bayrambayrakdar


“(…) Meğer 12 Mart 1997’nin cumartesi günü Washington’da dönemin Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın çağrısı üzerine Bakanlık binasının yedinci katında Türkiye ile ilgili bir toplantı yapılmış. Bu toplantı, 28 Şubat kararlarının alındığı MGK toplantısından hemen iki hafta sonra düzenlenmiş. Hatırlayın… RefahYol, haziranda iktidardan gitti. Bernard Lewis, Paul Wolfowitz, Richard Perle hepsi toplantıdaymış. Türkiye’ye ilişkin olarak ne yapılmalı, o toplantıda konuşulmuş. O toplantıdan çıkan genel eğilim, ‘doğrudan askerî bir darbe olmadan bu hükûmet gitmeli’ olmuş.” Cengiz Çandar, Taraf, 16 Nisan 2012.

Türkiye’nin içinde bulunduğu yerel ve bölgesel dayatmalarla yaşamak zorunda kaldığı sorunlarını, küresel iradenin/iradelerin etki ve yansımaları ışığında değerlendirmek gerekir. Önce şu konuyu, özellikle, belirtmeliyim ki, Soğuk Savaş sürecinde Türkiye, politikacısından bürokratına, çok önemlidir, hâttâ TÜSİAD’a varıncaya kadar, Soğuk Savaş sürecinin rehavetiyle NATO’ya ve tabii ki ABD ve onun gölgesinden bir türlü kopamayan Batılı ortaklarına stratejik dış sorunlarını ihale etmişti. Kıbrıs ve Ege Sorunu bu konuların başında geliyordu.

Yaşanan istenmeyen gelişmelerin etkisiyle, Türkiye’de Anti-Amerikancı bir siyasi hareket uç vermeye başladığında, kısmen bu nitelemelerde gerçek payı yok değildi, ama, Türkiye’nin ulusal bağımsızlığı konusunda duyarlılık gösterenler ya komünist ya ultra milliyetçi ve/veya faşist ya da şeriatçi yaftalamalarla susturulmaya çalışılırdı. Bu dönemde NATO’nun, yâni Amerika’nın ve Batı’nın emir ve talimatlarından bunalan Menderes’ten Demirel’e, Ecevit’ten Erdoğan’a-siyasal liderler ABD’nin nüfuzuyla gelmiş olsalar bile- Türkiye’nin ulusal çıkarlarının ve jeopolitiğinin bir sonucu olarak kimi zaman NATO’yu, yâni tabii ki ABD’yi ciddi önlem/önlemler almaya yöneltmiştir ki, askeri müdahaleler de bu önlemlerin Soğuk Savaş süreci parametrelerinden sayılmalıdır.
28 Şubat Post-modern Darbesini de küresel iradenin dayatmalarıyla açıklamak gerekir. Keza, Ergenekon ve Balyoz vb. soruşturmaları da ülkenin ciddi kurumlarına ve aydınlarına karşı yapılmış küresel iradenin ciddi operasyonları olarak değerlendirilmelidir. Bu değerlendirmede çelişki bulunmamaktadır.
Ünlü tarihçi Eric Hobsbawm, yirminci yüzyılı Amerikan yüzyılı olarak tanımladı ve haksız da değildi. Günümüzde Amerikan İmparatorluğu’nun Yeniden İnşası yeni karmaşaların ardında saklı duran ve nihayet 2000’li yılların yaklaşmasıyla ortaya çıkan yeni bir projeye ihtiyaç duyacaktı. Proje, kimileri bunun farkında olmasa bile, gerçekte, tüm dünya toplumlarını yakından ilgilendiriyordu.
Hükûmet Darbesinin ve onun gerisinde yatan zihniyetin doğasını Troçki açıklamıştı: Siz savaşla ilgilenmiyor olabilirsiniz; ama, savaş sizinle ilgilenecektir. 11 Eylül’ün sonuçları herkesçe bilinmektedir. Arap Baharı adı altında başlatılan Turuncu Devrim girişimlerinin bölgeyi nereye götürdüğü açıktır. Sovyetler’in dağılmasından sonra Doğu ve Orta Avrupa toplum ve devletlerinin yeniden yapılandırılması, Ortadoğu’da devam ede gelen Turuncu gelişmeler, Balkanlar’ın kan gölüne dönüşü ve uzak olmayan bir gelecekte Kafkasya. Azerbaycan-Ermenistan muharebelerini bunun habercisi olarak değerlendirmek gerekir. Çatışmanın tohumları, 1992’de Karabağ’ın bir soykırımla işgal edilmesinde ekilmiştir. Çin, Hindistan ve Kafkasya gibi stratejik öneme sahip coğrafyalar, ABD’nin satranç tahtasında yer almaktadır.
Küresel kapitalist imparatorluğun; ideolojik, askerî, mali, hukuksal ve kültürel tahakkümü altına alınan devletler ve toplumlar, iktidarda hangi siyasal eğilimli partiler olursa olsun, egemenliklerini çürütmek suretiyle iflâsın baş sorumlusudurlar. Modernizm fetişizmine saplanan, reform/yenileşme yanılsamaları, egemen bloklara dayalı kurtuluş formüllerine sarılan hükûmetler/devletler, yalnızca intihara doğru sürüklenmeye mahkûmdurlar. Böyle bir durumda politik iktidarlar, güçlerinin, salt silâhlı kuvvetler, ordu, polis ve gizli servisler vb. kurumlar aracılığıyla, iktidar ve güçlerini pekiştirme adına, bir gövde gösterisine dönüştürdükçe, kendi çukurlarını kendileri zaten kazmaya başlamış olmaktadır. Bu bağlamda ABD-Türkiye ilişkileri oldukça karmaşık bir hâl almıştır ve bilinenler buzdağının görünen kısmıdır.

