İSRAİL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İSRAİL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Eylül 2021 Salı

2016’ya Girerken Türkiye ve Dünya.. BÖLÜM 2

2016’ya Girerken Türkiye ve Dünya..  BÖLÜM 2


Derin Rusya analizi ve Türkiye ile ilişkiler..

Sovyetlerin dağılmasının ardından hala durumu kabullenemeyen Rus halkı ve yönetimi eski günlere dönmenin hayali içinde yaşıyor. 

Bu yönde Rus liderlerinin atacağı adımlar alkolizm, tembellik ve vurdumduymazlık girdabına düşmüş halkta prim yapıyor. 1991’de Sovyetlerin dağılmasından sonra Putin’e kadar olan dönemde ülkeyi Batı yanlısı ve neo-liberal bir elit kesim yönetmeye çalıştı. Bugün ise muhafazakâr ve milliyetçi bir kesim yönetiyor . 

Putin, devlet başkanı olduğunda oligarkların elinden ülkeyi kurtardı ama ortaya eski devlet bürokrasisi ile iç içe geçmiş yeni bir oligark grubu ortaya çıktı. 

81 eyaletin valisi zaten bu gurubun doğal üyesi ve Rusya’nın kalkınamamasının altında da bu kişiler var. Bu valiler federal bütçeden aldığı payı kendi ceplerini doldurmak için kullanıyor ve rüşvetsiz iş dönmüyor. Dağıstan ve Çeçenistan, bütçe adı altında liderlere verilen rüşvet ile kontrol ediliyor. Putin’in etrafında Kremlin’de gördüğümüz 500 kişi var, gerisi boş. Ruslar emperyal bir kültüre sahip, sadece kendilerine konuşma hakkı tanır ve düşündüklerini yaparlar. Merkeze yakın toplam 200 kişi (Siloviki) birlikte hareket ediyor, bunlar; valiler eski bürokratlar, istihbarat ağırlıklı elit. Putin, devleti istihbarat teşkilatı gibi yönetiyor. Robert Gates’in dediği gibi Putin aslında bugünün değil, geçmişin Rus imparatorluklarının Çarı ve bunu oynamak istiyor. 

Yeri gelmişken eski Sovyet coğrafyasındaki Türk Cumhuriyetlerinin Rus güdümündeki liderlerinden bahsedelim. Bu liderler ülkenin enerji kaynaklarını Rusya’nın kontrolüne verme karşılığı koltuğundalar. Rusya, buna karşılık bu ülkelerde muhalefet bırakmadı. Varlıkları, Rusya ile olan bağları ile doğrudan ilişkili. ABD’ye bölgeye gelirse “demokrasi” diyeceğinden, bunu geciktirme, kişisel olarak Rusya’nın sadık bir müttefiki olma derdindeler. Özledikleri otoriter sisteme ancak Putin’in Çar olduğu bir dönemle geçeceklerini sanıyorlar. Putin ise onlardan çaldıkları ve çalacakları dâhil 125 trilyon dolarlık bir doğal enerji kaynağını kontrol ettiğini ve geleceklerinin sağlam olduğunu düşünüyor.

Rus yönetimi içinde arka planda büyük bir devlet krizi yaşanıyor ve bunun kırılganlığı derin oluyor. Rusya’da çok büyük bir yönetim krizi olabilir ama bu bir ayaklanma olamaz çünkü halkta böyle bir kültür yok, Putin yönetim içinde radikal düzenlemeler yapabilir ama kendisi gitmez. 

Rus halkında ABD, Putin’i iktidardan düşürecek kanısı var, Çin’i dost görmüyorlar. Güneyde hayat Çin etkisine girmiş durumda. Ambargo ile Rus halkı yalnızlaştı, umutsuzluğa kapıldı. Ülkeden 1990-2015 arasında yüzbinlerce bilim adamı yurt dışına kaçmış ama Sibirya’da yol yapamıyorlar. Sibirya’da bir bilimsel toplantı yapsanız katılacak 4-5 bin bilim adamı bulursunuz ama bir tane girişimci yani özel sektörde ihale alacak kişi yok. Alkolizm ve umutsuzlukta iklim şartlarının da etkisi var. Sanat ve kültür alanında derin bir dünyaları var. Rus gençliğinin 2/3 ü parazit şeklinde yaşıyor, çalışmıyor. Edebiyat, dans, bale, operada özellikle Sovyet eğitim sistemi ile oldukça ileri gittiler ama öte yandan kendini yönetemeyen, bir toplum oldular. Sovyetlerden sonra sanat Batıya kaçtı, kalanda ticarileşti. Sanat ve bilim St. Petersburg’da, Moskova ise kaba ve vahşi Rusların yeri. Ruslar şimdilerde kitap okuyor, operaya gidiyor, şarap içiyor, entelektüel dünyasını geliştiriyor. Rus halkı, 80 yıl malborosuz, domatessiz, hamburgesiz yani Batı standartlarından uzak yaşamayı başarmış. 

Sokaktaki Ruslar için öncelikler farklı. Ülkede tüccar olanlar; Rusya’daki Azeriler, Kafkasyalılar, Tatarlar, Türk Cumhuriyetlerinden gelenler. 

Azeri olanlar; restoran sektörü, meyve-sebze ve kadın ticareti, Çeçenler; kadın ticareti ve mafya (şirket alıp-satmak) ile meşgul. 

Rusya’daki inşaat ameleliği Özbek ve Taciklere, bulaşık ve tuvalet temizliği gibi hizmetler Kırgızlara ait. Rusya’da Yahudilerin etkisi (Rus ve Azeri Yahudisi) göz ardı edilmemelidir. 

Akkuyu Santralı ihalesini onlar aldı. 

Rusya’nın büyük bir devlet olarak kalabilmesi için iki şey lazım; nüfus ve ekonomi. Rusya’da ikisi de yok, bu yüzden geçmişte olduğu gibi dünyadan izole edilmek ve ambargo en hassas taraflarıdır. Çok uzak bir zamanda değil, Rusya, önce yavaş yavaş sonra birden dağılacak. Ne demek istiyoruz anlatalım. 

Rusya’nın yaklaşık 142 milyon nüfusu var ve doğum oranı oldukça düşük. 

Bu nüfusa başka ülkelerde yaşayan yaklaşık 27 milyon Rus’u da ilave edelim. 

Rusya dünyanın en çok suçlu barındıran, nüfusuna oranla en çok hapishane dolduran ülkesi. Rusyanın enerjiden sonra en iyi ihraç maddesi güzel kadınlar; 

2 milyonu ülke içinde 4.5 milyon fahişe yanında Ukrayna ve diğer ülke kadınlarının da trafiğini yönetiyorlar. Rus kadınlar; Japon sınırına yakın bölgelerde Japonlar, güneyde Çin sınırından Hazar’a kadar Sibirya boyunca Çinlilerle, Karadeniz’e yakın olanlar Türkler ve Doğu Avrupa’da olanlar Avrupalılarla evleniyorlar. 

Güzel kadın ülkeyi terk ediyor, toplumu yenileyecek kadın yok. Sadece Türkiye’de son 20 yılda 550 bin evlilik olmuş ve onbinlerce çocuk doğmuş. 

Bunda Türkiye ile Rusya arasında her alanda yaşanan romantizmin de etkisi oldu. Aslında bu romantizm tek taraflı idi. Rus kadının evlilik stratejisi vardı; önce iyi bir hayat, sonra ailesine para göndermek, müteakiben kendi geleceğini garanti altına almak ve nihayet bir gün ülkesine dönmek. Rus kadını aynı zamanda istihbarat vasıtası idi. Genç iş adamlarının çok gittiği otellerde ortaya çıktılar. Bugün güzel Rus kadını öyle azaldı ki Rus dış istihbarat servisi FSB’nin yaklaşık %40’ı bu işler için çalıştırılan Beyaz Rus kızlardan oluşuyor. İşin ilginç yanı bu kadınların trafiğini yönetenler Çeçen ve Azeri mafyasıdır. 

Kadın ticareti Rus istihbaratının çalışma alanı ve başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’ya (Arap şeyhleri) yönelik özel çalışmalar yaparak, sızma yapılacak  grupları seçiyorlar. Rus istihbaratı, Ermeniler ile de iç içedir. Rusya’daki 2 milyon Ermeni devlet yönetiminde önemli noktaları tutmuş durumdadır. 

Moskova, Suriyeli ve Lübnanlı kaynamaktadır. Türk iş adamlarının ve devlet adamlarının yurt içi ve dışı gezilerinden nerelerde yemek yediklerini, otellerini takip ediyorlar. Son 20 yılda bu tuzaklara düşenler ile ilgili epeyce roman yazılabilir. Bunlar içinde İslamcı kesimin meşhur isimleri öne çıkar.

Rusya ile romantizmin yaşandığı diğer bir alan ise ekonomi oldu. Kırım’ın alt yapısına 12 milyar dolar ayırdı ama para ortada yok. Tıpkı Putin gibi vali diye atananlar da kişisel gelirlerinin peşinde. Putin, bunları kontrol edemiyor, hemen her devlet toplantısının ana gündemi de bu konu; halk fakir, fabrikalar eski. 

Yukarıdakiler cebini dolduruyor, devlet özel sektörü yaratmıyor, girişimci yok, kimsenin çalışmak ya da yatırım yapmak gibi bir derdi yok. 

Rus ekonomisinin %70’i madenler, mineraller, petrol ve doğal gaza bağlı ve ülke gelirlerinin önemli bir bölümü bu sektörden geliyor. Rus Merkez Bankası başkanı Ekim 2015’de ülke rezervlerinin bir yılda 510 milyar dolardan 370 milyona düştüğünü açıkladı. Petrolün varili 35 dolara düştü ve 29 dolara düşecek gibi, Rusya ekonomisi bunu kaldıramaz. Halen Rus ekonomisi petrol ve doğal gaz yani enerji satışları yanında Sovyet döneminden kalma silah teknolojisi ile yürüyor. O yüzden Avrasya Ekonomik Birliği’nin şansı yok çünkü birbirlerinde olan petrol ve doğal gazdan başka satacak bir şeyleri yok. Belarus ve Kazakistan’ın ekonomileri de zayıf. BRICS ve Şanghay ile de Batıya karşı bir denge kuramadılar çünkü ekonomileri desteklemiyor. Ekonomik kriz ülkeyi bitiriyor, oteller boş, mağazalar kapandı, halk umutsuz, ülkede yabancı kalmadı. 

Rus Ordusunun gücü Sovyetlerden kalma eski nükleer silahlara dayanıyor, orduyu modernize etmek için gerekli makine sanayi yok ve Avrupa, özellikle Almanya vermiyor. Rusya’da sanayi üretimi oldukça geri seviyededir. 

Modernizasyon için verilen paraları bürokratlar cebe indirip, Batıya gönderiyorlar. Örneğin Başkurdistan’da bir bürokrat Petro-kimya tesisini olduğu gibi söküp Avusturya’ya gönderince, Putin uzun mücadeleden sonra 3 yıl önce geri getirebildi. Ruslar ve Almanlar Baltık üzerinden doğal gaz hattı ile daha da yakınlaştılar. 

Ruslar, Almanya’yı yanında tutarak Avrupa’yı bölünmüş tutmayı, Almanlar da Rus pazarını elinde tutmayı istiyor.

Türkiye’deki gibi sanayi tesisleri ve fabrika kurma kültürleri yok, daha da açıkçası imalat sanayileri yani küçük ve ortak ölçekli yani KOBİ dediğimiz kesim yok. Enerji ve madencilik sektörlerine ilaveten ciddi bir silah sanayi, büyük ölçekli otomotiv sanayileri var Alt yapı inşaatçılığında çok ilerideler. 

Ankara çevre yolu ve köprülerini Ruslar yaptı. Kanal açarlar, metro yaparlar, 250.000 km boru döşediler. Ancak, KOBİ’lerin yaşayabilmesi için herşeyden önce uygun bir iş iklimi yok. Türkiye’nin 21 katı büyüklüğünde ve 8 ayı kar-kış içinde yaşayan bir topluma sahip. Temel sorun halkın karakteri, girişimcilik kültürünün olmaması. Bu yüzden yıllardır Rus üniversiteleri Türkiye ile bu alanda ortak programlar düzenlemek istediler. Rusya’da olan; ağır sanayi, eski teknoloji iş makineleri ve büyük tonajlı kamyon üretimi, bunun dışında doğal gazi gübre ve kimya sanayi var ama hepsi devlete bağlı şirketler. 

Otomobil üretiyor ama eski model, yan sanayi yok, Türkiye’den geliyor. İnsanlar üretim ya da yatırım yapmak istemiyor, olanları Türkler kurdu, 1990’lardan beri devam eden ekonomide romantizmin kaynağı bu oldu. Türkiye’den giden ana kalemler şunlardı; otomotiv ve yan sanayi (Tofaş), kablo-elektrik parçaları (EAE), kimya sanayi (Hayat holding), inşaat (Eczacıbaşı), orman işleme sanayi (Kastamonu entegre), beyaz eşya (Vestel), doğal gaz enerji-elektrik santralı (Zorlu), bira (Efes), soda üretimi (Şişecam), halı fabrikaları (Merinos), gayrimenkul emlak (özellikle Moskova ve Petersburg’ta büyük ölçüde Türklerde). 

Türkiye’nin Rusya’da 15-16 milyar dolar yatırımı var. Rusya’ya yılda 26 milyar dolar harcıyoruz; enerji (23 milyar dolar), hububat/tarım ürünleri (2 milyar dolar). 

5 milyar dolar ihracatımız var; narenciye (1 milyar dolar), turizm (3.5 milyar dolar), yedek parça-tekstil (600-600 milyon dolar). Ancak, geçmiş yıllarda buna yılda yaklaşık 8.5 milyar dolarlık bavul ticaretini de ekleyebiliriz. 2014 yılında 3.3 milyonu turist olmak üzere, 4.4 milyon Rus, Türkiye’ye gelmiş. 

Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’e göre Rus krizi bize 9 milyar dolara mal olacak. İş dünyası bu kadar ülkenin içine girince Ruslar, bu süreci tehlikeli buldular. Türk romantizmine kapıldıklarını, ilişkiye sürüklendiklerini sandılar. Şimdi duygusallık bitiyor, Ruslar kış uykusundan uyandıklarını düşünüyorlar. 

Yıllardır Türkler, Rus pazarına alışmıştı, çıkmak niyeti yoktu. Türk Cumhuriyetlerine alfabe ve cami götürme projelerimiz de çöktü. Şimdi Türk tarafında da artık kriz biter ve eskiye döneriz beklentisi bitiyor ve Rus pazarına alternatif arayışları başladı. Bununla beraber, Rusyayı ancak Türkler imar edebilir. 

Zor da olsa kriz bitecek ama hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Türkiye-Rusya ilişkilerinin geleceği ve enerji denklemi..

Ruslar, 1990’lardan beri Batı tarafından küçümsenmenin, dış politikada yaşadığı yenilgilerin ve ambargonun acısını Türkiye üzerinden bastırmak için ilişkilerde yeni bir dönem başlattı. Ukrayna’nın doğusunu ayaklandıran, Kırım’ı ilhak eden Putin, Suriye müdahalesi ile iç politikada zirve yapmış ve ABD’ye “Ben de senin kadar güçlüyüm” mesajı vermişti ki uçaklarının düşmesi tüm fiyakalarını bozdu. 2014 yılındaki Ukrayna olaylarından beri Rusların %68’i ülkenin eski büyük güç statüsünü geri kazandığını düşünüyor. Türkler için Amerikalıların Irak’ın kuzeyinde Türk askerlerinin başına çuval geçirmesi nasıl bir travma yarattı ise, uçak olayı da Rus halkı için aynı şiddette bir sarsıntı oldu. Rusya, Türkiye ile krizde halkını memnun etmek için popülist politikalar uyguluyor. Aslında Rusya, Suriye’nin kuzeyinden Türk hava sahasında yaptığı ihlalleri uzun zamandır Baltık denizinde NATO hava sahasında da yapıyor, ama kimse sesini çıkaramıyordu. İki ülke arasında 1990’larda bazı iş adamları ve bürokratların yaptığı gibi balans ayarı yapacak bir grup bugün yok. 

