22 Aralık 2016 Perşembe

Askeri Darbeler, Türkiye'de Askeri Darbe Olur mu ? BÖLÜM 1



Askeri Darbeler, Türkiye'de Askeri Darbe Olur mu ?BÖLÜM 1


ONUR DİKMECİ
12 Haziran 2015 Cuma






Darbe, ihtilâl, müdahale gibi teorik tanımlamalar ne şekilde olursa olsun, dünyanın her yerinde seçilmiş üyelerden müteşekkil bir parlamentonun üniformalı kişilerce kısıtlanması, dağıtılması, herhangi kararları uygulamakla sorumlu tutulması gibi pratik yaklaşımlar, antidemokratik olarak nitelendirilir. Yeryüzünün belki demokrasiye en uzak fiiliyatlarından olan askeri girişimler, on yıllardır sosyolojik perspektiflerden değerlendirilir, yorumlanır, askeri bürokrasinin davranış yapısı, ne istediği ve ne beklediği konuları tartışılır. Her toplumun sosyal yapısı müstakil bir hüviyet teşkil ettiğinden askeri girişimlerin de amaç ve beklentileri içlerinde bulundukları sosyal vaka ve parçası oldukları toplumsal sistemin unsurlarına göre şekillenirken esas olan bir husus vardır. Bu da neredeyse bütün askeri girişimlerin dış bağlantı tesis etmek neticesinde vuku bulduğudur. 

Askeri girişimlerin, tek bir hareketle topyekün ülke dışarısından kaynaklandığı, talimat alınması durumunda 24 saat içerisinde her şeyin olup biteceği kurgusalı oldukça indirgemeci bir yaklaşım olup, toplumun sosyolojik çarpıklığının gözden kaçırılmasına sebebiyet verecektir. 

Dolayısıyla, bu, sosyolojik tahlilin de noksan olacağı manasına gelmektedir. Askeri girişimlerin amaçlarına değinmeden evvel bu girişimlerin dünyanın her coğrafik biriminde gözlemlenmesi yerine bazı spesifik alanlarda daha sık karşılaşıldığı dikkat çekmektedir. 

  Örneğin Latin Amerika’da ki vesayetçi düzen ile İskandinavya, Orta Afrika’da ki silahı tutan her rütbe üniformalının son sözü söylediği sistem ile İngiltere, Ortadoğu’da ki cuntalaşma süreçleri ile örneğin Almanya bir olamaz. Ordunun ve ordu mensuplarının tarihsel ayrıcalığından beslenen askeri müdahalelerin  toplumsal olgunluk ve birikimde yeterince öne çıkamamış toplumlarda görüldüğü doğruysa da, meselenin başka boyutu da coğrafi konumlardır. Jared Diamond’un ünlü eseri nasıl ki milletlerin kaderinin hatta bir topluluğa ait bireylerin bağışıklık sistemlerinin bile coğrafi koşullara bağlı olabileceği teorisi dahilinde irdeleniyorsa, dikkatle izahat mümkündür ki, güç coğrafik koşullar altında yaşamlarını sürdüren toplumlarda da, coğrafik paralel perspektifte ordu ve mensubu ayrıcalıklıdır. Çünkü düşman çok, iklim çetin, nüfus yeterli değildir. İnsanların her daim hazır kıta birer savaşçı kabul edildiği toplumlar aynı zamanda ordu toplum olarak tanımlanırken, devlet başkanı bir nevi komutan olarak, asker yani ast konumunda bulunan her bireyin toplumsal muazzam bir itaat düzeni oluşturmasını ilke edinir. 

Böylelikle düşmanlara karşı hazır bir toplum, lidere karşı sorgulanamayacak meşru bir otorite inşa edilir. Özellikle Orta Asya toplum yapısının geçmişi bu yöndedir. Geçmişin bu tarihsel yansımaları üzerinde yükselen toplumlarda askerin ayrıcalıklı konumu sosyolojik bir olağandır. Dolayısıyla örneğin Latin Amerika’da demokratikleşme yolunda önemli adımlar atılmasına rağmen, halk halen orduyu gerektiğinde devreye girerek tıkanık sistemi açabilen kurtarıcı statüyle eş tutmaktadır. İsrail, askeri vesayetin keskin olduğu başka bir ülkedir. İsrail’de halkın geniş katılımıyla yapılan anketlerle sabit olan husus, orduya güvenin siyasi partilere güvenden çok daha yüksek olduğudur. 

Devlet başkanlarının önemli kısmının asker kökenlilerden oluşan siyasal sistemlerinde, istihbarat biriminin başına da asker kökenli görevliler getirilmektedir. Yahudilerin asırlar boyunca karşılaştıkları acı tecrübeler, bağımsız devletlerini ilan etmelerinden sonra gerçekleştirdikleri konvansiyonel harpler ( Arap-İsrail savaşları ) ordunun ayrıcalıklı rolünü belirler. Çünkü temel gereksinim hayatta kalmak, bunu sağlayabilecek güvenlik tedbirleri ise orduya aittir.

Aynı güvenlik kaygılarını paylaşan bir orta asya geçmişine dayanan Türkiye’de de, ordu her daim ayrıcalıklı konumda bulunmuştur. Modern ordu kavramının karşılığı 1808 Prusya sistemi yani Harp okullarının kurulması ile profesyonel subay tipine geçilmesi olduğundan, Türk tarihinin ilk modern askeri girişimi Padişah Abdülaziz’in devrilmesidir.  

Bu olaydan önce de pek çok askeri girişimi Osmanlı tarihinde görmek mümkündür. Mülki sınıfın genelde askerlerden oluştuğu bürokratik kadroda, arz günlerinde her daim askerler, veziri azamdan bile daha evvel Padişah’ın huzuruna çıkarlar. İstedikleri maaş zammını alamayınca ayaklanır, istemedikleri devlet adamının yaşamasına müsaade etmezler. 

Zaten ayrıcalıklı olan bu askeri sınıfın ise tam manasıyla bir denetim mekanizmasına dönüşmesi Genç Osman’ın katlidir. Ordu artık gerektiğinde devlet başkanını dahi öldürebilecek bir mizaca bürünmüştür. II. Sellim, III.Selim, III.Ahmed gibi Padişahların devrinde de önemli hareketler gözlemlenirken 1876 tarihi modern harp okuluna mensup zabitlerin girişimidir. Tabi bu girişim Osmanlı’dan borçlarını tahsil edemeyen bankerler ve ardındaki devletlerce de desteklense, ülkenin o dönemde bulunduğu durum iktisadi ve sosyal bakımdan oldukça kötü durumundadır. 

  III. Selim’den itibaren zayıflayan devlet mekanizmasının adeta bir tedavisi olarak yeni topraklar yeni zenginlikler yeni askerler yani yeni fetihler kabul edildiğinden, bunun gerçekleştirilebilmesi için güçlü ve talimli bir ordu yapısına ihtiyaç olduğu tasavvuru geliştirilir. Bunun için ordu modernleştirilmeli dir.      II.Abdülhamit tarafından davet edilen Prusyalı Subaylar, yeni askeri mektepler, ordunun toparlanabilmesi için atılan adımlar olmuştur. O devirden itibaren pozitivizm ile yoğrulan çoğu subay, askerlik asli görev dışında kurtarıcı olarak siyasi ıslahat projeleri tasarlarlar. 

İkinci Modernist askeri girişim ise 1913 Babı Ali Baskını olacaktır.

Türk tarihini çok iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk, 1923’te Cumhuriyet’i ilan ettiğinde, bu girişimine yönelik en örgütlü tepkinin ordudan gelebileceğini tahmin edebiliyordu çünkü ordu dışında zaten toplumsal bir sınıf yoktu. Bu sebeple siyasetle iştigal edecek askerlerin mutlaka ordudan istifa etmeleri şartını ilke kabul etti. 9 Kolordu ve 3 Müfettişlik olarak kurulan ordu da, muhalif ve halkın teveccühlerine mazhar olabilmiş Generallerden, Kazım Karabekir ve Ali Fuat’ı pasif görev olarak nitelendirilebilecek ordu müfettişliklerine atadı. Rauf Orbay’a ise görev bile verilmedi. Genelkurmay başkanlığına, Mustafa Kemal’e çok sadık bir General olan Fevzi Çakmak getirdi. Bütün bu olanlardan sonra zaten bir kurtuluş savaşı kahramanı olan Atatürk’e karşı hiçbir subay askeri müdahale girişiminde bulunamadı. Atatürk’ün karizmatik komutanlığı karşısında durabilecek bir general olamazdı. Keza İnönü döneminde de, İnönü’nün Harp Okuluna hakimiyeti meşhurdur. İsmet İnönü’nün at gezileri yaptığı Harp Okulu bitişiğinde, haberi alan Harbiyeli öğrencilerin, İnönü’yü görebilmek için birbirleriyle yarıştığı ve İnönü’yü hazır kıta selamladıkları bilinir. Buna mukabil 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül girişimleri neticesinde yeni oluşan asker egemenliğine dayalı idari bürokrasinin, meşruiyet kazanabilmek maksadıyla dış cephede özellikle Washington nezdinde, temaslar kurduğu bilinen gerçektir. 27  Mayıs 1960 akabinde,  235 General ve Amiral ile 3381 Subay, 251 Kurmay statülü subayın emekliye sevk edilmeleri bütçe açısından oldukça yüklü yekün getirmekteydi. Bu yekünün nereden temin edilebileceği problemine Washington yetişmiş görünüyordu. ABD, 1960 yılı içinde 103 milyon dolar yardımda bulundu. [1] 
Nitekim 12 mart sonrası Nihat Erim Başbakanlığında oluşan teknokrat hükümet, Abd’nin isteği üzerine tarım temelli Türkiye ekonomisine ağır zarar verebilecek bir kararla Haşhaş ekimini yasaklarken, 12 Eylül rejimi ise Yunanistan’ın tekrar Nato’ya dönebilmesine onay verecekti. [2]  

Keza postmodern toplum yapısına uygun olarak postmodern olarak nitelendirilen ve 28 Şubat olarak bilinen, 28 Şubat 1997, 8,5 saatlik Mgk toplantısı neticesinde 2 ay sonra Necmettin Erbakan’ın hükümetten çekilmesi Dünya’da uyandırdığı yankılar bakımından önemliydi. Erbakan Başbakan olduğuında ilk resmi ziyaretini İran’a yapıp 28 milyar doğalgaz anlaşması imzaladı. Bu süreçle, ambargo uygulanan İran ile bu denli yakın ve büyük ticari münasebet , batı nezdince tepki gördü ve Erbakan’ın üstünün çizildiği dillendirildi. Erbakan’ın hükümetten düşmesiyle, İftira ve Yalanla Mücadele derneği (ADL)[3] başkanı Abraham Foxman: ‘’ Türkiye Erbakan’a rağmen ayakta kaldı. En kötü dönemi atlattı.’’ [4] ifadeleri aslında 28 Şubat’ın lobiler nezdince de desteklendiğinin somut göstergesiydi. O dönemin Kudretli Generali Olarak bilinen Çevik Bir’in İsrailli stratejistlere yaptığı değerlendirmelerde, İsrail-Türk ilişkilerinin tehlikeye girmesine ordunun kayıtsız kalamayacağı [5] ifadeleri 28 Şubat başta bütün askeri girişimlerin bütünüyle dış destekli olduğu teorisinin geliştirilmesine olanak sağlamıştır.  