Günümüzde darbe 
söylentilerini nasıl 
değerlendirmek gerekir?

Ulusal ve küresel ölçekte stratejik ve jeopolitik konular üzerine ciddi bir analist olarak gördüğüm Yavuz Alagon, 26 Mart 2016 tarihli Senaryolar ve Program başlıklı yazısında muhayyel darbe olasılığı üzerine şu değerlendirmede bulundu:
“Atlantik ötesinden bir hamle geldiğinde, ‘Acaba bize ne yapacaklar?’ gibi bir sorunun çevresinde herkes senaryo yazmaya başlıyor. Senaryolarda programatik [sistematik demek istenmiş olabilir mi ?!] içerik çok az, paranoya ise bazen aşırı derecede. Kıyamete doğru çeşitli alametlerin belirdiği gayet açık. AKP’ye karşı Fetöcü darbe girişimi küreselleşirken, Reis’in şahsında hükûmete yönelik sert çıkışlar Amerikan marjinal medyasından giderek merkez medyaya taşındı ve nihayet iki önemli Amerikalı şahsiyetten biri, ‘Erdoğan’ın yolsuzlukları buzdağının görünen ucu’ ”derken; diğeri, ‘Vaşington Erdoğan sonrasına hazır’.”

Alagon, öngörülerini şöyle sıralıyor:

“…Çok çeşitli senaryolar var: askeri darbe, turuncu devrim, iktidarın parçalanarak ne yapacağını bilemeyen TSK’nın kucağına düşmesi, AKP içinde bir darbeyle iktidarı ele geçirenlerin Reis’i tecrit etmesi ya da emperyalizmin, ölümü göstererek iktidarı sıtmaya razı etmesi. Bunların hepsi olabilir; ancak şu bir gerçek: Ülkemizin aydınlanmış kesiminde son on üç yılda öyle bir dehşet, yabancılaşma ve öfke birikti ki, açıktan bir hareket olduğu zaman, insanların bayraklarını kapıp ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ diye, sokaklara fırlamaları an meselesi olacak. İnsanlar gericiliğin, şiddetin ve yolsuzluğun hayatın her alanından silinmesini, Cumhuriyet’in kurucu ilkelerine dönülmesini, halk egemenliğinin kayıtsız şartsız iadesini talep edecekler, çocuk tecavüzlerine, dini eğitime, kadın cinayetlerine, bölücülüğe ve ümmetçiliğe karşı tıpkı 2007 yılının Nisan ve Mayıs’ındaki, 2013 yılının Haziran’ındaki gibi harekete geçerek meydanları dolduracaklar. ‘Cumhuriyet düşmanı hırsızlar, anti-emperyalist oldular’ diyerek Saray’ı savunanlar orta yerde kalacaklar ve her türlü desteği kaybedecekler. Peki sonra ne olacak?”
Ortaya çıkacak, özellikle kontrolsüz ya da kontrolden çıkan halk hareketlerinin, kimlere yarayacağı uyarısını da ihmâl etmiyor:
American Enterprise Institute’(AEI) Neo-Con Michael Rubin, şişe kapağı değiştirir gibi konuşuyor. Örneğin, ‘Darbe hükûmetiyle çalışırız’ diyor. Rubin’in kafasında halk kavramı, yâni bir bakıma tarihsel derinlik yok. Konuyu sadece teknik boyutta değerlendiriyor.
“Turuncu iktidar ya da darbeciler ya da birileri Gül-Arınç-Fetö hükûmeti mi kuracaklar, emperyalizmin kucağına iyice oturarak aynı iktisat politikalarını mı sürdürecekler; federatif-gerici-bölücü anayasa çalışmalarına, dolayısıyla ‘çözüm süreci’ne kaldıkları yerden devam mı edecekler, sokaklara çıkan kitleler de sükûnet içinde evlerine mi dönecekler? Bu, bize bağlı.

Öngörülen düşünce ışığında, yapılması gereken tutumun, “Biz kendi kurucu irademizi oluştururuz, kendi kaderimizi sizden bağımsız olarak tayin ederiz”, şeklinde olması gerektiği üzerinde duruyor. Ben, bu yaklaşımı millî ve devrimci bir halk hareketiyle sonuca ulaştırmanın, küresel etki ve güç iradelerine ve onların içerideki aparatlarına karşı, mümkün olabilecek başarıya en yakın olasılık diye değerlendirmek istiyorum.

