TÜRKİYE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRKİYE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Nisan 2020 Salı

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ VE TÜRKİYE

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ VE TÜRKİYE





Yazar: Çetin Ferdi | 19 Haz 2010 | Siyaset | 14  |     

T.C. EGE ÜNİVERSİTESİ
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü
BÜYÜK ORTA DOĞU PROJESİ VE TÜRKİYE
Sponsor Bağlantılar
(AK PARTİ TÜRKİYE’ si adına BOP )
Ferdi ÇETİN
İZMİR-2010


İÇİNDEKİLER


KISALTMA LİSTESİ

HARİTALAR

ÖZET

GİRİŞ

BOP BAĞLAMINDA ABD VE AB İLE İLİŞKİLER

A. BOP’ TA TÜRKİYE İÇİN TASARLANAN ROL

B. BOP BAĞLAMINDA TÜRKİYE – ABD İLİŞKİLERİ

C. BOP BAĞLAMINDA TÜRKİYE – AB İLİŞKİLERİ

C.1. AB-ABD Ekseninde Yaşananlar

C.2. Türkiye-AB İlişkilerinde AKP ve BOP etkisi

SONUÇ

KAYNAKÇA


KISALTMA LİSTESİ:

AB: Avrupa Birliği

ABD: Amerika Birleşik Devletleri

AKP: Adalet ve Kalkınma Partisi

BOP: Büyük Orta Doğu Projesi

GAP: Güneydoğu Anadolu Projesi

NATO: North Atlantic Treaty Organization

T.C: Türkiye Cumhuriyeti

TR: Türkiye

TSK: Türk Silahlı Kuvvetleri

HARİTALAR:



1.1: Genişletilmiş Orta Doğu

ÖZET

Dünya gündeminden hiç düşmeyen Orta Doğu, siyasetteki etkin rolünü ülkemizde de yıllar boyu korumuştur ve korumaya devam etmektedir. Bu etkin rolün içinde etnik, dini, siyasal farklılıklar gibi argümanlar var iken, son asırda petrolünde eklenmesiyle Orta Doğu dünya siyasetinin merkezine oturmuştur.

ABD’nin , yegane süper güç olarak dünya üzerindeki hakimiyetini sürekli kılmak stratejisinin bir boyutu olarak Büyük Orta Doğu Projesi’ni yeniden gündeme getirmesi, jeostratejik, tarihi ve kültürel özellikleri yanında bölgenin tek laik ve demokratik ülkesi olan Türkiye’yi ön plana çıkarmıştır. ABD’nin Beyaz Saray’a yakın duran bir çok akademisyeninin de, soğuk savaş sonrasında Türkiye’nin Avrasya ve Orta Doğu’da çok stratejik bir role büründüğünü çeşitli düşünce kuruluşlarında dillendirmesiyle birlikte, ülkemizin yaşamsal çıkarları bu projenin ve bunun uygulanmasında Türkiye’ye biçilen rolün tüm yönleriyle , ve titiz bir dikkatle incelenmesini gerektirmektedir.

Özellikle , ABD’nin Irak’ı işgalini izleyen vu bunun yol açtığı sorunların yoğunlaştığı aşamada Büyük Orta Doğu Projesi’ni yeniden canlandırmaya çalışması, bölge ülkelerinde, demokrasi, insan hakları, ekonomik kalkınma, eğitim gibi masum amaçların perde arkasında art niyet ve düşüncelerin bulunduğunu düşündürmekte, bunların teşhis ve tespit edilmeleri önem taşımaktadır.

İşte buradaki öneme binaen bu yazıyı, ABD’nin bu girişiminin açıklanmayan niyet ve taraflarının, çelişkilerinin, uygulama güçlüklerinin hatta imkansızlıklarının içine Türkiye’yi de dahil etme çabalarını ve Türkiye yönünden olası risklerini AKP hükümetleri dönemini temel alarak, objektif bir biçimde ve sağlam bir analitik bakış açısıyla ortaya koymak için yazıyorum.

GİRİŞ

Giriş kısmında genel bir bilgi aktarımı yapıp, projenin neleri içereğinden bahsedeceğiz, zira konumuz bundan sonra daha Türkiye odaklı olacaktır.
Büyük Orta Doğu projesi (BOP), (Greater Middle East) nedir?

Büyük Orta Doğu Projesi ya da tam resmi adıyla Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Müşterek bir Gelecek ve İlerleme için Ortaklık Projesi, (Greater Middle East Initiative /Partnership for Progress and a Common Future with the Region of the Broader Middle East and North Africa). Amerika Birleşik Devletleri 43. Başkanı Bush hükümeti tarafından Büyük Orta Doğu adıyla duyurulan, en batıda Fas’ın Atlantik kıyılarından, en doğuda Pakistan’ın kuzeyindeki Karakurum yaylalarına, Kuzeyde Türkiye’nin Karadeniz kıyılarından Güneyde Aden ve Yemen’e kadar uzanan bölge.[1] Müslüman ülkelere demokrasi ihracını ve bu ülkelerin pazarlarının açılmasını amaçladığı açıklanan, bölgeyi ekonomik ve politik şekillendirmeye dayalı bir projeden bahsediyoruz.


Harita 1.1: Genişletilmiş Orta Doğu.
Kaynak: http://www.hilalturk.com/Konu-BOP-ve-ABD-Kontolunde-Yeniden-Osmanli

ABD bunları Planlarken Avrupa Birliği’nin bu bölgeye ilgisini ve planlarını da araştırmak gerekir. Daha çok görüşler, bu planla ilgili olarak AB’nin Birleşik Devletlerle aynı düşünceyi paylaştığı ve projeye destek vereceği yönünde. Bu görüşü destekleyen bir görüntü olarak AB’nin hali hazırda islemekte olan Barselona programını gösterebiliriz. BOP, kamuoyuna Joint Forces Quartly dergisinin 1995 Sonbahar sayısında “The Greaten Middle East” başlığıyla yayınlanan bir yazıyla yansıdı. Bunu müteakiben AB, Almanya-Fransa ikilisince hazırlanan “AB – Akdeniz Girişimi Projesi”ni hazırladı. AB’nin bu programı çerçevesinde 1995 senesinde AB ülkeleri ve 12 güney ve doğu Akdeniz ülkesiyle imzalanmış politik diyalog, ekonomik gelişme ve sivil toplum reformları paketi öngörülmüştür. Yani BOP’un açıklanan hedefleriyle birebir aynı. Ama bu bölgeyi AB’ye bırakmak istemeyen ABD daha sonra Kuzey Afrika’yı da BOP içine aldı.

Diğer yandan Arap ülkeleri bu “hazır demokrasi Paketi”ni değerlendirmeye alıp almama konusunda çok tereddütlü davranmışlar, buna mukabelen Filistin-İsrail sorunundan da bir tür kaçış olduğunu düşünmektedirler. “Amerika’yı yönetenlerin 11 Eylül Saldırıları’nı, Amerika’ya karşı duyulan kin ve nefretin bir göstergesi olarak yorumlaması, Amerika’nın Orta Doğu’ya demokrasi getirme çabalarının altında yatan en önemli etken. O zaman, Amerika’ya kin ve nefret duyanlar kimler? Yine Amerikalılara göre Amerika’ya kin ve nefret duyanlar, Arap milliyetçileri başta olmak üzere, bölge ülkelerinin milliyetçileri ve radikal İslamcılar olarak nitelendirdikleri kişiler. Amerika’ya ciddi stratejik bilgiler veren “Rand Cooperation” adlı düşünce örgütü, kapsamlı bir rapor hazırlayarak Amerikan yönetimine sundu.[2] Bu raporda müslümanlar dört guruba ayrılmıştır;

1- Köktendinciler; terörist, ABD düşmanı
2- Gelenekçiler; terörist değil ama ABD düşmanı
3- Ilımlı İslamcılar; terörizme ve şiddete karşı, her inanışa saygılı, küresel islam hedefli
4- Laikler; sahip oldukları değer yargısıyla batıya en yakın olan grup ama ABD düşmanı, BOP bağlamında işbirliği yapılabilecek yapıda değil.

    Bu gurupların detaylı analizleri sonucunda, Büyük Ortadoğu Projesinin temelini oluşturan sonuçlara varıldı. ABD’nin islam toplumunu bu şekilde sınıflandırmasını,

“Amerika’nın bölgeye demokrasi getirmesiyle; akıbetlerinin, kullanılıp bir kenara atılan Soğuk Savaş’ın sona ermesinde büyük role sahip Gürcistan’ın devrik Cumhurbaşkanı Şevardnadze gibi olacağını çok iyi bilen Ortadoğu’nun bazı despot liderleri, Amerika’nın bu projesine baştan direnç göstermeye başladı. Amerika, nasıl AB’yi de bu olayın içine çekerek kendisine karşı oluşan nefret ve kini AB’ye yönlendirmeyi başardıysa, aynı şekilde İslam’ın çatışmasını da başarmış gözükmekte. Diğer bir deyişle,”Artık İslam, İslam’a karşı…”[3]şeklinde yorumlamak mümkün.

Peki dengelerin şimdiye kadar hiç bu kadar havada kalmadığı bir dönem yaşanıyorken, bu yazının temel yazılma sebebi olan Türkiye BOP’un neresinde? “Devasa ideolojik aygıtlar, soğuk savaşın ardından ABD’nin inşa ettiği dünya hegemonyasını insanlık değerlerini yüceltme başarısı olarak gösteriyorlar.”[4] Bop’ta bu hegemonyanın bir parçası iken, Türkiye de bu hegemonyayı insanlık değerlerini yüceltme başarısı olarak mı görüyor? Yoksa Noam CHOMSKY’nin;

“ABD Bencil, Acımasız ve kural tanımaz politikalarıyla dünya düzensizliğinin mimarıdır. İnsan hakları ihlalleri ancak ABD çıkarlarını tehdit ediyorsa ‘insani müdahalenin’ konusu haline gelebilir. ABD himayesindeki işbirlikçi bölgesel güçler ise insan haklarını ihlal etme özgürlüğüne dilediklerince sahiptirler. Kural tanımaz güç kullanımı ve zulüm politikaları müthiş bir etik çürümeyi kışkırtırken, asgari düzeyde dürüstlükte ısrar eden vatandaşlar ve entelektüeller ne yapabilirler?”[5] düşüncesini mi politikalarına referans almıştır? Yazımızda, işte bu son paragraftaki sorulara AK PARTİ dönemini inceleyerek cevap arayacağız.


BOP BAĞLAMINDA ABD VE AB İLE İLİŞKİLER


A. BOP’ TA TÜRKİYE İÇİN TASARLANAN ROL

BOP’un sahibi ABD’nin Orta Doğu’da pek temiz bir sicili ve izlenimi olduğu söylenemez. Tıpa tıp aynısı olmasa da Türkiye’nin de bu bölge halklarıyla ilişkileri çok sağlam değil. Gerek I. Dünya Savaşında Arapların Osmanlı’yı arkasından vurup saf değiştirerek Osmanlı’ya karşı savaşmasından dolayı Türkiye’nin bu bölge halkına güvenmemesi ve ilişki kurmada soğuk durması, gerekse Laik Türkiye Devleti’nin halifeliği kaldırması bu bölge ile ilişkilere bariyer olmuştur. Diğer taraftan batı yanlısı politikalar izlemesi de bölgede Türkiye’ye bir güvensizlik imajı çizmiştir. Ancak ortada bir gerçek var ki, Türkiye’nin kendisi de, ABD de Türkiye’nin bu projede yer alması gerektiği düşünüyor. Burada asıl tartışma konusu Türkiye’nin bu projede kendisine biçilmiş rolü mü oynayacağı, yoksa kendi rolünü kendisinin mi yazacağı üzerinedir. Ve tabiki baskın düşünce kendi yerini kendisinin tayin etmesi üzerinedir.

Görünürdeki haliyle Türkiye’ye biçilen rol;

Bölgeye hem ekonomik yapısıyla hem de demokratik yapısıyla ‘Model Ülke’ olarak öncülük etmesi,

Batı ile ORTA DOĞU arasında köprü görevini yerine getirmesi,

Ülkemize yapılacak yabancı yatırımlarla Orta Doğu ekonomisinin Lokomotifi olması şeklindedir.

Türkiye ABD tarafından mOrta Doğuel ülke olarak değerlendirilip desteklense de ORTA DOĞU ülkeleri tarafından pek öyle görülmüyor. Özellikle ABD’nin Türkiye için “ılımlı islam” yakıştırması, batının ülkemize bu bölgede çizmeyi planladıkları imajın tanımıdır. Her nekadar çeşitli dönemlerdeki hükümet politikalarımız bu tanım doğrultusunda hareket etmeyi içeriyorsa da, ülkemizin nüfusunun %98’e yakın kesimi müslümansa da bu tanım “laik hukuk devleti” ilkemize aykırıdır ve devlet politikası olması şiddetle reddedilmektedir. Zira bu tanıma göre hareket etmemiz, ABD’nin bize ORTA DOĞU’da çizdiği yörüngeye girmemiz, bize biçilen rolü oynamamız anlamına gelmektedir.

BOP’un Türkiye’ye etkilerini anlayabilmemiz için değinilmesi gereken birincil temel nokta “model ülke” deyimiyle ne anlatılmak istendiğidir. Çünkü bu tanımdaki Türkiye, ORTA DOĞU ülkelerinde modelliğinin kabullenmesine yönelik “Nostaljik Makyajlı” bir görünümdedir. Nostaljik Makyaj tabiri, Türkiye’nin geçmişte bıraktığı eski yapısının, daha doğrusu Osmanlı’dan miras kalan ama yeni laik Türkiye Devleti tarafından reddi miras konusu olan yapının varmış gibi lanse edilmesinden ya da edilmeye çalışılmasından gelmektedir. Bu makyaj yıllardır tam üyelik için uğraştığımız AB yolunda ayağımıza gizli bir pranga vuruyor. Türkiye, demokratik yapısında hep laikliği ön planda tutarak bürokrasisini oluşturuyor ve hatta bazı yönleriyle batıdan daha kararlı uygulamalar yapıyor ancak dışarıya yansıtılan imajımız hep AB’ye üyelikte yetersiz bir islamcı Türkiye biçiminde oluyor. Yani BOP’ta bize biçilen ve giymemiz arzulanan kaftan, AB’nin baştan beri üzerimizden çıkarmamızı şart koştuğu çuha ile aynı. Olup biteni kendisine yakışır bir karmaşıklıkla ifade etmek gerekirse, onlar öylesiniz diyorlar, diğerleri öyle olmamalısınız diyor. Zaten analitik bir yaklaşım BOP’taki “Model ülke” kavramının nekadar havada kaldığını hemen ortaya çıkarır. Çünkü bir tarafta model olarak gösterilen Türkiye’nin kuruluşu ve demokratikleşme serüveni var, diğer tarafta halen krallıkların hüküm sürdüğü bir Orta Doğu var. Demokrasinin tepeden inme biçimiyle başarılı olamayacağının II. Körfez Savaşıyla birlikte Irak’ta ıspatlandığı düşünülürse projenin bu modellik ayağının sakat kalmış olduğu görülüyor.


İkinci olarak Türkiye’nin Orta Doğu’daki ilişkileri göz önüne alındığında aslında bu projedeki, Orta Doğu ile batı arasında köprü işlevi görmesi yönündeki ayağınında pek sağlam basmadığı görülecektir. Her nekadar malum bölgeye yönelik son dönem dış politika denemeleri başarılıymış gibi görünse de bölgede halen Türkiye ile işbirliği konusunda ortak bir görüş oluşmuş değil. Zira Türkiye’nin batı ile birlikte hareket eden bir izlenimde olması, bölgede öcü görünümündeki ABD ile müttefik olması, laik-Kemalist bir yapıya sahip olması, müslüman Orta Doğu ülkelerinin Türkiye ile bir güven sorunu yaşamasına neden oluyor. Güven temelli bir görev olan köprü işlevinden yoksun Türkiye’nin, BOP’ta kendisine biçilen rolü başarıyla oynayabilmesinde gözardı edilebilecek bir sorun değildir. Diğer taraftan Türkiye’nin görevini başarıyla yerine getirememesinin gözardı edilmesinin, aynı zamanda TC’nin çıkarlarını elde edememesinin de ABD tarafından gözardı edileceğinin kanıtı sayılabilir. Ancak ABD Orta Doğu’daki çıkarlarını riske edemeyeceği için apayrı bir oyun içine girmiştir. Türkiye-İsrail ilişkileri son dönemde kopma noktasına gelmiş, iki ülke arasında soğuk diplomasi diyalogları son dakika haberleri olarak dünya gündeminde yer almıştır. İşte bu noktada yapmaya çalıştığımız analitik incelemenin içerisine bir iki yorum cümlesi de katmak gerekirse; ABD’nin bu yaşanan krizde İsrail yanlısı bir tavır sergilememesinin nedeni, Türkiye’nin Orta Doğu’daki imajını düzeltmesine imkan tanımaktır. ABD, One minute krizi ile AKP’nin hedeflenen köprüyü inşa ettiğini düşünmekte ve iplerin sağlamlaşması içinde Türkiye’ye İsrail karşısında biraz daha prim tanımaktadır, şeklindeki cümlelerle ABD’nin oyununu yorumlayabiliriz.

