Sadi Somuncuoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sadi Somuncuoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Şubat 2020 Pazartesi

Son Haçlı Seferi : PKK Açılımı, BÖLÜM 2

Son Haçlı Seferi : PKK Açılımı, BÖLÜM 2







17. DİYANET’TEN AÇILIM:  Diyanet İşleri Başkanlığı Kürtçe Kuran-ı Kerim çalışmalarını kısa sürede tamamlayacak. Bölgedeki vekil imam uygulamalarına son verilecek. Bölgeye gönüllü ve kadrolu imamlar gönderilecek.

Okuma yazma bilmeyen, ağırlıkla da köylerde ve mezralarda oturan kişilerin, Kuran-ı Kerim hangi dilden olursa olsun yararlanmaları mümkün değildir. Ayrıca, Kürtçe denilen Kurmanç lehçesine, kelime hazinesi ve ifade gücü bakımından, Kuran’ı Kerim  tercüme edilemez.

Eğer maksat vatandaşlarımızın kutsal kitabımızı öğrenmeleri ise, bunun en doğru yolunun, nüfusumuzun yüzde 98’inin Türkçe bildiği ülkemizde, Türkçe Kuran-ı Kerim’i okumalarıdır. Zaten fiili durum da böyledir.

Bu gerçek dikkate alınmadığına göre, maksadın bu olmadığı görülüyor. Bu düzenleme de, herhalde diğer maddelerde  olduğu gibi, bir lehçeden bir dil yaratma, sonra etnik kimlik oluşturma projesinin gereği olarak ele alınıyor.

Öte yandan “Bölgeye gönüllü ve kadrolu imam verilmesi” PKK’nın da istediği bir şey. Böylece vekiller kadroya alınacağı gibi, güvenliğin sağlanamadığı bölgede sadece PKK yanlısı imamlar gönüllü olabilecektir. Böylece, devleti temsil eden, devletin camilerinde, devletin maaşlı imamlarıyla bölücülüğe resmi hizmet imkanı verilecek.

Kısaca Camilerimiz de PKK Mevzileri haline dönüştürülebilecektir. 

18. GAP TAMAMLANACAK:  GAP Projesi 2012 yılına kadar tamamlanacak. 2 milyon kişiye istihdam yaratılacak. Bölgedeki işsizliğin giderilmesi için özel teşvikler getirilecek.

Gap’ın tamamlanması, 26 maddenin tek doğrusu diyebiliriz. Ancak, bu iktidar ülkeyi 8 yıldır tek başına yönetmektedir. Sürekli GAP’ın tamamlanmasından söz ettiği halde bir çivi bile çakılmadığı, önümüzdeki dönemde ekonominin daha da çöküntüye gireceği dikkate alınırsa, değişen bir şeyin olmayacağını söyleyebiliriz.

Durum böyle ise, bu madde niçin yazılmıştır? Bu da aynen “Alfabe değişmeyecek” cinsinden, diğer yapılanların üstünü örtmeye yarıyor.

19. AND OKUNMAYACAK: Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde 250 yeni okul inşa edilecek. İlk Öğretim Okulları’nda ‘Türküm Doğruyum, Çalışkanım’ dizeleri ile başlayan And’ın okutulmasından vazgeçilecek.

Bu yasaklamayı kim istiyor? Tabii ki, PKK, AB, AKP. Böylece bebek katilinin bir şartı daha yerine getirilecek demektir.

Bin yıldır kan ve can bedeliyle vatan yaparak, yüksek bir medeniyet kurduğumuz bu topraklarda, kendi çocuklarımıza milletimizin adını  öğretemeyeceğiz; onlara doğruluk, çalışkanlık, dürüstlük gibi temel değerlerimizi öğretemeyeceğiz öyle mi?  Haddini bilmezlik ve inkarcılık doğrusu bu kadar olur.

Aslında “And”ın yasaklanması açılımcıları ele veren  bir şifre gibidir. Suçüstü halidir.

Şöyle ki; bunlar, Atatürk sözünde durmadı, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir diyerek,  devleti  Türk Milleti esasına göre kurdu. Böylece diğer etnik kesimleri inkar, asimilasyon ve ayrımcılık yaptı.  Biz “ayrımcılıkla mücadele” ederek, bu yanlışı düzelteceğiz.” diyorlar.

Demek ki, Atatürk ve arkadaşları, devleti ırklar koalisyonuna göre değil de, bir millet gerçeğine göre kurmakla büyük suç işlemiş. Atatürk düşmanlığının da gerçek kaynağı bu olsa gerek.

Sanki; milletle etnisite aynı şeymiş, dünyada etnik/ırk ortaklığı esasına göre kurulmuş bir devlet varmış, etnik kesimler  milletin birer  parçası ve çoğunluğa mensup değilmiş gibi. Bu durumda asıl, “ayrımcılık”, “bölücülük”,”asimilasyonculuk” ve “inkarcılık” Türk Milleti gerçeğinin reddi ve onun bir parçasını koparmaya kalkışmaktır.    

Evrensel hukuka bakıldığında milletler, çoğunluğa ve azınlığa mensup olmak üzere iki gruptan oluşmaktadır. Bu çerçevede düzen eşit vatandaş, bir millet ve milli devlet temelinde üçlü bir yapıya göre kurulmaktadır. Azınlığa mensup olanlar ise, kültürlerini ve inançlarını  bireysel planda hür olarak yaşayan, ülkenin eşit vatandaşlarıdırlar. Ayrımcılık yapamazlar, grup kimliği talep edemezler.

Etnik kesimlere gelince, bunlarla ilgili olarak  evrensel hukukta herhengi bir düzenleme yoktur, çoğunluğa mensup ve eşit haklara sahip vatandaşdırlar. Bizde olduğu gibi “kimliğimizin tanınmasını istiyoruz” şeklinde komik taleplerde bulunamazlar. Çünkü, buradaki kimlik, siyasi olmayıp toplumsaldır. Başka bir ifade ile, bir aileye veya aşirete mensubiyet yahut bir şehirden olmak, birilerinin kabul veya reddine bağlı olmayan objektif bir realitedir. Sade bir ifade ile aşiretler topluluğu diyebileceğimiz etnisite de aynı durumdadır. Bunların üzerine siyaset ve egemenlik iddiası inşa edilemez.    

İyi niyetliler için bir daha anlatalım. Büyük bir kültürün ve medeniyetin inşasını gerçekleştiren Selçuklu ve Osmanlı Cihan Devleti gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni de Türk Milleti kurmuştur. Sahibi Türk Milletidir. Bu topraklarda binlerce yıldır kökeni ne olursa olsun birlikte yaşayan herkes, Türk Milleti’nin asli unsurudur. Hoşunuza gitse de, gitmese de bu yaşanmış bir gerçektir.   

İşte bunun inkar edilemez bir delili:

Sultan Abdülhamit döneminde yapılan 1876 Anayasasında, devletin ve kurucusu olan Türk Milletin’in kimliği şöyle tarif edilmiştir: “Devletin resmi dili Türkçedir, Türkçe okuma yazma bilmeyen mebus ve memur olamaz, devletin neresinden seçilmiş olursa olsun, herkese Osmanlı mebusu denir.” Dikkat edilirse, Türkçe bilenlerin sayıca az ve devletimizin en zayıf olduğu dönemde bile, devlet kimliği böyle tarif edilmiştir.

Cumhuriyet döneminde bu kimlik tarifi aynen korunmuştur.  1924 Anayasası ile 1876 Anayasası arasında hiçbir fark yoktur. Hatta bu güne kadar ki bütün anayasalarımız da aynıdır. İşinize gelince Osmanlı ile övünüyorsunuz, iyi de buyurun, Osmanlı’ya da, devleti Türk kimliğine göre kurduğu için, utanmadan inkarcı, ayırımcı, asimilasyoncu ve baskıcı iftirasını yapın. İki yüzlülüğün bu kadarına da pes doğrusu.

20. ALFABE DEĞİŞMEYECEK: Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dilinin Türkçe olduğu ve alfabesinin 29 harften oluştuğuna ilişkin Anayasal ve yasal düzenlemeler korunacak.

Müsterih olabiliriz. Alfabemiz değişmeyecekmiş. Acaba bu başarıyı neye borçluyuz? Peki alfabe değişsin veya değişmesin diyen var mı? PKK taleplerinde buna rastlamadık. Belki AB’nin  sözcüleri böyle şeyler söylemiş olabilirler. Ehh bu da dikkate alınmasa ne yazar, değil mi? Bir rest de biz çekelim olmaz mı?