Devreye Nazarbayev, Aliyev ve Beyaz Rusya girdi ama olmadı. Rusya, derin iç sorunları ve ambargo yanında dış politikada uzun zamandır oldukça sıkıntılı bir dönemde. Sovyet döneminde Afrika’da Angola, Mozambik, Güney Afrika ve Cezayir üzerinde Rus etkisi vardı. Şimdi sadece Angola’da biraz etkisi var, Güney Afrika ile ancak, BRICS dolayısı ile aynı kulvardadır. Ortadoğu’da ise Suriye son kaledir. NATO’nun genişlemesi Rusya için 25 yıldır en büyük tehdittir ve ancak Ukrayna’da bunu durdurabildi ama başına büyük işler açtı. Ukrayna da düşse idi Rus gemileri Karadeniz’de demirleyecek liman bulmayacak, Amerikan füzeleri Moskova’ya 450 km. kadar yaklaşmış olacaktı. Rusya, Latin Amerika’daki kalelerini de kaybetmeye devam ediyor. Putin, Güney Amerika’ya gitti ama Arjantin devlet başkanının yerine sağcı bir başkan geldi. Venezüella’da genel seçimleri merkez sağ kazandı. Rusya, ABD gibi yumuşak güç kullanmayı bilmemekte, her seferinde askeri seçeneklere başvurmaktadır.

Ruslar, yüzyıllardır olduğu gibi kendi yollarını bir şekilde bularak, çok farklı adımlar atabilen bir ülke. Çarlığı yıkmışlar, Komünizmi kurmuşlar ve hala çevrelerini düzenliyorlar yani şapkadan tavşan çıkarabilirler. Çin’den çok daha fazla askeri kabiliyete sahip, dünyanın ABD’den sonra ikinci büyük askeri gücü olan Rusya yeni askeri maceralar peşinde. Ekonomik krize ve Batı ambargosuna rağmen savunnma harcamalarını 2014’de 40 milyar dolardan  2015’de  50 milyar dolara çıkardılar . Bu rakamlar, Rusların niyetleri ve öncelikleri konusunda önemli bir ipucu. Baltık bölgesinden Moldova ve Doğru Avrupa’ya, Karadeniz’den Orta Asya’ya bir korku koridoru oluşturmanın yanında Suriye örneğinde olduğu gibi küresel arenada ABD ile bilek güreşi derdinde. 

Rusya, Türkiye ile krizi derinleştirerek, uzun vadeli kullanmak istiyor. 

İran üzerinden Irak Şii yönetimini Türkiye’ye karşı tahrik ediyor. Türkiye’ye karşı açık bir ekonomik savaş başlattı. Bundan sonra ne yapacağını kestirmek zor. Suriye’nin sınırının güneyine geçecek Türk uçaklarını vurmak için pusuda bekliyor. 

Esat güçlerinin yanında Türkiye’nin desteklediği direnişçileri ve Türkmenleri vuruyor. Bu grupların elinden bugüne kadar ki kazanımlarını geri almaya kararlı. 

Rusya’nın askeri bir yola başvurmasının Türk-Rus çekişmesini silahlı bir çatışmaya hatta bir savaşa dönüştürme riski yüksek. Bu çatışma sadece Suriye ya da Doğu Akdeniz’de değil Karadeniz üzerinde de olabilir.

Tarihte iki ülke 17 kere savaştı ama şimdi şartlar çok farklı. Putin’in askeri seçenekleri ve bölgede kullanabileceği kuvvetleri oldukça sınırlı. Türkiye, coğrafi üstünlüğe ve güçlü bir orduya sahip yani konumu Ukrayna ve Gürcistan ile kıyaslanamaz. Muhtemel bir savaş iki tarafa da büyük kayıplar verdirebilir ve dileriz bu olmaz. Öte yandan, Rus tehdidinin açıkça ortaya çıkması; Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne göre “savaş riski ile tehdit edildiğinden” Türkiye’ye, boğazları Ruslara kapatma şansı verecektir. Uçak düşürme olayı ile ilgili gelişmeler; ABD’nin Suriye’de Rusya ile anlaşır gibi gözüküp batağa çekti tezini güçlendiriyor. Nitekim Ruslar gelince Amerikalılar 12 uçaklarını İncirlik’ten çektiler ve Rusların Türklerle yok ama ABD ile hava sahası koordinasyon  düzenlemeleri var. Rusya’nın Suriye müdahalesinin en önemli gerekçelerinden biri, burada yapılacak pazarlıkların Ukrayna’dan dolayı uygulanan ambargoyu  rahatlatma yönelik kazanımlardı. Sürekli kan kaybeden Rusya, bir delilik yapabilir, Amerikalılar da gelişmeleri bu yönü ile izliyorlar. 

Kriz derinleşirse Ruslar, Türkiye’nin enerji ile bağını koparmak için Azeri-Ermeni savaşı çıkarabilirler. 

Türkiye ise Rusya karşısında özellikle enerji konusunda yeni açılımlar peşindedir. Yıllardır Türkiye’nin enerji bakımından Rusya’ya çok bağımlı olduğunu yazıyor ve bu konuda hükümeti eleştiriyorduk. Ancak, bu kriz nedeni ile bu bağımlılığı daha iyi analiz etme gereği duyduk. EPDK kayıtlarına göre; 

30 milyar m3 Rusya’dan, 9 milyar m3 İran’dan, 6 milyar m3 ise Azerbaycan’dan doğal gaz alıyoruz. Bu rakamlara göre; Ruslara bağımlılığımız %54 civarındadır. İthal edilen gazın %19’u ise İran’dan geliyor. Ancak, Ruslardan alınan gazın 8 milyar m3’ü İtalyan ENI şirketine ait olduğuna göre bu oran %42’ye düşüyor. Öte yandan Botaş rakamlarına göre Ruslardan alınan gazın 10 milyar m3’ü özel sektör alımı olduğu da göz önüne alınırsa Ruslara bağımlılık %28-30 seviyesine düşüyor. Bunları neden söylüyoruz; çünkü kamuoyuna Rus gazına bağımlılığı azaltıyoruz yanıltması ile şu aralar Türkiye, enerji tekellerine büyük paralar kaybetme sürecindedir. Halen Türkiye, Rusya’ya alternatifmiş gibi dört ayrı enerji projesi ile ilgileniyor;

- Azeri (Şahdeniz) gazı; bu gazın arkasında sanıldığı gibi Azeriler değil büyük ölçüde konsorsiyum içindeki Ruslar, İran ve Batılı şirketler (BP) var. TANAP 

sadece bir botu hattı. Rus gazı bize halen 212 dolara mal olurken, bugünkü fiyatlarla bu gaz 300 dolara mal olacak ve %30 daha fazla ödeyeceğiz. Bitmedi, 

bölgede boru hatları varken, 10 milyar dolara mal olacak TANAP için de payımız oranında 3 milyar dolar boru hattı inşası parası ödeyeceğiz.

- Katar gazı; Suriye savaşının arkasındaki nedenlerden biri olan bu gaz aslında Katarlılar değil ABD’nin LNG şirketi tarafından işletiliyor. LNG içinde Exxon, 

Mobil, Fransız Total ve Japon enerji şirketleri de var. Bu gaz Türkiye’ye gelse bile konvert edecek alt yapımız yok yani bunu da yapmayı teklif ediyorlar. 

Uzun vadeli anlaşmalarla LNG alabilir ama pahalı bir seçenek.

Harita: Katar Gazı İçin Projeler

- Musul ve Kerkük gazı; 10 milyar m3 kapasiteli bu gaz Türkiye için en kullanışlı olanı ama bu gazı Barzani’den almakla hem meşru Irak hükümetini bir kez daha yok saymış hem de Barzani’nin devletçiğini beslemeye devam edeceğiz.

- Doğu Akdeniz gazı; Kıbrıs adasının doğusunda Rumların sahiplenmeye çalıştığı bu gaz için Yunanistan-Rum Kesimi-İsrail-Mısır arasında bir mutabakat var. 

Bu gaz da siyasi olarak tartışmalı ve Türkiye’ye ulaşması için en az 500 km.lik bir boru hattı kurulması lazım. Burada da gazı çıkaracak ve nakledecek şirketlerin arkasında ABD’liler olduğu için Obama gitmeden bir an önce işlerini görmek istiyorlar. Ayrıca bu gazın Türkiye’ye gelebilmesi Suriye ya da Kıbrıs Rum yönetiminin ekonomik bölgesinin belirlenmesi ile mümkün olabilecek. Boru hattı için başka bit alternatif yok.

Görüldüğü gibi son dönemde Rusya’ya enerji bağımlılığını aşma gerekçesi altında uluslararası enerji tekellerinin tuzağına düşme riski içindeyiz. ABD’nin Rusya’nın Türk akımı projesini kabul etmememiz için çok baskı yaptığını, aynı baskının Akkuyu Nükleer santrali için de yapıldığını not edelim. 

Baskıyı daha önceden kabullenen Bulgaristan da Ruslara hayır demişti. ABD, başından beri Katar gazını öne sürüyor ama Rusya, Akdeniz kıyısına Esat 

devletini kurarsa Akdeniz’e çıkışı için bir Sünni devlet çıkışı düşünülüyor . 

Katar gazı, doğrudan Wall Street’in para babalarının yani ABD’yi arka planda yönetenlerin cebini dolduracak.

2016’ya girerken ABD-Rusya denklemleri ve Türkiye..

     ABD tarafında son aylarda IŞİD’a yönelik neler yapılacağı ile ilgili, Beyaz Saray ve Pentagon arasında yoğun temas vardı. 

ABD düşünce merkezleri kısa vade için Suriye ve Irak’a, orta vade için Rusya ve İran’a, uzun vadeli projeksiyonlar için Çin’e yönelik çalışmalar yapıyor. 

Irak’ın kuzeyinde Kürt devleti kurulması için çalışılıyor. 

Ankara, Barzani ile doğal gaz/petrol karşılığı buna onay vermiş durumda ama ABD, Barzani ile de yakınlaşmamızı da istemiyor, daha da açıkçası ABD ve İsrail, Irak’ın kuzeyinde bizi istemiyor. 

Rusya ile yaşadığımız kriz ve Suriye içine uçaklarımızı gönderemememiz, Rusya’nın El Nusra’yı da vurması ABD’nin de işine geldi. ABD, Türkiye’nin kendi Sünni planından ve vurduğu hedeflerden memnun değildi.  

Şimdi Suriye’de Türkmenleri bahane edip, Rusları şikâyet etmekten başka söyleyecek sözümüz kalmadı. ABD, kendine karada İslamcı müttefik bulamadığını bahane edip, Kürtleri doğal müttefik ilan etti ve PKK uzantısı PYD/YPG’yi açıkça destekliyor. ABD, koridorun açık kalan kısmından IŞİD ve El Nusra’ya yardım gittiğini bahane edip, buraları da Kürtlere teslim etmek niyetinde. 

ABD’de 8 Kasım 2016’da seçimler bitip, yeni başkan direksiyona geçene kadar Ortadoğu ya da başka bir ülkeye yönelik büyük bir operasyon beklenmemelidir. 

Rusların ABD seçimlerinde açıkça Trump’ı desteklemesi, küresel sermayenin adayı Clinton’a uzak durmaları dikkat çekiyor. ABD’nin elini kolunu bağlayan 17 trilyon dolar bütçesine rağmen 65 trilyon dolara ulaşan borçlarıdır. ABD, IŞİD’a karşı savaşın Sünnileri mağdur duruma düşüreceğinden endişe ediyor. 

Obama’nın yeni terörle mücadele stratejisi de ortaya çıktı ;

- Suriye ve Irak’ta karada fazla asker bulundurmadan hava saldırıları ve özel kuvvetler ile mücadele,

- Göçmenlere kapının aralanması,

- Son terör saldırıları nedeni ile ülke içinde silah satışlarının daha sıkı kontrol alınması.

ABD, tehdit değerlendirmesini değiştirdi ve küresel terörden sonra ikinci sırayı Rusya aldı. RAND analizcileri Rusya için ABD ordusuna 120 bin kişilik ilave bir 

insan gücü planlaması yaptı. İlginç olan ABD’nin bir yandan Rus silahlarına olan merakı; S-400’lerden sonra Ruslardan 21 adet MİG-29 savaş uçağı aldılar .

ABD ve Rusya kritik dönemeçteler; biri Pasifik’te yeni bir güç merkezi kurmaya başlıyor, diğeri eski Sovyet cumhuriyetlerinin merkezinde ki konumu nu geliştirme ye. Modernist ABD, Pasifik’te “istisnai ülke” olma rolünden öncelikle ekonomi üzerine bir strateji geliştirme ihtiyacı duyuyor. 

Post-modern Avrupa Birliği ise kendi sınırlarını bile koruyamadığı yüzleşmesi ile karşı karşıya kaldı. Ne Rusya ne de Çin gelecekte Avrasya’nın merkez gücü olabilecek. Rusya, nüfus ve ekonomi yüzünden dağılırken, Çin’i petrol ve doğal gaza bağımlılık yanında ileri teknoloji ile rekabet edememesi bitirecek. 

Kafkasya’da ise Ermenistan-Gürcistan-Azerbaycan üçgenine dikkat. Bütçesi ve bankacılık sistemi krizde olan Azerbaycan hedefteki ilk ülke ve bakanların istifasına varan yolsuzluklar, Aliyev’in kontrolü kaybettiğini gösteriyor.

Uzun zamandır İran’dan bahsetmedik; ABD-İran ilişkileri Humeyni’nin geldiği 1979 yılından beri en iyi durumda, ancak bu doğru bir romantizm değil. 

Ocak ayının sonundan itibaren Amerikalılar, Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) ile İran’ın anlaşmayı uygulayıp uygulamadığını denetlemeye başlayacaklar . 

Sonra sıra İran’ın teröre verdiği destek, Hizbullah ve rejim konuları masaya gelecek. Daha fazla özgürlük ve serbest pazar dayatmaları başlayacak. 

Bu arada ABD’deki İsrail lobisi işi çomaklamak için hükümetten daha iyi hazırlanıyor. Şimdilik İran’a uzatılan havuç ise visa (bankacılık) kolaylıkları. 

2 ay önce İran TV’sindeki bir dizide Türklere hakaret edilince Azeri Türkleri ayaklandı, Azeriler sokağa döküldü. Son 5-6 yıldır Batı, İran’ı kaşıyor, ciddi ciddi üzerinde çalışıyor. İşin ilginç tarafı İran’daki yönetim de halk da ambargonun kalkacağını ve çok rahatlayacaklarını, Batılı gibi olacaklarını sanıyor. 

İran halkı, her zaman kendini Batı kültürüne yakın hissetti ve bunun özlemini içten içe duyuyor. İran seçimlerinde Batıya açılma kartı en iyi iç politika ve seçim malzemesi olmaya devam ediyor. Rus-İran ilişkileri ise hep karşılıklı çıkar üzerine özellikle de yaşanan ambargo ve izolasyonları aşma üzerine olmuş, kültürel bir derinlik hiçbir zaman kazanmamıştır. İlişkiler bugün de daha çok ABD karşısında Suriye’de ki ortak çıkarlar ve silah alış-verişi üzerinedir. 

İlginçtir, İran ABD’den kaçırmak istediği nükleer fazlalıklarını Rusya’ya gönderiyor.

Afganistan’da henüz ufuk gözükmüyor; son iki yılda olanlar bir Milli Birlik Hükümeti kurulması, ABD ve NATO operasyonlarının sona ermesi, Taliban ve Afgan hükümeti arasında yüz yüze görüşmelerin başlamasıdır . ABD askerleri hala ülkede ve Afgan hükümetinin ayakta kalması için oyunlar devam ediyor. 

Pakistan ise Taliban tarafını destekliyor. Liderleri Molla Ömer’in iki yıl önce ölmesinden beri Taliban cephesinde de kırılma belirtileri var ama hala toprak kazanıyorlar. Taliban’ın bölünmesi yeni bir IŞİD ortaya çıkarabilir, nitekim Nangarhar’da bu tür oluşumlar var. 

