KURDU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KURDU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2017 Çarşamba

Abdullah Öcalan PKK YI KURDU


 Abdullah Öcalan PKK YI KURDU


Marksist - Leninist çizgide bağımsız bir Kürt devleti kurmak için Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı 30 yıl boyunca silahlı saldırılar düzenleyen PKK'nın kurucusu ve lideri, 2013 yılında Kürt Sorunu'nun çözümünde kilit rol üstlenmeye başladı.

20 Oca 2014 
Güncelleme 10:08 TSİ


12 Eylül askeri darbesinden kısa süre önce Suriye'ye geçen Öcalan, örgütü uzun yıllar bu ülkeden yönetti. [AFP]

Türkiye Cumhuriyeti'nin otuz yılı aşkın süredir çözüm aradığı Kürt Sorunu'nun silahlı aktörü Kürdistan İşçi Partisi'nin (Partiya Karkerên Kurdistan - PKK) kurucu lideri Abdullah Öcalan, 1999 yılından bu yana İstanbul yakınlarındaki İmralı Adası'nda bulunan cezaevinde hapis yatıyor. Öcalan, gerek Kürt siyaseti gerek örgütün dağ kadroları tarafından, halihazırda meselenin diyalog yöntemiyle çözümünün sağlanması sürecinin kilit pozisyonunda görülüyor.

PKK öncesi günleri

1949 yılında Şanlıurfa'nın Halfeti İlçesi'ne bağlı Ömerli Köyü'nde doğan Öcalan, Ankara'da Tapu ve Kadastro Meslek Lisesi'nde eğitim gördü. Mezun olduktan sonra Diyarbakır'da kadastro memurluğu yapmaya başladı. Diyarbakır'daki birçok tapuda halen Öcalan'ın imzası bulunuyor. Taraftarlarınca Serok (Önder) olarak anılan PKK liderinin o günlerine dair bilgiler arasında rüşvet aldığı söylentileri dikkat çekiyor. Köylülerden bazı işlemler karşılığında 10 bin TL rüşvet aldığı öne sürülüyor. Yıllar sonra kendisine bu olay hatırlatıldığında Öcalan, söz konusu parayı örgüt kurmak için kullandığı şeklinde bir yanıt vermişti.
Öcalan, 1971'de Bakırköy Tapulama Müdürlüğü'ne atanınca İstanbul'a gitti. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydolan Öcalan, aynı yıl kaydını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne aldırdı. Ankara Siyasal'a girişi, tapu memuru Öcalan'ı silahlı bir örgütün kurucu liderliğine taşıyacak yolun dönüm noktasıydı.

Ankara'daki siyasi arayışlarına Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nda (DDKO) başlayan Öcalan, 1970 başında Mahir Çayan ve arkadaşlarınca kurulan Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKP/C) örgütünde faaliyette bulundu. 1972'de Çayan ve ekibinin güvenlik güçlerinin operasyonunda öldürülmelerini protesto ettiği, ayrıca Doğu Perinçek ve arkadaşları tarafından çıkarılan Şafak dergisini dağıttığı gerekçesiyle gözaltına alındı. 7 ay boyunca Ankara'daki Mamak Askeri Cezaevi'nde tutuklu kaldı.

Beraber yakalandığı arkadaşları ceza alırken Öcalan'ın, dönemin Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcısı Baki Tuğ'un talebiyle serbest bırakıldığı iddiası, onun devletle bağlantısı tezini kanıtlamak için en sık başvurulan unsurlardan biridir. Öyle ki beraber yakalandığı herkes hapis cezasına çarptırılırken Öcalan'ın kurtulmasının nedeni sorulduğunda Tuğ'un, "Bana yukardan talimat geldi" dediği söylenir.

Kesire Yıldırım ile evliliği

Öcalan'ın resmi nikahlı yegane eşi Kesire Yıldırım'dır. 21 Ekim 1951'de doğan Kesire Yıldırım, Elazığ'ın Karakoçan İlçesi'nde, Cumhuriyet Halk Parti (CHP) destekçisi olarak bilinen ve 2. Dünya Savaşı'nın ardından Tunceli'nin Mazgirt İlçesi'nden gelip Karakoçan'a yerleşen Yıldırım ailesinin en büyük kızıydı. Yıldırımlar, 1925 Şeyh Sait ve 1938 Dersim isyanlarında devletin yanında yer almışlardı. Kesire Yıldırım, Elazığ Öğretmen Okulu'nu bitirdikten sonra 1973'te Karakoçan'a bağlı Yeniköy İlkokulu'unda vekil öğretmenlik yaptı. 1974'te Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nu kazandı.

Üniversitede sol gruplarla temas kuran Yıldırım, Öcalan ve Apocular denen grubun üyeleriyle 1975'te tanıştı. Kesire Yıldırım ile Öcalan, 24 Mayıs 1978 günü Ankara Gençlik Parkı Nikah Salonu'nda evlendiler. On yıl süren bu beraberlik, Yıldırım'ın 1988'de Öcalan'dan ayrılmasıyla noktalandı.