İyi de, “PKK açılımı” için yapılacaklar listesine, yapılmayacaklar ne maksatla yazılıyor, doğrusu anlayamadık. Herhalde propaganda amacıyla konmuştur.

21. KÜRTÇE YAYINA YENİ DÜZEN:  RTÜK Yasası’nda yapılacak değişiklikle Kürtçe yayınlarla ilgili yeni düzenlemeler yapılacak. Özel televizyon ve radyoların Kürtçe yayın yapmasına izin verilecek.

Devlet televizyonunun 24 saat kurmanç lehçesinden yayınının yanında, bütün özel televizyon ve radyolar da 24 saat yayın yapacak. Bunun adına, asırlardır  müstakil bir dil olamayıp, bölge ve etnik lehçe durumunda kalan Kurmançcayı, zorlayarak, tepeden inme mühendislik metodlarıyla dil haline getirme gayreti denir.

Bu boşuna bir gayrettir, çünkü Farsça, Arapça ve Türkçe gibi büyük dil ve medeniyetlerin arasında kalmış olan bir lehçenin gelişmesi düşünülemez, muhafaza edilebilirse, ancak bugünkü kadar mümkün olabilir. Dillerin gelişmesi, her şeyden önce ihtiyacın şiddetine, sonra da sosyal ve kültürel gelişmişlik kapasitesine bağlıdır.

Öyleyse, AB ve PKK bunu niçin ısrarla istiyor? Gayet açık, örgütün, nazari planda da olsa farklı bir kimliğe ihtiyacı vardır. Bir de bu kimliği muhatabına kabul ettirebilirse, ayrı bir millet olduğu iddiasına, kendisi ve yandaşları inanacaklardır. Buna çok ihtiyaç vardır. Çünkü şu durumda, Türk Kültür ve medeniyet dairesinin içindedirler, temelde farklı oldukları, dil dahil hiçbir unsura dayanmamaktadırlar.

Buna rağmen bu mesele çok önemlidir. Çünkü terör örgütüne bu kadarı yeter. Konunun bir de, silahtan daha yıkıcı olan psikolojik mücadele tarafı vardır ki, Türkiye bu alanda yok denecek durumdadır. Bu dengesizliğe bir de özel Tv. ve radyoların etnik lehçeyle 24 saat yayın yapmasını, PKK’yı kullanan emperyalistlerin gelişmiş tekniklerle bu imkanı değerlendireceğini düşünelim. Zihinler nasıl karıştırılacak, mikrop ilaç gibi nasıl sunulacak, varın siz hesap edin.

Bu konuda bir de batı ülkelerine bakalım. Değerli bilim adamı İskender Öksüz beyin “En İyi Entegrasyon Asimilasyondur” başlıklı yazısının ilgili bölümü aynen şöyle;

“Geçtiğimiz hafta, 14 Bulgar parlamenter, Bulgaristan’da Bulgar Millî Televizyonunda, günde on dakikayla sınırlı Türkçe haber yayınının kaldırılması için kanun teklifi verdi. Berlin’den yayın yapan Radio Berlin-Brandenburg (RBB), 34 yıldır Multi-Kulti Radyosu adı altında sürdürdüğü Tükçe yayınları 2008 yılında kaldırdı.

Nordrhein-Westfalia eyaletine yayın yapan WDR’in Köln stüdyolarında hazırlandığı için Türklerin Köln Radyosu diye tanıdıkları Funkhaus Europa, şu anda Pazartesi-Cuma  arası saat 6.05-7.00 ve 19.20-20.00, Pazar 19.30-20.00 arasında olmak üzere haftada  toplam 10,5 saat Türkçe yayın yapar. 1 Ocak 2010 tarihinden itibaren, sabah yayınları tamamen kaldırılarak Türkçe yayınlar haftada 5 saate indiriliyor.

Yine Almanya’da, Hessen eyaletine yayın yapan HR, WDR’de hazırlanan Türkçe yayınları sabahları orta dalga üzerinden aktarıyordu. HR, 1 Ocak 2010’dan itibaren Türkçe yayınları tamamen kaldırma kararı aldı.

Alman Haber Ajansı (DPA) 1 Ocak 2009’da başladığı Türkçe yayın servisini, 1 Nisan 2009’da kaldırdı. 

Fransa devlet radyo televizyonu Radio France Internationale (RFI) haftada toplam 1 saat Türkçe yayın yapıyordu. 2007 yılında kaldırdı. RFI’nin internet sitesindeki Türkçe bilgi bölümü de  1 Ocak 2010’dan itibaren kalkacak.

Belçika’da Flamanca yayın yapan  BRT televizyonu, Cumartesi günleri 30 dakika süreyle Babel (Babil) başlığıyla yaptığı Türkçe TV yayınını 1997’de kaldırdı.

Fransızca yayın yapan RTBF, aynı şekilde haftada yarım saat olan haber ağırlıklı  Türkçe yayınlarını 1992’de kaldırdı.

Sözde Çok Kültürlü!

 Hollanda resmi devlet yayın kurumu NOS/NPS, oradaki Türk toplumu için Radio 5 frekansından Cumartesi günleri saat 15.02-15.45 arası yayınlanan Türkçe haber programına 4 Eylül 2008 tarihinde son verdi.

Danimarka’da 1 Ocak 1980 tarihinde Radio Denemark (DR) ‘ta başlayan ve günde 15 dakikayla sınırlı Türkçe radyo yayını 2005 yılında  sonlandırıldı.

İsveç devlet radyosu haftalık 15 dakikalık Türkçe radyo yayınlarına 15 Ocak 2006 tarihinde son verdi.” (Prof. Dr. İskender Öksüz, Star Gzt. Açık Görüş 17.12.2009)

“Özgürlükçü” ve “demokrat” batı, bizim ensemizde boza pişirirken, kendisi “çok kültürlülüğe” nasıl bakıyor, dakikalarla sınırlı yayına bile izin vermiyor, işte örnekleri. Üstelik, dilleri ve kültürleri unutturularak asimile edilecek olan bu insanlar bizim vatandaşılarımızdır ve bulundukları ülkenin kimliğiyle herhangibir kimlik ihtilafları da yoktur. .

Bu örnekleri görünce güzel ülkemizin, uğradığı ihanete, sahipsizliğe, nankörce, sorumsuzca  ve hovardaca yönetilmesine nasıl yanmaz sınız?

22. ANADİLDE EĞİTİM YOK: Ancak anadilin öğrenilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılacak.

Önce bu eğitim ve öğretim işi devlet kurumlarında yapılacağına göre, Anayasa’nın “Başlangıç ilkelerine,” 3’üncü maddesindeki “Devletin dili Türkçe”, 42’inci maddedeki, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” hükümlerine aykırı olduğunu söyleyelim.

Sonra bunu kimler istiyor diye soralım? Tabii ki, AB-APO-PKK-DTP, hatta ABD.

Öte yandan ana dilin, adı üstünde anadan öğrenilen dil olduğunu, bunun önünde hiçbir engelin bulunmadığını ve bulunamayacağını belirtelim. Sıkca söylendiği gibi ana dillerin konuşulması yasak değildir. İsteyen istediği gibi konuşabilir, ihtiyaç duyduğu sürece de konuşacaktır. Eğer ileri sürüldüğü gibi yasak olsaydı, bin yıllık tarihimizde, Türkçe’den başka  dil mi kalırdı?

Buna rağmen neden anadilin öğrenilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılacak” deniliyor? Herhalde, burada kastedilen devletin öğretmesinin önündeki engellerdir. Evet engeller vardır. İlk engel Anayasamızın amir hükümleridir. İkinci engel evrensel çağdaş hukuktur. Burada da devletin ana dillerden, hem öğretim, hem de eğitim yapması kabul edilmiyor. Bunun için gelişmiş ülkelerde bunun örneği yoktur.

Eğer anayasayı çiğneyerek devlet tarafından ana dilin öğretimi başlatılırsa, arkasından ana dilde eğitim gündeme gelecektir. Başbakan Erdoğan da böyle düşündüğünü 1991 yılında RP Genel Başkanı Erbakan’a verdiği “Kürt meselesi” adlı raporda şöyle açıklıyor: “Ana dilde eğitim haklarını verelim. Türkiye’de dileyen herkesin kendi anadilinde eğitim-öğretim yapabilmesini savunmalıyız.”

AB’de 2000 yılından itibaren, Katılım Ortaklığı Belgesiyle” bunu istiyor. Yani iki dilli devlet gündeme getirilecektir. Zaten esas hedef de budur.