ABD, Afgan hükümeti ile Pakistan’ın anlaşmasından barış çıkacağını umut ediyor.

Ortadoğu’ya dönecek olursak, fırtına öncesi sessizlik dönemindeyiz. Fransa, Körfez bölgesine bir uçak gemisi gönderdi. ABD Merkez Komutanlığı’nın 60 gemisi yanında Avrupalılar da Görev Kuvveti 50 dâhilinde yeni gemilerle bölgedeki deniz güçlerini takviye ediyorlar . NATO ise 6 Kasım 2015 tarihinde Portekiz’de İspanya, Portekiz ve İtalya’yı kapsayan 6.000 kişilik tarihinin en büyük tatbikatını (Trudent Juncture)  yaptı. Tatbikata 28 ülkeden 230 askeri birlik, 140 savaş uçağı ve 60 savaş gemisi katıldı. Bu arada NATO, sadece 2.080 kişilik ordusu olan Karadağ’ı da ittifaka davet etti. Bu durum bazı üyeler tarafından Facebook arkadaş sayfasına döndük eleştirisine neden oldu . Bu eleştirelerin nedeni ise Baltık ülkeleri ve Türkiye gibi ülkelerin Batının güvenliğine daha çok zararları olduğu düşüncesi. Amerikalılar, Avrupa’daki 30 bin askerlerinin dünya GDP’nin %46’ına sahip Batı Avrupayı değil, ittifakın doğusu için konuşlandığı eleştirisi yapıyor.

Konu NATO’ya gelmişken ittifak içinde Türkiye ile ilgili eleştirelerin arttığına değinelim. Türkiye uzun zamandır Erdoğan’ın İslamcı tavırları ve otoriter eğilimleri nedeni ile takipte idi. Türkiye’nin Rusya ile çekişmesinin ittifak çıkarları için kendi emperyal heveslerinden kaynakladığı tenkidi yapılıyor. 

Türkiye’nin NATO ülkeleri içinde halkın çoğunluğunun ittifaka iyi bakmadığı tek ülke olduğu söyleniyor. Türk halkının 1991, 2003 ve 2012-2015 arasında silah takviyelerinden de memnun olmadığı düşünülüyor. Türkiye’ye karşı tepkiler artıyor. Çek Cumhurbaşkanı Miloş Zeman, “Türkiye’nin bir NATO müttefiki olmaktan ziyade İslamcı Devlet gibi hareket ettiğini ve AB üyesi olması için bir neden bulunmadığını” söyledi . NATO, Rusya’ya karşı Türk hava savunmasını güçlendirme kararı alıyor ama Almanya, mevcut Patriot sistemlerini Türkiye sınırından çekiyor , yerine istihbarat amaçlı AWACS gönderiyor.

Özetle, ne Batıda ne Doğu’da istenmeyen ülkeyiz. Ermenistan, İran, Irak ve Suriye ile aramız bozuk. Rusya ile tarihi ve uzun bir krizin başlangıcındayız. 

Bizi birliğe istemeyen Avrupalılar kadar, ABD ile de ilişkilerimiz şantajlar üzerinden yürüyor. Erdoğan’ın çok güvendiği İslamcı grupları bile şimdi Rusya’nın bilgisi dahilinde toplanıyor, Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap ülkeleri İran’a yanaşan ABD’den daha çok Rusların yolunu gözlüyor. 

Amerikalıların müttefiki PKK/PYD, Rusya’da şube açıyor. Erdoğan ise gündem değiştiriyor; ODTÜ’de namaz kılan öğrencilere saldırı olmuş.. 

ABD ve Rusya, Ortadoğu’dan elimizi ayağımızı kesmek için uçak krizini; Kürt koridoronu kurana ve bölgenin yeni haritasını tamamlayana kadar aleyhimizde kullanacaklar. 

Türkiye-Rusya ilişkilerinin düzelmesi her iki ülke için de jeopolitik bir zorunluluk ve ABD’ye karşı güç dengesi gereğidir.


***

31 Aralık 2017 Pazar

Mahalleye Hoş Geldin,

Mahalleye Hoş Geldin,


Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi
Şanlı Bahadır Koç,**
02 Haziran 2010 Çarşamba
“Mahalleye Hoş Geldin”:Türkiye’nin Orta Doğu’da İlk Günü - Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ,*

* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı
** 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkan yardımcısı


İsrail AKP iktidardayken Türkiye ile ilişkilerin iflah olmayacağına, Ankara’ya karşı alttan almanın anlamsızlığına ve Türkiye’ye karşı böyle bir operasyonda bulunmakla ikili ilişkiler açısından pek bir şey kaybetmeyeceğine ikna olmuş olabilir.

İsrail'in Gazze'ye yardım götüren gemilere Akdeniz'de İsrail/Filistin kıyılarından 70 mil açıkta gerçekleştirdiği ağır askeri saldırı devletler hukukunun çok boyutlu ihlalidir. İsrail Ordusu bu saldırı ile uluslararası sularda seyreden sivil gemilere yönelik bir korsanlık eylemi gerçekleştirmiştir. İsrail Ordusu'nun devletler hukuku açısından ikinci ihlali silahsız sivillerin üzerine uyarısız ateş açılmasıdır. 
Bu olay İsrail'in komşuları ile barış içinde yaşamasının ne kadar ne kadar zor olduğunu bir kez daha göstermektedir. İsrail, Türkiye'den farklı olarak, caydırıcılığa çok önem veren bir ülkedir. Ama bazen bu olayda olduğu gibi bunu abartabilmekte dir. Guardian gazetesinin 1 Haziran 2010 tarihli başyazısında da belirtildiği gibi, "bu eylemi Somalili korsanlar gerçekleştirmiş olsa NATO kuvvetleri anında bölgeye yönelirdi. Operasyonu yapan İsrail devleti olsa bile belki NATO yine de bölgeye gitmelidir." 

Bu eylemlerin devlet sorumluluğu taşıyan bir yapı tarafından yapılmış olmasının makul şekilde izah edilmesi kolay değildir. Operasyonun başındaki ismin İsrail kabinesinin sözde en az şahin üyelerinden Savunma Bakanı Ehud Barak olduğunu düşünürsek İsrail'deki "durumun vahameti" daha net ortaya çıkmaktadır. Zaten İsrail'i de normal bir devlet olarak kabul etmek mümkün değildir. Tevrat'a göre davrandığını düşünen ve savaş halinde olan bir devlet ve toplumu normal standartlarla değerlendirmek yanlıştır. 

Burada İsrail'in bu eylemi gerçekleştirmesinin "Tel Aviv açısından makul nedenleri", muhtemel sonuçları ve Türkiye'nin vermesi gereken cevap tartışılacaktır. 31 Mayıs 2010, Türkiye'nin 30 Kasım 1918'den bu yana Orta Doğu'da geçirdiği ilk gündür. İsrail, Türkiye'ye Akdeniz açıklarında "Mahalleye hoş geldin" partisi vermiştir. Artık sınırlarını biraz da ABD'de son aylarda hakim olan İsrail eleştirisel havanın çizdiği Ankara'daki anti-İsrail politikası gerilerde kalmış, yeni bir aşamaya geçilmiştir. "Sıfır sorun" paradigması iflas ederken, Türkiye kendisini çok yeni kurallara hazırlamak zorundadır. Yeni kuralların sadece Orta Doğu'da değil, Yahudi lobisinin güçlü olduğu her yerde uygulanacağı unutulmamalıdır.

Dünya ve Türkiye Böyle Bir Eylemi Beklemiyordu

İsrail, Gazze'ye hareket eden bu filoya müdahale edeceğini önceden duyurmuştur. Ancak son günlere kadar İsrail kabinesi içinde filoya bir jest yaparak Gazze limanına ulaşmasına izin verilmesini savunan seslerin de olması ve İsrail basınında kontrolsüz bir askeri müdahalenin yapılabilecek en aptalca şey olacağına dair eleştiriler müdahalenin düşük profilli olacağını düşündürmüştür. 

Yardım operasyonunu düzenleyen kuruluşların koordinatörü ve IHH başkanı Bülent Yıldırım, İsrail Ordusu'nun baskının başlamasından hemen sonra televizyonlara yaptığı açıklamada "sessiz operasyon düzenleneceğini düşündüklerini" açıklamıştır. Bu açıklama dolaylı da olsa bazı temasların yapıldığını veya güvenilir kaynaklardan İsrail'in böyle davranacağına dair bilgi geldiğini düşündürmektedir. Ancak beklenen olmamış, İsrail Ordusu gerçekleştirilebilecek en sert ve hukuk dışı baskınla bütün dünyayı şaşırtmıştır.
İsrail, devletler hukukunu açık şekilde ihlal eden ve uluslararası bir krize yol açan bu eylemini ve eylemin sonuçlarını planlayarak ve öngörüler geliştirdikten sonra gerçekleştirmiştir. Diğer bir ifade ile operasyon, kendiliğinden gelişen, kontrol dışına çıkan, amacı aşan bir eylem değildir. İsrail'deki karar alıcılar, bir yandan "bırakalım geçsinler" ve diğer yanda "en sert şekilde saldırı" seçenekleri arasında neden en sert saldırı seçeneğini seçmişlerdir?

İsrail Neden En Sert Yola Başvurdu?

İsrailli hükümetinin subjektif de olsa herhangi bir rasyonel temele oturtmadan ve en azından kendilerine bunu izah etmeden böyle bir eylemi gerçekleştirmiş olma ihtimali çok yüksek değildir. İsrail eylemini "dengesiz Yahudilerin" serserice eylemi olarak nitelendirmek İsrail karar alma mekanizmasını yanlış şekilde değerlendirmek olacaktır. İsrail hükümeti yanlış bir karar almış olsa dahi bunu bazı ön kabul ve beklentiler ile yapmıştır. Tel Aviv, böyle bir eylemi düzenlerken benimsediği ön kabuller ve beklentiler çerçevesinde şu mesajları vermek istemiş ve düşünmüş olabilir: 

a) Operasyonun Türkiye'ye mesaj boyutu olduğu açıktır. İsrail AKP iktidardayken Türkiye ile ilişkilerin iflah olmayacağına, Ankara'ya karşı alttan almanın anlamsızlığına ve Türkiye'ye karşı böyle bir operasyonda bulunmakla ikili ilişkiler açısından pek bir şey kaybetmeyeceğine ikna olmuş olabilir. Bundan dolayı Tel Aviv Türkiye ile İsrail ilişkilerini kopararak yeni bir aşamaya taşıma kararını vermiş olabilir. Türkiye artık İsrail tarafından dost bir ülke olarak görülmemektedir. Tel Aviv, böylece Orta Doğu denkleminde ortaya çıkacak yeni durumu ve dengeleri göğüslemeye kararlıdır.

b) AKP iktidarını ve Türkiye'yi etkisiz, İsrail eylemine cevap veremeyecek duruma düşürmek hedeflenmiştir. İsrail, muhtemelen, Ankara'ya "benimle uğraşma, zararlı çıkarsın" demekte ve belki de AKP'nin içerideki prestijine bir "çizik atmayı" ummaktadır. Bir ihtimal Orta Doğu'ya "işte bakın çok beğendiğiniz Türkiye'ye vuruyorum ama bağırıp çağırmak dışında yapabildiği pek bir şey yok" denmek de isteniyor olabilir. 

c)İsrail, Türkiye'yi denetimsiz bir şekilde Orta Doğu'ya sürüklemeyi istiyor olabilir. Ne yazık ki, Türkiye Orta Doğu bölgesini yeterince tanımamaktadır. Güvenlik, istihbarat ve dışişleri bürokrasisi Orta Doğu dosyasına hakim olmadığı gibi Türk akademisi de konunun üstesinden gelebilecek donanıma sahip değildir. 

d)Türkiye'nin ABD ve Avrupa'da kontrol dışı sürekli sorun yaratan bir ülke olarak algılanmasını sağlamak.

e)AB'nin Türkiye'nin istediği tepkiyi vermeyeceğinden hareket ederek, Türkiye-AB özellikle de AKP-AB ilişkilerinin bozulması sürecini tetiklemek.

f)İsrail, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin İran'dan ötürü bozuk olduğu bir süreçte, Washington'un İsrail eylemine sert tepki vermeyeceğini hesaplamış, bununla da Türk-Amerikan ilişkilerini daha da sıkıntıya sokmak istemiş olabilir.

g)Dünyaya ablukayı deldirmeyeceği mesajını en sert şekilde vermek ve bundan sonra eylem düşünenleri en sert şekilde uyarmak.

h)Orta Doğu'da genel tansiyonun yükseldiği bir süreçte ABD'nin Filistinliler ile İsrail arasında sürdürdüğü dolaylı görüşmeler sürecinde Washington'un kendi planını açıklayarak İsrail'i sıkıntıya sokmasını engellemek.

l)Ve son olarak Cenin ve Şatilla katliamlarını yapmış ve aşmış olan İsrail bu krizi de uluslararası medyadaki Yahudi etkisi ve bu meselelerdeki üstün 'maharetiyle' aşabileceğine inanmış olabilir.

"Ablukayı Deldirmem"

İsrail, Hamas'ı dize getirmek, kendisine yönelik saldırıların cezasız kalmayacağını kanıtlamaya devam etmek ve böylelikle caydırıcılığını tahkim etmek, Filistinliler ve onlara sempati duyanlarla Mısır arasında abluka nedeniyle çatışma yaratmak, üçüncü tarafların bu filo gibi "oldu-bittilerine pabuç bırakmayacağını" göstermek, ablukanın devamı vasıtasıyla kendisine karşı daha yumuşak olan Batı Şeria'daki El Fetih liderlerinin ekonomik performansı ile Hamas'ınki arasında uçurum yaratarak Hamas'a yönelik halk desteğini azaltmak ve örgütü denklemden çıkarmak, ambargonun delinmesi halinde kendisine saldırılmasına imkan sağlayacak malların Gazze'ye girmesini engellemek istediği ve belki de "Filistinlileri tam da insan olarak görmeyen" ırkçı bir yaklaşımla ablukanın insani maliyetine kayıtsız olduğu için ablukanın delinmesini engellemektedir. İsrail ayrıca filonun ablukayı delmesi halinde bundan büyük "prestij rantı" yiyeceğini düşündüğü Türkiye ve AKP Hükümeti'ne bu "zaferi tattırmak" istememiş de olabilir. 

Ablukanın haksız, kanunsuz ve sürdürülemez olduğu açıktır. "Kolektif cezalandırma" yasadışı ve ahlak dışıdır. BM'ye göre Gazze'deki evlerin % 60'ına yeterli gıda girmemektedir. Hamas, tüm eksiklik, kusur, kabahat ve suçlarına rağmen Gazze'nin seçilmiş hükümeti ve olası bir barışın vazgeçilmez unsurudur. Örgüt Filistin toplumunun çok önemli bir kısmının desteğine sahiptir. Onun üzerinden tüm Gazze halkını cezalandırmanın siyasi olarak örgütü zayıflattığı da tartışmalıdır. 

Abluka çok muhtemelen Hamas'ın Gazze'deki kontrol ve desteğini arttırmaktadır. Hamas'a yönelik uluslararası izolasyonun da kırılmak üzere olduğu söylenebilir. Bu konuda ilk adımı atan Türkiye'yi Rusya'dan sonra bazı Avrupa ülkelerinin izleyeceği anlaşılmaktadır. Bu son operasyonun bu süreci hızlandırması sürpriz olmaz. Bu olaydan sonra, çok uzun olmayan bir süre içinde lider değişikliği yaşama ihtimali yüksek olan Mısır'ın kendi kamuoyunun tepkisini göz ardı ederek İsrail ile Gazze'nin izolasyonu konusunda işbirliğini sürdürmesi daha da zor olacaktır. Bu operasyondan sonra İsrail'in ablukayı sürdürmesinin diplomatik ve psikolojik maliyeti artacaktır. 