Oysa ki bu tip teoriler meselelerin ana eksenini kaybetmeye sebep olabilecek tehlikededir. Ordu’nun bütün girişimlerini meşruiyet bağlamında pekiştirebilmek için birtakım arayışlara girmesi nasıl bir hakikatsa, Türkiye’de tıkanan sosyal ve siyasi problemlere o dönemlerde siyaset mekanizmasının bir alternatif geliştiremediği muhakkaktır. Tabiat mağlumdur ki, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıkların olmadığı durumda askeri müdahalenin de doğması söz konusu olamaz. Siyasi kulvarlardaki tıkanıkların Ordu eliyle açılıp açılamayacağı ayrı bir tartışma olsa da, dış destek gayrı millilikle eşdeğer bir değerdeyse hemen bütün partilerin kurulup yükselmesi gayrı millidir. Çünkü siyasi organizasyonların kuruluş safhaları her daim dış arayışları beraberinde getirmiştir. 

Örneğin 1970’lerde Avrupa ile bütünleşme programına yoğunlaşan Adalet Partisi’nin oylarının bölünebilmesi ve Türkiye’nin Nato ekseninden kopmaması için Pentagon onayı ve  Türk Havacı Orgenerallerin teşvikiyle Erbakan’a Milli Selamet Partisi’nin kurdurulduğu [6] bilinir. 
Benzer şekilde günümüzde ki meşhur siyasi partinin Amerika teşvikiyle kurdurulduğu A. Dilipak tarafından gündeme getirilmiştir. [7] 
Şimdi burada kilit soru dış destek ve lobisel bazda olumlu intibah, siyasi partiler söz konusu olduğunda meşru mudur? 
Eğer cevap Hayır ise partilerin iktidarı sivil darbe olarak nitelendirilebilir mi?

Yanlış olan bir şeyler olduğu aleni fakat siyaset mekanizmasının  düzenlenip sağlıklı yapıya kavuşması zaten Ordu’nun siyaset üstü sıfatını da sonlandıracaktır.

Asker Sivil İlişkilerinin Düzenlenmesi, Türkiye’de Askeri Darbe Olur mu?

Global modernist dünyanın ölçeklerine uygun olarak askeri bürokrasinin sivil teamüllerin iradesi altına bütünüyle sokulması için birtakım koşulların sağlanabilmesi normalleşme olarak adlandırılabilir. Mgk Kanun değişikliği, Askeri mahkemelerin statüsü, Jandarma’nın akıbeti gibi konular ve bu yöndeki yasal düzenlemeler sivilleşme ya da normalleşme yolunda ki adımlar olarak nitelendirilse de bu sivilleşme bana göre 2003 öncesine dayanan bir süreçtir.  Geneli asker kökenli Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türk siyasi tarihinde her zaman önemli bir gündemi işgal etmiş gerektiğinde askerlerin Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için meclis iradesine Genelkurmay nezdinde baskı yapılmıştır. Fakat bunun istisnası 2000 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Bu seçimlerde adaylardan bir tanesi Genelkurmay eski Başkanı Doğan Güreş olmasına rağmen medyanın ilgisini çekmedi. Güreş nezdinde, Genelkurmay’dan kimseye telefon gelmedi. Buna Mukabil Güreş 35 adet gibi düşük oy almasına rağmen[8] Türkiye’de yer yerinden oynamamıştı. Bu süreci Ab İlerleme raporu ve yaptırımları izledi.  Mgk kanununda yapılan değişiklikle 0r rütbesinde asker olması gereken MGK sekreterinin sivil olabileceği, Mgk kararlarının yalnızca tavsiye niteliğinde olabileceği ve asli iradenin sivil seçilmişler olduğu belirtildi. [9] Eskiden asker üye sayısı fazla olan bu kurum, Başbakan yardımcılarının da dahiliyle, sivil ağırlıklı teşebbüse çevrildi. [10] 
Bu düzenlemeler, Mgk genel sekreterliğinin işlevsiz hale getirildiğini ve milli güvenlik için araştırma yapma yetkisinin kaldırıldığı gibi eleştirileri beraberinde getirdi. [11] 
Barış zamanında asker kaçaklarının ve askerlikten soğutmayla ilgili fiiliyatlara teşebbüs eden sivilleri yargılayan askeri mahkemelerin yetkileri daraltılarak yalnızca askeri suçlara ve askeri kişilere yönelik olması sağlandı. [12] 
Rtük ve Yök gibi kurumlarda Genelkurmay tarafından atanan askeri üye varlığı sona erdirilerek askerin, sivil siyasete müdahil alanı daraltıldı. [13] 
Kısa bir süre evvel ise çok tartışılan askeri statülü Genel kolluk Jandarma askeri statüsünü korumak şartıyla bütünüyle İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. [14] 
Bütün bu gelişmeler kadar önemi bir husus olan ve bugüne kadar ki askeri girişimlerin çerçevesini oluşturan, içten ve dıştan gelebilecek tehditlere karşı Türk Vatanını Korumak ve Kollamak tanımlı TSK iç hizmet kanunu (md.35) değiştirilerek ‘’Silahlı Kuvvetlerin vazifesi: Yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla yurtdışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır’’ şeklinde düzenlendi. Bütün bu vakalara rağmen bazı çevreler, mgknın bütünüyle kaldırılması, askeri mahkemelerin kapatılması, TSK güçlendirme vakfının bütçesel olarak denetlenebilmesi, Askeri tesislerin kapatılarak Orduevlerinin halka açılması, sınırların bütünüyle askerden arındırılması ve belki de en önemlisi Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığına bağlanması gerektiğini vurgulamaktadır.  

Fakat yine de iç sivil denetimin belirli oranlarda tesis edilebildiği ve eskisi gibi bir askeri girişimin yaşanamayacağı belirtilmektedir.

Bütün bunlardan sonra bazı önemli çıkarımlar şu şekilde olabilir;



. Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay arasındaki protokol sorunları kolayca çözülebilir bunun için 680.000 kişilik bir birimi illa Milli Savunmaya bağlamaya gerek yoktur. Unutulmamalıdır ki 27 Mayıs 1960 müdahalesi, Ordu Milli Savunma’ya bağlıyken gerçekleşmiştir.

. Jandarma adem-i merkeziyetçi yapısından ötürü Bakanlığa bağlanması sakıncalıdır. Bakanlığa bağlansa bile Jandarma’nın bir müddet sonra Kolordu seviyesine indirilmesi ve alay komutanlıklarına, Emniyet benzeri Mülki Valilerin atanabilmesinin önünün açılmak istenmesi oldukça sakıncalıdır.

. Sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmaması olumlu bir gelişmedir. Fakat askeri personel statüsündeki sivil memur ve işçilerin de sivil yargıda yargılanması birtakım sorunları ve çiftbaşlılığı getirmektedir. Buna göre askeri personel olan fakat askeri kişi sayılmayan bu şahıslar görevleri ile alakalı yasal hakkı askeri yüksek idare mahkemesi nezdinde aramaktadır. Ya bu görevliler bütünüyle askeri yargıya tabi olmalı veya idari hususlarda da sivil mahkemelerle muhatap olmalarının yasal düzenlemeleri gerçekleştirilmelidir.

. Kendisi siyasal bir kurum olan orduların bütünüyle siyasetten soyutlanması düşünülemez bu sebeple teorikte olsa, ordunun bulunduğu her ülkede darbe ihtimali vardır. Özellikle güvenlik bürokrasisi üzerine inşa edilmiş ve ülkemizin de parçası bulunduğu Ortadoğu, asker ayrıcalıklı konumunu sürdürecektir.

Özellikle koalisyon tartışmalarının yaşandığı günümüzde, çözüm süreci denilen programın ne şekilde seyredeceği meçhuldür. Çünkü terör ve benzeri olayların tekrarlanması askerin ek yetki istemesini getireceğinden denetim mekanizması tekrar ordunun olabilecektir. Ayrıca torba yasanın iptali gibi tartışmaların akıbeti meçhulse de reelpolitik manada gerçekleşmesi Jandarma’nın eski özerk konumunu muhafaza etmesinin yolunu açacaktır.

Hulasa, ordu-siyaset normalleşmesi olumludur fakat bu durumun her zaman aynı istikamette süreceği belirsizdir. Askerin isteği, siyasilerin başarısızlığı, toplumun militarizasyona olan ilgisi yeni süreci belirleyebilecek etmenlerdendir. Genel seçimlerden evvel sağ ve sol kesimi temsil eden bazı gazetelerdeki kimi köşe yazarlarının belirttiği, asker geliyor, asker gelecek, asker gelsin, karargah kimin emrinde darbeye hazırlanıyor ifadeleri en az 20 sene daha ordu’nun siyaset karşısında tarafsızlığını yitirmesinin göstergesi olacağa benziyor.

[1] Ümit Özdağ, Menderes Döneminde Ordu ve Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Kasım 2004, Boyut Yayınları, s.345

[2] Türkiye’nin Kıbrıs çıkarmasına tepki olarak Nato’nun üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmediğini iddia eden Yunanistan 1970’lerin ortasında Nato’dan ayrılmıştı. Fakat 1979 Sovyetler Birliği Afganistan işgali ile baş gösteren yeni Sovyet tehdidi buna mukabil modern güvenlik kompleksi bir Nato’dan ayrılığın bir kazanç sağlayamayacağı düşüncesiyle yeniden Nato’ya başvurmuş fakat Türkiye tarafından veto edilmişti. Nato’ya kabul kaidesi, bütün üyelerin ittifakına muhtaç olduğundan 12 Eylül rejimi Vetosunu kaldırdı, Yunanistan Nato’ya dönebildi. Böylelikle içsel kulvarda Türk ve İslami motiflerle halk nezdinde sağlanmaya çalışan politik meşruiyet, dışta ise Yunanistan vetosunun kaldırılmasıyla Batı nezdinde sağlanmaya çalışılmıştı.

[3] Abd içerisinde yer alan bu Yahudi lobisi, Abd siyaseti üzerinde yönlendirici bir etkiye sahiptir.