PKK'nın kuruluşu

Kürt Sorunu, 70'lerin sonunda sol hareket bünyesinde kendine alan bulmuştu. Cezaevinden çıktıktan sonra Kürt hareketini örgütlemeyi amaçlayan Öcalan, silahlı mücadele fikrini savundu. Bu doğrultuda faaliyet alanını Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine taşıdı. 1978'de başlatılan silahlı hareketle adını Apocular veya UKO'cular (Ulusal Kurtuluş Ordusu) olarak duyurmaya başlayan grup, Diyarbakır'ın Lice İlçesi Fis Köyü'nde 27 Kasım 1978'de yaptıkları toplantıyla örgütlenmelerinin isminin PKK olmasına ve kurulacak partinin tüzük ve programının hazırlanmasına karar verdi.

Marksist-Leninist çizgide bağımsız bir Kürt devleti kurmayı amaçlayan örgütün liderliğini yürüten Öcalan, 12 Eylül 1980 Darbesi'nden kısa süre önce Türkiye'den ayrılarak Suriye'ye yerleşti. Öcalan'ın darbeden hemen öncesinde yurdu terk etmesi halen tartışılır. Kimi devlet yetkililerinin Öcalan'a, ülkeden bir an önce ayrılma tavsiyesinde bulundukları söylenir.
1980 sonrasında ülkede oluşan sıkıyönetim ve baskı rejiminden kaçan Kürtlerin bir kısmı Avrupa'ya sığınırken, bazıları da PKK'ya katılmıştı. PKK bünyesine dahil olanların büyük kısmı Suriye, Lübnan ve Filistin'deki kamplarda silahlı eğitimden geçti. 1984'te Diyarbakır Cezaevi'nden çıkan muhalif Kürtler, kitleler halinde dağa çıkarak PKK'ya katıldı.

1987: PKK'nın En kanlı yılı

PKK'nın düzenlediği ilk kongrede örgütü Kuzey Irak'a doğru genişletmeyi başaran Öcalan, ikinci kongrenin ardından da örgüte ilk kez silahlı eylem talimatı verdi. 1984 yılı itibarıyla kamplardaki üyelerini gerilla savaşına hazırlayan örgüt, Siirt'in Eruh ve Hakkari'nin Şemdinli ilçelerine eşzamanlı baskınlar düzenledi. Öcalan'ın emirleriyle özellikle Hakkâri, Mardin ve Siirt illerini kapsayan bölgedeki askeri hedeflere düzenlenen silahlı eylemlerle çatışma süreci başlatıldı.
Öcalan liderliğindeki PKK, 1980'lerin sonundan itibaren eylemlerini yoğunlaştırdı. Öcalan'a atfedilen ve hakkındaki iddianamede yer alan şu ifade, PKK'nın eylemlerinin şiddeti açısından dönüm noktasıydı: "DEP'e (Demokrasi Partisi) oy vermeyenin tavuğunu bile öldürün". Bu sözler sonrasında 1987 yılında Türkiye, PKK'nın katliamlarıyla sarsıldı. PKK'lıların köyleri basarak kadın ve çocukları dahi öldürdüğü saldırılar, Türk kamuoyunda "Bebek katili Öcalan" imajının doğması ve yerleşmesine sebebiyet verdi.

PKK, 90'lı yıllar boyunca Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı dönem dönem ateşkes ilan ettiğini açıklasa da mutlak bir silahlı mücadele içerisinde kaldı. Örgüt; 1993 ilkbaharında ilk kez ateşkes imzaladı. Daha sonra ateşkesin, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın isteğiyle gerçekleştiği öğrenildi. Özal, aralarında gazetecilerin de yer aldığı bazı isimleri Öcalan'a göndererek ateşkes ilan etmesini sağlamıştı. Ateşkes, 24 Mayıs 1993'te birliklerine giden 33 silahsız askerin Bingöl-Elazığ karayolunda PKK tarafından öldürülmeleriyle son buldu. 
'33 Er Olayı', Öcalan ile örgütün diğer önde gelen isimleri arasında çatlak olduğunu ilk kez kamuoyuna gösterdi. 1998'de Türk güvenlik güçlerinin Kuzey Irak'ta düzenlediği operasyonla yakalanan örgütün iki numaralı ismi Şemdin Sakık, o saldırının doğrudan Öcalan'dan gelen emirle yapıldığını söyledi. Sakık, eyleme Avrupa ülkelerinden şiddetli tepki gelmesi nedeniyle Öcalan'ın, daha önce üstlendiği talimatı kabul etmeyerek sorumluluğu kendisine yüklemeye çalıştığını öne sürdü. PKK'nın üst düzey yöneticilerinden Murat Karayılan ise 2011'de yayımlanan Bir Savaşın Anatomisi başlıklı kitabında, infaz emrini Sakık'ın kendi başına aldığını ifade etti.

Öcalan, PKK'nın silahlı ve siyasi faaliyetlerini, 1998 sonbaharına kadar fiilen Suriye'den sürdürdü.

