Bülent Ecevit etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bülent Ecevit etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Aralık 2020 Cumartesi

Askeri Darbe Nedir,? Türkiye nin Darbelerle İmtihanı.,

Askeri Darbe Nedir,? Türkiye nin Darbelerle İmtihanı.,



Türkiye’de 15 Temmuz Cuma günü yapılan darbe girişimi sonrasında birçok kişi askeri darbenin ne olduğunu merak etti. 

Peki askeri darbe nedir, Türkiye’de darbe mi oldu?

           Türkiye’de bugün yaşanan gelişmelerden sonra milyonlarca vatandaş askeri darbenin ne demek olduğunu merak etti.
Peki askeri darbe nedir, Türkiye’de ne zaman askeri darbe oldu? Nasıl çıktı,sonuçları ne oldu?

                                      Askeri darbe nedir?

Askerî darbe, bir ülkede silahlı kuvvetler mensuplarının silah zoru ile ülke yönetimine el koyması. Hükûmetlerin, ekonomik ve sosyal sorunları çözmekte başarısız oldukları iddiası, cuntacılar tarafından askeri darbelerin başlıca sebebi olarak gösterilir Zaman zaman ordu tarafından hükûmetlere verilen muhtıralar da darbe benzeri sonuçlar doğurabilir. Darbeciler genellikle ordunun yapacakları eyleme karşı tarafsız kalmasını fırsat bilerek iktidarı ele geçirerek, lideri devirir; radyo, TV gibi iletişim kanallarını işgal ederek hükûmet daireleri üzerinde otorite kurar; elektrik santralleri gibi temel altyapı tesislerini kontrol altına alır. Darbe sonrasında ordu kurulacak hükûmetin şekli sorunuyla karşı karşıya kalır. Latin Amerika'da darbeden sonra değişik rütbede askerlerden oluşan cunta yönetimi oldukça yaygındır. Afrika'da ve Türkiye'de ise cunta ile birlikte çalışacak devrimci bir meclis oluşturma ve bu meclis üyelerinin de cunta tarafından seçilmesi yöntemi yaygın olarak kullanılır. 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbeleri ile yönetimi ele geçiren cuntalar olan Milli Birlik Komitesi ya da Milli Güvenlik Kurulu, ülkeyi mutlak biçimde yönetmiş; aynı zamanda Kurucu Meclis ya da Danışma Meclisi adıyla cunta tarafından seçilen sivil temsilcilerin olduğu ancak MBK ya da MGK karşısında bir hayli zayıf bir de meclis oluşturulmuştur.
 
Türkiye’de yaşanan darbeler
TSK, iç güvenliğin tehdit altında olduğunu ifade ederek zaman zaman sivil yönetime müdahale etmiştir. Bu müdahalelerde temel hukuki dayanak Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesinde yer alan "Madde 35 - Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır." hükmü olmuştur. Ancak 12 Eylül Darbesi'nin yargılanması için hazırlanan iddianamede bu maddenin darbeye meşruiyet kazandırmayacağı ve hiçbir kanun maddesinin Anayasa’nın üzerinde olamayacağının altı çizildi. Devlet düzeninin temel kurumlarından TBMM ve tüm hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak için 35. maddeyi gerekçe göstermenin hukuka aykırılığa kılıf bulma gayreti olduğu aktarıldı.

TSK 1960 ve 1980 yıllarında iki kez yönetime el koymuş, 1971 ve 1997 yıllarında ise postmodern darbe ile hükûmeti istifaya zorlamıştır. Türkiye 1950 yılındaki demokratik seçimlerle çok partili hayata geçiş yaptığı dönemden sonra, millet iradesine dayanan demokratik düzen[4] neredeyse her on yılda bir askeri müdahalelerle kesintiye uğradı.

İlki 27 Mayıs 1960'da olmak üzere; 12 Mart 1971'de (muhtıra), 12 Eylül 1980'de, 28 Şubat 1997'de (postmodern darbe) arka arkaya askeri müdahalelere tanık oldu.
28 ŞUBAT 1997- POSTMODERN DARBE GEREKÇELER
28 şubat sürecinin başlaması irtica söylentilerinin toplum içinde yayılması ve özellikle bunun terörden daha tehlikeli olmasının belirtilmesi bu konuda ordunun dikkatini çekti.
Yapılan çalışmalarla ülke içinde irticaya karşı kamuoyu oluşturulmak istendi,üniversite rektörlerine,medyaya,yargıya ve patronlara bilgiler verildi.Kamuoyunda oluşturulmak istenen etki pek etkinlik gösteremedi toplum içinde ama diğer çevrelerde işe yaramaya başlamıştı.
28 şubat sürecinin temelini Başbakanlık Kriz Yönetmeliği ve Milli Güvenlik siyaset belgesinin Refah-Yol tarafından imzalanması olmuştur.
Parlamento devre dışı bırakıldı MGK baskın organ haline geldi ve yasama organı oldu.

GELİŞİM SÜRECİ
12 eylül darbesinden sonra ortaya çıkan siyaset sovyetler birliğin yıkılması ve komünizmin çökmesi Türkiye’de sağ partilerin güçlenmelerine neden oldu ve Refah Partisi 1995 genel seçimlerinde I.parti oldu.Seçimlerin ardından 1996 yılında kurulan Anap ve DYP koalisyonu Refah Partisi’nin güvenoylaması hakkında Anayasa Mahkemesine başvuruda buluındu. . Bunun üzerine TBMM'de birinci parti durumunda olan Refah Partisi ile ikinci parti olan DYP arasında kurulan 54. Hükümet (Refahyol hükümeti), 8 Temmuz 1996'da TBMM'de yapılan oylamada güvenoyu almayı başarmıştır.

28 ŞUBAT SÜRECİNİ TETİKLEYEN OLAYLAR
2 Ekim-7 Ekim 1996 tarihleri arasında Başbakan Necmettin Erbakan sırasıyla Mısır, Libya, Nijerya'yı ziyaret etti. Libya'da, Kaddafi'nin bir çadırda Erbakan ile yaptığı görüşmede sarfettiği sözler muhalefet ve basın tarafından ağır bir şekilde eleştirildi. 
3 Kasım 1996'da Susurluk'ta meydana gelen bir trafik kazasında mafya, siyasetçi, polis ilişkileri açığa çıktı. Başbakan Erbakan 'fasa fiso' dedi, Adalet Bakanı Şevket Kazan ise, aydınlık için bir dakika karanlık toplumsal eylemi için " Mumsöndü oynuyorlar" dedi. 

Kayseri'nin Refah Partili Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, 10 Kasım 1996 tarihli Refah Partisi İl Divan Toplantısındaki konuşmasında, Türkiye'de henüz gerçek demokrasinin olmadığını, hâkim güçlerin herkesi kendi görüşleri doğrultusunda hareket etmeye zorladığını söyledi. Karatepe konuşmasında şunları söylemişti: 
Süslü püslü göründüğüme bakıp da laik olduğumu sakın sanmayın. Resmi görevim nedeniyle bugün bir törene katıldım. 
Belki başbakanın, bakanların, milletvekillerinin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak, sizin hiçbir mecburiyetiniz yok. Refah Partili olarak yeryüzünde tek başıma da kalsam, bu zulüm düzeni değişmelidir. İnsanları köle gibi gören, çağdışı bu düzen mutlaka değişmelidir. Ey Müslümanlar sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, nefreti ve bu inancı eksik etmeyin. Bu bizim boynumuzun borcudur. ”

Karatepe bu konuşması nedeniyle 1 yıl hapis ve 420.000 lira ağır para cezasına mahkûm edildi

5 Şubat'ta Sincan'da askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yaptı.
11 Şubat'ta Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü Ankara'da yapıldı.
18 Haziran'da Necmettin Erbakan başbakanlıktan istifa etti. İstifasının nedeninin başbakanlığı Tansu Çiller'e devretmek olduğunu belirtti. 
19 Haziran'da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümet kurma görevini o sırada arkasında TBMM çoğunluğu olan DYP lideri Tansu Çiller'e vermeyip, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'a verdi. 
30 Haziran'da Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk'la birlikte ANASOL-D hükümetini kurdu. 

SONUÇLAR

Mgk kararları hükümete bildirildi.
Laiklik için yasaların uygulanması istendi.
Tarikatlara bağlı okullar denetlenmeli ve MEB’e devridilmesi istendi.
8 yıllık kesintisiz eğitim öngürüldü.
Tevhidi tedrisatın uygulanması istendi.
Orduyu din düşmanı gibi gösteren medyanın kontrol altına alınması istendi.
Kurban derilerinin derneklere verilmemesi istendi.
Kılık kıyafet kanuna riayet edilmeli.
Atatürk aleyindeki eylemler cezalandırılmalı.
Refah-Yol hükümeti düşürüldü.
Kamu kurum ve kuruluşlarında başörtüsü yasaklandı.
Kuran kursları kapatıldı.
Refah-Yol liderleri,yöneticileri tutuklandı yargılandı.
Vakıf ve dernekler üzerinde baskı kuruldu.
Anadolu sermayesine ambargo koyuldu.
Birçok subay ihraç edildi.
Birçok gazeteci ve yazar tutuklandı ve yargılandı.

