KONSEPTİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KONSEPTİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Aralık 2016 Çarşamba

TÜRK GÜVENLİK KONSEPTİNE ELEŞTİREL BİR BAKIŞ: NATO MU? ŞANGHAY MI?



TÜRK GÜVENLİK KONSEPTİNE ELEŞTİREL BİR BAKIŞ: NATO MU? ŞANGHAY MI?


ONUR DİKMECİ

     Nato ve Şanghay'ın varlık sebeplerini anlayabilmek , Türkiye'nin Nato'ya dahiliyeti, beklentileri ve varmak istediği yeri irdeleyebilmek için için o devirlerin siyasi gruplaşmaları, ideolojik akımları yani hakim politik ve sosyolojik siyasal konjontorel durumlarını tahlil etmek gerekir. Türkiye, Nato'ya neden ihtiyaç duydu? Nato neden kuruldu? Dünya'da antikomünizmin  üç evresi vardı. Bunlardan birincisi Ekim 1917 Devrimine tepki ile başlayan evre, ikincisi Hitler ve Mussoloni'nin hüküm sürdüğü baskıcı, otoriter, faşist ve nazist dönemdeki özgürlükleri kısıtlayıcı dönem üçüncüsü ise İkinci Dünya Savaşının noktalanması sonucunda başlayan ve Soğuk Savaş olarak adlandırılan dönemdir.İlkinde Rus Devrimi ve iç savaşına İtilaf Devletleri de doğrudan müdahalede bulunmuş ve devrim karşıtı tutum izlemişlerdir. Bunun sebepleri arasında Çarlığı savaşta tutmak ve Almanya'yı zorlamanın yanında Kafkasya'da ki zengin petrol yataklarının varlığı gösterilmektedir. Çünkü Rus Devrimi ile hemen petrol millileştirilmiş ve yabancı petrol şirketlerinin imtiyazları ise kaldırılmıştır. Antikmonizmin ikinci evresinde devleti kutsayan ve siyasi mekanizmanın herşeyi telakki eden faşizm ve soy üstünlüğüne dayanan nasyonal sosyalist sistemler bazı etnik gruplar ve özellikle komünizmi tehdit olarak algılamış ve sert tedbirler uygulamışlardır. Çünkü fabrikalaşma oranı yüksek bu ülkelerde işçi sayısıda artış göstermiş Sovyetlerin etkisi işçiler üzerinde sendikalaşma, grev, iş bırakma gibi neticeleri doğurduğundan yönetimler ile yıldızları barışmamıştır. Antikomünist üçüncü evre ise İkinci Dünya Savaşı bitimine denk düşmektedir.   1946 yılında Churchill'in "Avrupa'ya demir perde indi" beyanatı belkide bu Soğuk Savaşın başlangıcıydı. Bunu destekler nitelikte 1947'de Amerikan dış politikası adeta komünizme savaş açtı ve Türkiye ile Yunanistan'a maddi yardım içeren Truman Doktrini ilan edildi. Versailles düzeninden yana Abd ile bu düzene karşı olan Sovyetler Birliği arasındaki ayrılığın ilk ciddi göstergesi Truman Doktriniydi. 1948 yılında Abd Dışişleri Bakanı George Marshal Avrupa'nın ekonomik kalkınmasıyla alakalı bir plan tasarladı. Bu plan dört yılı kapsamak suretiyle Avrupa'nın bir nevi yeniden inşaası demekti. Sovyetler Birliği, Marshall Planı'nı Truman Doktrini'nin pratikte uygulanması olarak tanımladığından buna açıkça cephe aldı, Doğu Avrupa ülkelerinin katılmaması için baskıda bulunarak Dünya'daki gruplaşmanın keskinleştiğinin sinyallerini vermiş oldu. Şubat 1948 Prag darbesi neticesinde Çekoslovakya Sovyet nüfuzu altına girdi. Buna Batı'nın tepkisi