Ayrıca ABD’nin, Türkiye’nin İran ile ilgili sorunlarda arabuluculuk çabalarına ses çıkarmamasının nedenini de yine köprünün sağlamlaştırılması olarak değerlendirebiliriz. ABD’nin Türkiye’ye yazdığı bu role ilişkin en net görüntü mayıs ayının ortasında netleşti. İran’ın uranyum takasıyla ilgili olarak Türkiye, İran ve Brezilya arasında imzalanan anlaşmanın hemen ardından, Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Namık Tan, ABD’ye, imzalanan anlaşmayı dikkatlice incelemesi çağrısında bulundu. Türkiye’nin, anlaşmanın ABD’nin tüm taleplerini karşıladığına inandığını belirterek, “eğer olumlu bir tepki alamazsak, bu gerçek bir hayal kırıklığı olur”[6] ifadesini kullandı. Bu son tavır AKP’nin BOP’ta kimin yazdığı rolü oynayacağını açıkça gösteriyor.

Son olarak Türkiye’nin bölge ekonomisinde lokomotif rol oynayarak, buradaki pazarı küreselleştirmesine değineceğiz. Bu konuya başlarken şunu belirtmek gerekir ki, AK parti hükümetleri bu konuda kendisine biçilen rolü diğer iki başlığa oranla daha kolay oynayabilecek bir görünümde. Özellikle Türk-i Cumhuriyetler’in etkisi ve Türkiye’deki yeşil sermaye grubunun hükümetle birlikte hareket etmesi AKP’yi bu bölgede güçlendirmiştir. Son dönemlerde bölge ülkeleriyle vizesiz geçiş konusunda çalışmaların yapılması, Türk bayraklı yabancı sermayenin bölgeye akması v.b. gibi durumlar AKP’nin Türkiye’ye çizilen rolde başarı elde etmesini sağlamıştır. 2010 yılının ilk çeyreğinde Orta Doğuya doğrudan yatırım için akan sermaye yaklaşık olarak 67 milyon $.[7] Yine yukarıda belirttiğimiz, ABD’nin Türkiye-İsrail sürtüşmesinde olaya müdahil olmayıp, daimi ortağı ve küçük kardeşi rolündeki İsrail’i üzen, şimdilik alternatifi olmayan, müttefiki Türkiye’ye tahammül etmesinin nedeni; AKP’nin ve de Türkiye’nin Orta Doğu’da yakalamış olduğu imaj tazeleme seansına zarar vermemek ve sermayeninde bu imajın etkisiyle Ak Parti’nin yöneldiği bölgeye yönelmesini sağlamak içindir. Zira ABD açısından aynı durumun İran-TR ilişkilerinde de buna benzer biçimde yaşandığı ileri sürülebilir. İran’ın nükleer çalışmalarını sessiz mOrta Doğuda izleyen Türkiye, aslında durumu destekliyormuş izlenimi yaratmaktadır. Bu durum ABD’nin hoşuna gitmese de, İran’nın mezhepsel bir baskı kurduğu Irak’ta yeniden inşa sürecinde Türkiye’ye etkili bir cazibe kazandırdığı için Beyaz Saray duruma daha temkinli yaklaşıyor.

Şimdi bunların üzerine önce ABD-TR ilişkilerine, ardından da AB-TR ilişkilerine bakalım ve AKP’nin BOP bağlamında Türkiye Cumhuriyetinin geleneksel dış politikası ile ne tür bir ilişki içinde olduğunu görelim.

B. BOP BAĞLAMINDA TÜRKİYE – ABD İLİŞKİLERİ

Akademik ve siyasi çevreler Türkiye’nin BOP içerisindeki rolünün, ABD yönetiminde ve denetiminde “Büyük Ortadoğu Jandarma Komutanlığı” şeklinde düşünüldüğünü kaydetmektedirler.[8] AKP’nin dış politikaları da genel olarak bu çizgideymiş izlenimi yaratmaktadır. Yine akademik çevrelerin Türkiye için yapmış olduklerı bir tanımlama olan “emperyalizmin uç kalesi” tabiri belki biraz ağır gelecektir ancak, AKP’nin Orta Doğu’da sergilemiş olduğu “çok eksenli politika”[9] çalışmalarının da sadece Türkiye’nin çıkarlarına hizmet ettiği söylenemez.

AK Parti’nin göreve geldiği 2002 yılından sonra hükümet nezdinde BOP’u destekleyen ilk beyanat, Başbakan Erdoğan’ın Bush ile 28 Ocak 2004’te Beyaz Saray’da yaptığı görüşmenin ardından, Türkiye’nin, sınırları genişleyen ve demokratik değerlerin yerleştirilmesi öngören bu projeye destek verdiğini, Türkiye’nin projede anahtar rol oynayacağını söylemesiyle gündeme gelmiştir. Bu toplantının ardından Türkiye’ye model ülke olarak eş-başkanlık görevi verilmiştir.[10]

Dönemin Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL 14 Mart 2006 tarihli Radikal gazetesinde yer alan demecinde “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Türkiye’nin dış politika ilkelerine uygundur. ABD ile hareket ediyouz. Amacımız islam ülkelerine özgürlük ve demokrasi getirmek.” şeklinde açığa vurduğu cümleleriyle BOP’a olan desteğini ifade etmiştir.

Akademik dünyada yaygın bir görüş, AKP’nin ABD ile olan ilişkileri doğrultusunda bölgede; Yeni bir Osmanlı İmparatorluğu kurulacağını ama bunun Türklerin kuracağı bir Osmanlı İmparatorluğu değil, Amerikalıların kuracağı bir Osmanlı İmparatorluğu olacağını, Yeni Osmanlı yapılanmasının federasyon ya da konfederasyon şeklinde ortaya çıkabileceğini ve ABD’nin planında yer alan Yakın Doğu Konfederasyonunun ” İstanbul Merkezli” olacağını dile getirmektedirler.[11] Bu projedekiTürkiye’nin artan stratejik değeri, AKP Türkiye’sinin iç istikrarını ABD’li politika belirleyicileri için daha da önemli bir kaygı haline getirmiştir. Türkiye’de ılımlı islam tanımlamasının tam karşılığı sayılabilecek AKP hükümetinin sağlam zemine oturması, yayılması ve gelişmesi için, ödünsüz laiklik anlayışı ile siyasetten üstün kurumlarmış gibi duran yargı ve TSK’ nın etkinliğinin kırılması zorunlu görülmekte; bunun için de en uygun yolun, AB’nin “uyum ve müktesebat dayatmaları” olduğu düşünülmektedir. Bu nedenle, AKP döneminde AB’ye giriş için ABD’nin Türkiye’ye verdiği destek artarak sürmektedir.

Türkiye’nin BOP ve “Yeni NATO”[12] için ne kadar önemli olduğunu anlayabilmek için, Washington’un İzmir’de ikinci bir NATO karargahı kurmak istemesine dikkat etmek yeterli aslında. NATO’nun ilgili masa sorumlusu Stefani Bobst, İzmir’deki bu ikinci karargahın “Yeni NATO”nun asıl karargahı olarak düşünüldüğünü, 5 Nisan 2004 günü Ege Üniversitesi’nde yapılan bir panelde şu sözlerle ortaya koyuyor:”NATO’nun yeni güvenlik misyonu, ABD’nin Büyük Ortadoğu Planını içeriyor ve bu paralelde Belçika dışında, burada, Türkiye’de ikinci bir üsse ihtiyaç var. İzmir’in üs olmasını istiyoruz. NATO Büyük Ortadoğu ile ilişkilerini düzenlemek için Türkiye’de İzmir’i merkez olarak kullanmalıdır.”[13] Görüldüğü gibi ABD de Türkiye’nin bu proje için gerekli olduğunu dillendirmekten çekinmiyor ve hatta Erdoğan’ın “Diyarbakır bu projede yıldız olacak,Orta Doğunun başkenti olacak” söylemine karşın İzmir’in önemini vurguluyorlar.

Yine Türkiye’nin BOP bağlamında “Ilımlı İslam Modeli” olarak Ortadoğu ülkelerine önerilmesi , ABD Siyasetinde muhafazakar AKP iktidarının desteklenmesi şeklinde bir olgu yaratmıştır. Nitekim gerek 1 Mart tezkeresi sürecinde yaşananlar, gerekse Hamas liderinin şubat 2006’da Türkiye’de bulunması ABD nezdinde AKP’nin kredi notunu düşürmüşse de, Birleşik Devletlerin BOP bağlamında Türkiye’ye atfettiği değer dolayısıyla bunlarla ilgili hesaplaşmalar belirsiz biz zamana ertelenmiştir.

AKP Hükümetinin yanı sıra BOP ile ilgili bir değerlendirme de 2004 yılında şimdinin Genelkurmay Başkanı, Org. İlker Başbuğ’dan geliyor. Genelkurmay İkinci Başkanı olduğu dönemde, ABD’den döndükten sonra ABD ile BOP konusunda anlaşmaya vardıklarını söylüyordu;

“BOP’ un yararlı, isabetli olacağı düşüncesindeyiz. Teröre karşı mücadelenin sadece askeri tedbirlerle olmayacağını biz 80’lerden beri söyledik. Eğitimsel, ekonomik, sosyal, kültürel unsurlar da olmalı. Bu girişimin şeffaf olması, tepeden inme, zorlayıcı olmaması gerektiğini de muhataplarımızla paylaştık. İslam devleti mOrta Doğueli gibi kavramlar ortaya atılıyor. Hem laiklik, hem ılımlı İslam devleti bir arada olmaz. Ya biri ya diğeri olur. Biz anlattık. Türkiye’nin laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olduğunu, bunu dışındaki düşüncelerin uygun olmadığını düşünüyoruz. Bu muhataplarımızca çok iyi anlaşıldı.”[14]

Yani BOP bağlamında ABD’nin yanında hareket etmemizin yararlı olacağı düşüncesinde ama “ılımlı islam modeli” kısmına takılmış görünüyor. Bu yaklaşıma benzer bir tutum Gül’den önceki Çankaya Köşkü’ne de hakimdi. Cumhurbaşkanlığı süresince A.Nejdet Sezer, Türkiye için yapılan ılımlı islam tanımlamasına her fırsatta karşı çıkmış, bunun sadece ABD patentli bir öngörü olduğunu, T.C’nin “laik bir hukuk devleti” olduğunu ısrarla vurgulamıştır. AKP’nin kendi internet sayfasında bu konuyla ilgi şöyle bir açıklama yer almaktadır; “Türkiye’nin model olmak gibi bir hırsı ve gayreti yoktur. Böyle bir hedef, İslam ülkeleri tarafından üzüntüyle karşılanabilir. Fakat Türkiye İslam kültürü ile demokrasi kültürünü bir arada buluşturabilmiştir. Bu, Türkiye açısından son derece önemlidir. Ülkemizin model ülke tartışmalarıyla ilişkilendirilmesi ancak bu çerçevede ele alınmalıdır.”[15]

AKP, ABD eski başkanı Bush’ un Orta Doğu bölgesinde pekte kabul görmeyen politikalarının yarattığı boşluktan yararlanarak bu bölgeye sızmasına yarayacak gösterişli politikalar sergilemiştir. Bu politikalarının bir tanesi İSRAİL- SURİYE arasında oluşturmaya çalıştığı diyalogdaki arabuluculuk hamlesidir. Bir diğerini de AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgenin en can alıcı ve çözüm noktasında en fazla acili yet arz eden sorunu, Filistin sorunudur. Unutmayalım, Kudüs yandıkça Filistin, Filistin yandıkça Orta Doğu, Orta Doğu yandıkça da dünyamız barış ve huzura erişemez”[16] şeklindeki cümleleriyle ifade etmektedir. Burada Erdoğan’ın “ONE MİNUTE” krizinden daha sakin bir dille ifade ettiği İSRAİL-FİLİSTİN sorununa ilişkin görüşleri ve soruna Filistin’in yanında müdahil olma çabası malum bölgede etkin rol üstlenme çabasındaki diğer bir diplomatik ataktır. İşte özellikle bu iki diplomatik atağın AKP adına ABD ve AB’den bağımsız oluşturulmasının, AKP ile batı arasındaki bağları zayıflattığı görüşünü doğurmuştur. Bop’ un oluşturulmaya başlandığı 1990ların başında Türkiye’de ABD büyük elçiliği yapmış bir isim olan Morton Abramowitz bu durumu 26 Mayıs 2006 tarihli Zaman gazetesinde”Türkiye’nin Orta Doğu’daki etkin diplomasisi ABD ve AB ile olan bağlarını zayıflatır” şeklinde yorumlamıştır. Bu görüntüye göre son zamanlarda AKP hükümeti daha ziyade Müslüman dünyası ile diplomasi hususuyla ilgileniyor ve Bush’un Washington’undan öte Esad’ın Şam’ı daha ilgiye şayan. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki AKP’nin doğuyla etkileşim içinde olduğu ne kadar kesin bir gerçek ise, ABD’nin “olur”unu hiçbir zaman göz ardı etmediği de o kadar kesin bir gerçektir. Bu yorumu destekleyeceğini düşündüğüm bir durum olarak Erdoğan’ın tarihi henüz kesinleşmemiş, ancak birkaç gün içinde olacağı tahmin edilen ABD’ye yapacağı ziyareti gösterebiliriz. İnanıyorum ki geziden sonra “Erdoğan Washington’a İran konusunda güven tazelemeye gitmiş” başlıklarıyla manşetler atılacaktır, ama bunun için ziyaretten dönüşü beklememiz gerekecektir.

C. BOP BAĞLAMINDA TÜRKİYE – AB İLİŞKİLERİ

BOP bağlamında Türkiye-AB ilişkilerini değerlendirmeden önce aslında yapılması gereken AB-ABD ilişkilerini biraz incelemektir. Çünkü AB’nin, bu projenin sahibiyle olan ilişkisi BOP’ta taşeron olan Türkiye ile olan ilişkisinin de belirleyicisidir. Bu durumu ABD’nin Türkiye’nin AB üyeliği sürecini etkilemeye çalıştığı dönemlerde çok daha net görmek mümkündür. Özellikle AKP döneminde hükümetin sadece ABD eksenli dış politika sergilemekten vazgeçerek, dış politikayı çeşitlendirmesi ve enaz ABD kadar AB çizgisine de yakın durması, TR-AB ilişkilerinde ABD’nin rol alması olayını da doğurmuştur. Bu yüzden kısa bir biçimde AB-ABD ilişkilerini irdeleyip, ardında asıl konumuzun bir parçası olan AKP Türkiye’si ile AB arasında dokunan mekiğin inceliğini gözden geçirelim.

C.1. AB-ABD Ekseninde Yaşananlar

İki kıta arasında yaşanan tarihsel süreci bir tarafa bırakacak olursak, aslına bakılırsa ABD Orta Doğu ile ilgili bu projesini hazırladığı dönemlerde Avrupa’nın asıl derdi kendisiyle ilgiliydi, tüm çabası AB’nin anayasal sürecini tamamlamak, siyasal bir bütünlük sağlamaktı. Zaten şuanda bile AB’nin BOP’un içerdiği tüm coğrafyayı kapsayacak bir projesi mevcut değil. Henüz kendinde küresel veya bölgesel anlamda ortak bir dış siyaset belirleme gücünü bulamıyor. Bu konuya örnek teşkil etmesi için, Irak savaşında ABD’ye destek verip vermeme konusunda AB içinde yaşanan bölünmüşlüğü gösterebiliriz. AB Irak savaşındaki bölünmüşlüğü BOP konusunda da yaşamakta ve ABD’ye güven konusunda sıkıntılar baş göstermektedir.