23. KÜRTÇE KURSA DÜZEN: Yasa değiştirilecek. Kürtçe kurs merkezleri birçok dilde eğitim verebilecek.

Bu düzenleme Anayasamızın ilgili maddelerine aykırıdır.
Geçmişte bu kursların özel olarak açılması serbest bırakılmıştı. Ancak katılım olmadığı için açılanlar zarar etmiş ve kapanmıştı. Bu deneme çok önemliydi. Çünkü halkın böyle bir ihtiyacının olmadığı açıkça ortaya çıkmıştı. Bunu, Türkiye’yi bölme projesinin gereği olarak PKK ve AB istiyordu. 

Kurslar böylece kendiliğinden kapanınca, bu defa AB parasını Türkiye’nin vermesini ve devlet tarafından açılmasını istedi. Şimdi yapılmak istenen de budur. Ayrıca başka  “birçok dilde eğitim”  vermek suretiyle, kurslar cazip hale getirilmek isteniyor.

Görüldüğü gibi etnik dil ve kimliğin oluşturulması amacıyla, akıl almaz zorlamalar yapılıyor. Bunlar yapıldıkça da terör örgütü güçlenecek ve iki dilli devlet hedefine yaklaşacaktır.

24. ENSTİTÜ KURULACAK: Artuklu ve Dicle Üniversiteleri bünyesinde Kürt Dili ve Edebiyatı ile Kürdoloji Enstitüsü kurulacak. Kürt tarihi ile ilgili araştırmalar yapacak birimler de oluşturulacak.

Bu düzenleme; Anayasa’nın “Başlangıç ilkelerine,” 3’üncü maddesindeki “Devletin dili Türkçe”, 42’inci maddedeki, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” hükümlerine aykırıdır.

Bu düzenlemeyi, AB ve PKK istiyor.

Araştırma enstitülerinin kurulması ve tarihimizin araştırılması elbette gereklidir. Ancak bu araştırma ve yayınları Türk diliyle yapılmalıdır. Hatta bugün yaşanan pek çok ihtilafın giderilmesine esaslı katkılar yapacaktır. Ancak, bir lehçeden bir dil inşasına dönük eğitim ve öğretim gayretleri milli birliğimizi bozmaktan, bilim, düşünce ve kültür hayatımızı zayıflatmaktan başka bir sonuç vermeyecektir.

25. SEÇMELİ DERS ÇALIŞMASI: Milli Eğitim Bakanlığı müfredat değişikliğine giderek, İngilizce, Almanca gibi Kürtçeyi de seçmeli derslerden biri haline getirecek.

Bu düzenleme de, yukarıda belirtilen Anayasa maddelerine aykırıdır. Bunu bizden AB ve PKK istiyor.

Bazen bilerek veya bilmeyerek bazı çevreler, “Canım Arapça, İngilizce öğretiliyor da, kendi vatandaşımızın ana dilinden niçin korkuluyor” diyebiliyor. Burada gözden kaçan husus, medeniyet ve devlet diliyle, milletin bir parçası olan bir etnik kesimin ana dilinin aynı statüde olmadığı gerçeğidir.

Bir medeniyet dilini öğrenen bir kişinin önünde bir dünya açılır, ufku genişler. Bundan ülke de fayda sağlar. Ama millet bütünlüğü içindeki bir etnik kesimin dili, kendi haline bırakılmaz da, devlet eliyle ısrarla öğretilmeye çalışılırsa, zayıf da olsa  paralel bir dil oluşur, millet birliği zarar görür; dil-kültür yapısı  zedelenir, yabancılaşma ve ayrışma ortamı beslenir. Kişinin kendini geliştirmesi, dünyayı anlaması imkansız hale gelir, toplum geriler.

Bu konu sadece bizim değil, bütün insanlığın meselesidir. Oralardaki çağdaş çözüm şöyledir: Milli devlet, bir millet ve eşit vatandaş yapısı esastır. Her şey bu yapıya göre şekillendirilir.  Milli devletin dili, bir olan milletin dilidir, bu resmi alanda vatandaşlar için de geçerlidir. Milletin içinde var olan farklı kesimlerin, başta dilleri olmak üzere diğer özellikleri devletin  hukukuna sokulmaz. Kişiler, özel hayatlarında, kendi kültür, dil gibi farklılıklarını sebestçe yaşarlar.

Gelişmiş hukuk ve demokrasi ülkelerine bakalım. Mesela; ABD, Almanya, Fransa, Finlandiya, Japonya, Danimarka, İsveç, hatta Yunanistan’da devletin dili tekdir. Devlet etnik dillerden kurs açmaz, seçmeli ders vermez vb.

Asırların tecrübesi ve bilimin gösterdiği bu gerçek dikkate alınmaz da, etnik diller devlet hukukuna sokulursa, zamanla paralel dil duygusu doğar, bunun sonucu olarak  farklılaşma, yabancılaşma ve ayrışmanın önü açılmış olur. 

Milleti bölecek, iç çatışmaya yol açacak  böyle bir hatayı hiçbir devlet yapmaz.


26. HALK EĞİTİM MERKEZLERİNDE KÜRTÇE: Kürtçe öğrenmek isteyen vatandaşlara Halk Eğitim Merkezlerinde Kürtçe okuma yazma kursları açılacak.

Yukarıda etnik dillerle ilgili olarak yaptığımız açıklamalar, bu düzenleme için de geçerlidir.  Bu işi devletin yapması Anayasaya aykırıdır. PKK ve AB istedi diye birliğimizi ve huzurumuzu bozacak, dünyada eşi olmayan düzenlemelerden kaçınmalıyız.

Özellikle bölge insanının can-mal güvenliği, iş, aş, adalet, eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçları karşılanmazken PKK’nın devletin kuruluş esaslarını değiştirip  Türkiye’yi bölmeyi hedef alan şartlarına göre yapılan düzenlemelerin yapılmak istenmesi, asla kabul edilemez. 

GENEL DEĞERLENDİRME

26 maddelik paketin; 11 maddesinin etnik dil, kimlik ve bilinç inşasına, 9 maddesinin cezaevlerinin boşaltılması ve dışarıdaki bölücülerin ve teröristlerin yurda getirilmesine, 1 maddesinin iç çatışmayı kışkırtmaya,  3 maddesinin milli bilinci ve devlet yapısını çökertmeye göre düzenlendiği anlaşılıyor.

Bu düzenlemeyi; çağdaş anlayışa uygun olarak, bir millet esasına göre kurulmuş olan milli devlet yapımızın yıkılması, milletin içinden başka bir millet çıkararak bölünmesi ve “etnik temelde 2 ortaklı devlet” kurulması planı olarak da tarif edebiliriz.

Başbakan Erdoğan bu konudaki görüşlerini, taa 1991 yılında RP Genel Başkanı Sayın Erbakan’a verdiği “Kürt meselesi” raporuyla belli olmuştur. Buna göre: “Kürt kimliğinin tanınması ve Kürt kültürünün geliştirilmesi.. herkesin kendi anadilinde eğitim-öğretim yapabilmesi…eşit siyasal, sosyal ve kültürel haklar temelinde gönüllü bir birlikteliği esas alan yeni bir hukuk devleti anlayışının ön plana çıkartılması…” gerekmektedir.

Burada dikkat çeken husus; “Kürt kimliğinin tanınması, Kürt kültürünün geliştirilmesi…ana dilde eğitim..birlikteliği esas alan yeni bir hukuk devleti..” ifadeleridir ki; bu PKK’nın, 2 kimlikli, 2 dilli devlet rejimiyle örtüşüyor.

Tam bu noktada ABD’nin BOP’unu hatırlamalıyız. Bu Haçlı projesinin iki haritası var; malum; biri bölünmüş Ortadoğu, diğeri bölünmüş Türkiye. Bölünmüş Türkiye hedefine ulaşmak için iki yoldan yürümektedir.  Birincisi AB kıskacı, ikincisi PKK terör makinasıdır. Bu iki tuzak omuz omuza çalışmaktadır.  

Buraya kadar  “PKK açılımı”nın sadece kısa vadeye ait 26 maddesini tanıttık. Yetkililerin açıklamalarına göre, bu dönemde yapılacaklar bu kadarla da  sınırlı değildir.   Bunun bir de orta ve uzun vadeli olanları vardır ki; sayın Başbakan Erdoğan’ın ifadesiyle bu dönemde, anayasa değişiklikleri ve diğer bazı önemli konularla ilgili düzenlemeler yapılacaktır.