gecikmedi ve Belçika, Fransa, Lüksemburg, Hollanda, İngiltere; Brüksel Antlaşmasını imzaladılar. Bu antlaşma bir nevi Nato'nun çekirdeği hüviyetindedir. Antlaşma'nın 4. Maddesi Antlaşmaya taraf devletlerden birinin saldırıya uğraması durumunda antlaşmaya imza atmış diğer devletlerin yardım edeceği hükmünü içerir ki bir müddet sonra hayata geçecek olan Nato'nun meşhur 5. Maddeside bu tip bir içeriktedir. Nitekim 4 Nisan 1949'da Kuzey Atlantik Antlaşması imzalanarak Nato hayata geçirilmişti. Sovyetler Birliği ise 1955 tarihinde Nato'nun bir nevi Doğu Kanadı karşılığı olan Varşova Paktını ilan ettiğinde Dünyada'ki gruplaşmanın daha keskin ve sancılı olacağı düşünülüyordu. Fakat bu Paktın asıl işlevinin Nato'ya tam manasıyla bir rakip yaratmak olmadığı uygulamalarından anlaşıldı. Zira Tito'nun Yugoslavya'ya kazandırdığı Milliyetçi duruş Sovyetler nezdinde bir tehdit olarak görülmüş ve deyim yerindeyse bu tip ''asilerin'' yeniden türememesi için Sovyetler Birliği'nin bölgedeki istikrarı ve denetimi Varşova Paktı ile sağlanacak ve Macar ve Çek ayaklanmalarının kontrol edilmesinde kullanılacaktı. 1989'dan itibaren önemini neredeyse tamamen kaybeden pakt 1 Nisan 1991'de ise resmi olarak dağılmış oldu .
  Türkiye'de ise Rus karşıtlığı yani daha bilindik tabirle anti moskofçuluk Osmanlı Devleti zamanından Cumhuriyet dönemine intikal etmiş zihinsel ve algısal bir mirastır. Özellikle 1877-1878 daha popüler adıyla 93 Harbi neticesinde yaşanan Rus yenilgisi ve Rusların yeşilköy önlerine kadar ilerleyiş göstermeleri devrin edebi ve siyasi yayınlarınada intikal etmiş 93 Harbi açlığın ve sefaletin hudutsuz yaşandığı bir felaket olarak hatırlanacakken bütün bunlara sebep Rusya ise korkunç bir canavara dönüşecektir. Aslında bu psikoloji o dönem için çok normaldir fakat özellikle Ekim 1917 Sovyet Devrimi sonrasında Türk Kurtuluş Savaşınında başlamasıyla ortaya çıkan yakınlaşma sonrasında duruldu 1945'te Sovyetler Birliği'nin Türkiye'den toprak talebi neticesinde anti moskofçuluk yeniden yapılandırıldı ve bu sefer anti moskof devrinde hakim şartlarına göre anti komünist olarak tanımlanmaya başladı.   Batılılaşma kavramını yanlış anlayan, Komünizm Sosyalizm gibi kavramları ise yeterli entelektüel birikimi müsait sayıda bulunmayan politik ve siyaset bilimci figürlere sahip olması sebebiyle tamamiyle sığ ve basit bir tanım üzerinden yalnızca dinsizlik, milliyetsizlik ve bilumum olumsuzluk olarak algılayan ülke olarak Türkiye kendisini Batı bloğuna ait gördü ve doğal olarak Batı nezdinde oluşturulacak paktlara taraftarlığı söz konusuydu. Tabi bunun çok partili hayata geçilme isteğiylede bağı olabilir. Çünkü Türkiye'de artık iptidaide olsa kapitalist sınıf oluşmuş, Tek Partinin bazı yöneticilerinin ve bürokratlarının keyfi uygulamaları neticesinde kitlelerde yılgınlık, farklı arayış ve istekler ile çok partili hayatın ancak Batı demokrasileri