Meral Akşener etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Meral Akşener etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mart 2021 Pazartesi

Akşener : " FETÖ Kazanına Atarak Bahçeliye Vefa Borcunu Ödemek İstiyorlar"

 Akşener : " FETÖ Kazanına Atarak Bahçeliye Vefa Borcunu Ödemek İstiyorlar"


Fatma Sibel Yüksek - Açık İstihbarat
www.acikistihbarat.com
22.09.2016



MHP içindeki muhalefet hareketinin AKP-Devlet Bahçeli işbirliği ile akamete uğratılmasından sonra merkez medya, hareketin önde gelen ismi Meral Akşener'e yönelik tavrını aniden değiştirdi. Parti tabanından aldığı rüzgârla Devlet Bahçeli'nin koltuğunu sallamaya başlayan Akşener, neredeyse her  akşam yer bulduğu ekranlardan bir anda indirildi. Yazılı basında "Topuklu Efe'nin ayak sesleri" diye yazılar yazanlar, çark edip "Yanlış duymuşuz, ayak sesi filan yokmuş" şeklinde yazılar yazmaya başladı.
MHP muhalefetinin (şimdilik) söndürülmesinde, hukuk ve siyasi etik dışı yöntemlerden çok, kuşkusuz 15 Temmuz darbe girişimi sayesinde egemen kılınan siyasi iklim etkili oldu. Kanun hükmünde kararnamelerle yönetilmeye başlanan Türkiye'de, bir siyasi partinin iç demokrasi sorunu belirsizliğe sürüklendi. Sorunun  yargı tarafında çözülme ihtimali ortadan kaldirıldı.
Dolayısıyla Meral Akşener de "reyting değerini" kaybetmiş oldu.
Böyle bir ortamda, geçtiğimiz günlerde Meral Akşener cephesinde ilginç bir olay yaşandı.
Beştepe kaynaklı olduğu anlaşılan haberlere göre Akşener, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'dan görüşme talebinde bulunmuş, ancak reddedilmişti. Görüşme isteğinin "amacı" konusunda yorumlar muhtelifti.
Meral Akşener'i Ankara'da gazetecilik yaptığım yıllardan beri tanırım. Siyasi konularda görüşlerine yüzde yüz desteklemesem de karakterini sağlam bulurum. Siyasetin hiç de  alışık olmadığı kadar net, açık ve cesurdur.
Milli kimliği konusunda kafamda hiç bir soru işareti olmadığı gibi "FETÖ'cülük" suçlamasının da büyük bir iftira olduğunu biliyorum.
Ancak Akşener'in Tayyip Erdoğan'dan görüşme talep etmesini doğru bulmadım. Reddedilmiş olmak ise ayrı bir rencide edici sonuçtu. Yılardır belli bir medya kuruluşunun çatısı altında olmadığım için bu konuya ilişkin görüşlerimi sosyal medyada yansıttım.
Eğer konu FETÖ operasyonları ise, ne Cumhurbaşkanlığının başvurulacak makam, ne de Recep Tayyip Erdoğan'ın "adaletine sığınılacak kişi" olduğunu belirttim.
Meral Akşener ile dün görüşme imkanımız oldu.

Konuya şöyle açıklık getirdi Sayın Akşener:

Tayyip Erdoğan'dan görüşme talep ettiği doğruydu. Özel kalem yetkilileri kendisine, talebini yazılı olarak iletmesi gerektiği bildirmiş, Akşener de bunun üzerine görüşme talebini faksla yinelemişti.
Sayın Akşener'in verdiği bilgiye göre, faksın ulaşmasından sonra kendisini Tayyip Erdoğan'ın özel kalem müdürü Hasan Doğan aradı ve görüşme talebinin "konusunun" ne olduğunu sordu.
İşte Meral Akşener ile ilgilenen kamuoyunun bilmek istediği de buydu.
Akşener, Tayyip Erdoğan ile neden görüşmek istemişti? 
Daha doğrusu, neden görüşmek isteyebilirdi?
Ben de bu soruyu yönelttim ve şu cevabı aldım:
Meral Akşener'in kampanyasında çalışmış bazı MHP'liler ve kendisini destekleyen gazeteciler "FETÖ mensubu olmak ve MHP'ye sızmak" suçlamasıyla gözaltına alınmıştı. Akşener bu isimleri çok yakından tanıyordu ve FETÖ ile ilgilerinin olmadığına kefildi.
Ve şunu söylemek istemişti Erdoğan'a:
"Masum insanlarla uğraşmayı bırakın, alacaksanız beni alın"
Peki  bu mesajın verileceği adres olarak Cumhurbaşkanlığı makamı doğru bir adres miydi?
Evet, Akşener  siyaseten doğru adres olduğuna inanıyordu- ki Tayyip Erdoğan'ın FETÖ ile mücadele konusunda BM kürsüsünden tüm dünyaya uyarı yapması da göz önüne alınırsa-buna itiraz etmek zorlaşıyordu.