Suriye'den çıkarılması

PKK liderinin yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi, üç aylık bir diplomatik baskı ve ABD istihbaratıyla ortak operasyon sayesinde gerçekleşti. Ekim 1998'de dönemin hükümeti, Öcalan'ı topraklarında barındırmaması konusunda Şam'a baskısını arttırdı. 9 Ekim 1998'de Suriyeli yetkililer tarafından sınır dışı edilen Öcalan, önce Yunanistan'a gitti. Atina'nın iltica talebini kabul etmemesi üzerine daha sonra Rusya'ya sığındı. 
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Öcalan'ın Suriye’den ayrıldığı ve Rusya'da barındığını belirlemişti. Ankara hemen Moskova ile temasa geçerek PKK'nın başındaki ismin teslim edilmesini istedi ama beklediği yanıtı alamadı. Dönemin Rusya Ankara Büyükelçisi Aleksander Lebedev, Öcalan’ın ülkelerinde olmadığını açıkladı. Türkiye, Öcalan'ın iade edilmesi için Rusya'ya nota verdi.
Burada 30 gün geçiren Öcalan, Rusya Parlamentosu'ndan sığınma hakkı elde etti. Ancak diplomatik baskılara dayanamayan Rusya, Öcalan'ı İtalya'ya gönderdi. İtalyan makamları, Türkiye'ye iade edilmeyeceği garantisi vererek PKK liderinin iltica işlemlerini başlattıysa da sahte pasaport taşımaktan dolayı onu tutukladı. Büyük yankı uyandıran olay, Roma'nın Öcalan'ı iade edeceğine dair Ankara'nın ümitlerini boşa çıkardı. İtalya Adalet Bakanlığı Müsteşarı Franco Carleone, "İtalyan hükümeti, ölüm cezasıyla karşı karşıya olan birini iade edemez" açıklamasıyla Türkiye'nin talebini reddetti.
Ankara'da Roma'ya karşı büyük tepki oluşurken, ülke genelinde İtalyan mallarına karşı ekonomik boykot başladı. İtalya aleyhinde büyük gösteriler düzenlendi. İtalya'da bir eve yerleştirilen Öcalan, ABD'nin devreye girip baskı uygulaması üzerine Avrupa'nın birçok ülkesinde 'istenmeyen kişi' haline geldi. Bu süre zarfında mahkemeye çıkan Öcalan, sorgusu sırasında İtalyan hakimlere, gerçekleştirdiği eylemlerden dolayı pişmanlık duyduğunu söyledi. Öcalan'ın cezasını, 'sağlık durumu ve kaçmayacağı yönündeki kanaat' gerekçesiyle ev hapsinde geçirmesine karar verildi. Fakat Türkiye'nin giderek artan diplomatik baskısı nedeniyle çözüm arayışına giren İtalya, PKK liderinin zorunlu ikamet kararını kaldırdı. 65 gün sonra İtalya'yı terk etmek zorunda kalan Öcalan, gidebileceği tüm ülkelerden tek tek olumsuz yanıt aldı. 

Kenya'da yakalanması

İzini kaybettirmeye çalışan Öcalan'ın bir süre Yunanistan'da barındığı, ardından Yunanistan'ın Nairobi Büyükelçiliği'ne gittiği tespit edildi. Öcalan'ın Kenya'nın başkentinde telefonla konuştuğu ve sesinden yerinin tespit edildiği çokça konuşuldu. 14 Şubat 1999'da Kenya güvenlik güçleri, Yunanistan Büyükelçisi'nin ofisini ve konutunu kuşattı. Öcalan'ı daha fazla barındıramayacağını anlayan Yunanistan, PKK liderine istediği ülkeye gitmek üzere büyükelçilikten ayrılması gerektiğini tebliğ etti.
ABD'nin dış istihbarat birimi Merkezi Haberalma Örgütü (CIA) ve MİT'in ortak operasyonuyla 15 Şubat 1999 günü Nairobi Havalimanı'nda yakalanan Öcalan, Türk güvenlik güçlerince özel bir uçağa bindirildi. Uçakta onu "Memlekete hoş geldin" diyerek karşılayan yüzleri maskeli MİT görevlilerine, "Türk devletine hizmet etmeye hazırım" cümlesiyle karşılık verdi. Öcalan'ın bu sözleri, PKK üyeleri ve örgütü destekleyen kitlelerde şaşkınlık yaratacaktı. 16 Şubat 1999 sabah 03.00 sularında Türkiye’ye getirilen Öcalan, önce Bandırma, oradan da yargılanacağı ve hapsedileceği İmralı Adası'na götürüldü. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, PKK liderinin yakalandığını sabah saatlerinde Türkiye’ye duyurdu.

