ONUR DİKMECİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ONUR DİKMECİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Şubat 2018 Pazar

Post Modern Ordu, Asker- Demokrasi ve 28 Şubat Değerlendirmesi

Post Modern Ordu, Asker- Demokrasi ve 28 Şubat Değerlendirmesi


Bugünki demokratik kurumlar, liberal serpintiler taşıyan anayasal düzenlemeler ve gelişmiş sivil toplum hareketleri dünün kesif kategorizasyon ile sınıfsal çatışmacı tecrübelerinin tatbiki neticesinde husule gelmiştir. İmparatorluklar bünyesinde yaşayan İmparatorluk ile aynı din ve etnistiye haiz tebaa, emek ve ürünü oranında daha sağlıklı iktisadi düzenlemeler talebi ve bu suretle Tek Otorite Monarşiye ortak olma gayreti 1789 Fransız ihtilâli ve 1830-1848 ihtilâlleri olarak belirir. Burjuva ve Prolererya ihtilâlleri olarakta adlandıralan bu dönem, siyasi partilerin, adil olamasada siyasi seçim sisteminin, yazılı mutabakatların doğduğu toplumsal değişimlerin tarifidir. " Ben ordumun çokluğu ile övünürüm" görüşünü benimsemiş Avrupa kıtasının en büyük ordusunu var etmiş Büyük Frederik'in ölümünden sonraki evre artık Sanayi Devriminin olgunlaştığı süreç, modern teçhizat ile donatılacak Yurttaş Asker tipi ile Uluslaşma sürecinin katalizörüdür. 
Bu denli İhtilâl mirasının sahibi Avrupa kıtasının günümüzde Sosyal Demokratik devlet pratiğinin temsilcisi olması herhalde yadırganamaz. Bu oranda da Ordu - Sivil ayırımının başarı katsayısı artar. Bu ayırım süreç ilede alakalı olabilir. Özellikle soğuk savaş evresinde askeri uzmanların etkinliği Asker/Sivil ilişkisinde Ordunun ayrıcalıklı konumuna işaret eder. Amerika Birleşik Devletleri'nin Ulusal Güvenlik algısını Sivillerden ziyade ağırlıklı olarak Hava Kuvvetleri inşaa eder. Türkiye'nin Nato'ya ilk başvurusunun kabül görmemesi Amerikan sivil unsurlarının görüşüyken, Amerikan Hava kuvvetlerinin, Türkiye'nin kilit konumu sebebiyle istihbari avantajına işaret eden raporu, sivil siyasetçilerin görüşünü değiştirir. Keza burada altın soru ordunun dış politika aracılığı ile sivilleri etkin yönlendirmesi veyahut yönetmesi ülkenin demokratik mekanizmasının zaafiyeti olarak yorumlanabilir mi? Şüphesiz bu sorunun cevabı liberallere göre Evet iken, leninist, milliyetçi veya devletçi görüşteki bireylere göre kuvvetli sorun teşkil etmez. Soğuk savaşın akabinde normalleşen süreçte sivil kontrolün ve sivilleşen algının iddiası anayasal delillere haizdir. Batı'da bu zaman diliminde ordular darbe yapmazlar, fakat ordunun olduğu her ülke teorik olarak darbe veya askeri müdahale ihtimali taşır. Elbette bu denli kuvvetli demokratik-sosyal devlet mekanizması, siyasi tıkanıklığın siyasi girişimle açılabilmesine olanak tanır. Fakat ordunun siyasal platformda, beliren yeni güvenlik tehditleri sebebiyle yeniden aktif rol alması liberalleri hayal kırıklığına uğratmıştır. Birleşik Devletlerde siyahilerin polis tarafından öldürülmesiyle başlayan ayaklanmalar neticesinde ordu, birliğinden çıkarak şehir merkezlerinde görülmüştür. Polisin ağır silahlarla donatılacağı talimatıyla militer polis teşkilatının oluşturulduğu eleştirisi, toplumsal anarşinin bazı durumlarda yükseldiği Fransa'da Jandarma'ya yetki verilmesi, Almanya'da askeri istihbarat teşkilatı MAD'in öncelikli konuma getirilip, Orduya talimat verilmesi, farklı hayal kırıklıklarıyla birleşmiştir. 
Türkiye, Osmanlı hanedanlığının hüküm sürdüğü dönemde yerli sermaye birikiminin sağlanmaması ve dini referans alan bürokratik kadronun vesayetlerini devam ettirebilmek için fikri ve tekniki gelişmişliklerin "ithaline" en kuvvetli direnci oluşturması sebebiyle değişim hakkında Reayanın talebi olmamıştır. Son dönemde de Batı'daki hukuk, sosyal, fenni manada gelişmelerin Ordu subayları tarafından benimsenip halka idraki arzusuyla, Asker aydınlanmanın öncüsü olarak görülmüştür. Yani Çağdaş Ordu, Güçlü asker algısı bugünün değil bir asır evvelinin ürünleridir. Bu algı ve sınıfsız sistemde modern siyasi kurgu projesi, Sosyal Devlet, Siyasi bilinç ve Sivil toplum tanımlarının zayıf kalmasını doğurur. Coğrafik açıdan istikrarsız bölgelere yakın Türkiye'nin doğal olarak güvenlik bürokrasisi üzerinde yükselmesi Asker Toplum zihniyetinin ispatıdır. Soğuk savaş döneminde ordusal modernizasyonu hız kazanan Türkiye'de en mühim unsuru olan Ordu ayrıcalıklı konumundan istifade ederek, siyasal istikrarsızlık tespit ettiği anda siyasi hayata müdahalede bulunmuş kitlesel tepkiyle karşılaşmamıştır. 1990'lardan sonra ise odak terör pkk olarak tespit edilmiş, güçlü, motive bir ordunun mutlak varlığı teröre karşı en büyük panzehirdir teorisi, OHAL gibi uygulamalar ile siyasetin öznesi Ordu'dur anlayışının devamı olmuştur. 

28 ŞUBAT VE İSRAİL, ASKERİ MÜDAHALELER BATI'NIN OYUNU MU? 

Siyasi ombudsmanlık gibi bir huviyete sahip Ordu, Refah Partisi iktidarını söylem ve fiili bazı girişimlerle ( Sincan ve tanklar hadisesi) değiştirmekle gösterilir. Bu teoriye göre İsrail, Necmettin Erbakan'dan rahatsız olarak müdahalesini Türk Ordusu aracılığıyla sağlamıştır. Amerikan Yahudi Kongresi başkanı Abraham Foxman'ın " Türkiye nihayet Erbakan'dan kurtuldu" açıklamaları ile dönemin kudretli Orgenerali Çevik Bir'in açıklamaları bu teoriyi besleyen envanterin mühim parçaları olarak sunulur. Hükümeti kurduktan sonra Erbakan'ın ilk resmi gezisini İran'a gerçekleştirilip 23 milyar dolarlık doğalgaz anlaşmasına imza atması İsrai'in güvenlik paradigması açısından sarsıcıdır. Fakat Türkiye'nin İslâm birliği hulyalarıyla rejim ihracı prensibine yasal anayasasında yer veren İran ile muazzam yakınlaşma, göstermesi, Türkiye'nin bölge liderliği açısından daha büyük bir sarsıntıdır. Ordu'nun İsrail veya Pentagon ile temaslarının ihtimali bulunsa da, 28 Şubat'ın her evresinin doğrudan İsrail mamulü olduğu anlayışının Türkiye'yi küçümsemekle eş değer olduğunu düşünüyorum. Burada temel eleştiri Ordu bir siyasi parti konumunda olmadığından, değişik ülkelerle temasta bulunarak siyasi girişimde bulunmamalıdır düşüncesi olabilir. Fakat bu da başka bir soruyu doğurur. O halde resmi bir siyasi partinin, politik kaygıları için yabancı ülkelerle ilişki kurması normal bir süreç midir? 
Ordu, Erbakan'ı devirdi diyenler aslında Erbakan'ı, Ordunun parlattığını bilmeyenler ya da bildiği halde değinmek istemeyenlerdir. Milli Nizam partisinin kapatılmasından sonraki ( Aynı evrede Türkiye İşçi partiside kapatıldı. Radikal partilere müsamaha gösterilmemesi olarak yorumlanabilir) süreçte Hava kuvvetlerinden iki rütbeli komutanın( T.S. Ve M.B.), Erbakan'ı ziyaret ederek yeni partisi olacak Milli Selamet Partisinin kurulması fikrini paylaştıkları tarihi vesikalarla sabittir. Eleştiri,  yine bunun askerler aracılığı ile gerçekleştirilmesine yöneltilebilir. Sanayi devrimini yaşayamamış bir Ortadoğu ülkesinden, Britanya tipi demokratik bir model beklemek en azından o dönemler için küçük bir çocuğa çok büyük boyutlu kıyafetleri giydirmek değil midir? 
28 Şubat 1997 MGK kararları toplumun belki yüzde 80'nin benimseyeceği içeriktedir fakat asıl antipati bunun askerler aracılığıyla gerçekleştirilmesinden ötürüdür. Bu durum demokrasi açısından elbette eleştirilebilir fakat bu tecrübeler, bugünkü ve gelecekteki demokratik algımızın yeşerebilmesini sağlayacaktır. Bir diğer husus dış politikanın hissi duygulara mı rasyonel uygulamalara mı dayandığıdır? Hissiyat İsrail aleyhtarlığı gerektiriyorsa bunun Türkiye Cumhuriyeti'ne katkısı var mıdır? İsrail ile artık Filistin bile dialog kurma gayreti içerisindeyken belirli ülkelerin katı muhalifliği üzerinden üretilen retorik ancak siyasi partilerin seçmenlerini konsolide etmesinden ibarettir. 28 Şubat döneminde oluşturulan Batı Çalışma Gruplu Genelkurmay ile bugünün, Şah Fırat operasyonu neticesinde Başbakan'ın şükür namazı kıldığı Genelkurmay kıyaslaması ve normalleşme sürecini kutsayan ifadeler ile salt iç dinamik vurgusu doğru değildir. Günümüz post modern toplum tipi post modern orduları var etmiştir. Eskinin katı seküler tutumlu ABD ordusunun artık kadrosunda müslüman din adamlarının bile bulunduğu ibadet serbestinin sağlandığı, farklı inanç ve kültürlerin eritilmesi yerine kabul edildiği çoğulcu yaklaşımla Ulus modelinin kaynağı haline gelmiştir. Seküler Ordu ve Din ayırımının artık kalmadığı veyahut azaldığı modern dünyaya uyum elbetteki Türkiye açısından da dahil olunmak mecburiyeti hissedilen davranıştır. Din ile sorunu olmayan post-modern ordu tipinde savaşçı generaller yerini bilim adamı veya akademisyen komutanlara bırakırken, daha küçük fakat profesyonel kuvvetten müteşekkil dinamik huviyetli yeni model oluşmuştur. Bütün yazılanlardan hareketle şu neticeleri çıkartabiliriz:

1) Dış ve iç politik zihniyet coğrafya ve toplumların geçmişlerinin ürünüdür. Bu sebeple Ordunun bu zamana değin ayrıcalıklı konumu doğal sürece uygun olandır. 