Eğer böylesine temellere yönelen düzenlemeler yapılabilirse, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş esasları değiştirilmiş ve Türk Milleti bin yıllık egemenliğini kaybetmiş olacaktır. Mesele burada da bitmeyecek, devamında, “Büyük Kürdistan” projesi gündeme getirilecektir.Yani ipin ucu kaçarsa, başımız beladan kurtulmayacak demektir.

Bütün bunları nereden mi biliyoruz? Hemen söyleyelim; BOP’un Türkiye bölümü dediğimiz “Kopenhag Siyasi Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat Taraması)” adındaki proje kitaptan.

320 sayfadan oluşan, 1998 yılında (1999’da AB’ye aday ülke olduk)  PKK’nın yan kuruluşu gibi çalışan İnsan Hakları Derneği’nin imzasını taşıyan bu kitabın; bir nüshasının o sırada Türkiye’de bulunan AB Genişlemeden Sorumlu Komiser Günter Verheugen’a verildiği, Temmuz 2000’de basımının yapıldığı, Giriş bölümünde anlatılıyor. 

Burada bir tespit yapalım; AB tarafından Türkiye’nin önüne konulan uyum taleplerinin tamamı, Verheugen’a verilen  bu proje kitaptan alınmıştır. Dolayısıyla, TBMM’de bu güne kadar yasalaştırılan AB taleplerinin hepsi ve sırada bekleyenler bu kitapta mevcuttur.

Hemen belirtmeliyiz ki, AB’ye uyum adı altında Türkiye’ye yaptırılanların tamamına yakını, ya Kopenhag Kriterleri ve AB müktesebatına aykırı, ya da hiçbir ilgisi yoktur..

Bir başka tespit de şöyledir. Önemli olduğu için tekrarlayalım;“PKK açılımı” nın kısa döneme ait maddeleri ile orta ve uzun vadedeki, (Anayasa değişiklikleri dahil) düzenlemeleri bu kitapta  ayrıntılarıyla yer almaktadır. AB’ye uyum (!) düzenlemeleri gibi, PKK açılımının kaynağı da, yine PKK’ya ait olan bu proje kitaptır.

BOP’un Türkiye bölümü olarak gördüğümüz bu Proje kitap ile, kendisine BOP’un eşbaşkanı diyen sayın  Erdoğan arasında bir bağ olabilir mi? Bu soruya cevap arayanlara yardımcı olmak düşüncesiyle,  büyük bir parantez açalım ve sayın Erdoğan’ın, BOP eşbaşkanlığı görevinin ne olduğunu doğru olarak anlayabilmek için, kendi ifadesine, sadece iki örnekle müracaat edelim.

Birincisi; “Büyük Ortadoğu Projesi’nin amaçları bellidir ve o amaçların içerisinde Türkiye’nin üstlendiği görev de bellidir. BOP Ortadoğu barışına yönelik olarak kurulmuş ve bunun yanında ekonomik kalkınmasına yönelik, oradaki özgürlüğe yönelik, kadın haklarına yönelik, eğitim özgürlüğünü daha ileri safhalara taşımak için kurulmuş ve atılmış bir adımdır ve burada Türkiye’ye ye de bir görev verildi ve biz bu görevi üstlendik.” (13.01.2009 TBMM Grup konuşması)

İkincisi; “Amerika’nın ’Büyük Ortadoğu Projesi’ var ya, “Genişletilmiş Ortadoğu yani, bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız olabilir, bir merkez olabilir. Bunu başarmamız lazım.” (18.2.2004 Hürriyet)

Bütün bu bilgilerin ışığında,  sayın Başbakan Erdoğan’a verilen BOP eşbaşkanlığı  göreviyle,  bu yaşananların; Irak’ın mahvedilmesi ve PKK bölücü terör örgütünün nasıl bir   bağlantısının olabileceğini düşünmeli ve açıklığa kavuşturmalıyız. Çünkü bu husus çok önemlidir.

“PKK AÇILIMI” VE KAFA KARIŞTIRAN TARTIŞMALAR

İktidar sahipleri ve yandaşlarının iddia ettiği; “PKK açılıma karşıdır. Tasfiye olacağını anladığı için terör yoluyla provakasyon yapıyor” şeklindeki değerlendirmelerin yanlış ve tehlikeli olduğunu söylemeliyiz.

PKK şartlarını kabul ettirdikçe, meşruiyet ve güç kazanmaktadır. Açılım paketinin gereği yapıldığında devletin hukuna dahil olacak ve etnik kimliğiyle temsil noktasına çıkacaktır. Bu kazanımlarla düşman saydığı Türkiye’yi gerilettiğine,  vura vura mevzileri  düşürdüğüne inanarak daha büyük boyutlu saldırıları düşünecektir. Kandil’den inen teröristlerin Habur’da zafer işareti yapmaları bunun bir delilidir. Terör örgütünün kazandığını düşündüğü bir sırada saldırıları durdurmasını beklemek, safça bir davranış olur. 

Onun için iddia edildiği gibi örgüt  “provakasyon” yapmıyor, aksine saldırılarını artırıyor.  Hatırlayalım, PKK’lılar TRT-6 yayına başladığında, özetle; “Vura vura dilimizi aldık. Yarın da toprağımızı alacağız” dememiş miydi?  Örgütün mantığı böyledir. Siz bunu anlayamazsanız, çook, çok kan akar.

Hiç şüphe yok ki, PKK hedeflerine ulaşıncaya kadar teröre devam edecektir. Bu gerçek iyi bilinmelidir. İlk hedefi Türkiye Cumhuriyeti’ne ortak olmaktır. Sonra 1978 kuruluş bildirisi 1’inci maddesinde açıkladığı gibi; “Bağımsız, Birleşik, Demokratik Kürdistan Cumhuriyeti” nin kuruluşuna geçmektir. 

PKK örgütlenmesini de buna göre yapmaktadır. Teröristbaşının talimatıyla Türkiye, Irak, İran ve Suriye topraklarını esas alan konfederal bir sistemi gerçekleştirmek  amacıyla kurulan KCK, (PKK’nın Türkiye Meclisi) şehirlerde kaos çıkarmayı ve bölgelerde özerk yasama, yürütme ve yargı sistemi oluşturmaya çalışmaktadır.   Son zamanlarda sokakları ateşe veren KCK,  “şehir terörü”nü tırmandırarak, kalkışma günü için ortam  hazırlamaktadır.

Bu gelişmelere bakınca, Irak’ın kuzeyi ile bütünleşmenin zamanı gelmiştir diyebiliriz. Bu konuda, ABD’nin desteğiyle Suriye vizesinin kaldırılması, Bağdat’ta iki ülke bakanlarının “ortak hükümet” toplantısı yapma maskaralığı gibi gelişmeler, sanki Barzani yönetimiyle ilişkilerin ve Güneydoğumuzla bütünleşmenin  psikolojik alt yapısını  hazırlıyor.

Bu konuda daha da ileri giden AKP milletvekili Mir Dengir Fırat bakınız neler söylüyor; “Irak halkı federal bir yapıyı tercih etti, oranın adı Kuzey Irak değil Kürdistan’dır, saygılı olmalıyı. Kürdistan’a vize kaldırılmalı. Erbil’den sonra  Süleymaniye’de de konsolosluk açmalıyız. Banka şubeleri açılmalı, ticareti artırmalıyız.. vs.

Adam, şairin dediği gibi, herkesi kör, alemi sersem sanıyor. Meğer Irak Anayasası’nı işgalci ABD değil de, Irak halkı yapmış ve federal bir yapıyı kabul etmiş. Biz de buna saygılı olmalıymışız. Demik ki kardeş Irak’ta, 1.5 milyon Müslüman boşuna öldürülmüş, iğrenç işkence ve tecavüzler boşuna yapılmış, Irak boşuna mahvedilmiş, yüzbinlerce namuslu kadın boşuna pazarlara düşmüş, ülke boşuna  kanlı bir arenaya döndürülmüş, Türkmenler boşuna toplu katliama maruz kalmış, liderleri boşuna suikastlara kurban gitmiş ve boşuna Barzani’nin azınlığı yapılmış.

Şu hale bakınız, yaşanan bu facialar adamın umurunda değil. Bunların insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten, kardeşlikten, barıştan anladıkları belki de bu..

Zannedersiniz ki adam, kurulacak “Birleşik devletin” başına oturtulacak. Ne de olsa Kommagene Krallığından geliyor değil mi?

