaktır, onu bilemeyiz. Kanıt saymayınca belki başka bir karar ortaya çıkacaktır. Ama tekrar ediyorum herkesin çözümü hukukta görmesi gerekiyor. 

-Yani hala darbeden medet uman askerler var mı yok mu? 

-Herkesin her türlü düşüncesi olabilir. Bir kahveye gidersiniz insanlar ne olacak bu memleketin hali der. Türkiye'de her dönemde bugün bu siyasi düşünceyi benimsemeyenler, dünkünü benimsemeyenler, ondan önceki ondan öncekini benimsemeyen vardır. Ama her dönemde herkes ne olacak bu memleketin hali der. Herkes bir çözüm üretir. Hukuktan umudunu kesen başka şeyler söyler. İşte ordu gelsin der, darbe olsun der. Herkes bir şey söyler. Her dönemde çözümü hukukta görmek lazım. 

-Kahveden bahsetmiyoruz, ordudan bahsediyoruz. 

-Buna kamu görevlileri dahildir. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yıpratılmasından rahatsızlık duyarım. Türk Silahlı Kuvvetleri Türkiye Cumhuriyeti'nin koruyucusu, kollayıcısı, olmazsa olmaz bir ordusudur. 

-Türkiye'nin koruyucusu hukuk değil midir? 

-Elbette hukuktur. Ama TSK, yasasına göre Türkiye'nin koruyucusu ve kollayıcısıdır, iç ve dış saldırılara karşı. TSK içinde yanlışlar varsa, bu her kurumda olabilir. Bunu herkes hukuk neyse bunun yanıtını o sürecin sonunda, o süreçte yapar bulur eder. 

-Geçenlerde Tolon Paşa'nın bir ses kaydı çıktı. Orada savcılara küfrediyor. Ulan sen kimsin diyor. 

-Kamuoyuna yansıyan bilgiler itibariyle hukuksal olmayan yöntemlerle elde edilmeyen bir konuda konuşamazsınız. Eğer o hukuksal bir biçimde elde edilmişse, yargı onun gereğini yapar. Ama eğer hukuksal bir biçimde elde edilmemişse siz onu hiçbir biçimde kullanamazsınız. Ondan hareketle hukuksal bir sonuç yaratamazsınız. Ondan hareketle o kişi aleyhine hiçbir şey yapamazsınız. Kimsenin özel yaşamındaki konuşmasını onu kamuoyu önünde küçük düşürmek için kullanamazsınız. 

80'lerde bir hastalık nedeni ile askerliğe elverişsiz iken bugün iki hastalık nedeni ile askerliğe elverişsizim 

-Askerlik yapmanıza engel olan sağlık sorununuz, karın zarı ameliyatı geçirmeniz mi, yoksa karaciğerinizdeki bozukluk mu? 

-Ağustos ayında beni Star Gazetesi'nden bir muhabir aradı. Böyle bir iddia var, ne diyorsunuz dedi. Düşünün yirmi sene önceki bir olaydan dolayı bir anda bir gazeteci arıyor, böyle bir şey soruyor. Ne diyebilirim dedim. Yasaya, hukuka, mevzuata, sağlık yönetmeliğine aykırı olmayan bir şey. Bunu böyle bir özel amaçla yayın yaparsanız ben elbette hukuksal yollara başvururum dedim. Birkaç gün sonra bir başka gazetede yayınlandı. Türkiye o kadar hukuksuz günler yaşıyor ki benim askerlik raporlarım bugün internet sitelerine girin, tamamı internet sitelerinde yayınlanıyor. Bu haberleri yapan hiç kimse Sayın Eminağaoğlu sizin elinizdeki belgeler nedir? Bir bunların aslını görelim demek gereğini bile duymamışlardır. 

-İmkan varsa görelim. 