12 Eylül 1980 Darbesi

DARBEYİ YAPANLAR

Milli Güvenlik Konseyi Üyeleri
Kenan Evren:Genelkurmay Başkanı
Nurettin Ersin:Kara Kuvvetleri Komutanı
Nejat Tümer:Deniz Kuvvetleri Komutanı
Tahsin Şahinkaya:Hava Kuvvetleri Komutanı
Sedat Calasun:Jandarma Genel Komutanı

GEREKÇELER
Ülke içinde artan terör ve cinayet olaylarının olması,birçok tur yapılmasına rağmen seçilemeyen cumhurbaşkanı,Necmettin Erbakan tarafından yapılan Kudüs Mitingi'nin şeriat amaçlı olması gibi sebepler darbe gerekçeleri olarak gösterildi.
Ülke içinde aynı zamanda sağ-sol çatışmaları,bunlara hizmet eden derneklerin kurulması,emniyet teşkilatı mensupları arasında da bunların görülmesi tanınmış sağ-sol siyasi önderlerinin bunlar tarafından öldürülmesi her gün cinayetlerin artması gibi nedenler darbeye zemin hazırladı.

DARBE ÖNCESİ OLAYLAR
1 Şubat 1979'da Abdi İpekçi İstanbul Teşvikiye'de öldürüldü.
Çukurova Üniversitesi Rektör Vekili Fikret Ünsal evinin önünde öldürüldü.
19 Eylül'de Malatya Ülkü Ocakları eski başkanı Mürsel Karataş İstanbul Sultanahmet’te öldürüldü.
28 Eylül'de Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul öldürüldü.....

TSK’NIN AÇIKLAMASI
Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.

24 OCAK KARARLARI
Bu kararların ortaya çıkması Turgut Özal tarafından olmuştur.
Yaşanan istikrarsızlık,üretimin azalması,karaborsacılığın artması,kamu harcamalrının kısılmasını,ücretlerin düşürülmesi,serbest döviz kuru gibi önlemler alınması kararlaştırılmıştır. Bunun için Süleyman Demirel, Turgut Özal’ı başbakanlık müsteşarlığına atadı ve IMF ile bu kapsamda bir anlaşma imzaladı.

SONUÇLAR

12 Eylül darbesi insanların kişilik haklarına büyük ölçüde zarar vermiş, İnsanların toplum içinde birbirlerine olan güvenini kırmış, birçok insanın  evlerinden sorgusuz sualsiz alınıp karakollarda tutuklanmalarına,coplanmalarına neden olmuştur. 
Sendikal örgütlenmelerin kapanmalarına, yazar ve gazetecilerin tutuklanmalarına, birçok kuruluşun, öğrecinin fişlenmelerine neden oldu.

650.000 kişi Gözaltına alındı.
1 Milyon 683.000 kişi fişlendi.
7000 bin Kişiye idam cezası istendi.
517 kişi İdam edildi.
Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.

 Dünya’da yaşanan darbeler

Darbeler siyaset tarihinin uzun zamandır bir parçasıdır. Örneğin Roma İmparatoru Jül Sezar bir darbe kurbanı olmuştur ve bazı Roma imparatorları iktidara darbeyle gelmiştir. 1799'da Napolyon da Fransa'da iktidarı bir darbeyle ele geçirmişti. Antik Yunan ve Hindistan kentlerinde darbeler fazlasıyla yaygındı.
Askerî darbeler 20. yüzyılda yaygın biçimde Latin Amerika'da Arjantin, Şili, Asya'da Birmanya, Afrika'da ve Avrupa'da Yunanistan, Asya'da Türkiye gibi özellikle gelişmekte olan ülkelerde gözlenmiştir. 20. asrın sonlarına doğru darbeler başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere dünyada bir hayli yayınlaştı: Latin Amerika'da, Asya'da, Afrika'da, Avrupa'da. 1980'lerden sonra darbeler daha az sıklıkta görülmeye başlandı. Hükûmetlerin sosyal ve ekonomik sorunları çözmekte yaşadıkları sorunlar ve dolayısıyla ortaya çıkan yeni sorunlar bu darbelerin başlıca sebeplerini oluşturmaktadır.

Şili
Bütün bu görünür sebeplerin yanında darbeler ayrıca güçlü devletler tarafından zayıf ve küçük devletler üzerindeki emellerini gerçekleştirmede etkili bir silah olarak kullanılmaktadır. Bunun en canlı örneği Şili'de Salvador Allende hükûmetinin devrilmesi ve Allende'nin öldürülmesiyle sonuçlanan darbedeki ABD ve CIA etkisinde görülebilir.

Venezuela
2002'de Venezuela'da oy çokluğu ile seçilmiş olan Hugo Chavez'e karşı ABD destekli bir darbe yapıldı; darbe başarılıydı ama hemen yıkıldı. Darbenin etkisi Chavez yanlısı halk gösterileri, ordunun Chavez yanlısı tutumu sebebiyle kolayca ortadan kalktı. Chavez darbeden 2 gün sonra yeniden iktidarı ele geçirdi, askerî cunta dağıtıldı. Bu gibi durumlarda halk gösterilerinin darbeleri ters çevirebileceği ve istedikleri liderleri geri getirip iktidara oturtabilecekleri anlaşılmış oldu. Hatta bu olaydan sonra Chavez'e yönelik halk desteğinin daha da artması darbeden istenilen sonucun tam aksine bir gelişme oldu.

***

17 Nisan 2020 Cuma

Kur'an'da Başörtüsü yok, Refah Partisi'nin Kapatılması doğruydu...

Kur'an'da Başörtüsü yok, Refah Partisi'nin Kapatılması doğruydu...



Yekta Güngör Özden: Kur'an'da başörtüsü yok, Refah Partisi'nin kapatılması doğruydu...



Anayasa Mahkemesi Onursal Başkanı Yekta Güngör Özden, “Özel yaşamımda olsun, devlet görevinde olsun yaptıklarımdan hiçbir pişmanlık 
duymuyorum. Başörtüsünün üniversitelerde kötü niyetli kullanılmasına karşıydık. Sokaktaki başörtüsüne karşı olduk mu? 
Kur’an-ı Kerim’de tesettür ve başörtüsü ile ilgili ayet yok.” şeklinde skandal sözler sarf etti.

Gündem 30 Ekim 2019 
Çarşamba 02:15 

28 Şubat sürecinde başkanlığını yaptığı Anayasa Mahkemesi’nde başörtüsü yasağının en ateşli savunuculuğunu yürüten Yekta Güngör Özden, yeniakit.com.tr ’ye dikkat çeken açıklamalarda bulundu. 28 Şubat’ın yasakçı zihniyetini bugün dahi savunan 88 yaşındaki Yekta Güngör Özden, yine başörtüsü yasağını savundu ve özgürlüklerin önünü açan AK Parti hükümetini suçladı. Mehmet Özmen sordu, Yekta Güngör Özden yanıtladı.

"Yanlış bir iş yaptım kanısında değilim"

- Geçmişle ilgili bir pişmanlığınız var mı?

Hayır. Hiçbir pişmanlığım yok. Özel yaşamımda olsun, devlet görevinde olsun yaptıklarımdan hiçbir pişmanlık duymuyorum. Yanlış bir iş yaptım kanısında değilim. Olsa öncelikle ulusumdan, ailemden, kamuoyundan özür dilerim.

"Bülent Ecevit’in 26 sene avukatlığını yaptım"

- Bizi görünce ilk akla gelen, herhalde Akit, neyi soracak bize….Refah Partisi’ni soracak, Milli Görüş’ü soracak….

Sorun...Şimdi tabii davanın yanları olanların duygusal nitelemelerden kurtulmaları olanaksız. Ama dava ile hiçbir kişisel bağı olmayanların, görevi nedeniyle o davada yer alanların kanıları daha objektif olur. O bakımdan ben söylüyorum, baktığımız davalarda yürürlükteki kurallara göre ve dosyadaki kanıtlara göre karar vermekten hiçbir zaman uzak kalmadık. Bugün beni beğenmeyen, benimle araları hiç olmayan iktidar mensupları bile dönüp de ‘Yekta Bey’in döneminde Anayasa Mahkemesi şu kararı verdi, şu yanlıştı’ diye kimse söyleyemiyor. Bu kolay bir şey değildir. Ben 1953’te tanıştığım 1956’da avukatlığını aldığım Bülent Ecevit’in 26 sene avukatlığını yaptım. Benim başkanlık dönemimde onun bize davası geldi, reddettik. O bile bana karşı tutum aldı ama tutup da ‘şöyle şöyle yaptılar’...O kadar objektif davrandık ki biz yıllarca avukatlığını yaptığım insanın bile Anayasa Mahkemesi’nde davasını reddettik. Hakim dediğin insan vicdanını yastık yapar, yatar.

"Refah Partisi için bir milyon para teklif ettiler"

- Vicdanıyla dediniz ama… Refah Partisi’nin kapatılmasıyla ilgili öteden beri ‘Refah Partisi dış güçlerin baskısıyla, talimatıyla kapatıldı’ şeklinde iddia dile getiriliyor. Ne dersiniz?

Hayır efendim. İnanır mısınız, bilmem bizler evimizde, özel yaşamımızda resmi işlerimizi konuşmayız, görüşmeyiz. Hiç kimsenin Refah Partisi ile ilgili bir önerisi, baskısı, etkisi olmadı. Bunu da inşallah yayınlarsınız… Ankara’nın en zengin adamlarından biri beni evimde ziyaretime geldi. ‘Sizi ziyaret etmek istiyorum’ dedi. ‘Buyurun’ dedim, eşiyle evime geldi. Benim rahmetli eşim çay yapmıştı… ‘Ağabey senin resim sergini görmek istiyorum’ dedi. İçeri geçtik. Dedi ki; ‘Ben buraya mahsus geldim. İsmini vermeyeceğim Refah Parti’li Yekta Bey ne isterse vermeye hazırız, bir milyon bile, bu davayı halletsin’ dedi bana. Kendisine ‘derhal eşini alıp evini terk edeceksin’ dedim. Karısına ‘telefon geldi acele gideceğiz’ dedi ve hemen çıktı dışarı. Masadaki pastaları, çayı yarım bırakıp ayrıldılar.