2) Dünya'da ve Türkiye'de yeni kurulan hükümet veya rejimlerin meşruiyet telebiyle ulus dışı arenada gerçekleştirdiği arayış askerlerin meşruiyetlerini pekiştirmesinde de görülür. Bu sebeple bütün askeri müdahaleler topyekün dış destekli olarak nitelendirilemez. Bu teori Türkiye'yi küçümsemekle aynıdır. 

3) 28 Şubat süreci İsrail devletiyle farklı ve olumlu ilişkiler sağlayabilmeyi gösteren pencere açmıştır. Bu pencereden bakmak veya bakmamak siyasi iradenin takdiride olsa asli olan Zulmu Uğrayan Halkların hamiliği veya şaşalı söylemi değil Ulusun çıkarıdır. 

4) 28 Şubat sürecinde Polis üzerinden kurgulanacak senaryoyla kurumsal çekişmeye sebebiyet veren bir yönetim zaafiyetiyken aynı zamanda bu coğrafyanın realitesidir. 

5) 28 Şubat'ın büyük bir darbe olarak nitelendirilmesi kabul edilirse, üçlü koalisyon döneminde yaratılan kaotik ortamla erken seçim uygulamasının da darbe olarak anılması gerekmez mi? Troyka operasyonu ve bağlantıları için de Mecliste komisyon kurulup yargılama yolunun açılabilmesi olası mıdır? 

6) Türkiye'de asker sivil ilişkilerinin düzenlenmesi çağın gerekliliyken ordunun siyasi konumu inkar edilemez. Çünkü bütün ordular aynı zamanda siyasal kurumlardır. 

7) Demokrasinin yegane faktörleri parti içi demokratik değerler ile dinamik yenilikse Türkiye'nin bu kategorilerde notları nedir? Siyasi tecrübelerle sabittir ki, Türkiye bu hususlarda pek iptidaiyken Asker/Sivil ilişkilerinin tasnifini en çağdaş liberal değerlere göre yapabilmesi siyasi riyakarlık, paradoks veya farkındalıktan uzaklık olarak tanımlanabilir mi? 

8) 28 Şubat sürecinde yetkin kişilere her daim brifing veren İstihbarat teşkilatı neden sorgulanmamaktadır? 

9) 28 Şubat süreci büyük sermaye gruplarının Anadolu sermayesi olarak adlandırılan kesiminin engellenmesi olarak adlandırılırsa küçük sermaye gruplarına " Demokratik hassasiyet" gereği savunmacı insiyatifle yaklaşanlar olabilir. Siyasetin temel öznesi siyasi partiler olduğuna göre küçük siyasi partilerin yok olmaya yüz tutması neden aynı hassasiyet üzerinden değerlendirilmez ? Örneğin sermaye hassasiyetliği yapan grup ve destekçilerinin adil olmayan seçim/baraj sistemi hakkında somut girişimleri neden gözlenememiştir? 

10) Fişlemeler kötü birer suçtur. 28 Şubat ve Askeri Fişleme algısı oluşturulurken Sivillerin gerçekleştirdikleri fişleme hususu hakkında ne gibi tez ve anti tezler sunulabilir? 

Askeri mahkemelerin sivilleri yargılayamaması, Ordu'nun Sayıştay denetimine tabi tutulması, profesyonel ordu düzenine geçiş uygulamaları, inanç ve kültürleri bağrına basmış model post-modern tipe uygun olandır. Eski uygulamaların kinci ve hissi perspektiften irdelenmesi bir kenara bırakılarak modern Ulus toplumun geleceğini ele almak rasyonel olandır. İç ve dış tehdid algıları yeniden tanımlanabilir. Bürokratik çekişmeler ve bürokratik hizipleşmelerin kısa ve orta vadede de değişmeyeceği bilindiğine göre, dönüşüm doğal sürecinde sancılıda olsa gelecek daha parlak görülebilir . 



BEYAZ TÜRKLERİN KAMUOYU BASKISI VE CEHALETLE İMTİHANLARI: BEYAZ TÜRKLÜĞÜ AÇIKLIYORUZ

BEYAZ TÜRKLERİN KAMUOYU BASKISI VE CEHALETLE İMTİHANLARI: BEYAZ TÜRKLÜĞÜ AÇIKLIYORUZ

Posted: 27 Jan 2018 
12:13 PM PST

Türkiye'de yaşanan siyasi söylem tıkanıklıkları ya da kamplaştırma siyasetinin meşruiyet argümanı '' Beyaz Türk '' kavramı nedir? Beyaz Türkler, dinsizdir, dönmedir, masondur, milletin manevi değerlerine aykırıdır, kökleri ve niyetleri sınır dışarısını işaret eder gibi karşılıklar hem halk jargonunda hem de akademik üsluplarda işlenmeye başladı. Öyle ki bazı Profesörler kitaplarında Beyaz Türkler çocuklarına ''Mete, Oğuz, Atilla'' gibi isimleri verdikleri gerekçesiyle itham edilmekle kalmadı, kurtuluş savaşı sırasında Pera Palas'ta viski yudumlayanların bugünki torunları olarak yaftalandılar. Düzeltmeye en sondan başlamak yerinde olacak. Kurtuluş Savaşı sırasında ya da daha doğru tabirle mütareke döneminde Pera Palas'ta zaman zaman görüşmeler yapan kişi Mustafa Kemal'dir ancak o da belirtildiği gibi viski içmezdi! Vaz geçilmezi Askeri Liseden itibaren Ali Fuat'ın teşvikiyle rakı olmuştur. İstiklâl Harbi komutanlarının neredeyse çoğu Paşa çocuklarıdır ancak kendilerince Beyaz Türk kavramı oluşturanlar bu isimleri genelde icat ettikleri kavrama dahil etmezler.

Beyaz Türklük babadan oğula geçen bir aristokrasiyi ifade etsede Türklerde Batılı manada bir aristokrat sınıfı yoktur. Tek imtiyazlı aile hanedanlıktır bunun dışında Tanzimat ile başlayan süreç yurt dışında eğitim alan ve dil bilen ''aydın'' sınıfını var etti ancak bu eğitim kaç nesil devam etti ya da birikim hangi nesile kadar sürdü bu durum meçhuldür.

Beyaz Türk jargonu dilimize aslında Turgut Özal'ın Cumhurbaşkanlığı sürecinde sokuldu. Ufuk Güldemir yazdığı ''Teksas Malatya'' isimli kitabında Özal'ın Cumhurbaşkanı adaylığına itirtaz edenleri Beyaz Türk olmakla kategorize edecekti.

Cia analisti Graham Fuller 1999'da yazdığı Türkiye'nin Kürt Meselesi adlı kitapta ve sonrasında kaleme alacağı Yeni Türkiye Cumhuriyeti isimli çalışmasında, Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal temelde kurulduğunu ve bu yapının dışlayıcı, asimilasyoncu Beyaz Türklere ait bir sistem olduğunu belirtecektir. Beyaz Türk kavramı buna göre artık şekillenmeye başlamıştır. Ulus yapısından taraf laik hassasiyetli ve şehirli kesimin karşılığı bu tanıma aşağı yukarı denk gelmektedir. Güldemir ve Fuller kendilerince çizdikleri Beyaz Türk kavramını eleştirel noktalardan temellendirirken Soner Yalçın ''Efendi Beyaz Türklerin Büyük Sırrı'' isimli kitabıyla bu kavrama en çok popülerlik katan isim olacaktır. Yalçın'ın kitabında Sabetayistlerden bahsettiği doğrudur ancak çalışma özellikle Meşrutiyet döneminden itibaren İttihatçı yapılanmayı anlatacaktır. Yalnız buradaki Beyaz Türk Sabetayist İttihat ve Terakki terimleri eleştirel üsluptan çok Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerini hızlandıracak adeta katalizör benzeri tanıma denk düşmektedir.

Beyaz Türkler Dönme midir?

Beyaz Türklerin Yahudi dönmeleri oldukları sık işlenen bir tezdir. Bunun dayandığı temel husus ise Ilgaz Zorlu'nun ''Evet Ben Selanikliyim'' isimli kitabıdır. Buna göre Selanikliler dönmedir. Beyaz Türk tezini işleyenlerin ekseriyeti ise Byeaz Türklerin Selanik çoğunluklu yani dönme olduklarını ifade etmektedir. İttihat ve Terakki'nin hem vurucu hem fikirsel gücüde Rumeli olduğu için İttihatçılarda Beyaz Türktür ve dönmedir/masondur.
Zorlu'nun ifade ettiği gibi Selanik'te Yahudilerin ve dönmelerin yaşadığı da İttihat ve Terakki'nin içerisinde Yahudilerin ve dönmelerin bulunduğuda gerçektir. Ancak Selanik bir liman kentidir ve kozmopolit bir yerleşimdir. Yani her etnisiteden insan bulunduğu gibi Yahudiler şehirli bir halktır. İttihat ve Terakki ileri gelenleri ise kırsal kesime ait ailelerin çocuklarıdır. Aslında İttihat ve Terakki'nin masonların ve dönmelerin elinde oyuncak oldukları iddiasıda doğruluğu kanıtlanamamış kendiside eski bir İttihatçı olan Rıza Nur'un anılarına dayanmaktadır. Makedonya o dönem 3. ordunun karargahı, Selanik ise kozmopolit yapısından ötürü dünyaya açık misyonu ve bu özelliğin bireylere eleştirel düşünceler kazandırması fikirsel/ideolojik başkent olarak gösterilmesine yol açmıştır.