-Tabii getirtirim. Ben 1980 öncesi Şavşat'ta ortaokul öğrencisiyken rahatsızlandım. ilçede benzin kıtlığı var. Mazot bulunamıyor. Doktor acil ameliyat demiş, apandisim patladı patlayacak. Babam dolaşıyor bir bidon mazot bulabilmek için. O koşullarda dört saat yolculukla Artvin devlet hastanesine gidiyorum. Ameliyat oluyorum. Ameliyat raporları var. yıl 1984. Fakülte birinci sınıfa kaydolmuşum, okulda rahatsızlanıyorum. Apar topar beni Cebeci Tıp Fakültesi'ne kaldırıyorlar. Orada da karın zarı iltihabı ameliyatı oluyorum. Ve hayati tehlikesi olan bir ameliyat. O ameliyatta ilk ameliyata bağlı yapışıklıklar tespit ediliyor. 

Fakülte bittikten sonra askerliğe karar aldırmak için beni Etimesgut Hava Hastanesi'ne sevk ettiklerinde, tabii ben askerliğe alınacağımı düşünüyorum. Bilmiyorum yani elimdeki şeyleri. Hastaneye gidiyorum. Muayene fişi, hep sağlık raporu diye basılmıştır gazetelerde. Muayene fişinin kenarında der ki iki hekim imzalayacak. Fakat iki hekim de sağlam, sağlam diye basacak. Biri iç hastalıkları uzmanı, biri hariciye uzmanı. İç hastalıkları uzmanının sağlam raporunu görürsünüz. Hariciye uzmanının orada sağlam kaşesi yoktur. Onu kimse okumaz, kimse görmez. Karbon kağıtlar kullanıldığı için her nüshaya başka şey yazılmıştır. Ama rapor istemiştir, ameliyat raporlarını getir anlamında. Ama o her nüshaya ne yazarsa yazsın bir kere şu çok net görünüyor. İki tane sağlam kaşesi basılması gerekirken, iç hastalıkları sağlam kaşesi basmış, hariciye sağlam kaşesi basmamış. Çünkü başka işlemler istemiş. O işlemler yapılmış, o işlemlerin sonucunda da askerliğe elverişli olmadığım şeklinde rapor düzenlenmiş. 

-Neden karaciğer diye çıktı haberler? 

-O günkü yönetmelikte benim askerliğe elverişsiz olduğum o madde ve fıkra bugün karaciğer ile ilgili. Yani o fıkra değişmiş. Herkes bugünkü yönetmeliğe bakıyor, karaciğer yazıyor. O günkü yönetmeliğe baksalar gerçeği görecekler. Ancak o günkü askerliğe elverişsizlik bugün yine yönetmelikte var. Başka bir madde olarak var. Yani bu kadar amaçlı ve gerçeği araştırmadan yapılan bir haberdir o. 

-O haberlere göre, size önce sağlam raporu veriyorlar, sonra tahrifat yapılıyor. Tahrifatı da size sağlam raporu veren iki doktor söylüyor. İmza bizim ama üzerindeki yazılar bize ait değil diyorlar. 

-Keşke o iki doktorun önüne o belgeleri önlerine koysanız, keşke öyle konuşsanız. Diyorum ya bakın muayene fişi üzerinde rapor diye basılıyor. Önce sağlam raporu değil, doktorun birisi sağlam basmış, diğeri basmamış. Bir tane raporunuz olur sizin iki tane raporunuz olmaz. 

Ben o doktorların ifadelerinin farklı yorumlandığını görüyorum. Eğer ikinci doktor da sağlam olduğu düşüncesinde olsa sağlam kaşesini basar. Ve buna sağlam kaşesi basılmamış. 

Diyorum ya karbonla yazıldığı için hepsi farklı yazılmış. Karbon çıkmış, çıkmamış. Ama bakınız ben neleri istedim. Ben Genelkurmay'a, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne her yere başvurdum. Bu raporlar, yapılan her işlem defterlere de kaydediliyor. Bunlar arasında bir çelişki yok. 

-Bir de şöyle bir mevzu vardı. Birinde 1984, birinde 1988 yazılmış. Daktilo yanlış basmış demiştiniz. 