örnek alınarak uygulanabileceği algısı yerleşmiş önce Türk Lirası devüle edilmiş hemen sonra Uluslararası Para Fonu/IMF'ye dahil olunmuş yani Batı ile angaje bir siyasi seyir izleneceğine artık karar verilmiştir. Ağır bir cihan harbi ve Kurtuluş Savaşı geçiren genç Türkiye'nin ordusu son derece vatansever ve disiplinli olmasına rağmen teçhizat bakımından oldukça yetersizdi. Batı ile ittifak ve Batı paktına kabul edilebilme neticesi bu eksikliğinde tamamlanmasında yardımcı olacaktı.
Bu gelişmeler yaşanırken Batı, Türkiye'yi askeri pakta dahil etmekte pek istekli değildi . Türkiye için düşünülen başta küçük katılımlı bölgesel bir pakttı. Paktın komuta kademesi yabancı komutan ve nezaretindeki ekipte bulunacaktı. Daha sonra bir Akdeniz birlikteliğide gündeme getirilmiş 1940'ların sonuna doğru coğrafi konumu sebebiyle özellikle istihbari konuda Sovyetlerden temin edilecek istihbaratın üçte birinin Türkiye'ce karşılanabileceği ihtimali Nato'nun ilgisini çekmiştir. Kore savaşına Bakanlar Kurulunun bile tamamının malumatı bulunmadığı halde asker göndererek aktif katılım sağlandı ve böylelikle istekli ve sadık bir müttefik profili gayet başarılı çizildi. 1952'de Nato'ya resmi dahiliyet zamanla Türk Askeri Talimnamelerinin bile Abd'den tercümesi ve kontrolü çokta mümkün olmayan yabancı üsler meselesini doğurdu. Küçük bir örnek vermek gerekirse talimnamelerde bahsedilen Hava İndirme Tümeni ve Zırhlı Tümen o zamanlarda Türk Ordusu sistemi içerisinde bulunmamaktaydı. Yani talimnameler Türk Ordu sistemi göz önünde bulundurmadan yalnızca tercüme edilerek kazandırılmıştı. Askeri yardımlar ve modernizasyon için Türkiye'ye gelen Abd'li askeri personel sayısı ise yalnızca birkaç yılda 459'u buldu. Tabi bu gelişmeler bazı kesimler tarafından zaruri hatta mecburi telakki ediliyordu. Çünkü Türkiye Sovyetler Birliği'ne konum olarak çok yakındı Sovyetlerin kalabalık ve ileri teçhizatlı ordusu ile başa çıkabilmek veya hiç değilse direniş gösterebilmek için Amerikan yardımları ve yol göstericiliği doğrultusunda askeri modernizasyon gerekliydi. Meselenin ideolojik boyutuncada farklı dinden olmasına rağmen Abd Tanrı tanımaz bir ülke değildi ve bu durum Türkiye ile benzer bir özellik demekti.
Bazı kesimlere göre ise Abd Türkiye'yi kendi küçük uydusu haline getiriyordu. Türkiye'nin bağımsızlığı muazzam derecede zedelenmiş olmakla birlikte ilişkiler gözden geçirilmeli hatta Türkiye Nato üyeliğini sonlandırmalıydı. Bütün bu tartışmalar yaşanırken 1960 yılından itibaren bütün askeri darbeler, kalkışmalar ve provokatif eylemler öncelikle sol günümüzde ise çoğu cenah tarafından Nato'nun icadı kabul edildi ve Nato üyeliği en şiddetli biçimde günümüzde muhafazakar milliyetçi gruplarcada sorgulanmaya başlandı. Şanghay dahiliyet ihtimali gündeme getirildi ve son günlerde de sıkça tartışılır oldu. Şanghay Nato'ya karşı bir alternatif olabilir mi ? 