AB özellikle BOP’u Barselona programının bir kopyası olarak algılamakta ve buna K.Afrika’nın da dahil edilmesinden ayrıca bir hoşnutsuzluk duymaktadır. Bunların yanında AB’nin henüz kendi güvenlik mekanizmasını oluşturamamış olması ve ABD güdümündeki NATO’ya bağımlılığı, AB’nin ABD ile daha yumuşak bir politika izlemesini zorunlu kılmaktadır. Ancak AB’nin ekonomik topluluktan, siyasi birliğe geçme hamlesinin temelinde ABD yatıyor diyebiliriz. Özellikle enerji bağlamında dışa bağımlılığını yok etmek için çabalaması gerektiği gerçeğine karşın, sürekli ABD güdümünde görülmesi Avrupa’yı bölgesel projeler üretme konusunda bir hayli sınırlıyordu. Yaygın bir kanıya göre ABD ile AB arasındaki ilişki bir paranın iki yüzünü yansıtıyor. Yani para değerlenince iki yüzü de değerleniyor, değer kaybedince ikisi de üzülüyor, dolayısıyla bu iki güç birbirine rakip değil, müttefik. Oysa Avrupa bu olayı böyle görmemekte ve bu düşüncenin aslında Avrupa’daki ABD hegemonyasının şirinleştirilmesi olduğu fikrini savunmaktadır. Dolayısıyla güç mücadelesine girmesi gerektiğinin farkında ve gerekirse bazı bölgelerde ABD ile birlikte hareket etmeyeceği söylenebilir. Bahsettiğimiz bu bölgelerden birisi de Türkiye’yi de içine alan Orta Doğu bölgesidir. Şimdi AB’nin Orta Doğu ve Türkiye olan etkileşimine biraz daha yakından bakalım.

C.2. Türkiye-AB İlişkilerinde AKP ve BOP etkisi

Türkiye adına AB ile ilişkiler, tam üyelik hedefine yönelik bir entegrasyon ilişkisidir. Bu ilişki içerisinde; siyasi etkileşimi, güvenlik anlamında iyileştirmeleri, ekonomi kalkınmışlığı, ticari işbirliğini ve diğer birkaç alt unsuru içermektedir. ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi de benzer içerikte hedefler taşımaktadır. Bu nedenle ABD’nin BOP’ta hedeflediklerine Türkiye’nin de ortak olması Türkiye-AB ilişkilerine alternatif olarak gösterilebilir. Buda AB-TR ilişkilerinin, ABD-TR ilişkilerinden ve temel olarak BOP’tan etkilenmesi anlamına gelmektedir. Türkiye’nin ABD ile olan ilişkilerinin başlangıcını “Truman Doktrine ve Marshall Planına”[17] dayandıracak olursak AB ile olan ilişkisine nazaran çok daha köklü bir geçmişe sahip olduğunu görürüz. Bu durumda Washington ile olan ilişkilerin bir okadar yıprandığını göstermekte. Bu yüzden de AB ile olan ilişkiler, Türk kamuoyuna ve hükümetlerine daha cazip gelebilmektedir. Nitekim her seferinde ülkeyi yirmi yıl geri götüren darbelerin, halk nazarında ABD eliyle yapılıyor olması ABD dışında başka bir güce dayanan iktidarları daha albenili kılıyor.

Tabi bu saydıklarımızın yanında AKP’nin kendinden önce başlatılmış olan bir sürecin mirasçısı olması, AB’ye yönelik politikalarını, devraldığı temelin üzerine inşa etmesi gibi olgular, AKP’nin AB ile olan ilişkilerde BOP’u temel almadığını yansıtıyor. Hatta bazılarına göre AKP’nin muhafazakar çizgisine rağmen laik AB ile bu kadar fazla yakın durmasının nedeni tamamen iç dinamiklerden kaynaklanmakta, TR’nin AB ile olan münasebetleri AKP için ölüm-kalım meselesi. AKP’nin kökenine hitap eden bir sitede yer alan BOP konulu bir makalede, AB-AKP ilişkileri şu temellere dayandırılıyor;

“Türkiye’yi avuçlarına alan Kemalist elit tabakanın bütün engellemelerine rağmen iktidara gelen AKP bu güne kadarki bütün icraatlarında Laikliğe ve Kemalist düzene aykırı adımlar atmamasına rağmen yine de AKP’nin daha da büyüyeceği hesaplanarak ileride baş edilemeyecek bir noktaya gelmemesi için sürekli zorluklarla karşı karşıya bırakılmıştır. İktidarına ise geçici bir süre için ihtiyaç olduğundan müsaade edilmiştir. AKP de bunu bildiğinden konumunu ve iktidarını iç dinamiklerle sağlamlaştırmak yerine Avrupa Birliğinin desteğini almaya ve ABD’nin güvenini kazanmaya ağırlık vermiştir. Kendisini istemeyen elit kesimin ve TSK’nın etkinliğini de AB’ye uyum yasaları çerçevesinde düşürmeye çalışmaktadır.”[18]

Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerine yapılan bu genel değerlendirmeleri bir tarafa bırakacak olursak, BOP ile bağlantısını kurabileceğimiz en sağlam nokta Güneydoğu Anadolu Projesidir.[19] Çünkü tarihi süreç incelendiğinde görülecektir ki BOP’un işletildiği dönemlerde GAP’ın üzeri toz tutuyor, tam tersi dönemlerde de GAP gün yüzüne çıkartıldığında BOP’un geri çekildiği iddiaları dillendirilmektedir. Prof. Dr. Erol Manisalı 11.01.2008 tarihli Cumhuriyet Gazetesindeki köşe yazısında “GAP BOP’un alternatifiydi, BOP’un önünü kesecek alternatif bölgesel işbirliği projesiydi. Batı emperyalizmi, GAP’ın önünü kesti. Şimdi BOP’u uygulamaya çalışıyorlar” şeklinde bir yorum yapıyor. Ocak 2008’de Tel Aviv Üniversitesi’nde yapılan bir konferansta BOP ideolojisinin önemli isimlerinden olan Bernard Lewis, ABD’nin Ortadoğu’da geçmişten daha az belirleyici olmak istediğini ve geri çekilmek için planlar yaptığını söylemiştir.[20] Yani ABD’nin bölgede etkinliğini azaltmak istiyor olması otomatik olarak AB’nin Orta Doğu’da etkin olma arzusunu doğuruyor ki bunun göstergesi de, tam da bu dönemde AB’nin GAP’a destek vermesidir.

Bilindiği gibi Orta Doğu’da hakim sorunlardan birisi su sorunudur ve AB’nin bu soruna GAP ile çözüm bulma yoluyla bölgede etkin olma çabası vardır. AB Komisyonu 2004 tarihli Etki Değerlendirme Raporunda Orta Doğu’daki su meselesinin giderek daha stratejik bir konu haline geldiğine dikkat çekerek şu ifadelere yer verdi: “Türkiye’nin AB’ye katılımı ile beraber su kaynakları ve altyapılarına ilişkin uluslararası yönetimin AB için önemli bir mesele haline gelmesi beklenebilir.”[21] Türkiye’nin sınırları aşan iki nehri; Dicle ve Fırat GAP’ın hammadesini oluşturuyor, AB bu iki nehir üzerinde etki sahibi olabilmek için GAP’ın bitirilmesi ile ilgili atağa kalkarak, GAP için 47 milyon Avro mali destek verme konusunda taahütte bulundu.[22] Bütün bunların ışığında son dönemde AKP’nin GAP hamlesinin aslında BOP ve AB bağlantılı olduğunu iddia etmek pek yanlış sayılmaz.

Şimdi biraz da AKP döneminde AB’ye üyelik süreci ile ilgili yaşananları ortaya koyarak, AB’ye girmeye çalışan Türkiye’yi değerlendirmek şeklindeki geleneksel yaklaşımdan farklı olarak Türkiye’nin girmeye çalıştığı AB’nin değerlendirmesini yapalım.

Dışarıdan anlaşıldığı kadarıyla, gerek Nabucco Boru Hattı Projesi gerekse enerji bağlamında diğer çalışmalarının etkisiyle, Türkiye’nin stratejik öneminin giderek arttığı enerjiye aç ülkelerden oluşan bir AB var karşımızda. Türkiye’nin üyeliğine BOP bağlamında bakış açısı ise belirsiz ve karmaşıktır, üç ana konu dillendirilmektedir;

Müslüman bir ülke olan Türkiye tam üye olursa, bölgeye çok iyi bir örnek olur,

Türkiye’nin tam üye olması, AB’nin bölgenin tüm sorunları ile yüzyüze kalması anlamına gelir,

Türkiye tam üye olursa ABD ile olan ilişkileri nedeni ile ABD – AB ilişkilerinde bölgesel denge AB aleyhine bozulur.

İlk düşüncenin temelinde, AB Barselona Programı doğrultusunda Orta Doğu’ya el atacak olurlarsa, işlerini kolaylaştıracak model bir Türkiye’nin varlığına ihtiyaç duyacaktır, fikri yatmakta. Ayrıca Müslüman Türkiye AB’ye üye olduğunda, birliğe atfedilen “Hristiyanlar Klübü”[23] tanımlaması da anlamını yitirecek ve bu sayede ABD’nin Orta Doğu’da kazanamadığı sempatiyi AB, Türkiye sayesinde kazanacak. İkinci öngörünün oluşmasındaki temel olumsuz noktalar ise, İsrail-Filistin sorununa dahil bir Türkiye, birlik içerisinde huzursuzluk yaratacak, islam dünyasının teröre bulaşmış yüzü birliği yıpratacaktır. Yani Türkiye’nin müslüman olmasından kaynaklı sorunlar, AB’nin aslında isteksizce de olsa Türkiye’yi kabul etmesini iyice zora sokuyor. Bu noktada AKP’nin desteklediği “Gülen Hareketi”[24] ve temel felsefesi olan “dinler arası diyalog”, Türkiye’yi İslamın barış yüzü olarak gösteriyor, AKP Türkiyesi’nin batı ile diyalogunu sağlamlaştırıyor.

Son çekinceleri ise “Truva Atı” hamlesinden korkmalarından kaynaklanıyor. Önceki bölümlerde de değindiğimiz gibi, AB artık gerek kendi savunma hattını oluşturma konusu olsun gerekse enerji kaynaklarına alternatif oluşturmak için bölgesel projeler yaratma bağlamında ABD’yi kendine müttefikten öte rakip görmektedir. Bu yüzden de Türkiye’yi içine aldığı zaman kurtulmaya çalıştığı ABD güdümüne iyice girmiş olacağını düşünüyor ve ABD’nin Türkiye’nin üyelik süreci ile ilgili tavsiyelere mesafeli duruyor. AKP’nin BOP yerine son dönemki GAP hamlesi, bu çekincenin pekte oturaklı olmadığını düşündürüyor. Nitekim oluşturulan tüm projelerin nihayetinde ekonomik temelli olduğu hesaba katılırsa ve AKP’nin ekonomi rotasının büyük ölçüde Avrupa olduğu kabul edilirse, üyelik çabalarının Truva modeli doğrultusunda olmadığı yorumu yapılabilir.

SONUÇ.,

Genel bir değerlendirme yapacak olursak;

Karşımızda batıya oldukça meyilli bir Türkiye modeli vardır,

Orta Doğu’da kaybettiği prestiji yeniden kazanma çabasının temelinde “muhafazaklık” mı yoksa “BOP” mu var? Pek belirgin değil,

Aynı şekilde AKP, AB’nin GAP’ını mı yoksa ABD’nin BOP’unu mu seçeceği konusunda kararsız,

AB ve ABD her ne kadar birbirinin doğal müttefiki görünse de aslında birbirinin doğal “rakibi”

Nato BOP’un uygulanması için yeniden yapılandırılıyor, bu yapılandırmada en önemli roller(görevler) Türkiye için yazılıyor,

AKP, İran konusunda ABD’yi memnun etme çabası içerisinde ancak ABD durumdan pek memnunmuş gibi görünmüyor.

İşte bu cümleler Türkiye açısından olup bitene bir çerçeve çiziyor gibi. Eğer bunların üzerine birkaç öngörüde bulunmamız gerekecekse;

Elbetteki Türkiye’nin Orta Doğu’da olup bitenlere karşı kayıtstz kalması mümkün değildir ve bu yüzden BOP konusunda etkin olmalıdır. Ancak böyle bir etkinlik içerisine girerken cumhuriyetin kuruluşundan öte hiç terk etmediğimiz “sıfır sorunlu dış politika” vizyonumuzu unutmamalı, iyi komşuluk misyonumu kaybetmemeliyiz. Unutulmamalıdır ki; Orta Doğu’daki Müslüman ülkeler kadar İsrail de iyi ilişkiler içinde olmamız gereken bir devlet. BOP’a dahil olurken dış güçlerin boyunduruğu altına girmeyecek incelikte, bölgemizde düşman kazanmayacağımız bir yumuşaklıkta ve milli değerlerimizi çiğnetmeyecek ciddiyette olmalıyız.


KAYNAKÇA.,


KİTAPLAR:

CHOMSKY, Noam, (2002) : Amerikan Müdahaleciliği, Aram Yayıncılık,(y.y.)

ORAN, Baskın, (2001) : Orta Doğu’yla ilişkiler Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I, İstanbul,

İletişim Yayınları

ŞAHİN, Abdullah, (2010): Büyük Orta Doğu Projesi ve Türkiye, Truva Yayınları,(y.y.)

YILMAZ, Türel, (2009): uluslar arası Politikada ORTA DOĞU, Barış Platin Yayınevi, İstanbul


İNTERNET ADRESLERİ:

1) BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ VE TÜRKİYE;

http://eab.ege.edu.tr/pdf/4/C4-S1-2-%20M15.pdf (28.03.2010)

2) Civil Democratic İslam: Partners, Resources, and Strategies; http://www.rand.org/pubs/monograph_reports/MR1716/MR1716.pdf (04.04.2010)

3) BOP VE NATO ;

http://www.birben.net/bop_ve_nato.htm (12.05.2010)

4)The U.S. Greater Middle East Initiative;

http://www.wellesley.edu/Polisci/Candland/USGMEI.pdf (19.04.2010)

5)Policybrief; The Greater Middle East Initiative: Off to a False Start;

http://www.carnegieendowment.org/files/Policybrief29.pdf (19.04.2010)

6)Turkey Transformer;

http://www.carnegieendowment.org/files/Turkeys_Transformers1.pdf (19.04.2010)

7) Foreign Policy of Turkey in the Middle East: Values, Interests, Goals;

http://www.boell-tr.org/downloads/Ulli_Marc_bericht.pdf (17.05.2010)

8)Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye;

http://www.internethaber.com/buyuk-ortadogu-projesi-ve-turkiye-236193h.htm (11.03.2010)

9)AKP; Türkiye-Orta Doğu ilişkileri;

http://www.akparti.org.tr/disiliskiler/turkiye-ortadogu-iliskileri_1144.html (24.04.2010)

10) AKP; Türkiye-AB ilişkileri;

http://www.akparti.org.tr/disiliskiler/turkiye-avrupa-birligi-iliskileri_1140.html (24.04.2010)

11) AKP; Türkiye-ABD ilişkileri;

http://www.akparti.org.tr/disiliskiler/turkiye-abd-iliskileri_1141.html (24.04.2010)

12)Namık Tan: ABD Anlaşmayı dikkatlice incelemeli; http://www.haberbaz.com/haberbaz_load.asp?i=5538432&a=1&ur=http://www.netgazete.com/News/697602/buyukelci_tan_abd_anlasmayi_dikkatlice_incelemeli_.aspx (17.05.2010)

13)Türk Sermayesinin Gözü Orta Doğu’da;http://www.gozlemgazetesi.com.tr/haber/17745-turk-sermayenin-gozu-ortadogu39da.html (13.04.2010)

14)Büyük Ortadoğu Projesi nedir;

http://forum.memurlar.net/topic.aspx?id=615441 (10.05.2010)

15)Gül: BOP içinde ABD ile birlikte hareket ediyoruz; http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=181295 (17.04.2010)

16)ORDU KÜLTÜR DERNEĞİ KÜLTÜR KOMİSYONU FAALİYETLERİ KÜLTÜR/BİLİM KONFERANSLARI-3 http://www.ordukultur.com/kultur_egitim/k3.ppt (23.04.2010)

17) Eksenimiz Ankara ekseni, ufkumuz 360 derecedir ; http://www.tumgazeteler.com/?a=5844213 (18.05.2010)

18) BOP (BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ) VE TÜRKİYE’NİN ROLÜ–6 / M. ZEKİ GÜNEY; http://huseynisevda.net/news.php?readmore=423 (24.05.2010)

19) Türkiye’nin ve ABD’nin projeleri BOP içinde GAP; http://topraksuenerji.org/BOP_Icinde_GAP_%5BToprakSuEnerji.org%5D.pdf (24.05.2010)

20) AB Komisyonu 2004 tarihli Etki Değerlendirme Raporu; http://www.guncelmeydan.com/pano/bir-direnis-projesi-gap-4-t15828.html (26.05.2010)

21) AB’den GAP’a destek; http://www.beyazgazete.com/haber/2009/12/24/ab-den-gap-bolgesine-47-milyon-avro-kaynak.html (26.05.2010)

22) Babacan: AB Hristiyan klübü olmasın ; http://www.milliyetciforum.com/babacan-ab-hristiyan-klubu-olmasin-14746.html (26.05.2010)

23) BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ VE TÜRKİYE: AK PARTİ’NİN PERSPEKTİFİ; http://www.akademikortadogu.com/6/m1e2.htm (20.04.2010)

24) Gülen Hareketi; http://www.ntvmsnbc.com/id/24976762/ (27.05.2010)

25) Güneydoğu Anadolu Projesi; http://www.gap.gov.tr/Turkish/Ggbilgi/gtarihce.html (24.05.2010)


[1] Büyük Orta Doğu Projesi ve Türkiye, http://eab.ege.edu.tr/pdf/4/C4-S1-2-%20M15.pdf (28.03.2010)

[2] Elif Kutbay Yeneroğlu, elif.kutbay@ege.edu.tr, “Kaynak sağlama”, Ferdi Çetin’e, www.407_aslan@hotmail.com (29 Mart 2010)

[3] ŞAHİN, Abdullah, (2010): Büyük Orta Doğu Projesi ve Türkiye, Truva Yayınları(y.y.)