- Bunu ilk kez mi dile getiriyorsunuz?

Evet, ilk kez söylüyorum.

- Kim bu işadamı?

Söyleyemem onu…

- Tanınan bilinen bir iş adamı mı?

Evet, meşhur birisi… Ankara’nın meşhurlarından birisi… Ben emekli olduktan 7 gün sonra parti kapatıldı. Benim zamanımda kapatılmadı. Ben yönetim aşamasında, dinleme aşamasında vardım. Karar aşamasında yoktum. Rahmetli Erbakan’ı ben dinledim, o oturumda vardım. Ben emekli olduktan 7 veya 8 gün sonra Anayasa Mahkemesi yeni başkan Ahmet Necdet Sezer’in yönetiminde kararını verdi.

"Erbakan benim dostumdu"

- Rahmetli Erbakan’la ilgili ne düşünüyorsunuz?

Kendisi benim dostumdu.

- ‘Dostum’ dediniz adamın partisini kapattınız...

Ben kapatmadım. Benden 7 gün sonra parti kapatıldı.

"Söylemler, eylemler RP’nin kapatılmasını haklı gösteriyordu"

- Sizce RP’nin kapatılma kararı yanlış mıydı?

Yanlış da değildi... Bugünün koşullarında o günün anayasa kurallarına ve siyasi parti yasası kurallarına göre eylemler, söylemler ve ortaya gelen olaylar Refah Partisi’nin kapatılmasını haklı gösteriyordu. İddianameye göre konuşuyorum. Ama ben karar aşamasında olsaydım nasıl oy verirdim, onu bugünden söylemem mümkün değil.

- ‘Dostum’ dediniz merhum Erbakan’la ilgili...Nasıl bir dostluğunuz vardı?

Bir araya geldiğimiz olmadı. Şöyle dostumdu benim… Birkaç toplantıda yan yana oturduk: özel bir üniversitenin açılışında. Bir de başkentte açılan bir üniversite açılışının çıkışında ‘oğlum Fatih, gel Yekta Bey’in elini öp’ dedi. Sonra da Fatih’le birlikte bir nikahta karşılıklı şahitlik ettik.

"Bana göre bugünkü iktidarın suyu ısınmıştır"

- Bugünkü Türkiye ile ilgili biraz konuşalım. İçinde bulunduğumuz Türkiye fotoğrafını nasıl ortaya koyuyorsunuz?

Bugünkü Türkiye fotoğrafını bugünkü iktidarın yönetiminde olumlu bulmuyorum. Bana göre bugünkü iktidarın suyu ısınmıştır. Çünkü Türkiye’yi Türkiye olmakta yücelten, yükselten, değerlendiren ve güçlendiren ilkelere karşı bir anlayışın yavaş yavaş yürürlüğe konulmak istendiğini, Türkiye’nin tek adam yönetimine sokulmak istendiğini, bir din devleti özleminin bugünkü yönetimin içinde büyük bir dalga olarak bulunduğu kanısındayım.

"Bunlar din devleti özlemcileri gibi görünüyorlar"

- Yekta Bey, inanın şimdi gülüyorum...İzleyicilerimiz de lütfen bağışlasınlar. ‘Din devleti’ dediniz, 28 Şubat sürecinde ‘irtica’ dediniz... Müslümanlara yönelik şunları, bunları söylediniz… ‘ Din devleti’ hâlâ olmadı.

Olmadı… Bakın ne diyorum… Bunlar din devleti özlemcileri gibi görünüyorlar.

- Ne zararı var?

Dünyanın bu çağında bir devletin ‘din devleti’ olması yanlıştır. Değişik inançta bulunan insanların yaşadığı bir ülkede dinle değil, hukukla yönetilir devlet.

"Cumhuriyet sulandırılmış ve çizgisinde saptırılmış bir durumdadır"

- Yıllar geçti… AK Parti icraatlarıyla sizi bu konuda tatmin edici bir cevap vermedi mi?

Vermedi hayır. Ben AK Parti’nin hiçbir eylemini ve işlevini hiçbir şekilde geçerli ve değerli bulmuyorum. Siyasetçi olmadığım halde söylüyorum bunu, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak söylüyorum bunu. Ben Türkiye Cumhuriyeti’ni Atatürk’ün kurduğu ve özleyerek nitelikleriyle çok üstün çok özel bir duruma gelmesini dilediği ve beklediği bir yapı olarak düşünüyorum. Dinle yoğrulan bir devleti asla gözetmiyorum. Devlet hukuk devleti olabilir, devlet cumhuriyet olabilir. Bugün bana göre cumhuriyet sulandırılmış ve çizgisinden saptırılmış bir durumdadır, açıkça söylüyorum.

" Müslümana ayrı ders, Hristiyana ayrı ders yoktur"

- Müslümanlara yönelik eylemlerden söz ettik. Yüzde 99’u Müslüman olan bir Türkiye Cumhuriyetinde yaşıyoruz ama, onların değerlerine yönelik, başörtüsüne yönelik, inançlarına yönelik birçok saldırı oldu. Bu saldırıların bazı noktalardaki bir parçası oldunuz. Örneğin başörtüsüne karşı çıktınız.

Anayasa mahkemesinin başörtüsüne ilişkin kararını okursanız, bilimsel değerlendirme yaparak gerçeklere yakın durursanız, başörtüsünün üniversitelerde kötü niyetli kullanılmasına karşıydık. Sokaktaki başörtüsüne karşı olduk mu? Üniversitede bilimsel bir alanda kimsenin ırkına, dinine bakmadan herkes dersini verir, dersini alır. Müslümana ayrı ders, Hristiyana ayrı ders yoktur.

" Bilimsel ortamlarda başörtülü gelip gitmenin sakıncasına değindik"

- 28 Şubat döneminde başörtülü öğrenciler üniversitelerde okuyamadı...

Onu söylüyorum, siz beni iyi dinleyin. Bakın Anayasa Mahkeme kararı var. Biz sokaktaki başörtüsüne karışmadık. Bilimsel ortamlarda başörtüsüyle gelip gitmenin sakıncasına değindik. Bilimsel gelişme ve toplumsal barış açısından.

- 2019 yılında da bunu mu düşünüyorsunuz?

Bugün de aynı şekilde düşünüyorum. Başörtüsünü ne amaçla takıyorlar çoğunluğu biliyor musunuz?

- İnancı gereği takıyorlar…

İnancı gereği takmıyorlar, siz öyle diyorsunuz. Çoğu da simge olarak takıyorlar, inandığından falan değil.

- Neyin simgesi?

Dincilik örgütü gibi çalışıyorlar. Din, inanç sömürüsü yapıyorlar. Hepsini demiyorum. Üniversitede ne gereği başörtüsünün? Çeşitli dinlerden öğrenciler yok mu? Herkes istediği gibi mi giyinsin? Olacak şey değil. Hukuk devletleri düzen devletleridir. Onların dinle yönetilmesi, dinle biçimlendirilmesi olanağı yoktur. Bunu iyice bilmek gerekiyor. Bunu bilmeyen de yoktur. Bilimsel yönden karşılanması, her yönden bir arada bulunması, her yönden ders verilmesi ve onlara hiçbir inancı gözetilmeden insanlığın ve bilimin gereklerinin anlatılması zorunludur.

- Bizi izleyenlerin bir kısmı ‘Yekta Güngör Özden Bey, hala bu yobaz düşüncesini sürdürüyor mu?’ diyor olabilir.

Ben yobaz değilim. Bana bunu yakıştıranların kendileri yobazdır.

"Burası at tarlası değil, üniversite"

- AK Parti iktidarı ile birlikte üniversitelerde ve kamu kuruluşlarında başörtüsü serbest hale geldi. Şimdi sizce ne zararı oldu?

Bu görüntü iktidarın inanç sömürüsüne dayanması, onunla beslenmesi, ondan medet ummasının sonucudur. Bu kadar açık söylüyorum. Bir hukuk devletinde, bir laik yönetimde insanları inançlarına göre değil, yaşamlarını o günün ortamına göre çağdaş bir biçimde sürdürmeleri gerekir. Bak dedim, sokağa karışmıyoruz. Delvet ayrı sokak ayrı, üniversite ayrı. Burası at tarlası değil, üniversite.

- Çok ilginç.. Gerçekten 2019 yılında da bu düşünceleri savunuyor olmanız çok ilginç….

Benim için de siz ilginçsiniz.

"Kur’an-ı Kerim’de tesettür ayeti yok"

- Kur’an’ı Kerim’deki başörtüsü / tesettür ayetleri hakkında birçok ayet var…

Yok yok, onlar da yalan. Kur’an-ı Kerim’de tesettür ve başörtüsü ile ilgili ayet yok.

- İlahiyatçı gibi konuşuyorsunuz...

Açıkça söylüyorum yok… ‘Göğsünüzü örtün’ dediği zaman ‘başınızı örtün, başınızı türbana sokun’ anlamı çıkmıyor.

- Diyanet İşleri Başkanı bile böyle demiyor!

Diyanet İşleri Başkanının söylediğine de katılmıyorum. Diyanet İşleri Başkanı siyasi etkilerle konuşuyor.