Yargılanma süreci

Öcalan’ın yargılanması 31 Mayıs 1999’da İmralı Adası'nda kurulan özel mahkemede başladı; dava dokuz duruşmada tamamlandı. Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin yürüttüğü dava sonunda Öcalan hakkında şu hüküm verildi: "Kurduğu silahlı PKK örgütünü verdiği emir ve talimatlarla sevk ve idare ederek, devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf eylemleri gerçekleştirdiği sabit görüldü".
Türk Ceza Kanunu'nun 'vatana ihanet' suçunu düzenleyen 125. maddesi uyarınca hakkında idam cezası verildi. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne uyum yasaları gereği -bu yasalarda dönemin koalisyon hükümetinde yer alan Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) de imzası vardı- idam cezasını kaldırması üzerine Öcalan hakkındaki idam hükmü, ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrildi. Mahkemenin gerekçeli kararında, 'Öcalan'ın, eylemlerinin şiddeti, yoğunluğu ve sürekliliği ve içinde bebek, çocuk, ihtiyar ve kadınların da bulunduğu binlerce insanın öldürülmüş olması ve ülke genelinde ciddi tehlike oluşturması nedeniyle cezai sorumluluğu azaltan maddelerden yararlanmasının uygun görülmediği' açıklandı.

Oslo'da Çözüm arayışı

İmralı Adası'nda, sadece kendisine tahsis edilen yüksek güvenlikli cezaevinde tutulan Öcalan'ın, Kürt Sorunu'nun çözümü ve PKK'nın silah bırakması için zaman zaman devlet temsilcileriyle görüştüğü kamuoyunda sık sık gündeme geldi.

Örgüt üzerinde halen büyük oranda etkinliği bulunan Öcalan, son yıllarda Kürt siyasetçiler tarafından çözümün adresi olarak gösteriliyor. Öcalan ile mutabakata varmadan PKK'nın silahsızlanmasının ya da müzakere masasına oturmasının mümkün olmadığı, 12 Haziran 2011'deki genel seçiminin ardından daha güçlü şekilde gündeme geldi. Bu yaklaşım, kamuoyunda görece normal karşılanır hale gelse de 'Çözüm Süreci' resmen başlayana kadar Öcalan ile ara ara görüşüldüğü resmen doğrulanmadı.

13 Eylül 2011 günü Dicle Haber Ajansı'nın internet sitesinde yayımlanan bir ses kaydı, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetini bu görüşmeleri kamuoyu ile paylaşmak zorunda bıraktı. Kayıt, o sırada Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı olan Hakan Fidan'ın da yer aldığı bir MİT heyetinin, PKK yöneticileriyle Norveç'in başkenti Oslo’da bir araya geldiğini ortaya koyuyordu. Aynı ses kaydı, MİT görevlilerinin ayrıca İmralı Adası'na giderek Öcalan ile görüştüklerini açığa çıkarıyordu. Ses kaydının yayımlanmasından sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, MİT görevlilerini, meseleye çözüm arayışı için bizzat kendisinin görevlendirdiğini açıkladı.

Ev hapsi tartışmaları

2012'ye gelindiğinde, PKK'lı ve iddianameye göre çatı örgüt olan KCK'ya üyelikten yargılananların, başta Öcalan'a ev hapsi olmak üzere bir dizi taleple açlık grevi başlatması, Öcalan'ın tutukluluğu hakkındaki tartışmaları gündeme getirdi. Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) de destek verdiği eylemler, 12 Eylül 2012'de başladı ve 68 gün boyunca devam etti. BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, eylemin ancak Öcalan'ın çağrısıyla sona erebileceğini ifade etti.
Başbakan Erdoğan, İmralı’da cezası infaz edilen Öcalan’ın ev hapsine alınmasının mümkün olmadığını söyledi. Ülke çapında düzenlenen eylemler, hükümetin anadilde savunma hakkı konusunda adım atmasını tetiklese de, Öcalan'ın durumunda değişiklik yaşanmadı. PKK liderinin sağlık durumunun kötü olduğu, zehirlendiği yönündeki iddialar zaman zaman yandaşlarını sokağa döktü. Örgüt yıllarca bu iddiaları yandaşlarına eylem yaptırmak amacıyla kullandı. Fakat yapılan tetkiklerde Öcalan’ın sağlık durumunun iyi olduğu belirlendi. Öcalan’ın cezaevi şartları da eylemlere bahane oldu. Sempatizanları Öcalan’ın küçük hücrede tutulduğundan şikayet ettiler. Öcalan’ın yeri iki kez değiştirildi.

Öcalan Yeniden Muhatap

2013'ün ilk günlerinde, MİT görevlilerinin Öcalan ile görüştüğü gündeme geldi. Bir süredir 'İmralı' ile görüşüldüğünü açıklayan Başbakan Erdoğan’ın Siyasi Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, Öcalan'ın Kürt Sorunu'nun çözümünde hâlâ en önemli aktör olduğunun altını çizdi. Ardından 1 Ocak 2013 itibarıyla Türk medyasında, MİT Müsteşarı Fidan'ın 16 Aralık 2012'de İmralı'ya gittiği, Ekim 2012'de başlayan süreç çerçevesinde daha önce iki kere MİT Müsteşar Yardımcısı seviyesinde gerçekleştirilen toplantıların, bu tarihten itibaren Fidan ile Öcalan arasındaki görüşmelere dönüştüğü yönünde haberler çıkmaya başladı.
Bu bilgiler, Başbakan Erdoğan'ın Kasım 2012'deki, " İmralı ile ilgili olarak çeşitli enstrümanları kullandığımız zaman, burada genelde kullanılan MİT'tir; onlar görüşme yapabilir. Bunda sakınca görmüyoruz. Çünkü asıl olan sorunu çözmektir " sözlerini doğrular nitelikteydi. Görüşmelerin yapıldığının açıklanmasından bir gün sonra, BDP Batman Milletvekili Ayla Akat ile BDP'nin desteğine sahip Bağımsız Mardin Milletvekili Ahmet Türk de Öcalan ile bir araya geldi.