Hükûmet Darbelerinin Tekniği Üzerine

Burada, devrimin ve/veya darbenin doğasını tartışarak Rus Devrimi’ni ihtilâl yöntemi açısından değerlendirmenin ve günümüz insanına bir tutum sunmanın yararlı olacağını düşünüyorum. 1917 yılında, Menşeviklere karşı ihtilal yapmaya hazırlanan Bolşevik Lenin ile adamları arasında görüş ayrılığı vardı.
Malaparte’nin, Hükûmet Darbesi Tekniği başlıklı kitabından alıntılanan, İhtilâller ve Darbeler Tarihi’nde yansıtılan bilgilere göre, Ekim Devrimi’nin, stratejisinin Lenin, darbe tekniği yaratıcısının ise Troçki olduğu belirtilir. Darbe tekniği için Troçki şunları söyler:
“Taktikle yetinmeli, sınırlı bir alanda ve olabildiğince az adamla harekete geçmeli, kuvveti belli başlı hedeflere toplayıp, sert ve doğrudan saldırmalı. Bu tekniğin karışık bir tarz olmadığını belirtmeliyim. Tehlikeli şeyler, daima, basittir.”
Ekim Devrimi’nin öngününde Bolşevik kurmayı, iki başlıydı ve iki ayrı taktik üzerinden çatışmaktaydı. Aralarında Stalin’in bulunduğu Sovyet Komisyonu, işçi kitlelerine ve asker kaçaklarına dayanarak geniş tabanlı bir halk ayaklanmasıyla önce hükûmeti devirip, sonra devleti ele geçirmeyi öngörmekteydi. Troçki’nin ise yalnızca darbeyi gerçekleştirecek 1000/bin fedaisi bulunmaktaydı. Troçki, önce devleti ele geçirip sonra hükûmetin işini bitirmek gerektiğini savundu. FETÖ, PKK ve tüm paralelciler de önce devleti ele geçirme tekniğini denememişler miydi? Amaç açısından farklı olsalar bile, İttihatçılar da Hürriyet-i Osmaniye Cemiyeti ile devlete egemen olmayı amaçlamışlardı; ancak, onlar, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” formatıyla donanmışlardı ve “Abdülhamit giderse tüm sorunlar çözülür, anasır-ı Osmaniye tekrar birlik ve beraberlik içinde yaşayabilirdi” şeklinde bir algı içindeydiler. Balkan Savaşları İttihatçıları romantik hülyalarından uyandırdı!
Bolşevik Devrimi’ne dönecek olursak, görünürde tüm gelişmeler, komisyonun halk ayaklanması taktiğine hak vermektedir. Meşruiyet arayışı açısından bu belki de kaçınılmazdır; ama, Troçki’ye göre, doğrudan devlet darbesi yapmak için, halka gerek yoktur ve istenen darbe, çok az insanla da başarılabilir. Nitekim Troçki’nin 1000 fedaisi hazır hâlde beklemekteydi. 24 Ekim’de aslında aylardan beri hazırlıklarını yapmış olduklarından, bir emirle, hem de gündüz, harekete geçtiler.

Antonof Ovseyenko adlı eski asker, yüksek matematikçi, satranç oyuncusu bir mühendisin emrinde, gün gelince yapacakları hareketleri hiç sezdirmeden ve herkesin gözü önünde, sanki eğitim yapıyormuş gibi, üçerli ve dörderli timler hâlinde yüzlerce kez tekrarladılar. Hareket emri verildiğinde, Petrograd/Sankt Petersburg kentine birkaç saat içinde hâkim oldular. Önceden saptadıkları tehdit unsuru gördükleri kişileri, evlerinde basıp yataklarında öldürdüler.
Menşevikler ise olası bir karşı harekette devleti ele geçirmenin yolunun hükûmete saldırmaktan geçtiğini düşünerek, tüm polis ve asker güçlerini bakanlıkların, hükûmet konaklarının, korunması gereken binaların önünde konuşlandırmışlardı. Oysa, Troçki darbesini uygulamaya koyarken eylemsel olarak saldırılar, Menşeviklerin beklediği bu noktalara yapılmadı.
Malaparte, 1917 Devrimi’nin önde gelen isimlerinden biri olan Lev Davidoviç Troçki Лев Давидович Троцкий’nin yerini ve değerini şöyle yansıtır:
“Darbe politik değil teknik bir iştir. Sınırlı bir alanda, devletin hayatî organlarına dosdoğru ve sert bir şekilde vuracak teknisyenler gerekir. Dolayısıyla darbeyi mümkün kılmak sosyal ve politik çabalarla olmaz. Organizasyon, taktik ve teknik bilgi ister.”
Çeşitli propagandaların etkisinde kalan zihnimiz, 1917 Bolşevik İhtilâlini bir halk ayaklanması, geniş halk yığınlarının başarısı gibi görmektedir; ama, Malaparte’nin gözünde hadise çok daha teknik boyutta değerlendirmektedir; Troçki Moskova’yı küçük bölgelere ayırmış ve stratejik noktalar belirlemiştir. Tren garları, elektrik, gaz dağıtım merkezleri, telgraf büroları, yâni kısaca, devletin işlemesini sağlayan her şey.

Troçki’ye göre; Plân, oldukça basittir: Tüm stratejik noktaları ele geçirmek, devleti durdurmak, darbeyi yapan ekibin, kendini ispat etmek istediği aşamada, sistemi yeniden işletmek. Böylece “yeni hükûmeti” halkın gözünde meşru, devrilen hükûmeti ise beceriksiz ve hain göstermek.