[4] Mustafa Hoş, Big Boss, 2014, Destek Yayınları, s.118

[5] Bir Bir İtiraf,  http://www.turkiyegazetesi.com.tr/haber/531809/bir_bir_itiraf.aspx

[6] Necmettin Erbakan, http://www.milliyet.com.tr/necmettin-erbakan/

[7] Akp Aslında Nasıl Kuruldu,  http://odatv.com/n.php?n=akp-aslinda-nasil-kuruldu-1612141200

[8] 10. Cumhurbaşkanı Seçildi, http://dosyalar.hurriyet.com.tr/dosya/almanak/tbmm/tbmm3.htm

[9] http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=5&ArsivAnaID=15661

[10] http://www.mgk.gov.tr/index.php/milli-guvenlik-kurulu/mgk-uyeleri
[11]  CHP'li Öymen: MGK işlevsiz hale getiriliyor, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=162450

[12] http://www.yenisafak.com.tr/politika/artik-askeri-mahkeme-sivil-yargilayamayacak-195036

[13] 9. Uyum Paketi Meclis’te, http://arsiv.ntv.com.tr/news/275600.asp

[14] Jandarma Artık İçişleri’ne Bağlı, http://www.milliyet.com.tr/jandarma-artik-icisleri-ne-bagli/siyaset/detay/2026309/default.htm

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2015/06/askeri-darbeler-turkiyede-askeri-darbe.html

****




10 KASIM 2016 TÜRKİYESİNDE ATATÜRK VE ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ



10 KASIM 2016 TÜRKİYESİNDE ATATÜRK VE ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ




TAHİR TAMER KUMKALE

9 Kasım  2016

unnamed



Türk milletinin idaresinde ve korunmasında milli birlik, milli duygu, milli kültür en yüksekte tuttuğumuz idealdir .
-Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1935)

————————–

Gazi Mustafa Kemal Atatürk; binlerce yıllık Türklüğün son yüzyılının vazgeçilemez bir simgesidir.

Atatürk; tarihten silinmek istenen Türk ismini yeniden dünyaya kazımıştır. Tarihi işlevini bitirmiş Osmanlı imparatorluğunun öz cevherinden Türk milli şuurunu uyandırarak yepyeni bir devlet oluşturmuştur. Öldü denilen Türk milletini yeniden tarih sahnesinin çok saygın bir toplumu haline getirmiştir.

Bugün sadece Türk milleti değil, bütün insanlık alemi de O’nun fikir ve düşünceleri ile yaşantılarına yön vermektedir. İnanıyorum ki bu yarında devam edecektir.
Ölümünün üzerinden 78 yıl geçmesine rağmen anayasamızın dibacesinde yer alan ve anayasaya yön veren “Atatürkçü Düşünce Sistemi” yapılan tüm değişikliklere rağmen aynen durmakta ve Türk toplumunun yaşantısına yön vermektedir.

Dost ve düşman bilmelidir ki bir avuç gafil ve kendini bilmez satın alınmış kalabalığın dışında tüm Türk milleti Ata’sının İlke ve İnkilâpları doğrultusunda O’nun gösterdiği hedeflere ilerleme gayreti içindedir.

Atatürk ile birlikte 20 nci asra damgasını vuran dünya liderlerinden Hitler, Mussolini, Stalin, Lenin, Mao Che Tung, Tito gibi ünlü kişiler her türlü fikirleri ve eserleri ile birlikte tarihin derinliklerinde yerini almışlardır. Günümüzde yaşayan ve tarihe damgasını vuran tek lider Türktür ve o lider Mustafa Kemâl Atatürk’tür.

“Atatürkçü Düşünce” kavramı ile; Mustafa Kemal Atatürk’ün kaynağını ve gücünü Türk milletinden, O’nun binlerce yıllık tarihi geçmişinden ve kültüründen aldığı; günümüz şartlarına, akla, mantığa, Türk milletinin temel ihtiyaçlarına, arzu ve isteklerine, kabiliyet ve becerilerine, çağdaş bilim ve teknolojinin gereklerine uygun şekilde geliştirdiği; Türk insanının ve Türk toplumu’nun davranış ve faaliyetlerinin Türk milli hedefleri doğrultusunda yönlendirmek ve yönetmek için ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tümü akla gelmektedir.

Atatürk’ün fikir ve düşüncelerinin küresel saldırılarla unutturulmaya çalışıldığı, eserlerinin birer birer yok edilmesi için yoğun çabaların sürdürüldüğü 10 Kasım 2016 Türkiyesinde ülkesini ve milletini seven her Türk Atatürkçü olmak zorundadır.
Her Türk Atatürk’ü ve Atatürkçü Düşünce’yi anlamak için çaba harcamalıdır. O’nu tanıdıkça insanlarımız aslında kendini tanıyacaktır. Geleceğine ait güveni artarak yarınlara daha iyimser gözle bakacaktır.

Aramızdan şeklen ayrılışının 78 nci yılında Türk milleti’ne kutsal Anadolu toprakları üzerinde ölümsüz eseri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni armağan eden Gazi Mustafa Kemâl Atatürk’ün aziz hatırasını saygı ile anıyorum.

Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde verdiği talimatı kavramış, eserlerini her türlü zorluğa rağmen sonsuza kadar yaşatacak derecede bilinçli ve inançlı genç nesillerimizin var olduğunun bilinmesini istiyorum…


https://kumkale.wordpress.com/2016/11/09/10-kasim-2016-turkiyesinde-ataturk-ve-ataturkcu-dusunce-sistemi/


..

TÜRK YAHUDİ İLİŞKİLERİ TÜRKİYE Yİ YAHUDİLER Mİ KURDU DARBELER, 28 ŞUBAT VE İSRAİL



TÜRK YAHUDİ İLİŞKİLERİ  TÜRKİYE Yİ YAHUDİLER Mİ KURDU DARBELER,  28 ŞUBAT VE İSRAİL,



 ONUR DİKMECİ
 19 Şubat 2015 
 Perşembe


28 Şubat ittihatçılar Onur Dikmeci Darbe Olur mu Türkiye askeri darbeler

1875 yılında Rus yanlısı Sadrazam Mahmud Nedim Paşa'nın : " Osmanlı Devleti borçlarının yarısını faizli tahville ancak 5 yılda ödeyecek" açıklaması , Avrupalı Devletlerin bankerleri, sefirleri ve özel temsilcileri tarafından aşırı büyük tepkiyle karşılanmıştı. Yalnızca bir sene sonra 1876 tarihinde ise Osmanlı Devleti'nin borçlarını ödeyemeyeceği duyuruldu. Bu aynı zamanda mali bir iflasın tanımıydı. Üç ay içerisinde Sırplar ve Bulgarlar isyan ettiler. Kısa bir süre sonra ise Harp Okulu komutanı Süleyman Paşa genç Zabit adaylarıyla sarayı kuşattı, sorumlu tutulan Padişah Abdülaziz Han'ı tahttan indirdi. Bu vaka aynı zamanda Türk siyasal hayatının ilk modern ihtilaliydi. Anayasa ve Meşrutiyet sözüyle tahta çıkartılan II. Abdülhamit, diktasını tam manasıyla tesis edebilmek maksadıyla kısa sürede Meclisi feshetti. Aydınlanmacılar dört bir köşeye sürüldü veyahut binbir baskıya tabi tutuldu. İyi niyetli fakat başarısız ve paranoyak Abdülhamit Han'ın Tek Adamlık idaresinde borçlar arttı, devlet kadrolarında vasıfsız kişiler istihdam edildi, ordunun üst düzey veya kilit konumlarına alaylı ve çoğu okuma bile bilmeyen subaylar atandı. Bugünkü Türkiye'ye yakın yüzölçümünde toprağın elden çıktığı dönemde radikal önlemler alınması ve bunun süratle yerine getirilmesi arzusunda olan İttihatçılar, baskı ve jurnallerden muaf olabilmek için masonluk yoluna yöneldiler. Masonluk zırhı altında çoğu Avrupa'da bir müddet yaşamış veyahut tahsilini sürdürmüş İttihatçılar; ekseriyetle parlak sicilli Zabit, gazeteci, avukat, doktor, alim gibi dönemlerinin en ileri seviyesinde entelektüel birikime sahip pozitivizmin ve hürriyetin etkisinde kalmış elitist tabakayı oluşturmaktaydılar.  Hararetli ve herdaim birbirleriyle irtibatlı fikir münazaraları neticesinde yeni bir meclise, yeni anayasaya ihtiyaç olduğunu bunun ancak Padişah'a acilen kabul ettirilmeyle mümkün olacağını düşünmekteydiler. Makedonya'da , yabancı Jandarma komutanlarının himayesinde Jandarma subaylarının her bakımdan kayırılması neticesiyle dışlandıklarını iyiden iyiye hisseden Ordu subaylarının hürriyet ve kurtuluş ateşi , iktisadi bu faktörler ile de hızlanmış, kanımca Seraskerlik yüksek rütbeli subaylarında desteğiyle ayaklanmaya dönüvermişti.  Her daim devrilme korkusuyla yaşayan Abdülhamit bu ayaklanmayı bastırmaya kararlıydı binlerce subay yola çıkarılmıştı.. 

Tütüncünün Teşkilatçılığı

İttihatçı ayaklanmasından evvel komitenin ileri gelenleri ayaklanmanın bastırılacağını düşünmüş birşeyler yapmaya karar vermişlerdi.

 İzmir'e gelip küçük ve eski bir dükkan bulan İttihatçı burada esnaflık yapıyordu. Dükkanına özellikle rütbeli subaylar uğruyordu fakat bir terslik vardı. Dükkana gelenler saatlerce içeride kalıyor akabinde ya bir şey almadan çıkıyor veya göstermelik bir tütün parçası alıyordu. Hikmet neydi? 

İhtilal, Tesis, Cumhuriyet sonrası

İzmir'den gemiyle Makedonya'da ki İttihatçı ayaklanmasını bastırmak için yola çıkan 17.000 Subay ve Gedikli vardıklarında Halife Padişah'ın emirlerini çiğnemek pahasına silahlarına denize fırlatıyorlar "Kardeşlerimize kurşun sıkmayız, yaşasın Hürriyet yaşasın Meşrutiyet" diye haykırıyorlardı.

  Sır çözülmüştü. İzmir'de Tütüncü Yakup olarak bulunan İttihatçı Yahudi Dr. Nazım'ın, Subaylara yaptığı propaganda işe yaramıştı. ( kod adı olarak İsrailoğullarına gönderilmiş Peygamber'in ismini özellikle seçmiş sanki, Nazım gibi mühim ittihatçılardan ibraniceyi çok iyi konuşan Rıza Tevfik te Yahudi idi. İttihatçıların en önemli ismi Talât Paşa ise Edirne'de Yahudi okulunda öğretmenlik yapmıştı. İsmi Talât, " Tal " İbranicede çiğ manasındadır çok kullanılır. )  Meşrutiyet ilanı, 1909 Abdülhamit'in tahttan indirilmesi ( Hareket ordusu kumandanı İttihatçılara yakın isim büyük Münevver, Mahmud Şevket Paşa, Bursa Alians İsrail elit mektebinde eğitim gördü. O tarihlerde Bursa'da Yahudi iskanı yoğun ve mekteplerine sadece Yahudiler kabul ediliyor) ve 1913 Bab-ı Ali baskınıyla İttihatçıların mutlak hakimiyeti başlamıştı. En başta kapütülasyonlara karşıydılar. Bunun için İngiliz elçi Maurice tarafından sürekli hain veya mason gerekçesiyle maaşlı yurtiçi işbirlikçi basını tarafından adeta lince tabi tutuldular.  Halbuki ilk büyük loca İngiltere'de kurulmuştu! Halbuki Maurice masondu! Mason biraderlerini evrensel yasalarını çiğneyerek ülkesinin menfaati adına kolayca yolda bırakabiliyordu ! 