İkinci İmralı görüşmelerine BDP Milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder, Altan Tan ve Pervin Buldan katıldı. Görüşme sonrasında Öcalan tarafından BDP, KCK ve PKK’nın Avrupa Temsilciliği’ne üç ayrı mektup hazırlandı. Avrupa ve Kandil’e mektuplar BDP’li milletvekilleri tarafından götürüldü. Kandil’e gönderilen mektupta Öcalan'ın, " Ne savaşmayı biliyorsunuz ne de barışmayı. Silahlı mücadele dönemi bitti. Bu şekilde savaşarak bir yere varılamaz. Size sunduğum yol haritasını tartışın ve çatışmasızlık sürecini başlatalım" dediği belirtildi.
15 Mart'ta Karayılan, Fırat Haber Ajansı'na (ANF) yaptığı açıklamada mektuba yanıt verdiklerini belirterek şunları söyledi: " Daha önceden de ifade ettiğimiz bazı kaygıları taşımakla birlikte, işler ters dönerse bölgesel avantajları ve taktik performansın başarı kazanabileceğine olan inancımızı da korumakla birlikte, Önderliğimizin ortaya koymuş olduğu stratejik perspektifin daha doğru olduğunu, buna çok güçlü bir biçimde katılmanın kararlaşması ve iradeleşmesi oy birliğiyle gerçekleşmiştir ".

PKK liderinin, 23 Şubat 2013 günü Önder, Tan ve Buldan ile gerçekleştirilen üçüncü görüşmenin tutanaklarının basına sızdırılması, Öcalan'ın süreçle ilgili düşüncelerinin kamuoyuyla paylaşılmasını sağladı. Tutanaklara göre Öcalan, sürecin devamı için hükümetin somut adımlar atması gerektiğini vurguluyordu.
Öcalan, 21 Mart 2013 Nevruz kutlamalarında gönderdiği mektupla, PKK'ya sınır dışına çekilme talimatı vererek 30 yılı aşan savaşın bitebileceğinin somut işaretlerini, alanda toplanan yüz binlerce Kürt’e ve elbette masanın diğer tarafında oturan Türklere verdi. Öcalan ile BDP ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) heyetleri arasındaki görüşmeler devam ediyor.

Kaynak: Al Jazeera ve ajanslar


http://www.aljazeera.com.tr/portre/portre-abdullah-ocalan


***

22 Aralık 2016 Perşembe

TÜRK YAHUDİ İLİŞKİLERİ TÜRKİYE Yİ YAHUDİLER Mİ KURDU DARBELER, 28 ŞUBAT VE İSRAİL



TÜRK YAHUDİ İLİŞKİLERİ  TÜRKİYE Yİ YAHUDİLER Mİ KURDU DARBELER,  28 ŞUBAT VE İSRAİL,



 ONUR DİKMECİ
 19 Şubat 2015 
 Perşembe


28 Şubat ittihatçılar Onur Dikmeci Darbe Olur mu Türkiye askeri darbeler

1875 yılında Rus yanlısı Sadrazam Mahmud Nedim Paşa'nın : " Osmanlı Devleti borçlarının yarısını faizli tahville ancak 5 yılda ödeyecek" açıklaması , Avrupalı Devletlerin bankerleri, sefirleri ve özel temsilcileri tarafından aşırı büyük tepkiyle karşılanmıştı. Yalnızca bir sene sonra 1876 tarihinde ise Osmanlı Devleti'nin borçlarını ödeyemeyeceği duyuruldu. Bu aynı zamanda mali bir iflasın tanımıydı. Üç ay içerisinde Sırplar ve Bulgarlar isyan ettiler. Kısa bir süre sonra ise Harp Okulu komutanı Süleyman Paşa genç Zabit adaylarıyla sarayı kuşattı, sorumlu tutulan Padişah Abdülaziz Han'ı tahttan indirdi. Bu vaka aynı zamanda Türk siyasal hayatının ilk modern ihtilaliydi. Anayasa ve Meşrutiyet sözüyle tahta çıkartılan II. Abdülhamit, diktasını tam manasıyla tesis edebilmek maksadıyla kısa sürede Meclisi feshetti. Aydınlanmacılar dört bir köşeye sürüldü veyahut binbir baskıya tabi tutuldu. İyi niyetli fakat başarısız ve paranoyak Abdülhamit Han'ın Tek Adamlık idaresinde borçlar arttı, devlet kadrolarında vasıfsız kişiler istihdam edildi, ordunun üst düzey veya kilit konumlarına alaylı ve çoğu okuma bile bilmeyen subaylar atandı. Bugünkü Türkiye'ye yakın yüzölçümünde toprağın elden çıktığı dönemde radikal önlemler alınması ve bunun süratle yerine getirilmesi arzusunda olan İttihatçılar, baskı ve jurnallerden muaf olabilmek için masonluk yoluna yöneldiler. Masonluk zırhı altında çoğu Avrupa'da bir müddet yaşamış veyahut tahsilini sürdürmüş İttihatçılar; ekseriyetle parlak sicilli Zabit, gazeteci, avukat, doktor, alim gibi dönemlerinin en ileri seviyesinde entelektüel birikime sahip pozitivizmin ve hürriyetin etkisinde kalmış elitist tabakayı oluşturmaktaydılar.  Hararetli ve herdaim birbirleriyle irtibatlı fikir münazaraları neticesinde yeni bir meclise, yeni anayasaya ihtiyaç olduğunu bunun ancak Padişah'a acilen kabul ettirilmeyle mümkün olacağını düşünmekteydiler. Makedonya'da , yabancı Jandarma komutanlarının himayesinde Jandarma subaylarının her bakımdan kayırılması neticesiyle dışlandıklarını iyiden iyiye hisseden Ordu subaylarının hürriyet ve kurtuluş ateşi , iktisadi bu faktörler ile de hızlanmış, kanımca Seraskerlik yüksek rütbeli subaylarında desteğiyle ayaklanmaya dönüvermişti.  Her daim devrilme korkusuyla yaşayan Abdülhamit bu ayaklanmayı bastırmaya kararlıydı binlerce subay yola çıkarılmıştı.. 