-Askerlik şubesi sizi sevk ediyor. Evrakın birisine doğum tarihimi yanlış yazmışlar, birisinde düzeltmişler. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi ameliyathane defterinin fotokopisini aldım. Orada hiç böyle bir sorun yok. Ameliyathane defteri olduğu gibi askeri rapora geçmiş. Ama hiç kimse bana gelip de sormuyor. Her şey yıpratmak anlamında. 

-Nitekim Milli Savunma Bakanı bir usulsüzlük yok dedi. 

-Tabii. Milli Savunma Bakanlığı beni niye korusun. Bu hükümetin bakanı açıklama yapıyor hiçbir sorun yoktur diye. Bakın, 80'lerde bir hastalık nedeni ile askerliğe elverişsiz iken bugün iki hastalık nedeni ile askerliğe elverişsizim. 

-İkincisi ne? 

-Akdeniz ateşi. Kalıtsal bir hastalık. Küçük oğlumda da var. Bağışıklık sistemi ile ilgili. 

Ben Akdeniz ateşi için Hacattepe'de tedavi görüyorum. Kromozom testleri, DNA testleri hepsi var. Benim ilk elverişsizlik raporum karın zarı ameliyatı ile ilgili. Akdeniz ateşi teşhisi, o tarihte konulamamış. Sonradan ortaya çıkan bir hastalık değil, doğuştan gelen, ama teşhisi ancak o DNA testleriyle sonradan konuldu. Ben her gün ilaç kullanıyorum. 

-Genelkurmay'da eşinizle birlikte gizli toplantılara girdiğiniz yolundaki haberlere ne diyorsunuz? 

-Benim eşim o tarihte Antalya'da yıllık iznini kullanıyor, yazlıkta kalıyor. Söylenilen tarihte Ankara'da değil. Az önce konuştuğumuz, limanda tutuklu ile bana yemek yedirme olayı gibi. Eşimin uçak geliş gidiş biletleri de var Ankarada olmadığına ilişkin. Bilgi edinme kanununa göre dilekçe verdim. Dedim ki, şu tarihler arasında benim eşim göreve gelmiş midir, izinli olmasına rağmen. Genelkurmay'ın her türlü elektronik turnike giriş çıkışı var. 

Verilen yanıt, eşinizin yıllık izinde olduğu dönem içerisinde karargahın içerisine hiçbir girişinin olmadığı şeklinde. Buna rağmen eşimin karargahta benim de katıldığım, generallerle gizli toplantılarla sağlık raporumuzun konuşulduğu haberi çıktı. Bu nedir, ne değildir olayını kimse araştırmadan böyle çalakalem yazılar yazılıyor. 

Kapıda beni hiçbir general karşılamadı, çekilen resim tesadüfî bir karşılaşmadır 

-Muayene için gittiğinizde kapıda bir tuğgeneral tarafından karşılanmanız da tuhaf bulundu. Genarel size yapılan haksızlığa isyanını mı ifade etmek istedi? 

-Ben o süreçte birkaç kez Milli Savunma Bakanlığı'na gittim. Her gittiğimde de dilekçe verdim. Bir gittiğimde bana Etimesgut'taki o gerekçeli rapor verilmemişti. Bana kısa rapor verilmişti. İş başvurularımda kullanabileceğim ölçüde. Oysa onun da verilmesi gerekiyormuş. Bu olaylar çıkınca beni tekrar muayene edin diye birkaç kere dilekçe verdim. Yani basın böyle bir şeyi ortaya atıyor, ben bunu hak etmiş bir insan değilim. Benim dosyamı askeri hastaneye gönderin. Ben aynı raporumu yeniden alacağıma eminim. Bu hastalıkları yaşayan benim, bir başkası değil. Keşke sağlıklı olsaydım, keşke o sağlık sorunlarını yaşamasaydım da askere gitseydim. Her seferinde verilen yanıtlar tartışma olmadığı, askeri mevzuat yönünden sorun olmadığı şeklinde oldu. Hatta Gülhane'ye başvurdum. Dedim ki ben muayene olmaya geldim, beni muayene edin. Bana yanıt verildi, hayır bu şekilde başvuru ile muayene etmeyiz. Dediğiniz resim o resimdir ve beni hiçbir general kapıda karşılamamıştır. 