1838 Baltalimanı anlaşmasıyla Osmanlı topraklarında dallanan İngiliz kapitalist sınıfı ve hakimiyeti kırılmalıydı. Bunun yegane yolu Vatansever Osmanlı Yahudilerinin desteği ile yeni bir kapitalist sınıfın inşaa edilebilmesine bağlıydı. İzmir'in önde gelen Kapıcızade, Evliyazade gibi Türk Yahudi ailelerinin de desteğiyle, yalnızca İstanbul'da 5.000 adet bakkal dükkanı açıldı. Sermayesi yahudiler tarafından oluşturulan milli banka Adapazarı İslam Kalkınma Bankası adıyla hizmete başladı Türk köylüsünün kredi ihtiyacına yetişti. 

Toprak kanunlarını da yeniden düzenleyen İttihatçılar, Ortadoğu'da ki yabancı hakimiyetini kırabilmek için Filistin'e Yahudilerin yerleşmesinin önünü açtılar, Devlet bu dayanışmayla , Batı'ya kafa tutuyordu ve bu yabancı elçileri oldukça tedirgin etmişti. Bu topraklarda dışlanan Türkler ve Yahudiler el ele yeni bir sistem icat ediyorlardı. Bütün gayret ve büyük ideallere rağmen " Hasta Adam" ameliyat masasındaydı ve cihan savaşı patlak vermişti. Emanuel Karasu gibi aydın bir Yahudi şahsiyet, Yahudilerin önce Türk olduklarını vurguluyor Türkler ve Osmanlı Yahudilerinin mücadelesinde etkin oluyordu. İlk kurşunu atan Yahudi Hasan Tahsin, Cihat fetvasını veren Mason Yahudi Hayri Efendi, Musa Kazım gibi aydınların çabasıyla cihan savaşına dahil olunuyor Selanikli büyük Komutan Mustafa Kemal Atatürk'ün dehası önderliğinde yeni bir Cumhuriyet kuruluyordu.. Türkiye Cumhuriyeti; Türkler ve Yahudilerin ortak mamulü olarak tarihte parlayan bir yıldız olarak yerini alıyordu. 1923'ten sonra Türk ordusu üçlü tarihi misyonunun üçüncü safhasına geçmiş oldu; kışlasında fakat rejimsel tehdit anında müdahalede bulunmaktan çekinmeyen. 

Genç subayların ilk hoşnutsuzluğu, İnönü yönetimine karşıydı bu sebeple 1950'deki genel seçimlerde büyük oranda Demokrat Parti'ye oy verdiler. ( Koyu İttihatçı ve tarihimizin en önemli isimlerinden Celal Bayar, Yahudi mektebinde eğitim görmüş ayrıyetten kuvvetle muhtemel masondu. Bayar Yahudi kökenli olabilecek bir komitacıdır) 1954lerden itibaren Dp'ye hoşnutsuzluk artmış ordu içerisinde ; Tuzla Uçaksavar, Harp Akademileri, Talat Aydemir, Faruk Güventürk, Numan Esin - Muzaffer Özdağ, Sadi Koçaş cuntaları belirmiştir. Esasen Menderes döneminde Batı ve Nato nezdinde sıcak ilişkiler kurulmuş hatta 1958 yılında İsrail Başbakanı Ben Gurion ile İstanbul'da gizlice görüşülerek özellikle istihbarat konusunda ikili mutabakata varılmıştır.  

Şu halde Türkiye'de ki darbelerin bütün kaynağı İsrail ise, 27 Mayıs gibi bir ihtilal nasıl gerçekleşebildi? Uzunca düşünmeye gerek yok, Sovyet tehdidi karşısında tutarlı bir politika ile İsrail olması gerektiği gibi müttefik kabul edildi fakat iç politik arenadaki hoşnutsuzluk, rejimsel zaafiyet ve ağır ekonomik koşullar spontane bir müdahaleyi doğurdu görevi alan komite ise rasyonel bir uygulamayla İsrail ile kurulan ilişkileri devam ettirmiş hatta daha da ileriye götürmüştür. 1965'den itibaren gerçekleştirilen Ortadoğu ziyaretleride  Türk İsrail yakınlaşmasını stratejik açıdan muhtemelen kuvvetlendirmiştir. 9 Martçılar olarak bilinen General Celal Madanoğlu cuntasının ifşası ve 12 Mart muhtırası neticesinde Nihat Erim dönemi Türkiye Abd İsrail ilişkilerinin sağlıklı biçimde devam ettiği süreçtir. Madanoğlu ve ekibi Sosyalist Kemalist olarak tanımlanmaktadır. Fakat 1963'den itibaren ordu içerisinde oluşturulan Milli Devrim Ordusu bünyesinde aşırı sol fraksiyonlarda, Türkiye'nin Nato'dan kopmasını isteyen Ortadoğu ve İsrail'e diş bileyen ekip Sovyetler ile bütünleşebilme derdindeydi.  Bu ekibin başarılı olması durumunda Nato'ya sırt çevirecek Türkiye'yi ne gibi bir akıbet beklemekteydi? Bunun büyük bir hasara yol açacağını vurgulayan teoriler çokça üretilmiştir. 

Esasen siyasal hayatımıza daha fazla değinmeden meşhur 28 Şubat vakasına gelmek yerinde olacak. (28 Şubat 1997 MGK toplantısı) yıllardır 28 Şubat müdahalesinin İsrail'in bir ürünü olduğu ve Türk demokrasisine darbe vurduğu dillendirilir. Bu teori aslında iç siyaset malzemesi olarak rant sağlayan bir stratejidir. Demokrasi önemlidir fakat parçası olduğumuz Ortadoğu'da Devletler güvenlik bürokrasisi üzerine inşaa edildiğinden Ulusal güvenlik, rejime yönelik tehdid algılamaları gerekçesiyle kısmen askıya alınabilir. Türkiye ve İsrail'de Ordu'nun bu denli ayrıcalıklı konumda bulunması coğrafya ve milli karakter sebebiyledir ve bu iki ülkenin bir başka ortak noktasıdır. 

Merhum Necmettin Erbakan döneminde, İsrail ile ortak askeri tatbikat yapıldığına ve ekonomik anlaşma imzalandığına göre İsrail ne maksatla zaten var olan ilişkilerini yeniden var etmek maksatlı darbe planlayabilir? Bir kere şunu belirtelim, 28 Şubat kararlarının tamamı; Milliyetçi, Ulusalcı olarak kendi siyasi kimliğini tanımlayan Vatandaşların imza atmaları gereken bir taslaktır. Burada kararlardan çok Ankara Sincan mevkin de Askeri tankların geçidi ve Necmettin Erbakan'ın istifasının eleştiriye bahis konusu olduğunu düşünmekteyiz. Lakin bunu dış gerekçelerden çok iç politik kulvarla yorumlamak doğrudur. Bu siyasi tertipte Tansu Çiller Başbakanlığı arzulamış olabilir. 

Tüsiad , Anadolu sermayesinin önüne set çekebilmek için medyayı da yönlendirerek girişimde bulunması da muhtemeldir. Halishane niyetli asker ve sivil kesimin kaygılarıda dahil edilebilir. Ve elbette Necmettin Erbakan'ın etrafında kümelenmiş menfaatçi kişilerin Erbakan'ı yanlış yönlendirmesi, teşkilat tabanını provoke eden açıklamaları ve bir takım tertipleri aslında herşeyi ateşlemiştir. 28 Şubat hususunda Abd Dışişleri Bakanı Albtight'in olumlu açıklamaları ile Türk komutan Org. Çevik Bir'in: " 28 Şubat ile Ordu laik yüzüyle İsrail'e yöneldi" gibi bir beyan bu sürecin dış kaynaklı olduğunu göstermez. Siyasal sistemlerin kaderidir ki her kurulan sistem kendini kabul ettirme arzusundadır bu onlara meşruiyet kazandırır. 

28 Şubat dahil her kaotik olayda İsrail'i baş müsebbip olarak işaret etmek Türkiye'yi, iradesini, potansiyalini küçümsemekle eşdeğerdir. Milli Nizam Partisi kapatıldıktan sonra, İsviçre'ye gidip Erbakan ile görüşen komutanların yegane arzusu fevri Avrupa Birliğine muhafazakar iktidarlı Natocu bir Türkiye ile cevap vermekti. Türkiye Nato ve İsrail bütünleşmesinin sürekliliği için önemliydi. Bu durumda Milli Görüş hareketi nasıl ki İsrail'in salt uzantısı olarak kabul edilemezse, Türkiye'de ki askeri müdahaleler ve özellikle 28 Şubat için de İsrail suçlanamaz . 

Yakın siyasi tarihimizde Türk-İsrail/Yahudi münasebetlerinin özetini yapmaya çalıştığımız satırların akabinde varılacak neticeler; 

1) Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu bu toprakların, kültürel zenginliğimizin özneleri Türkler ve Yahudilerin ürünüdür. 

2) Türk ve Türk yahudiler dışlanmış, eziyet görmüş fakat her daim medeniyetlerini sürdürebilmiş günümüzde de dayanışma içerisinde olması gereken topluluklardır. 

3) Kuruluş esnasında elitist kadrolarda Yahudiler, Masonlar, Yahudi Masonlar yer aldıysa halen ülkemizde yaşamlarını sürdürmektedirler. Barış içerisinde yaşayacağımız biricik değerlerimiz olarak bu topraklarda hayatlarını idame ettireceklerdir. 

4) Güvenlik bürokrasisi üzerine inşaa edilmiş ve benzer pek çok noktası bulunan Türkiye ile İsrail ilişkilerini en üst seviyeye çıkartmalıdır.( Zayıflayan bağlar, hatalar, yapılması gerekenler başka bir yazının konusu olabilir) 

5) Türkiye'de ki askeri müdahaleler ve talihsizliklerin oyun kurucusu olarak İsrail, Yahudiler veya Yahudi lobilerinin vurgulanması , iç cephede politik meşruiyetlerini pekiştirmek isteyen politik figürlerin basit stratejileridir. Türkiye'de ki her olumsuz vaka yönetim beceriksizliği ve geçmiş asırlarda Aydınlanma-Sanayi devriminin yaşanamamış olmasının( Türk kapitalist ve işçi sınıfının yoksunluğu. D. Avcıoğlu'na göre 1838 anlaşması yerli kapitalist sınıfın oluşmasını engelledi)  günümüze yansıyan sancılarıdır. 

Umud ediyoruzki siyasi tercihlerini rasyonel temellere dayandıracak Türkiye, Türk-İsrail münasebetlerini verimli düzende yeniden şekillendireceği gibi, Ülke endeksli nefret politikasınıda yıkmaya başarabilecektir.


Gönderen Onur Dikmeci zaman: 09:55 

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2015/02/turk-yahudi-iliskileri-turkiyeyi.html

..