[4] CHOMSKY, Noam, (2002) : Amerikan Müdahaleciliği, Aram Yayıncılık(y.y.)

[5] CHOMSKY, Noam, (2002) : Amerikan Müdahaleciliği, Aram Yayıncılık(y.y.)

[6]Namık Tan: ABD Anlaşmayı dikkatlice incelemeli; http://www.haberbaz.com/haberbaz_load.asp?i=5538432&a=1&ur=http://www.netgazete.com/News/697602/buyukelci_tan_abd_anlasmayi_dikkatlice_incelemeli_.aspx (17.05.2010)

[7] Türk Sermayenin Gözü Orta Doğu’da; 2010 yılı Ocak-Şubat döneminde Orta Doğu ülkelerine doğrudan yatırım için giden Türk sermayesi geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 55. 9 artışla 43 milyon dolardan 67 milyon dolara yükseldi… ; http://www.gozlemgazetesi.com.tr/haber/17745-turk-sermayenin-gozu-ortadogu39da.html (17.04.2010)

[8] ORDU KÜLTÜR DERNEĞİ KÜLTÜR KOMİSYONU FAALİYETLERİ KÜLTÜR/BİLİM KONFERANSLARI-3 http://www.ordukultur.com/kultur_egitim/k3.ppt (23.04.2010)

[9] Çok Eksenli Politika; 2009 yılındaki Türk dış politikasını değerlendirirken Türkiye’nin reaktif değil, proaktif ve bütüncül bir politika izlediğini görürüz, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun deyimiyle “Eksenimiz Ankara ekseni, ufkumuz 360 derecedir” , http://www.tumgazeteler.com/?a=5844213 (18.05.2010)

[10] Hüseyin BAĞCI & Bayram SİNKAYA, “BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ VE TÜRKİYE: AK PARTİ’NİN PERSPEKTİFİ”; http://www.akademikortadogu.com/6/m1e2.htm (20.04.2010)

[11] Büyük Ortadoğu Projesi nedir?; http://forum.memurlar.net/topic.aspx?id=615441 (10.05.2010)

[12] “Yeni NATO”; Nato’nun amacı dünyayı sosyalizm etkisine kapatmaktı. Bu sürecin sona ermesiyle beraber NATO’nun ortadan kalkması gerekirken, tek egemen güç konumuna gelmiş olan ABD, eski müttefiklerini ve pazar alanlarını denetleme aracı olarak NATO’yu yeniden tanımlama sürecine girmiştir… http://www.birben.net/bop_ve_nato.htm (12.05.2010)

[13] BOP VE NATO ; http://www.birben.net/bop_ve_nato.htm (12.05.2010)

[14] BOP VE NATO ; http://www.birben.net/bop_ve_nato.htm (12.05.2010)

[15] AKP; Türkiye-Orta Doğu ilişkileri;http://www.akparti.org.tr/disiliskiler/turkiye-ortadogu-iliskileri_1144.html (24.04.2010)

[16] AKP; Türkiye-Orta Doğu ilişkileri;http://www.akparti.org.tr/disiliskiler/turkiye-ortadogu-iliskileri_1144.html (24.04.2010)

[17] Truman Doktrini; Sovyetler Birliği’nin genişlemesinden ve etkisini çevredeki ülkelere yaymasından rahatsız olan ABD Başkanı Harry Truman, Komünizmle mücadele eden hükümetleri destekleme politikasını devreye soktu, bu bağlamda 12 Temmuz 1947’de Türkiye-ABD arasında yardım anlaşması imzalandı ve Türkiye ABD’den yardım almayı kabul etmiş oldu. ORAN, Baskın, (2001) : Orta Doğu’yla ilişkiler Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I, İstanbul, İletişim Yayınları

[18] M. ZEKİ GÜNEY, “BOP (BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ) VE TÜRKİYE’NİN ROLÜ–6”; http://huseynisevda.net/news.php?readmore=423 (24.05.2010)

[19] Güneydoğu Anadolu Projesi; 1961 yılında Diyarbakır’da kurulan Fırat Planlama Amirliği tarafından yapılan çalışmalar sonunda 1964 yılında Fırat Havzası’nın sulama ve enerji potansiyeli belirlenmiş, ardından aynı işlem Dicle Havzası için de uygulanmış ve 1980 yılında bu iki havza projesinin “Güneydoğu Anadolu Projesi” şeklinde adlandırılması benimsenmiştir. Amacı Güneydoğu Anadolu Projesi kapsamına giren yörelerin süratle kalkındırılması, yatırımların gerçekleştirilmesi… http://www.gap.gov.tr/Turkish/Ggbilgi/gtarihce.html (24.05.2010)

[20] Dursun YILDIZ; “Türkiye’nin ve ABD’nin projeleri BOP içinde GAP”; http://topraksuenerji.org/BOP_Icinde_GAP_%5BToprakSuEnerji.org%5D.pdf (24.05.2010)

[21] BİR DİRENİŞ PROJESİ: GAP -4-; http://www.guncelmeydan.com/pano/bir-direnis-projesi-gap-4-t15828.html (26.05.2010)

[22] AB’den GAP’a destek; http://www.beyazgazete.com/haber/2009/12/24/ab-den-gap-bolgesine-47-milyon-avro-kaynak.html (26.05.2010)

[23] Babacan: AB Hristiyan klübü olmasın; Dışişleri Bakanı ve Baş müzakereci Ali Babacan, Davos’ta yapılan toplantıda Avrupa Birliği’ni “Hristiyan kulübü olmaması” konusunda uyardı. Bakan Babacan, “Eğer AB, kendisini bir Hristiyan kulübü olarak nitelerse bu AB ruhuna aykırı olur” diye konuştu. http://www.milliyetciforum.com/babacan-ab-hristiyan-klubu-olmasin-14746.html (26.05.2010)

[24] Gülen Hareketi; Dinler arası Diyalog Enstitüsü’nün Başkanı ve Gülen Enstitüsü Yönetim Kurulu üyesi Yüksel Alp Aslan doğan, Gülen Hareketi’ni, “İslam inancı anlayışı içinde kök salan bir sivil toplum hareketi” olarak tanımlıyor. http://www.ntvmsnbc.com/id/24976762/ (27.05.2010)


http://www.yenimakale.com/buyuk-ortadogu-projesi-ve-turkiye.html

***

9 Mart 2019 Cumartesi

TÜRKİYE, NEREYE GİDİYOR? NE YAPMALI?

TÜRKİYE, NEREYE GİDİYOR? NE YAPMALI?





Doç.Dr.Sait YILMAZ

Türkiye olarak zor bir dönemden geçmenin ötesinde bıçağın kemiğe dayandığı bir aşamaya süratle yaklaşıyoruz. Yıllardır ülkemiz üzerine oynanan oyunların, algı yönetimi ile halkı kandırarak içeride ve dışarıda kendi gizli gündemlerini ilmek ilmek uygulayanların planları artık sonuç alma aşamasına geldi. Ülke içinde irtica’nın en tehlikeli kolu olan iktidardaki Siyasal İslam ile onların BOP ortağı Kürtçüler, kendi planları için ittifak halindedir. Cumhuriyet ilkelerine sadık, bu ülkenin birlik ve bütünlüğünü savunan Atatürkçü kesim ise tamamen tasfiye edilmeye çalışılan hedef konumundadır. Artık yolun sonuna gelen Erdoğan iktidarı, geleceğini bağladığı ABD tarafından kendisine hem içeride hem dışarıda verilen ödevleri yapmakta köşeye sıkışmış hissediyor. İktidarın cemaatle olan kavgası ise her ikisinin de patronu ABD olduğu için yüzeyseldir ve uygulamada görüldüğü gibi kozmetik iktidar paylaşım çekişmesinden öte bir aşamaya geçememektedir. Erdoğan’ın amacı bir taşla iki kuş vurmak; hem “de facto” bir başkanlık rejimi yaratarak iplerin kendinde olduğu bir yönetimle kendini kurtarmak, hem de ABD’nin verdiği ödevleri yerine getirerek İslamcı rejim hayalini gerçekleştirmektir. Bunların yapılması için uyguladığı strateji bugüne kadar olduğu gibi devletin tüm güçlerini, çoğunlukla hukuka aykırı şekilde kullanarak ve sahip olduğu medya gücü “algı yönetimi” yolu ile muhafazakâr kesimleri bir kez daha aldatarak, oy çoğunluğunu yakalamaktır. Ancak, bu sefer Kürtçülerin baskısı altındaki oylara da ihtiyacı olduğundan onlara şimdiden bir şeyler vereceğini göstermek amacı ile yeni yasa tasarısını alelacele gündeme getirdi. Türkiye’nin üç önemli sorunu, hepsi de artık son aşamaya gelmiş olan; ülke içinde ve dışındaki gelişmelerle birlikte tetiklenen bölünme tehlikesi, iktidarın son on yıldır uyguladığı Cumhuriyet rejimini tasfiye çalışmaları ile ülkeyi İslamcı bir diktatörlüğe götüren rejim sorunu ve nihayet Cumhuriyet rejimine sahip çıkan milli güçlerin dağınık, güçsüz ve yönsüz yani lider ve strateji eksikliği içinde olmasıdır. Bu makalede, içinde bulunduğumuz resmi yeniden ortaya koyup, olacaklar ve yapmamız gerekenler ile ilgili bir değerlendirmede bulunacağız. 



Cumhurbaşkanlığı seçim süreci ve AKP’nin durumu



Şimdi biraz geriye gidelim, son bir ayda Cumhurbaşkanı seçim sürecinde nereden nereye geldiğimiz ile ilgili bilgilerimizi yenileyelim. Önce Süleyman Demirel, CHP ve MHP’ye yeni Cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül’ü önerdi. Amaç böylece AKP’yi birbirine düşürmek, mümkünse bölmekti. Abdullah Gül’ün adaylığı en başından tasvip görmedi. CHP içinde bir grup MHP lideri Bahçeli’ye giderek Meral Akşener’i aday gösterdiler. Bahçeli ise CHP’lileri kendisinin ayarttığını düşünerek Akşener’i payladı. BBP’nin adayı Ekmelettin İhsanoğlu, SP’nin Haşim Kılıç, DP’nin ise İlhan Kesici idi. CHP ve MHP henüz aday ararken, Abdullah Gül devreye girdi ve MHP’ye Ekmelettin İhsanoğlu’nu önerdi. Böylece beş partinin (CHP, MHP, DSP, DP, BP) çatı adayı ortaya çıkmış oldu. CHP içinde başka bir grubun Emine Ülker Tarhan’ı aday gösterme gayreti ise Deniz Baykal’a takıldı. Bu dönemde Tayyip Erdoğan da boş durmadı. Kendi adayı Ekmelettin İhsanoğlu olmasına rağmen BBP ve hemen her gün hükümeti çok sert eleştirmesine rağmen SP, verilen rüşvetlerle Erdoğan’ın safına geçti. Erdoğan, HDP’den zayıf bir aday göstermesini istedi. Böylece HDP seçmeni blok halinde oy vermeyecek hatta seçim sandığına bile gitmeyecekti. Ancak, HDP, Öcalan “asla aday olmayacak” dediği halde parti içinde en güçlü isim olan Selahattin Demirtaş’ı aday gösterdi. Bunun nedeni ise Demirtaş’ın Öcalan ve Barzani ile köprüleri yıkmış olması, PYD ve Suriye Kürtlerine yakınlaşmasıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalması halinde Demirtaş’ın Erdoğan ile pazarlığının çetin olacağı kesindir.
AKP, yabancıların özel projesi olarak kurulmuş ve zamanla suç örgütüne dönüşmüş, İslamcılık temelinde yozlaşmış bir partidir. 17 Aralık 2013 tarihi ile aysberg’in görünen ucu ortaya çıkmıştır. AKP’nin nasıl bir suç ortaklığı üzerinde yürüdüğünü anlamak için kumpasları, çeşitli ve yaygın bireysel yolsuzluk (Avrupa Birliği’nden küçük ölçekli tırtıklamaları ya da on yıldır TÜBİTAK’ın araştırma fonlarını kendi adamları üzerinden cemaatlere aktarmaları gibi) ve rüşvet suçlarını bir kenara bırakalım, Erdoğan’ın yönettiği kara para ve rüşvet trafiğini inceleyelim. Türkiye’ye son on yılda başlıca 6 adresten kara para ve rüşvet geldi; Suudi Arabistan ve Katar, İran, Rusya, Azerbaycan, Çin ve Irak’ın kuzeyi.
- Suudi Arabistan ve Katar’a özellikle İstanbul’da peşkeş çekilen arsa ve işyeri alanları ile yüz milyarlarca dolar partiye aktı. Sadece Sevda Tepesi’nden 100 milyar dolar alındı. Gezi Parkı’nın rüşveti çok önceden alındığından vazgeçmeleri zor oldu ve hükümete çok pahalıya mal oldu. Suriye’deki savaşın finansmanı da bu ülkelerden Türkiye’ye geldi. Türkiye, bu ülkelerden gelen yüz milyarlarca dolar para ile El Kaide uzantısı örgütlere silah, eğitim, barınma vb. her türlü imkânı sağladı. Adana’da yakalanan TIR’lar da IŞİD’a silah götürüyordu. IŞİD’in Irak’ta Türk şoförleri ve konsolosluk yetkililerini rehin almasının arkasında parası verildiği halde Türkiye’den beklenen yardımların gelmemesi yatıyor.
- Uluslararası yaptırımların uygulandığı İran ise petrolünü, doğal gazını satabilmek, dolar bulabilmek için çeşitli yollar deniyordu. İran, 2013 yılında Türkiye, Katar ve Malezya’ya 650 milyar dolar değerinde altın vb. değerli maden göndermiş, bunun için de Türkiye’deki Reza Zarrab benzeri aracı kişiler kullanmış. Ancak, İran’a sadece 400 milyar dolar dönmüş. İranlı yetkililer bu kaybın 15-20 milyarlık bölümünün Malezya’da iç edildiğini tespit ettiler ve aracı kişiyi İran’da astılar. Kayıp 250 milyar doların büyük bölümü Türkiye içinde paylaşıldı. İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin Türkiye’ye yakında yapacağı ziyaretin ana konusu bu paralar olacak. Erdoğan’ın villasında, Halk Bankası müdürünün kutular içinde sakladığı bu paralar ABD’yi rahatsız etti. ABD’nin son dönemde Ziraat Bankası’nın peşine düşmesinin arkasında da gene kayıtsız para aktarmalar var.
- Rusya’dan devam eden kara para trafiği ise Rus mafyasının Türkiye’de para aklamak için yaptığı yatırımlar ve verdiği rüşvetler oluşturmaktadır. Fuhuş, kadın ticareti ve uyuşturucudan elde ettikleri paralar ile başta Antalya olmak üzere pek çok ilimizde otel (Rönesans, Riksos vd.) ve AVM kuran Rus mafyası bunlar için hatırı sayılır (60-80 milyar dolar) rüşvet de verdi. Ancak, durumun farkına varan Putin, aynı otellerden başa Soçi olmak üzere Rusya içinde pek çok şehre de aynılarından kurdurdu ve her birinden %10 rüşvet almaktadır. İşin ilginç yanı Türkiye’de her biri bir milyar dolara mal olan oteller, Rusya’da 150 milyon dolara inşa edilmektedir.