BM'nin İsrail'i kınaması ve "Gazze'deki durumun artık sürdürülebilir olmadığını" dile getirerek Güvenlik Konseyi'nin 2008'de aldığı 1850 ve 2009'da aldığı 1860 sayılı İsrail'in Gazze'den tamamen çekilmesini, gıda, yakıt ve tıbbi malzeme dahil olmak üzere insani yardımların engellenmeden dağıtılmasını öngören ve sevkiyat koridorlarının açılmasını isteyen kararlarını tekrar gündeme getirmesi, İsrail'in içine girdiği sıkıntılı durumu göstermektedir. Keza Mısır'ın Gazze kapısını 1 Haziran'da açması İsrail'in abluka politikasına indirilmiş bir darbedir.

Türkiye Nerede Yanlış Yaptı?

AKP Hükümeti Tel Aviv'in böyle bir tepki vereceğini öngörememiştir. AKP Hükümeti, İsrail'i küresel boyutlu halkla ilişkiler açısından çok kötü bir şekilde köşeye sıkıştırmış olduğu düşüncesinin rehavetine kapılmıştır. Yardım heyeti başkanı Bülent Yıldırım'ın beklediği sessiz operasyonu Ankara'da hükümetin de beklediği anlaşılmaktadır. Bu beklenti bir süreden beri Türk dış politikasına hakim olan "sonsuz iyimserlik" yaklaşımının da bir sonucu olarak algılanmalıdır. 
Oysa söz konusu İsrail olunca yapılması gereken her şeye hazırlıklı olunmalıdır. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin son durumu göz önünde tutulduğunda Ankara her şeye hazırlıklı olmak zorundaydı. Çünkü İsrail bir süreden bu yana Türkiye'yi dost olarak algılamamakta ve Ankara'nın kendisini küçük düşürdüğünü düşünmektedir. 

Gazze'ye yardım operasyonu başlamadan önce AKP Hükümeti bu yardımı yapacak olan sivil toplum örgütlerine daha yoğun bir danışmanlık yapmalıydı. 35 ülkeden temsilcilerin katıldığı bu yardım operasyonu için dünya kamuoyu daha iyi hazırlanmalıydı. Birleşmiş Millet, Avrupa Birliği, Arap Ligi bu sürecin parçası haline getirilmeliydi. Mısır ve Ürdün bu sürece daha iyi hazırlanmalıydılar.
Yardım operasyonu bir Türk operasyonu gibi değil, küresel operasyon olarak sergilenmeliydi. Dünya medyasının gerek yardım operasyonu öncesinde gerek gemiler Gazze'ye hareket ettikten sonra yardım operasyonunun içinde olması sağlanmalıydı. Böyle bir süreç yaşanırken, Dışişleri Bakanı'nın Ankara'da olması ve gelişmeleri koordine etmesi, dünya medyası ile etkili bir iletişim içinde olması gerekirdi. 

Ankara ile Tel Aviv arasında sağlıklı bir iletişim kurulmalı, amacın İsrail'i çiğnemek veya küçük düşürmek olmadığı sadece Gazze'ye yardım götürmek olduğu anlatılmalıydı. Bunların yapılmadığı görülmüş ve sanki İsrail'in yoldan kaçarak çıkmak zorunda olduğu düşünülen bir "korkak tavuk" oyunu oynanmıştır. Korkak tavuk oyunu iki arabanın birbirlerine karşı son hızla hareket ettiği ve korkan şöförün son anda yoldan çıkarak çarpışmaktan kaçındığı bir oyundur. Oysa tarih, İsrail'in bu tür oyunlarda "çılgınlık" yapmayı sevdiğini göstermektedir. 

İsrail Saldırıdan Ne Kazandı ve Ne Kaybedebilir?

İsrail'in bu saldırıdan bu aşamada kazandığı Türkiye'ye "gereken cevabı/dersi" vermiş olmanın yarattığı rahatlama duygusudur. Gazze politikasından geri adım atmayacağını da bütün dünyaya çok büyük bir kararlılık ile gösterdiğini düşünmektedir. 

İsrail Başbakanı Netanyahu'nun bu operasyonla devam eden dolaylı görüşmelerin tıkanması sonrasında Obama'nın kendi barış planının önünü kapatmak istemiş de olabilir. Ama bu hamlenin istenenin tam da tersi sonucu yaratması mümkündür. Spekülasyona devam edersek, İran'a yönelik ambargolardan "bir şey çıkmayacağını" ve Obama'nın bunun çok ötesine gitmeye gücü ve niyeti olmadığını düşünen Netanyahu bölgesel bir kriz ve Hamas ve/veya Hizbullah ile savaş çıkararak ortamı değiştirmeyi ve "kartların yeniden dağılmasını" istiyor dahi olabilir. 

Öte yandan İsrail'in İran'ın nükleer güç olma politikasına karşı ABD'yi yanına çekme ve dünyada kamuoyu oluşturma politikası bu eylemden çok ağır bir şekilde darbe alacaktır. Böyle bir saldırıdan sonra İran rahatlayacak, İsrail'in uluslararası toplumu arkasına alma ihtimali ortadan kalkacaktır. Artık Türkiye'nin ve belki başka BM Güvenlik Konseyi üyelerinin İran'a ambargolara "evet" deme ihtimali daha da azalmış olabilir. Çin'in ise bu noktadan sonra ABD'ye verdiği "yeşil ışığı" geri alması kolay olmasa da ambargonun içeriğinin sulandırılması söz konusu olabilir. 

Gazze'de İsrail'in uyguladığı politikalar yaşanan krizden dolayı bundan sonraki aylarda daha fazla gündemde olacaktır. Böylece İsrail istemeden de olsa Gazze'yi uluslararası gündemde yukarılara taşımıştır. Bütün dünyadan Gazze'ye yardım filolarının harekete geçmesi İsrail'i çok zor durumda bırakacaktır.

Türk-İsrail İlişkilerinde Son Durum

Bildiğimiz anlamda Türk-İsrail ilişkisi sona ermiştir. Artık bırakın ittifakın devamını diplomatik ilişkilerin normal haliyle devam etmesinden bile emin olmak kolay değildir. Ölü ve yaralıların Türkiye'ye gelmesi uzadıkça ve İsrail'in yardım grubundaki bazı Türk vatandaşlarını alıkoyma niyeti ortaya çıkarsa İsrail'e yönelik Türk tepkisi canlı kalacaktır. Cenaze törenlerinin çok şiddetli duygusal sahnelere ve belki de ötesine sahne olması beklenebilir.

Yapılan eylemin boyutu ve şekli düşünüldüğünde büyükelçiyi geri çekmek, tatbikatlar ve silah alımlarını iptal etmenin yanında ve ötesinde adımlar atılmalıdır. "Düşük koltuk" krizinden sonra İsrail'e aynı büyükelçinin hem de çok uzun olmayan bir süre içinde geri gönderilmesinin hata olduğu şimdi daha net anlaşılmaktadır. Artık Türkiye'nin hükümet ve devlet olarak Arap devletlerinin ortalamasının ötesinde bir İsrail karşıtlığı yaşayacağı bir döneme girmiş olabiliriz. 

Bu noktaya gelmek belki kaçınılmaz değildi ve süreçte Türk hükümetinin de hata ve eksiklikleri olmuştur. Ama artık yaşananların iletişim eksikliğinden kaynaklanan geçici bir kırgınlık olduğunu düşünmek iyimserlik olur. Önümüzdeki dönemde Türkiye'deki İsrailli turistler dahil İsrail hedeflerine yönelik saldırıların yaşanmasını, Türk vatandaşlarının yurtdışında İsrail'e yönelik eylemlere karışmasını tahmin etmek yanlış olmayabilir. 

Bu kriz bazılarının düşündüğü gibi yeni bir İntifada'yı tetiklerse Türkiye bundan memnun mu olmalıdır? Bu olaydan sonra Türkiye'nin Suriye ile İsrail arasındaki arabuluculuk rolü sona ermiştir. Muhtemeldir ki, Suriye de, görülebilir bir gelecekte, bu kadar yakın ilişkiler geliştirdiği Ankara'yı "ortada bırakarak" İsrail ile müzakerelere oturmaktan ve hatta İsrail ile dolaylı görüşmekten kaçınacaktır. Abbas ve Filistin Yönetimi de dolaylı görüşmelere devam etseler bile artık İsrail'e ödün vermekten kaçınmak için ilave bir nedenleri olacaktır. 

AKP Hükümetinin Durumu

Bu olayın yaşanmasında AKP Hükümetinin de ihmali, hesap hatası ve dolayısıyla sorumluluğu varsa da, bu noktadan sonra bunlar artık ikinci plandadır. Ama ikinci planda olsa da, bunlar unutulmamalı, gözden kaçırılmamalıdır. Hükümet gemileri ya korumalı ya da onları riskler konusunda ciddi şekilde uyarmalıydı. Şu soruların cevabını bu yazı yazıldığı sırada henüz bilmiyoruz: Hükümet İsrail ile olaydan önce yeterince iletişim kurmuş muydu? Taraflar riskler ve yaşanabilecek olumsuzluklar hakkında görüş alışverişinde bulundu mu? Türk Hükümeti yardım heyetinin liderlerine ne kadar ve ne tür manevi destek verdi? Bu desteği verirken yaşanabilecek olumsuzluklar hakkında ne kadar zihinsel mesai harcadı? Hükümet ve yardım konvoyunun liderleri İsrail'in tepkisini küçümsediler mi? 
Hükümet kötü ihtimalleri dikkate alarak hazırlıklı olmalı ve kriz masasını kurmak için "olayların gelişmesini" beklememeliydi. Bu noktaların ve belki zaman geçtikçe ortaya çıkacak başka soruların iktidar ve muhalefetten eşit sayıda milletvekilinden oluşan bir meclis araştırma komisyonu tarafından derinlemesine tetkik edilmesi doğru olacaktır. Türkiye'nin ve olayın mağdurlarının İsrail'e karşı içeride ve dışarıda dava açma yoluna gidecekleri görülmektedir. Bu arada ABD İsrail'e karşı BM Güvenlik Konseyi kararını veto ederse İran'a ambargo konulması ihtimali azalacaktı. ABD bu nedenle kararı veto etmeden yumuşatma yoluna gitmiştir. Obama BM'de İsrail'e karşı tasarılarda çekimser kalabilme kartını İsrail'e karşı kullanma fikriyle flört ediyordu. Ama bu kartı barış müzakereleri ile ilgili bir konuya saklamayı tercih etti. Bir ihtimal bu olayın hızlı gelişmesi bu konuda derinlemesine düşünmek için ABD yönetimine fırsat bırakmadı. 

Hükümetin krizi öngören önleyici adımlar atmak, diplomatik girişimlerde bulunmak ve psikolojik ve zihinsel hazırlık yapmak konusunda eksiklikleri olmuş olabilir. Ayrıca İsrail bu şiddette tepki vermese bile olaydan sonra bir kamu diplomasisi yarışı yaşanacağını tahmin etmek gerekirdi. Bunun yapılmamış olduğu görülmektedir. Olaydan hemen sonra dünya medyasının çoğu tartışmalı İsrail iddiası ile bombardımana uğramasına rağmen bu filoyu bir şekilde desteklediği düşünülen Hükümetin hemen hiçbir kamu diplomasisi hazırlığı ve çabası olmamıştır. Krizlere " 'Tanrı', 'şans', 'adalet', 'dünya vicdanı' bizi bir şekilde korur herhalde" diye girilmez. İsrail ile yaşanan krizlerde bunların faydası olduğu hiç görülmemiştir. Bu tür krizlerin üstüne üstüne gitmenin gerekliliği ve akıllılığı tartışmalıdır. Ama eğer böyle bir niyetiniz varsa o zaman bunun hazırlığını da yapmanız sorumluluk gereğidir. 

Türkiye Şimdi Ne Yapmalı? 

Türkiye soğukkanlılığını kaybetmemelidir. Kurallarını İsrail'in çizdiği bir sürecin içine girilmemelidir. Konu Türkiye-İsrail arasındaki bir çatışma değil, İsrail ile uluslararası toplum arasında bir süreç olarak ortaya konulmalıdır. Önümüzdeki dönemde küresel bir enformasyon savaşı gerçekleşecektir. İsrail'in dünyanın hakim medya kaynakları üzerinde çok büyük bir etkisi olduğu ve bu tür süreçleri yönetmede Türkiye'ye kıyasla ne kadar 'maharetli' olduğu bilinmektedir. 
İsrail'deki Türk büyükelçisinin geri çekilmesi ilk ve doğru adımdır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve NATO'nun toplantıya çağırılması, Başbakan Erdoğan'ın dünya liderlerini telefon ile arayarak görüşmesi, ve öncelikle ABD'nin İsrail'e karşı tavır almasını sağlamak için yoğun bir çaba harcanması isabetlidir.
ABD'nin bu aşamada İsrail'e karşı BM'den çıkacak bir kararı veto etmemesi İsrail'e verilecek önemli bir ders olabileceği gibi ABD'nin İslam dünyası ile ilişkilerini yumuşatabilirdi. 

Bu aşamada Türkiye'nin önceliği yaralıların, yolcuların ve gemilerin bir an önce Türkiye'ye getirilmesinin sağlanmasıdır. İsrail'in bu insanları/bir bölümünü tutuklaması ve uzun süre elinde tutması Türkiye'yi küçük düşürecektir. Öte yandan saldırıda hayatlarını kaybedenlerin aileleri ve yaralananlar İsrail Ordusu aleyhine derhal dava açmalıdırlar.

Türkiye-İsrail ilişkileri uzun bir süre için buzdolabına kaldırılmıştır. Politik ilişkilerdeki ağır kriz, kaçınılmaz olarak askeri ilişkiler, ekonomik ilişkiler ve turizm sektörüne yansıyacaktır.

Sonuç

İki ülke arasındaki krizin ağırlaşıp ağırlaşmayacağı İsrail'in önümüzdeki birkaç gün içinde atacağı adımlara bağlıdır. İsrail eğer derhal yaralıları, yolcuları ve gemileri serbest bırakır ise kriz devam etmekle beraber tırmanma yavaşlayabilir. İsrail'in tüm Türk vatandaşlarını salıvermemesi halinde ise kriz canlı kalacaktır. 
İsrail'in bu operasyonu yaparak gerçekleştirmek istedikleri karmaşık, çelişkili ve riskli olabilir. En azından amaçlarının bir kısmı İsrailli karar alıcılar tarafından bile yeterince formüle edilmemiş olabilir. İsrail Hükümeti bu hamlesinin sonuçlarının tamamını yüksek isabetle tahmin etmemiş olabilir. İsrail dünya kamuoyunun kınamaları ile yaşamaya alışık bir devlettir. Bu sefer durumun farklı olduğunu düşünmek için bazı nedenler varsa da, bunların ezici olduğunu düşünmek hala kolay değildir. 

İsrail "ettiğinin yanına kalacağını" hesaplamış olabilir. Ama eğer bir "hesap hatası" yapmış ise Türkiye'yi kaybetmenin yanında istemeden üçüncü intifadanın kapısını aralamış ve Obama'nın zihnine "bu işin böyle gitmeyeceği" mesajını göndermiş de olabilir. Bu operasyon bir ihtimal Gazze ablukasını kaldırması yönünde İsrail üzerindeki baskıları artıracak ve Hamas'ın dış meşruiyet kazanması sürecini hızlandırabilecektir. Obama bu krizi mevcut İsrail hükümetinden kurtulmak için kullanabilir. Türkiye'de ise Hükümet artık milli karakter edinen bu krizi iç siyasette avantaja çevirmekten, muhalefet de ölçülü ve yapıcı olmayan bir tavır almaktan kaçınmalıdır.

Türkiye'nin Orta Doğu'ya yönelik pozisyonunu değiştirmesinin bazı yeni zorluklar, komplikasyonlar ve problemler yaratacağını söylemek bu değişime tamamen karşı olmak anlamına gelmez. Ama Ankara belki de kaçınılmaz olarak Orta Doğu siyasetinin entegral bir unsuru olmaya doğru ilerledikçe bölgenin bu yaşanan son olay türünden acı sürprizlerle dolu olduğunu görecektir. "Burası tehlikeli bir mahalledir." 