Bir Beyaz Türk olan Konstantin Borzecki bir Yahudi dönmesidir. Mustafa Celaleddin adını almış Türkler hakkında çalışmalara imza atmış ve Korgeneral rütbesindeyken girdiği altıncı savaşta Osmanlı Sancağı altında şehid olmuştur. 

Beyaz Türk kavramını eleştirenler Selanik Beyaz Türklerin Kabesidir, sözünü tekrarlamaktadırlar. Halbuki Selanik tıpkı Musul gibi son Osmanlı Mebusan Meclisi kararına göre Misakı Milli içerisinde yer alan bir Osmanlı kentidir.

İttihat ve Terakki'nin devlet yönetiminde etkin olduğu 1908-1918 arasında ise genel olarak bu partinin ideolojisi İslamcı ve Osmanlıcı çizgidedir. İttihat ve Terakki bir siyasi parti olduğu için içerisinde her kökenden ve fikirden insanı barındırır, ancak bu insanların ekseriyeti kendilerini İngiltere'den intikam almak için konumlamışlardır. Buna göre İmparatorluğun dağılmasını engellemek ve İngilizlere ders vermek hilafeti ve müslümanları ayaklandırarark mümkün olacaktır. Meşrutiyet gayesi ve bir parlamento tesisi Osmanlı kimliğinde herkesi birleştirebilmenin gayretidir ancak özellikle Balkan savaşlarında bu görüşün çökmesi İttihatçılarında Milliyetçiliğe yönelmesine sebebiyet verdi ve 1916 tüzüğü Türkçülüğe yer verdi.

Özetle Beyaz Türk kavramı Güldemir ve Fuller tarafından Kemalist, ulusçu, ittihatçı, ultra laik, tepeden inmeci olarak tanımlanırken, Soner Yalçın tarafından Cumhuriyet'in temellerini atan ve milli mücadele ateşini yakan içinde dönmelerin ve masonlarında olduğu İttihat ve Terakki'yi nitelemek için kullanılacaktır.

Beyaz Türklüğün ise son derece politize bir kavram olması son yılların mamülüdür. Özellikle 2009 yılında başlayana Çözüm Sürecine tepki gösterenler Beyaz Türk olarak işaret edilmiş, 2010 referaandumunda tercihlerini hayır olarak belirtenler Ertuğrul Özkök tarafından ''%42'lik Beyaz Türk olan kesim'' olarak tanımlanacaktır. Bundan sonra Beyaz Türk artık yalnızca elitist ve jakobenist olmaktan farklı şekilde Adalet ve Kalkınma Partisi'ne muhalefet edenler olarak belirtilecektir.


Hangi Beyaz Türklük? Ak Parti Günümüzün İttihat ve Terakki'sine En Yakın Partidir

Beyaz Türklüğün önce İttihatçı kapsam sonrasında ise İttihatçı ve anti Ak Partili payda da sunulması günümüzde geçerliliğini yitirmiştir.
İttihat ve Terakki aslen erkek egemen, milliyetçi, muhafazakâr, milliyetçi ve kapitalist bir yapıdadır.
O tarihten itibaren sağ görüşlü gösterilen her siyasi parti bu özellikleri taşır ancak en çokta günümüzde Ak Parti barındırır.
Ak Parti de ilk yıllarında İslamcı ve günümüzün Osmanlıcılığı olan Türkiyecidir.

Ancak daha sonra bu politikaların iflası Muhafazakâr kimliğini koruyan ve zaman zaman Türkçülüğe varan tonlarda Milliyetçilik yapan bir Ak Parti'yi doğuracaktır.

Kurucuları arasında asker bulunmamasına rağmen Ak Parti'de militarist tonlarda politika uygulamakta ordu siyaset bütünleşmesi göstermekte içerisinde her kökenden insan barındıran çoğulcu yapısını devam ettirmektedir.

Tüsiad'a hatta zaman zaman buna muadil muhafazkâr iktisadi kuruluşlara meydan okuyan Ak Parti'de kendi eliyle kendi burjvuazisini yaratma teşebbüsünü seçmiştir.

Recep Tayyip Erdoğan dış basında ve bu mercilerden alıntılananlarca kimi iç medya kuruluşlarınca eleştirilmek için ''Yeni Enver'' olarak gösterilmektedir.


Fetö Mensupları Erdoğan'a ve Enver Paşa'ya olan kinlerini onları birbirlerine benzeterek kusmuştu

Sarıkmış ve İttihatçı komutan Halil Paşa'nın Kut Zaferi; bu harplerin dizi, belgesel, anma etkinlikleri en yoğun olarak son dönem Ak Partisinde görülmektedir.

Buna göre İttihatçı zihniyet Beyaz Türk ise Beyaz Türklerin gğünümüz partisinin de Ak Parti olma ihtimali belirmektedir. Bu saptamalar doğru olmakla birlikte Beyaz Türklük, Jön Türklerden itibaren başlayan sürece dahil olanları içerir.



Saadet Partisi
Teşkilatı Ak Parti'yi İttihat ve Terakki Çizgisinde olduğu için eleştirmişti


Beyaz Türklük gayrı Millilik değildir bilakis Beyaz Türkler en milliyetçiler arasından çıkar.

Beyaz Türkler her kökenden olabilecekleri gibi muhafazakâr olanlarının yanında liberalleride barındırır ancak Beyaz Türk aynı zamanda toplumcu olduğundan içinden çıktığı toplumun temel değerlerine fevkalade saygı göstermektedir.

Beyaz Türkler çok demokrat değildir. Egoları yüksek oldukları gibi siyaseten ihtilâlci ruh taşıdıkları bir gerçektir.

Beyaz Türkler'in din ile bir problemleri bulunmamaktadır ancak dinin doğru yorumundan taraf bulunmaktadırlar.

Beyaz Türklük belirli bir memleket ekolüne ait değildir çünkü belirttiğimiz gibi Türkiye tarihinde kökleşmiş bir aristokrasi yoktur.

Beyaz Türkler okumaya, araştırmaya, yeni ilgi alanlarına meraklı olduklarından son derece esnek, anlayışlı, dünya ile bütünleşik kimselerdir.


Beyaz Türklük dış ve iç kimi mihrakların dayattıkları gibi ideolojik bir kalıbı değil dinamik bir süreci ifade eder. Beyaz Türklüğün en doğru izahları bundan ibarettir..



22 Aralık 2016 Perşembe

ORDU VEFASIZ MI SİLAHLI KUVVETLER VE DÖNÜŞÜM



ORDU VEFASIZ MI  SİLAHLI KUVVETLER VE DÖNÜŞÜM,





ONUR DİKMECİ
24 Mayıs 2015 Pazar


Grupların psikolojik oluşum ve kökenlerinin tahlilini amaçlayan sosyolojik tespit toplumsal kimlik olarak adlandırılır. Bir gencin siyasi bir grup, farklı arkadaş çevresi veya sosyal bir klüp dahilinde yer alması kendisinin belki de en mühim kimliği olmuştur. Yeni grubuyla veya çevresiyle özdeşleşme eğilimi gösterirken kimliksel grubunu, benzerleri ve diğerleriyle karşılaştırararak grubu lehinde düşüncelere haiz olmaktadır. Artık yegane arzusu yeni kimliği olan birey, bunu muhafaza edebilmek için bedel ödemeye hazırıdır. Bu örneği politik çerçeveye uygulayabiliriz. Kurulduğu zaman cazip bir güç olan Nato, Türkiye'nin kimlik arayışında mühim bir topluluktur. 

Buna göre Nato'ya dahiliyet, askeri modernizasyon, askeri yardım, askeri güvenlik, ülksel ideolojik mekanizmanın bozulmadan devam edebilmesi için azami oranda lüzumludur. Türkiye bu birlikte yer edinebilmek için hazırdır. Nato'ya kabul, yeni Batılı bir kimlik yaratırken, bu savunma konseptinde sağlıklı beraberlik istenilenlerin uygulanmasıyla mümkün olacaktır. 

Bu örnekler kurumlar açısından da geçerlidir. Özellikle modern öncesi dönemde Ordu, Türk toplumu için yegane kimlik olarak kabul edilebilir. Kişi önce çoban, çiftçi, aile reisi ya da salt insan değil askerdir. Diğer bütün kimlikler akabinde yer alacaktır. Ordu'ya dahil olamayan bir insan toplumsal kimlik taşımadığından toplum açısından yok hükmündedir. Ordu bu ayrıcalıklı konumunu Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında da bütün ihtişamıyla korur. Toprak kayıpları, ağır borçlar; askeri kabiliyet yetersizliğinden kaynaklandığı teorisiyle, çöküşün önlenebilmesi ve aydınlanma modernize edilmiş ordu eliyle sağlanabilecektir. Pek tabii ki ''seçilmiş'' ve ''farklı'' subaylar, devletin de milletin de teminatı olarak görülürler. Yeni rejim Cumhuriyet'te yine ordunun konumu korunur. Osmanlı zamanında üretim araçları ve sermaye hanedanlığa katiyyen ortak olamayacak gayrı müslimlerin elinde bulunduğundan yerli burjuvazi oluşamamıştır. Buharlı makinalar, parti üretimi gibi kavramların bilinmemesi usta-çırak geleneksel yapısının sürekliliğini sağladığından büyük kümeli işçi sınıfıda oluşamamıştır. Geriye tek örgütlü grup olan Ordu kalmaktadır. Ordu hem savaşacak hem rejimi koruyacaktır. Ordu sosyal hayatta söz sahibi olacak bürokrasiyi oluşturacaktır.


Ordu aynı zamanda yeni sistemin de öznesi olmuştur. İmtiyazsız her vatandaşın yerine getireceği askerlik hizmeti ile farklı kültürlerin kaynaşmasında aracılık edecek, Türk ulusçuluğunun dinemiklerinden olacaktır. 