21 Aralık 2016 Çarşamba

TÜRK GÜVENLİK KONSEPTİNE ELEŞTİREL BİR BAKIŞ: NATO MU? ŞANGHAY MI?



TÜRK GÜVENLİK KONSEPTİNE ELEŞTİREL BİR BAKIŞ: NATO MU? ŞANGHAY MI?


ONUR DİKMECİ

     Nato ve Şanghay'ın varlık sebeplerini anlayabilmek , Türkiye'nin Nato'ya dahiliyeti, beklentileri ve varmak istediği yeri irdeleyebilmek için için o devirlerin siyasi gruplaşmaları, ideolojik akımları yani hakim politik ve sosyolojik siyasal konjontorel durumlarını tahlil etmek gerekir. Türkiye, Nato'ya neden ihtiyaç duydu? Nato neden kuruldu? Dünya'da antikomünizmin  üç evresi vardı. Bunlardan birincisi Ekim 1917 Devrimine tepki ile başlayan evre, ikincisi Hitler ve Mussoloni'nin hüküm sürdüğü baskıcı, otoriter, faşist ve nazist dönemdeki özgürlükleri kısıtlayıcı dönem üçüncüsü ise İkinci Dünya Savaşının noktalanması sonucunda başlayan ve Soğuk Savaş olarak adlandırılan dönemdir.İlkinde Rus Devrimi ve iç savaşına İtilaf Devletleri de doğrudan müdahalede bulunmuş ve devrim karşıtı tutum izlemişlerdir. Bunun sebepleri arasında Çarlığı savaşta tutmak ve Almanya'yı zorlamanın yanında Kafkasya'da ki zengin petrol yataklarının varlığı gösterilmektedir. Çünkü Rus Devrimi ile hemen petrol millileştirilmiş ve yabancı petrol şirketlerinin imtiyazları ise kaldırılmıştır. Antikmonizmin ikinci evresinde devleti kutsayan ve siyasi mekanizmanın herşeyi telakki eden faşizm ve soy üstünlüğüne dayanan nasyonal sosyalist sistemler bazı etnik gruplar ve özellikle komünizmi tehdit olarak algılamış ve sert tedbirler uygulamışlardır. Çünkü fabrikalaşma oranı yüksek bu ülkelerde işçi sayısıda artış göstermiş Sovyetlerin etkisi işçiler üzerinde sendikalaşma, grev, iş bırakma gibi neticeleri doğurduğundan yönetimler ile yıldızları barışmamıştır. Antikomünist üçüncü evre ise İkinci Dünya Savaşı bitimine denk düşmektedir.   1946 yılında Churchill'in "Avrupa'ya demir perde indi" beyanatı belkide bu Soğuk Savaşın başlangıcıydı. Bunu destekler nitelikte 1947'de Amerikan dış politikası adeta komünizme savaş açtı ve Türkiye ile Yunanistan'a maddi yardım içeren Truman Doktrini ilan edildi. Versailles düzeninden yana Abd ile bu düzene karşı olan Sovyetler Birliği arasındaki ayrılığın ilk ciddi göstergesi Truman Doktriniydi. 1948 yılında Abd Dışişleri Bakanı George Marshal Avrupa'nın ekonomik kalkınmasıyla alakalı bir plan tasarladı. Bu plan dört yılı kapsamak suretiyle Avrupa'nın bir nevi yeniden inşaası demekti. Sovyetler Birliği, Marshall Planı'nı Truman Doktrini'nin pratikte uygulanması olarak tanımladığından buna açıkça cephe aldı, Doğu Avrupa ülkelerinin katılmaması için baskıda bulunarak Dünya'daki gruplaşmanın keskinleştiğinin sinyallerini vermiş oldu. Şubat 1948 Prag darbesi neticesinde Çekoslovakya Sovyet nüfuzu altına girdi. Buna Batı'nın tepkisi gecikmedi ve Belçika, Fransa, Lüksemburg, Hollanda, İngiltere; Brüksel Antlaşmasını imzaladılar. Bu antlaşma bir nevi Nato'nun çekirdeği hüviyetindedir. Antlaşma'nın 4. Maddesi Antlaşmaya taraf devletlerden birinin saldırıya uğraması durumunda antlaşmaya imza atmış diğer devletlerin yardım edeceği hükmünü içerir ki bir müddet sonra hayata geçecek olan Nato'nun meşhur 5. Maddeside bu tip bir içeriktedir. Nitekim 4 Nisan 1949'da Kuzey Atlantik Antlaşması imzalanarak Nato hayata geçirilmişti. Sovyetler Birliği ise 1955 tarihinde Nato'nun bir nevi Doğu Kanadı karşılığı olan Varşova Paktını ilan ettiğinde Dünyada'ki gruplaşmanın daha keskin ve sancılı olacağı düşünülüyordu. Fakat bu Paktın asıl işlevinin Nato'ya tam manasıyla bir rakip yaratmak olmadığı uygulamalarından anlaşıldı. Zira Tito'nun Yugoslavya'ya kazandırdığı Milliyetçi duruş Sovyetler nezdinde bir tehdit olarak görülmüş ve deyim yerindeyse bu tip ''asilerin'' yeniden türememesi için Sovyetler Birliği'nin bölgedeki istikrarı ve denetimi Varşova Paktı ile sağlanacak ve Macar ve Çek ayaklanmalarının kontrol edilmesinde kullanılacaktı. 1989'dan itibaren önemini neredeyse tamamen kaybeden pakt 1 Nisan 1991'de ise resmi olarak dağılmış oldu .
  Türkiye'de ise Rus karşıtlığı yani daha bilindik tabirle anti moskofçuluk Osmanlı Devleti zamanından Cumhuriyet dönemine intikal etmiş zihinsel ve algısal bir mirastır. Özellikle 1877-1878 daha popüler adıyla 93 Harbi neticesinde yaşanan Rus yenilgisi ve Rusların yeşilköy önlerine kadar ilerleyiş göstermeleri devrin edebi ve siyasi yayınlarınada intikal etmiş 93 Harbi açlığın ve sefaletin hudutsuz yaşandığı bir felaket olarak hatırlanacakken bütün bunlara sebep Rusya ise korkunç bir canavara dönüşecektir. Aslında bu psikoloji o dönem için çok normaldir fakat özellikle Ekim 1917 Sovyet Devrimi sonrasında Türk Kurtuluş Savaşınında başlamasıyla ortaya çıkan yakınlaşma sonrasında duruldu 1945'te Sovyetler Birliği'nin Türkiye'den toprak talebi neticesinde anti moskofçuluk yeniden yapılandırıldı ve bu sefer anti moskof devrinde hakim şartlarına göre anti komünist olarak tanımlanmaya başladı.   Batılılaşma kavramını yanlış anlayan, Komünizm Sosyalizm gibi kavramları ise yeterli entelektüel birikimi müsait sayıda bulunmayan politik ve siyaset bilimci figürlere sahip olması sebebiyle tamamiyle sığ ve basit bir tanım üzerinden yalnızca dinsizlik, milliyetsizlik ve bilumum olumsuzluk olarak algılayan ülke olarak Türkiye kendisini Batı bloğuna ait gördü ve doğal olarak Batı nezdinde oluşturulacak paktlara taraftarlığı söz konusuydu. Tabi bunun çok partili hayata geçilme isteğiylede bağı olabilir. Çünkü Türkiye'de artık iptidaide olsa kapitalist sınıf oluşmuş, Tek Partinin bazı yöneticilerinin ve bürokratlarının keyfi uygulamaları neticesinde kitlelerde yılgınlık, farklı arayış ve istekler ile çok partili hayatın ancak Batı demokrasileri örnek alınarak uygulanabileceği algısı yerleşmiş önce Türk Lirası devüle edilmiş hemen sonra Uluslararası Para Fonu/IMF'ye dahil olunmuş yani Batı ile angaje bir siyasi seyir izleneceğine artık karar verilmiştir. Ağır bir cihan harbi ve Kurtuluş Savaşı geçiren genç Türkiye'nin ordusu son derece vatansever ve disiplinli olmasına rağmen teçhizat bakımından oldukça yetersizdi. Batı ile ittifak ve Batı paktına kabul edilebilme neticesi bu eksikliğinde tamamlanmasında yardımcı olacaktı.
Bu gelişmeler yaşanırken Batı, Türkiye'yi askeri pakta dahil etmekte pek istekli değildi . Türkiye için düşünülen başta küçük katılımlı bölgesel bir pakttı. Paktın komuta kademesi yabancı komutan ve nezaretindeki ekipte bulunacaktı. Daha sonra bir Akdeniz birlikteliğide gündeme getirilmiş 1940'ların sonuna doğru coğrafi konumu sebebiyle özellikle istihbari konuda Sovyetlerden temin edilecek istihbaratın üçte birinin Türkiye'ce karşılanabileceği ihtimali Nato'nun ilgisini çekmiştir. Kore savaşına Bakanlar Kurulunun bile tamamının malumatı bulunmadığı halde asker göndererek aktif katılım sağlandı ve böylelikle istekli ve sadık bir müttefik profili gayet başarılı çizildi. 1952'de Nato'ya resmi dahiliyet zamanla Türk Askeri Talimnamelerinin bile Abd'den tercümesi ve kontrolü çokta mümkün olmayan yabancı üsler meselesini doğurdu. Küçük bir örnek vermek gerekirse talimnamelerde bahsedilen Hava İndirme Tümeni ve Zırhlı Tümen o zamanlarda Türk Ordusu sistemi içerisinde bulunmamaktaydı. Yani talimnameler Türk Ordu sistemi göz önünde bulundurmadan yalnızca tercüme edilerek kazandırılmıştı. Askeri yardımlar ve modernizasyon için Türkiye'ye gelen Abd'li askeri personel sayısı ise yalnızca birkaç yılda 459'u buldu. Tabi bu gelişmeler bazı kesimler tarafından zaruri hatta mecburi telakki ediliyordu. Çünkü Türkiye Sovyetler Birliği'ne konum olarak çok yakındı Sovyetlerin kalabalık ve ileri teçhizatlı ordusu ile başa çıkabilmek veya hiç değilse direniş gösterebilmek için Amerikan yardımları ve yol göstericiliği doğrultusunda askeri modernizasyon gerekliydi. Meselenin ideolojik boyutuncada farklı dinden olmasına rağmen Abd Tanrı tanımaz bir ülke değildi ve bu durum Türkiye ile benzer bir özellik demekti.
Bazı kesimlere göre ise Abd Türkiye'yi kendi küçük uydusu haline getiriyordu. Türkiye'nin bağımsızlığı muazzam derecede zedelenmiş olmakla birlikte ilişkiler gözden geçirilmeli hatta Türkiye Nato üyeliğini sonlandırmalıydı. Bütün bu tartışmalar yaşanırken 1960 yılından itibaren bütün askeri darbeler, kalkışmalar ve provokatif eylemler öncelikle sol günümüzde ise çoğu cenah tarafından Nato'nun icadı kabul edildi ve Nato üyeliği en şiddetli biçimde günümüzde muhafazakar milliyetçi gruplarcada sorgulanmaya başlandı. Şanghay dahiliyet ihtimali gündeme getirildi ve son günlerde de sıkça tartışılır oldu. Şanghay Nato'ya karşı bir alternatif olabilir mi ? 