Şanghay cephesi Türkiye'nin birliğe tam manasıyla kabulünün Nato üyeliğini sonlandırılmasıyla mümkün olabileceği görüşündeler.  Nato'dan ayrılmak bağımsızlık kabul ediliyorsa Şanghay'ın Türkiye'nin pakt tercihi ile alakalı müstakil kararı ve bu karar hakkında Şanghay'ca bir hüküm belirlenmesi yine Türkiye'nin bağımsızlığını zedelemek manasına gelebilir. Evet, bir birliğin birtakım istekleri ve istekleri neticesinde üye kabulü söz konusu olabilir fakat Türkiye'nin bir askeri pakt ile alakalı tercihinede engel olunması Türkiye'nin dış politika tercihine belli oranda etki etmektir. Türkiye tam manasıyla Nato üyeliğini sonlandırsa ve Şanghay birliğinin resmi üyesi olsa muhtemelen bu seferde Türkiye'de açılmaya başlayan Şanghay üsleri ve Türk Genelkurmay'ı üzerindeki Şanghay'lı subayların denetimi tesis edilecektir. Bu tarihten sonrada herhangi bir askeri kalkışma, darbe veya provokatif eylemler artık Şanghay mamulü olarak kabul edilir. 

Türkiye'nin Uluslararası Pakt tercihi son derece rasyonel olmak zorundadır. Nato Soğuk Savaş döneminde ortaya çıkmıştır fakat Sovyetler Bitliğinin dağılmasından sonra 1991 Roma zirvesiyle kurumsal yapılandırmasını yeniden gözden geçirmiştir. Günümüze değin yalnızca askeri değil siyasi ve ekonomik komiteleride bünyesinde barındıran Nato artık kadın çocuk hakları, enerji güvenliği ve paramiliter gruplar gibi sorunlarada eğilmektedir. 2002 Prag zirvesi Nato'ya üye olmayan üyelerle daha küresel alanlarda görev tasarlanmasına ekonomik ve siyasi araçların kullanımında yüksek bir varlık görsterilmesinin yakalanmasına imza atılırken, 2012 Chicago zirvesinde değinilen konular arasında kadına şiddet ve çocukların korunması gibi siyasi dialoğa önem verilen başlıkların bulunması bakımından dikkat çekicidir. Nato'nun tarihsel gelişimi içerisinde yer alan;  Barış İçin Ortaklık, Akdeniz Diyaloğu, İstanbul İşbirliği Girişimi gibi projelerle üyeleri dışında Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle gerçektende etkin ilişkileri kurmayı bilmiştir. Gözden kaçan başka bir hususta  Batı Ukrayna'da kısa süre evvel gerçekleştirilen anayasa değişikliğidir. Bu değişiklikle askeri paktlara üye olmama maddesini kaldıran Batı Ukrayna bir anlamda aktif tarafsızlığını rafa kaldırmış olurken ilerisi için Nato üyeliğine göz kırpmıştır. Batı Ukrayna akabinde Nato, Gürcistan ve Azerbaycan'ı da şemsiyesi altında toplayarak varlığını ve etkisini artırarak devam ettirmek istemektedir. 

Şanghay ise istikbal vaad eden ülkelerin oluşturduğu genç bir birliktir. 1996 yılında Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan tarafından komşu devletler arasında ortaya çıkması muhtemel sınır sorunlarını ve daha ziyade içeriye dönük güvenlik kaygılarını asgari düzeye indirgeyebilmek için hayata geçirilmiştir. Kısa sürede üye sayısı ve faaliyetlerini arttırmış; Özbekistan'ın üyeliği akabinde Pakistan, Hindistan, Moğolistan, İran ve Afganistan gözlemci statüsü ile birlikte yer almıştır. Singapur ve Beyaz Rusya'nın da örgütün ilk dialog ortakları olarak kabul edilmelerinden sonra 2001'den itibaren Dışişleri, Savunma, Ulaştırma Bakanlıkları arasında düzenli toplantı mekanizmalarının kurulduğu bir yapı haline gelerek verimliliğini arttırmıştır. Ağırlıklı olarak bölgesel iç güvenlik kaygıları neticesinde hayata geçen birliğin seyri uluslararası alanda yükselen etkinliği ile çok boyutlu minvale evrilmiştir. Birleşmiş Milletler'de 2004 yılında gözlemci statüsü elde edilmiş, 2010 yılında BM işbirliği antlaşması imzalanmış; ASEAN ve Kollektif Güvenlik Anlaşması örgütü ile karşılıklı mutabakat anlaşmaları imzalanmıştır. Öte yandan diplomasi, ekonomi ve kültür alanında işbirliğinide hedefleyen Şanghay'ın bu misyonu Abd'nin Asya ve Uzak Doğu çıkarlarını sınırlamaya başlamış ve Yeni Bir Varşova Paktı doğdu teorileri oluşturulmuştur. Bu teori tartışıladursun 2005 zirvesiyle Abd'nin Orta Asya'dan çekilme talebinin gündeme getirilmesi, 2007 Bişkek zirvesiyle tek kutuplu dünyanın kabul edilemeyeceğinin ilan edilmesi bu yapının gerçektende gittikçe Anti Abd, Anti Nato mizacına büründüğünüde göstermektedir.  