Askeri mektep kökenlilerin çalışmaları ve eserleri artık yeni ulus sisteminin argümanlarıdır.  M.Saffet Ergin .'' Türk milliyetçilik cereyanı tarihini yazarken askeri zümreye eşsiz bir yer verilmesi icap eder.'' sözü ayrıcalıklı kişi asker tanımına uygundur. Bu tarihi ve sosyolojik saptamalara göre ordu mensupları genel olarak, sivillerden daha vatansever, cesur, kabiliyetli ve zekidir. Özel seçilmiş ve özel eğitimlerden geçmiş kişiler olarak kurumları sıradan olmadığı gibi hiçbir kurumla mukayese edilemez. Diğer kurumlar ikincil statülüdür ve yönetilen hükmündedir. Emniyet, istihbarat, üniversiteler, yüksek rütbelilerin istihdam edildiği ve silahlı kuvvetler vizyonu doğrultusunda şekillendirilecek müesseselerdir. Bu özgüven siyasete müdahilin lüzumlu hallerde zaten olağan olduğu fikriyatını taşır. Dolayısıyla üstün kurum kültünün mensuplarıda eşsiz bir aidiyet hissedecek, bu uğurda ailelerinden uzakta katı disiplin koşullarıyla yatılı okumaya razı gösterecek, çok yüksek olmayan maddi gelirle yetinecek ve toplum içinde her daim her hareketini kontrol altında tutacaktır. Bu kurumsal aidiyetin bedeli de budur ve ödenir.


Sağ-Sol çatışmasının kesif yaşandığı yıllarda Ordu gövdesiyle ve başıyla büyük oranda anti sovyet tutum izleyip, güvenlik paradigmalarını bu doğrultuda şekillendirecektir. Ordu içerisinde azılı bir marksiste yer yoktur. Fakat böyle olsa bile , sol eğilimli subaylara, sağcı polisler tarafından işkence yaptıran General affedilmez.  Tümgeneral Osman Fazıl Polat anında ihraç edilir.  Subaylar bunu unutmayacaklardır...

Yukarıda yaptığımız değerlendirmeler yakın geçmişte büyük değişim göstermiştir.  Meşhur askeri davalarla başlayan süreç ordu çevresi için yegane hayal kırıklığı olmuştur. Silahlı Kuvvetler mensupları iç hizmet kanunu madde 39'da vurgulanan icabında canını hiçe sayarak silah arkadaşına yardım etmek hükmünün uygulanamadığı, tepki istifalarının olmadığı, personelin yalnız bırakıldığı en büyük tahammülsüzlüğün askerlerin birbirlerine kayıtsızlığı olduğu vurgulanmıştır.

Bu saptamalar Ordu vefasız mı? 

  Kurumsal aidiyet zayıfladı mı? sorularını herdaim gündeme getirmiştir. Örneğin, resmi ideoloji Kemalizm üzerinden sosyal siyasi hayatın içerisinde meşruiyetini sağlayan Ordu, Kemalizm alanında pekçok eser vermiş Toktamış Ateş'in cenazesine çelenk bile göndermezken, hayatını militarizmle mücadele için adamış Yaşar Kemal ve öncesinde Mehmet Ali Birand'ın cenazesine neredeyse tam kadro olarak katılmıştır. (1.Ordu). Postmodern topluma uygun şekillenen postmodern ordu tesisi anlaışlan eski alışkanlıkların reddi ile mümkündür. Profesyonel ordu, akademisyen general gibi kavramların üretildiği siyasi vesayeti sona erecek ordu tipinin ideolojik algılanacak refleksler ile mesafesi şarttır. Fakat bu sefer de bu yeni duruş, diğer ideolojik gruplar tarafından siyasi hamle olarak yorumlanacaktır. Esas olan şu ki postmodern ordu modelinin benimsenmesinin yaınında, mühim kamu diplomasisi aracı olmuş ordunun tamamiyle siyasetten soyutlanması mümkün değildir. Siyaset ile iştigal kötü değildir. Çünkü siyaset demokrasi demektir. 
Fena olan siyaset uğruna vazife gerekliliklerinin feda edilmesidir. 
Bu yazılanlardan sonra sizce ordu gerçekten vefasız mı? 
Yoksa doğan postmodern sürecin sancıları mı?

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2015/05/ordu-vefasiz-mi-silahli-kuvvetler-ve.html


..

Askeri Darbeler, Türkiye'de Askeri Darbe Olur mu ? BÖLÜM 1



Askeri Darbeler, Türkiye'de Askeri Darbe Olur mu ?BÖLÜM 1


ONUR DİKMECİ
12 Haziran 2015 Cuma






Darbe, ihtilâl, müdahale gibi teorik tanımlamalar ne şekilde olursa olsun, dünyanın her yerinde seçilmiş üyelerden müteşekkil bir parlamentonun üniformalı kişilerce kısıtlanması, dağıtılması, herhangi kararları uygulamakla sorumlu tutulması gibi pratik yaklaşımlar, antidemokratik olarak nitelendirilir. Yeryüzünün belki demokrasiye en uzak fiiliyatlarından olan askeri girişimler, on yıllardır sosyolojik perspektiflerden değerlendirilir, yorumlanır, askeri bürokrasinin davranış yapısı, ne istediği ve ne beklediği konuları tartışılır. Her toplumun sosyal yapısı müstakil bir hüviyet teşkil ettiğinden askeri girişimlerin de amaç ve beklentileri içlerinde bulundukları sosyal vaka ve parçası oldukları toplumsal sistemin unsurlarına göre şekillenirken esas olan bir husus vardır. Bu da neredeyse bütün askeri girişimlerin dış bağlantı tesis etmek neticesinde vuku bulduğudur. 

Askeri girişimlerin, tek bir hareketle topyekün ülke dışarısından kaynaklandığı, talimat alınması durumunda 24 saat içerisinde her şeyin olup biteceği kurgusalı oldukça indirgemeci bir yaklaşım olup, toplumun sosyolojik çarpıklığının gözden kaçırılmasına sebebiyet verecektir. 

Dolayısıyla, bu, sosyolojik tahlilin de noksan olacağı manasına gelmektedir. Askeri girişimlerin amaçlarına değinmeden evvel bu girişimlerin dünyanın her coğrafik biriminde gözlemlenmesi yerine bazı spesifik alanlarda daha sık karşılaşıldığı dikkat çekmektedir. 

  Örneğin Latin Amerika’da ki vesayetçi düzen ile İskandinavya, Orta Afrika’da ki silahı tutan her rütbe üniformalının son sözü söylediği sistem ile İngiltere, Ortadoğu’da ki cuntalaşma süreçleri ile örneğin Almanya bir olamaz. Ordunun ve ordu mensuplarının tarihsel ayrıcalığından beslenen askeri müdahalelerin  toplumsal olgunluk ve birikimde yeterince öne çıkamamış toplumlarda görüldüğü doğruysa da, meselenin başka boyutu da coğrafi konumlardır. Jared Diamond’un ünlü eseri nasıl ki milletlerin kaderinin hatta bir topluluğa ait bireylerin bağışıklık sistemlerinin bile coğrafi koşullara bağlı olabileceği teorisi dahilinde irdeleniyorsa, dikkatle izahat mümkündür ki, güç coğrafik koşullar altında yaşamlarını sürdüren toplumlarda da, coğrafik paralel perspektifte ordu ve mensubu ayrıcalıklıdır. Çünkü düşman çok, iklim çetin, nüfus yeterli değildir. İnsanların her daim hazır kıta birer savaşçı kabul edildiği toplumlar aynı zamanda ordu toplum olarak tanımlanırken, devlet başkanı bir nevi komutan olarak, asker yani ast konumunda bulunan her bireyin toplumsal muazzam bir itaat düzeni oluşturmasını ilke edinir. 

Böylelikle düşmanlara karşı hazır bir toplum, lidere karşı sorgulanamayacak meşru bir otorite inşa edilir. Özellikle Orta Asya toplum yapısının geçmişi bu yöndedir. Geçmişin bu tarihsel yansımaları üzerinde yükselen toplumlarda askerin ayrıcalıklı konumu sosyolojik bir olağandır. Dolayısıyla örneğin Latin Amerika’da demokratikleşme yolunda önemli adımlar atılmasına rağmen, halk halen orduyu gerektiğinde devreye girerek tıkanık sistemi açabilen kurtarıcı statüyle eş tutmaktadır. İsrail, askeri vesayetin keskin olduğu başka bir ülkedir. İsrail’de halkın geniş katılımıyla yapılan anketlerle sabit olan husus, orduya güvenin siyasi partilere güvenden çok daha yüksek olduğudur. 

Devlet başkanlarının önemli kısmının asker kökenlilerden oluşan siyasal sistemlerinde, istihbarat biriminin başına da asker kökenli görevliler getirilmektedir. Yahudilerin asırlar boyunca karşılaştıkları acı tecrübeler, bağımsız devletlerini ilan etmelerinden sonra gerçekleştirdikleri konvansiyonel harpler ( Arap-İsrail savaşları ) ordunun ayrıcalıklı rolünü belirler. Çünkü temel gereksinim hayatta kalmak, bunu sağlayabilecek güvenlik tedbirleri ise orduya aittir.

Aynı güvenlik kaygılarını paylaşan bir orta asya geçmişine dayanan Türkiye’de de, ordu her daim ayrıcalıklı konumda bulunmuştur. Modern ordu kavramının karşılığı 1808 Prusya sistemi yani Harp okullarının kurulması ile profesyonel subay tipine geçilmesi olduğundan, Türk tarihinin ilk modern askeri girişimi Padişah Abdülaziz’in devrilmesidir.  

Bu olaydan önce de pek çok askeri girişimi Osmanlı tarihinde görmek mümkündür. Mülki sınıfın genelde askerlerden oluştuğu bürokratik kadroda, arz günlerinde her daim askerler, veziri azamdan bile daha evvel Padişah’ın huzuruna çıkarlar. İstedikleri maaş zammını alamayınca ayaklanır, istemedikleri devlet adamının yaşamasına müsaade etmezler. 