"Dinde yoktur’ demedi ama…"

- Sizin döneminizdeki Diyanet İşleri Başkanı ‘başörtüsü dinde yoktur’ dedi mi?

‘Dinde yoktur’ demedi ama ‘dinde vardır, mutlaka örteceksininiz’ de demedi. Aradaki farkı iyi düşünmemiz lazım. Başka var mı?

- Var… Son olarak Barış Pınarı Harekatı ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Siyasi askeri bir harekattır. Benim uzmanlık alanıma girmiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi bağımsızlığını korumak , sınırlarını aydınlıklar içinde tutmak ve terörden arındırmak için yapacağı her girişimin ben de yanında olurum.

- Yaşınızı biraz önce söylemiştiniz, izleyenlerimiz ile paylaşmak ister misiniz?

Gelinlik kızlara sorulur bu… Bana soruyorsun. Ben 1932 doğumluyum. 88’in içindeyim.

-Peki, Allah hayırlı ömürler versin.

Yeniakit.com.tr-Mehmet Özmen


https://www.habervakti.com/gundem/yekta-gungor-ozden-kur-an-da-basortusu-yok-refah-h83555.html


***

21 Haziran 2017 Çarşamba

Globalleşme Rüzgarına Kapılan Ülkemiz, BÖLÜM 2



Globalleşme Rüzgarına Kapılan Ülkemiz,  
BÖLÜM 2





Globalleşmenin bu üç silahı ülkemizde istenen sonuçları vermemiş, halkımıza aşağıdaki şekilde yansımıştır;

<  Globalleşmenin ana aracı olan özelleştirme ülkemizin tüm devlet mallarının haraç mezat satılması ve ileride ülkemizin ağır bir kâr transferi yükü altına  girmesi sonucu doğurmuştur.  >

1- İşsizlik %10'lar civarından aşağıya indirilememiştir. Vatandaşlardaki ümitsizlik nedeni ile iş gücü başvuru oranı düştüğü halde resmi işsiz sayısı 2,6 milyondur, gerçekte bunun 56 milyon olduğu tahmin edilmektedir.

2- Gelir bölüşümü adaletsizliği düzeltilememiş, zengin daha zengin olmuştur. Dünyanın en zenginleri listesinde 36 milyar $'lık serveti ile 25 Türk vatandaşı 
yer almıştır. Japonya'da zenginlerin servetinin milli gelire oranı %1,4 iken Türkiye'de en zenginlerin varlıklarının milli gelire oranı %9,3'tür 
( bu oran geçen yıl %7,6 idi). Halbuki Türk-iş'in araştırmasına göre Türk halkının %75'i yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır. Asgari net ücret 400YTL, yoksulluk 
sınırı 900 YTL dır. Ülkemizdeki özellikle rantiye zenginler devletin ödediği aşırı yüksek faizlerden yararlanarak zenginliklerini büyütmüşlerdir

  <  Japonya'da zenginlerin servetinin milli gelire oranı %1,4 iken Türkiye'de en zenginlerin varlıklarının milli gelire oranı %9,3'tür.  >

3- Uygulanan ucuz döviz politikası sonucu ithal edilen malların fiyatları ucuz kalmış, fakat halkın kullandığı yiyecek ve Türkiye'de üretilen malların fiyatı 
devamlı artmış, nispî fiyatlar daha çok zengin kitlenin kullandığı ithal ve lüks mallar lehine değiştiğinden, dar ve orta gelirli halkın enflasyonu zengininkinden 
yüksek olmuştur, sonuçta orta tabaka zararlı çıkmıştır.

4- İthal girdiler ucuz olduğundan ara malları yurt dışından ithal edilmeye ve sanayimiz montaj sanayiine dönüşmeye başlamıştır. Bazı sektörlerde ithal girdi 
oranı %80-85'lere ulaşmış, bu gelişmede istihdamı olumsuz etkilemiştir.

5- Gelir bölüşüm adaletsizliğinin, tarımdaki işsizliğin ve gizli işsizliğin artışı sonucu büyük şehirlere artan göçün etkisiyle büyük şehirlerde suç oranı artmış 
ve bu şehirler sokağa çıkılamaz hale gelmiştir.
Bu ortamın yaratılmasında AB'nin etkisiyle toplumumuzun yapısına uymayan yasaların çıkarılması da etkili olmuştur.

6- Ekonomik sistem tamamen yabancı sermayeye ve sıcak paraya dayanarak ayakta tutulduğundan, siyasî alanda da çuval hadisesi görmemezlikten gelinmiş,  Kerkük'e gereken önlem verilmemiş, Irak'taki katliama karşı çıkılmamış, PKK sorunu büyümüş, Kıbrıs konusunda aktivitemiz olamamıştır.

7- Ülkemizin iç ve dış borçları 300 milyar $'dan 500 milyar $'a çıkmıştır.

Dış borçların 200 milyar $ ve ortalama faizin %6 olduğu dikkate alınırsa ülkemiz sırf dış borç için yabancılara 12 milyar $ ödemektedir. Bir yılda özelleştirmeden sağlanan dövizler bu faizlere ancak yetmektedir, ileride Devletin satılacak malı kalmadığında bu faizlerin ödenmesi sıkıntı yaratacaktır.

AKP iktidara geldiğinde, seçimlerden önce verdiği fakir fukarayı koruyacağım mesajlarının tersini yaparak IMF'nin programına sarılmış, 2004 yılında AB ile en büyük Papazın resminin önünde imzalanan AB ile müzakerelerinin başlatılması anlaşmasını da arkasına alarak ve ilk başlarda halkı da inandırarak bugünlere kadar gelmiş, fakat globalleşmenin yukarda özetle saydığımız sonuçlarının doğacağını herhalde başlangıçta kendisi de tahmin edememiştir. Şimdi bu sonuçlarla karşılaşmışlardır ve Fransa'nın yeni Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin diğer Türkiye muhaliflerine katılarak Türkiye'nin artık AB üyesi olamayacağını kesin olarak açıklaması ve Türkiye'nin Libya, Cezayir gibi ülkelerle beraber “Akdeniz Ülkeleri Topluluğu”'na girmek suretiyle imtiyazlı ortaklığa kavuşacağını söylemesi büyük şok yaratmıştır. Görüşümüze göre AB bir Hıristiyan devleti olup Türkiye'nin bu devlete kabulü asla mümkün değildir.

Sarkozy'nin danışmanı da AB liderlerinin evvelce Türkiye'yi oyaladığını şimdi Sarkozy'nin gerçeği söylediğini belirtmiştir. Ne yazık ki gerek globalleşme rüyası gerekse AB'nin yalanları ülkemizi ekonomik, sosyal ve siyası bakımdan bu günlere getirmiştir. AB'nin ülkemizi bu şekilde oyalaması elimizde mevcut potansiyel fırsatlarında kaçmasına neden olmaktadır. Biz AB sevdası ile yaşarken Rusya Devleti ülkemiz üzerinden geçmesi  plânlanan bir boru hattını Bulgaristan üzerinden geçirmek için anlaşma imzalamış, yine Türkmen gazının nakli içinde Rusya-Türkmenistan-Kazakistan arasında anlaşma imzalanmıştır. Böylece enerji hatları merkezi olması plânlanan ülkemiz devreden çıkarılmaktadır. Halbuki önceki Ecevit hükümeti bu konuda önemli yol almıştı. AB ile uğraşırken kendi soydaşımız Türkmenistan'la yapılacak bu çok önemli anlaşma fırsatı kaçırılmıştır. Yılda 30 milyar $'lık petrol, gaz, enerji maddeleri ithal eden ülkemiz yakında Devletin satılacak malları kalmadığında hangi para ile enerji ithal edecektir.

< Ülkemiz sırf dış borç için yabancılara 12 milyar $ ödemektedir. Bir yılda özelleştirmeden sağlanan dövizler bu faizlere ancak yetmektedir,
ileride Devletin satılacak malı kalmadığında bu faizlerin ödenmesi sıkıntı yaratacaktır. >

Özetle, ülkemizde önemli limanlar, tesisler haberleşme sistemi, fabrikalar, turizm tesisleri ve bir çok kurum yabancıların eline geçmiş, para piyasaları 
yabancıların hâkimiyetine girerek faiz ve döviz kurlarını yabancılar belirler hale gelmişlerdir. Yine yabancılar borsanın %70'ini ele geçirerek sermaye
piyasasını da hâkimiyetlerine almışlardır. Sonuçta halkımız yoksullaşmış, özellikle rantiye grubu daha da zenginleşmiş, Malthus'un teorisindeki gibi
işçiler açlık sınırı altında yaşar hale gelmişler, globalleşmenin bu acı sonucuna ilâveten AB'de ülkemizi ortada bırakmıştır.

Globalleşmenin ve özelleştirmenin ülkesine verdiği zararı gören Venezüella Devlet Başkanı Chavez IMF ve Dünya Bankasına borçlarını ödeyerek bu kuruluşlarla ilişkilerini kesmiş, ülkesindeki yabancıların elindeki son petrol yataklarını da yabancı şirketlerden kendi dikte ettiği fiyatlardan satın alarak devletleştirmiştir.

Bu devletleştirmeden sonra Venezüella'nın son bir yılda elde ettiği gelir bu güne kadar yıllardır elde ettiği toplam petrol gelirini aşmış, yabancı petrol şirketlerine giden devasa karlar devlete kalmıştır. Venezüella bu işlemi yaparken altın yumurtlayan T. Telekom Türk Devletince yabancılara satılmıştır.