Akşener, "Alacaksanız beni alın" mesajını Erdoğan'ın özel kalem müdürü Hasan Doğan'a tam bu ifadelerle aktardı. Doğan, konuyu Cumhurbaşkanı'na ileteceğini söyledi, ancak Meral Akşener'e Beştepe'den tekrar dönüş olmadı.

Peki Meral Akşener, içinde Cumhurbaşkanının da bulunduğu bir kesimin neden kendisi etrafında bir "FETÖ kazanı" kaynatmaya çalıştığını düşünüyordu?
Çünkü, parti içi muhalefete büyük bir savaş açan ve bu konuda Tayyip  Erdoğan'dan önemli destekler sağlamış olan Devlet Bahçeli'nin böyle bir beklentisi vardı ve Cumhurbaşkanı'nın  da kendisine koalisyon hükümetinin engellenmesi konusunda önemli bir destek veren Bahçeli'ye bir vefa borcu ödemesi gerekiyordu.
Meral Akşener kendisini bu "borcun" en önemli öznesi olarak görüyordu. Başka türlü olamazdı.
Sosyal medya ve Açık İstihbrat'taki takipçilerimize  bu açıklamayı yapan Sayın Akşener'e teşekkür ediyoruz.
Bu görüşme gerçekleşmişken, MHP muhalefetinin bundan sonra nasıl bir rota izleyeceğini de sorduk.
Akşener, Erdoğan-Bahçeli ittifakının, hukuk ve etik dışı yollarla MHP muhalefetini  şu aşamada duraksattığını kabul ediyor. Ancak iradesinin gayrı meşru biçimde engellendiğini gören MHP tabanının, daha da bilendiğini düşünüyor.

"Ben olurum veya başkası olur ama bu mücadele tamamlanacak" diyor Akşener.

MHP dışında bir parti kurmayı ise "Asla ve asla" düşünmediğini söylüyor.

***


25 Mart 2020 Çarşamba

Ali Türkşen, PERİNÇEK AKP YE OY VERECEK

Ali Türkşen, PERİNÇEK AKP YE OY VERECEK


Ali Türkşen'den Perinçek'e: Vatan Partisi'ne katılsaydım iyi Subaydım! 

   Meral Akşener'in kurduğu İYİ Parti'nin kurucu üyeleri arasında yer alan Balyoz kumpası mağduru emekli Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen, Kendisi hakkında “ Kötü Subay” diyen Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’e çok sert tepki gösterdi. 

28 Ekim 2017 Cumartesi 17:23 Konuşmasında Ergenekon ve Balyoz davası sürecinde kendilerine verdiği destekten dolayı Perinçek’e teşekkür eden Türkşen, “ Ceza evinden çıktıktan sonra yollarımız ayrılmaya başladı. Doğu Perinçek’in sözleri bunun ifadesidir. 

Bir zamanlar beni kahraman olarak ilan eden Vatan Partililer, benim İYİ Parti’ye girmem ile birlikte ‘Bir vatan kahramanı nasıl vatan hainine dönüşür, biz sizin için boşuna mı Silivri kapılarında bekledik’ sözleriyle bana tepki gösteriyorlar. 

   Doğu Perinçek’in gözünde ben Vatan Partisi’ne katılsaydım iyi subaydım” dedi. “PERİNÇEK AKP’YE OY VERECEK” Türkşen konuşmasının devamında Perinçek’in AKP -Vatan Partisi yakınlaşmasını eleştirerek şu sözleri söyledi: “ Zannediyorum bu seçimlerde dünya siyasi tarihinde bir ilke şahit olacağız. 

    Doğu Bey kendi kurduğu partiye değil, AKP’ye oy atacak. 
Artık konuşmalarından bunu algılıyorum. Kendisinin karşısında olan herkesi 
düşman ilan etti. Doğu Bey ve bir kısım Vatan Partililer kendilerini AKP’nin basın ve halkla ilişkiler grubu olarak görüyorlar” dedi.

Yurt Gazetesi
https://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/ali-turksen-den-perincek-e-vatan-partisi-ne-katilsaydim-h56141.html

Yurt Gazetesi.,

http://www.sanalbasin.com/ali-turksen39den-perincek39e-vatan-partisi39ne-katilsaydim-iyi-subaydim-21909708/

***

25 Kasım 2017 Cumartesi

NATO Üyeliğini Savunmak Vatan Hainliği midir?.