Evet meselenin geldiği nokta böyle olmalı ki; PKK yandaşlarının meydan okumaları da akıl almaz boyutlara tırmandırılmıştır. Diyarbakır Belediye Başkanı’nın devletimize ve hükümetimize alenen küfretmesi, herkese laf yetiştiren Başbakanın bunu sineye çeker gibi susması, elebaşlarının televizyonlara çıkıp, “ya ortak devlete razı olursunuz, ya da Türkiye bölünecektir”  şeklinde savurdukları tehditleri, Haçlı projesinin geldiği aşamayı gösteriyor olmalıdır. Hatırlanacak olursa, teröristbaşı da Türkiye’ye 2009 sonuna kadar süre tanımıştı.

ÜLKEMİZİ KORUMAKLA GÖREVLİ YÖNETİCİLERİMİZ NE YAPIYOR?

Aziz vatanımızda böylesine vahim durumlar yaşanırken, siyasi iktidar ne yapıyor diye soralım ve manzarayı görmeye çalışalım.

1- Bölücü teröre karşı “demokratikleşme” ve “özgürleşme” çerçevesinde başlatılan “PKK açılımı” ile “iki kimlikli”, “iki dilli”  devlet  düzenine doğru adımlar atılıyor.
2- Terör örgütü şehirleri ateşe verirken,   güvenlik güçleri ya ortalarda görünmüyor, vatandaşın mal-can güvenliği teröristlerin insafına terkediyor, yada yetersiz güçle müdahale edildiğinden polisimiz çok zor durumda kalıp panzerleri yakılıyor ve  canını kaçarak  kurtarmaya çalışıyor.
3- Ankara’da; yerli ve yabancı güçler tarafından, devletin beyni diyebileceğimiz en tepedeki organ ve kurumların kuşatılması sürüyor ve  güven bunalımı derinleşiyor, karar alma mekanizması zayıflıyor; Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay,  bazı mahkemeler, hakim ve savcılar, Türk Silahlı Kuvvetleri ve bazı etkili kişilere karşı, müthiş bir baskı ve medya kampanyası desteğinde yıpratma programı uygulanıyor.
4- Borç batağındaki, üretim gücü gerileyen ülke ekonomisi çöküntüye sürükleniyor. 

Evet son dönemin manzarası böylece özetlenebilir. Bütün dünya; devletimizin içinde bulunduğu bu durumu, kendini devlet zanneden bazı iktidar sahiplerinin rolünü, bölgede  kanun hakimiyetinin kurulamadığını, buna karşılık örgüt otoritesinin güçlendirildiğini seyrediyor. Sonunda da bir takım değerlendirmeler yapıp, politikalar belirliyor.

ÇAREMİZ VARDIR

Bu ağır tablo karşısında seyirci kalınamaz, her halde yapılacak çok şeyler vardır. Kimse dur bakalım, bekleyip görelim diyemez. Çünkü yok olmanın denemesi de olmaz. Aynen ölümün denemesinin olmadığı gibi.

O halde ayağa kalkarak kurtuluşun da, çarenin de kendimizde olduğunu görmeliyiz. Her şeyden önce, bu milletin de, bu devletin de çok güçlü olduğuna inanmalıyız. Çare bu gücün  harekete geçirilmesindedir. Bunun ilk şartı da, milletimizin gerçekleri bilmesine bağlıdır.

Bu görev de gerçeği bilenlere, felaketin farkında olanlara düşmektedir. 

Tabii felaketin farkında olduğu halde; iktidardan nemalananlar, dünyalığını tutanlar ve beklentileri olanlardan, tuzu kurulardan, sırça köşkten etrafa “aman iktidarı sıkıntıya sokacak işler yapmayın” fetvası yayanlardan, mevkii, dünya görüşü ne olursa olsun medet umulamaz. 

Onun için bu mukaddes görev, felaketi farkında olan namus erbabının omuzlarındadır.  Namus erbabı; durmadan, dinlenmeden vatandaşa, “PKK Açılımı” nın gerçek yüzünü, bu aziz vatanı bölmek isteyen Son Haçlı Seferi olduğunu anlatmak zorundadır. Demokrasilerde partilerin, en çok korktukları gücün vatandaşın oyu ve sandık olduğu bilinciyle, her vesileyle sorumlu  AKP yöneticilerine, sesini yükselterek uyarmanın yolunu bulmalıdır. 

Bu yolda vebalin en büyüğü ise,   AKP’li bakan, milletvekili ve parti yöneticilerindedir. Bu sorumlular ilk önce; Parti ve hükümet  yetkililerine, kökeni ne olursa olsun hepimizin Türk Milleti’nin eşit ve şerefli evladı olduğumuzu, etnisite/ırk kümelerine göre ayrıştırmanın, yok olmak anlamına geldiğini izah etmelidirler. Bu çerçevede  açıkça, her zeminde ve her fırsatta, PKK terörüyle gerçekten ve Türk Devleti’ne yakışan ciddiyetle, topyekün mücadelenin zaruretini anlatmalıdırlar.

Tabii herşeyden evvel de, “PKK açılımı”nın acilen durdurulması için çalışmalıdırlar. Bu yanlıştan dönülmezse, ülkemizin kanlı bir kargaşanın içine sürükleneceğini açık bir dille anlatmalıdırlar.

Özetlenen bu demokratik çalışmalar yapılabilirse, ülkemizin büyük bir felaketin eşiğinden dönmüş olacağına şüphe yoktur.. Hem de en kestirme yoldan.

Eğer bu demokratik çalışmalardan beklenen sonuç alınamazsa, kesin çözümün tarihi  önümüzdeki milletvekili seçimleri olacaktır.. Seçmen vatandaşlar tereddüdü bırakarak, ülkemizi ağır bir çıkmaza sürükleyenleri, yüzümüze karşı ve  çekinmeden, hala “Bize BOP’un eş başkanlığı görevi verildi” diye övünenleri, sandıkta azletmelidir. Verilen mukaddes emanet geri alınmalıdır.

Vebalden kurtulmanın da, milletimizin selamete çıkmasının da yolu bu kadar açık ve kolaydır. O halde buyurun bu milli göreve.