Bugün gelinen çıkmazdan kurtuluş çareleri;

-IMF ve Dünya Bankası ile ilişkileri en alt düzeye indirerek bünyemize uygun önlemleri almak, dalgalı kurdan vazgeçip TCMB kontrollü döviz
kurlarına geçmek, döviz kurunda derhal düzeltme yapmak, aşırı yüksek reel faizden kurtulmak, yabancıların kontrolünde bulunan döviz kuru ve faiz
politikasını TCMB'nin kontrolünde yürütmek, sıcak para belâsından ve dış borçlardan bir konsolidasyon plânı çerçevesinde kurtulmak

-AB ile ilişkileri derhal askıya alıp gümrük birliğine son vermek, AB ile kararlara beraber iştirak ettiğimiz bir ekonomik anlaşma yapmak

-AB oyalamasından kurtulduktan sonra, Rusya, Türk Devletleri ve komşularımızda özel anlaşmalar yapıp özellikle enerji hatlarında kaçırılan fırsatları geri almaya çalışmak.

-TCMB kaynaklarını reel sektöre yönlendirerek, sanayiciye, ihracatcıya, turizmciye, ziraatçiye, esnafa ve diğer üretken sektörlere Türk parasıyla
krediler açıp üretimi arttırmak.

 < Ülkemizde önemli limanlar, tesisler haberleşme sistemi, fabrikalar, turizm tesisleri ve bir çok kurum yabancıların eline geçmiş, para piyasaları yabancıların hâkimiyetine girerek faiz ve döviz kurlarını yabancılar belirler hale gelmişlerdir. Yine yabancılar borsanın %70'ini ele geçirerek sermaye piyasasını da hâkimiyetlerine almışlardır. >

-Vergi sisteminde adaletsiz olan dolaylı vergileri azaltıp gelir ve servetten sağlanan vergileri yeniden düzenlemek.
-İşsizliği önleyici önlemler alıp çalışanların gelirini yükseltmek, emeklilere daha iyi imkânlar sağlamak ve gelir bölüşümündeki adaleti sağlamak.
Şimdi 2007 temmuz seçimleri yaklaşmaktadır globalleşmenin tüm bu zararlarını ve AB'nin kandırmacalarını dikkate alan dar ve orta gelirli
seçmen oy vermeden önce şunlara dikkat etmelidir,

Oy verecekleri parti;

- AB'ye hayır diyor mu?
- IMF'ye hayır diyor mu?
- Ülkemizde mevcut ve halkın lehine görülmeyen kambiyo ve döviz sistemini değiştireceğine ve sermaye hareketlerinde mevcut ve Dünyada eşi çok az görülen serbestliği sınırlayacağına ve TCMB'nin kontrolüne alacağı- na söz veriyor mu?
- Uygulanan aşırı reel faizleri durduracak mı?
- Dolaylı vergileri azaltacak mı?
-Aşırı faiz dışı fazla verilmesine dayanan bütçe modelini terk edecek mi?

<  Bugünkü hükümet, sıcak paracılar ve yabancı sermayenin desteği ile seçimlere kadar ekonomideki pembe tabloyu devam ettirecektir, >

Bir parti eğer bu koşulları kesin ve net olarak vaat etmiyorsa, iktidarı kazandığında işsizliği önleyemeyecek, gelir bölüşümü adaletsizliğini düzeltemeyecek, fakiri daha fakir yapacak, siyasî egemenliğimizi tam sağlayamayacak, sosyal patlamaları önleyemeyecek demektir. AKP'nin iktidara fakir fukara  edebiyatı ile geldiği unutulmamalıdır. Seçmenin AKP ile koalisyon yapma ihtimali olan partilere de oy verirken dikkat etmesi gerekmektedir.

Bugünkü hükümet, sıcak paracılar ve yabancı sermayenin desteği ile seçimlere kadar ekonomideki pembe tabloyu devam ettirecektir, Eğer dövizde bir yükseliş görülürse bunu önlemek için gerek yabancılar gerekse döviz ile borçlu olan Türk finans sektörü piyasaya biraz daha döviz satıp döviz fiyat artışını engelleyecektir. Zaten T.C. Merkez Bankası da seçim ortamında döviz kurları yükselirse kurlara müdahale edeceğini ima etmektedir.

Ancak AKP tek başına iktidar olursa veya bir koalisyon içinde yer alırsa,
-Sıkı para politikası daha da sıkılaştırılarak, yüksek reel faiz ödenmesine devam edilecek,

-Uygulanmakta olan bütçe politikası ile %6,5-7 oranında faiz dışı fazla verilmesine devam edilecek, bunu sağlamak içinde özellikle dolaylı vergiler
ve diğer vergiler arttırılacak, devletin faiz dışındaki geliri ile gideri arasındaki pozitif fark ile rantiye sınıfına olan yüksek faizli borçların ana para ve faizi
ödenmeye çalışılacak, böylece orta gelirli halk daha sıkıntıya girecek,
- Elde kalan son devlet malları da satılacak(TMSF'nin elinde satılacak mallar iyice azalmıştır),
- Devletin elindeki mallar azaldığından özelleştirmelerden elde edilecek gelirler azalacağından faiz dışı fazla sağlamak için vergiler daha da arttırılacak,
elektirik gibi kamuca üretilen mallara yüksek zamlar yapılacaktır.

Ülkemiz seçmeninin sonradan pişmanlık duymaması ve aşırı ekonomik sıkıntıya girmemesi için, son günlerin moda deyimi ile siyasî partilerin vaatlerinin sözde değil özde olup olmadığını inceleyip ve kimin kimle koalisyon yapabileceğini hesaplayıp, oyunu vereceği partiyi ona göre seçmesi kendi
menfaatine olacaktır.

Sonuçta yabancı ülkeler top ve tüfekle yapamadıklarını sermayeleri ile yapmakta, ülkemizi yavaş yavaş işgal etmekte ve halkımızın dar ve orta gelirli kesimini yavaş yavaş modern köleleri haline getirmektedirler. Şu anda sıcak para ile gösterdikleri pembe tablo ülkemizin tüm malları yabancıların eline geçene, TCMB'nin döviz rezervleri bitene ve halkımız tam köleleri olana ve de siyasî emelleri gerçekleşene kadar devam edecektir. Bu oyunu ancak dar ve orta gelirli halkımız temmuz 2007'de verecekleri oylarla bozabilir.

<  Sonuçta yabancı ülkeler top ve tüfekle yapamadıklarını sermayeleri ile yapmakta, ülkemizi yavaş yavaş işgal etmekte ve halkımızın dar ve orta gelirli kesimini yavaş yavaş modern köleleri haline getirmektedirler.  >


Globalleşme Rüzgârına Kapılan Ülkemiz
Selahattin Altıer
2 1 . YÜZYIL Nis an / Ma y ıs / Ha z ir an 2 0 0 7 



***

Globalleşme Rüzgarına Kapılan Ülkemiz, BÖLÜM 1

Globalleşme Rüzgarına Kapılan Ülkemiz, BÖLÜM 1


Ekonomik Analiz,
SELAHADDİN  ALTIER
PROF. DR . FERRUH  YILDIZ
PROF. DR . ŞENERÜŞÜMEZSOY




Globalleşme Rüzgârına Kapılan Ülkemiz
(*) Selahattin Altıer 
(*) 21. Yüz Yıl Türkiye Enstitüsü Ekonomik Araştırmalar Bölümü Başkanı, TCMB Dış İlişkiler Eski Genel Müdürü

Ülkemiz Ekonomik alanda Savunmasız bırakıldı.

1980'li yıllardan başlayarak Dünyada estirilmeye başlanan globalleşme rüzgârı yıllar boyunca ABD ve gelişmiş ülkeler tarafından yavaş yavaş gelişmekte olan 
ve az gelişmiş Ülkelere hatta başta Sovyetler Birliği ve Demir Perde Ülkelerine empoze edilmeye başlanmış, bir de “Emerging Marketskalkınan piyasalar” kavramı ortaya atılmıştır. Kalkınan piyasalara aşağıda anlatılan nedenlerle sömürülen piyasalar da denilebilir, oysa zengin sömürücü ülkeler  gelişen piyasalar kavramını sanki çok faydalıymış gibi takdim etmişler ve bunu fakir ülkelere kabul ettirebilmişlerdir. Hatta SSCB'nin ve Demir Perde ülkelerinin komünist ve sosyalist sisteminin çöküşü dahi bu globalleşme rüzgârının sonuçlarından olduğu söylenebilir.

Globalleşme teorisi Dünyada ki bütün ülkeler arasındaki sınırların kalkacağını, emek ve sermayenin(sıcak para dahil) ülkeler arasında serbestçe
hareket edeceğini, buna paralel olarak turizm, nakliye gibi hizmet işlemlerinin de ülkeler arasında serbestçe yapılabileceğini, bunun sonucunda da her
ülkenin daha başarılı olduğu mal ve hizmetleri üreteceğini, böylece de Dünyada refahın artacağını ileri sürmektedir. Örneğin Almanya sanayide, İtalya
ve Türkiye turizm sektörlerinde ihtisaslaşacaktır. Bu teori 19. yüzyılda “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” diyen Adam Smith'in liberal para
ve ekonomi teorisine benzemekte, Dünyada tüm dengeleri arz ve talep eşitliğinin sağlayacağı fikri ortaya atılmaktadır. Adam Smith dönemi ekonomistlerinden Malthus da emeğin arz ve talep dengesinin emek fiyatını belirleyeceğini, eğer emek arzı fazla ise emek ücretinin açlık sınırına kadar düşeceğini, daha aşağı düşerse insanlar açlıktan öleceği için emek arzı da azalaca- ğından sonuçta ücretler tekrar yükselip ücret dengesinin tekrar kurulabileceğini ileri sürmüştür. Bu liberal teorinin uygulanmasında, yeni sanayileşen ülkelerden Belçika da işçilerin gözlerinin oyulmasına kadar gidilmiştir. 