NATO Üyeliğini Savunmak Vatan Hainliği midir?..


Ahmet TAKAN

​Güncel tartışma olduğu için ve ayaklarımızın yere basması ve  gerçekleri tekrar hatırlamamız  ve hayalci olmamamız için konuya giriyorum. Ve de, dertleri asla NATO'dan çıkmak veya çıkmamak olmayan kirli güç odaklarının bazı hayalci çevreleri de alet ederek kurdukları tezgahları, Türkiye'yi sokmak istedikleri yeni bataklıklara dikkat çekmek için  bu satırları yazıyorum. İYİ Parti'yi ve programını savunmak  ve ona  "NATO" başlığı üzerinden gelen  saldırılara yanıt vermek gibi bir gayem yok. Asla  ve kata olmadı, olmayacak da... Zaten, bu satırların yazarının tek işinin objektif gazetecilik olduğunu da en iyi takip edenleri bilir. Yazı arşivimizde bazı NATO üyelerinin terör örgütü PKK'ya yaptığı yardımları deşifre eden ve en sert eleştirileri yapan ifadeler duruyor. Onlara sadığım...Bir milim de geri adım atmam!..
Durum tespiti yapalım:

İYİ Parti lideri Meral Akşener, "Hangi partinin programında NATO'dan çıkmak var?" dedi. Genel Başkan Yardımcısı Ümit Özdağ da herkesin anlayacağı dilden eleştirilere net  cevap verdi ve parti programındaki ifadeleri tekrarladı. Şöyle:

"Türkiye'nin NATO şemsiyesinde olması milli politikalar ve stratejiler uygulamasına engel olmadığı gibi, İttifak üyeliğimiz diğer ittifak ve mekanizmalardaki ülkelerle kendi milli çıkar ve ulusal güvenliğimizin gereği olarak kurulacak ilişkilere ve işbirliği çabalarına da aykırı değildir."

NATO bünyesinde önemli görevler yapmış eski Milli Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım'a görüşlerini sordum. Yalım, İYİ  Parti'nin programını kendi bakış açısından değerlendirdi. "NATO" başlığına yapılan eleştirilerin  "mesnetsiz ve tamamen duygusal olduğu"nu söyledi. Ümit Yalım, "NATO'nun 29 üyesi olup kararlar oy birliği ile alınır. Yani Türkiye dâhil, NATO üyesi her ülkenin alınacak kararları veto etme hakkı vardır. Türkiye bu hakkından neden vazgeçsin? Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ndeki 5 daimi üye ülkenin de veto hakkı var. BM daimi üyeliğinden vazgeçen ülke var mı? NATO'dan vazgeçmek veto hakkını kullanmaktan vazgeçmek demektir" diye önemli bir saptama yaptı. Yalım'ın şu hatırlatmalarına da çok dikkat edelim:

Tarihten örnekler

"Yunanistan'ın NATO'nun askerine kanadına dönmesinde Kenan Evren veto hakkını kullanmamıştır. Peygamber efendimize hakaretler içeren karikatürlerin yayınlandığı Danimarka'nın Başbakanı Rasmussen için AKP Hükümeti veto hakkını kullanmamış ve Rasmussen, Erdoğan ve AKP Hükümetinin desteği ile Nisan 2009'da NATO Genel Sekreterliği'ne seçilmiştir. Fransa Devlet Başkanı Sarkozy'nin, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkmasına ve Türkiye'ye İmtiyazlı Ortaklık önermesine rağmen AKP Hükümeti veto hakkını kullanmamış ve Fransa, Erdoğan ve AKP Hükümetinin desteği ile Nisan 2009'da NATO'nun askeri kanadına dönmüştür. Milletimizi van minut masallarıyla uyutmaya çalışan Erdoğan ve AKP Hükümeti veto hakkını kullanmamış ve Mayıs 2016'da İsrail'in NATO'da temsilcilik açması sağlanmıştır.

Türkiye'nin NATO'dan çıkmasını isteyenlerin, Evren ve Erdoğan'ın veto hakkını kullanmamasını eleştirmediği görülmektedir. ABD ve İsrail'in vesayeti altında olan ve milli olmayan hükümetler veto hakkını kullanmamıştır.Ancak Türkiye'nin veto hakkı şemsiyesi altında cereyan eden olumlu örneklerde vardır. Örneğin,Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin NATO Akdeniz Diyaloğu'na üyelik çabası,SHAPE Karargahı / Belçika-Mons'ta 2002 yılında yapılan alt komite toplantılarında engellenmiştir. (Bu olay Yalım'ın  NATO görevi sırasında gerçekleşmiştir-aht-) İYİ Parti'nin iktidara gelmesi halinde veto hakkını kullanacağı beklenmektedir.