***

28 Kasım 2017 Salı

“ Kürt Devleti ” Üzerine Notlar ve Çeşitlemeler, BÖLÜM 3


“ Kürt Devleti ” Üzerine Notlar ve  Çeşitlemeler, BÖLÜM 3





İSRAİL ve ABD 

Denebilir ki, ABD ve İsrail’in Kürt milliyetçiliği meselesine yönelik çıkarları arasındaki fark politikaları arasındaki farktan daha fazladır. İsrail’in “vaat edilmiş topraklar” peşinde koşan bir dış politikası ve stratejisi var mıdır? Bu sorunun cevabı “evet” ya da “hayır” olabilir ama bu araştırılması ve tabu olmaması gereken önemli bir konudur. İsrail’in bölgedeki ülkeleri atomize etme 
yönünde bir isteği ve belki de çabası olduğu yönünde genelde kabul gören bir anlayış vardır. 

Türkiye’nin İsrail’e karşı bırakın tehdit olmayı sorun dahi çıkarmadığı dönemlerde bile bu ülkenin hem K. Irak Kürtlerini hem de PKK’yı desteklediği düşünülmektedir. İsrail Türkiye’yi elinden kalıcı bir şekilde kaçırdığını düşünmeye başlarsa bir Kürt devleti için daha ciddi ve odaklanmış 
bir çaba içine girebilir. Bu nedenle, İsrail ile bozuşmanın Türkiye için varoluşsal bazı riskleri olabileceğini söylemek “İsrail muhipliği” olarak algılanmamalıdır. Tabii bu aşamada İsrail’in Türkiye’den ümidi kalıcı olarak ne zaman keseceği, istese bile bir Kürt devleti kurulmasını tek başına sağlayıp sağlayamayacağı gibi sorular akla gelmektedir. 

< K. Irak Kürtlerinin Türkiye’ye bağımlılıkları Ankara tarafından bir dış politika leverajı olarak kullanılamamıştır. >

Türkiye AKP döneminde dış politikada İran ve Suriye ile yakınlaşır ve İsrail’den uzaklaşırken Kürt meselesini “kullanma sırası” da el değiştirmektedir. 
İsrail’in K. Irak Kürtleri ile ilişkisinin uzun tarihi bilinmekte ve PKK ile de bir bağlantısı olduğundan şüphelenilmektedir. Ancak bu ikincisi ile ilgili şüphelerle kanıtlar arasında bir uçurum olduğunu da kabul etmeliyiz. İsrail’in “dostları” dahil herkes aleyhinde “kartlar biriktirmeye” meraklı olduğu, bunu “radarlara yakalanmadan” yapmaya ehil olduğu ve aslında bu topraklarda gözü olduğu yönündeki varsayımlara dayalı bu şüphe Türklerde oldukça güçlüdür. 

Bu tür sorulara aşağıdaki türden neden, motivasyon ve açıklamalar sayılabilir. ABD, 

• Bölge ülkelerini korkutmak ve onları diken üstünde tutmak için, 
• Kürt meselesini bölgedeki gelişmeleri etkileyen bir araç olarak kullanmak için, 
• Geçmişte birçok kez kullanıp sonra ortada bıraktığı Kürtlere “haklarını” geç de olsa teslim etmeyi bir tür ahlaki ve emperyal sorumluluk olarak gördükleri için, 
• Kendine bağımlı bir Kürt devletinin enerji, üs, istihbarat sağlayarak kendi işine yarayabileceğini ve böyle bağımlı bir devletle petrol anlaşmaları yaparken daha rahat ve buyurgan olabileceğini hesaplayarak (zannederek), 
• İçgüdüsel olarak ve üzerinde yeterince düşünmeden, devletleri etnik ve mezhep açısından bölmeyi ve bu parçaları sürekli birbirleriyle kavgalı tutma güdüsüyle, 
• Bölme seçeneğini bugün için değilse bile bir ihtimal olarak saklı tutmak için, 
• Kendi çıkarlarından bağımsız olarak bunun İsrail için iyi olacağını hesaplayan Lobi’nin etkisiyle, Kürt devletinin kurulması yönünde adımlar atıyor olabilir. 

ABD’nin devlet politikası Kürt devleti kurmak değilse bile, bu politikayı etkileyen ve oluşturan bazı kesimlerin, hem bir Kürt devleti oluşmasının şartlarını oluşturma ve hem de başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeleri ile ilişkileri stratejik düzeyde korumanın mümkün ve arzulanır bir şey olduğuna inandıkları düşünülebilir. 

Irak’ın parçalanmasının İsrail ve ABD açısından sonuçları neler olabilir? Bu sonuçlar öngörülebilir mi? ABD ve/veya İsrail bu sonuçları öngörebileceklerini düşünürler mi? Özellikle 2003–2007 arasında Irak’ta yaşananlar ABD’ye böyle büyük çaplı ve kompleks süreçleri öngörme ve yönetmenin zorluğu ve “jeopolitik mühendislik denemelerinin” beklenmeyen ve istenmeyen sonuçlar meydana çıkarabileceğine dair dersler vermiş olmalıdır. Ayrıca yaradılış olarak muhafazakâr ve temkinli bir karaktere sahip Obama’nın Irak’ı bölme sürecinin ABD lehine yönetilebileceği konusunda çok şüpheci olacağını varsayabiliriz. Obama’nın önüne bu yönde görüş ve planlar geldiğinde/gelirse buna iltifat etmeyeceğini söyleyebiliriz. Ama elbette ABD dış politikasında Başkan’ın kontrolü ve hatta bilgisi dışında unsurlar olabileceği ihtimalini de kolaylıkla savuşturanlardan değiliz. Tekrar seçilmesi halinde 6 yıl daha Başkanlık yapacak olan Obama’nın kişisel olarak Kürt devletine ebelik yapmak gibi isteği ve hatta belki de lüksü olduğunu düşünmek zordur. Ama aynı Obama, aslında S. Arabistan ve Mısır gibi ülkelerin içinde demokratikleşmeyi Bush gibi büyük bir tantana ile desteklemekten kaçınsa da, Türkiye’de Kürt meselesi konusunda 
siyasal sürece müdahil olmakta bir sakınca görmeyebilmektedir. Bunun nedenlerinden biri Türkiye’nin kendi iç işlerine müdahale edilmesine açık ve hatta istekli bir görüntü vermesi olabilir. 

ABD’ye, eğer bir Kürt devleti kurulursa bunun büyük ihtimalle sürekli komşularıyla ve kendi içinde çatışma yaşayan ve bu nedenle sahip olduğu enerji kaynaklarını uluslararası pazarlara taşımakta büyük zorluk çeken, otoritesini toprakları üzerinde tam kuramayan, uyuşturucu ve uluslararası terör örgütlerinin muhtemelen kendilerine liman bulabileceği bir “başarısız devlet” olacağı anlatılmalıdır. 

<  İsrail Türkiye’yi elinden kalıcı bir şekilde kaçırdığını düşünmeye başlarsa bir Kürt devleti için daha ciddi ve odaklanmış bir çaba içine girebilir. >

Eğer Kürtler bir şekilde “kirişi kırabilirlerse” geride kalan Şiilerle Sünnilerin de beraber yaşamayı başaramayacakları ve ortaya en azından bir süre için ve bir derece İran’ın kontrolüne girebilecek bir Şiistan ile başta Ürdün olmak üzere birçok Arap devleti için istikrarsızlık kaynağı olabilecek bir Sünnistan 
çıkacağı düşünülebilir. Bunlar ABD ve İsrail’in mutlu olacağı gelişmeler değildir. Bunlara ek olarak bölünme sürecinin hızlı, kolay, kansız ve düzenli olmayacağı ve Irak’ı oluşturan grupların birbirleriyle ve alt grupların kendi içlerinde sonu gelmeyen Lübnanvari bir iç savaş senaryosu da yazılabilir. 

Batı Türkiye’yi “elinden kaçırdığını” düşünmeye başlarsa Kürt meselesinde Türkiye aleyhine pozisyonlar almak ve eyleme geçmek konusunda kendini daha rahat ve hatta istekli hissedebilir. Ancak buradaki soru ve sorun Türkiye kendisine büyük bir bağlılık ve “muhabbetle” sarıldığında bile Batı’nın aslında bu tür bir yaklaşımı olup olmadığının açık olmamasıdır. Kürt devletinin kurulma ihtimali, kurulursa Türkiye’ye zarar verme şekli ve ABD’nin bu süreçteki niyet, 
plan, yetenek ve çabalarını abartmanın da zararları olabilir mi? Bu korkular bir şekilde Türkiye’ye zarar verecek gelişmelerin gerçekleşme ihtimalini arttırıyor olabilir mi? Acaba gereksiz bazı evhamlara kapılarak bir Kürt devleti ihtimalini arttırıyor, bunu başkalarının “aklına getiriyor”, onlara bizi korkutma ve bize dolaylı ve muğlak bir şekilde de olsa şantaj yapma imkanı veriyor olabilir miyiz? Belki. Ama ABD Türkiye’ye zarar verecek gelişmeler için bir çaba içinde 
değilse bile bu tür şüpheleri savuşturma yönünde özel bir çaba da göstermiyor gibidir. Bu çaba eksikliği, niyetleri ile ilgili Türk kamuoyunun büyük bir kısmında olan kuşkuların boyutunun farkında olmadığı, durumun vahametini kavramadığı ya da belki de bunun problem olarak görmenin ötesinde kendine avantajlar sağladığına inandığı şeklinde yorumlanabilir. 

Washington ve Ankara’nın Türkiye’deki “Kürt sorunu”na bakışları arasında stratejik, askeri ve insani düzeyde farklılıklar olduğu söylenebilir: Kendi federal bir ülke olan ABD “Türkiye’nin ille de üniter bir ülke olmaya devam etmesinde ısrarlı değildir.” Washington Ankara’nın Kürt meselesi konusunda siyasi ve sosyal açılımlarda bulunmasından ziyadesiyle mutlu olacaktır. 

ABD, PKK’yı Türkiye’deki Kürtlere bazı kültürel haklar, ayrıcalıklar ve otonomi verilmesini sağlamanın tek yolu olarak görüyor olabilir. Ama ABD bunları niye istesin? Washington’un bu ara çözümleri Türkiye’nin çözülmesini ve sonunda Büyük Kürdistan’ın kurulmasını sağlayacağı için arzuladığını düşünenler çoktur. Ama ABD Türkiye’deki Kürt sorununa “teknik” ve insani bir konu olarak bakarken de optimal çözümün bu olduğu sonucuna varmış olabilir. Ancak ABD’nin telkinlerine belli bir ihtiyatla yaklaşmak için bu önerilerin kötü niyetli olduklarını düşünmek de şart değildir. ABD ve AB’nin bu konuya yaklaşımları iyi niyetli olduğu halde de Türkiye’ye büyük zararlar verebilir. 

Sorunun uluslararasılaştırılması kaçınılmaz değildir ama ciddi bir ihtimal haline gelmektedir ve Türkiye açısından ciddi riskler barındırmaktadır. 

Önümüzdeki dönemde PKK’nın ateşkes ve silah bırakma safhalarında konuyu bu düzleme getirmek isteyeceğini tahmin etmek zor değildir. ABD bir Kürt devleti kurulmasını özel olarak istemiyor ve bunu çabalamıyorsa bile sanki en azından o ihtimali ortadan kaldırmak da istememekte ve “gerektiğinde elinin altında böyle bir seçenek olmasını” arzu etmektedir. Ayrıca ABD bölgeden çok uzakta olduğu için sonuçlarına ancak kısmen kendi katlanacağı için Türkiye’den farklı olarak hata yapma lüksüne sahiptir. 

Türkiye PKK’ya destek veren ve göz yuman aktörlere karşı kapsamlı, kararlı, sabırlı ve bedellerini de ödemeye hazır olduğunu gösterdiği bir cezalandırma politikası güdememiştir. Türkiye’nin bölünmesi mümkün müdür? İsrail ve/veya ABD bunu ister mi? 

Bunun mümkün olduğunu düşünüyorlar mı? Bunun için çaba harcıyorlar mı? Şimdi değilse bile “gerekirse” harcarlar mı? Nasıl? Böyle bir istek ve planları varsa bile onları vazgeçirmek mümkün olabilir mi? Buna karşılık şöyle diyenler çıkabilir: “Nereden çıkarıyorsunuz bunları? Bunu niye istesinler? Adamların zaten yeterince derdi var. Bir de böyle bir şeyle niye uğraşsınlar? ABD Irak’ı bölen güç olarak görülmek istemeyecektir. Bir Kürt devleti ve onu ortaya çıkarmak İsrail ve/veya ABD için yarattığı imkânlardan çok daha fazla zorluk ve sorun çıkarır. Hem böyle bir şey isteseler bile buna güçlerinin yeteceğini niye düşünüyoruz? “Türkiye’nin bütünlüğünü başka ülkelerin iyi niyetine, insafına ve akıllı olmasına bırakmak doğru olmaz. K. Irak’ta bir Kürt devleti kurulması ve ABD’nin bunu resmen tanıması, koruması ve desteklemesi durumunda Ankara’nın Washington ile ilişkisini toptan değiştireceğini ABD’ye hiçbir şüpheye yer kalmayacak netlikte anlatmak lazımdır. 

SONUÇ 

Bazıları artık bağımsızlığın PKK’nın söyleminden bile düştüğünü söyleyerek farazi olarak da olsa “Kürt devleti” hakkında bu kadar konuşmanın ve kafa yormanın “modası geçmiş”, gereksiz, anlamsız ve son tahlilde zararlı olduğunu iddia edebilir. Ama bölünme endişesini temelsiz ve kendine güvensiz bir “paranoya” diye niteleyen ve kolaylıkla karikatürize edenler aslında Türkiye’yi önemli bir entelektüel savunma hattından mahrum bırakıyor olabilirler. 
Türkiye bir Kürt devletinin Kürtler dâhil herkes için büyük riskler, belirsizlikler ve zorluklar ortaya çıkaracağı, maliyetinin getirisinden çok daha fazla olacağı, “nereden bakarsanız bakın buna değmeyeceği” konusunda eğitici bir rol üstlenmelidir. 
AKP’nin Türk siyasi hayatını domine etmesi, başta TSK olmak üzere devletçi ve güvenlikçi kurumlar ve bakış açısının etkisinin azalması, Türk devletinin çözülmeye başladığı algısı, yavaşlasa ve heyecanını kaybetse bile yaşamaya devam eden AB süreci, ABD’nin K. Irak’taki varlığı ve bu sırada PKK’ya karşı gösterdiği son derece müsamahakâr tavır, son dönemde teknolojinin 
de yardımıyla Kürtler arasında sınır-aşan ilişkilerin artması ve PKK’nın “dayanıklılığı” gibi faktörler bazı Kürtlerin bağımsızlık veya ona yakın hedefler konusunda umutlarını korumalarını mümkün kılmıştır. “Kürt açılımı” da Türkiye’deki Kürtlerin beklentilerini, taleplerini ve bunları açıkça ifade etme isteklerini arttırmıştır. Bu sürecin muğlak, ucu açık ve vaatkar karakteri Kürtlerin ileride tatmin olmalarını da zorlaştırabilir. Mağduriyet psikolojisi, “neredeyse her şeye hakları olduğu” duygusu, hakları talep ederken sorumluluktan kaçınma isteği Türkiye’deki Kürtlerin siyasi duygusal hayatında giderek daha da etkinleşmektedir. 