Tütüncünün Teşkilatçılığı

İttihatçı ayaklanmasından evvel komitenin ileri gelenleri ayaklanmanın bastırılacağını düşünmüş birşeyler yapmaya karar vermişlerdi.

 İzmir'e gelip küçük ve eski bir dükkan bulan İttihatçı burada esnaflık yapıyordu. Dükkanına özellikle rütbeli subaylar uğruyordu fakat bir terslik vardı. Dükkana gelenler saatlerce içeride kalıyor akabinde ya bir şey almadan çıkıyor veya göstermelik bir tütün parçası alıyordu. Hikmet neydi? 

İhtilal, Tesis, Cumhuriyet sonrası

İzmir'den gemiyle Makedonya'da ki İttihatçı ayaklanmasını bastırmak için yola çıkan 17.000 Subay ve Gedikli vardıklarında Halife Padişah'ın emirlerini çiğnemek pahasına silahlarına denize fırlatıyorlar "Kardeşlerimize kurşun sıkmayız, yaşasın Hürriyet yaşasın Meşrutiyet" diye haykırıyorlardı.

  Sır çözülmüştü. İzmir'de Tütüncü Yakup olarak bulunan İttihatçı Yahudi Dr. Nazım'ın, Subaylara yaptığı propaganda işe yaramıştı. ( kod adı olarak İsrailoğullarına gönderilmiş Peygamber'in ismini özellikle seçmiş sanki, Nazım gibi mühim ittihatçılardan ibraniceyi çok iyi konuşan Rıza Tevfik te Yahudi idi. İttihatçıların en önemli ismi Talât Paşa ise Edirne'de Yahudi okulunda öğretmenlik yapmıştı. İsmi Talât, " Tal " İbranicede çiğ manasındadır çok kullanılır. )  Meşrutiyet ilanı, 1909 Abdülhamit'in tahttan indirilmesi ( Hareket ordusu kumandanı İttihatçılara yakın isim büyük Münevver, Mahmud Şevket Paşa, Bursa Alians İsrail elit mektebinde eğitim gördü. O tarihlerde Bursa'da Yahudi iskanı yoğun ve mekteplerine sadece Yahudiler kabul ediliyor) ve 1913 Bab-ı Ali baskınıyla İttihatçıların mutlak hakimiyeti başlamıştı. En başta kapütülasyonlara karşıydılar. Bunun için İngiliz elçi Maurice tarafından sürekli hain veya mason gerekçesiyle maaşlı yurtiçi işbirlikçi basını tarafından adeta lince tabi tutuldular.  Halbuki ilk büyük loca İngiltere'de kurulmuştu! Halbuki Maurice masondu! Mason biraderlerini evrensel yasalarını çiğneyerek ülkesinin menfaati adına kolayca yolda bırakabiliyordu ! 

1838 Baltalimanı anlaşmasıyla Osmanlı topraklarında dallanan İngiliz kapitalist sınıfı ve hakimiyeti kırılmalıydı. Bunun yegane yolu Vatansever Osmanlı Yahudilerinin desteği ile yeni bir kapitalist sınıfın inşaa edilebilmesine bağlıydı. İzmir'in önde gelen Kapıcızade, Evliyazade gibi Türk Yahudi ailelerinin de desteğiyle, yalnızca İstanbul'da 5.000 adet bakkal dükkanı açıldı. Sermayesi yahudiler tarafından oluşturulan milli banka Adapazarı İslam Kalkınma Bankası adıyla hizmete başladı Türk köylüsünün kredi ihtiyacına yetişti. 