-Peki o çekilen fotoğraf nedir? 

-Bu infaz medyasıdır. Dediğiniz resim Genelkurmayın kapısı değildir, Gülhane'nin kapısı değildir. Gülhane'nin dış kapısı hiç değildir. Dediğiniz resim Gülhane'nin dekanlıkla poliklinik arasındaki içerdeki bölümdür. Ve o kare de tesadüfü bir karedir. Neden tesadüfü bir karedir? Ve bu ne kadar takipte olduğumu gösteren bir olaydır. O resim Gülhane kampusunun göbeğidir, ortasıdır. Ve ben orada Gülhane'ye beni muayene edin diye dilekçe vermişim. Benim sağlık durumumu inceleyin. Doğru mudur, değil midir, bu alınan raporlarla bu hastalık örtüşür mü, örtüşmez mi? Ve bana bu şekilde kişisel başvuru ile rapor verilemez diye o resim karesindeki kişinin yazısıyla yanıt verilmiştir. 

-O kişi yanınızda ne arıyor? 

-Ama ben verdiğim dilekçeler ve yanıtlarını almak için oraya gitmişim. Oradan çıkarken tesadüfi olarak aynı karede çekilen ve gerçek dışı basılan bir resimdir. Beni kapıda bir general niye karşılasın? Böyle bir şey yok. Ben bu tartışmaların bitmeyeceğini bildiğim için ısrarla dilekçe vermeye devam ettim. Ben hak etmiyorum bu haberleri. Benim gerçek bir durumu, tartışmalı bir durum olmadığını belgelemem gerekiyor. Bunun yolu yöntemi neyse bu benim hakkım. Ben bu hakkı kullanmak istiyorum, diye başvuru yaptım. Ve bu başvurum üzerine beni hangi bir yere sevk edebilirler. Ben o raporlar o zaman Yenimahalle'de oturuyordum. Öğrenciyken Etimesgut'a sevk edilmiştim. Rapor da oradan alındığı için bana bir tebligat geldi. Ben Şavşat askerlik şubesine de başvurdum. Ve bakın Şavşat askerlik şubesinden dahi çıkmamış bu raporlar. Yani onlar tarafından verilmemiş basına. 

-Nereden çıkmış? 

-Bu konu Genelkurmay askeri savcılığı tarafından ciddi bir şekilde soruşturuluyor. Ben o kapsamda ifade de verdim. Benim gördüğüm bu art niyetli yıpratma kampanyası. Soruşturma devam ediyor. Soruşturma sonunda ne olduğu ortaya çıkacak. 

-Peki bu hastalık nasıl etkiliyor günlük yaşamınızı? 

-Her gün üç-dört ilaç kullanıyorum. Sağlığıma dikkat etmem gerekiyor. Beslenmeme dikkat etmem gerekiyor. Düzenli muayene ve kontrollerimi yaptırmam gerekiyor. Hatta Bandırma'dan Kırıkkale'ye atanmam sağlık ve eş durumu nedeniyledir. 

Vicdani redde kimse hukuk gözlüğü dışında bakamaz 

-Radikal'de, vicdani retçiliği destekleyen bir yazı yazdınız. Bu, askerden bir tepki görmedi. Ama Perihan Mağden aynı tür yazıları için mahkeme mahkeme süründürüldü? Neden? 

-Vicdani ret, Türkiye'de tartışılmayan ve asker kaçağı ile eşit görülen, yerli yerine oturtulmayan bir konu. Askerlik yapmak istemeyen kişi de ben vicdani retçiyim gibi bir şeye sığınıyor. Vicdani reddin hukuksal boyutu nedir? Ben orada onu yazıyorum. 

-Yani savunuyor musunuz bu hakkı? İnsan savaşmayı istemiyorsa, askerliğe karşıysa bunu dile getirebilir mi? Ben askerlik yapmak istemiyorum diye bir hak olabilir mi? 