Curzio Malaparte, Devlet Darbesi Teknikleri başlıklı kitabında; Troçki’nin Bolşevik İhtilali sırasında kullandığı bu darbe tekniğini, tarihteki en başarılı darbe tekniği olarak nitelendirir. Bu görünmezlik taktiğinin, başlangıçta bir dizi suikast sanıldığı için, gözden kaçırıldığını ve başarısını bu görünmezliğe borçlu olduğunu anlatır. Troçki’nin darbe tekniği, daha sonra faşistler tarafından İtalya ve Almanya’da, komünistler tarafından Çin’de de uygulandı, aynı sonuca ulaştı. Kimi açılardan 28 Şubat’ı Troçki tekniğinin bir versiyonu biçiminde değerlendirmek yanlış olmaz.
Günümüz Türkiye’sine dönersek; eski Pentagon yetkilisi Michael Rubin’in duyurusuyla verilen mesajlarla ilgili olarak Türk toplumunda, basına yansıdığı/yansıtıldığı kadarıyla, genel kabul gören, muhataplarına yönelik başlıca şu mesajlar dikkat çekmektedir:
– Türk Silahlı Kuvvetleri’ne; darbe yaparsanız destekleriz!
– Türk kamuoyuna; “Canlı bombaları boşuna patlatmıyoruz. AKAPE yönetimi gidicidir, ABD planını destekleyin. ABD’ye rağmen bu ülkede istenen ve beklenen gelişmeler olmayacaktır. Özellikle Ankara’da Genelkurmay’a yakın kavşakta patlatılan bomba yüklü araç, erbabınca, orduyu askeri darbeye zorlama olarak değerlendirilmelidir.
– Bölücü Terör Örgütüne; dayanın Türkiye karışacak.
– Muhalefet adı altındaki legal ve illegal dinci, bölücü şer güçlere; elinizi çabuk tutun, bir hükûmet seçeneği oluşturun, tarzındaki uyarıcı tutumlar, bu düşüncelerin ışığında değerlendirilmelidir.
Türkiye’nin, NATO dışında kontrolden çıkan arayışlarına karşı slogancı, görünüşte Atatürkçü, gerçekte Amerikancı yöntemlerle kendi halkını ve gençliğini zapturapt altına alma süreçleriydi, bu darbeler silsilesi. 12 Mart sürecinde, benim analizime göre, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamları, ABD’nin Ankara Büyükelçisi’nin arabasının ODTÜ’lü bir grup öğrenci tarafından yakılması ve bu öğrenci önderlerinin adı geçen gençler olmalarındandı. Gençlerin idamlarıyla ilgili TBMM’deki ilk oylamada Demirel ve Türkeş oylamalara katılmadılar, ikinci oylama sonucunda ise idama karşı açıktan tepki vermesine karşın, CHP, konuyu Yargıtay’a götürmedi. Dış iradenin gücüne karşı TBMM’deki siyasal partiler bu konuyu sürekli, popülizm için birbirlerine karşı kullandılar. Günümüzde, benzer biçimde, dış dayatmaların gölgesinde politika geliştiremeyen partiler, halk deyişiyle kayıkçı kavgası yaparak çaresizliklerini sergilemekteler. İktidar ve muhalefetiyle bu gidişle sorumsuz davranışlarının ilkesizliklerinin bedelini bir biçimde ağır öderlerse buna şaşılmamalıdır.
Geçmişte de ne siyasal partiler ne de TBMM, söz konusu küresel iradenin dayatmalarına genellikle direnememekteydi. Nitekim 12 Eylül 1980 Darbesi sonucu Devrimcisinden Ülkücüsüne, cezaevlerinde toplandıklarında ve sorgulama sonucu, yaşadıkları akıbetlerine bakarak, esasta, geçmişte kimler, kimlerle, kimler için ve niçin boğuşmuş olduklarını acı tecrübeyle ve fakat, o kadar da çok geç anlamış olacaklardı!

Troçki tekniğinin dışında, dünya ihtilâllerine/devrimlerine, karakteristiği yönüyle prototip olması açısından Mustafa Kemal Atatürk, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, Alman ittifakının genel bir savaş sonucu iflâsının arkasından mucizevi Türk Devrimi’ni gerçekleştirdi. Kurtuluş Savaşı’yla gelen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin inşa süreci bize, günümüzde kesinlikle NATO dışı arayışlarla ve milli ve devrimci bir halk hareketiyle, devleti ve toplumu iflâsa ve kaosa sürüklemeden, meşru zeminde istenen millî ve devrimci tutumların ipuçlarını pekâlâ verebilir.

Mustafa Kemal, meşruiyete/legaliteye çok önem vermiştir. Konjonktürün ve jeopolitiğin dayattığı tutumları, iç hukukla birlikte uluslararası hukuku da gözeterek fırsatları değerlendirmiştir. Türk Devrimi’nin dünya devrimleri içerisinde en az kanlı olma niteliğinin gerisinde bu gerçeklik bulunmaktadır. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinin ne Atatürkçülükle ne de ulusal egemenlik ve tam bağımsızlıkla ilgisi bulunabilir?
Hükûmet darbelerini analiz açısından Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türk Devrimi, Lenin önderliğindeki Rus Devrimi ve Mao önderliğindeki Çin Devrimi bir model olarak değerlendirilebilir. Türk Devriminin oluşu ve işleyişi hâlâ günümüzde bile orijinalliğini saklamaktadır. Dünya toplumlarına da model teşkil edecek karakteristiği bulunmaktadır. İhtilâller ve Darbeler Tarihi başlıklı kitapta, Türk Devrimi’nin karakteristiği üzerine şu değerlendirme yapılır:

“[Ortadoğu devlet geleneğinden ayrılmış olan] Modern Türkiye, modern diktatörlerin en zeki ve cesuru, Yirminci Yüzyıl ihtilâlcileri arasında ne istediğini en iyi bilen bir ihtilâlci tarafından böylece kurulmuş oldu.(…) Atatürk, bir imparatorluğun altı yüzyıllık kalıntılarından, zorlukla koparılıp alınmış ve yeniden hayat verilmiş, yenileştirilmiş, gençleştirilmiş bir milletin, Batı [uygarlığı] yönünde hızla yol almasını sağlayarak tarihin çok az şahit olduğu mucizelerden birini yaratmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu, Osmanlı’nın mirasından yeni bir organizmanın vücut bulması hâlini, Hint Efsanesine göre Tanrı’nın yeryüzüne inmiş hâli Avatar’a benzetmektedir bir bakıma. Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin inşasını, ordu milletin emrinde, millet de ordunun himayesinde algısıyla başarmıştır.