 < “Artık işin işten geçtiği”, “cinin şişeden çıktığı”, “entelektüel ve siyasi barajların yıkıldığı” ve “ bekçinin uyuduğu, kandırıldığı ya da satın alındığı ” yönünde giderek güçlenen bir kolektif algı oluşmaktadır. >

Kürt elitleri ve PKK’nın taleplerinin ve nihai amaçlarının muğlaklığı, saydam olmayışı ve değişkenliği Kürt olmayanların konuya bakışını olumsuz yönde etkilemektedir. Referandum sonuçları Kürt meselesinin Türkiye’de evrilirken aldığı durumun bu konulara karşı hassas olduğu düşünülen milliyetçi muhafazakâr kesimler için bile artık/aslında o denli öncelikli olmayabileceğini 
düşündürtmektedir. Türkiye’de Kürtlerin çoğunlukta olmadığı bölgelerinde Türk-Kürt çatışması bir-iki korkutucu ama sınırlı olay dışında büyük ölçekli ve kontrol dışı şiddete dönüşmemiştir. 
Yabancı gözlemcilerin ve Kürtlerin bu durumun başka bir ülkede olsa farklı şekiller alabileceğini yeterince takdir etmedikleri söylenebilir. Bu durumun (şiddet içeren sivil etnik çatışmanın yokluğu) devam edeceğinden ise emin olunamaz. Türk-Kürt toplumsal ilişkilerinin yakınlarını kaybetmiş bir-iki akrabanın kızgınlıklarının kontrolden çıkmasının ya da yabancı unsurların 
kolaylıkla provoke edebileceği tezgâhların sonucunda kontrolsüz bir çatışma ve şiddet sarmalına girmeyeceğinden emin olabilir miyiz? Etnik gerilim ve çatışma, Türkiye’nin üniter yapısının bozulması, Türkiye’nin fiili olarak ya da resmen bölünmesi, PKK’nın sadece kırsal bölgelerde, güvenlik güçlerine ve sınırlı eylemlerin ötesinde şehirlerde, sivillere karşı ve çok büyük çaplı terör 
eylemlerini tırmandırması, Kürtlerle Kürt olmayanlar arasında sosyal hayatın geneline yayılan bir husumet oluşması, Türkiye’nin K. Irak’ta uzun süreli, maliyetli, çok kayıp verdiği ve askeri olarak amaçlarına ulaşamadığı sınır ötesi bir harekâta girişmesi düşünülemez ihtimaller değildir.3 

Görülebilir bir gelecekte Kürt devletinin kurulması mümkündür ama kaçınılmaz değildir. Sonucu, başka şeylerin yanında ama belki de en fazla tarafların irade mücadelesi belirleyecektir. Türkiye belli aralıklarla bu devlete neden, nasıl ve ne kadar karşı olduğunu gözden geçirmeli ve bu “davaya” olan imanını tazeleme lidir. Ayrıca bu muhalefetin Kürt karşıtı bir şey olmadığını göstermek ve Türkiye’nin içindeki Kürt meselesinin daha da ağırlaşmasına neden de olmaması gerekir. Ayrıca Kürt devletinin kurulmasını engellemek de yeterli değildir. Bu zorlu amacın dışında ve ötesinde Türkiye’deki Kürtlerle Kürt olmayanların bir şekilde beraber yaşamayı öğrenmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde Kürtler dâhil Türkiye önümüzdeki on yılları da “diken üstünde”, insanlarını ve kaynaklarını bu soruna harcayarak ve “huzursuz” bir şekilde geçirebilir. 

“Artık işin işten geçtiği”, “cinin şişeden çıktığı”, “entelektüel ve siyasi barajların yıkıldığı” ve “bekçinin uyuduğu, kandırıldığı ya da satın alındığı” yönünde giderek güçlenen bir kolektif algı oluşmaktadır. Türkiye’nin Kürt meselesi konusunda uzun süre koruduğu pozisyonları ve argümanları büyük bir hızla terk etmesi “domino dinamiklerini” harekete geçirebilir. Türkiye’nin çözüldüğü yönünde bir algının oluşması Türkiye’nin hasımlarını cesaretlendirebilir, iştahını ve taleplerini artırabilir, aralarındaki işbirliğinin derecesini yükseltebilir. 

< Sonucu başka şeylerin yanında ama belki de en fazla tarafların irade mücadelesi belirleyecektir. >

Kürt devleti sonuçta, Kürtler dâhil, kimse için iyi olmayacaksa bile bu öngörüyü şimdiden herkesin paylaşacağından emin olamayız. Bu yönde şüpheleri olan Kürtlerin bir kısmı bile yine de “bir denemek” istiyor olabilirler. Kürtleri bu sevdadan vazgeçirmek için güç, kararlılık, şefkat, kardeşlik ve terapi gibi “araçları” hem de “birbirinin ayağına dolandırmadan” kullanmak gerekecektir. 
Bu dönemde Türkiye’nin, diğer komşularla beraber K. Irak’la ilgili oluşan görüş birliğini eylem birliğine taşıması; bütün yükü tek başına çekmek yerine diğer 
başkentlerin de “taşın altına ellerini koymalarını” sağlaması; ABD’nin ülkeye Kürtler lehine sınırları korumak için dönmesine mahal vermemesi ve K. Iraklı Kürtlere “dükkânın onların olmadığını” hissettirmesi gerekecektir. 21. YÜZYIL 

DİPNOTLAR;


* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Amerika Araştırmaları Merkezi Başkanı, ajp1914@yahoo.com 
1 Okuyucu yazıyı bitirdiğinde kafası başladığından da karışık olabilir.
Bunun yazının bir kusuru olarak görülmemesini umuyoruz. Aslında muhtemelen makalede böyle başlığa sahip bir yazıyı okumaya karar veren türde insanların daha önce duymadıkları ve açıkça ya da belli belirsiz düşünmedikleri çok az şey vardır. Ama yine de okumaya devam edilmesinde fayda olabilir. Yazı meseleye olabildiğince cesur, makul ve pratik açılardan yaklaşmaya çalışacaktır. 

Objektif olmak için de elden gelen yapılacaktır ama bu konuda kesin bir söz veremiyoruz. 
2 Sınır ötesi operasyonların gerekliliği için bkz. Nihat Ali Özcan, “Operasyon Neden Gerekli?”, Yeni Şafak, 17 Ekim 2007. 
3 Bu ifade böyle bir harekatın ille de maliyetli ve başarısız olması gerektiği şeklinde algılanmamalıdır. 

21 YY DERGİSİ SAYI 22

***

15 Kasım 2017 Çarşamba

Ortadoğu Çöküş sürecinde yönümüz batı olmalı

Ortadoğu Çöküş sürecinde yönümüz batı olmalı 



Bu hafta, uzun yıllar dışişlerine hizmet vermiş, bilgisi, deneyimi ve görgüsüyle genç nesillerin örnek aldığı, Emekli büyükelçimiz ve Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) Başkanı Özdem Sanberk´i konuk ediyoruz. Kendisi, 2016´ya gündem itibariyle hızlı bir giriş yaptığımız şu günlerde,  Diplomasi alanındaki deneyimleri ışığında Türk dış politikasının dün, bugünü ve geleceğine dair tespitlerini Şalom okurlarıyla paylaştı.

13 Ocak 2016 



 ‘ Ortadoğu Çöküş sürecinde yönümüz batı olmalı’ SELİN Nasi ve ÖZDEN Sanberk


Türkiye’nin jeopolitik konumu öteden beri dış politikada hassas dengeler gözetmesini gerektirmiştir. Deneyimli bir diplomat olarak son dönem Türk dış politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin bulunduğu arsa değerli bir arsa. Bunun değerini verdiğiniz takdirde kazanca, veremediğiniz takdirde ciddi bir yükümlülüğe dönüşür. Biz bunun değerini veremediğimiz bir dönemden geçiyoruz.

Size göre iyi bir dış politika tanımı nedir?

Dış politika genel itibariyle bir ülkenin stratejik, ekonomik ve güvenlik çıkarlarına hizmet etmelidir. Bunun dışında ideoloji, din ve popülizm gibi unsurlar izlediğiniz dış politikayı saptırma riski taşır.

Her hükümet farklı tanımlayabilir bu çıkarları…

Elbette… Yaptığım bu tanım ideal bir modeli yansıtıyor. Hiçbir zaman dış politika saf olmadığı gibi işin içine daima ideoloji, mezhep, din ve hamaset karışmıştır. Fakat bunun her zaman bir derecesi olmuştur.

AB SÜRECİ

AK Parti döneminin dış politika çizgisini değerlendirirken kırılma noktası olarak gördüğünüz olaylardan söz edebilir miyiz?

2004 Aralık ayında Avrupa Birliği (AB) tam üyelik müzakerelerine başlatma kararı alındı. Bu çok önemli, belki bin yıllık bir önyargıyı yıkan bir karardı. İlk kez Hristiyan bir topluluk, Müslüman çoğunluklu bir ülkeyi kendi içine almayı kabul ediyordu. Fakat bu kararın tarihi önemi anlaşılamadı. 

2005 yılını Türkiye, Afrika yılı ilan etti. Kendi içinde bir hayli ironik olan bu karar, Türkiye’nin geleceği üzerinde önemli ipuçları taşıyordu.

Bir dönem Türk dış politikası bir hayli övülüyor; Türkiye’nin herkesle konuşabilen bir ülke olması takdir görüyordu. Sonra ne oldu?

Türkiye’nin AB ile tam üyelik yetkisini almışken bunun yerine birdenbire bambaşka bir konuyu ön plana koyması Türkiye’nin daimi dış politikada hedeflerinin belirsizliğinden kaynaklanıyordu. Eğer sizin uzun vadeli sabit stratejik hedefleriniz belli değilse, yönünüz de belli olmuyor. Hükümet programlarına baktığınızda öncelikler açıkça belli olmalı. Bu öncelikler halkla paylaşılmalı ve halkın desteği alınmalıdır.

Peki ama AB’nin bu sürecin tıkanmasında payı yok muydu?

Vardı pek tabi. Ama AB birliğe katılmak isteyen tüm ülkelere çetin şartlar dayatmıştır. Genişleme süreci pastanın bölünmesi anlamına geldiğinden daima dirençle karşılanmıştır. Örneğin, İspanya’yı da canından bezdirmişlerdi.

AB kurallarını kabul edip etmeme bir müzakere sürecinin parçasıdır. Burada asıl sorun müzakere iradesini kaybetmeyerek görüşmelerin sürdürülmesiydi. Elbette sadece hükümet suçlanamaz. O dönem muhalefet de iktidarı açık uçlu bir müzakere sürecine evet demiş olmakla eleştirmiş, kıyameti kopartmış, hatta ihanetle itham etmişti. Avrupa Birliğindeki Türkiye karşıtlarının eline büyük bir koz verilmiş oldu böylece.

Uzun zamandır dış politikada bir revizyon beklentisi vardı. Türkiye’nin IŞİD karşıtı koalisyona aktif katılım kararı, AB ile ilişkilerin yeniden canlanmaya başlaması, İsrail ile ilişkilerin rayına oturması için kurulan temasları nasıl yorumluyorsunuz?

O büyük nehir şimdi tekrar yatağına oturuyor.

Ama bir tarafta da Katar’da askeri üs kurma ve İslam İttifakı gibi Sünni askeri oluşuma katılım kararı var. Tüm bunları tek potada eritmek mümkün mü?

Eritemeyiz. Benim gözlemim, nehir kendi yatağına dönmeye çalışıyor. Maalesef daha önce de söylediğim gibi Türkiye’nin dış politika hedefleri belli olmadığından ve karar alma süreçleri şeffaf şekilde işlemediğinden sorunlarla karşılaşıyoruz.

Yapısal bir sorundan söz etmek mümkün mü?

Diplomatların dış politikanın oluşturulma ve uygulanması aşamasının doğal aktörleri olmaları esastır. Karar alım sürecinin normal olarak aşağıdan yukarıya doğru bir yol izlemesi gerekir. Türkiye’de ise Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, nasıl reformlar yukarıdan aşağı gerçekleşmişse, dış politika kararları da çoğunlukla yukarıdan aşağıya doğru bir seyir izler. İşte yapısal sorun dediğimiz şey, siyasi karar alıcılarla, siyasi karar seçeneklerini hazırlayan diplomatlar arasında yaşanan uyumsuzluktur. Kurumsallaşma eksikliğinden kaynaklanır ve aslında kronik bir sorundur. Kurumsallaşmasını tamamlayan ülkelerde yönetim, seçilmişlerle atanmışlar tarafından birlikte gerçekleştirilir.

Sıkça Fabrika ayarlarına geri dönüşten bahsediliyor? Fabrika ayarları nedir?

Fabrika ayarları AB çerçeve Belgesinde yatıyor.

ORTADOĞU’NUN ÇÖKÜŞÜ

Nasıl bir Türkiye vaat ediyordu AB?

AB bir şey vaat etmiyordu. Türkiye eğer AB’de bir ışık görüyor idiyse, ibresini AB’ye çevirmesi gerekirdi. Nitekim şu anda yaptığı da o.

Bugün Ortadoğu büyük bir çöküş halinde. Türkiye’nin aşağıya doğru inmekte olan bu dinamiğe kendini kaptırmaması için uçurumun kenarında tutunacağı dallar bulması gerekiyor.

Türkiye coğrafi konumunun da getirdiği şartlar sebebiyle cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren çok taraflı bir sisteme bağlı kalmış. Bu sistemin de kurucu unsurları hala ayakta. NATO üyeliği, ABD ve Batı dünyasıyla ilişkiler... Dünya yalnız Ortadoğu’dan ibaret değil. Zaten bugün siyasi bakımdan da, ekonomik ve moral bakımdan da çöküşte olan tek bölge Ortadoğu’dur. Türkiye’nin bu çöküş sisteminin dışında kalan bölgelerle ilişkilerini güçlendirmesi, tekrar canlandırması lazım. Ve bu yönde adımlar atılmaya başlandı. Örneğin 29 Kasım’da AB ile varılan mutabakat.

Kötümser senaryolar da var. Katar’da Askeri üs, İslam İttifakı’na tam destek verilmesi ve Suudi Arabistan’la Yüksek İstişare konseyinin oluşturulması gibi girişimlerin Suriye’de olası bir kara harekâtının yapı taşları olduğu yönünde iddialar gibi... Böyle bir hamle askeri ve stratejik açıdan mümkün mü? Sonuçları ne olur?

Türkiye topraklarına doğrudan tecavüz olmazsa tek başına askeri bir harekâta girişmez. 20. yüzyılı oluşturan jeopolitik sistem 1950’lerde kurumsal yapılanmalar ile kuruldu. Şimdi bizim bugün yaşadığımız karmaşa, kurulmakta olan 21. yüzyılın yeni dünya düzeninin doğum sancıları...

Ortadoğu’nun çöküşü, ABD’nin yalpalaması, AB’nin kendi içindeki krizler, büyük bir kavimler göçünün başlaması, Rusya’nın genişlemeci bir politika izlemesi… Belirsizlikler adeta bir tsunami, büyük bir dalga gibi yükseliyor. Biz bu büyük dalgayı yönetmek yerine küçük askeri hedeflerin peşinden gidersek bu jeopolitik dağınıklık savurulmalardan kurtulamayız.

Büyük bir maliyet öderiz diyorsunuz.

Ödüyoruz zaten. Tüm bunları yorumlarken, Ortadoğu’nun çöküşünü iyi anlamlandırmak lazım. Ortadoğu dünyada küreselleşmenin dışında kalan yegâne bölge.

Bugün Türk Dış Politikasının önündeki en büyük sorun bizim adeta kendi irademizle bu coğrafyanın çöküşünün bir parçası olma gayreti içinde olmamızdan kaynaklanıyor. Bu yangın çıkmadan önce dahi AB ve ABD kutuplarını kendi elimizle ikinci plana iterek, Ortadoğu’nun lideri olma hedefiyle Ortadoğu’ya yöneldik. Oysa Ortadoğu bizim dışımızda gelişen sebeplerden ötürü çöküş sürecine giriyordu... Ve vardığımız noktada Ortadoğu’nun dinamiklerini anlamadığımız ortaya çıktı. Türkiye zaten 2000’li yıllara kadar Ortadoğu’ya hiç bir zaman sırtını dönmüş bir ülke değildi.

Bölgedeki herbir ülkenin kendine has koşulları ölçüsünde her bir ile ikili düzeyde pragmatik ilişkileri geliştirdi. Bunu yaparken Ortadoğu’da ülkelerinin kendi içişlerine ve kendi aralarında ihtilaflara karışmamaya da özen gösterdi. Çünkü Arap ülkelerinin kendi aralarındaki ihtilaflar Türkiye’nin bölgedeki tüm ülkeleri içine alacak şekilde mütecanis (homojen/bütüncül) bir politika izlemesini mümkün kılmıyordu. Bu nedenle 1950’lerden bu yana Ortadoğu ile ilişkilerimiz, İran, İsrail, Mısır, Kuzey Afrika ülkeleri de dahil… Bu pragmatik anlayışla gerçekleşti.