-Bakınız anayasa askerlik demiyor, vatan hizmeti diyor. Vatan hizmeti, askerlik olarak yerine getirilir veya kamu kurumlarında da yerine getirilebilir diyor. Bu dünyada da çok tartışmalı bir konu. Aslında BM kişisel ve siyasal haklar sözleşmesine bakın, açıkça vicdani reddi koruyan bir hüküm yok. Ama BM'in İnsan Hakları Komitesi'nin vicdani reddin o sözleşme kapsamında kaldığı yolunda bir kararı var. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'ne bakın, açıkça vicdani reddi koruyan bir hüküm yok. Tam aksine bunun kendi ülkelerine bırakıldığına yönelik hüküm var. Ama İnsan Hakları Mahkemesi, içtihatlarıyla vicdani ret ile ilgili konuları sürekli ceza tehdidi altında bulunmayı bir kötü muamele gibi sayıyor. AB temel haklar şartında buna yönelik hüküm var. Türkiye'de vicdani ret ile ilgili bir hükmü anayasada göremiyorsunuz. Askeri ceza yasasına bakıyorsunuz. Bu gibi nedenlerle askerlikten çekilemeyeceğini düzenleyen bir hüküm ve buna yönelik bir ceza maddesi var. Ben olayın hukuksal boyutunu ortaya koyuyorum. 

-Peki şahsi görüşünüz nedir? 

-Türkiye'de vicdani ret ile ilgili bir şey söylediğiniz zaman hemen bir yere oturtuluyorsunuz. 

-Siz bunu hak olarak kabul ediyor musunuz, etmiyor musunuz? 

-Benim kabul edip etmememin bir anlamı yok. Ben bu olaya hukuksal boyut ile yaklaşılmalıdır diyorum. 

-Yani, kardeşim bizim yasalarımız cevaz vermeyebilir. Ama insani ret hukuka uygun bir şeydir. İnsanların böyle bir hakkı olmalıdır. Bunu mu diyorsunuz? 

-Bakın ben şundan ısrarla kaçıyorum. Çünkü bu konuda söyleyeceğiniz şeyler basındaki ve kamuoyundaki vicdani ret ile ilgili yeterli bilgi sahibi olunamama nedeniyle farklı taraflara çekiliyor. Hukuk vicdani ret için ne diyorsa, o yapılmalıdır. 

-Ne diyor kardeşim, bunu soruyorum. 

-Alternatif hizmetlerden bahsediliyor. AB ilerleme raporlarında bu konuda irdelemeler var. Eksik tarafı var, doğru tarafı var, eğri tarafı olabilir kendi bakışınıza göre. Ama ben diyorum ki, vicdani redde kimse hukuk gözlüğü dışında bakamaz. Bizim anayasamız askerlik hizmeti demiyor, vatan hizmeti diyor. Vatan hizmeti kavramı doğru bir kavramdır. 

-Bir Erkeğin vicdani ret hakkı vardır yani? 

-Askeri Ceza yasasına göre yoktur. 

-Ama Hukukun temel ilkelerine göre vardır. 

-Bakın, bu bile insan hakları sözleşmesinde yok. Bunu sürekli ceza tehdidi yani her celp dönemlerinde gitmemeyi bir ceza olarak öngörürseniz bu kötü muameledir. İnsan hakları mahkemesi de sürekli ceza tehdidi altında kalmasın, bunu değiştirin diyor Türkiye'ye. 

Türkiye bu ceza tehdidi olayını değiştirecek zaten. Genelkurmay'ın da, Milli Savunma Bakanlığı'nın da bilebildiğim kadarıyla bu yolda çalışmaları var. Herkes hukuksal yaklaşacak Kimse vicdani redde bir misyon biçmesin. Vicdani ret şudur diye kimse kimseyi karşıtı veya taraftarı gibi bir yere oturtmasın. 

-Diyelim asker sizi çağırdı. Yarsav olarak görüşünüz nedir? Siz ona şunu diyecek misiniz net olarak, efendim evet, askerliğin kamu hizmeti olarak da yapılmasına taraftarız. 