Ne 1960 romantikleri ne de 1971, 1980 ve-bulunduğunuz yere göre bir değerlendirme yapmakta elbette serbestsiniz; ama, üzgünüm- 28 Şubatçılar da Mustafa Kemal’in, ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık reel politiğinin ilkeleriyle hareket etme becerisini gösterebilmiş değillerdi. Özal’a öykünerek Saddam’a kurulan emperyalist tuzağın bir benzerini Sayın Erdoğan’ın önderliğinde AKAPE’liler, Esat’a ve tabii ki Suriye’ye karşı yürüttüler. Tıpkı Kasım 2015’te Rus uçağının düşürülmesinde olduğu gibi, apar topar olayı sahiplenerek ABD’nin başını çektiği Batı blokundan yardım istendi. Aslında bunun teorik temelleri de vardı. Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik başlıklı kitabındaki analizi, Soğuk Savaş sonrası süreçte imparatorluktan devralınan jeopolitik ezber algısına dayanmaktaydı.

Kısaca, NATO’nun doldurmaya çalıştığı jeopolitik boşluk alanlarının aynı zamanda tarihi Osmanlı-Rus çatışma coğrafyası olması nedeniyle, NATO-Rusya ilişkilerinde doğabilecek bunalımların, Türk-Rus ilişkilerine yansıma riskinin günümüzde de yüksek olduğu üzerine öngörü geliştirilir. Söz konusu yaklaşıma göre, bu risk önemli bir imkân da sağlamaktadır: Davutoğlu’na göre, “Türkiye NATO üyeliğinden kaynaklanan ve Rusya’nın boşalttığı jeopolitik boşluk alanlarına yönelme imkânı tanıyan konjonktürü dengeli ve rasyonel bir tarzda değerlendirmek zorundadır.” Bu tahlil Soğuk Savaş süreci muhafazakârlığıdır. Sâhadaki gerçeklerden uzaktır ve ABD’li ideologlardan Brezinski’nin tezini sahiplenmekten öte bir özgünlüğü bulunmamaktadır. Şöyle ki; Bugün Avrasya’da, hâlâ, Rusya’ya rağmen Türk Dünyası coğrafyasında özgün politika geliştirmek oldukça zordur. Türkiye, hangi nedenlerle Amerika’ya bağımlı ve bağlantılı ise benzer nedenlerle, Türkmenistan ve Özbekistan’ın daha özerk bir görüntü sergilemelerine rağmen, bu devletler Rusya’ya bağımlıdır.
Türkiye’de hükûmet darbesi olabilir mi?
Yansıtmaya çalıştığım örneklerin ışığında değerlendirecek okursak, hükûmet darbesi, görünüşte genelde şu iki nedenle gerçekleşebilir:
1- Ekonomik kaos ya da kriz. TÜSİAD, Batılı bir politika izlemek adına, darbelerde önemli bir görev üslenmektedir.
2- Ülke asayişinin bozulması.
Bu nedenler askeri darbeler için genelde sebep değil sonuçtur. Bunun arkasındaki neden ana belirleyicidir. Genelde darbelerin iki cephesi bulunur. İç ve dış cephede gelişen olayların yansımaları.
12 Eylül 1980 sürecine girerken -1977’den itibaren- Türkiye’nin ekonomik ve sosyal açıdan istikrarsızlaştırılma süreci başlamış/başlatılmıştır. Böyle bir süreçte;

– Yunanistan’la Ege sorunu, Yunanistan’ın Ege’deki kimi adaları silahlandırmak istemesi ile,
– Kıbrıs sorunu, belirleyici özellikler taşır.1970’li yıllarda ABD siyasal partilere ve TBMM’ne bu alanlarda nüfuz etmekte zorlanmıştır.
Türkiye’nin Batı ile yaşadığı açmazlar karşısında Türkiye’yi yöneten siyasal irade, örneğin, Bülent Ecevit hükûmeti, yeni dış politika konsepti arayışlarını dillendirmeye başladı. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nı izleyen süreçte ABD, Türkiye’ye karşı silâh ambargosu uyguladı. Türkiye de Amerikan üslerini buna karşılık olarak kapattı. 1976 yılından itibaren ABD’li silâh şirketlerinin ısrarı sonucu, ABD’nin silâh ambargosu 1978’in ortalarında kaldırıldı.
Genelde, bir ülkede, örneğin Türkiye’de, askerî darbe olması için dış dayatmacı gücün zorlaması sonucu asayiş ve ekonomik krizin yanı sıra irtica ve bölücülüğün devlet düzenini kilitlemesi gerekmektedir. Amacına ulaşmak adına, dış güç ve/veya güçler kendi istediklerini alırken, müttefiki olan güce bulunduğu coğrafyada bir özerk eylem alanı bırakır. Taraflar böylece anlaşmış olur. 12 Eylül 1980 arifesinde -1977’den itibaren-ekonominin bozulması yanı sıra kimi şehirlerde mezhep savaşları çıkarmak gibi toplumca istenmeyen gelişmeler yaşanmamış değildi.