Zaten ayrıcalıklı olan bu askeri sınıfın ise tam manasıyla bir denetim mekanizmasına dönüşmesi Genç Osman’ın katlidir. Ordu artık gerektiğinde devlet başkanını dahi öldürebilecek bir mizaca bürünmüştür. II. Sellim, III.Selim, III.Ahmed gibi Padişahların devrinde de önemli hareketler gözlemlenirken 1876 tarihi modern harp okuluna mensup zabitlerin girişimidir. Tabi bu girişim Osmanlı’dan borçlarını tahsil edemeyen bankerler ve ardındaki devletlerce de desteklense, ülkenin o dönemde bulunduğu durum iktisadi ve sosyal bakımdan oldukça kötü durumundadır. 

  III. Selim’den itibaren zayıflayan devlet mekanizmasının adeta bir tedavisi olarak yeni topraklar yeni zenginlikler yeni askerler yani yeni fetihler kabul edildiğinden, bunun gerçekleştirilebilmesi için güçlü ve talimli bir ordu yapısına ihtiyaç olduğu tasavvuru geliştirilir. Bunun için ordu modernleştirilmeli dir.      II.Abdülhamit tarafından davet edilen Prusyalı Subaylar, yeni askeri mektepler, ordunun toparlanabilmesi için atılan adımlar olmuştur. O devirden itibaren pozitivizm ile yoğrulan çoğu subay, askerlik asli görev dışında kurtarıcı olarak siyasi ıslahat projeleri tasarlarlar. 

İkinci Modernist askeri girişim ise 1913 Babı Ali Baskını olacaktır.

Türk tarihini çok iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk, 1923’te Cumhuriyet’i ilan ettiğinde, bu girişimine yönelik en örgütlü tepkinin ordudan gelebileceğini tahmin edebiliyordu çünkü ordu dışında zaten toplumsal bir sınıf yoktu. Bu sebeple siyasetle iştigal edecek askerlerin mutlaka ordudan istifa etmeleri şartını ilke kabul etti. 9 Kolordu ve 3 Müfettişlik olarak kurulan ordu da, muhalif ve halkın teveccühlerine mazhar olabilmiş Generallerden, Kazım Karabekir ve Ali Fuat’ı pasif görev olarak nitelendirilebilecek ordu müfettişliklerine atadı. Rauf Orbay’a ise görev bile verilmedi. Genelkurmay başkanlığına, Mustafa Kemal’e çok sadık bir General olan Fevzi Çakmak getirdi. Bütün bu olanlardan sonra zaten bir kurtuluş savaşı kahramanı olan Atatürk’e karşı hiçbir subay askeri müdahale girişiminde bulunamadı. Atatürk’ün karizmatik komutanlığı karşısında durabilecek bir general olamazdı. Keza İnönü döneminde de, İnönü’nün Harp Okuluna hakimiyeti meşhurdur. İsmet İnönü’nün at gezileri yaptığı Harp Okulu bitişiğinde, haberi alan Harbiyeli öğrencilerin, İnönü’yü görebilmek için birbirleriyle yarıştığı ve İnönü’yü hazır kıta selamladıkları bilinir. Buna mukabil 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül girişimleri neticesinde yeni oluşan asker egemenliğine dayalı idari bürokrasinin, meşruiyet kazanabilmek maksadıyla dış cephede özellikle Washington nezdinde, temaslar kurduğu bilinen gerçektir. 27  Mayıs 1960 akabinde,  235 General ve Amiral ile 3381 Subay, 251 Kurmay statülü subayın emekliye sevk edilmeleri bütçe açısından oldukça yüklü yekün getirmekteydi. Bu yekünün nereden temin edilebileceği problemine Washington yetişmiş görünüyordu. ABD, 1960 yılı içinde 103 milyon dolar yardımda bulundu. [1] 
Nitekim 12 mart sonrası Nihat Erim Başbakanlığında oluşan teknokrat hükümet, Abd’nin isteği üzerine tarım temelli Türkiye ekonomisine ağır zarar verebilecek bir kararla Haşhaş ekimini yasaklarken, 12 Eylül rejimi ise Yunanistan’ın tekrar Nato’ya dönebilmesine onay verecekti. [2]  

Keza postmodern toplum yapısına uygun olarak postmodern olarak nitelendirilen ve 28 Şubat olarak bilinen, 28 Şubat 1997, 8,5 saatlik Mgk toplantısı neticesinde 2 ay sonra Necmettin Erbakan’ın hükümetten çekilmesi Dünya’da uyandırdığı yankılar bakımından önemliydi. Erbakan Başbakan olduğuında ilk resmi ziyaretini İran’a yapıp 28 milyar doğalgaz anlaşması imzaladı. Bu süreçle, ambargo uygulanan İran ile bu denli yakın ve büyük ticari münasebet , batı nezdince tepki gördü ve Erbakan’ın üstünün çizildiği dillendirildi. Erbakan’ın hükümetten düşmesiyle, İftira ve Yalanla Mücadele derneği (ADL)[3] başkanı Abraham Foxman: ‘’ Türkiye Erbakan’a rağmen ayakta kaldı. En kötü dönemi atlattı.’’ [4] ifadeleri aslında 28 Şubat’ın lobiler nezdince de desteklendiğinin somut göstergesiydi. O dönemin Kudretli Generali Olarak bilinen Çevik Bir’in İsrailli stratejistlere yaptığı değerlendirmelerde, İsrail-Türk ilişkilerinin tehlikeye girmesine ordunun kayıtsız kalamayacağı [5] ifadeleri 28 Şubat başta bütün askeri girişimlerin bütünüyle dış destekli olduğu teorisinin geliştirilmesine olanak sağlamıştır.  

Oysa ki bu tip teoriler meselelerin ana eksenini kaybetmeye sebep olabilecek tehlikededir. Ordu’nun bütün girişimlerini meşruiyet bağlamında pekiştirebilmek için birtakım arayışlara girmesi nasıl bir hakikatsa, Türkiye’de tıkanan sosyal ve siyasi problemlere o dönemlerde siyaset mekanizmasının bir alternatif geliştiremediği muhakkaktır. Tabiat mağlumdur ki, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıkların olmadığı durumda askeri müdahalenin de doğması söz konusu olamaz. Siyasi kulvarlardaki tıkanıkların Ordu eliyle açılıp açılamayacağı ayrı bir tartışma olsa da, dış destek gayrı millilikle eşdeğer bir değerdeyse hemen bütün partilerin kurulup yükselmesi gayrı millidir. Çünkü siyasi organizasyonların kuruluş safhaları her daim dış arayışları beraberinde getirmiştir. 

Örneğin 1970’lerde Avrupa ile bütünleşme programına yoğunlaşan Adalet Partisi’nin oylarının bölünebilmesi ve Türkiye’nin Nato ekseninden kopmaması için Pentagon onayı ve  Türk Havacı Orgenerallerin teşvikiyle Erbakan’a Milli Selamet Partisi’nin kurdurulduğu [6] bilinir. 
Benzer şekilde günümüzde ki meşhur siyasi partinin Amerika teşvikiyle kurdurulduğu A. Dilipak tarafından gündeme getirilmiştir. [7] 
Şimdi burada kilit soru dış destek ve lobisel bazda olumlu intibah, siyasi partiler söz konusu olduğunda meşru mudur? 
Eğer cevap Hayır ise partilerin iktidarı sivil darbe olarak nitelendirilebilir mi?

Yanlış olan bir şeyler olduğu aleni fakat siyaset mekanizmasının  düzenlenip sağlıklı yapıya kavuşması zaten Ordu’nun siyaset üstü sıfatını da sonlandıracaktır.

Asker Sivil İlişkilerinin Düzenlenmesi, Türkiye’de Askeri Darbe Olur mu?

Global modernist dünyanın ölçeklerine uygun olarak askeri bürokrasinin sivil teamüllerin iradesi altına bütünüyle sokulması için birtakım koşulların sağlanabilmesi normalleşme olarak adlandırılabilir. Mgk Kanun değişikliği, Askeri mahkemelerin statüsü, Jandarma’nın akıbeti gibi konular ve bu yöndeki yasal düzenlemeler sivilleşme ya da normalleşme yolunda ki adımlar olarak nitelendirilse de bu sivilleşme bana göre 2003 öncesine dayanan bir süreçtir.  Geneli asker kökenli Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türk siyasi tarihinde her zaman önemli bir gündemi işgal etmiş gerektiğinde askerlerin Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için meclis iradesine Genelkurmay nezdinde baskı yapılmıştır. Fakat bunun istisnası 2000 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Bu seçimlerde adaylardan bir tanesi Genelkurmay eski Başkanı Doğan Güreş olmasına rağmen medyanın ilgisini çekmedi. Güreş nezdinde, Genelkurmay’dan kimseye telefon gelmedi. Buna Mukabil Güreş 35 adet gibi düşük oy almasına rağmen[8] Türkiye’de yer yerinden oynamamıştı. Bu süreci Ab İlerleme raporu ve yaptırımları izledi.  Mgk kanununda yapılan değişiklikle 0r rütbesinde asker olması gereken MGK sekreterinin sivil olabileceği, Mgk kararlarının yalnızca tavsiye niteliğinde olabileceği ve asli iradenin sivil seçilmişler olduğu belirtildi. [9] Eskiden asker üye sayısı fazla olan bu kurum, Başbakan yardımcılarının da dahiliyle, sivil ağırlıklı teşebbüse çevrildi. [10] 
Bu düzenlemeler, Mgk genel sekreterliğinin işlevsiz hale getirildiğini ve milli güvenlik için araştırma yapma yetkisinin kaldırıldığı gibi eleştirileri beraberinde getirdi. [11] 
Barış zamanında asker kaçaklarının ve askerlikten soğutmayla ilgili fiiliyatlara teşebbüs eden sivilleri yargılayan askeri mahkemelerin yetkileri daraltılarak yalnızca askeri suçlara ve askeri kişilere yönelik olması sağlandı. [12] 
Rtük ve Yök gibi kurumlarda Genelkurmay tarafından atanan askeri üye varlığı sona erdirilerek askerin, sivil siyasete müdahil alanı daraltıldı. [13] 
Kısa bir süre evvel ise çok tartışılan askeri statülü Genel kolluk Jandarma askeri statüsünü korumak şartıyla bütünüyle İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. [14] 
Bütün bu gelişmeler kadar önemi bir husus olan ve bugüne kadar ki askeri girişimlerin çerçevesini oluşturan, içten ve dıştan gelebilecek tehditlere karşı Türk Vatanını Korumak ve Kollamak tanımlı TSK iç hizmet kanunu (md.35) değiştirilerek ‘’Silahlı Kuvvetlerin vazifesi: Yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla yurtdışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır’’ şeklinde düzenlendi. Bütün bu vakalara rağmen bazı çevreler, mgknın bütünüyle kaldırılması, askeri mahkemelerin kapatılması, TSK güçlendirme vakfının bütçesel olarak denetlenebilmesi, Askeri tesislerin kapatılarak Orduevlerinin halka açılması, sınırların bütünüyle askerden arındırılması ve belki de en önemlisi Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığına bağlanması gerektiğini vurgulamaktadır.  