- Azerbaycan üzerinden gelen rüşvet ise Hazar Denizi’nde çıkan İran doğal gazının (ihraç edemediği için) Azerbaycan’a taşınarak TPAO ve BOTAŞ tarafından ihraç edilmesi ile ilgilidir. Buradan da taraflar kişisel olarak birkaç milyar dolar da olsa nemalanmaktadır. 
- Çin’den nemalanma ise aracı bir kişinin bu ülke ile AKP arasında kurulan özel ilişkilerine dayanmaktadır. Bu ilişkiler; füze kalkanı, hızlı tren, TSK.nın havuz gemisi gibi projeler dahilinde yürümektedir.
- Irak’ın kuzeyindeki Barzani kaçakçısı ile ilişkiler ise buradaki petrolün hükümete yakın Siyah Kalem, Türkerler gibi şirketler vasıtası ile taşınarak karşılıklı nemalanma anlayışı ile yürümektedir. Nitekim Barzani’nin petrolü Ceyhan’dan pompalandı ve tanker gemisi uzun süre müşteri aradı ve 15 gün önce petrol İsrail’e satıldı. 

Görüldüğü gibi AKP gerçekte tam donanımlı bir suç örgütü ve bu işbirliği partiyi ayakta tutuyor. Bu yolda bugün pek çok kişi zamanla dışarı itildi. Örneğin bir zamanlar Erdoğan’ın yıldızı ve Gülen’in kasası olan Çalık’ın pabucu dama atıldı. Elde edilen kara paranın, rüşvetin çoğu sözde bir havuz oluşturularak, AKP’ye hizmet edecek medya oluşturmaktan seçim yardımlarına kadar pek çok alanda kullanıldı. Eskiden halka seçim yardımı olarak makarna, kömür, patates verilirdi. Şimdilerde nakit para veriliyor. Örneğin Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasına Erdoğan’ın Samsun’dan başlamasının nedeni bu ilin en fazla seçim yardımı almış olması. Köyler dâhil toplam nüfusunun %40’ı seçim yardımı olan Samsun’da Valiliğe çocuğuma ya da yaşlı babama bakamıyorum diyen herkese aylık 300 TL veriliyor. Bu paralara fakfukfon, Kızılay, Yeşilkart gibi yardımları da eklerseniz ve tüm Türkiye’de seçimlerin böyle kazanıldığını hesaplarsanız, bu kaynağın büyüklüğü daha iyi anlaşılır. AKP, bu paraları ekonomiye katkı olsun diye kullanmadı. 2003’de iktidara geldiğinde IMF’ye 32 milyar dolar borcumuz vardı, toplam borcumuz ise 218 milyar dolardı. Bugün IMF’ye borcu kapanmış olsa da Türkiye’nin toplam dış borcu 718 milyar dolara ulaşmıştır. AKP iktidarı kamu üzerinden borçlanmak yerine özel şirketler üzerinden süratle borçlanmaya devam etmiştir. Bu paralara Cumhuriyetin 80 yıllık birikimini özelleştirme adı altında yabancılara satarak elde ettikleri 55 milyar doları da ilave edelim. Bu dipsiz kuyuda bir sona gelinmektedir, mızrak artık çuvala sığmamaktadır. Suç ortakları olası bir yol ayrımına hazırlık olsun diye birbirleri hakkında yüklüce belge ve kasete sahiptir.

Türkiye’nin bölünmesinin neresindeyiz?

Emperyalizm gittiği bütün ülkelerde her zaman en gerici güçler ve bölücüler ile işbirliği yapmıştır. İngilizler, Hindistan’da ve Kurtuluş Savaşı öncesi Türkiye’de böyle yaptılar. Hindistan’da doğan İslamcılığın mimarlarından olan Cemalettin Afgani, İngiliz ajanı idi. İngilizlerin yerel ajanları vasıtası ile ektiği tohumlar bugün Afganistan-Pakistan ve Hindistan’ı içine alan İslamcı terörün kaynağı oldu. O dönemden beri İngilizler, İslamcılık felsefesinin entelektüel gücü oldular. Yeni Türkiye’yi kendi mandalarına sokmak isteyenler İngilizler, milli güçler karşısında gericiler ve bölücüler ile işbirliği yaptılar. Rahip Frew gibi Müslüman kılığına girmiş ajanlar Türkiye’ye Hindistan’dan geldiler. İngiliz ajanı Molla Sait ve Şeyh Sait gibi isimler gerici ve bölücü hedefler peşinde İngiliz çıkarlarına hizmet ettiler. Bugün de ılımlı İslam projesinin arkasındaki entelektüel güç İslam dünyasında değil, Batılı ülkelerde yaşamaktadır. Seçilmiş İslamcılar uzun bir zamandır başta İngiltere’deki Exeter Üniversitesi’nin İslam Çalışmaları Enstitüsü olmak üzere önce Batılı üniversitelere burs verilerek çekilmekte, Arap ülkelerinden birinde bir süre çalıştırıldıktan sonra Türkiye’deki görevlerine başlamakta ve hızla yükselmektedirler. Kurtuluş Savaşı döneminde olduğu gibi bugün de ülkemiz için yabancılar tarafından yazılmış bir dönüştürme ve bölünme senaryosunun hayata geçmesi için İslamcı-Kürtçü ittifakı ile karşı karşıyayız. Bu projenin bir ayağında, tüm Ortadoğu’da yapmaya çalıştıkları gibi etnik kökene ve ulus-devlet özelliğine sahip olmayan, adında ve anayasasında Türk kelimesi geçmeyen bir İslam devleti kurmak, diğer tarafında ise bölgeyi terör bataklığına ve kontrol edilmesi kolay minyatür devletlere dönüştürmek için yeni Kürt ve Arap devletçiklerinin kurulması planı vardır. Çünkü Batının özelde ABD ve İsrail’in çıkarları bunu dikte etmektedir. 

Sokaktaki yaşlı adama soruyorum, diyor ki; “Erdoğan, ABD’ye kafa tutuyor, PKK o var diye saldıramıyor”. Erdoğan’ın danışmanlarının büyük Kürdistan’ın kurulmasının gerekçesi olarak çevrelerine anlattığı hikâye ise; “Kürt konfederasyonu kurulursa petrolü ihraç etmek için bize muhtaç olacak, biz de zengin olacağız”. Erdoğan, TV’de bağırıyor; “Cumhurbaşkanı olunca da mücadeleye devam edeceğiz.” Erdoğan’ın mücadelesini verdiği İslamcı dönüşümün ve bölünmenin şifresi ise; “Yeni Türkiye, Yeni Anayasa” sloganıdır. Erdoğan tarafından algı yönetiminin ana teması olarak seçilen bu slogan altında aşağıdaki alt psikolojik savaş temaları ile kamuoyu üzerinde algılama süzgeci uygulanmaktadır;

- Vesayet rejimlerine ve darbelere son, demokratik devlet.
- Türkiye’nin büyümesini ve güçlenmesini istemeyen derin güçler.
- Akan kanın durması, demokratik çözüm ve barış, geriye dönüş yok.
- Türkiye’nin artık tek bir merkezden yönetilemeyecek kadar büyük bir ülkedir.
- Seçimle işbaşına gelmiş “halk iradesi” her şeyin üstündedir.

Erdoğan iktidarı son on yılda başkalarını komplolarla darbecilikle suçlayarak sivil bir darbe yaptı. Bugün paralel dediği yapılarla her şeyin çok iyi farkında olarak kendi gündemi için işbirliği yaptı, kumpas suçunun ortağı değil asıl planlayıcısı oldu. Bugün Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül’ün kumpasın tetiğine basan ilk açıklamayı yapan kişi olduğunu unutmayalım. Ülkedeki Atatürkçü aydın kesimler içinde pek çok kişi susturuldu, tasfiye edildi, tehdit edildi. Bölünme sürecine ve hükümetin çarpık dış politikasına ses çıkaramasın diye TSK hedef alındı, komuta yapısı hapse atıldı, ordu büyük bir travmaya maruz bırakıldı. Bu işler için yabancılar ve onun manivelası olan cemaat ile işbirliği yapıldı. Fakir halk, istikrar ve Türkiye’de ekonominin çok iyi olduğu algısı ile kandırıldı. 17 Aralık 2013’te suçüstünde yakalanmasına rağmen ülkede hukuk sistemi çöktüğü için iktidar yüzsüzce işine devam etti. Bugün Musul ve Kerkük’e karşılık olduğu söylenmeden, Irak Türkmenlerinin katledilmesine göz yumuluyor. Barzani petrolü müjdesi ile Irak’ın kuzeyinde Kürt devleti kurulmasına onay verilmesi için algı yönetimi yapılıyor. İç ve dış politikası “Sünni mezhepçilik” üzerine oturmuş hükümet, ulus-devletlerin değil Barzani, PKK, Hamas, El Kaide ve IŞİD’in dostudur. Ülkenin bölünmemesi ya da Irak ve Suriye’de Kürt devleti kurulmaması gibi hayati milli çıkarlar Erdoğan yönetiminin umurunda değildir. On yıllardır Türk dünyasına kayıtsız, ama Suudi Arabistan, İsrail ve ABD ile birlikte İslam dünyasının birbirini yok etmesine taraftır. Özetle Erdoğan’ın Sünni İslamcı hükümeti hem Türk hem de İslam dünyasına da büyük zarar vermektedir, Erdoğan bunun mücadelesini yapmaktadır. 
Gelelim bölünmenin neresinde olduğumuza; adı “Terörün sona erdirilmesi, Toplumun Bütünleştirilmesi” olan yasa önerisi ile aslında tam tersi yapılacaktır. Ülkenin Türkiye-Kürdistan’ı olarak seçilen bölgesi zaten “de facto” olarak silahlı PKK terör örgütün insafına bırakıldı, şimdi bu hem de uluslararası bir çerçeve altında meşruiyet kazanacaktır. Daha önce Erdoğan hükümetinin; Öcalan, BDP ve dolaylı olarak PKK terör örgütü ile yaptığı görüşmeler ile Kürt devletinin nüvesi olan KCK’yı eli ile kurduğunu ve Oslo görüşmeleri ile Kürt devletinin kurulması için protokoller yaptığını unutmayalım. Gelinen aşama Erdoğan’ın başkanlık hayali ve sonraki genel seçimler için PKK’ya mahkûm edilmiş Kürt seçmenimizin oylarını çekme ve bu destek için ABD ve Kürtçülerin şantajına boyun eğme safhasıdır. Neden şantaj? Çünkü anlaşmalara uymak için zaten hazır olan Erdoğan, 2010 yılından beri Türk kamuoyu tepkisinden korktuğu için tereddüt etmektedir. Bugüne kadar aynı korku ile top dolaştırdı ancak bölücüler seçimler öncesi bazı garantiler almak yani durumlarını ve şartlarını meşrulaştırmak istiyorlar. İşte bu yasa ile Erdoğan’ın “Yeni Türkiye, Yeni Anayasa” süreci öncesi konumlarına meşruiyet yanında uluslararası boyutta kazandırıyorlar. Hâlihazırda Öcalan canisi, PKK terör örgütü ve uzantıları ile gelinen son görüşme trafiğinin özeti aşağıdaki Tablo’daki gibidir.
Tablo: Hükümet-PKK Terör Örgütü Pazarlığı’nda Son Durum

Şu an yeni yasa tasarısı ile hükümet, bu işleri bugüne kadar hukuksuz olarak götürdüğü MİT teşkilatı yanında sekretarya olarak Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nı da işlenen suçlara dâhil etmekte, bu işler için kullandığı memurları yeni kanunla bir kez daha koruma altına almaya çalışmaktadır. Bundan sonra yapılacak iş; Türkiye’nin bölünmesinin kitabına uydurulması (yasa önerisinde “mevzuata ilişkin çalışmalar yapmak” diye geçmekte) ve halka bu büyük ve acı lokmayı “demokratik barış”, “analar artık ağlamıyor”, “Kürtler kendi kendini yönetse ne olur?” diye yutturmaktır. Peki, bütün bunlar için neden yapılıyor? Öncelikle Erdoğan, Başkan olabilsin, kendisini ve ailesini kurtarabilsin sonrasında diktatörlük hayallerini hayata geçirebilsin diye. 

Türkiye’nin rejim sorunu nereye gidiyor?

Son on yıldır büyük bir hukuksuzluk ve yolsuzluk batağına saplanmış, gittikçe diktatörleşen bir liderin elindeki Türkiye, büyük bir rejim sorunu ile karşı karşıyadır. Türkiye’deki rejim sorununun ana unsurlarını şu şekilde sıralayabiliriz; 


(1) Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet ilkelerine dayalı rejimin tasfiye edilerek İslamcı bir devlet yapısına dönüştürülmesi, bu kapsamda devletin demokratik, laik ve hukuk devleti özelliklerinin yok edilmesi, 
(2) Atatürkçü kesimlere kumpaslar kurularak başlayan hukuksuzluğun, zaman içinde tüm hukuk sisteminin yürütme kontrolüne alınarak, yasama-yürütme-yargı arasında olması gereken kuvvetler dengesinin tamamen yürütme lehine bertaraf edilmesi, 
(3) Kuvvetler dengesini gözetmesi beklenen Cumhurbaşkanının iktidar partisinin onay makamı gibi hareket etmesi, yeni dönemde Cumhurbaşkanlığı’nın Erdoğan tarafından hesap vermekten kurtulma ve ideolojik gündemini gerçekleştirme vasıtası olarak görülmesi,
(4) Son yıllarda polis, MİT gibi kurumları da parti organı haline getiren ve kendi derin devletini kuran Erdoğan’ın yeni Başkanlık sarayında bütün erkleri üzerinde toplayarak kurmaya çalıştığı başkanlık rejimi ile ülkeyi diktatörlük rejimine götürmesi, 
(5) İslamcı iktidarın geliştirdiği seçim hileleri ve adil olmayan seçim sistemi nedeni ile ülkede demokratik yollardan İslamcı iktidarın gitmesinin imkânsızlığının kamuoyu üzerinde yarattığı artan baskı ve ümitsizlik, 
(6) Suçluluk güdüsü ile hareket eden Erdoğan’ın hiçbir kanun ve sınır tanımaz, intikamcı, kindar ve kabadayı tavrı ile hedef seçtiği kişi ve kurumları açık ve örtülü yollardan sindirmeye ve bertaraf etmeye çalışması,
(7) Ülkenin kara para ile dönen ekonomisi yanında dış borcun tavan yapması,  fütursuzca özelleştirilen (banka, kamu teşkili vs.) kuruluş ve doğal kaynaklarımızın ciddi birer milli güvenlik sorunu haline gelmesi,
 (8) Türkiye’nin her yerinde TOKİ ve AVM inşaatları ile kendine yakın iş adamlarına verilen ihalelerden alınan rüşvetlerin, çeşitli dernekler vasıtası ile Müslümanlara yardım amacı ile toplanan yardım paralarının parti amaçları için (TV satın alma, şirket ele geçirme vb.) kullanılması, ülke medyasının yarısının bu şekilde yandaş hale getirilmesi,
(9) Ülkede medya sahibi olan sermayedar kesimin RTÜK ve ihaleler yolu ile baskı altına alınarak, çok küçük bir medya organı dışında halkın haber alma özgürlüğünün kısıtlanması, özellikle inşaat sektöründeki devlet ihaleleri yolu ile kendilerine yakın bir sermayedar (yeşil sermaye) kesimi oluşturulması,
(10) Sadece kendisine oy veren kesimi “halk iradesi” kabul ederek, toplumun diğer kesimlerini hasım haline getirip ülkedeki kutuplaşmanın körüklenmesi, Türk-Kürt, Sünni-Alevi ayrışmasının körüklenmesi, 
 (11) Çıkarılan kanunlarla TSK içinde terfi ve atamalara karışma, komutanları mahkemeye verme, orduyu siyasi amaçları için kullanma yetkisi edinen hükümetin, ordunun yeniden yapılanması çalışmaları adı altında Ak MİT’ten sonra “AK Ordu” kurma gayreti içinde olması,
(12) Eğitim sistemini kendi ideolojik gündemine göre düzenlenme yanında, polis, dışişleri bakanlığı gibi önemli kurumlara giriş ve üniversite vb. eğitim kurumlarına seçme sınavlarında yaptığı düzenbazlıklarla kendi yandaşlarına haksız kadrolaşma imkânı sağlaması. 