Bu ekonomi teorilerinin yarattığı işsizler ve ülkeler arası ekonomik rekabet sonucu Dünyamız I. ve II. Dünya savaşlarına sürüklenmiş, hatta Rusya'da
1917'de kapitalist rejim devrilmiştir. Bu liberal politikalara tepki olarak devletçi olan Keynes ve benzeri teoriler doğmuştur. Uygulanan liberal ve emeği
dikkate almayan politikalar sonucu Almanya'da 5 milyon işsiz doğmuş ve bu işsizler Hitler'in ve 2. Dünya harbinin esas doğuş sebebi olmuştur. Yine
Rusya'daki 1917 ihtilâlinin altında işsizlik ve sefil olmuş işçiler vardır. 20. Yüzyılın başlarında o dönemin Avrupa'sında uygulanan liberalleşme ve sanayileşme üretim fazlası yaratmış bu üretim fazlasının diğer ülkelere satışının doğurduğu rekabette savaşların bir diğer nedeni olmuştur.

Bugünkü globalleşme teorisinin yukarıda sözü geçen liberal ekolün teorisinden esasta farkı yoktur, ancak yeni liberal global teori üretim artışları nedeni
ile ülkelerarası ticarette çatışma çıkmaması için ülkelerde mal ve hizmet ticaretinde konulan her türlü sınırlamanın kaldırılmasını istemekte ve bu fikirlerini  kabul ettirebilmek için de globalleşmenin her ülkeyi daha da zenginleştireceğini ileri sürmektedirler. 





Avrupa Birliği(AB) Devletinin kurulması girişimi de globalleşmenin bir uygulaması olup esasen gelişmiş ülkeler arasındaki ticarî çatışmanın önlenmesini
amaçlamaktadır. Yüzyıllardır savaş eden Avrupa Ülkelerinin bir Devlet altında birleştirilmesinin savaşları önleyeceği düşünülmektedir.
Ancak globalleşme bazı Avrupa ülkelerine yararken Fransa, İspanya gibi ülkelerde işsiz ordusu yaratmıştır. Yeni Fransa Başkanı Sarkozy de bu işsizliğe 
Avrupa Merkez Bankasının neden olduğunu ileri sürerek, ilk kez AB'ne karşı çıkmıştır. Avrupa da işsizlik ve ekonomik problemler çıktıkça Avrupa Devletinin 
kurulması tehlikeye girebilecektir. Zaten Avrupa Anayasasının Fransa ve Hollanda'da ki referandumlarda ret edilmesi AB'nin uzun ömürlü olmayacağının ilk  işaretidir. Rusya da komünist rejimin yıkılması, Çin'de ekonomik düzenin değişmesi, NAFTA(ABD-Kanada ekonomik işbirliği), Latin Amerika Ülkelerindeki liberal  uygulamalar, Türkiye'de Turgut Özal ile başlayan liberalleşme ler hep globalleşme teorisinin rüzgârlarından etkilenmiştir. Bu liberalleşme teorisine karşı gelen  Irak, Afganistan gibi Ülkeler silah gücü ile işgal edilmişlerdir ve bu Ülkelerde hala ABD ve işbirlikçilerince katliamlar yapılmaktadır. 

< 20. Yüzyılın başlarında o dönemin Avrupa'sında uygulanan liberalleşme ve sanayileşme üretim fazlası yaratmış bu üretim fazlasının diğer ülkelere satışının doğurduğu rekabette savaşların bir diğer nedeni olmuştur. >

Görüleceği üzere, günümüzde ki globalleşme teorisi kapsamında çok miktarda petrole sahip ülkelerin sermaye ile işgal edilememesi halinde, silah gücü ile 
işgal edilmesi de vardır.

Uygulanan globalleşme sonucu yıkılan SSCB yerine kurulan Rusya Federasyonu IMF kontrolünde bir türlü toparlanamamış, bilahare Putin Başkan olduktan 
sonra petrol üretimi ve fiyatlarının artışı ile ülkenin malî durumu nispeten düzelmiştir. Putin IMF'ye ve diğer gelişmiş ülkelere borçlarını
ödeyerek ülkesini IMF'nin sultasından kurtarmış, Orta Asya Devletleri ve diğer Ülkelerle işbirliği yaparak kendi sistemini kurmuştur. Yine Latin Amerika
Ülkeleri başta Venezüella IMF'ye borçlarını ödeyerek kendi deyimleriyle IMF'yi Ülkelerinden kovmaya başlamışlardır. Çin zaten baştan beri kendine
özel ekonomik sistemini uygulamaktadır. Sözü geçen ülkeler uyguladıkları ekonomi politikaları sonucu cari döviz dengelerini pozitife çevirmişler,
döviz rezervlerini arttırmışlardır. Oysa Türkiye hala IMF'nin sultasında olup kendine öz ekonomi sistemini kuramamaktadır. 
Ülkemizin cari döviz dengesi çok kötü durumda olup, ekonomi sıcak paracıların kontrolündedir. Ülke aşırı borçlanmıştır, işsizlik ve fakirlik artmaktadır.
Globalleşmenin üç ana aracı bulunmaktadır;

a- Liberalleşme ve deregülasyon ( liberalization) Ülkelerin başta kambiyo ve döviz mevzuatı olmak üzere tüm mevzuatının yeniden düzenlenmesi (deregulation)  yoluyla ülkenin yapısının liberalleştirilmesi ve bu yolla Dünya'daki diğer ülkelerle entegrasyonun  (bütünleşmesinin) sağlanması.

b- Özelleştirme (privatization),

c- Sekuritizasyon ( securitization ),

Şirket ve kurumların halka açılmaları ve gayrimenkullere dayanan menkul kıymet ihraç edilerek gayrimenkullerinde piyasada kolayca satılabilmesi
veyahut ta malî kuruluş ve şirketlerin alacakları teminat gösterilerek finansman sağlama imkânlarının yaratılması.

Bu araçların uygulanmasının komiserlik görevi de IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi mevcut ve sonradan oluşturulan kuruluşlara (Avrupa Yatırım Bankası) verilmiştir.

Globalleşmenin Ülkemizde Gelişimi;

Globalleşmenin araçlarından en önemlisi olan liberalleşme ve mevzuatın yeniden yapılandırılması çalışmaları Ülkemizde ilk olarak 1983 yılında başlamış ve bunun ilk öncüsü Başbakan Turgut Özal olmuştur. Bu dönemde ilk uygulamalar daha çok mevzuatın liberalleştirilmeye çalışılması şeklinde olmuş, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı kurulmuş, yabancı sermaye gelmesi için “Yabancı Sermaye Kanunu” yeniden düzenlenmiş, yabancı sermayenin teşviki görevi Devlet Plânlama Teşkilatına verilmiştir. Ayrıca ihracatın teşvikine de önem verilmiş ve bu konuda da önemli yol alınmış, ancak yabancı sermaye ülkemize istenen miktarda gelmemiş, özelleştirme işlemleri de amaçlanan düzeyde olamamıştır.

Turgut Özal Hükümetinden sonra gelen koalisyon Hükümetlerindeki partiler bir birilerini kontrol ettiklerinden fütursuzca özelleştirme yapılamamış ve yabancılar Ülkemizin kritik sektörlerini istilâ edememişlerdir. Turgut Özal ile başlatılan bu ilk globalleşme deneyi ülkemizi 1994 yılında krize götürmüş, bunu müteakiben 28 şubatta dolaylı bir askeri müdahale gelmiş, bunun sonucunda da Başbakan Bülent Ecevit başkanlığında iktidara gelen DSP-ANAP-MHP Hükümeti, büyük ihtimalle ABD ve Avrupa'nın da etkisi ile, ülkemizde globalleşme hareketini
IMF'nin denetiminde ve yönetiminde yeniden başlatmış, yapılan IMF anlaşmasına da ekonominin çıpası denmiştir. Bu sıralarda AB'de ülkemize AB üyeliği ümitlerini vermiş ve Başbakan Ecevit AB toplantılarında boy göstermeye başlamıştır. AB ile olan ilişkilerin gelişmesine de AB çıpası denmiştir. IMF ile stand by kredi anlaşması yapılmış ve bu yolla Türkiye'ye 6 milyar $ kredi verilmiş, Dünya Bankası da önemli bir miktarda kredi  taahhüdünde bulunmuştur. 

< Globalleşmenin araçlarından en önemlisi olan liberalleşme ve mevzuatın yeniden yapılandırılması çalışmaları Ülkemizde ilk olarak 1983 yılında başlamış  ve bunun ilk öncüsü Başbakan Turgut Özal olmuştur.>

Ecevit hükümeti bu globalleşme deneyimine başta çok hevesli olmakla birlikte, Hükümetin gerek koalisyon Hükümeti olması gerekse milli duygularının ağır basması nedeni ile, AB ve IMF'nin ülkemizin sosyal, kültü-rel ve siyası anlayışına ters düşen bazı taleplerini ilk başta yerine getirmeye çalışır gibi görünmüş ancak sonuçta bu talepleri tam olarak yerine getirme-miş, tam liberalleşme yapılamayarak özelleştirme işlemleri istenen düzeyde olmamış ve yabancı sermayeye tam serbesti sağlanamamış, sonuçta da bu hükümet 2001 ekonomik krizinden sonra uzun süre iktidarda kalamamıştır.