Şanghay cephesi Türkiye'nin birliğe tam manasıyla kabulünün Nato üyeliğini sonlandırılmasıyla mümkün olabileceği görüşündeler.  Nato'dan ayrılmak bağımsızlık kabul ediliyorsa Şanghay'ın Türkiye'nin pakt tercihi ile alakalı müstakil kararı ve bu karar hakkında Şanghay'ca bir hüküm belirlenmesi yine Türkiye'nin bağımsızlığını zedelemek manasına gelebilir. Evet, bir birliğin birtakım istekleri ve istekleri neticesinde üye kabulü söz konusu olabilir fakat Türkiye'nin bir askeri pakt ile alakalı tercihinede engel olunması Türkiye'nin dış politika tercihine belli oranda etki etmektir. Türkiye tam manasıyla Nato üyeliğini sonlandırsa ve Şanghay birliğinin resmi üyesi olsa muhtemelen bu seferde Türkiye'de açılmaya başlayan Şanghay üsleri ve Türk Genelkurmay'ı üzerindeki Şanghay'lı subayların denetimi tesis edilecektir. Bu tarihten sonrada herhangi bir askeri kalkışma, darbe veya provokatif eylemler artık Şanghay mamulü olarak kabul edilir. 

Türkiye'nin Uluslararası Pakt tercihi son derece rasyonel olmak zorundadır. Nato Soğuk Savaş döneminde ortaya çıkmıştır fakat Sovyetler Bitliğinin dağılmasından sonra 1991 Roma zirvesiyle kurumsal yapılandırmasını yeniden gözden geçirmiştir. Günümüze değin yalnızca askeri değil siyasi ve ekonomik komiteleride bünyesinde barındıran Nato artık kadın çocuk hakları, enerji güvenliği ve paramiliter gruplar gibi sorunlarada eğilmektedir. 2002 Prag zirvesi Nato'ya üye olmayan üyelerle daha küresel alanlarda görev tasarlanmasına ekonomik ve siyasi araçların kullanımında yüksek bir varlık görsterilmesinin yakalanmasına imza atılırken, 2012 Chicago zirvesinde değinilen konular arasında kadına şiddet ve çocukların korunması gibi siyasi dialoğa önem verilen başlıkların bulunması bakımından dikkat çekicidir. Nato'nun tarihsel gelişimi içerisinde yer alan;  Barış İçin Ortaklık, Akdeniz Diyaloğu, İstanbul İşbirliği Girişimi gibi projelerle üyeleri dışında Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle gerçektende etkin ilişkileri kurmayı bilmiştir. Gözden kaçan başka bir hususta  Batı Ukrayna'da kısa süre evvel gerçekleştirilen anayasa değişikliğidir. Bu değişiklikle askeri paktlara üye olmama maddesini kaldıran Batı Ukrayna bir anlamda aktif tarafsızlığını rafa kaldırmış olurken ilerisi için Nato üyeliğine göz kırpmıştır. Batı Ukrayna akabinde Nato, Gürcistan ve Azerbaycan'ı da şemsiyesi altında toplayarak varlığını ve etkisini artırarak devam ettirmek istemektedir. 

Şanghay ise istikbal vaad eden ülkelerin oluşturduğu genç bir birliktir. 1996 yılında Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan tarafından komşu devletler arasında ortaya çıkması muhtemel sınır sorunlarını ve daha ziyade içeriye dönük güvenlik kaygılarını asgari düzeye indirgeyebilmek için hayata geçirilmiştir. Kısa sürede üye sayısı ve faaliyetlerini arttırmış; Özbekistan'ın üyeliği akabinde Pakistan, Hindistan, Moğolistan, İran ve Afganistan gözlemci statüsü ile birlikte yer almıştır. Singapur ve Beyaz Rusya'nın da örgütün ilk dialog ortakları olarak kabul edilmelerinden sonra 2001'den itibaren Dışişleri, Savunma, Ulaştırma Bakanlıkları arasında düzenli toplantı mekanizmalarının kurulduğu bir yapı haline gelerek verimliliğini arttırmıştır. Ağırlıklı olarak bölgesel iç güvenlik kaygıları neticesinde hayata geçen birliğin seyri uluslararası alanda yükselen etkinliği ile çok boyutlu minvale evrilmiştir. Birleşmiş Milletler'de 2004 yılında gözlemci statüsü elde edilmiş, 2010 yılında BM işbirliği antlaşması imzalanmış; ASEAN ve Kollektif Güvenlik Anlaşması örgütü ile karşılıklı mutabakat anlaşmaları imzalanmıştır. Öte yandan diplomasi, ekonomi ve kültür alanında işbirliğinide hedefleyen Şanghay'ın bu misyonu Abd'nin Asya ve Uzak Doğu çıkarlarını sınırlamaya başlamış ve Yeni Bir Varşova Paktı doğdu teorileri oluşturulmuştur. Bu teori tartışıladursun 2005 zirvesiyle Abd'nin Orta Asya'dan çekilme talebinin gündeme getirilmesi, 2007 Bişkek zirvesiyle tek kutuplu dünyanın kabul edilemeyeceğinin ilan edilmesi bu yapının gerçektende gittikçe Anti Abd, Anti Nato mizacına büründüğünüde göstermektedir.  

Burada ek bir bilgi vermek yerinde olacaktır. 2002 yılında bölge üyelerinden Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Rusya, Belarus ve Ermenistan'ın oluşturduğu Kollketif Güvenlik Örgütü'nden bahsetmemiz gerekiyor. KGÖ'nün Şanghay ile oluşturduğu karşılıklı etkileşim dikkat çekicidir. KGÖ ayrıca Nato benzeri bir Acil Müdahale Gücünü oluşturarak Orta Asya'nın asli Nato'su hüviyetine belkide Şanghay'dan daha yakındır. Çünkü KGÖ daha ziyade çok yönlü güvenlik örgütüne doğru gelişim göstermiştir. Şanghay güvenlik gerekçeleriyle hayatada geçirilse hiçbir belgesinde askeri bir yapı olarak tanımlanmaz. KGÖ'ye üye ülkeler Rus silahlarını iç pazar fiyatından satın alabilmekte fakat başka ülkelere ihraç edememektedirler. Bu durum örneğin geçmiş yıllarda Türkiye'ye verilen Nato silahlarının Nato onayı olmadan herhangi bir tasavvurda bulunamaması durumuna çok benzemektedir. Bu gerekçeyle Türkiye silah sanayi bir anlamda nasıl Nato'ya entegre olduysa, KGÖ'nün bu sistemide üye devletlerin silahlı kuvvetleri üzerinde Rus Genelkurmayı'nın denetimini doğurmaktadır. Ezcümle gelişen KGÖ ve Şanghay bazı hususlarda ortak güvenlik kaygıları taşıyan eşgüdüm içerisinde çalışan yapılardır. Her ne kadar Şanghay'ın gerçekleştirdiği 10.000 askerlik tatbikatların varlığı gerçekte olsa bunlar ağırlıklı olarak anti terör operasyonları olarak izah edilmekte ve KGÖ, Nato'ya daha benzer olarak tanımlanmaktadır. 

Şanghay üyeleri yükselen ekonomik trendlerinin yanında zengin kaynakları bakımından önemlidir ve bu üyelerin coğrafyası Türkiye'nin yakinen ilgilendiği kültürel havzası içerisindedir.
Türkiye'nin pakt tercihi tek yönlü olarak ele alınmamalıdır. Bugüne değin askeri darbe ve kalkışmalarla paramiliter eylemlerin desteklenmesinde Nato'nun payı olduğu açıktır. Ancak siyasi ve askeri etkinliğini arttırdığı gibi Nato üyeliği Avrupa ülkeleriyle ilişkilerinde bir başka ayağını oluşturmaktadır. Şanghay ise genç bir birlik olmakla birlikte dünya nüfusunun 1/3'ünü barındıran ülkeleri çatısı altında toplaması, üyelerinin çoğunda nükleer konvansiyonel silahlar bulunması, üyelerinin büyük güç olabilme arzuları, zengin girişimcilik ve doğal kaynaklara sahip olmaları bakımından göze çarpan ve kayda değer özellikler taşıyan birlikteliktir. Fakat Abd destekli Asya kıtasınıda kapsayan devrimler ve 11 Eylül 2001 saldırıları neticesinde özellikle Afganistan'a düzenlenen operasyon ile örgüt Nato dengeleyicisi bir konumda bulunamamıştır. Nato'nun siyasi olarak genişlemesi hatta Abd Japonya Avustralya birlikteliğinin Küçük Nato olarak değerlendirildiği sistemde, Şanghay etkinliğini arttıran dinamik bir yapı haline gelsede bölge sınırlarını aşamamıştır. Ayrıca Türkiye'nin özellikle Orta Asya ülkeleriyle siyasi temasında önemli birer kart olan Türklük ve İslamiyet algısı bir bakıma Şanghay üyelerinden Çin ve Rusya için tehdit içerebilecek stratejilerdir. Çünkü iki ülkeninde bölgenin islamizasyonu, islamı radikallik veya ılımli islam ile Türk Milliyetçiliği hususlarında geçmişte gerçekleştirmiş oldukları fiili engeller vs müdahaleler bulunmaktadır..

Coğrafi ve kültürel olarak Türkiye'yi yalnızca Batı, Doğu veya Asyalı olarak nitelemek eksik olacaktır. Türkiye hepsinin bir bileşimidir ve Nato ile Şanghay'ın birbirine alternatif düşünülmesi ve değerlendirilmesi güvenlik paradigmaları açısından yeterli olmayacaktır. Türkiye Nato üyeliğini devam ettirmeli fakat Şanghay ilede temas kurmalı daimi üyelik için ağır yaptırımlar belirlenmesi durumunda öncelikle hedef olarak gözlemci üyelik gibi bir statü belirlenmelidir.  Türkiye'nin ordu ve güvenlik yapısı bilgisiz veya artniyetli askeri ve sivil danışmanlar sebebiyle eksik konumlanmıştır. Bu da bir pakt olmadan güvenlik öncelikleri belirleyememe gibi bir hastalığı meydana getirmiştir. Bünyedeki bu hastalık için doğru bir tedavi süreci izlenmelidir. Hava ve Deniz gücünün etkinliğinin arttırılması dışında ordu modernizasyonı sağlanmalıdır. Şu da unutulmamalıdırki özellikle güvenlik bakımından bağımsız veya yeterince güçlenmiş bir Türkiye Nato ve Şanghay için aynı zamanlı tehdit içerebilecektir. Örneğin Türkiye'nin Karadeniz'de etkin olması öncelikle Rusya, Akdeniz'de etkin olması öncelikle Abd için tehlike arz edeceğinden Abd ve Rusya için öncelikli tehdit Türkiye'nin askeri deniz gücü olarak belirlenecektir. Günümüzde Suriye ve İran nükleer meselelerinde bazı maddelerde anlaşmaya varan Abd ve Rusya olduğuna göre ortak çıkarları tehdit altına girdiğinde yine Türkiye'nin dinamik güvenlik konseptini tasfiye maksatlı bir işbirliği gerçekleştirme leri çok olasıdır. 