Fakat yine de iç sivil denetimin belirli oranlarda tesis edilebildiği ve eskisi gibi bir askeri girişimin yaşanamayacağı belirtilmektedir.

Bütün bunlardan sonra bazı önemli çıkarımlar şu şekilde olabilir;



. Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay arasındaki protokol sorunları kolayca çözülebilir bunun için 680.000 kişilik bir birimi illa Milli Savunmaya bağlamaya gerek yoktur. Unutulmamalıdır ki 27 Mayıs 1960 müdahalesi, Ordu Milli Savunma’ya bağlıyken gerçekleşmiştir.

. Jandarma adem-i merkeziyetçi yapısından ötürü Bakanlığa bağlanması sakıncalıdır. Bakanlığa bağlansa bile Jandarma’nın bir müddet sonra Kolordu seviyesine indirilmesi ve alay komutanlıklarına, Emniyet benzeri Mülki Valilerin atanabilmesinin önünün açılmak istenmesi oldukça sakıncalıdır.

. Sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmaması olumlu bir gelişmedir. Fakat askeri personel statüsündeki sivil memur ve işçilerin de sivil yargıda yargılanması birtakım sorunları ve çiftbaşlılığı getirmektedir. Buna göre askeri personel olan fakat askeri kişi sayılmayan bu şahıslar görevleri ile alakalı yasal hakkı askeri yüksek idare mahkemesi nezdinde aramaktadır. Ya bu görevliler bütünüyle askeri yargıya tabi olmalı veya idari hususlarda da sivil mahkemelerle muhatap olmalarının yasal düzenlemeleri gerçekleştirilmelidir.

. Kendisi siyasal bir kurum olan orduların bütünüyle siyasetten soyutlanması düşünülemez bu sebeple teorikte olsa, ordunun bulunduğu her ülkede darbe ihtimali vardır. Özellikle güvenlik bürokrasisi üzerine inşa edilmiş ve ülkemizin de parçası bulunduğu Ortadoğu, asker ayrıcalıklı konumunu sürdürecektir.

Özellikle koalisyon tartışmalarının yaşandığı günümüzde, çözüm süreci denilen programın ne şekilde seyredeceği meçhuldür. Çünkü terör ve benzeri olayların tekrarlanması askerin ek yetki istemesini getireceğinden denetim mekanizması tekrar ordunun olabilecektir. Ayrıca torba yasanın iptali gibi tartışmaların akıbeti meçhulse de reelpolitik manada gerçekleşmesi Jandarma’nın eski özerk konumunu muhafaza etmesinin yolunu açacaktır.

Hulasa, ordu-siyaset normalleşmesi olumludur fakat bu durumun her zaman aynı istikamette süreceği belirsizdir. Askerin isteği, siyasilerin başarısızlığı, toplumun militarizasyona olan ilgisi yeni süreci belirleyebilecek etmenlerdendir. Genel seçimlerden evvel sağ ve sol kesimi temsil eden bazı gazetelerdeki kimi köşe yazarlarının belirttiği, asker geliyor, asker gelecek, asker gelsin, karargah kimin emrinde darbeye hazırlanıyor ifadeleri en az 20 sene daha ordu’nun siyaset karşısında tarafsızlığını yitirmesinin göstergesi olacağa benziyor.

[1] Ümit Özdağ, Menderes Döneminde Ordu ve Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Kasım 2004, Boyut Yayınları, s.345

[2] Türkiye’nin Kıbrıs çıkarmasına tepki olarak Nato’nun üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmediğini iddia eden Yunanistan 1970’lerin ortasında Nato’dan ayrılmıştı. Fakat 1979 Sovyetler Birliği Afganistan işgali ile baş gösteren yeni Sovyet tehdidi buna mukabil modern güvenlik kompleksi bir Nato’dan ayrılığın bir kazanç sağlayamayacağı düşüncesiyle yeniden Nato’ya başvurmuş fakat Türkiye tarafından veto edilmişti. Nato’ya kabul kaidesi, bütün üyelerin ittifakına muhtaç olduğundan 12 Eylül rejimi Vetosunu kaldırdı, Yunanistan Nato’ya dönebildi. Böylelikle içsel kulvarda Türk ve İslami motiflerle halk nezdinde sağlanmaya çalışan politik meşruiyet, dışta ise Yunanistan vetosunun kaldırılmasıyla Batı nezdinde sağlanmaya çalışılmıştı.

[3] Abd içerisinde yer alan bu Yahudi lobisi, Abd siyaseti üzerinde yönlendirici bir etkiye sahiptir.

[4] Mustafa Hoş, Big Boss, 2014, Destek Yayınları, s.118

[5] Bir Bir İtiraf,  http://www.turkiyegazetesi.com.tr/haber/531809/bir_bir_itiraf.aspx

[6] Necmettin Erbakan, http://www.milliyet.com.tr/necmettin-erbakan/

[7] Akp Aslında Nasıl Kuruldu,  http://odatv.com/n.php?n=akp-aslinda-nasil-kuruldu-1612141200

[8] 10. Cumhurbaşkanı Seçildi, http://dosyalar.hurriyet.com.tr/dosya/almanak/tbmm/tbmm3.htm

[9] http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=5&ArsivAnaID=15661

[10] http://www.mgk.gov.tr/index.php/milli-guvenlik-kurulu/mgk-uyeleri
[11]  CHP'li Öymen: MGK işlevsiz hale getiriliyor, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=162450

[12] http://www.yenisafak.com.tr/politika/artik-askeri-mahkeme-sivil-yargilayamayacak-195036

[13] 9. Uyum Paketi Meclis’te, http://arsiv.ntv.com.tr/news/275600.asp

[14] Jandarma Artık İçişleri’ne Bağlı, http://www.milliyet.com.tr/jandarma-artik-icisleri-ne-bagli/siyaset/detay/2026309/default.htm

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2015/06/askeri-darbeler-turkiyede-askeri-darbe.html

****




21 Aralık 2016 Çarşamba

TÜRK GÜVENLİK KONSEPTİNE ELEŞTİREL BİR BAKIŞ: NATO MU? ŞANGHAY MI?



TÜRK GÜVENLİK KONSEPTİNE ELEŞTİREL BİR BAKIŞ: NATO MU? ŞANGHAY MI?