    Sadi SOMUNCUOĞLU
     MİLLİ DİŞÜNCE MERKEZİ BAŞKANI
                                                                                    




 ***

Yeni Türkiye Adımları

“Yeni Türkiye” adımları




Ne diyorlar?
MGK’nın 28 Eylül 2016 tarihli bildirisinden başlayalım bakalım:
“Milli güvenliğimizi tehdit eden… Fethullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanmasına (FETÖ/PDY), bölücü terör örgütleri PKK ve PYD-YPG ile DEAŞ terör örgütlerine karşı yurt içinde ve yurt dışında yürütülen operasyonlar ve alınan tedbirler kapsamlı şekilde görüşülmüş; terörle ve teröristle mücadelenin kararlı bir şekilde sürdürüleceği vurgulanmıştır… Terörün ve terör örgütlerinin, ayırım yapılmaksızın, uluslararası toplumun iş birliği ile yok edilmesinin, dünya barışı için elzem olduğu bir kez daha vurgulanmıştır.”
Sonra dönemin Başbakanı Davutoğlu ne demiş ona bakalım:
“Özal vefat etti ve o “çözüm süreci” akamete uğradı… Rahmetli Erbakan çözüm için çaba sarf ettiğinde 28 Şubat süreci başlatıldı. 2005’te Diyarbakır konuşmasıyla çözüm süreci tekrar ihsas edilmeye başlandığında 2006’da Cumhuriyet mitingleri tertip edildi. Devlet içindeki çeteler 90’lı yıllardaki gibi karanlık bir dönemi başlatmak istediler… “Çözüm süreci” yasal bir çerçeveye oturdu… O cumhurbaşkanı ben başbakan olarak işte bir daha söylüyorum çözüm süreci her ne olursa olsun başarıya ulaşacak… Çözüm Süreci milletin malıdır, milletin istikbalidir, milletin geleceğidir… Yeni Türkiye için tekrar yola çıkmışken 6-7 Eylül olaylarını çıkardılar. Kobani için çıkmadı o olaylar. Kobani’ye buradan selam ediyorum. Kobani’deki her kardeşimin alnından öpüyorum. Kobani bize tarihin emanetidir… PKK Erbil’deki yönetimi tehdit ederse bu tehdidi bize yapılmış olarak kabul ederiz… Çözüm sürecine gelince… Silahlar terk edilirse, siyasi alanda Türkiye’de her şey konuşulabilir.”
En yeni icraat olarak da, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından 22 Ağustos 2016’da Cumhurbaşkanlığı Baş Danışmanı olan emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi’nin “Çözüm sürecinin ulaştığı aşamada ASDER-ASSAM raporu” sunum konuşmasını hatırlayalım:
“… Kürtlerin ve diğer etnik grupların kendi dillerini konuşma, geliştirme ve kendi dilinde eğitim yapma imkanı anayasa ile koruma altına alınmalıdır… Devletin resmi okullarında isteyen Kürt vatandaşlarımıza kendi dilinde eğitim hakkı sağlanmalı, ikinci dil olarak da Türkçe öğretilmelidir… Eyalet sistemi getirilmelidir… Bu sistem hem Kürtlerin ve diğer etnik grupların özerklik isteklerini kaplayacak hem de devlete bağlılık ve aidiyet duygusunu artıracak şekilde oluşturulmalıdır… Kürt kimliği tanınmalıdır.”
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Türkiye için PKK ve onun uzantıları olan PYD, YPG terör örgütlerinin, DHKP/C’nin, DEAŞ’ın hiçbir farkı yoktur. Bunların hepsi de bizim için varlığımıza ve geleceğimize kast eden, eli kanlı terör örgütleridir.”
Bu açıklamalardan mutlu olan, yegane dostumuz (!), PKK’ya 2003’ten itibaren topraklarında üs veren, terör yuvalarına karadan müdahalemize izin vermeyen, havadan yaptığımız operasyonlara bile zaman zaman homurdanan Barzani de şöyle konuştu: “Kürt sorununu Erdoğan, birçok kişiye göre daha iyi anlıyor” diyerek Cumhurbaşkanı’nı övdü, “PYD ve PKK tam olarak aynı şeydir” dedi. Sanki ABD’nin Türkiye ve Orta Doğu elemanı, CIA’cı Henry Barkey’in 2012’de, “Suriyeli Kürtlerin lideri PYD değil, Barzani olacak” dediği gibi.
Şimdi bu örnek tespitleri kısaca değerlendirelim.
1) MGK, daima olduğu gibi devlet görüşünü ortaya koymuş; ama buna ne kadar uyuluyor, önemli olan da bu. 2) Davutoğlu, Fırat’ın doğusundaki PYD işgalindeki Kobani’ye (Aynel Arab olacak) selam yolladıktan sonra “Yeni Türkiye” için “çözüm sürecinden” yana olan Özal’a ölümün, Erbakan’a ise, ilginçtir 28 Şubat’ın engel olduğunu iddia ediyor. Ama biz; “milletin malı ve istikbali olan çözüm sürecini yasal bir çerçeveye oturttuk, eğer silahlar bırakılırsa, siyasi alanda Türkiye’de her şeyi konuşabiliriz. Kısaca, PKK ile Türkiye’nin bölüşülmesi anlamına gelen (Oslo, İmralı ve Dolmabahçe mutabakatı) ‘Irak modeli gibi düzenlemeye hazırız’ diyor. 3) Cumhurbaşkanı Erdoğan “varlığımıza ve geleceğimize kast eden” terör örgütünün hepsi de aynıdır, mücadele buna göre yapılacaktır demek suretiyle, MGK bildirisiyle uyum içinde olduğunu göstermiştir. Ancak son olarak; “Kürt kimliği tanınmalı”, “etnik dillerde eğitim yapılmalı”, “eyalet sistemine geçilmeli ve eyalet başkanını kendileri seçmeli”, gibi özerklik talep eden ve Türkiye’yi bölünmeye götüreceği açık olan ideolojinin sahibi başdanışman yapılmıştır. Yine bilindiği gibi terörle mücadele beş koldan yürütülmesi gerekirken, bunlardan biri olan güvenlik güçleriyle yapılmaktadır; bu yetmez. O da, tam değil. Meselâ; OHAL çerçevesinde çıkarılan KGK’nın gereği bile, FETÖ’de olduğu gibi uygulanamıyor, yakalanan teröristlerin mallarına el konulamıyor, dokunulmazlığı kaldırılan PKK’lı milletvekillerinin ifadesi aylar geçtiği halde alınamıyor, hâlâ yeterli bir istihbarat yok, terör örgütünün Meclis’teki partisi yargıya gönderilemiyor; daha da önemlisi, Davutoğlu ve diğer yetkililerin beyanlarında görüldüğü gibi PKK’nın amacı olan bölücülük meşru gibi görülüyor, ideolojisi ile mücadele edilemiyor. Destekçi dış mihraklara karşı diplomatik atak yapılamıyor.
Yeni Türkiye adımlarını böyle görüyoruz. Takdir Büyük Türk Milletinin ve yetkililerindir.

 ***

Kâbusla uyanmak

 "Kâbusla uyanmak"




Sadi SOMUNCUOĞLU

28 Temmuz 2007

Seçimler “gerçekten demokratik ve özgür bir ortamda” yapılmış. Sevinçten uçan tüm dış güçler, AKP ve malum medya öyle diyor. Devlet imkanlarının alabildiğine kullanılmasını, medyaya baskıları, büyük psikolojik harekatı geçelim. O kadar adil(!) bir seçim oldu ki, devleti çökertmeyi hedefleyen, PKK militanları Meclis’e girdi.

Seçim sürecinde “düz ovada siyaset” nasıl yapıldı, anlatalım.
“Bin Umut Adayları” denilenleri, resmen ve açıktan İmralı ile Kandil belirledi. Bunun dışındakiler tehditle vazgeçirildi. PKK adaylarının tüm toplantılarında terör örgütünün sözde bayrağı açıldı, yasak olmasına rağmen, Kürtçe propaganda yapıldı. Yabancı parlamenterler bunların toplantılarına, bunlar da, “Yaşasın Apo, kana kan, Kürdistan bölünmez, kahrolsun T.C.” sloganları eşliğinde PKK’lıların cenaze törenlerine katıldı. Sadece Zana değil, milletvekili sıfatı kazanan birçok isim “federasyon” dedi. Teröristbaşının avukatı, hakkında toplam 34 dava bulunan ve Diyarbakır Milletvekili seçilen partinin eş başkanı Aysel Tuğluk, teröristbaşına “Sayın” demeye devam edeceklerini açıkladı.
“Özgür seçimin” sembolü ise Kandil’de eğitim gören, terör örgütü üyeliğinden 15 yıla kadar hapsi istenen ve tutuklu bulunan bir kadın militanın seçtirilmesi oldu. Bu militan cezaevinden çıkar çıkmaz Roj-Tv’ye telefonla bağlanıp, esti-yağdı.
Şimdi Aysel Tuğluk başta, hepsi 5 yıl dokunulmazlık zırhına büründü. Herhalde bu sürede, iç ve dış hamilerinin desteğiyle teröristbaşının, “PKK’ya şartsız-ayırımsız genel af” buyruğunu da bir şekilde yerine getirtir ve topluca kurtulurlar(!)

İşte seçimler böylesine “demokratik” ti. Doğu-Güneydoğu “kardeş kardeş” paylaşıldığı ve İstanbul’daki “ulusalcı çetelerin” üzerine gidildiği için AKP iktidarı, bu cenahı göremedi(!). “PKK’nın özgür seçimiyle” ilgili belki inceleme başlatıldı, ama neye yarar. Kesin sonuçların açıklanması için öyle acele ediliyor ki, sanırsınız yangından mal kaçırılıyor.
Türkiye demokrasiye yeni geçen, geri bir ülkeymiş gibi, seçimleri izlemek üzere Avrupa Konseyi’nden gelen heyet, “Çok özgür bir seçim yapıldı. Parlamentoda temsil oranları yükseldi” diye bayram yapıyor. Şaşılır mı?
PKK’yı kutlayanlar
Bir büyük toplum mühendisliğinin eseri olan bu tablo kimleri sevindirdi, bakalım.
Talabani ve Barzani, “AKP’nin seçim zaferini” kutladı. Barzani’nin Dış İlişkiler Sorumlusu Dizai, DTP’nin desteklediği bağımsızların sayısı az olmakla birlikte Meclis’te yararlı işlere imza atıp, “balans” rolü oynayabileceğini söyledi. AKP’nin “Kürt bölgelerinde” yüksek oy almasını ise, “Kürtlere yönelik şovenist ve milliyetçi tavırlara girmemesine, köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş olmasa da, sorunların açıkça tartışılmasını sağlamasına” bağladı. Talabani’nin Ankara Temsilcisi Galali, Irak’taki PKK partisi PCDK ile PKK’nın militan kaynağı Mahmur Kampı’nın Belediye Başkanı da DTP’yi kutladı.