-Böyle bir şey Yarsav'dan sorulursa biz orada hukukun üstünlüğü veya insan hakları boyutuyla görüş iletmek durumunda olursak görüşümüzü iletiriz. Benim görüşüm hukukun görüşü olmalıdır, başka bir şey olmaz zaten. Kamuoyunda bu konu hukuksal platformun içerisinde tartışılmıyor. Bu yüzden de bize farklı etiketler yükleniyor. Bize böyle bir etiket yüklenmesini asla istemeyiz. 

Bu konular içimde kaldı 

-Adalet Bakanlığı'nın açtığı tüm hakim ve savcı sınavlarını bloke ettirdiniz. Bir iktidarın yeni atama yapma hakkını böylece elinden aldınız. Bu tavrınız yüzünden işsiz kalan yüzlerce meslektaşınız var. Bizim yüzümüzden aç kaldılar diye vicdan azabı çekiyor musunuz? Yarsav olarak onlara yardım etmeyi düşünür müsünüz? 

-Bizim açtığımız davalar o söylediğiniz kişilere yardım amacıyla açılmıştır. 

Yargıç ve savcı adaylarını Adalet Bakanlığı alıyorsa nasıl bir hukuk devletidir? Yargı bağımsızlığı diyorsunuz. Kuvvetler ayrılığı diyorsunuz. Yargıç ve savcıları mesleğe kabul eden Hakimler ve Savcılar Yüksek kurulu. Ama adayları alan yürütme organı. Dünyanın bir yerinde bana böyle bir örnek gösterin 

-Kim atayacak? 

-Bu süreçte yürütme yetkili olamaz. Bunu AB de söylüyor, bunu değiştirin diyor. Biz de ısrarla bunlar olabildiğince objektif olsun diye davalar açıyoruz. Hangi siyasi iktidar olursa olsun bu böyle olmaz. Yargıcı, savcıyı bu şekilde mesleğe başlatamazsınız. Ve çok acıdır ki Adalet Bakanlığı reform yapıyorum diye mülakat kurulunu tamamen bakanlık ağırlıklı olarak yasaya koydu. Türkiye'de mülakat 12 Mart'ta geldi. 12 Mart uygulamasını eğer siyasi iktidar reform olarak yasaya koyuyorsa Yarsav olarak biz bunun karşısındayız. 

-Kimin yapması lazım bu sınavı? 

-Bakınız, bizim açtığımız davalardan sonra ÖSYM boyutu belli bir şekle girdi, ama tatmin edici değil. Ama bu bizim açtığımız davalarla kazandı. Mülakat boyutu yine objektiflikten uzak. Çünkü beş kişiden yedi kişiye çıktı. Yedi kişinin beşi yine eski beş kişi. Ne fark eder? Eski beşi muhafaza edip yediye çıkardın. Bakın biz en son başvuru yaptık. Danıştay kaymakam adaylarına ilişkin bir karar verdi. Dedi ki mülakatlarda kamera olacak, mülakatlarda kime hangi sorunun sorulacağını ve yanıtlarını önceden hazırlayacaksınız. Ve kişiye göre soru sorma uygulaması olmayacak. Herkes kura ile sorusunu belirleyecek. Cevabını da tutanağa geçirip notunu da yazacaksınız. Bu kaymakam adayları için. 

-Siz bunun için mi Adalet Bakanlığı'na başvurdunuz? 

-Evet. Bakın, Yarsav sadece Adalet Bakanlığı'na dava açmıyor. Bir Yargıtay'a karşı da dava açtık. Danıştay'a karşı da dava açtık. Yargıtay Başsavcılığına da açtık. Çünkü hepsinden belli taleplerimiz vardı. Yargıtay'a dedik ki bütün kararlarınızı aynen Anayasa Mahkemesi gibi açın. Avrupa'da kararları açık olmayan bir yüksek mahkeme yok. İdari yargıda dava açtık ve kazandık. Yargıtay bunu temyiz etti. Danıştay'ı bekleyeceğiz. Bakın, insan hakları insan hakları diyoruz. Bugün Türkiye'de insan hakları mahkemesi kararları Türkçeye çevrilmeden yargıç ve savcılardan insan hakları mahkemesi kararlarına uyması isteniyor. 46 tane ülke insan hakları sözleşmesine taraf mı, taraf. Adalet bakanlığı Türkiye hakkındaki kararları çevirip yayınlıyor, o da hepsi değil. Diğer ülke kararları var. Bakınız bilmem ne ülkesi kararları diyor. Bunlar Türkçeye çevrilmiyor. Yargıç ve savcıların yabancı dil bilme zorunluluğu yok. Yargıç ve savcı insan haklarını, hukuk devletini geliştirmek için bu gelişmeleride bilmek zorunda. Siz hem sözleşmeye taraf oluyorsunuz, insan hakları sözleşmesi bir içtihat hukuku. Hem de ben o içtihatları Türkçeye çevirmiyorsunuz. Böyle bir şey yok. 