1978 Kahramanmaraş olayları başlıca örneklerdendi. 12 Eylül arifesinde, beşinci kol faaliyeti sonucu, iller ve ilçeler ve hâttâ kırsal bölgeler Alevi/Sünni çatışmasına hazır hâle getirilmek istenmiştir. 19-26 Aralık 1978 tarihlerinde meydana gelen Kahramanmaraş olayları bir faciaydı ve bugün dahi bu olayın bilinmeyen ciddi boyutları vardı. Yaşanan katliâmda 150 vatandaşımız öldürüldü, 204 ev ve 102 işyeri yıkıldı, yağmalandı. Olayların faillerinden 68 kişiye hiçbir biçimde ulaşılamadı. O günlerde Kahramanmaraş’ta valilikte üst yönetimde görevli, Nakşibendî Tarikatı’nın İskenderpaşa Dergâhı’na mensup bir bürokrat, daha sonra Türkiye’nin emniyet örgütünde önemli yerlere gelecekti.

Türkiye’nin 1970’li ve 1990’lı yılları bir bakıma istihbaratçı savaşlarının tarihi de oldu. Asker ve sivil kökenli çok sayıda aydın yaşamını kaybetti. Ölenlerin ardından devlet töreni düzenlenmişse katledilen kişinin/kişilerin ölümünün dış kaynaklı olduğu anlaşılmalıdır. Ergenekon ve Balyoz operasyonları da, tüm kurumlara, orduya, üniversitelere, mahkemelere, emniyet birimlerine ve siyasi kişiliklere karşı yapılmış dış kaynaklı ciddi operasyonlardır. T.C.’nin tek maddelik anayasası olan ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık ilkesine –ne tür anayasal değişiklikler olursa olsun bu ilkeye bağlı kalındığı sürece sorun olmaz-bağlı kalan vatansever aydınlar birer birer itibarsızlaştırılarak devlet ve kamu görevlerinden tasfiye edilmişlerdir, Müslüman Kardeşlerce ve Müslümanca!? Oysa bütün Türk tarihi boyunca 14 ve 15. yüzyıl dönemecinde etkin bir siyasal kişilik olan Kadı Burhanettin Ahmet dışında molla geleneğinden gelen bir devlet adamına rastlanılmaz.

Türkiye’de askeri darbelerinin sonuncusu olan 28 Şubat sürecini Cengiz Çandar’ın 16 Nisan 2012’de Taraf gazetesi’nde Neşe Düzel’e verdiği mülâkata göre, değerlendirmek yararlı olacaktır.
Cengiz Çandar mülâkatın bir yerinde; Beni, İsrail lobisinin beyni Bernard Lewis’le, post-modern darbe kavramını ilk kullanan kişi olarak tanıştırdılar. Lewis, ‘Bu kavram nereden sana ait oluyor? Ben bunu hep Genelkurmay’da duydum’ biçiminde ifşa edici bir değerlendirmede bulunmuştur.(…) ABD post-modern darbeyi destekledi. Meğer 28 Şubat’tan iki hafta sonra, 12 Mart cumartesi günü Washington’da Dışişleri Bakanı Albright’ın çağrısıyla bakanlığın yedinci katında, Türkiye toplantısı yapılmış.(…)Bernard Lewis, Paul Wolfowitz, Richard Perle hepsi orada. Türkiye’ye ilişkin olarak ne yapılmalı, o gün konuşulmuş. Toplantıdan çıkan sonuç, ‘doğrudan askerî bir darbe olmadan bu hükûmet gitmeli’ olmuş.(…) 28 Şubat, zamana yayılarak yapıldı. Adına onun için 28 Şubat süreci deniyor zaten. Bu sürecin her aşamasında medya kullanıldı. Darbe, toplumun beyni yıkanarak hazırlandı ve icra edildi.

Cengiz Çandar, “Bernard Lewis bir tarihçi. Onun ne işi var Genelkurmay’da?”sorusuna şu yanıtı verir: “Kendisi Neo-conların ve Amerika’daki İsrail lobisinin beyni. Bizim Genelkurmay’la hep sıkı ilişkileri oldu onun. (…)”

– 28 Şubat darbesinin yürütücüleri olarak başka kimler var?
– Bir şekilde ABD var. ABD, doğrudan askerî darbeyi desteklemedi ama 28 Şubat darbesini destekledi. Post-modern darbeyi destekledi.
-Neye dayanarak söylüyorsunuz bunu?

– Ben buna tanık oldum. 1999-2000 yıllarında Amerika’daydım. Türkiye’yle ilgili müşterek bir kitap yazımı projesine katıldım. Kitabın çeşitli bölümlerinin yazarları toplantı yapıyoruz. ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz kitabın editörü. İsrail lobisinin düşünce kuruluşu Washington Institute’ın Türkiye bölümünün başında olan Alan Makovsky de toplantıda. Makovsky sık sık Ankara’ya gider gelir, Genelkurmay’a girer çıkardı. Kahve molasında Makovsky, Abramowitz’e “Sen yedinci kattaki toplantıda niye yoktun” diye sordu. Ben “ne toplantısı” diye merak ettim. (…) Meğer 12 Mart 1997’nin cumartesi günü Washington’da dönemin Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın çağrısı üzerine Bakanlık binasının yedinci katında Türkiye ile ilgili bir toplantı yapılmış. Bu toplantı, 28 Şubat kararlarının alındığı MGK toplantısından hemen iki hafta sonra düzenlenmiş. Hatırlayın… RefahYol, haziranda iktidardan gitti. Bernard Lewis, Paul Wolfowitz, Richard Perle hepsi toplantıdaymış. Türkiye’ye ilişkin olarak ne yapılmalı, o toplantıda konuşulmuş. O toplantıdan çıkan genel eğilim, doğrudan askerî bir darbe olmadan bu hükûmet gitmeli, biçimindeymiş.