Toprak kanunlarını da yeniden düzenleyen İttihatçılar, Ortadoğu'da ki yabancı hakimiyetini kırabilmek için Filistin'e Yahudilerin yerleşmesinin önünü açtılar, Devlet bu dayanışmayla , Batı'ya kafa tutuyordu ve bu yabancı elçileri oldukça tedirgin etmişti. Bu topraklarda dışlanan Türkler ve Yahudiler el ele yeni bir sistem icat ediyorlardı. Bütün gayret ve büyük ideallere rağmen " Hasta Adam" ameliyat masasındaydı ve cihan savaşı patlak vermişti. Emanuel Karasu gibi aydın bir Yahudi şahsiyet, Yahudilerin önce Türk olduklarını vurguluyor Türkler ve Osmanlı Yahudilerinin mücadelesinde etkin oluyordu. İlk kurşunu atan Yahudi Hasan Tahsin, Cihat fetvasını veren Mason Yahudi Hayri Efendi, Musa Kazım gibi aydınların çabasıyla cihan savaşına dahil olunuyor Selanikli büyük Komutan Mustafa Kemal Atatürk'ün dehası önderliğinde yeni bir Cumhuriyet kuruluyordu.. Türkiye Cumhuriyeti; Türkler ve Yahudilerin ortak mamulü olarak tarihte parlayan bir yıldız olarak yerini alıyordu. 1923'ten sonra Türk ordusu üçlü tarihi misyonunun üçüncü safhasına geçmiş oldu; kışlasında fakat rejimsel tehdit anında müdahalede bulunmaktan çekinmeyen. 

Genç subayların ilk hoşnutsuzluğu, İnönü yönetimine karşıydı bu sebeple 1950'deki genel seçimlerde büyük oranda Demokrat Parti'ye oy verdiler. ( Koyu İttihatçı ve tarihimizin en önemli isimlerinden Celal Bayar, Yahudi mektebinde eğitim görmüş ayrıyetten kuvvetle muhtemel masondu. Bayar Yahudi kökenli olabilecek bir komitacıdır) 1954lerden itibaren Dp'ye hoşnutsuzluk artmış ordu içerisinde ; Tuzla Uçaksavar, Harp Akademileri, Talat Aydemir, Faruk Güventürk, Numan Esin - Muzaffer Özdağ, Sadi Koçaş cuntaları belirmiştir. Esasen Menderes döneminde Batı ve Nato nezdinde sıcak ilişkiler kurulmuş hatta 1958 yılında İsrail Başbakanı Ben Gurion ile İstanbul'da gizlice görüşülerek özellikle istihbarat konusunda ikili mutabakata varılmıştır.  

Şu halde Türkiye'de ki darbelerin bütün kaynağı İsrail ise, 27 Mayıs gibi bir ihtilal nasıl gerçekleşebildi? Uzunca düşünmeye gerek yok, Sovyet tehdidi karşısında tutarlı bir politika ile İsrail olması gerektiği gibi müttefik kabul edildi fakat iç politik arenadaki hoşnutsuzluk, rejimsel zaafiyet ve ağır ekonomik koşullar spontane bir müdahaleyi doğurdu görevi alan komite ise rasyonel bir uygulamayla İsrail ile kurulan ilişkileri devam ettirmiş hatta daha da ileriye götürmüştür. 1965'den itibaren gerçekleştirilen Ortadoğu ziyaretleride  Türk İsrail yakınlaşmasını stratejik açıdan muhtemelen kuvvetlendirmiştir. 9 Martçılar olarak bilinen General Celal Madanoğlu cuntasının ifşası ve 12 Mart muhtırası neticesinde Nihat Erim dönemi Türkiye Abd İsrail ilişkilerinin sağlıklı biçimde devam ettiği süreçtir. Madanoğlu ve ekibi Sosyalist Kemalist olarak tanımlanmaktadır. Fakat 1963'den itibaren ordu içerisinde oluşturulan Milli Devrim Ordusu bünyesinde aşırı sol fraksiyonlarda, Türkiye'nin Nato'dan kopmasını isteyen Ortadoğu ve İsrail'e diş bileyen ekip Sovyetler ile bütünleşebilme derdindeydi.  Bu ekibin başarılı olması durumunda Nato'ya sırt çevirecek Türkiye'yi ne gibi bir akıbet beklemekteydi? Bunun büyük bir hasara yol açacağını vurgulayan teoriler çokça üretilmiştir. 

Esasen siyasal hayatımıza daha fazla değinmeden meşhur 28 Şubat vakasına gelmek yerinde olacak. (28 Şubat 1997 MGK toplantısı) yıllardır 28 Şubat müdahalesinin İsrail'in bir ürünü olduğu ve Türk demokrasisine darbe vurduğu dillendirilir. Bu teori aslında iç siyaset malzemesi olarak rant sağlayan bir stratejidir. Demokrasi önemlidir fakat parçası olduğumuz Ortadoğu'da Devletler güvenlik bürokrasisi üzerine inşaa edildiğinden Ulusal güvenlik, rejime yönelik tehdid algılamaları gerekçesiyle kısmen askıya alınabilir. Türkiye ve İsrail'de Ordu'nun bu denli ayrıcalıklı konumda bulunması coğrafya ve milli karakter sebebiyledir ve bu iki ülkenin bir başka ortak noktasıdır. 