Burada ek bir bilgi vermek yerinde olacaktır. 2002 yılında bölge üyelerinden Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Rusya, Belarus ve Ermenistan'ın oluşturduğu Kollketif Güvenlik Örgütü'nden bahsetmemiz gerekiyor. KGÖ'nün Şanghay ile oluşturduğu karşılıklı etkileşim dikkat çekicidir. KGÖ ayrıca Nato benzeri bir Acil Müdahale Gücünü oluşturarak Orta Asya'nın asli Nato'su hüviyetine belkide Şanghay'dan daha yakındır. Çünkü KGÖ daha ziyade çok yönlü güvenlik örgütüne doğru gelişim göstermiştir. Şanghay güvenlik gerekçeleriyle hayatada geçirilse hiçbir belgesinde askeri bir yapı olarak tanımlanmaz. KGÖ'ye üye ülkeler Rus silahlarını iç pazar fiyatından satın alabilmekte fakat başka ülkelere ihraç edememektedirler. Bu durum örneğin geçmiş yıllarda Türkiye'ye verilen Nato silahlarının Nato onayı olmadan herhangi bir tasavvurda bulunamaması durumuna çok benzemektedir. Bu gerekçeyle Türkiye silah sanayi bir anlamda nasıl Nato'ya entegre olduysa, KGÖ'nün bu sistemide üye devletlerin silahlı kuvvetleri üzerinde Rus Genelkurmayı'nın denetimini doğurmaktadır. Ezcümle gelişen KGÖ ve Şanghay bazı hususlarda ortak güvenlik kaygıları taşıyan eşgüdüm içerisinde çalışan yapılardır. Her ne kadar Şanghay'ın gerçekleştirdiği 10.000 askerlik tatbikatların varlığı gerçekte olsa bunlar ağırlıklı olarak anti terör operasyonları olarak izah edilmekte ve KGÖ, Nato'ya daha benzer olarak tanımlanmaktadır. 

Şanghay üyeleri yükselen ekonomik trendlerinin yanında zengin kaynakları bakımından önemlidir ve bu üyelerin coğrafyası Türkiye'nin yakinen ilgilendiği kültürel havzası içerisindedir.
Türkiye'nin pakt tercihi tek yönlü olarak ele alınmamalıdır. Bugüne değin askeri darbe ve kalkışmalarla paramiliter eylemlerin desteklenmesinde Nato'nun payı olduğu açıktır. Ancak siyasi ve askeri etkinliğini arttırdığı gibi Nato üyeliği Avrupa ülkeleriyle ilişkilerinde bir başka ayağını oluşturmaktadır. Şanghay ise genç bir birlik olmakla birlikte dünya nüfusunun 1/3'ünü barındıran ülkeleri çatısı altında toplaması, üyelerinin çoğunda nükleer konvansiyonel silahlar bulunması, üyelerinin büyük güç olabilme arzuları, zengin girişimcilik ve doğal kaynaklara sahip olmaları bakımından göze çarpan ve kayda değer özellikler taşıyan birlikteliktir. Fakat Abd destekli Asya kıtasınıda kapsayan devrimler ve 11 Eylül 2001 saldırıları neticesinde özellikle Afganistan'a düzenlenen operasyon ile örgüt Nato dengeleyicisi bir konumda bulunamamıştır. Nato'nun siyasi olarak genişlemesi hatta Abd Japonya Avustralya birlikteliğinin Küçük Nato olarak değerlendirildiği sistemde, Şanghay etkinliğini arttıran dinamik bir yapı haline gelsede bölge sınırlarını aşamamıştır. Ayrıca Türkiye'nin özellikle Orta Asya ülkeleriyle siyasi temasında önemli birer kart olan Türklük ve İslamiyet algısı bir bakıma Şanghay üyelerinden Çin ve Rusya için tehdit içerebilecek stratejilerdir. Çünkü iki ülkeninde bölgenin islamizasyonu, islamı radikallik veya ılımli islam ile Türk Milliyetçiliği hususlarında geçmişte gerçekleştirmiş oldukları fiili engeller vs müdahaleler bulunmaktadır..