2001 krizinden sonra Dünya Bankası'ndan Kemal Derviş gelerek Ekonomi Bakanı olmuş ve IMF'nin Türkiye'ye verdiği krediyi 30 milyar $'a kadar yükseltmiştir. Bu arada bir çok bankaya el konmuş ve yabancı banka ve kuruluşların alacaklarının ödenmesi Devletçe garanti edilmiştir,fakat kanımızca IMF yine tam tatmin olamamıştır. 2002 seçimlerinden hemen önce AKP kurulmuş, bu arada da Necmettin Erbakan'a siyasî yasak konulmuş, Tayyip Erdoğan'ın seçilme yasağı CHP'nin de Meclisteki desteği ile bir şekilde kaldırılmış, böylece yaratılan kamuoyu ile AKP'nin ve Tayyip Erdoğan'ın önü açılmış, yapılan seçimler sonucu AKP sihirli bir şekilde iktidar, Tayyip Erdoğan da Başbakan olmuştur.

Ekonominin alt yapısının Ecevit Hükümeti zamanında IMF ve Dünya Bankası tarafından hazırlanmış olduğu bir ortamda AKP'nin iktidara gelişi yeniden globalleşme sürecini hızlandırmış, gerçektende AKP'nin iktidar olduğu 2002 yılından günümüze kadar globalleşmenin araçları olan sermaye hareketleri mevzuatlarının tam serbestliği (en gelişmiş ülkelerdekinden daha ileri düzeyde), özelleştirme (Devlet mallarının satışı),  tüm mevzuatın azaltılması tam manasıyla yapılmıştır. Bu uygulamaların istenen sonucu vermesi içinde Dünyada eşi olmayan hazine bonosu faizleri verilmiş bunun sonucunda da ülkemize sıcak para akmış, bu da döviz kurlarına baskı yaparak Türk Parası aşırı değerlenmesi ne (%70) neden olmuştur. 2002 yılında iktidar olan AKP Hükümeti, kendisinden önceki Hükümette Bakan olan Kemal Derviş ile birlikte IMF tarafından oluşturulan ekonomi politikasını, AB müzakerelerinde kendisine kalkan yapmak suretiyle aynen uygulamış, fakat özelleştirmeyi  ilk başlarda hafiften almıştı. Ancak zamanla sistem daha fazla sıcak para ve döviz gerektirdiğinden, bütçede de daha fazla Türk parası ihtiyacı doğduğundan son iki yılda özelleştirmeye mecburen aşırı bir hız vermiştir.

< AKP Hükümeti, kendisinden önceki Hükümette Bakan olan Kemal Derviş ile birlikte IMF tarafından oluşturulan ekonomi politikasını, AB
müzakerelerinde kendisine kalkan yapmak suretiyle aynen uygulamış, fakat özelleştirmeyi ilk başlarda hafiften almıştı.>

IMF'nin Şefliğindeki Globalleşme Uygulamasının Araçlarının Ülkemize Yaptığı Etkiler;

a- Mevzuatın liberalleştirilmesi (deregulation- liberalization)

IMF'nin yaptığı plân çerçevesinde, yüksek Türk Lirası faiz düşük döviz kuru politikası ile dört yıldan beri döviz kurları aynı kalmış, bunu sağlamak
için de gerek T.C. Merkez Bankası faizleri gerekse Hazine'nin ödediği faizler çok yüksek tutulmuş, bugün dünyada eşi olmayan reel faizler( ödenen faiz
ile enflasyon arasındaki fark) ödenmiştir. En son Hazine bonosu faizinin %20, TCMB enflâsyon hedefinin %4 olduğu dikkate alınırsa %15-16 oranında
reel faiz ödendiği ortaya çıkmaktadır. Uygulanan bu yüksek reel faizinde etkisiyle, yurtdışındaki likidite(para) bolluğu içerisinde gidecek yer
arayan sıcak para, Hükümetin de teşviki ile ülkemize akmaya başlamıştır.

2006 yılı başlarında %13 seviyelerine inen Hazine faizlerini beğenmeyen ve Borsada yabancılara da vergi ve kayıt konulacağı kararından memnun olmayan
sıcak paracılar 2006 yılı baharında 5-6 milyar $ dövizi yurtdışına çıkarmışlar ve $ kurunu 1,70 YTL'ye kadar yükseltmişlerdir. Bu gelişmeden
ürken Hükümet ve TCMB tekrar faizleri yükseltmiş(hazine bonosu faizleri %22'lere kadar yükselmiştir) ve yabancılar Borsada kayıt ve vergiden
muaf tutmuşlardır. Bunun üzerine $ kuru 1,30 YTL'ye kadar inmiş ama çok üzücüdür ki Hazine bonosu faizleri bugüne kadar %20-21
gibi çok yüksek düzeyde kalmıştır. Görüleceği üzere Türk parasal sistemi, yani faizlerin ve döviz fiyatlarının tespiti ve parasal sistemdeki vergi uygulamasının 
belirlenmesi yabancı sermayenin eline geçmiştir. Yabancı sermayenin ülkemize tam akışını sağlamak için, liberalleşme çerçevesinde ülkemizdeki “Nereden
Buldun Yasası” da kaldırılmıştır. Diğer yandan yabancılar Borsanın da %70'ini eline geçirerek kendi yönetimlerine almışlardır.

Sonuç olarak sermaye hareketlerindeki tam serbesti ülkemize sermaye akımını sağlamış ve sıcak para en son 85 milyar $'a yükselmiştir. Türkiye'nin
toplam milli gelirinin 400 milyar $ civarında olduğu dikkate alınırsa sıcak para milli gelirimizin ¼'ne yaklaşmaktadır. Yine özel sektörce(banka ve diğer
kuruluşlar) alınan dış borçlar 130 milyar $'a varmıştır, bu borçların ortalama faizi %6 olarak alınırsa, sadece özel sektör 6,5-7 milyar $ faiz yükü altına girmiştir.
Serbesti kapsamında gelen yabancı sermaye yeni yatırım yapmaya hiç yönelmemiş hazır kuruluşları satın almıştır(halbuki yabancı sermayenin dö-
viz geliri sağlayan sektörlere yeni yatırım yapması ve yeni teknoloji getirip
ilâve istihdam sağlamı gerekir). 

<  En son Hazine bonosu faizinin %20, TCMB enflâsyon hedefinin %4 olduğu dikkate alınırsa %15-16 oranında reel faiz ödendiği ortaya çıkmaktadır. >

Bu gelişme sonucu bankacılık sektörünün %25'i(gittikçe artıyor), sigortacılık sektörünün %90'nı, haberleşme sektörünün çok büyük kısmı, süper marketler inin  önemli bir kısmı, turistlik tesisler, limanlar ve de şimdi sanayi kuruluşları yabancıların eline önemli bir oranda geçmiştir.

Görüleceği üzere globalleşmenin liberalleşme ve deregülasyon silahı ülkemizi işgali altına almak üzeredir.

Ayrıca bankalar kolayca ve serbestçe sağlayabildikleri dış kredileri de kulanarak, reklâmlarla da etki yaratıp, halkımıza krediler vermişler ve halkımız sonuçta 
bankalara 36 milyar $ borçlu hale gelmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki finans sektörünün yabancıların eline geçmesi çok tehlikelidir.

Zira yabancı bankalar Türk firmaları yerine yabancı firmaları destekleyebilir, nitekim ülkemizdeki yabancı sermayeli bankaların yurt dışında iş
yapan Türk müteahhitlerine teminat mektubu vereceği yerde yabancı müteahhitlere verdiği , Türk müteahhitlerince ileri sürülmüştür.

b-Özelleştirme (privatization);

Devlet; Tüpraş'ı, bazı diğer şirketleri, Halk ve Vakıflar Bankasını, limanları, hava alanlarını, telekomikasyon sektörünün büyük kısmını satmıştır. 
Özelleştirmeler bu şekilde devam ederse yakında bankacılığın %50'den fazlası yabancıların eline geçmiş olacaktır. Yabancılar bankacılık sektörünü
ele geçirmek için gayret sarf etmektedirler. Örneğin Halk Bankasının halka arzında, Ortadoğulu El Maktum bu bankanın %6'sını halka arzdan ve
borsadan satın alarak ele geçirmiştir. Yine Tüpraş'ın halka arz edilen (%15.2) kısmını kapatıp bundan bir günde yüz milyonlarca dolar kar eden
Ofer'i unutmamak gerekir. Ülkemizde Hükümet özelleştirmeyi, saplandığı ekonomik bataklıktan kurtulmak için, sadece para bulmak amacı ile yapmış,
elde edilen paralar da borç faizlerinin ödenmesinde kullanılmıştır. Nakit bulmak için yapılan bu özelleştirmelerde en çok dikkati çeken Türk Telekom'un
satışıdır. T. Telekom'un %55'i 6,5 milyar $'a satılmıştır, 2006 yılı karı 3,8 milyar YTL(bugünkü kurlardan 2,8 milyar $)'dır. Payına 1.5 milyar $ düş-
mektedir ki, bu karın içerisinde 2007 yılında yapılan aşırı zamlar da yoktur.

<  Finans sektörünün yabancıların eline geçmesi çok tehlikelidir. Zira yabancı bankalar Türk firmaları yerine yabancıMfirmaları destekleyebilir.  >

Dünyada kendini 3-4 yılda Amorti eden böyle bir büyük yatırım yoktur.