(…) Ben de sordum:
 “Amerika, tekerine çomak sokanı ekarte eder ama Erbakan size bir şey yapmadı. Amerika’nın büyük ulusal çıkarlarını tehdit etmedi. Aksine onun zamanında İsrail’le ilişkiler gelişti. En önemlisi Saddam kuvvetlerini Kuzey Irak’a soktuğu zaman, CIA ile irtibatlı olduğu iddia edilen beş bin Kürt’ün Türkiye üzerinden çıkartılıp Guam Adası’na gönderilmesinde size destek verdi” dedim. Abramowitz, ‘Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkilerde yazılı olmayan bir kod vardır. Erbakan bu kodu bozdu. Amerika, ne yapacağı kestirilemeyen, kontrol edilemeyen müttefikten hoşlanmaz’ dedi. Erbakan ilk dış gezisini, kendisine yapma dendiği halde İran’dan başlattı. İkinci gezisini Mısır, Libya ve Nijerya’ya yaptı.

– 28 Şubat sadece iç güçlerle yapılmış bir darbe değil mi? sorusuna;
– Hayır. Amerika’nın en İsrail yanlısı çekirdeği de dâhil bu darbeye. O dönemde iktidarda Clinton yönetimi var. O yüzden doğrudan askerî darbeyi istemediler. 28 Şubat’ın simge ismi olan Çevik Bir o dönemde çok muteber biriydi. Amerika’da iki tane aleni, kote edilmiş İsrail lobisi var. Çevik Bir’in bunlarla o kadar yoğun ilişkisi vardı ki, 2000 yılında ilk kez ihdas ettikleri “uluslararası devlet adamı” ödülünü Bir’e verdiler. Bir’in Demirel’den sonra cumhurbaşkanı olması gerektiği fikrini yaydılar. Çevik Bir’in İsrail askerî sanayileriyle de çok sıkı ilişkileri vardı. (…) 28 Şubat’ın diğer çıplak darbelerden farklı olarak çok daha girift dış bağlantıları var. İnce dengeleri var. İşin, Amerika’ya ve İsrail’e giden bir boyutu var. yanıtı verilmiştir.