Yukarıdaki liste uzayıp gitmektedir. Türkiye’deki rejim sorunundan anlamamız gereken; demokratik bir ülkede olması gereken serbest ve adil seçimlerin Türkiye’de yapılamaması, ülkemizin her yerini ve tarafsız olması gereken kurumları particiliğin ve yandaşlığın sarmış olması, hukuk sistemine güven kalmaması, ülkeyi yöneten liderin kendi ideolojik amaçları için demokrasi ve hukuk sistemini diktatörlüğe giden yolda istismar etmesi, eğitiminden ekonomisine MİT’inden askerine parti amaçlarına uygun olarak ülkemizin dönüştürülmesidir. Halk iradesi; yasama ve hukuk sistemi ile birlikte bir bütündür. Atatürk 1923 yılında; “Bu devletin dayandığı temeller, tam bağımsızlık ve milli egemenliktir, bu millet egemenliğinin bir zerresinden bile taviz vermeyecektir” demişti. Bugün Türkiye’de ne “milli egemenlik” hâkimdir ne de iç ve dış politikasını Batıya özelde ABD’ye dayamış bir ülke olarak “tam bağımsızlık” söz konusudur. İkinci Dünya Savaşı sonrası içimize sızan küresel sermaye ve ABD tarafından başlatılan Türkiye’nin dönüşümü BOP kapsamında İslamcılığın iktidara getirildiği AKP ile birlikte yeni bir şekil almış, ülkemiz hem rejiminin değiştirildiği hem de bölündüğü yeni bir sürece sokulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti içinde hepsinin de arkasında AKP tezgâhı bulunan devlet içinde pek çok devlet (paralel, derin, KCK) bulunmaktadır. Yapılan tüm hukuksuzluklar, ihanetler ve ülkeyi İslamcı bir diktatörlüğe götürme gayretlerinin örtüsü olarak “halk iradesi” yalanı söylenmekte, toplumun diğer kesimleri, yasama ve yargı, muhalefet, sivil toplum örgütleri, AKP dışında hiçbir kurum ve kuruluş halk iradesinden sayılmamaktadır. 

Türkiye’deki seçimler; milyonlarca fazla oy pusulasının kullanıldığı, yurt dışında oy kullanma tezgahı ile kontrol edilemeyen 2.3 milyon oyun doğrudan AKP’ye gittiği, seçim sonuçlarının belirlenme aşamasında elektriklerin kesildiği, hükümetin devletin tüm imkanlarını ve seçim yardımlarının tamamına yakını yanında birkaçı dışında medya vasıtalarını da tamamen parselleyerek adaletsiz bir seçim süreci ile gerçekleşmektedir. Örneğin Erdoğan, istifa etmesi gerektiği halde başbakanlığı bırakmadan; devleti, belediyeleri ve medyanın büyük çoğunluğunu arkasına alarak 41 seçim mitingi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi için halka yönelik algı yönetimi yapmaya çalışırken, demokrasinin temel şartı olan seçimlerde adil ve eşit kampanya yürütme ilkesi nerede kalmaktadır? Erdoğan bir kere başbakanlık ya da yürütmenin başı olma konumunu kaybederse bir daha onu ve yakın ekibini kimsenin hapislerden kurtaramayacağının farkındadır. İşte bu korku ile bugüne kadar dönüştürdüğü yargı, MİT, polis gibi yapıların kendisine ihanet etmeyeceğini düşünerek, her türlü hukuksuzluğu ve düzenbazlığı yapmakta gözü kara davranmaktadır. Çünkü buralarda vereceği en küçük taviz sonunu getirecektir. Her gece yatarken, kendisine kimin ihanet edebileceğinin korkusu ve ülke yönetiminin dizginlerinin elinden kaçması kâbusu ile uykuya dalmaktadır. Ortada bir darbe çalışması olmadığının artık iyice anlaşılmış olması nedeni ile halka söyleyebileceği cemaatle mücadele, şantiye, ekonomi ve analar ağlamayacak sözlerinden başka yalan kalmamıştır. Bütün hesabı sadece Cumhurbaşkanı olmak değil, yürütmenin, devletin ve partisinin de dizginlerini elinde tutabilmektir ve bu diktatörlük çelişkisi onun sonunu getirecek gelişmelerin çok uzak olmadığının habercisidir. Burada önemli olan artık Erdoğan ve tayfasının değil, Atatürkçülerin ne yaptığı ya da yapmadığı, yeni gelişmelere ne kadar hazır olduğudur. 

Atatürkçü kesimlere düşen..

Son 12 yılda Atatürkçüler, devlet içinde özellikle bürokrasideki etkin konumlarını kaybettiler. Bunun nedeni sadece iktidarın tayin ve atama baskısı değil, kendi geleceklerini iktidarın dümen suyunda gitmekle birleştirerek, makam ve mevki sahibi olmayı amaç değil araç edinmiş, vizyonsuz, bilgisiz ve korkak kişilerin devlet içinde bir yerlere gelmiş olmasıdır. Devlet yönetimi içinde Cumhuriyet ilkelerini sahip çıkması gereken güçlerin başında olanlar, kişisel çıkarlarının ve korkularının arkasında ya iktidara biat etti ya da günü kurtarmak için sessiz kaldı. Bugün de kendilerinin de en az bu iktidardakiler kadar olan-bitenden sorumlu ve suçlu olduğunun, bir gün onlar gibi hesap vereceklerinin farkında değiller. Nitekim yaptıkları işin suç olduğunun farkında olanlar, kanun zırhına bürünmek istiyorlar. Bu millet, Türkiye’ye bu fetret devrini yaşatan İslamcılar kadar makamlarının arkasında saklanan bürokratları, Ergenekon-Balyoz-casusluk gibi kumpaslarda işbirliği yapan hakim, savcı ve polisleri, terör örgütü ile bölünme çalışmaları yapan MİT mensuplarını, irticayı tehdit olmaktan çıkaran ve silah arkadaşlarını arkadan vuran askerleri hiçbir zaman unutmayacak, mezarda da olsa hesap soracaktır. Tıpkı Kenan Evren örneğinde olduğu gibi onları Anayasa bile kurtaramayacaktır. Şüphesiz, Atatürkçü aydınların başına gelenlerden çıkarılacak dersler kadar, insan ve lider yetiştirme sistemimiz, terfi ve atama düzenimiz, Atatürkçülük eğitimimiz gibi pek çok konuda oturup yeniden düşünmemiz gereken bir dönemdeyiz. Hapishanelerde onlarca kitap yazan mağdurlarımız, bu konularda da çalışmalıdır. Öte yandan son 12 yılda iktidarın tüm baskısına ve kumpaslara rağmen başını dik tutan, doğru bildiğini söyleyen, Atatürkçüler için umut ışığı olmaya devam eden ya da böyle oldukları için haksızlıklara uğrayan rektör, memur, diplomat, asker, gazeteci, akademisyen, Çarşı grubu, mezuniyet töreninde “Her yer Taksim her yer Gezi” diye bağıran genç arkadaşlarımız, kim varsa isim isim onların da hatırlanması sağlamalı, bu kişilerin her zaman arkasında olacağımızı göstermeliyiz.

İktidarın gerçek korkusu ise halkımızın bilinçli Atatürkçü kesimlerinin harekete geçmesi yani Gezi Ruhu’dur. Ancak, bizler sanki Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’nın engellenmesi çare olacak gibi kısa vadeli konulara odaklanıyoruz. Atatürkçüler, bu ülkenin birlik ve birliğini savunan solcu-sağcı, Alevi-Sünni, Türk-Kürt, modern-muhafazakâr kim varsa birlik ve beraberlik içinde olmalıdır. Türkiye’yi bekleyen büyük tehlikeler için uyanık ve karşı koymaya hazır olma zamanıdır. Bu birlik ve beraberliğin çatısı ne yazık ki kendi içinde bile dörde-beşe bölünmüş, dış güçlerin yönlendirmesi ile Cumhurbaşkanı adayı çıkaran düzen partileri değildir. Hükümetin çıkardığı paketleri yetersiz bularak bölücülükte AKP ile yarışan, parti içinde Atatürkçüleri tasfiye ederek bölücülerle seçim stratejisi belirleyen bugünkü CHP doğru adres değildir. Çok sıkıştığı her dönemde AKP’nin önünü açan, milliyetçileri dizginleyen MHP’nin de kendi tabanı dışında Türkiye’deki her kesimi kucaklaması mümkün değildir. Toplumun diğer kesimlerine hitap etmeyi; CHP bölücülükte, MHP ise muhafazakârlıkta AKP ile yarışmak olarak anlamışlardır. İstemeye istemeye oy verdiğimiz bu partiler yerine artık yeni ve milli bir Atatürkçü kadro ve düşünce etrafında toplanmalıyız. Bu oluşum, Atatürk’ün çizdiği yolda ülkenin gerçeklerine, milli çıkarlara göre hareket eden, tam bağımsızlık ve milli egemenlik anlayışı içinde toplumun tüm kesimlerinin ihtiyaçlarına hitap eden merkezde bir çatı olmalıdır. Bu çatı ülkenin birlik ve bütünlüğü, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetimizin temel ilkelerine samimiyetle inanmış her kesimden insanları barındırmalı ve bu kesimlere hitap etmelidir. Böyle bir oluşumun içeride ve dışarıda pek çok düşmanı vardır ve hep olacaktır. Bugüne kadar ki denemelerde de kısır liderlik ve vizyon sorunları nedeni ile bir mesafe alınamadı. Ancak, bıçak kemiğe dayanmıştır ve toplumumuz içinde her kesimden Atatürkçülerin, ben ve parti merkezli düşünceleri bir kenara bırakarak, ülkeyi içinde bulunduğu bölünme ve rejim değişikliği tehlikesinden kurtaracak işbirliği için kolları sıvama zamanıdır. Hepimizin aynı gemide olduğumuzu unutmamalı, önce sağ salim hep birlikte bu gemiyi kurtarmalı, bunun için de farklı yaklaşımları bir kenara bırakarak, öncelikle milli barışı sağlama, Cumhuriyeti koruma ve kollama görevini yerine getirmeliyiz.

Atatürkçü kesimlere düşen korkmamak ve direnmektir. Bu ülkenin yerel yönetimlerin güçlendirilmesi maskesi altında bölünmeye çalışılması kadar, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejiminin tek bir ilkesinin dahi yok edilmesine karşı direnmeliyiz. “Yeni Türkiye Yeni Anayasa” sloganının arkasında bölünmüş ve İslamcı bir Türkiye için Anayasa değişikliği vardır. Bir ülkede bayrak iniyor, milli mücadele şehitlerimizin isimleri ve TC ibaresi tabelalardan siliniyor ve ses çıkmıyorsa işgal vardır, işgalciler ile işbirliği vardır. Erdoğan’ın bayrak indirmeye karşı çıkışı samimi değildir, sadece kamuoyu tepkisini frenlemeye yönelik bir gayrettir. Arka planda İslamcı Türkiye ve Kürdistan’a giden yolda her iki tarafın saatini ayarlama çekişmesi yapmaktadır. Tıpkı 1919’da olduğu ve Atatürk’ün ifade ettiği gibi “Bu ülkeyi milletin azim ve iradesi kurtaracaktır”. O dönemde de halkımızın çoğu bilinçsiz idi ama Atatürk’ün açtığı yolda Cumhuriyet kuruldu. Bugün de görev biz Atatürkçülere, milli güçlere, özellikle de gençlerimize düşüyor. Ülkemizi yönetenler rejime ve toprak bütünlüğümüze ihanet ediyor, bunun için bölücülerle ittifak ediyor, yabancılarla işbirliği yapıyor. Erdoğan gibi terör örgütü ve uzantıları da aslında en zor döneminden geçiyor. Yolsuzluk batağına batmış bir hükümetin lideri olarak Erdoğan yalnız, içeride ve dışarıda köşeye sıkışmış durumdadır. Terör örgütünün varlık nedeni ise Erdoğan’dan koparacakları vasıtası ile hem umut olmak hem de kendini kurtarmaktır. Kara para ile dönen Türkiye ekonomisini ve Erdoğan’ı batırmak yabancılar için çok kolaydır. Ancak, Batılılar için çıkarlarına hizmet edecek bundan daha iyi bir Erdoğan bulunamayacağı için ödevlerini yapması beklenmektedir. İran bile Türkiye’de zayıf bir Erdoğan’ın milli bir hükümetten çok daha iyi olacağını düşünüyor. Hepsinin ortak korkusu ise Atatürkçülerin ayağa kalkması ve Türkiye’de başkalarının değil ülke çıkarlarının bekçisi olan milli bir hükümetin kurulmasıdır. Bizlere düşen de zamanı gelince ayağa kalkmak, direnmek ve ülkeyi İslamcı ve bölücülerden kurtarmaktır.

Sonuç..

Peki, seçimlerden sonra ne olacaktır? Tayyip Erdoğan, aslında uzun süre kararsız kaldıktan sonra parti içinde birileri tarafından gaza getirildi ve sonu gelsin diye öne sürüldü. Seçilmediği takdirde artık Cumhurbaşkanlığı, hükümetin onay makamı olmayacak; yargı, TSK, MİT gibi devlet kurumlarına siyasi amaçlı müdahale ve istediği her yasayı onaylatma imkânı ortadan kalkacaktır. Devlet içinde tam kontrolün gevşemesi Erdoğan ile ilgili oldukça birikmiş dokümantasyonun ve suç ortaklıklarının deşifre olmasına yol açacaktır. Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanı olması halinde başbakanlığı ve parti başkanlığını da kontrolünde tutmak istiyor. Bunun için kendisine en yakın kişiler ve hakkında en çok dokümantasyona sahip olan Beşir Atalay, Efkan Ala ve Hakan Fidan’ı (İran kliği) yeni dönemde kendisine en yakın konumda tutmak istiyor. Beşir Atalay ise partinin başına geçirmek için düşündüğü isimdir. Parti içinde bu oluşuma karşı Bülent Arınç savaş halindedir. AKP içinde diğer bir çekişme ise eski MTTB ekibinden gelen Abdullah Gül, Cemil Çiçek ve Abdülkadir Aksu gibi isimlerin yer aldığı İslamcı olmakla birlikte Batıcı da olan grup ile Ahmet Davutoğlu ve Hakan Fidan gibi isimlerin yer aldığı Osmanlıcı grup arasındadır. Özetle, Erdoğan Cumhurbaşkanı olsa bile ne partisini ne de kendisine verilen %50’ye yakın oyu uzun süre blok halinde tutamayacak, karşılıklı belge ve kasetler sonunu getirecektir. Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması halinde Abdullah Gül ve Ekmelettin İhsanoğlu’nun AKP’yi bölmesi, mümkünse partinin başına geçmesi ve Abdullah Gül’ün başbakan olması, üzerinde çalışılmakta olan projedir. Görüldüğü gibi Ekmelettin İhsanoğlu, boşuna öne sürülmedi, seçilmese de onu başka roller beklemektedir. Özetle Erdoğan seçilse de seçilmese artık günleri sayılıdır.
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandıktan sonra izleyeceği yol şu şekildedir;
- “De facto” olarak Türkiye’de başkanlık sistemini uygulamak, başbakanlık ve parti başkanlığını seçeceği vekilleri ile kontrolünde tutmak,
- Cumhurbaşkanı olmanın morali ve diğer partilerin zayıflığını fırsat bilerek Meclis’te Anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğu sağlamak için erken seçime gitmek, 
- Yerel yönetimler yasası ile Türkiye’yi önce 20 eyalet bölgesine bölerek, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da PKK’nın yönetimine bıraktığı bölgelere idari ve mali özerklik vermek,
- Yeni Anayasa ile başkanlık sistemi ile ülkeyi Sünni İslami kurallara göre yönetilen bir diktatörlük rejimine dönüştürmek, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet ilkelerine dayalı rejimin tüm kodlarını yok etmek,
- TSK.yı yeniden yapılanma örtüsü altında küçültüp Ak Ordu’ya çevirmek, imam hatip mezunlarından rejimini korumak için İran’dakine benzer Muhafız Ordusu kurmak.