ONUR DİKMECİ

     Nato ve Şanghay'ın varlık sebeplerini anlayabilmek , Türkiye'nin Nato'ya dahiliyeti, beklentileri ve varmak istediği yeri irdeleyebilmek için için o devirlerin siyasi gruplaşmaları, ideolojik akımları yani hakim politik ve sosyolojik siyasal konjontorel durumlarını tahlil etmek gerekir. Türkiye, Nato'ya neden ihtiyaç duydu? Nato neden kuruldu? Dünya'da antikomünizmin  üç evresi vardı. Bunlardan birincisi Ekim 1917 Devrimine tepki ile başlayan evre, ikincisi Hitler ve Mussoloni'nin hüküm sürdüğü baskıcı, otoriter, faşist ve nazist dönemdeki özgürlükleri kısıtlayıcı dönem üçüncüsü ise İkinci Dünya Savaşının noktalanması sonucunda başlayan ve Soğuk Savaş olarak adlandırılan dönemdir.İlkinde Rus Devrimi ve iç savaşına İtilaf Devletleri de doğrudan müdahalede bulunmuş ve devrim karşıtı tutum izlemişlerdir. Bunun sebepleri arasında Çarlığı savaşta tutmak ve Almanya'yı zorlamanın yanında Kafkasya'da ki zengin petrol yataklarının varlığı gösterilmektedir. Çünkü Rus Devrimi ile hemen petrol millileştirilmiş ve yabancı petrol şirketlerinin imtiyazları ise kaldırılmıştır. Antikmonizmin ikinci evresinde devleti kutsayan ve siyasi mekanizmanın herşeyi telakki eden faşizm ve soy üstünlüğüne dayanan nasyonal sosyalist sistemler bazı etnik gruplar ve özellikle komünizmi tehdit olarak algılamış ve sert tedbirler uygulamışlardır. Çünkü fabrikalaşma oranı yüksek bu ülkelerde işçi sayısıda artış göstermiş Sovyetlerin etkisi işçiler üzerinde sendikalaşma, grev, iş bırakma gibi neticeleri doğurduğundan yönetimler ile yıldızları barışmamıştır. Antikomünist üçüncü evre ise İkinci Dünya Savaşı bitimine denk düşmektedir.   1946 yılında Churchill'in "Avrupa'ya demir perde indi" beyanatı belkide bu Soğuk Savaşın başlangıcıydı. Bunu destekler nitelikte 1947'de Amerikan dış politikası adeta komünizme savaş açtı ve Türkiye ile Yunanistan'a maddi yardım içeren Truman Doktrini ilan edildi. Versailles düzeninden yana Abd ile bu düzene karşı olan Sovyetler Birliği arasındaki ayrılığın ilk ciddi göstergesi Truman Doktriniydi. 1948 yılında Abd Dışişleri Bakanı George Marshal Avrupa'nın ekonomik kalkınmasıyla alakalı bir plan tasarladı. Bu plan dört yılı kapsamak suretiyle Avrupa'nın bir nevi yeniden inşaası demekti. Sovyetler Birliği, Marshall Planı'nı Truman Doktrini'nin pratikte uygulanması olarak tanımladığından buna açıkça cephe aldı, Doğu Avrupa ülkelerinin katılmaması için baskıda bulunarak Dünya'daki gruplaşmanın keskinleştiğinin sinyallerini vermiş oldu. Şubat 1948 Prag darbesi neticesinde Çekoslovakya Sovyet nüfuzu altına girdi. Buna Batı'nın tepkisi gecikmedi ve Belçika, Fransa, Lüksemburg, Hollanda, İngiltere; Brüksel Antlaşmasını imzaladılar. Bu antlaşma bir nevi Nato'nun çekirdeği hüviyetindedir. Antlaşma'nın 4. Maddesi Antlaşmaya taraf devletlerden birinin saldırıya uğraması durumunda antlaşmaya imza atmış diğer devletlerin yardım edeceği hükmünü içerir ki bir müddet sonra hayata geçecek olan Nato'nun meşhur 5. Maddeside bu tip bir içeriktedir. Nitekim 4 Nisan 1949'da Kuzey Atlantik Antlaşması imzalanarak Nato hayata geçirilmişti. Sovyetler Birliği ise 1955 tarihinde Nato'nun bir nevi Doğu Kanadı karşılığı olan Varşova Paktını ilan ettiğinde Dünyada'ki gruplaşmanın daha keskin ve sancılı olacağı düşünülüyordu. Fakat bu Paktın asıl işlevinin Nato'ya tam manasıyla bir rakip yaratmak olmadığı uygulamalarından anlaşıldı. Zira Tito'nun Yugoslavya'ya kazandırdığı Milliyetçi duruş Sovyetler nezdinde bir tehdit olarak görülmüş ve deyim yerindeyse bu tip ''asilerin'' yeniden türememesi için Sovyetler Birliği'nin bölgedeki istikrarı ve denetimi Varşova Paktı ile sağlanacak ve Macar ve Çek ayaklanmalarının kontrol edilmesinde kullanılacaktı. 1989'dan itibaren önemini neredeyse tamamen kaybeden pakt 1 Nisan 1991'de ise resmi olarak dağılmış oldu .
  Türkiye'de ise Rus karşıtlığı yani daha bilindik tabirle anti moskofçuluk Osmanlı Devleti zamanından Cumhuriyet dönemine intikal etmiş zihinsel ve algısal bir mirastır. Özellikle 1877-1878 daha popüler adıyla 93 Harbi neticesinde yaşanan Rus yenilgisi ve Rusların yeşilköy önlerine kadar ilerleyiş göstermeleri devrin edebi ve siyasi yayınlarınada intikal etmiş 93 Harbi açlığın ve sefaletin hudutsuz yaşandığı bir felaket olarak hatırlanacakken bütün bunlara sebep Rusya ise korkunç bir canavara dönüşecektir. Aslında bu psikoloji o dönem için çok normaldir fakat özellikle Ekim 1917 Sovyet Devrimi sonrasında Türk Kurtuluş Savaşınında başlamasıyla ortaya çıkan yakınlaşma sonrasında duruldu 1945'te Sovyetler Birliği'nin Türkiye'den toprak talebi neticesinde anti moskofçuluk yeniden yapılandırıldı ve bu sefer anti moskof devrinde hakim şartlarına göre anti komünist olarak tanımlanmaya başladı.   Batılılaşma kavramını yanlış anlayan, Komünizm Sosyalizm gibi kavramları ise yeterli entelektüel birikimi müsait sayıda bulunmayan politik ve siyaset bilimci figürlere sahip olması sebebiyle tamamiyle sığ ve basit bir tanım üzerinden yalnızca dinsizlik, milliyetsizlik ve bilumum olumsuzluk olarak algılayan ülke olarak Türkiye kendisini Batı bloğuna ait gördü ve doğal olarak Batı nezdinde oluşturulacak paktlara taraftarlığı söz konusuydu. Tabi bunun çok partili hayata geçilme isteğiylede bağı olabilir. Çünkü Türkiye'de artık iptidaide olsa kapitalist sınıf oluşmuş, Tek Partinin bazı yöneticilerinin ve bürokratlarının keyfi uygulamaları neticesinde kitlelerde yılgınlık, farklı arayış ve istekler ile çok partili hayatın ancak Batı demokrasileri örnek alınarak uygulanabileceği algısı yerleşmiş önce Türk Lirası devüle edilmiş hemen sonra Uluslararası Para Fonu/IMF'ye dahil olunmuş yani Batı ile angaje bir siyasi seyir izleneceğine artık karar verilmiştir. Ağır bir cihan harbi ve Kurtuluş Savaşı geçiren genç Türkiye'nin ordusu son derece vatansever ve disiplinli olmasına rağmen teçhizat bakımından oldukça yetersizdi. Batı ile ittifak ve Batı paktına kabul edilebilme neticesi bu eksikliğinde tamamlanmasında yardımcı olacaktı.
Bu gelişmeler yaşanırken Batı, Türkiye'yi askeri pakta dahil etmekte pek istekli değildi . Türkiye için düşünülen başta küçük katılımlı bölgesel bir pakttı. Paktın komuta kademesi yabancı komutan ve nezaretindeki ekipte bulunacaktı. Daha sonra bir Akdeniz birlikteliğide gündeme getirilmiş 1940'ların sonuna doğru coğrafi konumu sebebiyle özellikle istihbari konuda Sovyetlerden temin edilecek istihbaratın üçte birinin Türkiye'ce karşılanabileceği ihtimali Nato'nun ilgisini çekmiştir. Kore savaşına Bakanlar Kurulunun bile tamamının malumatı bulunmadığı halde asker göndererek aktif katılım sağlandı ve böylelikle istekli ve sadık bir müttefik profili gayet başarılı çizildi. 1952'de Nato'ya resmi dahiliyet zamanla Türk Askeri Talimnamelerinin bile Abd'den tercümesi ve kontrolü çokta mümkün olmayan yabancı üsler meselesini doğurdu. Küçük bir örnek vermek gerekirse talimnamelerde bahsedilen Hava İndirme Tümeni ve Zırhlı Tümen o zamanlarda Türk Ordusu sistemi içerisinde bulunmamaktaydı. Yani talimnameler Türk Ordu sistemi göz önünde bulundurmadan yalnızca tercüme edilerek kazandırılmıştı. Askeri yardımlar ve modernizasyon için Türkiye'ye gelen Abd'li askeri personel sayısı ise yalnızca birkaç yılda 459'u buldu. Tabi bu gelişmeler bazı kesimler tarafından zaruri hatta mecburi telakki ediliyordu. Çünkü Türkiye Sovyetler Birliği'ne konum olarak çok yakındı Sovyetlerin kalabalık ve ileri teçhizatlı ordusu ile başa çıkabilmek veya hiç değilse direniş gösterebilmek için Amerikan yardımları ve yol göstericiliği doğrultusunda askeri modernizasyon gerekliydi. Meselenin ideolojik boyutuncada farklı dinden olmasına rağmen Abd Tanrı tanımaz bir ülke değildi ve bu durum Türkiye ile benzer bir özellik demekti.
Bazı kesimlere göre ise Abd Türkiye'yi kendi küçük uydusu haline getiriyordu. Türkiye'nin bağımsızlığı muazzam derecede zedelenmiş olmakla birlikte ilişkiler gözden geçirilmeli hatta Türkiye Nato üyeliğini sonlandırmalıydı. Bütün bu tartışmalar yaşanırken 1960 yılından itibaren bütün askeri darbeler, kalkışmalar ve provokatif eylemler öncelikle sol günümüzde ise çoğu cenah tarafından Nato'nun icadı kabul edildi ve Nato üyeliği en şiddetli biçimde günümüzde muhafazakar milliyetçi gruplarcada sorgulanmaya başlandı. Şanghay dahiliyet ihtimali gündeme getirildi ve son günlerde de sıkça tartışılır oldu. Şanghay Nato'ya karşı bir alternatif olabilir mi ? 

Şanghay cephesi Türkiye'nin birliğe tam manasıyla kabulünün Nato üyeliğini sonlandırılmasıyla mümkün olabileceği görüşündeler.  Nato'dan ayrılmak bağımsızlık kabul ediliyorsa Şanghay'ın Türkiye'nin pakt tercihi ile alakalı müstakil kararı ve bu karar hakkında Şanghay'ca bir hüküm belirlenmesi yine Türkiye'nin bağımsızlığını zedelemek manasına gelebilir. Evet, bir birliğin birtakım istekleri ve istekleri neticesinde üye kabulü söz konusu olabilir fakat Türkiye'nin bir askeri pakt ile alakalı tercihinede engel olunması Türkiye'nin dış politika tercihine belli oranda etki etmektir. Türkiye tam manasıyla Nato üyeliğini sonlandırsa ve Şanghay birliğinin resmi üyesi olsa muhtemelen bu seferde Türkiye'de açılmaya başlayan Şanghay üsleri ve Türk Genelkurmay'ı üzerindeki Şanghay'lı subayların denetimi tesis edilecektir. Bu tarihten sonrada herhangi bir askeri kalkışma, darbe veya provokatif eylemler artık Şanghay mamulü olarak kabul edilir. 