Değerlerimiz “meze” oluyor

Anayasamıza göre, “Siyasi partilerin tüzük, program ve eylemlerinin devletin bağımsızlığı, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı olması, yabancı devletler, uluslararası kuruluşlar ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım almaları temelli kapatma” sebebi. Bu hükümlerin bir anlamı kaldı mı?

Şimdi de “Kürt halkını” temsil iddiasındaki bu PKK uzantısı militan-milletvekilleri lütfedip, Kürtçe yemin etmeyecek ama, “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü koruyacaklarına, Anayasa’ya sadakatten ayrılmayacaklarına, büyük Türk milleti önünde namus ve şerefleri üzerine” and içecekler, öyle mi?
Emperyalistler, PKK ve yandaşları bu yeminin değiştirilmesini de istiyordu. Gerek kalıyor mu? Bir milletin kutsal değerlerinin içi acaba daha başka nasıl boşaltılır ki?
Bölücülere “milletvekili” olarak, bize “kâbusla” uyanmak düştü!..



***


Kılıç yok, Ya Bomba?

Kılıç yok,  Ya Bomba?



Sadi SOMUNCUOĞLU

04 Ağustos 2007

Şehitler toprağa verilirken, dünyada eşi benzeri görülmeyen şekilde, resmen terör örgütü “kontenjanından” Meclis’e sokulan şu “vekillerin” duruşlarına, konuşmalarına bakın. PKK’nın dağlarda, ABD yapımı M-16’larla yaptığını, “Düz ovaya indirilen” ler, bugünden itibaren dokunulmazlık zırhı içinde, değişik şekilde Meclis’te sürdürecek ve buna da “demokrasi” denecek. Sanki demokrasinin en büyük düşmanı terör değilmiş gibi.

AİHM’in, “Anayasal sistemle bağdaşmayan eğilimleri, doğrudan veya dolaylı destekleyenlerin memuriyete bile alınmaması” kararı varken, cezaevinden çıkarılıp Meclis’e sokulan Sebahat Tuncel isimli “vekili” ele alalım.
İstihbarat raporlarına göre, PKK’nın Irak’taki kamplarında askeri ve psikolojik eğitim görmüş, PKK propagandası yaptığı gerekçesiyle defalarca gözaltına alınmış. Legal görevleri ise DTP Genel Merkezi Kadın Meclisi Sözcülüğü ile MYK üyeliğiydi. PKK’nın en örgütlü çalışmayı, Tuncel’in milletvekili olması için yapması da onun ne kadar “gözde ve önemli” olduğunu gösteriyor.
Şimdi bir de geçtiğimiz günlerde yine PKK kamplarında 3 yıl silahlı faaliyet yürüttükten sonra teslim olan ve etkin pişmanlıktan yararlandırılarak serbest bırakılan bir kadın teröristin mahkemede anlattıklarına bakalım. Diyor ki; “PKK’nın DTP’li üye ve yöneticileri çeşitli dönemlerde Kandil ve Hınere kamplarına gelerek ideolojik eğitim alıyorlar. Ardından legal zeminde siyaset yapmak için Türkiye’ye gönderiliyorlar. Ayrıca DTP içerisinde aktif görev alan eş genel başkanlar dahil tüm üyeler, örgüt propagandası ve ajitasyon faaliyeti yürüterek kitleleri etkilemeye yönelik çalışıyorlar... PKK içinde 60 kişilik ‘Ölümsüzler Taburu’ adı verilen intihar komandosu grubu var. Türkiye metropollerinde intihar, sabotaj ve suikast eylemlerini yapan TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) doğrudan Murat Karayılan’a bağlı çalışıyor”.
TAK, daha çok canlı bomba eylemleri yapıyor. Kandil’deki Karayılan, özellikle sivillere yönelik intihar saldırılarında, TAK’la bağlantılarını reddederken, geçtiğimiz aylarda, “Arkadaşlarımız her an ölmeye hazır. Değil dağda kırsalda, isteseler Meclis’in ortasında eylem yapabilirler” mealinde tehditler savurmuştu.
Ulus’ta hedef kimdi?

Karayılan’ın bu tehdidinin ardından Ulus’taki o patlama meydana gelmişti. Orası Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ile kuvvet komutanlarının geçiş güzergâhıydı. Çok sayıda insanımızın hayatını kaybettiği bu vahşetin PKK tarafından gerçekleştirildiğini, ABD “Kimin yaptığı tam bilinmiyor”, iktidar da, “terör örgütünün reklamı oluyor” gerekçesiyle örtmeye çalışmıştı. Ancak sözde “Halk Savunma Güçleri HPG” nin komutanı Dr. Bahoz Erdal, “CHP Lideri Deniz Baykal ve Genelkurmay Başkanını” hedef gösterip, “Patlamanın, söz konusu kesimlerin yaptığı Kürt karşıtlığına bir tepki olduğunu” söylemişti. Erdal, aynen Karayılan gibi, “Kürt sorununun çözümünde, Kürt halkının talepleri dikkate alınmazsa, bu radikal-kontrolsüz şiddet eylemleri daha da gelişebilir” tehdidinde de bulunmuştu.

Yeniden Tuncel’e dönelim. PKK için “önemi” ortada. Demek ki, bir “misyonu” var. O şimdi bir “vekil”. Sözleri ve eylemleriyle, “TBMM’nin ortasında” hangi “bombaları patlatacak” bekleyip görelim.

İşin şakası yok. Zira Türkiye’yi kuşatıp, bölmeye yönelik iç ve dış planlar büyük ölçüde tamamlanmış durumda. Bir yerlerde iç çatışmanın, “self determinasyon hakkının” gerekçeleri hazırlanırken, “TBMM’nin ortasındaki bombalarla” ülkede nasıl bir kaos yaratılacağını, dış güçlerin hangi müdahalelerde bulunacağını varın siz düşünün.

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, milli iradenin karargâhı TBMM’nin ortasında, “PKK’ya terör örgütü dersem, misyonum, rolüm biter” sözleriyle meydan okuyor. Ardından, “Belimizde kılıç yok. Kılıçları kuşanmış değiliz” diyor. İyi de, ya dildeki ve zuladaki bombalar?



AKP'ye " Mühimmat"lı Tebrikler!..

AKP'ye " Mühimmat"lı  Tebrikler!..




Sadi SOMUNCUOĞLU


08 Ağustos 2007

Kaynak Yeniçağ:

Haçlılar, bölücüler ve muhibbileri, seçimde AKP’ye tam destek verdi. Tabii ki bu “sevda” karşılıksız değildi, “beraber yürümenin” bir bedeli vardı. Nitekim seçim başarısından sonra gelen kutlama mesajlarının ekindeki talepler, Türk Milleti’ne ödettirilecek diyetlerin öncü listesi gibiydi.

Seçim sonuçları dış güçleri ve içerideki uzantılarını uçurdu. Sıra Türkiye’nin “uçurulmasına” geldi. İlk harekete geçen de, 7 aydır “AKP zor durumda kalmasın” diye sesini-soluğunu çıkarmayan AB oldu. Kasım ayında açıklanacak İlerleme Raporu’nun “olumlu çıkması” isteniyormuş. Bunun için “AB Konsey ve Komisyonu ile AP’deki dostlarımıza mühimmat sağlanması, böylece Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin dengelenmesi” gerekiyormuş. Görüyor musunuz, bizi nasıl da düşünüyorlar? Neymiş o “mühimmatlar” derseniz, önemli değil, AKP’nin sadece “reformlara devam etmesini” istiyorlar.
Herkes kendi meşrebi ve önceliğine göre “mühimmat” listesini duyurdu. Bakalım, neler var:

Mesela Barzani’nin Dış İlişkiler Sorumlusu Sefin Dizai, “Türkiye’deki kurulu sistemin, laik ve milliyetçi çevrelerin büyük çabalarına rağmen son 50 yılın en büyük seçim başarısını elde eden” AKP’yi kutlarken, Başbakan Erdoğan’ın seçim gecesi söylediği, “komşu ülkelerle barış çerçevesinde iyi ilişkiler geliştireceğiz” açıklamasını hatırlattı. Ardından ikili görüşmelere hazır olduklarını, yeni bir sayfa açılması zamanının geldiğini vurguladı. Özetle “Barzani Kürdistanı’nı tanıyın” demeye getirdi.