Demokrasilerde iktidarlar en fazla beş yılda bir değişen iktidarlar ile değişirken kendisine 2023, 2053, 2071 gibi hedefler koyan Erdoğan’ın yönetiminde Türkiye, İslamcı bir diktatörlüğe doğru gitmektedir. Bu diktatörlük kendi gündemi için dış güçler ve bölücülerle işbirliği yapmakta, hem ülkenin bölünmesine hem de mezhepçi anlayışı nedeni ile Türk ve İslam dünyasının büyük zarar görmesine, Ortadoğu’nun terör bataklığına dönüşmesine vesile olmaktadır. 
Erdoğan’ın bu proje için çevresine anlattığı masal Türkiye’nin bölünerek büyüyeceği, Suriye-Irak-Türkiye ve İran parçaları ile kurulacak, Kerkük ve Musul’a sahip olacak Büyük Kürdistan’ın Türkiye’ye muhtaç olacağı ve bizim de enerji ve ekonomi ile zengin olacağımızdır. Türk halkına söylenecek yalan ise 
“Akan kan durdu ve Kürtler kendilerini yönetse ne olur?” safsatasıdır. Bu ortamda Genelkurmay Başkanı istifaya hazırlanırken, BDP adını “Bölgeler 
Demokrasi Partisi” yapmaya hazırlanıyor, İçişleri Bakanı ise “Kimse devletten daha devletçi olmasın” diye gözdağı veriyor. Türk halkı çok tehlikeli bir 
süreçte iç savaşa giderken, yapmamız gereken birbirimizle savaşmak değil, bu iktidardan ve işbirlikçilerinden tamamen kurtulmak, bunun için de direnmektir. 
İlk adım ise 10 Ağustos’ta sandık başına gitmek, içimize sinmese de son on yıldır olduğu gibi Erdoğan’ın karşısında kim varsa ona oy vermektir. 
Büyük Ortadoğu Projesi’nin manivelası olarak ABD tarafından kurulan AKP ve Erdoğan’ın görev süresi dolmak üzeredir. Gelen haberlere göre; ABD, yeni 
dönemde Orta Asya ile ilgili projesine başlayacağından Türkiye’de İslamcı değil, Türkçü ya da milliyetçi bir iktidara ihtiyaç duyacaktır.
 

@DocDrSaitYilmaz

***

19 Eylül 2018 Çarşamba

WASHINGTON’UN HAZAR HAVZASI POLİTİKASI ve TÜRKİYE BÖLÜM 2


WASHINGTON’UN HAZAR HAVZASI POLİTİKASI ve TÜRKİYE BÖLÜM 2



   Beyanatların ötesine geçen Türkiye, yeni rolüne uygun somut adımlar da atmaktadır. 

Örneğin; 

1-Bölge devletleri ile ticari ilişkilerini yeniden geliştirmek için, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı düzeyinde karşılıklı ziyaretler gerçekleştirilmektedir. 
Bu amaçla Türkiye, Devlet Bakanlığı bünyesinde somut adımlar atmaya hazırlanmaktadır. 

2-Türkiye, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı bünyesinde "Transit Petrol Boru Hatları Daire Başkanlığı" ile "Transit Petrol Boru Hatları Kurulu" oluşturmuştur ve Bakü-Ceyhan Boru hattı projesinin hayata geçirilmesi için siyasi ve diplomatik temaslarda bulunmaktadır. 

3-Harp Akademileri Komutanlığı’nın hazırladığı "Deniz Harekat Ortamına Yönelik Gelişmeler ve Deniz Kuvvetleri’nin Özellikleri" adlı rapora göre, Türkiye, 21. yüzyıldaki milli çıkarlarını Basra Körfezi’nden Atlas Okyanusu’na kadar genişletmelidir. Raporda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, 21. yüzyılda, şu sorunlar ile meşgul olması istenmektedir: Bölgesel sorunlar, hukuk dışı davranan 
ülkeler ile mücadele, çevre, su, petrol, etnik hizipler ve anlaşmazlıklar, ve terörizm gibi. Raporda ayrıca belirsizlik ve istikrarsızlık sonucu bölgesel çatışmaların arttığı ifade edilerek, gelecek yıllarda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin alçak yoğunluklu çatışmalara yönelik askeri harekat kabiliyetinin arttırılması gerektiği belirtilmektedir.20 Bu çerçevede Türkiye askeri harcamalarını 
arttırmakta ve 1000 tank alımı ihalesini gerçekleştirmektedir.21 

Erro-2 anti füze sistemleri ile 145 saldırı helikopteri alacaktır. Diğer bir ifadeyle Türkiye 2000 yılında 7.61 milyar dolar askeri harcamada bulunacak ve askeri kuvvetleri modernleştirme programı çerçevesinde önümüzdeki 30 yıl içerisinde 150 milyar dolar askeri harcama yapmayı planlamaktadır.22 

4- Amerikan desteğinde hareket eden Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan ile siyasi istişareler bazında "Altılı bir Pakt" kurma girişiminde bulunmuştur.23 AGİT bünyesinde kurulması teklif edilen Pakta, diğer devletlerde dahil olabilecektir. Yine de Türkiye bu teklifiyle bir yandan Rusya’ya durması gereken nokta konusunda imada bulunmuş, öte yandan da resmen Güney Kafkas devletlerinin güvenliğine kefil olduğunu deklere etmiştir.24 

5- Rusya’nın Amerikan Planı’na Bakışı ve Putin’in Hesapları 

1995 seçimlerinden sonra Rus siyasi hayatında etkili konuma gelen aşırı milliyetçi ve komünist gruplar, Amerika tarafından empoze edilmeye 
çalışılan ve kendilerini Orta Asya steplerinden uzaklaştıracak bu plana hiç bir zaman olumlu yaklaşmadılar. Bu yöneticilere göre, Rusya hala dünya siyasetinde belli bir etki gücüne sahip ülkedir ve aslında Batı , Rusya’yı "kendi etki sahasından uzaklaştırarak", zayıflatmak istemektedir. 
Bu nedenle, bu gruplara göre, Rusya, Bağımsız Devletler Topluluğu adı altında, Orta Asya ve Kafkas devletlerini, kendi hegemonyası altında yeniden biraraya getirmeli ve karşı-stratejik ittifaklar zinciri oluşturarak, ABD ve Batılı devletleri dizginlemelidir.25 

1991 yılında uygulamaya konan pazar ekonomisi anlayışından zarar gören ve fakirlik sınırının çok altında yaşamaya mahkum edilen Rus halkı da Avrasyacı olarak adlandırılan ve yayılmacı emeller güden bu grupların politikalarını desteklemektedir. 

Bu desteği arkasına alan Rus yöneticiler zaman içerisinde giderek sertleşme eğilimi göstermiş ve Batı’nın politikalarına ve NATO’nun genişlemesine karşı bölge devletleri ile askeri ve siyasi sahalarda işbirliği anlaşmaları imzalamaya çalışmış, Hindistan, İran ve Çin yönetimiyle karşı ittifak için stratejik işbirliği içine girmeye gayret göstermiştir.26 Hatta eski Devlet Başkanı Boris Yeltsin , Batı’ya karşı nükleer silah tehdidini de savurmuştur.27 

Ailevi sebepler sonucu istifaya zorlanan Yeltsin’den sonra başa geçen ve ülke kaderinde önümüzdeki yıllarda Devlet Başkanı sıfatıyla resmen söz sahibi olmaya hazırlanan Vladimir Putin, diğer bir ifadeyle Tilki Putin, Yeltsin’den bir adım öteye geçerek, halkın istekleri paralelinde yeni bir dünya düzeni için kollarını sıvamıştır. Bizim görüşümüze göre, Tilki Putin Hasta Yeltsin’den daha tehlikelidir. 
Çünkü 
Putin genç olmanın verdiği dinanizmi kullanarak ve arkasına "Rus Oligarklarının" desteğini alarak, daha radikal ve kararlı adımlar atmaktadır. Yine de Putin uzun vadeli stratejisini oluştururken, aşağıda ifade edilen iki gerçeği daima gözönünde bulundurmaktadır. 

1-Rusya ekonomik açıdan zayıftır. Hatta ihracaat gelirlerinin yüzde 80’inini oluşturan petrol ve doğal gaz kaynaklarının işletilmesi için acilen 90 ila 130 milyar dolarlık yatırım gerekmektedir. Ülke genelinde ekonomik ve sosyal şartlar ağır ve halk fakirlik sınırının çok altında ezilmektedir.28 O nedenle Batılı devletlerin finansal desteğine ve yüksek teknolojisine Rusya muhtaçtır. Öte yandan halk tamamiyle serbest piyasa ekonomisinin uygulandığı bir ekonomik sisteme de alışık değildir. Bu nedenle devletin kontrolünün hala devam ettiği bir ekonomik sistem içerisinde, Batı ile ticari ve ekonomik ilişkiler arttırılmalıdır. 

2-Halkın ve ağırlıklı olarak siyasetçilerin özlem duyduğu nokta "Rusya Federasyonu’nun eskiye dönüşüdür". Rusya Batılı’ların ve özellikle Amerikan yönetiminin empoze etmeye çalıştığı yeni rolü kabul edemez. Rusya güçlüdür ve kendi etki sahasıyla birlikte, Batı’yla eşit seviyeye gelmelidir. 

Bu iki noktanın çizdiği sınırlar içerisinde uzun vadeli stratejisini oluşturan Putin’in kafasındaki yeni dünya düzeni bizce şöyledir: 

Putin bir yandan Batılı devletler ve uluslararası finans kuruluşları ile ticari, finansal ve ekonomik sahalarda işbirliğini arttıracak ve devlet kontrolünün devam ettiği "liberal ekonomi anlayışını" kendi ülkesine yerleştirecektir. Bu amaçla Rusya Devlet Başkanı, Amerikan Devlet Başkanı’na işbirliğine hazır olduklarını ve Batı’yla ticari ilişkilerini sürdüreceklerini ifade etmiştir.29 Böylece Rusya mevcut ekonomik ve sosyal sıkıntılarını, Batı’nın desteğiyle aşacaktır. 

Diğer yandan ise Putin eski Sovyetler Birliğini canlandıracak ve ABD’yi dizginleyecek girişimlerine de ağırlık vermektedir. Bunu içinde Putin iki yol izlemektedir: İç ve Dış. 

İç yollar konusunda, Putin öncelikle Çeçenistan üzerine tam hakimiyetini kurmaya çalışmaktadır ve böylece ülkesinin karşı karşıya kaldığı yeniden dağılma tehlikesini ortadan kaldırmaya gayret etmektedir. Çünkü Çeçenler karşısında yenilgiye uğrayan ve bu nedenle bu devletin bağımsızlığını onaylayan Rusya, Çeçenistan ile aynı özelliklere sahip 19 Cumhuriyetinde harekete geçmesi halinde topraklarının %28’sini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.30 Bu durum Rusya’nın yeniden dağılması ve toprak açısından daha kuzeye çekilmesi anlamına gelmektedir. 

Daha kuzeye çekilmeye zorlanan Rusya, Hazar havzasından tümüyle uzaklaşmış olacaktı. Bu durumda Güney Kafkaslar’daki Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan, Rus baskısından kurtularak Batı’yla ilişkilerini arttırma imkanı bulacak ve aynı zamanda Batılı petrol şirketleri Hazar havzasında daha rahat hareket edebileceklerdir. 

Bu nedenle her ne pahasına olursa olsun, Çeçenistan da tam galibiyet alması gereken Rusya, insan haklarını açıkca ihlal ederek, Çeçenlere karşı kendi tezgahladığı savaşı başlattı. Bir yandan çeşitli bahanelerle Batı’yla yakınlaşma çabası içerisinde bulunan Gürcistan ve Azerbaycan üzerinde siyasi ve askeri baskı kurmaya çalıştı.31 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Gürcistan ziyaretinde ortaya attığı ve aslında AGİT’in İstanbul zirvesinde ilk kez dile getirilen "Altılı Kafkas Paktı" fikrini ortadan kaldırabilmek ve AGİT’in girişimlerini engellemek amacıyla, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan Devlet Başkanlarını Moskova’ya davet ederek, "Mini Kafkasya Zirvesi’ni" gerçekleştirdi. Zirve sırasında Kafkaslar’da istikrar ve bölgesel işbirliği üzerinde duruldu. Rusya, Dağlık-Karabağ meselesinin çözümü konusunda temaslarda bulundu. Çeçen savaşının ardından Rusya, Kafkaslarda yerel ordular oluşturmayı ve bölgede istikrarı tek başına sağlamayı düşünmektedir.32 Bu girişimlerine ilave olarak, Rusya, DağlıkKarabağ 
meselesini sürekli gündeme getirmekte ve doğrudan görüşmelere dahil olmaktadır. Böylece bölge istikrarının sağlanması ve Dağlık-Karabağ meselesinin çözümü konusunda ortaya atılan teklifleri engellemekte ve sadece kendisi ile bölge devletlerinin bulunacağı "bölgesel istikrar modeli" oluşturmaya gayret etmektedir. 

Askeri üsler konusunda Ermenistan ile stratejik işbirliğini arttıran Rusya, Gürcistan’daki askeri varlığını hukuki açılardan sağlamlaştırmaya çalışmaktadır.33 Rusya, Gürcistan ve Azerbaycan’ın da BDT Askeri İşbirliği çemberinin içine girmelerini istemektedir. 

Putin’in izlediği ikinci iç yol ise Bağımsız Devletler Topluluğunu kendi hegemonyası altında yeniden bir araya getirme gayretleridir. Bu amaçla Putin BDT üyelerini Moskova’da bir araya getirmiş ve Rusya’nın Başkanlığında daha kurumsallaşmış bir BDT oluşturmaya çaba sarf etmiştir. 
Ancak Orta Asya ve Kafkas liderleri kendi özel meselelerini dile getirmeyi tercih ederek özellikle "Ortak Güvenlik Sözleşmesi" ve "Serbest Ticaret Bölgesi" kurulması yönündeki anlaşmaları imzalamamışlar dır.34 

Yine de Rusya, bölge devletleri ile "terörizmle ve uyuşturucuyla mücadele" konularında işbirliği zemini oluşturmayı başarmıştır. Bölge devletlerinin, kendi başkanlığında, BDT mekanizmalarının içerisinde, sık sık bir araya gelmesini sağlamıştır.35 

Orta Asya devletlerini kendisine bağlamak için, Rusya, petrol ve doğal kaynaklarını, siyasi etki gücü olarak kullanmaya başlamıştır. 

Trans-Hazar projesinin yavaşlaması nedeniyle, Rusya, bir yandan Mavi Akım projesine ağırlık verdi, diğer yandan da Türkmenistan’a yıllık 50 milyar metreküp doğal gaz alımı için bir teklif sundu.36 Böylece Türkmenistan’ın yeniden Kuzey Hattı’na bağımlı hale gelmesini ve kendi fiili kontrolünün olmadığı farklı güzergahlar fikrinden vazgeçmesini arzulamaktadır. Aynı zamanda Rus petrol şirketlerinin faaliyetlerini diplomatik araçlarla kararlı şekilde desteklemeye başlayan37 Rusya, Çeçenistan’ı bypass eden, Baku-Novorossiyk boru 
hattı projesini kısa sürede yeniden tamir ve inşa ederek, faaliyete geçirdi.38 

Böylece Azerbaycan’a da petrolünü ihraç edebileceği yeni bir güzergah 
sunmuş oldu. Diğer taraftan Rus yöneticilerinin de açık desteğiyle, "Hazar Boru Hattı Konsorsiyum’unun" inşasına hız verildi. Bu projeyle, Kazakistan devleti, petrolünü, Astrakhan üzerinden Kazadeniz’e ulaştırma imkanı buldu. Türkiye’ye de Gürcistan üzerinden yeni bir boru hattıyla doğal gaz sevk etmeyi teklif etti.39 

Sonuç olarak, Rusya, mevcut boru hatlarının kapasitesini arttırarak ve yeni güzergahlar inşa ederek, Kuzey Hattı’nı, Doğu-Batı enerji koridoru karşısında avantajlı konuma getirdi. Bu sayede Rusya, Batılı petrol şirketlerinin bölge kaynakları üzerindeki ticari çalışmalarını atıl duruma düşürmek istemektedir. 

Rusya bununla da yetinmeyerek Avrupa Birliği’nin gerçekleştirmeye çalıştığı ve Rusya’yı bypass eden "Tarihi İpek Yolu" projesini, kendi üzerinden geçirmek için gayret göstermektedir. Bu amaçla, "BDT sınırları içerisinde yeni demiryolu güzergahlarının" inşası fikrini ortaya atmıştır.40 Böylece Türkiye üzerinden geçecek Tarihi İpek Yolu’nun güzergahını değiştirmek için Avrupa Devletleri’nin önüne farklı seçenek sunmuş olmaktadır. Ayrıca Orta Asya devletleri de diğer devletler ile ticari ilişkilerini Rus topraklarından geçen demiryolu güzergahı 
üzerinden devam ettirmek zorunda kalacaklardır. 