   Türkiye ilişkilerini dengede sürdürmek suretiyle girişimcilik kabiliyetini arttırmalıdır. Doğal kaynak bakımından hiç zengin olmayan ve elverişsiz iki ülkeden İngiltere ve Japonya siyasi ve teknolojik ekol durumunda dırlar. Artık insan kaynakları diye bir potansiyelin varlığı göz ardı edilmemelidir. Dünya'nın her yerinde bulunan insanı ve gelişen ekonomisiyle Türkiye önemli bir potansiyel taşımaktadır. Artık Ar ge ve mühendislik çalışmaları için teşvik edici adımlar daha büyük atılmalıdır. Türkiye bir anda her bakımdan en üst kapasiteli teçhizatı ve istihbaratı üretemeyebilir fakat kapasitesini arttırması ilgi çekici bir figür haline gelmesini kolaylaştıracak ve yakın coğrafyalardaki ülkelerden daha yoğun işbirliği teklifi alacaktır.

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2016/12/turk-guvenlik-konseptine-elestirel-bir.html


..

19 Aralık 2016 Pazartesi

Filistinli Gerillaların Ankara’daki Mısır Büyükelçiliği Baskını


Filistinli Gerillaların Ankara’daki Mısır Büyükelçiliği Baskını


  Hatırlıyor musunuz? Ankara’daki Mısır Büyükelçiliği’ne 13.07.1979 tarihinde ‘ Filistin Devriminin Kartalları ’ adlı örgüt adına hareket eden gerillalar tarafından baskın yapılmıştı.
Burada Mısır Büyükelçisi dahil yaklaşık yirmi kişi gerillalar tarafından rehin alınmışlardı.
Ankara’daki Arap ülkelerine mensup elçilikler devreye girerek arabuluculuk yapmaya çalışmış ancak muvafak olamamışlardı.
Eylemle ilgili gelişmeleri anlatmadan önce Musul’daki rehine olayına değinmek istiyorum. IŞID eline bırakılan ‘danışıklı rehine’ olayında yalnızca konsolosluk görevlileri değil türk dış politikasının kriptolarıda gönüllü olarak bu suç örgütünün eline teslim edilmiş oldu.
Dikkat edilirse Türk dış politikası o tarihten itibaren açıkça rehin kaldı. Bu rehin alma olayı hangi tahhütler, hangi angajmanlar sözkonusu olduysa tam olarak bilemiyoruz, ancak Konsolosluk görevlileri teslim edilmekle birlikte devam etmektedir.
Buradan konumuza geçeyim. Bu hükümetin içinden geldiği gelenek ve genel anlamda türkiye sağı daha önceki bir tarihsel olayda nasıl davranmışlardı? Mısır Elçilik baskınının gerçekleştiği dönemdeki bir kaç günlük gazete yayınlarına dayanarak aktarmak istedim.
Eylemin gerçekleştiği Mısır Elçiliği civarında bulunan İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’e iletilen bildiride; ‘Türkiye, Filistin düşmanı Sedat ile tüm ilişkilerini kesmelidir. Filistin bir devlet olarak kabul edilmeli, Filistinlilerin geleceği ve kendi toprakları üzerinde hür devlet olarak varlıkları Türkiye’ce kabul edilmelidir. Mısır-ABD ve Mısır-İsrail arasındaki anlaşmalar Türkiye tarafından reddedilmelidir. Türkiye İran devrimini örnek olarak almalıdır. Lübnan köylerinde bulunan Filistinliler üzerindeki baskılar kaldırılmalıdır.’ görüşleri yer alıyordu.
Gerillaların eyleme geçmeleri ise o dönem büyük yankılar uyandıran bir başka tarihsel olayla ilgiliydi. Kısaca anımsatayım: İsrail Başbakanı Menahem Begin ve Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat 17 eylül 1978 tarihinde gizli görüşmeler ve pazarlıklar sonrasında ABD denetiminde bir barış anlaşması imzaladılar. Bu anlaşma çerçevesinde İsrail Sina Yarımadası’ndan çekilirken, Mısır İsrail’le ilk kez diplomatik ilişki kuran arap ülkesi oluyordu. Bu anlaşma sonrası her iki lider Nobel Barış Ödülü aldılar.
Filistin Devrimi’nin Kartalları adlı örgüt eylemlere başladığında FKÖ ile ilişkilendirilmekle birlikte bu ilişki FKÖ tarafından ısrarla reddediliyordu. Ankara eyleminden bir yıl önce Lefkoşe’deki Mısır ve İsrail Büyükelçiliklerini havaya uçurma girişiminde bulunmuşlardı. Kısa bir süre öncede Beyrut’taki John Kennedy Kültür Merkezi yine bu örgüt tarafından bombalanmıştı.
Filistinli eylemciler ilk yayınladıkları bildirinin ardından tercüman vasıtasıyla ‘hain Sedat’la ilişkilerin kesilmesi ve kendilerini bir arap başkentine götürecek bir uçak temin edilmesi’ ve Kahire’de bulunan iki Filistinli’nin serbest bırakılması talebinde bulundular. Ancak daha sonra yapılan açıklamalarda İran ve Kuveyt gerillaları kabul etmeyeceklerini açıkladılar.
Bu sırada Bakanlar Kurulu toplantısından çıkan Başbakan Bülent Ecevit taleplerin karşılanması konusuna ‘bir şey söyleyemem’ yanıtını vererek, bilgi almak üzere olay yerine gitmişti. Bülent Ecevit daha sonra dönemin Genelkurmay Başkanı ve 12 eylülün müstakbel faşist darbe lideri Kenan Evren’le bir durum değerlendirmesi yaptıklarını açıkladı.
Mısır Büyükelçilik yakınlarına gelen Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin burada elçiliğe yönelik operasyon hazırlıklarını yönettiler.
Operasyon için Batman’dan 40 kişilik özel tim getirildi. Kısa süre sonra takviye olarak Diyarbakır’dan ek özel birlikler getirildi. Bunlarında yeterli olmayacağı düşünüldüğünde Batman’dan Dağ Okulu mensubu takviye özel timler getirildi. Daha sonra eylemin ikinci gününde bu kez Foça’daki Jandarma Komando Okulu’ndan özel timler aktarıldı.
Bu sırada önce Alman Hükümeti Mogadişu baskınına katılan timleri yardımcı olmak üzere göndermeyi teklif etti. Aynı şekilde İsrail Hükümeti Mısır kabul ettiği takdirde yardım edeceklerini açıkladı.
Olayların hedefindeki ülke Mısır ise ‘Ankara baskınına karışmayacağını’ açıkladı. Mısır gazeteleri olayı Kaddafi ve Esat’ın kışkırttıklarını yazıyorlar ve bu ülkeleri suçluyorlardı.
İsrail Hükümeti adına yapılan açıklamada bu ‘terör eyleminin Kreisky, ve Willi Brandt’ın Viyana’da Sosyalist Enternasyonal toplantısı’nda Yaser Arafat’la görüşmeleriyle yapılan hatadan kaynaklandığını, burada tedhişçiliğin kışkırtıldığını’ suçlamaları yer aldı.
Eylem haliyle Türkiye’de büyük yankılar uyandırdı. O dönem bir açıklamada şimdiki Erdoğan ve AKP’nin içinden geldikleri gelenek olan ‘ Milli Görüş ’ çizgisinin siyasi temsilcisi durumundaki Milli Selamet Partisi lideri Necmettin Erbakan tarafından yapılmıştı.
Erbakan açıklamasında Filistinli gerillaların bu eylemlerine ilişkin ‘ülkemiz dışarıdan gelen teröristlerin cirit attıkları bir ülke haline geldi’ diyordu.
Geleneksel devletçi Cumhuriyetçi Güven Partisi Lideri Turhan Feyzioğlu ‘türk devletine karşı cinayet işleyen silahlı tedhişçilerin kahraman ya da dost gibi görülmesi şaşkınlıkların geçmişte milletimiz pahalıya mal olduğu’ açıklamasını yaparak kınarken; MHP adına Sadi Somuncuoğlu Hükümetin üç gün boyunca olayları seyrettiğini söyleyerek ‘türk milletinin gururunun incindiğini’ belirtiyordu.
Tabi bu operasyon hazırlıkları sürerken, devrimci mücadelenin son derece yüksek olduğu koşullarda Ankara’da Filistinle Dayanışma amacıyla çeşitli yerlerde Pankartlar asılırken, kimi yerlerde destek amaçlı korsan gösteriler yapıldı.
İşgal eyleminin ikinci gününde eylemcilerle görüşmek üzere Şam’dan özel olarak THY ile getirilen dört FKÖ yöneticisi önce Dışişleri Bakanı Gündüz Ökçün ve İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’le görüştüler.
FKÖ’lü yöneticiler ‘arabuluculuk’ için geldiklerini ve ‘eylemle ilgilerinin bulunmadığını’ söylerlerken, Başbakanlık’tan bir açıklama yapıldı.
Açıklamanın son bölümünde ‘bilindiği gibi Türk ulusu, Filistin halkının kurtuluş ve bağımsızlık davasını ve ulusal haklarını içtenlikle benimseyip desteklemektedir. (…) FKÖ’nün tepkisi ve yaptığı girişim bir iyiniyet kanıtı olarak değerlendirlmiş ve memnuniyetle karşılanmıştır.’ görüşüne yer veriliyordu.
FKÖ’lü yöneticiler, yanlarında İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş olduğu halde Büyükelçiliğin arkasındaki bulunan Elçilik konutuna gerillalarla konuşmaya gittiler. Daha sonra Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun aynı şekilde FKÖ heyeti yanlarında olduğu halde gerillalarla telefon görüşmeleri yaptılar.
Gerillalar daha sonra FKÖ yöneticilerinin telkinleriyle teslim oldular. Gerillalar teslim olurlarken ‘yaşasın Filistin, Viva Türkiye’ sloganları attılar.
Dışarı çıktıklarında Hasan Fehmi Güneş’in elini sıkarak öptüler. İşte bu tavır Türkiye’de tartışmaların ve zaten amansızca süregiden anti-komünist kampanyanın dozunu arttırdı.
Başbakan Bülent Ecevit İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in gerillalar tarafından öpülmesini övgü ile karşılıyorum’ diyerek, ‘olaydan sonrada insanca yaklaşımından ötürü kutladı’.
Eylemin sonuçlanmasından sonra FKÖ’lü yetkililerden biri olan Abu Firas ‘türk hükümetinin çağrılısı olarak geldiklerini, görevlerinin kan dökülmeden arabuluculuk yapmak olduğunu ve görevlerini başarıyla tamamladıklarını’ açıkladı.
Daha sonra Hükümet tarafından FKÖ’nün Ankara’da bir hafta içerisinde temsilcilik bürosu açmasına karar verildiği açıklandı.
Ara bir not olması açısından belirtmem gerekiyor; basında yer aldığına göre, FKÖ’nün bu eylemden bir iki yıl öncesinde MC Hükümeti döneminde Ankara’da temsilcilik açma girişimi reddedilmiş, bu sırada temsilcilik açmak amacıyla Ankara’ya gelen FKÖ üyeleri MİT tarafından sınır dışı edilmişlerdi.
İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in Filistinli gerillalara sarılması, özellikle Tercüman önderliğinde sağ basının yoğun nefret kampanyasına neden olmuştu.
Ana muhalefet Lideri Süleyman Demirel, ‘canileri kucaklayıp öpen bir İçişleri Bakanı bir gün dahi görevde kalamaz’ diyerek ‘teröristleri makam arabasıyla götürmesini skandal’ olarak nitelendirmişti. Sonrasında konuyu Meclis’te tartışma konusu yapmışlardı.
Şimdiyse ana muhalefette yer alan CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun Konsolosluk görevlierininserbestbırakılmaları nedeniyle Başbakan Davutoğlu’nu telefonla arayıp kutladığı haberleri yer aldı.
Resmi/sivil faşist çetelerin tüm türkiye’de kol gezdikleri, katliamlar düzenledikleri, yanısıra İsrail’in sınırsızca saldırı ve katliamlarını sürdürdüğü ve Orta Doğu’yu kan gölüne çevirdiği koşullarda, Hasan Fehmi Güneş’in gayet insancıl bir reaksiyonu, bir anda anti-komünist kampanyanın bir parçası haline getirilmişti.
Son derece normal bir davranıştan nasıl da faydalanma alçaklığını göstermeye kalkıştılar.
IŞID gibi milyonlarca insanın kaderleriyle oynayan bir suç şebekesinin elinde ‘anlaşmalı rehine’ olarak bırakılan Musul konsolosluğundaki 49 görevlinin serbest bırakılmaları sürecinde ve sonrasında Erdoğan başta olmak üzere ‘ Çakma ’ başbakan Davutoğlu ve diğerleri nasıl bir utanmazlık, ve küstahlık sergilediler.
Her an bir ‘pislik’ çıkarmaya hazır ‘şirretlikle’, kendi görevlileri hakkında ‘ihmal’ vb. türü haber ve yorumların yayılmasına dahi bilinçli olarak ‘göz yumarak’ IŞID’a verdikleri desteği ve ‘ Diplomatik Müzakerelerini ’  sahiplenince içinden geldikleri geleneğin ve genel anlamda türkiye sağının Mısır Elçiliği baskını nezdinde Filistin ‘davası’ndaki tutumunu hatırladım.
O dönemlerde yaptıkları tek şey, tıpkı bugün yaptıkları gibi, gizlice Amerika’yı ve İsrail’i destekleyerek, Filistin şehitlerinin ‘ruhlarına fatiha okuyup’, ‘gıyabi cenaze namazı’ kılmak ve ‘yüz kez Kurana el basıp, yüz kez yalan söylemek’ti.
Birde unutmadan devrimci mücadelenin son derece yüksek olduğu koşullarda Filistin’li gerillaların eylemi sonlandırmaları nın bir gün sonrasıydı, 18 temmuz tarihli gazetelerde ‘ Nikaragua diktatörü Somoza’nın kaçtığı ’ haberleri yer alıyordu.
O başarının bizi devrime bir adım daha yaklaştırdığını hissediyorduk.
2014-09-24 Ahmet Akif Mücek
***