AB cephesinde, genişlemeden sorumlu üye Olli Rehn başta olmak üzere, bilumum üye ülkelerin Başbakan veya Dışişleri Bakanları, tebriklerini sunduktan sonra sözleşmişçesine, ilk ricalarını(!) ilettiler. En başta, Kıbrıs ek protokolünün onaylanıp, hava ve deniz limanlarının Rumlara açılması, ilişkilerin normalleştirilmesi var. Bunu TCK’nun 301’inci maddesinin değiştirilmesi, yani Türklüğe hakaretin serbest bırakılması izliyor. Cumhurbaşkanı Sezer’in veto ettiği Vakıflar Kanunu’nun çıkarılması, yani azınlık vakıflarına Sevr’de dahi verilmeyen imtiyazların tanınması, yabancıların vakıf kurmalarına izin de listedeki “mühimmat” lar arasında.

Avrupa Parlamentosu ise Lagendijk ve Yardımcısı Duff aracılığıyla, “TSK’nın frenlenmesi ve tutucu Kemalistlerin modernleşmesi” ni tavsiye etti. Bunlar ise “TSK’nın T.C.’yi koruma-kollamaktan vazgeçmesinden, devletin kuruluş esaslarının değiştirilmesine” varan bir dizi “mühimmat” anlamına geliyor.
22 Temmuz seçimlerini izlemek üzere gelen ve seçimleri “gayet özgür ve demokratik” bulan Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi de bir liste çıkardı. Şimdilik “Yüzde 10 seçim barajının düşürülmesi” ile “Siyasi partilere Türkçe dışında başka bir dilde propaganda yapabilme imkanı sağlanmasını”, yani dünyanın hiçbir yerinde olmayan, etnik temelde siyaset yapılması için “mühimmat” istiyorlar.

Seçim zaferini ilk kutlayan elbette, Erdoğan’ın “dostu” Başbakan Kostas Karamanlis ile Gül’ün “kankası” Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani oldu. Onların hangi “mühimmatları” mı bekliyor? Sadece Ruhban okulunun açılmasını, Patrikhane’nin ekümenliğinin tanınması ve tüzel kişilik verilmesini, bir de yabancı din adamlarının Türkiye’de görev yapabilmesini rica ediyorlar. Bunlar ne anlama mı geliyor? Tek kelimeyle, “Lozan’dan vazgeçin.”

ABD’nin öncü “mühimmatı” ise, Ermeni sınırının açılması, ilişkilerin normalleştirilmesi. Kısaca soykırım yalanını kabulün önünün açılması. Seçim desteğine ilaveten, Temsilciler Meclisi’nde Ermeni tasarısının bekletilmesi az şey mi?

Tebrik kervanına katılan Vatikan da, dini azınlıkların mallarının iadesi ve İstanbul’daki Roma Katolik Kilisesi’nin hukuki statüsünün tanınması gibi iki minik(!) istirhamda bulundu.
İşte Haçlıların ilk 3 ay için talep ettiği “mühimmat” lar. Bunlar Türkiye’yi “uçurmaya” yetmezse, devamı da var!..




***


Yeni Anayasa tartışmaları,

Yeni Anayasa tartışmaları,

Sadi SOMUNCUOĞLU


05 Eylül 2007

AKP’nin görevlendirmesi üzerine Prof. Dr. Ergun Özbudun’nun başkanlığında kurulan Anayasa komisyonu çalışmalarını yıldırım hızıyla bitirdi ve hazırladığı taslağı Partı’ye sundu. Mir Dengir Fırat’ın yönettiği AKP komisyon ise, taslak üzerindeki ilk değerlendirmesini yine yıldırım hızıyla tamamladı. Bundan sonra iki komisyon birlikte çalışacak, ortaya çıkacak metin kamuoyuna açıklanacakmış. Bu bakımdan şu anda taslağın muhtevası hakkında resmi bir bilgimiz yok. Ancak elimizde Prof.Dr. Özbudun’nun genel nitelikteki bazı açıklamaları var.
Özbudun özetle:  “Renksiz anayasa doğru, bir ideolojiye bağlı anayasa yanlış olur” diyor ve “zorunlu din dersleri laiklikle bağdaşmadığından, kaldırılmalı” açıklamasını yapıyor.

Çok temel özelliklere sahip bu görüşlerin, bizim milli gerçeklerimizle ve ihtiyaçlarımızla bağdaşmadığını, bir çok batılı demokratik ülke anayasalarıyla da çeliştiğini belirmekle yetinelim. Bu konuyu derinliğine daha sonraki yazılarımızda ele alacağız.

Yasalar kullanıldıkça değerlenir

Yasalarla ilgili olarak hukukçuların mutabık oldukları bir husus var. O da, yasalar uygulanarak ve zaman içinde ihtiyaca göre geliştirilerek en mükemmel şekline alırlar.

Nitekim 1960 İhtilali’nden sonra, ünlü anayasa hocası Prof.Dr.Ali Fuat  Başgil,  “1924 Anayasası’nı çöpe atmayın. Nerelerinin değişmesi gerekiyorsa, onları düzeltin. Eğer toptan yeni bir anayasa hazırlamaya kalkarsanız, nazari olarak en ideal ilkelere dayanabilir, ama toplumun ihtiyaçlarını hangi ölçüde karşılayacağı bu bilinemez. Hesapta olmayan bir yığın sıkıntı çıkabilir.”  demişti. Öyle de oldu, o günün rüzgarları içinde buna aldıran olmadı ve sıfırdan yeni bir anayasa hazırlandı. Türkiye, adına ne kadar  “özgürlükçü”  dense de, milli iradenin önüne özerk kuruluşlar çıkarmak suretiyle demokratik otoriteyi zayıflatan, 1980’e kadar bu anayasayla uğraşmak zorunda kaldı. Bu ders yetmemiş olacak ki, 1982 anayasası da buna tepki olarak, ama aynı zihniyetle, sıfırdan yeni olarak hazırlandı. 

Şimdi de bu anayasayı toptan atıp, yerine sıfırdan bir anayasa yapmanın tartışması içindeyiz. 1982 Anayasasının değiştirilmesi için toplumda genel bir talep olduğu malumdur. Nitekim bu gerekçe ve AB uyum yasaları çerçevesinde Anayasanın yarısına yakını değiştirilmiştir. Konuya iyi niyetle yaklaşıldığında, diğer maddelerde de ihtiyaca göre değişikliklerin yapılması mümkündür. Ama bu akıl yolu benimsenmiyor.

Ne acıdır ki, bunca tecrübeye, bunca ödenen bedele rağmen, bugün yine sıfırdan anayasa yapmanın kavgasına giriyoruz.

Gizli ideolojik amaçlar uğruna. 
Neden böyle yapıyoruz? Geçmişe bakarsak bunun cevabını bulabiliriz. Bir takım özel, kısır ve ideolojik amaçlar için bu yolu seçtiğimiz açıkça görülüyor. Türkiye’nin ihtiyaçları ve beklentileri hep göz ardı edilmektedir. 1961’de de 1982’de de böyle olmuştur.

Şimdi de aynı yanlış, ama, daha tehlikeli yolda ısrar ediyoruz. Anayasamızın değiştirilmesi için AB ve ABD’den gelen baskıları biliyoruz. Hatta, bizden Lozan’ın gözden geçirilmesi, Atatürk’ün yeniden yorumlanması, kısaca devletimizin kuruluş esaslarının değiştirilmesi isteniyor. Bu hususta AB ilerleme raporlarını ve itiraz edilerek düzeltilmediği için müktesebat haline getirilen AB Zirve kararlarını
hatırlayalım. 

Dış mihrakların Türkiye’nin üniter-milli devlet yapısının değiştirilip, federasyona, daha sonra da bölünmeye gitmesini istemeleri çok normaldir. Zaten bütün projeler, haritalar ve bu çevrelerce desteklenen kanlı bölücü terör her şeyi anlatmaya yetiyor. Bu anlaşılır bir durum olabilir, ama bizi yöneten zihniyetin bir ve bütün olan Türk Milletini, 36 etnik gruba bölmesi ve siyasi yapımızı buna göre düzenlemeyi düşünmesi kabul ve izah edilemez.
Meseleye bu pencereden bakınca, 1982 Anayasası’nın toptan değiştirilmesi ve yerine dış mihrakların da isteği gibi ideolojik bir anayasa hazırlanması şart oluyor. Bu gerçek görülmez ve bu yanlış gidiş önlenmezse, bugünleri çok arayacak hale gelebiliriz.

Kaynak Yeniçağ: Yeni Anayasa tartışmaları - Sadi SOMUNCUOĞLU