Dış yol olarak, Putin, İran, Hindistan ve Çin ile askeri ve nükleer teknoloji konusunda işbirliğini arttırmıştır. Çin ile ortak füze üretimine giren Rusya, Hindistan’a da nükleer santral kurma projesi sunmuştur. Rusya silah satışı konusunda Suriye’yle de işbirliği yapmaya hazırlanmaktadır.41 

Her iki yoldaki girişimlerini desteklemek amacıyla Putin, askeri ve savunma reformlarına da ağırlık vermeye başlamıştır. Sovyetler Birliği dönemindeki eski gücüne kavuşabilmesi için hassas silah teknolojisine odaklanan Rusya, sayıca az fakat ateş gücü açısından yüksek kapasiteli profesyonel bir ordu kurmayı hedeflemektedir. Bu çerçevede Rusya, 2000 yılında askeri harcamalarını %50 oranında arttırmıştır.42 

Bu gelişmelere ilave olarak Rusya yeni askeri doktrinini açıklayarak kendisine yapılacak bir saldırı durumunda nükleer silahlarını kullanacağını ifade etmiştir. Daha önceleri kendi milli çıkarlarını zedeleyecek askeri girişimler karşısında nükleer silah kullanacağını açıklayan Rusya, yeni askeri doktrininde, nükleer silah kullanımı konusunun sahasını genişletmiştir.43 

Kısacası Rusya, eski Sovyetler Birliği dönemindeki gücüne geri dönerek, Çin, İran, Irak, Yugoslavya ve Hindistan gibi ülkeleri de yanına alarak Amerika’nın dikte ettirici politikasının karşısına çıkmayı ve daha yumuşak bir soğuk savaş düzenini yeniden kurmayı hedeflemektedir. 

Çünkü artık kendi iç ekonomik ve finansal sıkıntılarını aşmak için Batı’yla işbirliği içinde olmayı kabul eden ve ABD ile eşit güce sahip bir Sovyetler Birliği olacaktır. 

6- Sonuç 

Burada sorulması gereken önemli soru bizce şudur: Rus ve Amerikan planlarından hangisinin hayata geçirilmesi mümkün görünmektedir. 

Bizce Amerikan Planı’nın ve dolayısıyla Türkiye’nin hesaplarının hayata geçirilmesi daha büyük olasılık dahilindedir. Çünkü öncelikle Orta Asya ve Kafkas devletleri, 1991 yılında kendilerini kendi kaderleriyle başbaşa bırakan Rusya Federasyonu’nun hegemonyası altında bir birlikteliğin içine girmek istememektedirler. Bu devletler doğu-batı ekseni olsun, kuzey-güney ekseni olsun her güzergahtan doğal kaynaklarını dünya piyasalarına aktararak belli bir zenginliğe ve ardından da ekonomik ve siyasi açılardan tam bağımsızlığa ulaşmak istemektedirler. Zaten son BDT toplantısında da ileriye dönük önemli kararların alınamaması da bu yüzdendir. Ancak mevcut boru hatları sayesinde 
belli bir zenginliğe ulaşamayan ve Batılı devletlerin tam siyasi, askeri ve finansal desteğini sağlayamayan bu devletler, bugünlerde mecburen 
Rusya Federasyonu ile iyi ilişkiler içerisinde bulunmaktadırlar. 

Diğer taraftan Rusya Federasyonu’nun tek başına yeniden Hazar Havzasında hakimiyet kurma girişimlerini, Çin, Avrupa Birliği ve diğer bölgesel ve büyük devletler, şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Özellikle Çin yönetimi çok kutuplu dünya düzeninden bahsederken Rusya’nın planlarının aksine, Orta Asya ve Kafkas bölgesine "hiçbir devletin" veya "devlet grubunun" hakimiyet kurmaması gerektiğinin altını çizmeye çalışmaktadır.44 

Avrupa Birliği de, Amerikan çizgisinde hareket etmekte ve yeni enerji kaynaklarına ve yeni pazarlara serbestçe ulaşmak istemektedir. 

Bu amaçla Avrupa Birliği, bölge ülkelerinin pazar ekonomisine geçmesini ve demokratikleşme yönünde önemli adımlar atmasını sağlamak için, milyarlarca ECU’luk mali ve teknik yardımları kendi kurumları aracılığıyla bu bölgeye sevk etmektedir.45 

Sonuçta, Çin ve Avrupa Birliği ne ABD’nin ne de Rusya’nın tek başına veya birlikte bölge üzerinde hegemonya kurmalarını istememektedir. 

İran yönetimi bile ileride Amerikan yönetimi ile barışabileceğini hesaplamakta ve Rusya ile kapsamlı işbirliği içine girmekten kaçınmaktadır. 
Çünkü İran yönetimi de Batılı finans kurumlarının finansal desteğine ve uluslararası petrol şirketlerinin yüksek teknolojisine ihtiyaç duymaktadır. Hatta Cumhurbaşkanı Hatemi Amerikalı’lara karşı yumuşak mesajlar göndermekte dir.46 

Gelişmeleri Türkiye cephesinden analiz edersek, 21. yüzyılda Türkiye’nin, Avrupa Birliği bloğu içerisinde yer alarak, bölgesel güç olarak ortaya çıkması kaçınılmaz görünmektedir. Bu amaçla Türkiye bu rolü sağlıklı şekilde üstlenebilmek için iç siyasi, sosyal ve ekonomik istikrarını uzun vadeli olarak sağlamlaştırmalıdır. Bölge devletleri ile sağlam işbirliği içine girebilmek için Türkiye bölge konusunda uzmanlaşmış araştırma enstitüleri kurarak projeler üretmeli ve üretilen projelerin hayata geçirilmesi için somut adımlar atmalıdır. Sadece bölge 
devletlerinden öğrenciler getirilerek ilişkiler sağlamlaştırılamaz. TİKA daha aktif hale getirilmeli; Dış Türklerden sorumlu Devlet Bakanlığı bu bölgede yaşayan Türk işadamlarını mali ve proje bazında desteklemeli; bölgeye gitmek isteyen iş adamları için bilgi bankası kurulmalı; ve koordinasyon merkezi oluşturulmalıdır. 

Ayrıca kendi iç meselesinden sıyrılmış Türkiye, bölge devletlerine her yönüyle rehberlik edebilecek gerekli bürokratik ve askeri mekanizmalarını oluşturmalıdır. Bu devletler ile sürekli ilişki içerisinde bulunarak ortak istişare mekanizmaları kurulabilir ve bu mekanizmalar fiilen aktif hale getirilebilir. 

Kısacası Türkiye dünya için, Hazar petrolleri ve Hazar pazarları da Türkiye için önemlidir. Eğer bir rol oynamaya karar verdiyseniz o zaman gereklerini yerine getirmeniz gerekmektedir. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk zaten yapılması gerekenleri 75 yıl önce bizlere anlatmaya çalışmıştı. Biz ne yapılması gerektiğini uzaklarda değil, yanı başımızda aramalıyız. 


DİPNOTLAR;

1 Amerikan Enerji Enformasyon ‹daresi’nin haz›rlad›¤› Aral›k 1998 tarihli ve "Caspian Sea Region" isimli raporu. 
www.eia.doe.gov/emeu/cabs/caspian.html; 
Amerikan Enerji Enformasyon İdaresi’nin hazırladığı, Aralık 1998 tarihli ve "Caspian Tables, Maps" isimli Şeması. www.eia.doe.gov/emeu/cabs/caspgrph.html 
2 Ibid. 
3 Plamen Tonchev, "Rising Asian Oil Demand and Caspian Reserves", Caspian Crossroads Magazine, Vol. 3, Issue No. 3, Winter 1998, pp.1 - 7 
4 Daha detaylı bilgi için bakınız Caspian Investor, fiubat 1999, Cilt 2, Sayı 5, sayfa 10 
5 Japon Milli Petrol fiirketi Başkan Yardımcısı Akira Handa’n›n 4. Uluslararası Türkmenistan Petrol ve Gaz Konferası’nda sunduğu, "Nine Routes for Turkmenistan Gas – Assessment of the Export Pipelines" isimli bildirisi, 11-12 Mart 1999, Aşgabat, Türkmenistan. 
6 Amerikan Enerji Enformasyon İdaresi’nin hazırladığı, Aralık 1998 tarihli ve "Caspian Tables, Maps" isimli şeması. 
   www.eia.doe.gov/emeu/cabs/caspgrph.html 
7 Sç Rob Sobhani, "President Clinton’s Iran Option", Caspian Crossroads Magazine, Sayı 1, Kış 1995, pp. 1-8 
8 Lowell Nazis,"Turkmenistan: Niyazov Talks of Democratization and Pipelines", Radio Free Europe / Radio Liberty, 22 Nisan 1998; Jim Nichol, "Central Asia’s New States Political Developments and Implications for U.S. Interests", CRS Issue Brief, 93108, 19 Aralık 1996 
9 Jeremy Bransten, "Caucasus / Central Asia: Presidents Seek Stronger Cooperation with U.S.", Radio Free Europe / Free Liberty, 22 Nisan 1999; 
Ariel Cohen, "The New "Great Game": Oil Politics in the Caucasus and Central Asia", Backgrounder, The Heritage Foundation, Say› 1065, pp. 1-10; Julie Moffett, "Central Asia: East-West Pipeline Could Aid Independence", Radio Free Europe / Radio Liberty, 27 Ekim 1997; Washington Post, "Pipe Dreams: A British Coup-Special Report", 23 Kas›m 1998; James McDougall, "A New Stage In U.S.-Caspian Sea Basin Relations", Central Asia and Caucasus, 1998 - 1999 
10 Hazar Havzası Enerji Diplomasisi konusunda Amerikan Dışişleri Bakanlığı ve Devlet Başkanlığı Özel  Danışmanı Büyükelçi Richard Morningstar’ın 
23 Kasım 1998 tarihinde Kent State Üniversitesi’nde yaptığı konuşma. 
11 Amerikan Dışlişleri Bakanlığı Yeni Bağımsız Devletler Özel Temsilcisi Stephen Sestanovıch’in 30 Nisan 1998 tarihinde Amerikan Temsilciler 
Meclisi’nde yaptığı konuşma. 
12 "Transatlantic Partnership on Political Cooperation", Amerika-Avrupa Birliği Zirvesi, Birmingham, İngiltere, 18 Mayıs 1998; Enerji ve Çevre Üzerine 
Amerika-Çin İşbirliği hakkında Gore 10 / 29 Metni; "U.S.-E.U. Statement on Caspian Energy", Amerika-Avrupa Birliği Zirvesi, Birmingham, İngiltere, 
18 Mayıs 1998. 
13 Amerikan Dışişleri Bakanlığı Yeni Bağımsız Devletler Özel Temsilcisi Stephen Sestanovich’in Avrupa Olayları hakkındaki Alt Komite’de yaptığı 20 Mayıs 1998 tarihli konuşması; Hazar Havzası Enerji Diplomasisi konusunda Amerikan Dışişleri Bakanlığı ve Devlet Başkanlığı Özel Danışmanı Richard Morningstar’ın 7 Aralık 1998 tarihinde Washington’da gerçekleştirilen CERA Konferansı sırasında yaptığı konuşma; Amerikan Dış İşleri Bakan Yardımcısı Strobe Talbott’un 19 Eylül 1997 günü Stanford Üniversite’sinde yaptığı ve "The End of Beginning: The Emergence of New Russia" adlı konuşması. 
14 Ibid. 
15 Zaman, 1 Ocak 2000 
16 Hasan Ünal, "Clinton’ın Türkiye Vizyonu", Zaman, 25 Kasım 1999; Faruk Mercan, "Milenyum Türkiyesi – II", Zaman, 16 Aralık 1998 
17 Daha detaylı bilgi için Türk Dış İşleri Bakanlığı’nın internet sayfasında yeralan ve Türkiye’nin hedeflerini açıklayan resmi bilgiler. 
     www.turkey.org/politics/pipeline.htm; 
     www.mfa.gov.tr/grupa/ae/asian.htm; 
     www.mfa.gov.tr/grupa/ae/caucasian.htm 
18 Daha detaylı bilgi için  Türk Dış İşleri Bakanlığı’nın internet sayfasında yeralan ve Türk-Rus ilişkilerini açıklayan resmi bilgiye bakabilirsiniz. 
     www.mfa.gov.tr/grupa/ae/russian.htm 
19 Zaman, 16 ve 21 Kasım 1999; Yeni Şafak, 26 Aralık 1999 
20 Mutlu Çölgeçen,"Adriyatik’ten Çin Seddi’ne", Yeni Şafak, 11 Ocak 2000 
21 Yeni Şafak, 11 Ocak 2000 
22 Zaman, 30 Ocak 2000 
23 Hürriyet, 16 Ocak 2000; Radikal, 16 Ocak 2000; Cumhuriyet, 16 Ocak 2000 
24 Sami Kohen, "Kafkasya’da Türk Rolü", Milliyet, 13 Ocak 2000 
25 Irina Zviagelskaia, "The Russian Policy Debate on Central Asia", Royal Institute of International Affairs, London, 1995, pp. 1 - 38 
26 Itar-Tass, 4 Şubat 2000 
27 Türkiye, 10 Aralık 1999 
28 Gerry Van Wyngen, "Russia at the Crossroads", Australian Financial Review, 8 Şubat 2000. 
29 Yeni Şafak, 28 Aralık 1999. 
30 Zaman, 2 January 2000. 
31 Zaman, 14 Ocak 2000; Yeni fiafak, 26 Kas›m 1999. 
32 Miviam Lanskoy, "Anti-Terrorism as Pretext: Russia Taking Aim at the South Caucasus?", Central Asia-Caucasus Analyst, 2 Şubat 2000; Vladimir 
Isachenkov, "Leaders of former Soviet Republics Meet in Moscow", Associated Press Newswires, 24 Ocak 2000; BBC, "Russia tries to see that Karabagh 
problem is solved", 24 Ocak 2000. 
33 BBC, "Russian and Armenian Security Councils Sign a Cooperation Treaty", 3 Şubat 2000; Itar-Tass, 17 Şubat 2000. 
34 Yeni Şafak, 17 Ocak 2000; Zaman, 15 Ocak 2000; BBC, "Russian: Statement Issued on Meeting of CIS Foreign Ministers", 24 Ocak 2000; BBC, "Putin Thanks CIS Leaders for his Election as Head of Presidents Council", 25 Ocak 2000; Nezavisimaya Gazeta, "Attempts at CIS Integration Give Way to Bilateral Cooperation", 25 Ocak 2000. 
35 Stratfor, "Central Asia Proving Easier Than the Caucasus for Russia to Swallow", 23 Şubat 2000. 
36 James M. Dorsey ve Bhushan Bahree, "Turkmenistan, Gazprom Near Deal for Natural Gas", The Asian Wall Street Journal, 24 Şubat 2000. 
37 Hart’s E&P Daily, "Lukoil Plans 500 New Wells", 3 Mart 2000; Michael Lelyveld, "Kremlin Determined to Stay in Race for Caspian Oil", Radio Free 
 Europe / Radio Liberty, 11 Şubat 2000. 
38 Dow Jones International News, "Russia Builds 1/3 of Chechen Bypass Oil Pipelines", 7 fiubat 2000. 
39 Zaman, 13 Ocak 2000; Segodnya, "Russia Gas to Be Transported to Turkey via Georgia", 4 Şubat 2000. 
40 Interfax, "Russia Considers TRACECA Participation", 21 Şubat 2000; ASSA-Irada, "CIS and Baltic States Sign Protocol on Railway", 15 Mart 2000. 
41 Zaman, 14 Ocak 2000; Yeni Şafak, 26 Kas›m 1999. 
42 Zaman, 18 Aralık 1999. 
43 Türkiye, 16 Ocak 2000; Zaman, 15 Ocak 2000; BBC, "Russia Nuclear Power Station Construction Continues in Iran and China", 26 Ocak 2000; SFB, 
"Russia: New Military Doctrine / "Top Secret"Nukes", 29 Nisan 1999; Power in Russia, "New Russian Military Doctrine", Kas›m 27, Sayı 46. 
44 Çin Dışişleri Bakanlığı’nın "China’s Proposition on the Establishment of a New International Political and Economic Order", ve "China’s View on the 
 Development of Multi-polarity" isimli web dökümanları 
45 Avrupa Birli¤i Komisyonu, "EU Cooperation with the NIS & Mongolia", 
    http://europa.eu.int/comm/dg1a/nis/intro 
46 Chintamani Mahapatra, "Khatami Holds an Olive Branch: Beginning of a Change in US-İran ties", Strategic 
Analysis, Cilt XXI, Sayı 11, Şubat 1998, sayfa 1593-1602. 



***