Merhum Necmettin Erbakan döneminde, İsrail ile ortak askeri tatbikat yapıldığına ve ekonomik anlaşma imzalandığına göre İsrail ne maksatla zaten var olan ilişkilerini yeniden var etmek maksatlı darbe planlayabilir? Bir kere şunu belirtelim, 28 Şubat kararlarının tamamı; Milliyetçi, Ulusalcı olarak kendi siyasi kimliğini tanımlayan Vatandaşların imza atmaları gereken bir taslaktır. Burada kararlardan çok Ankara Sincan mevkin de Askeri tankların geçidi ve Necmettin Erbakan'ın istifasının eleştiriye bahis konusu olduğunu düşünmekteyiz. Lakin bunu dış gerekçelerden çok iç politik kulvarla yorumlamak doğrudur. Bu siyasi tertipte Tansu Çiller Başbakanlığı arzulamış olabilir. 

Tüsiad , Anadolu sermayesinin önüne set çekebilmek için medyayı da yönlendirerek girişimde bulunması da muhtemeldir. Halishane niyetli asker ve sivil kesimin kaygılarıda dahil edilebilir. Ve elbette Necmettin Erbakan'ın etrafında kümelenmiş menfaatçi kişilerin Erbakan'ı yanlış yönlendirmesi, teşkilat tabanını provoke eden açıklamaları ve bir takım tertipleri aslında herşeyi ateşlemiştir. 28 Şubat hususunda Abd Dışişleri Bakanı Albtight'in olumlu açıklamaları ile Türk komutan Org. Çevik Bir'in: " 28 Şubat ile Ordu laik yüzüyle İsrail'e yöneldi" gibi bir beyan bu sürecin dış kaynaklı olduğunu göstermez. Siyasal sistemlerin kaderidir ki her kurulan sistem kendini kabul ettirme arzusundadır bu onlara meşruiyet kazandırır. 

28 Şubat dahil her kaotik olayda İsrail'i baş müsebbip olarak işaret etmek Türkiye'yi, iradesini, potansiyalini küçümsemekle eşdeğerdir. Milli Nizam Partisi kapatıldıktan sonra, İsviçre'ye gidip Erbakan ile görüşen komutanların yegane arzusu fevri Avrupa Birliğine muhafazakar iktidarlı Natocu bir Türkiye ile cevap vermekti. Türkiye Nato ve İsrail bütünleşmesinin sürekliliği için önemliydi. Bu durumda Milli Görüş hareketi nasıl ki İsrail'in salt uzantısı olarak kabul edilemezse, Türkiye'de ki askeri müdahaleler ve özellikle 28 Şubat için de İsrail suçlanamaz . 

Yakın siyasi tarihimizde Türk-İsrail/Yahudi münasebetlerinin özetini yapmaya çalıştığımız satırların akabinde varılacak neticeler; 

1) Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu bu toprakların, kültürel zenginliğimizin özneleri Türkler ve Yahudilerin ürünüdür. 

2) Türk ve Türk yahudiler dışlanmış, eziyet görmüş fakat her daim medeniyetlerini sürdürebilmiş günümüzde de dayanışma içerisinde olması gereken topluluklardır. 

3) Kuruluş esnasında elitist kadrolarda Yahudiler, Masonlar, Yahudi Masonlar yer aldıysa halen ülkemizde yaşamlarını sürdürmektedirler. Barış içerisinde yaşayacağımız biricik değerlerimiz olarak bu topraklarda hayatlarını idame ettireceklerdir. 

4) Güvenlik bürokrasisi üzerine inşaa edilmiş ve benzer pek çok noktası bulunan Türkiye ile İsrail ilişkilerini en üst seviyeye çıkartmalıdır.( Zayıflayan bağlar, hatalar, yapılması gerekenler başka bir yazının konusu olabilir) 

5) Türkiye'de ki askeri müdahaleler ve talihsizliklerin oyun kurucusu olarak İsrail, Yahudiler veya Yahudi lobilerinin vurgulanması , iç cephede politik meşruiyetlerini pekiştirmek isteyen politik figürlerin basit stratejileridir. Türkiye'de ki her olumsuz vaka yönetim beceriksizliği ve geçmiş asırlarda Aydınlanma-Sanayi devriminin yaşanamamış olmasının( Türk kapitalist ve işçi sınıfının yoksunluğu. D. Avcıoğlu'na göre 1838 anlaşması yerli kapitalist sınıfın oluşmasını engelledi)  günümüze yansıyan sancılarıdır. 

Umud ediyoruzki siyasi tercihlerini rasyonel temellere dayandıracak Türkiye, Türk-İsrail münasebetlerini verimli düzende yeniden şekillendireceği gibi, Ülke endeksli nefret politikasınıda yıkmaya başarabilecektir.


Gönderen Onur Dikmeci zaman: 09:55 

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2015/02/turk-yahudi-iliskileri-turkiyeyi.html

..