Biz bunun için dava açtık Adalet Akademisi'ne karşı. Bu görev senindir, tüm ülke kararlarını Türkçeye çevireceksiniz dedik. Ve bu davayı kazandık. Yarsav bunun mücadelesini veriyor. 

Ama Yarsav birçok gazetede Ergenekon uzantısı olarak yer alıyor. Bakınız ben Abdullah Öcalan'a ilişkin yazı yazınca PKK'lı mı oldum? Hrant Dink'in beraat etmesi konusunda yazı yazınca Ermeni mi oldum? 

-Ergenekon'u savunduğunuz şeklinde bir algı varsa, bunda sizin hiç mi payınız yok? 

-Adına Ergenekon denilen olayda, ki soruşturmalara isim verilemez, biz herkesin insan hakları var, diyoruz. Ama şu anda basın, kamuoyu infazı yapmış durumda. Biz hak ve hukuk dediğimizde herkes bize bir etiket biçiyor. Bu Türkiye'de sağlıklı bir hukuksal tablonun düşünce üretiminin olmadığını gösteriyor. Basın yargının yerine kendisini koymaktadır. Türkiye'de basın karar vermekte, basın mahkemeleri kurulmaktadır. Bunu eleştirmek bizim hakkımız. Hukuk herkes içindir. Bu nedenle herkes için hukuk istediğinizde, etiketlenmemeniz gerekmektedir. Çünkü hukuk herkese lazımdır, herkes için savunulmalıdır. Sizinle daha çok Yarsav ve faaliyetlerini, yargıyı, yargı bağımsızlığını, diğer ülkeleri ve bu konuda Türkiye'yi konuşmak isterdim. Buna zaman yetmedi sanırım ama her zaman hazır olduğumu belirtmek isterim. Bu konular içimde kaldı. 

http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=213299 



29 Ocak 2017 Pazar

Yeni TSK



Yeni TSK

Deniz Som

KURALLARI Sanki Askeri hastane personeli koyuyor ve yanlış uyguluyormuş gibi civan padişahı Fatih Sultan Recep’in türbanlı karısının güya hasta ziyaretine alınmaması üzerine Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker BaşbuğKeşke olmasaydı, Savunamayız, İnsani boyutu var ” diyerek iktidarla uyum içinde paslaşmayı sürdürdü.
Hükümet ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında hayırlara vesile olması beklenen uyumlu paslaşmaların geliştirilerek devamı için Nami Tepe’nin birkaç önerisi var.

İlker Başbuğ kabul buyura:

“Öncelikle bölükten tugaya kadar her seviyedeki askeri birliğe imam kadrosu verilmeli. Kolordu, ordu, kuvvet ve Genelkurmay karargâhlarına general eşdeğeri müftülükler kurulmalı. Bu kadrolara uygun personel temin edilinceye kadar komutanlar dini liderlik yapmalı ve personele yani askeri cemaate topluca namaz kıldırmalı. Mesai saatleri, namaz vakitlerine ve mübarek ramazan ayında da oruç zamanına göre düzenlenmeli. Yıllık izin planlamalarında hacca gideceklere öncelik tanınmalı. Öğrenci alımlarında; askeri liselerde, Kuran kursu, tarikat ve cemaatlerden sertifikalı olanlara; harp okullarında ise ilaveten imam hatip lisesi mezunlarına öncelik tanınmalı. Subay ve astsubay sicil değerlendirmeleri ne; Oruç tutup tutmadığı, namaz kılıp kılmadığı ve özellikle cuma namazlarını kaçırıp kaçırmadığı gibi dini vecibelerle ilgili kıstaslar getirilmeli. Dini başarıların yüksekliğine göre, sicil defterlerine ‘bölük imamı olur, tabur imamı olur, karargâh müftüsü olur, dindar bir Genelkurmay Başkanı olur’ gibi notlar düşülmesi sağlanmalı. Oruç tutmak ve namaz kılmak askerin temel değerleri olarak kabul edilmeli ve zorunlu kılınmalı. Tercihan her cuma ve dini bayramlarda giyilmek üzere ‘askeri dini kıyafet’ belirlenmeli. Ayrıca, askeri kıyafetler üzerinde kişinin dini başarı derecesini gösterecek şerit-rozet ve hatta madalya ihdas edilmeli. Türk milletinin yüzde 90’dan fazlasının Müslüman olduğunu cümle âleme göstermek için, Genelkurmay karargâhındaki cuma namazları basına açılmalı. İktidar ile Genelkurmay ilişkilerin yağ-bal gibi olduğunu göstermek adına her ayın ilk cuması ve ayrıca her bayramda komutanlar ve bakanlar birlikte namaz eda etmeli. Tugay ve üst seviyedeki birlik kışlalarında cami, daha küçük birliklerde mescit zorunlu kılmalı.”
Bir de, İlker Başbuğ, Diyanet İşleri Başkanı ile mutlaka haftalık olağan görüşme yapmalı!

Şimdi de Şarkılarla Kürt açılımı

AKP-FG koalisyonu “ Kürt açılımı ”nda çuvalladı. Hükümetin Kürt koordinatörü ve sultanın dahiliye Nâzırı Hacı Beşir, bir arpa boyu yol alamadı.

Şimdi devreye parti adına “otomatik pilot” Hüseyin Çelik girdi. Sultan hazretlerinin partideki yardımcısı Hüseyin Efendi, “ Kürt açılımı ”nı şarkıcılarla yapacakmış.

“ Şarkıcılarla Kürt Açılımı Projesi ”ni duyan okur dostlardan Mustafa Pehlivan, hemen kolları sıvamış, bir repertuvar hazırlamış.
Sezen Aksu: Seni gidi vurdumduymaz, seni gidi yaramaz. Canın isterse ararsın, istemezse aramaz.

Ajda Pekkan: Palavra, palavra, palavra. İnanmam sana.

Emel Sayın: Düştün gözümden artık, bana ait değilsin. Sen artık nazarımda bir yabancı gibisin. Son ateşi sen yaktın, Son ümidi sen yıktın. Gözlerimde ışıktın. Şimdi bir sis gibisin.

Orhan Gencebay: Belki de çok mutlu olacaktık, tutsaydık dilimizi.

Samime Sanay: Sonunda hicranı tattırdın bana. Ben sana sevmeyi öğretemedim.

Mahzar, Fuat, Özkan geri kalır mı hiç: Ondan şikâyet, bundan şikâyet. Arkasından bir şarkı daha: Ele güne karşı yapayalnız, böyle de olmaz ki. Ve toplantı

Banu Alkan’ın şarkısıyla biter: Neremi, neremi.

Tiyatro

Şefik Alan: “ Tiyatrocu Nejat Uygur’u türbanı ile hastanede ziyaret edemediği için ağlayan Emina’nım, acaba ömründe kaç kez tiyatroya gitti!

 Yağmur Deniz

Hülya Avşar karda ayağını kırmış.
Yine mi kart-kurt açılımı!
Gasp

Zekai Buluç: “Emeğin gasbı, ‘Garson benden fazla maaş alıyor, netekim’ diyerek başlamıştı, ‘Yetim hakkı yiyorlar’ diyerek devam ediyor!”

Birinci


Hamza Saykan: “ İşsizlikte dünya beşincisi olmuşuz. Bizi kesmez; gözümüz birincilikte olmalı! ”



***