Coğrafi ve kültürel olarak Türkiye'yi yalnızca Batı, Doğu veya Asyalı olarak nitelemek eksik olacaktır. Türkiye hepsinin bir bileşimidir ve Nato ile Şanghay'ın birbirine alternatif düşünülmesi ve değerlendirilmesi güvenlik paradigmaları açısından yeterli olmayacaktır. Türkiye Nato üyeliğini devam ettirmeli fakat Şanghay ilede temas kurmalı daimi üyelik için ağır yaptırımlar belirlenmesi durumunda öncelikle hedef olarak gözlemci üyelik gibi bir statü belirlenmelidir.  Türkiye'nin ordu ve güvenlik yapısı bilgisiz veya artniyetli askeri ve sivil danışmanlar sebebiyle eksik konumlanmıştır. Bu da bir pakt olmadan güvenlik öncelikleri belirleyememe gibi bir hastalığı meydana getirmiştir. Bünyedeki bu hastalık için doğru bir tedavi süreci izlenmelidir. Hava ve Deniz gücünün etkinliğinin arttırılması dışında ordu modernizasyonı sağlanmalıdır. Şu da unutulmamalıdırki özellikle güvenlik bakımından bağımsız veya yeterince güçlenmiş bir Türkiye Nato ve Şanghay için aynı zamanlı tehdit içerebilecektir. Örneğin Türkiye'nin Karadeniz'de etkin olması öncelikle Rusya, Akdeniz'de etkin olması öncelikle Abd için tehlike arz edeceğinden Abd ve Rusya için öncelikli tehdit Türkiye'nin askeri deniz gücü olarak belirlenecektir. Günümüzde Suriye ve İran nükleer meselelerinde bazı maddelerde anlaşmaya varan Abd ve Rusya olduğuna göre ortak çıkarları tehdit altına girdiğinde yine Türkiye'nin dinamik güvenlik konseptini tasfiye maksatlı bir işbirliği gerçekleştirme leri çok olasıdır. 

   Türkiye ilişkilerini dengede sürdürmek suretiyle girişimcilik kabiliyetini arttırmalıdır. Doğal kaynak bakımından hiç zengin olmayan ve elverişsiz iki ülkeden İngiltere ve Japonya siyasi ve teknolojik ekol durumunda dırlar. Artık insan kaynakları diye bir potansiyelin varlığı göz ardı edilmemelidir. Dünya'nın her yerinde bulunan insanı ve gelişen ekonomisiyle Türkiye önemli bir potansiyel taşımaktadır. Artık Ar ge ve mühendislik çalışmaları için teşvik edici adımlar daha büyük atılmalıdır. Türkiye bir anda her bakımdan en üst kapasiteli teçhizatı ve istihbaratı üretemeyebilir fakat kapasitesini arttırması ilgi çekici bir figür haline gelmesini kolaylaştıracak ve yakın coğrafyalardaki ülkelerden daha yoğun işbirliği teklifi alacaktır.

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2016/12/turk-guvenlik-konseptine-elestirel-bir.html


..