Türkiye'nin Uluslararası Pakt tercihi son derece rasyonel olmak zorundadır. Nato Soğuk Savaş döneminde ortaya çıkmıştır fakat Sovyetler Bitliğinin dağılmasından sonra 1991 Roma zirvesiyle kurumsal yapılandırmasını yeniden gözden geçirmiştir. Günümüze değin yalnızca askeri değil siyasi ve ekonomik komiteleride bünyesinde barındıran Nato artık kadın çocuk hakları, enerji güvenliği ve paramiliter gruplar gibi sorunlarada eğilmektedir. 2002 Prag zirvesi Nato'ya üye olmayan üyelerle daha küresel alanlarda görev tasarlanmasına ekonomik ve siyasi araçların kullanımında yüksek bir varlık görsterilmesinin yakalanmasına imza atılırken, 2012 Chicago zirvesinde değinilen konular arasında kadına şiddet ve çocukların korunması gibi siyasi dialoğa önem verilen başlıkların bulunması bakımından dikkat çekicidir. Nato'nun tarihsel gelişimi içerisinde yer alan;  Barış İçin Ortaklık, Akdeniz Diyaloğu, İstanbul İşbirliği Girişimi gibi projelerle üyeleri dışında Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle gerçektende etkin ilişkileri kurmayı bilmiştir. Gözden kaçan başka bir hususta  Batı Ukrayna'da kısa süre evvel gerçekleştirilen anayasa değişikliğidir. Bu değişiklikle askeri paktlara üye olmama maddesini kaldıran Batı Ukrayna bir anlamda aktif tarafsızlığını rafa kaldırmış olurken ilerisi için Nato üyeliğine göz kırpmıştır. Batı Ukrayna akabinde Nato, Gürcistan ve Azerbaycan'ı da şemsiyesi altında toplayarak varlığını ve etkisini artırarak devam ettirmek istemektedir. 

Şanghay ise istikbal vaad eden ülkelerin oluşturduğu genç bir birliktir. 1996 yılında Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan tarafından komşu devletler arasında ortaya çıkması muhtemel sınır sorunlarını ve daha ziyade içeriye dönük güvenlik kaygılarını asgari düzeye indirgeyebilmek için hayata geçirilmiştir. Kısa sürede üye sayısı ve faaliyetlerini arttırmış; Özbekistan'ın üyeliği akabinde Pakistan, Hindistan, Moğolistan, İran ve Afganistan gözlemci statüsü ile birlikte yer almıştır. Singapur ve Beyaz Rusya'nın da örgütün ilk dialog ortakları olarak kabul edilmelerinden sonra 2001'den itibaren Dışişleri, Savunma, Ulaştırma Bakanlıkları arasında düzenli toplantı mekanizmalarının kurulduğu bir yapı haline gelerek verimliliğini arttırmıştır. Ağırlıklı olarak bölgesel iç güvenlik kaygıları neticesinde hayata geçen birliğin seyri uluslararası alanda yükselen etkinliği ile çok boyutlu minvale evrilmiştir. Birleşmiş Milletler'de 2004 yılında gözlemci statüsü elde edilmiş, 2010 yılında BM işbirliği antlaşması imzalanmış; ASEAN ve Kollektif Güvenlik Anlaşması örgütü ile karşılıklı mutabakat anlaşmaları imzalanmıştır. Öte yandan diplomasi, ekonomi ve kültür alanında işbirliğinide hedefleyen Şanghay'ın bu misyonu Abd'nin Asya ve Uzak Doğu çıkarlarını sınırlamaya başlamış ve Yeni Bir Varşova Paktı doğdu teorileri oluşturulmuştur. Bu teori tartışıladursun 2005 zirvesiyle Abd'nin Orta Asya'dan çekilme talebinin gündeme getirilmesi, 2007 Bişkek zirvesiyle tek kutuplu dünyanın kabul edilemeyeceğinin ilan edilmesi bu yapının gerçektende gittikçe Anti Abd, Anti Nato mizacına büründüğünüde göstermektedir.  

Burada ek bir bilgi vermek yerinde olacaktır. 2002 yılında bölge üyelerinden Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Rusya, Belarus ve Ermenistan'ın oluşturduğu Kollketif Güvenlik Örgütü'nden bahsetmemiz gerekiyor. KGÖ'nün Şanghay ile oluşturduğu karşılıklı etkileşim dikkat çekicidir. KGÖ ayrıca Nato benzeri bir Acil Müdahale Gücünü oluşturarak Orta Asya'nın asli Nato'su hüviyetine belkide Şanghay'dan daha yakındır. Çünkü KGÖ daha ziyade çok yönlü güvenlik örgütüne doğru gelişim göstermiştir. Şanghay güvenlik gerekçeleriyle hayatada geçirilse hiçbir belgesinde askeri bir yapı olarak tanımlanmaz. KGÖ'ye üye ülkeler Rus silahlarını iç pazar fiyatından satın alabilmekte fakat başka ülkelere ihraç edememektedirler. Bu durum örneğin geçmiş yıllarda Türkiye'ye verilen Nato silahlarının Nato onayı olmadan herhangi bir tasavvurda bulunamaması durumuna çok benzemektedir. Bu gerekçeyle Türkiye silah sanayi bir anlamda nasıl Nato'ya entegre olduysa, KGÖ'nün bu sistemide üye devletlerin silahlı kuvvetleri üzerinde Rus Genelkurmayı'nın denetimini doğurmaktadır. Ezcümle gelişen KGÖ ve Şanghay bazı hususlarda ortak güvenlik kaygıları taşıyan eşgüdüm içerisinde çalışan yapılardır. Her ne kadar Şanghay'ın gerçekleştirdiği 10.000 askerlik tatbikatların varlığı gerçekte olsa bunlar ağırlıklı olarak anti terör operasyonları olarak izah edilmekte ve KGÖ, Nato'ya daha benzer olarak tanımlanmaktadır. 

Şanghay üyeleri yükselen ekonomik trendlerinin yanında zengin kaynakları bakımından önemlidir ve bu üyelerin coğrafyası Türkiye'nin yakinen ilgilendiği kültürel havzası içerisindedir.
Türkiye'nin pakt tercihi tek yönlü olarak ele alınmamalıdır. Bugüne değin askeri darbe ve kalkışmalarla paramiliter eylemlerin desteklenmesinde Nato'nun payı olduğu açıktır. Ancak siyasi ve askeri etkinliğini arttırdığı gibi Nato üyeliği Avrupa ülkeleriyle ilişkilerinde bir başka ayağını oluşturmaktadır. Şanghay ise genç bir birlik olmakla birlikte dünya nüfusunun 1/3'ünü barındıran ülkeleri çatısı altında toplaması, üyelerinin çoğunda nükleer konvansiyonel silahlar bulunması, üyelerinin büyük güç olabilme arzuları, zengin girişimcilik ve doğal kaynaklara sahip olmaları bakımından göze çarpan ve kayda değer özellikler taşıyan birlikteliktir. Fakat Abd destekli Asya kıtasınıda kapsayan devrimler ve 11 Eylül 2001 saldırıları neticesinde özellikle Afganistan'a düzenlenen operasyon ile örgüt Nato dengeleyicisi bir konumda bulunamamıştır. Nato'nun siyasi olarak genişlemesi hatta Abd Japonya Avustralya birlikteliğinin Küçük Nato olarak değerlendirildiği sistemde, Şanghay etkinliğini arttıran dinamik bir yapı haline gelsede bölge sınırlarını aşamamıştır. Ayrıca Türkiye'nin özellikle Orta Asya ülkeleriyle siyasi temasında önemli birer kart olan Türklük ve İslamiyet algısı bir bakıma Şanghay üyelerinden Çin ve Rusya için tehdit içerebilecek stratejilerdir. Çünkü iki ülkeninde bölgenin islamizasyonu, islamı radikallik veya ılımli islam ile Türk Milliyetçiliği hususlarında geçmişte gerçekleştirmiş oldukları fiili engeller vs müdahaleler bulunmaktadır..

Coğrafi ve kültürel olarak Türkiye'yi yalnızca Batı, Doğu veya Asyalı olarak nitelemek eksik olacaktır. Türkiye hepsinin bir bileşimidir ve Nato ile Şanghay'ın birbirine alternatif düşünülmesi ve değerlendirilmesi güvenlik paradigmaları açısından yeterli olmayacaktır. Türkiye Nato üyeliğini devam ettirmeli fakat Şanghay ilede temas kurmalı daimi üyelik için ağır yaptırımlar belirlenmesi durumunda öncelikle hedef olarak gözlemci üyelik gibi bir statü belirlenmelidir.  Türkiye'nin ordu ve güvenlik yapısı bilgisiz veya artniyetli askeri ve sivil danışmanlar sebebiyle eksik konumlanmıştır. Bu da bir pakt olmadan güvenlik öncelikleri belirleyememe gibi bir hastalığı meydana getirmiştir. Bünyedeki bu hastalık için doğru bir tedavi süreci izlenmelidir. Hava ve Deniz gücünün etkinliğinin arttırılması dışında ordu modernizasyonı sağlanmalıdır. Şu da unutulmamalıdırki özellikle güvenlik bakımından bağımsız veya yeterince güçlenmiş bir Türkiye Nato ve Şanghay için aynı zamanlı tehdit içerebilecektir. Örneğin Türkiye'nin Karadeniz'de etkin olması öncelikle Rusya, Akdeniz'de etkin olması öncelikle Abd için tehlike arz edeceğinden Abd ve Rusya için öncelikli tehdit Türkiye'nin askeri deniz gücü olarak belirlenecektir. Günümüzde Suriye ve İran nükleer meselelerinde bazı maddelerde anlaşmaya varan Abd ve Rusya olduğuna göre ortak çıkarları tehdit altına girdiğinde yine Türkiye'nin dinamik güvenlik konseptini tasfiye maksatlı bir işbirliği gerçekleştirme leri çok olasıdır. 

   Türkiye ilişkilerini dengede sürdürmek suretiyle girişimcilik kabiliyetini arttırmalıdır. Doğal kaynak bakımından hiç zengin olmayan ve elverişsiz iki ülkeden İngiltere ve Japonya siyasi ve teknolojik ekol durumunda dırlar. Artık insan kaynakları diye bir potansiyelin varlığı göz ardı edilmemelidir. Dünya'nın her yerinde bulunan insanı ve gelişen ekonomisiyle Türkiye önemli bir potansiyel taşımaktadır. Artık Ar ge ve mühendislik çalışmaları için teşvik edici adımlar daha büyük atılmalıdır. Türkiye bir anda her bakımdan en üst kapasiteli teçhizatı ve istihbaratı üretemeyebilir fakat kapasitesini arttırması ilgi çekici bir figür haline gelmesini kolaylaştıracak ve yakın coğrafyalardaki ülkelerden daha yoğun işbirliği teklifi alacaktır.

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2016/12/turk-guvenlik-konseptine-elestirel-bir.html


..