Türkiye’deki askeri darbelerin gerisinde yatan gücü/güçleri görmek adına Amerikancı bir analistin ifşaatları, elbette çok önemlidir; ancak, aynı güçler millî görüş firarilerinden, sözde liberal eğilimli, gerçekte devlet adamlığı formasyonundan yoksun şark kurnazlığıyla efendileri nin gözlerine girmeyi bir biçimde başardılar. Bununla birlikte tüm Ortadoğu diktatörlerinin akıbetleriyle bir gün karşılaşabilecekleri ni, herhâlde asla kestiremediler.
Amerika’ya güvenerek, sosyal devleti iflas ettiren AKAPE, T. C. nin kimliğini de yerle bir etmeyi Anasır-ı Osmaniye çağına dönmeyi hedefliyor. Bu politika ABD başka olmak üzere tüm yamaklarının ve dahi yanaşmalarının işine gelmez değildir. Belediye başkanlıklarından ve örtülü aile yapılanmalarından beslenerek bir örgütlenme modeli yarattılar. Belediye başkanlıklarının kontrolünde yaratıp yapılandırdıkları, başta inşaat olmak üzere yarattıkları ranta dayalı soygun ve kalpazanlık sonucu palazlandılar. 2002’den bu yana yol yapımları bir türlü bitmedi. Ulusal egemenlik anlayışını ve onun hukuksal zeminini, anayasayla oynayarak yok ettiler. Paralel örgütle ortaklaşa Orduya, aydınlara, genelkurmaya, üniversitelere pusu kurmak suretiyle herkesi susturdular. Kurumları, devlet düzenini ve saygınlığını, bireysel ve toplumsal ahlâkı çökerterek yok ettiler.
Terörün seyri konusunda Yeniçağ gazetesi yazarlarından Ahmet Takan’ın, II. Ordu Neden Rahatsız? başlıklı yazısı Türkiye’nin çetin bir sürece girdiğinin ipuçlarını da vermektedir. Takan’ın değerlendirmesinde, “Terör örgütünün şehir yapılanmalarını takip etmekle 1’inci derecede sorumlu olan (!) gazetecilik mesleğinden biri olarak acı gerçeklerden birisine yeni ulaştım. Uzun süredir 2’nci Ordu’da kahramanlarımız arasında konuşulan bazı sıkıntılar kulağımıza geliyordu. ‘Moral bozuklukları’ ile ilgili yıllardır yakından tanıdığımız bölgedeki güvenilir kaynaklarla uzun uzun sohbet ettim. Biliyorsunuz; meskûn mahal operasyonlarında en fazla şehidi bombalı tuzaklamalarda veriyoruz. 2’nci Ordu’ya bağlı ve operasyon bölgelerine gönderilen Malatya’daki İstihkâm Alayı’nda büyük rahatsızlık yaşanıyor. Nedeni; başta Şırnak olmak üzere bazı merkezlerde yapılan çalışmalar sonucunda ortaya çıkan tablo… Operasyonlar öncesi ve sırasında, mahalde kurulan/kurulacak bütün barikat, kazılan/kazılacak hendeklerin yerini tespit eden istihkâm birlikleri, ‘şehrin imar planının dışına çıkıldığını’ görünce adeta isyan ediyor. Yani anlayacağınız, devletin elindeki imar planı ile bölgede PKK’ya yardım ve yataklık eden belediyelerin uyguladığı plan çok farklı. Ne yazık ki; şehirlerdeki PKK üslenmelerini göremeyen, fark edemeyen vali ve kaymakamlar kendilerine verilen imar planlarındaki değişiklikleri de görememişler, anlayamamışlar. Herhalde fena halde aldatılmışlar!..
Gerçek nasıl ortaya çıkmış?
İstihkâmcılar, tek tek imar planlarında tespitler yaptı… Olması gereken yerlerde, rögarların olmaması, lağımların geçiş noktaları olması gereken yerlerde bunun yerine yön değiştirip normal plandaki yerlere bomba düzeneklerinin, patlayıcıların döşenmesi inceleme yapan askerlerin canını çok sıktı. Tek tek yerler tespit edilirken, imar planı değişikliklerinin ve kurulan bombalı tuzakların, kaçış yolları ve tünellerinin PKK’lı teröristler tarafından yapılmasının mümkün olmadığı sonucuna varıldı. “Hemen 2. Ordu komutanlığına rapor edildi. Durum, ayrıntılı şekilde planlar üzerinden anlatıldı. Bunu PKK’nın yapamayacağı, alınan önlemlerin ve kurulan düzenin resmen düzenli ordu taktiğine göre belirlenmiş olduğu sonucuna varıldı. Ardından bu durum net bir dille Ankara’ya rapor edildi. Anlayacağınız; şehitlerimizi, PKK’ya yön veren ve kendi topraklarımız içinde o tuzakları kuran biri veya birilerinin düzenli ordu mensupları yüzünden veriyoruz. Bu işin PKK’nın ‘Kobani tecrübesi’ ile de izah edilemeyeceğini söylüyor yetkili askeri kaynaklar. Peki, kim bunlar?
Terör gittikçe sâha genişletiyor; ayrıca, birilerinin tek derdi ümmet! Ne tarih, ne coğrafya ne de reel politik. Tam bir cahil cesareti.
Birileri sorumluluğu üstlenmeli ve gitmeli.
Şimdi temel soru şudur: Kim gidecek?
AKAPE bu yapısıyla ve bu kadrolarla ülke bütünlüğünü tehdit altında bırakmış, ülke, iç ve dış politikada saygınlığını kaybetmiştir. Asker hükûmet darbesi istemese dahi, konjonktür, onu müdahaleye zorlayabilir. Öyleyse şimdi, Sayın Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’a düşen görev şudur: Hâl-i hâzırdaki hükûmet yerine ülkeyi, yasalar doğrultusunda ve adaleti gözetecek şekilde yeni bir hükûmetin kurulmasına zemin hazırlamaktır. Ani baskın seçim manevraları yerine AKP, CHP ve yenilenen MHP milletvekillerinden oluşacak yeni hükûmet, Türkiye’nin muhtemel sorunlarına çözüm getirebilir. Normalleşen Türkiye, ancak, bu şekilde rahat bir nefes alabilir ve seçim süreci başlatılabilir. Değilse, ülkeyi yöneten bu kadronun akıbetini iyi görmüyorum. Eski bir Türk atatsözü vardır: “El mi yaman bey mi yaman/illâ ki el yaman”; yâni halk mı akıllı ve güçlü yoksa bey mi? sorusuna “elbette halk akıllı ve güçlüdür” denilmek istenmiştir.
Dipnotlar:
1. Thomas Donnelly, Amerikan İmparatorluğu’nun Yeniden İnşası Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi, Fabrika Dergisi çeviri grubu, Nemesis Yayınları, İstanbul 2004, s. 12.
2. Donnelly, Amerikan İmparatorluğu’nun Yeniden İnşası…, s. 12.
3. Yavuz Alagon, Senaryolar ve Program, Aydınlık, 26 Mart 2016.
4. Alagon, “Senaryolar…”
5. İhtilaler ve Darbeler Tarihi (Kollektif eser), (Çev.; Sabiha Bozbağlı), Cem Yayınevi, İstanbul 1974, s. 538.
6. Bolşevik, çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin İkinci Kongresi’nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır. Kongreden
sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır.
İhtilaler ve Darbeler …, s. 538 vd.
7. İhtilaler ve Darbeler …, s. 475-480.
8. Türkiye Cumhuriyeti’nin inşa sürecinde Türk Devrimi’ni dünya devrimleri açısından bilimsel açıdan ele alan özgün bir akademik çalışma için Bkz., Refik Sıtkı, İnkılâplar Muvacehesinde Türk İnkılâbı, Yeni Matbaa, İstanbul 1927.
9. İhtilaler ve Darbeler…, s. 538.
10. Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, İstanbul 2001, s. 240.
11. Jan Devletoğlu, İngiliz Arşivlerinde 12 Eylül’ün Ayak Sesleri,Doğan Kitap, İstanbul 2010, s. 98-99.
12. Ergün Poyraz, İplikçi, Kirli İlişkiler Yumağı, Tanyeri Kitap, Ankara 2013, s. 351. Bahse konu bürokratın Kahramanmaraş Vali Yardımcısı olduğu 1978 yılında meydana gelen katliâmda/kırımda, Ergün Poyraz’ın anlatımına göre, ölenlerden yedi Dev-Sol militanının sünnetsiz olduğu ve Garbis Altınyan/Altınoğlu’nun da bu tertipçilerin başı olduğu sıkıyönetim mahkemelerinde tespit edilmiştir. Poyraz, İplikçi…, s. 365.
13. Taraf , 16 Nisan 2012
14. Taraf, 16 Nisan 2012.
15. Taraf, 16 Nisan 2012.
16. Ahmet Takan, “II. Ordu Neden Rahatsız?”, Yeniçağ, 27 Nisan 2016.