18 Aralık 2016 Pazar

YOLSUZLUĞUN BİLDİRİLMESİNE İLİŞKİN KILAVUZ İLKELER



YOLSUZLUĞUN BİLDİRİLMESİNE İLİŞKİN KILAVUZ İLKELER,



T.C  ATATÜK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU
TÜRK TARİH KURUMU 


YOLSUZLUĞUN BİLDİRİLMESİNE İLİŞKİN KILAVUZ İLKELER 

1. Suç işlendiğini görevi ile bağlantılı olarak öğrenen kamu görevlisi, yasal olarak, bu suçla ilgili olarak bildirimde bulunmakla yükümlüdür. Bir kamu görevinin yürütülmesiyle bağlantılı olarak işlendiği iddia edilen bir suç sebebiyle, ilgili kurum ve kuruluş idaresine yapılan ihbar veya şikâyet, gecikmeksizin ilgili 
Cumhuriyet Başsavcılığna gönderilir. 

2. Kamu görevlisi olmayan kişiler de yasa gereği suç bildiriminde bulunmakla yükümlüdür. 

3. Devlet memurları amirleri veya kurumları tarafından kendilerine uygulanan idari eylem ve işlemlerden dolayı şikâyetlerini ve kurumları ile ilgili resmi ve şahsi işlerinden dolayı müracaatlarını Devlet Memurlarının Şikâyet ve Müracaatları Hakkında Yönetmelikte belirlenen esas ve usullere göre yapmaları gerekmektedir. 

4. Devlet Memurlarının Şikâyet ve Müracaatları Hakkında Yönetmeliğin 5 inci maddesi gereğince; Şikâyetler söz veya yazı ile en yakın amirden başlanarak silsile yolu ile ve şikâyet edilen amirler atlanarak yapılır. 

5. Kanun gereği suç ihbar sorumluluklarını yerine getiren kişi ya da kamu görevlisine ceza verilmez. 

6. Yasal olarak, suçu bildirmeme bir suç olarak düzenlendiğinden, bu ihbarın yapılmamasına dair emir, hiçbir surette yerine getirilemez. Bir emre dayalı olarak bildirim sorumluluğunu yerine getirmeyen kişi cezai sorumluluktan emrin yerine getirildiği gerekçesiyle ile kurtulamaz. 

7. İhbar sorumluluğunu yerine getiren devlet memurlarına ihbarlarından dolayı bir disiplin cezası verilemez; doğrudan veya dolaylı olarak hizmet koşulları kısmen de olsa ağırlaştırılamaz ve değiştirilemez. 

8. Kurum ve kuruluş amirleri, ihbarda bulunan kamu görevlilerinin kimliğini gizli tutar ve kendilerine her hangi bir zarar gelmemesi için gerekli tedbirleri alır. 

9. Yaptığı ihbar sebebiyle haksız ve hukuka aykırı bir işleme maruz kaldığını iddia eden kamu görevlisi müracaat ve şikâyet hakkına sahiptir. 

10. Yaptığı ihbar sebebiyle haksız ve hukuka aykırı bir idari işleme maruz kaldığını iddia eden kamu görevlisi hakkındaki işleme karşı idari yargı yerinde iptal ve tam yargı davası açma hakkına sahiptir. 

11. Memurlar ve öbür kamu görevlileri hakkında görevleri ile ilgili yapılacak suç, ihbar ve şikâyetlerinin, soyut ve genel nitelikte olamaması, ihbar veya şikâyetlerde kişi veya vaka belirtilmesi, iddiaların ciddi bulgu ve belgelere dayanması, ihbar veya şikâyet dilekçesinde dilekçe sahibinin doğru ad, soyadı ve imzası ile ikametgâh adresinin bulunması gerekmektedir. 

12. Yetkili makamlara ihbar veya şikâyette bulunarak ya da basın ve yayın yoluyla, işlemediğini bildiği hâlde, hakkında soruşturma ve kovuşturma başlatılmasını ya da idari bir müeyyide uygulanmasını sağlamak için bir kimseye hukuka aykırı bir fiil isnat edilmesi, yasal olarak iftira suçunu oluşturur. İftira suçunu işlemeleri durumunda cezai sorumlulukları da mevcuttur. 

13. Suça dair ihbar veya şikâyet; Cumhuriyet Başsavcılığına veya kolluk makamlarına, Valilik veya kaymakamlığa ya da mahkemeye yapılabilir. Yurt 
dışında işlenip ülkede takibi gereken suçlar hakkında Türkiye’nin elçilik ve konsolosluklarına da ihbar veya şikâyette bulunulabilir. 

14. İhbar veya şikâyet yazılı (Ek 1) veya tutanağa geçirilmek üzere sözlü (Ek 2) olarak yapılabilir. 

15. Müracaatı kabul eden ancak sorunu çözümleme yetkisi bulunmayan amirler bunların silsile yolu ile müracaat konusunu çözümlemeye yetkili kılınan mercilere 3 gün içinde intikal ettirir. 

16. Etik davranış ilkelerine aykırılık başvurularında; başvuru, gerçek kişiler tarafından adı, soyadı, oturma yeri veya iş adresi ile imzayı kapsayan dilekçelerle, en az Genel Müdür ve Kamu Görevlileri Etik Kurulunca genel müdür düzeyinde oldukları kabul edilen unvanlarda bulunanlar için Etik Kurul Başkanlığına, öbür görevliler için ise kurum yetkili disiplin kurullarına yöneltilmek üzere ilgili kurum amirliğine yapılır. Dilekçede, etik ilkeye aykırı davranış iddiasına dair bilgi ve belgeler açık ve ayrıntılı olarak belirtilir. Elde bulunan belgeler dilekçeye eklenir. Başvuru konusu aykırı davranış iddiası, kişi, zaman ve yer belirtilerek somut biçimde gösterilir. 

Prof. Dr. Refik TURAN 
Başkan 

Ekler: 
1- Yazılı Müracaat/Şikayet Dilekçe Örneği 
2- Sözlü Müracaat/Şikayet Dilekçe Örneği 

EK – 1 

YAZILI MÜRACAAT/ŞİKÂYET DİLEKÇE ÖRNEĞİ 

TARİH 

GÖREVİ : 

ÜNVANI : 

ADI SOYADI : 
BABA ADI : 
DOĞUM YERİ : 
DOGUM TARİHİ : 
MEMURİYETE BAŞLAMA TARİHİ : 
SİCİL NO : 
DİLEKÇENİN ÖZÜ : 
TÜRK TARİH KURUMU BAŞKANLIĞINA 
(İLGİLİ MAKAMIN ADI) 
DİLEKÇENİN METNİ 
İMZA 

EK – 2 

SÖZLÜ MÜRACAAT/ŞİKÂYET DİLEKÇE ÖRNEĞİ 

TARİH 
GÖREVİ : 
ÜNVANI : 
ADI SOYADI : 
BABA ADI : 
DOĞUM YERİ : 
DOGUM TARİHİ : 
MEMURİYETE BAŞLAMA TARİHİ : 
SİCİL NO : 
DİLEKÇENİN ÖZÜ : 
MÜRACAAT/SİKAYETİN ÖZÜ : 


MÜRACAAT / ŞİKAYETİN İÇERİĞİ 

İş bu tutanak ilgililer tarafından okunup doğruluğu anlaşıldıktan sonra müştereken imza altına 
alındı. Ankara …/…/….. 
İMZA İMZA 
(Müracaat/Şikayet Sahibi) (Müracaat/Şikayeti Kabul Eden) 



****