Türkiye bir Avrupa ülkesi olduğu kadar aynı zamanda bir Ortadoğu ülkesidir, ama bir Arap ülkesi değildir. Türkiye Ortadoğu ülkeleri ile bir mezhep ve dil şemsiyesi altında bulunmuyor. Ayrıca Arap Ligi gibi aynı siyasi şemsiye altında da değil. Müslümanlık muhakkak ki güçlü bir kültür bağı oluşturuyor. Ne var ki Ortadoğu’da yaşanan keskin mezhep rekabetleri bu kültür bağını bir dayanışma unsuru olmaktan çıkardı. 

Son olarak gündemde Suudi Arabistan-İran Gerginliği var. Türkiye biraz gecikmeli de olsa arabulucu olma teklifinde bulundu.

Hiçbir etkisi olamaz. Türkiye Suudilerin önerdiği İslam İttifakı’nın bir parçası olmayı kabul ederek tarafsızlığını baştan kaybetmiş oldu. Ne Arap, ne de Pers olan Türkiye bu çekişmelerin içine girmemeli. Türkiye’nin İran-Irak Savaşı dönemindeki gibi aktif tarafsızlık politikasına geri dönmesi gerekir. Özal döneminde iki tarafa silah yollamayan, kendi ülkesinden de silah gitmesine müsaade etmeyen bir politikayla bu savaşın dışında kalmıştı.

Anahtar kelime tarafsızlık diyebilir miyiz o halde?

Anahtar pragmatizmde. Dış politikanın uygulanmasında ve oluşturulmasında akılcı ve duygusallıktan, ideolojiden uzak bir politika izlemek, mümkün olduğunca diğer devletlerin iç işlerine ve kendi aralarındaki ihtilaflara karışmamak, taraf olmaya mecbur kaldığınız durumlarda ise süreci çok dikkatli yönetmek gerekir.

Türkiye-İsrail ilişkilerinin düzelmesi yönünde atılan adımları Türkiye adına yine “nehrin suyunu bulmasını” sağlayan bir gelişme sayabilir miyiz?

Konuya tersten bakacak olursak, nehir yolunu bulursa ilişkilerin düzeleceğine inanıyorum.

İsrail ile Türkiye arasındaki en büyük sorun karşılıklı güvensizlik. Önce güvensizliğin onarılabilmesi lazım. Bu, şu an için mümkün değil. Birincisi, İsrail’in Filistin’e yönelik tutumu ve İsrail’in güvenlik sendromu içinde yaşayan bir ülke olması dolayısıyla. Çünkü İsrail Filistin üzerindeki baskısını devam ettirme mecburiyetinde hissediyor. Bunun haklı sebepleri de olabilir. Ama donmuş ihtilaflardan bir tanesidir. Sıcak ama çözümlenmeyecek bir ihtilaf.

İsrail’le güven iklimini sağlayamamanın ikinci bir sebebi de Filistin meselesinin Türkiye’de sırf bir dış politika değil bir iç politika konusu olması. Türkiye’de büyük bir kitle İsrail-Filistin meselesinde İsrail’i sorumlu buluyor. Yapması gerekenleri yapmaması, yapmaması gerekenleri ise yapması nedeniyle. İsrail-Filistin meselesinden kaynaklı güvensizlik, hükümetler arası ilişkilerin düzelmesine olanak vermiyor. Ama bu diplomatik ilişkiler kurulmayacak anlamına gelmiyor, gelmemeli. Diplomatik ilişkilerin olması muhakkak sorunsuz ilişkiler içinde olunmasını gerektirmiyor. Diplomatik ilişki kurulursa, ikili ilişkilerin gelişmesi için alanın açılması sağlanacaktır. Türkiye ile İsrail ortak güvenlik kaygıları olan konularda görüşmek üzere güvenlik konusunda bir kanal açabilirler. Türkiye, Filistin konusundaki kaygılarını daha rahat ifade edebilme imkânı bulacaktır.

Bence bugün Ortadoğu’da yaşanan sorunların anası dediğimiz Filistin sorunu, aynı zamanda Ortadoğu’nun çöküşünde de önemli bir rol oynuyor. Bu sorunun çözümünde Türkiye’nin etkili olabilmesinin yolu İsrail ile arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasından geçiyor. Bu yöndeki gayretlerin devam etmesi lazım.

2016’da izlememiz gereken bir diğer konu da Kıbrıs. Bu konuda umutlu musunuz?

Türkiye’nin şu sırada stratejik hedeflerinin belli olmadığını yukarıda söyledim. Birçok sorun arasında bu sorunun cımbızla çekilir gibi sonuçlanmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Bir kere Kıbrıs sorunsalında en temel unsur Londra ve Zürih anlaşmalarının sağladığı güvenlik garantileridir. Rum-Yunan cephesinde gördüğüm eğilim, örneğin Garantör ülke Yunanistan’ın yeni Başbakanı Çipras bir süre önce bu anlaşmaları uygulamayacağını söyledi. Londra ve Zürih Anlaşmaları tüm AB ülkelerinin parlamentolarınca onaylamış ve BM’ye tescil ettirilmiş olan ve devletler hukukunda en yüksek mertebede yer alan hukuk belgeleridir. Yunanistan uygulamasa bile geçerliliği ortadan kalkmaz.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki bu güvensizlik ortamı içinde, garantörlük anlaşmasındaki haklarından feragat edeceğini zannetmiyorum. Ama iki toplumun liderleri arasında bu tür görüşmeler devam etmeli. Toplumlar arası da diyaloğun sürmesi halklar arasında güven ikliminin yeniden canlanması açısından son derece önemli.

RUSYA İLE UÇAK DÜŞÜRME OLAYINI NASIL DEĞERLENDİRİYORSUNUZ?

Türkiye’nin bu konuda haklı olduğu şüphesiz. Ancak haklılık ve haksızlık bir yerden sonra göreceli hale geliyor. 
Ödenen bedellere bakmak lazım. Kazanımları karşılıyor mu karşılamıyor mu? Rusya’nın amacı Türkiye’yi Finlandize etmekti. 
Rusya süper güç olmak isteyen ve komşuları üzerinde hegemonya kurmak isteyen bir devlet. 
Rusya’nın tüm askeri gücüyle Suriye’ye yerleşmesi Türkiye’yi şimdi kıskaç altında bıraktı.  
Türkiye Rusya ile hem kuzeyden hem güneyden komşu olmuş durumda. Karadeniz’deki bütün işbirliği imkânları birer birer yok oluyor. 
Rusya’nın bir daha gitmemek üzere Doğu Akdeniz’e yerleşmesi, üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye’nin denizlerde ve havada, hatta karadaki hareket kapasitesini ciddi oranda kısıtlıyor. Bu nehir şimdi her zamankinden daha fazla batıya doğru akmak zorunda.

http://www.salom.com.tr/haber-97757-ortadogu_cokus_surecinde_yonumuz_bati_olmali.html


***



6 Kasım 2017 Pazartesi

Ankara ile Tel Aviv Arasındaki Kriz Ne Kadar Gerçek BÖLÜM 2

Ankara ile Tel Aviv Arasındaki Kriz Ne Kadar Gerçek BÖLÜM 2

Aslında İsrail’in Gazze’ye saldırması beklenmedik bir gelişme değildir. 

13 Aralık’ta İsrail, Hamas’ın da onayıyla ateşkesin devam etmesini istediğini açıklamıştır. 

Ancak daha önceki açıklamalarında da ateşkesin devam etmesini halkının istemediğini söyleyen Hamas, 20 Aralık’ta, İsrail’in sınırı açmaması nedeniyle ateşkesi sürdürmeyeceklerini belirterek İsrail’e havan ve roket atışlarını başlatmıştır. Hamas, ateşkesi bozmalarının sebebinin Gazze sınırının 
açılmaması, dolayısıyla sadece insani yardımların ulaşması olduğunu açıklamıştır. İsrail, Hamas’ın roket ve havan atışları ile silah kaçakçılığını durdurması halinde sınırı açacağını belirtmiştir. 

Hamas’ın razı gelmemesi üzerine Gazze ablukası devam etmiştir. 
23 Aralık’ta İsrail Ordusu Gazze sınırına patlayıcı yerleştirmeye çalışan üç Filistinliyi öldürmüştür. 

24 Aralık’ta 24 saat içinde İsrail’e 700’den fazla roket düşmüştür. 26 Aralık’ta İsrail, beş geçiş kapısını, insani yardımlar için Gazze’ye açmıştır. Bu hamleye rağmen Gazze’den bir düzine civarı roket ve havan mermisi ateşlendi. İsrail, bunun üzerine 27 Aralık 2008’den 18 Ocak 

2009’a kadar süren Dökme Kurşun Harekatı’nı başlatmıştır. İsrail saldırısı sırasında üçte biri çocuk olmak üzere 1300 Filistinli öldürülmüştür.10

Olmert’in Ankara ziyaretinden bu yana Türk-İsrail ilişkilerinde somut olarak ne değişmiştir? Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinde milli-stratejik menfaatleri olarak tanımlanan hususlarda ne değişmiştir? 

Eğer Olmert ziyaretinde Telaviv ile Şam arasında arabuluculuk yapan Ankara’ya İsrail’in Suriye’ye yapacağı bir saldırı konusunda bilgi vermediyse, Türkiye’yi kandırmış ve istismar etmiş olurdu. Erdoğan, konuşmada Hamas konusu ele alınmasına rağmen, Olmert’in kendisine Gazze’ye yönelik dört gün sonra başlayacak İsrail saldırısı konusunda bilgi vermemesine kızgın ise 
kızgınlığın meşruluğu yoktur. Türkiye’nin Hamas konusunda arabuluculuk teklifini reddeden Tel Aviv’in böyle bir yükümlülüğü olduğu söylenemez. Öte yandan AKP’nin İsrail’in Gazze saldırısına tepkisinin kontrolsüz olduğunu söylemek de mümkün değildir. Öyle ki, AKP Hükümeti İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını sert bir dille eleştirirken CHP’nin TBMM’de getirdiği “İsrail’i 
kınama” önerisi AKP oyları ile reddedilmiştir. 

Bu noktada cevaplandırılması gereken husus, Gazze savaşı 
sonrasında ve Davos zirvesi öncesinde, Türk-İsrail ilişkilerinde, 
Ankara’nın sert tepkisinden kaynaklanan “tamamen duygusal bir kriz”in mi yaşandığı yoksa olayların öylesine geliştiği veya görünenden daha farklı bir gerçeğin mi söz konusu olduğudur. Eğer Türk-İsrail ilişkileri bir kriz yaşıyor 
ise bu kriz, ilişkilere kısa süreli zarar vermekle birlikte Türkiye’nin retoriğinde geri adım atması sonucunda aşılabilirdi. Aşılmadığına göre başka bir senaryo söz konusu olabilir mi? 

Davos Krizi Öncesinde İsrail 

Ankara’da gerçekleşen Erdoğan-Olmert görüşmesinden bir gün sonra, 24 Aralık 2008’de, Jerusalem Post’ta yazan Herb Kinon, “(İsrailli) üst düzey yetkililer, Erdoğan’ın ülkede yükselen laik muhalefet karşısında meşruiyetini sağlamlaştırmak için yüksek profilli bir uluslararası diplomatik başarıya ihtiyaç duyduğunu söyledi.” bilgisini aktarmaktadır.11 24 Aralık 2008’de Jerusalem 
Post’ta, İsrailli üst düzey yetkililerin, Erdoğan’ın Türkiye’de yükselen laik muhalefet karşısında meşruiyetini sağlamlaştırmak için yüksek profilli bir uluslararası diplomatik başarıya ihtiyaç duyduğunu söyledikleri iddia ediliyordu. 



İsrailli yetkililerin kast ettiği başarı, acaba Türkiye’nin aracılığı ile İsrail-Suriye barışının mı sağlanmasıdır? Siyasette gerçekçilik ekolüne bağlı bir politikacı olan Erdoğan’ın kısa zaman içinde bir Suriye-İsrail barışı ve bunun sağlayacağı iç politik getiriye çok güvenmemesi gerekir. 

Çünkü Türkiye’de Kıbrıs Barış Harekatı hariç tutulur ise dış politikanın genellikle iç politika üzerinde büyük sonuçları yoktur. Peki, Erdoğan bir başka uluslararası başarı mı aramaktadır? 
AKP Hükümeti’nin İsrail Hükümeti’ni sert bir dille eleştirdiği ve hükümet yanlısı bir haber sitesinin “Başbakan Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Peres’i sıkıştıracak” manşetini attığı bir ortamda Davos zirvesi gerçekleşmiştir.12 Davos öncesinde TRT-2’de konuşan bazı Amerikalı gazeteciler, “İran’ın Müslüman ülkeler üzerinde önemli itibarı var. 

Bu itibarın kaldırılması gerekir. 
Bize Türkiye gibi her tarafta eşit ilişkisi olan ılımlı Müslüman bir ülke lazım” görüşünü savunmuşlardır. 
Bu açıklamaların P. Besnainou’nun 18 Ocak 2007’de Ankara’da Erdoğan ile Ankara’da yaptığı görüşmelerde savunduğu görüşle örtüşmesi ilginçtir. 

< 24 Aralık 2008'de Jerusalem Post'ta, israilli üst düzey yetkililerin, Erdoğan'ın Türkiye’de yükselen laik muhalefet karşısında meşruiyetini sağlamlaştırmak için yüksek profilli bir uluslararası diplomatik başarıya ihtiyaç duyduğunu söyledikleri iddia ediliyordu >


Davos Krizi ve Ahmedinejat’ın Arap Caddelerinden Silinmesi (30 Ocak 2009) 
AKP’nin İsrail’i sert şekilde eleştirdiği fakat TBMM’de bu ülkenin resmen kınanmasına karşı çıktığı bir ortamda, Davos’ta Erdoğan ve Peres’in katılacağı bir panel talebi Türkiye’den gelmiştir. 
Böyle önemli bir paneli yönetmesi gereken Davos Başkanı Klaus Schwab, panelden bir kaç gün önce panel yöneticiliğinden çekilmiştir. Yerine Ermeni kökenli Amerikalı yazar Ignesius geçmiştir. Sanki Klaus Schwab patlayacak bir paneli yönetmekten kaçınmıştır. Türk tarafı buna itiraz eder gibi görünse 
de bu değişikliğin üzerinde çok durmamıştır. Davos Başkanı Klaus Schwab, panel yöneticiliğinden çekilmiş ve yerine Ermeni-Yahudi kökenli Amerikalı yazar Ignesius geçmiştir. Schwab patlayacak bir paneli yönetmekten kaçınmıştır. 
Toplantıdan önce Türk tarafı Erdoğan ve Peres’in bir araya gelerek kısa bir görüşme yapması doğrultusunda gelen teklifi reddetmiştir. Oysa bu tür bir ön görüşmenin taraflar arasındaki tansiyonu düşüreceği bilinmektedir. Adeta Erdoğan, tansiyonun düşmesini istememekte, bir sert çıkışa hazırlanmaktadır. 
Doğrusu Peres’in içerik açısından sınırdaki ancak sesinin yükselmesi ve vücut dili açısından tahrik edici yaklaşımına, panel yöneticisinin zaman konusundaki hassasiyetsizliği ile el-kol hareketi eklenince Erdoğan, düşündüğünden de gergin bir ortama girmiştir. Erdoğan’ın verdiği tepkinin en önemli bölümü, “Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. 

Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum” cümlesidir. 
Ancak bu cümle dinleyicilere “Sahillerde ölen çocukları hatırlıyorum” şeklinde tercüme edilmiştir. Olaydan hemen sonra düzenlenen basın toplantısında ise Erdoğan, tepkisinin İsrail halkına, Peres’e ve Musevilere olmadığını söyleyerek, “Benim tavrım moderatöre” açıklamasını yapmıştır. 