Globalleşmenin ana aracı olan özelleştirme ülkemizin tüm devlet mallarının haraç mezat satılması ve ileride ülkemizin ağır bir kâr transferi yükü altına
girmesi sonucu doğurmuştur. Esasen yabancılar özelleştirmeden elde ettikleri bu anormal karlarla birkaç sene içerisinde ülkemizin önemli mallarının hemen hepsini satın alabilirler, şöyle ki Oger Tüpraş'tan elde ettiği 600 milyon $ ve Telekom'un 1,5 milyar $'lık 2006 yılı karının toplamı olan 2.1 milyar $ ve 2007 yılında elde edeceği karla 2 yılda bir Tüpraş gibi bir kuruluşu satın alabilir. Bu olayda da döviz kurlarının nasıl yabancılara yaradığı ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki T.Telekom'un 3,8 milyar YTL:'lık 2006 yılı karı 1$= 1,35 YTL'den 2,8 milyar $ etmektedir, YTL'nin olması gereken kur 1$= 2,7 olsa idi, T.Telekom'un karı 1,4 milyar $:'a inecekti.

Sonuçta sadece para için yapılan özelleştirmeler ve döviz kurlarının aşırı baskı altında tutulması globalleşmenin özelleştirme silahını da lkemiz aleyhine çevirmiştir ve yabancılar ülkemizden sağladıkları karlarla yine ülkemizin diğer mallarını satın alabilecek hale gelmişlerdir.

c-Seküritizasyon (securitization); 

Son zamanlarda gazetelerde bankalarımızın yurt dışından aldıkları seküritizasyon kredilerini okumaktayız, bu işlem bankaların yurt dışından olan döviz alacaklarını teminat göstererek kredi almaları demektir. Bu kredilerin birkaç milyar $'a ulaştığı anlaşılmaktadır ve sağlanan bu krediler ülkemizin alacaklarını bir nevi ipotek altına sokmaktadır. İleride bu şekilde sağlanan kredilerin arttığını görürsek tehlikenin iyice yaklaştığını anlayabiliriz. Osmanlıların son döneminde de alınan aşırı borçlar ödenemeyince yabancılarca Düyun-u Umumiye idaresi kurulmuş ve borçlar ülkenin ihracat bedellerine ipotek konulmak suretiyle ödenmiştir.

Globalleşmenin seküritizasyondan amacı, sabit kıymetlerin ve şirketlerin varlıklarının menkul kıymete(hisse senedi vs.) bağlanarak likit hale getirilmesi
ve bu yolla finansman bulunarak ekonomiye hareket ve büyüme sağlanmasıdır. Ülkemizde sekürütizasyon bu şekilde olacağına, bankalarımızın
dış borç sağlama potansiyelinin arttırılması için kullanılmıştır.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

****

30 Mayıs 2017 Salı

Saldırıya Uğrayan Politikacılar



Saldırıya Uğrayan Politikacılar


Kılıçdaroğlu'na Grup toplantısına girmek üzereyken yapılan yumruklu saldırı geçmişte saldırıya uğrayan diğer siyasileri akla getirdi.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun bugün mecliste saldırıya uğraması akıllara Türk siyasi hayatında saldırıya uğramış politikacıları getirdi. 

Kimi zaman sade vatandaş kimi zaman da kendi meslektaşları tarafından saldırıya uğrayan politikacılara kısaca bir göz atalım istedik.


1. İsmet İnönü


İsmet İnönü
CHP'liler 1959 bahar aylarında Batı Anadolu illerini kapsayan ve Büyük Taarruz adı verilen bir seçim kampanyası başlatmıştı. İşte bu seçim gezileri 
sırasında İnönü, Uşak’ta taşlı saldırıya uğramıştı.

2. İsmet İnönü


İsmet İnönü
İsmet İnönü 4 Mayıs 1959'da da İstanbul Topkapı'da saldırıya uğramış; İnönü'yü etrafını saran kalabalıktan bir polis komiseri kurtarmıştı.

3. Bülent Ecevit


Bülent Ecevit
Bülent Ecevit ise birden fazla kez saldırıya ve suikast girişimine maruz kalmıştı. 1975'in Haziran ayında CHP'nin Gerede mitinginde Ecevit'in otobüsüne taşlı 
saldırı düzenlenmiş sonra da bir cami minaresinden kalabalığa ateş açılmıştı. CHP milletvekilleri, Ecevit'i ablukaya alarak meydandan uzaklaştırmışlardı.

4. Bülent Ecevit


Bülent Ecevit
Bülent Ecevit seçim kampanyası için gittiği İzmir hava meydanında 29 Mayıs 1977 Cumartesi ünü Kontrgerilla tarafından düzenlendiği iddia edilen suikasttan 
sağ kurtulmuştu.

5. Turgut Özal


Turgut Özal

Başbakan Turgut Özal'a 1988 yılında ANAP kongresi sırasında Kartal Demirağ tarafından suikast girişiminde bulunulmuştu. Özal, bu saldırıda parmağından 
yaralanmış, sonra kürsüye çıkarak konuşmasını tamamlamıştı.


6. Süleyman Demirel


Süleyman Demirel

Üzerine sahte yüzbaşı üniforması giyen Vural Önsel adlı bir kişi, 13 Mayıs 1975 günü Başbakanlık binası önündeki merdivenlerde Demirel'e yumruk attı. 
Önsel'in annesi, oğlunun ruh sağlığının bozuk olduğunu söyledi. Önsel 1,5 yıl hapse mahkum edildi.

7. Süleyman Demirel


Süleyman Demirel
18 Mayıs 1996’da İzmit’te bir alışveriş merkezinin temel atma törenine katılan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, suikast girişimine hedef oldu. 
Demirel kürsüde konuşurken İbrahim Gümrükçüoğlu adlı suikastçi silahını Cumhurbaşkanına yöneltti. Demirel’in koruma müdürü, saldırganın üzerine atlayarak suikasti önledi.

8. Mesut Yılmaz


Mesut Yılmaz
Anavatan Partisi Genel Başkanı Mesut Yılmaz da yumruklu saldırıya uğramıştı. 1988 yılının Kasım ayında Budapeşte'de kaldığı otelin lobisinde yumruklu 
saldırıya uğrayan Yılmaz'ın burnu kırılmıştı.

9. Akın Birdal


Akın Birdal
Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal, partisince Bursa'da düzenlenen ''Rereferandum için Boykot'' mitinginde konuşurken, 
bir kişinin saldırısına uğradı.

Tuncel'in de katıldığı mitingdeki konuşması sırasında, kürsünün bulunduğu platformda bulunan bir kişi Birdal'ın yanına giderek, kafa attı.

Akın Birdal, saldırıdan yaralı olarak kurtulurken, saldırıyı gerçekleştiren üniversite öğrencisi de linç girişimi sonucu yoğun bakıma alındı.


10. Ahmet Türk



Ahmet Türk
Kapatılan DTP'nin gelen başkanı Ahmet Türk, Samsun'daki Bulanık olayları davası sonrası yumruklu saldırıya uğramıştı. Saldırı sonrası Ahmet Türk'ün burnu 
kırılmış, alnında yarık oluşmuştu.


11. Fevzi Şıhanlıoğlu



Fevzi Şıhanlıoğlu
Türk siyasi hayatındaki en acı yumruk olayı ise TBMM'de yaşandı. 31 Ocak 2001 günü, iç tüzük görüşmeleri sırasında çıkan kavgada DYP Şanlıurfa milletvekili 
Fevzi Şıhanlıoğlu yüzüne aldığı bir yumruktan sonra, kalp krizi geçirdi ve hayatını kaybetti. Olayla ilgili MHP İçel milletvekili Cahit Tekelioğlu yargılandı. 
3 yıl hapse mahkum oldu ve 13 ay cezaevinde yattı.

12. Taner Yıldız


Taner Yıldız
Şırnak'ta jandarmaya ait sivil minibüse yapılan silahlı saldırıda ağır yaralanan, Ankara Gülhane Askeri Tıp Akademisinde (GATA) şehit olan Jandarma Kıdemli 
Yüzbaşı Levent Çetinkaya'nın Kayseri'deki cenaze törenine katılan Bakan Yıldız, bir kişinin yumruklu saldırısına uğradı.

Saldırganın beden eğitimi öğretmeni ve adının Şahin Şimşek olduğunu söyledi. Emniyet güçleri olayla ilgili olarak saldırganı ve 3 kişiyi gözaltına aldı.


13. Bekir Bozdağ



Bekir Bozdağ
Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde düzenlenen “50. Ulusal 24. Uluslararası Hacı Bektaş-ı Veli Anma Kültür ve Sanat Etkinlikleri”ne katılan Başbakan 
Yardımcısı Bekir Bozdağ, konuşması sırasında protesto edildi. Bozdağ kürsüden indikten sonra da bir anda ortalık karıştı. Bir şahıs Bozdağ’a saldırmak istedi. 
Korumalar araya girdi.


14. Kemal Kılıçdaroğlu



Kemal Kılıçdaroğlu
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğu'na bundan bir süre önce de Gaziantep'teki mitingi sırasında ayakkabı atılmıştı. Kılıçdaroğlu'nun bacağına temas eden 
ayakkabılar, koruma polisleri tarafından platformdan alınmıştı.

https://onedio.com/haber/turk-siyasi-tarihinde-saldiriya-ugramis-politikacilar-283344

***