İlginç olan bir husus da, böylesi bir diplomatik kriz sonrasında bile BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un Erdoğan’a “Ortadoğu’da liderliğinize ihtiyaç var” demesidir. Olmert ise kabinesini, “Türkiye aleyhine konuşmayın” diyerek uyarmıştır. İsrail belirgin ve alışılmadık bir şekilde alttan almıştır. 

Davos zirvesindeki “One Minute” çıkışının şüphesiz en belirgin sonucu Ahmedinejat’ın Arap dünyasındaki popülaritesinin sona ermesi ve Arap sokaklarında artık adı haykırılan politikacının Erdoğan olmasıdır. “One Minute” çıkışının şüphesiz en belirgin sonucu Ahmedinejat’ın Arap dünyasındaki popüleritesinin sona ermesidir. Ankara’da P. Besnainou ile Erdoğan arasında 18 
Ocak 2007’de yapılan ve içeriği Besnainou tarafından “İslam Dünyasının sözcülüğünü, Ahmedinejat’tan daha çok hak eden Erdoğan’ın alması” projesi gerçekleşmiştir. İsrail karşısında kendi siyasetçilerini ezik gören sokaktaki Arap kitleleri, Erdoğan’ın Davos’ta sergilediği performans karşısında adeta büyülenmişlerdir. 

Ve 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri Davos’ta “One Minute” çıkışının AKP açısından bir iç politik sonucu da olmuştur. Davos ile Davos Başkanı Klaus Schwab, panel 
yöneticiliğinden çekilmiş ve yerine Ermeni-Yahudi kökenli Amerikalı yazar Ignesius geçmiştir. Schwab patlayacak bir paneli yönetmekten kaçınmıştır.

Yeni bir rüzgarı arkasına alan AKP oylarının yüzde 47’den aşağıya doğru kayışını yüzde 38’de durdurmuştur. Herb Kinon’un bahsettiği dış politika başarısı 
AKP için bir can suyu niteliği taşımıştır. 

Davos rüzgarı olmasaydı AKP’nin oylarının yüzde 30’lara doğru inecek ve Hükümet ağır bir psikolojik darbe alacaktı. 

Davos’tan Mavi Marmara’ya Uzanan Yolda Kontrollü Gerilim Stratejisi 
Türkiye ile İsrail arasındaki Davos krizini izleyen dönemde ABD-İsrail ilişkilerinde hiç görünmeyen bir gerilim yaşanmaktadır.13 Bu durum AKP Hükümeti’nin İsrail’e karşı sert bir söylem geliştirmesine yardımcı olmuştur. Bazı çevrelerde İslam dünyası ile ilişkilerini geliştirmek isteyen Obama’nın tavrının 
da AKP’yi İsrail’den uzaklaşmaya cesaretlendirdiği ileri sürülmüştür. 

Ocak 2009 sonrasında Ankara-Tel Aviv ilişkilerinin de sürekli bir gerginlik yaşanmıştır. Türkiye’de İsrailli askerleri katil olarak gösteren bir dizi televizyonda yayınlanmıştır. Telaviv ise Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi’ni İsrail Dış İşleri Bakanlığı’nda küçük düşürülmeye çalışmış ancak eline yüzüne bulaştırmış, Türkiye’den özür dilemek zorunda kalmıştır. 

Ankara, Ekim 2009’da Konya’da yapılacak Anadolu Kartalı adlı Türk-Amerikan-İsrail ortak hava tatbikatından İsrail’i çıkarmıştır.14 İsrail ise Heron insansız hava araçlarının Türkiye’ye teslimini geciktirmiştir. Türkiye, İran’ın nükleer güç haline gelmesi tartışmaları çerçevesinde İsrail’in nükleer silah sahibi olmasını sert bir şekilde eleştirmiştir. Kontrollü Gerilim İçinde İsrail’e 44 Seneliğine Toprak Vermek (Mayıs-Haziran 2009) İsrail ile süren gerilime rağmen AKP Hükümeti, 1958’de Hatay, Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin ve Şırnak ile Suriye arasındaki 350 metre derinliğinde ve 877 kilometre boyundaki 216 
bin dönümlük alana yerleştirilen 600 bin mayının temizlenmesini bu arazinin İsrail firmasına verilmesini Mayıs 2009’da gündeme getirmiştir. Bu projeye karşı ortaya çıkan toplumsal muhalefeti ırkçılık yapmakla suçlayan AKP Hükümeti, olağanüstü stratejik öneme sahip olan bu alana İsrail firmasının dolayısıyla İsrail devletinin yerleşmesini kabullenmiştir. Demek ki, ilişkiler göründüğü kadar kötü değildir. İki ülke arasındaki gerilim, her iki tarafın da kontrolden çıkmaması için çalıştıkları gerilim, 29 Mayıs 2010 Mavi Marmara gemisine gerçekleşen baskın ile ilk kez kontrol dışına çıkmıştır. 

Mavi Marmara Baskını (29 Mart 2010) 

AKP, İHH’nın Gazze’de İsrail ablukasını kırmaya yönelik insani yardımdan çok siyasi girişim niteliğindeki bu adımı destekleyerek, Telaviv’i köşeye sıkıştırmak için bir adım daha atmıştır. 
Bunun üzerine Tel Aviv, beraberinde getirdiği bütün risk ve İsrail’e vereceği zararları göze alarak, Mavi Marmara gemisine saldırmış ve İsrail Ordusu 9 silahsız aktivisti öldürmüştür. Haaretz’e göre bu saldırı, ihanete verilen bir çeşit cevap olmuştur.15 

İsrail’e Karşı Alınmayan Önlemler 

Mavi Marmara saldırısından hemen sonra, Türkiye Tel Aviv Büyükelçisini Ankara’ya çekmiştir. BM’de konuşan A. Davutoğlu olayı “devlet tarafından işlenmiş cinayet” olarak nitelemiş, İsrail’in özür dilemesini ve BM’nin soruşturma yapmasını istemiştir. ABD’nin karşı çıkışı sonucunda, BM’den İsrail’in kınanması yerine sadece kimi kınadığı belli olmayan bir başkanlık açıklaması çıkmıştır. 2 Haziran 2010’da BM İnsan Hakları Komitesi İsrail’in saldırısının uluslararası 
ve tarafsız bir komisyon tarafından incelenmesini kabul etmiştir. 

TBMM, İsrail’i kınayan, Tel Aviv’in resmen özür dilemesini ve tazminat ödemesini talep eden, İsrail ile askeri, siyasi ve ekonomik ilişkilerin gözden geçirilmesini isteyen bir bildiri yayınlamıştır. 
Diplomatik kaynaklar ise İsrail’e karşı önlemleri “ikili ilişkiler” ve “uluslararası 
düzeyde” olmak üzere ikiye ayırarak sürdüreceğini açıklamıştır. Bu çerçevede İsrail ile ilişkiler büyükelçilik seviyesinden müsteşarlık düzeyine indirilecektir. Mevcut anlaşmalar sürdürülecek ancak yeni anlaşma imzalanmayacaktır. 

Bu çerçevede İsrail’den alınması planlanan Spike güdümlü tanksavar füzeleri ile Barak-8 uçaksavar füze sistemleri ve ağır piyade muharebe araçları ve elektronik savaş sistemlerinin alınması askıya alınmıştır. Ancak iki ülkenin üçüncü ülkeye satmak için ortak üretimleri iptal edilmemiştir. 
İsrailli firmalara “kırmızı liste” uygulanarak iş verilmeyeceği ileri sürülmüştür. Enerji Bakanı T. Yıldız, İsrail ile Manavgat Suyu Projesi ve Mavi Akım’ın İsrail’e uzanması projelerini durdurduklarını açıklamıştır. Ancak Yıldız, özel sektörü İsrail anlaşmalarını iptal için yönlendirmediklerini eklemiştir. 

6 Haziran 2010’da Davutoğlu, saldırının Türkiye’nin 11 Eylül’ü olduğunu, Türkiye’nin bölgesel ve küresel bakışını etkileyeceğini ve “hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağı anlamına geldiğini” açıklamıştır. AKP Hükümeti 16 Haziran’da İsrail’e karşı önlemleri bir paket haline getirmiş ve özür dilenmesi, tazminat ve uluslararası komisyon kurulması şartlarının 30 gün içinde yerine getirilmemesi durumunda önlem paketinin yürürlüğe sokulacağını açıklamıştır. Ancak daha 
sonra kimse hangi önlemlerin akıbetini sormamıştır. 

İsrail’den ise Türkiye ve AKP’ye karşı şaşırtıcı bir şekilde herhangi bir tepkinin gelmediği görülmüştür. Bir kısım Yahudi Amerikalı analizci ve gazeteci düşük yoğunluklu bir “Türk dış politikasında eksen kayması tartışması” başlatırken, Telaviv’den gelen tek tepki, İsrail askeri istihbarat şefinin Amerikalı yetkililere 
“Türk Ordusu daha ne bekliyor?” sorusunu sorması olmuştur. Ancak Yahudilerin çok etkili olduğu küresel enformasyon ağında AKP karşıtı bir kampanyanın başladığını söylemek mümkün değildir. Yahudiler çok etkili oldukları küresel enformasyon ağında AKP karşıtı bir kampanya başlatmamışlardır. 

Öte yandan AKP Hükümeti, Mavi Marmara saldırısı sonrasında bir yandan siyasal ümmet dayanışmasını yansıtan bir söylem zemininde, anti-İsrail ve Arap/İran yanlısı politikaları meydanlara iç politik malzeme olarak taşırken, Ortadoğu’da BOP kapsamında ABD ve İsrail ile eşgüdüm içinde yürüttüğü politikalardan kopma görüntüsü sergilemiştir. Ancak, bu görüntü sergilenirken AKP Hükümeti, 
İran’ın nükleer gücünün ABD’nin istediği çerçeveye çekilebilmesi için Washington ile ortak hareket sürecine devam etmiş ve NATO füze kalkanı konusundaki iç politika merkezli bir sert söylem sonrasında NATO stratejisine eklemlenmiştir. 

İsrail’de çıkan orman yangınına yardım için yollanan iki yangın söndürme uçağı sonrasında İsrail’den AKP Hükümeti’nin ilişkilerin normalleşmesi için öne sürdüğü iki temel şart olan tazminat ödenmesi ve Türkiye’den özür dilenmesi şartlarını kabul edebileceği sinyalleri gelmiştir. Gerçi Netanyahu, 
tazminat ve özür dilenmesi iddialarını şiddetle reddetmiştir ancak yine de bazı çarkların dönmeye başladığı görülmektedir. 

Sonuç 

İsrail’in AKP ile yumuşama adımı şaşırtıcı değildir ve Ortadoğu’daki politik öncelikleri ile uyum içindedir. Telaviv açısından Ortadoğu’daki iki öncelik, sırası ile İran’ın nükleer güç politikasının durdurulması ve Kürt sorunun İsrail’in milli güvenliğini uzun vade güvence altına alacak şekilde çözülmesidir. 
Erdoğan’ın Ortadoğu sokaklarında Ahmedinejat’ı silmesi Telaviv’de İran’ın yalnızlaştırılması olarak görülmektedir. İran’a yönelik bir askeri saldırıyı sürekli gündeminde tutan bir İsrail için bu çok önemlidir. İsrail’le ilişkileri kesmeyen ancak zaman zaman kontrolden çıkmış gibi görünen gerilim, 
şu aşamaya kadar İsrail’e bir zarar vermiş de değil. Aksine İran modeline karşı Ortadoğu’ya örnek oluşturması için şekillendirilmesi gereken bir Türkiye yaratma planlarını da besliyor. Öte yandan onlarca yıldan bu yana Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletini destekleyen ve 1990’lı yıllardan itibaren Ankara’daki “dostlarına” “Şimdi siz Kürtlere verebileceklerinizi verin, yarın onlar istediklerini alırlar” telkininde bulunan Tel Aviv, AKP’nin Kürt açılımının da kendi stratejik 
çıkarları ile uyum içinde görmektedir. 

Eski İsrail Dış İşleri Bakanlığı müsteşarı ve eski Ankara Büyükelçisi Alon Liel Ha’aretz gazetesinde 13 Eylül 2010’da Tel Aviv’in AKP’nin Kürt politikasının nasıl okunduğunu şöyle ifade etmiştir: “Erdoğan, “bir Kürt eyaleti yaratmaya ya da en azından Türkiye’nin Kürtlerini ulusal bir azınlık olarak tanımaya hazır, fakat ülkesi değil. Kürt misyonunu tamamlamak için bir görev dönemine daha ihtiyacı var. Gelecek Temmuz’da kazanırsa, bu gerçek bir ihtimal haline gelebilir.” 
Özetle, Tel Aviv’in Ankara’da AKP Hükümeti’ne bir süre daha ihtiyacı var görünmektedir. Tel Aviv, büyük bir ihtimalle 12 Haziran 2010 seçimlerinden önce, 29 Mart 2009 yerel seçimlerinden önce olduğu gibi Türk ve Ortadoğu siyasetinde “One minute” etkisi yaratacak bir hamle ile “AKP’den” 
özür diler ve tazminat ödemeyi kabul ederse şaşırtıcı olmayacaktır. 21. YÜZYIL 

Yahudiler çok etkili oldukları küresel enformasyon ağında AKP karşıtı bir kampanya başlatmamışlardır.

DİPNOTLAR;

1 Thedore Herzi’nin 1906’da kurduğu AJC (ABD) Yahudi Kongresi’nin 104 yıldır sadece 10 kişiye verilen “Üstün Cesaret Madalyası’nın 11.sini 2005 yılında Erdoğan’a verilmesi TBMM’de 3 Haziran 2010’da bir soru önergesi ile (esas 
no:7/14876) sorgulanmıştır. Bkz. TBMM resmi internet sitesi http://www.tbmm.gov.tr Cevapsız bırakılan önergede, 
2 Anılan tarihte İran’ın nükleer güç politikaları için bkz.Mustafa Kibaroğlu, İran’ın Nükleer Programı: Aktörler ve Etkileri, Kaosa doğru İran-Güncel İran İncelemeleri, (ed.)Osman Metin Öztürk-Yalçın Sarıkaya, Ankara 2006 içinde s. 71-120
3 Bu konuda Türkçe’deki en kapsamlı çalışma için bkz. Avrasya Dosyası Şii Jeopolitiği Özel Sayısı, Cilt 13, sayı 3, 2007 
4 “Avrupa Yahudi Konseyi Başkanı Pierre Besnainou, Başbakan’la yaptığı basına kapalı toplantıyı çıkışta, “çok ilginç” diye yorumladı.”, Yeniçağ, internet sitesi, 18 Ocak 2007 
5 Harettz 15.02. 2007’den nakleden M. Yıldız, agk. veya makalenin orijinali için Pierre Besnainou, “The Turkish alternative”, Harettz, 15.02.2007.
6 www.defenceturk.com/index.php?topic=2066.0 
7 “İsrail basını: Peres uzlaştırıcı, Abbas sert”, Hürriyet, 14 Kasım 2007
8 M.K.Bhadrakumar, “Turkish snub changes Middle East game”, www.atimes.com 
9 “Büyük Davos Senaryosu ve de Altın Vuruş”, Açık İstihbarat, 30 Ocak 2009,
10 Wikipedi, Gazze Savaşı
11 Jerusalem Post, 25.02.2009 
12 Aktifhaber, 28 Ocak 2009 
13 Bkz. Bu konuda Şanlı Bahadır Koç, ABD-İsrail İlişkilerinde ‘Normalleşme’ Sancıları, 21. Yüzyıl, Sayı 17, Mayıs 2010, s. 23-32 
14 Kaya Erdem, Türkiye-İsrail İlişkilerinde Yeni Dönem, www.bilgestrateji.com/store/dergi2/Erdem.pdf 
15 Mavi Marmara baskını ve sonuçları konusunda bkz. Ümit Özdağ-Şanlı Bahadır Koç, “Mahalleye hoş geldin”-Türkiye’nin 
Ortadoğu’da İlk Günü, 21. Yüzyıl, Haziran 2010, Sayı 18, s. 5-12 
“One Minute” çıkışının şüphesiz en belirgin sonucu Ahmedinejat’ın Arap dünyasındaki popüleritesinin sona ermesidir.




***