Sovyetler Birliği dağılmıştır ancak Rus tehdidi sona ermemiştir. Rusya Federasyonu'nun, NATO üyesi olmayan Gürcistan'a 2008'de savaş açtığı ve NATO üyesi olmayan Ukrayna'ya ait Kırım bölgesini 2014'de ilhak ettiği unutulmamalıdır. RF'nin elinde nükleer silah vardır. Ancak, Türkiye'de nükleer silah yoktur. Türkiye'nin NATO üyeliği, nükleer saldırılara karşı caydırıcılık ve koruma sağlamaktadır. Türkiye'nin yüksek irtifa hava savunması konusunda NATO'dan destek aldığı da gözden uzak tutulmamalıdır.

Türkiye, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında NATO üyesi olmasaydı, NATO Antlaşması'nın 5. Maddesi Türkiye'ye karşı işletilebilir ve haklı olduğu bir mücadelede haksız konumuna düşürülebilirdi. Ege Denizi'nde Yunan işgali altında olan adalarımız diplomatik yollardan geri alınamazsa askeri müdahale kaçınılmazdır. Böyle bir durumda 5. Madde ile muhatap olmamak için Türkiye'nin NATO üyeliği devam ettirilmelidir.

Rusya dost mu?

Geçtiğimiz günlerde PKK terör örgütü tarafından Şemdinli'deki kontrol noktasına yapılan saldırıda 6 askerimiz ve 2 korucumuz şehit oldu. Teröristlerin saldırıda, ABD tarafından PKK'nın Suriye'deki uzantısı YPG/PYD'ye verilen AT-4 roketatarını kullandığı belirlendi. ABD'nin PKK'ya silah desteği vermesi asla kabul edilemez. ABD'ye en şiddetli şekilde tepki verilmelidir. Ancak PKK terör örgütünün çoğunlukla Rus yapımı Kaloşnikof piyade tüfeği kullandığı ve örgütün 1997'de Rus yapımı SA-7B füzesi ile biri taarruz ve biri genel maksat helikopteri olmak üzere 2 helikopterimizi düşürdüğünü unutmamak gerekir.

Türkiye'nin, NATO'ya girmek için Kore'ye asker gönderdiği ve NATO üyeliği için çok büyük bedel ödediği de unutulmamalıdır. Türkiye'nin NATO şemsiyesinde olması, milli çıkar ve ulusal güvenliğimiz için gereklidir."

Esas sorun, NATO'ya üye olup olmamakta değil milli olup olmamak da!..
-----------
Irak başbakanı İbadi'yi “sen benim muhatabım değilsin, seviyemde değilsin, karatımda değilsin, kalitemde değilsin, haddini bil” diyerek yuhalatan kimdi, “değerli dostum, kardeşim İbadi'yi külliyemizde ağırlamaktan duyduğum memnuniyeti ifade etmek isterim” diyerek alkışlatan kimdi?.


***

31 Ekim 2017 Salı

İYİ PARTİ’NİN KURULUŞU


İYİ PARTİ’NİN KURULUŞU,









Bir milletin siyasi alın yazısında mevki sahibi olabilmek için onun ihtiyacını görebilmek ve onun kudretini takdirde ehliyet sahibi olmak birinci şarttır. 
Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1927)
Siyasi Partiler Demokrasilerin temel direğidir.
PARTİLER BÜTÜN UNSURLARI İLE DEVLETİN YÖNETİMİNE TALİPTİR.
Devlet yönetimi ise çok ciddi, çok karmaşık , üstün bilgi, beceri ve büyük özveri isteyen bir kutsal bir iştir. Gerek muhalefette ve gerekse iktidarda olsun bütün partilerin merkezi ve yerel yönetimlerde önemli işlevleri vardır. Demokrasilerde halkın doğrudan yönetime katılması ancak partiler vasıtası ile olur.
İktidar olmak ne kadar önemli ise, onu denetleyen ve her zaman iktidarın alternatifi olduğunu göstermek durumunda bulunan muhalefet partileri de en az iktidar kadar önemlidir.
Türkiye’nin 87 nci siyasi partisi olarak 25 Ekim 2017’de kuruluşunu ilan eden İYİ PARTİ’nin Türk siyasi yaşamına yeni ve olumlu gelişmeler getireceğine ve 15 yıldır seçim kaybetmeyen Ak Parti için ciddi bir rakip olacağına inanıyorum.
Birçoğunu yakından tanıma fırsatını bulduğum her biri kendi alanlarında isim yapmış uzman kişilerden oluşan Kurucular Kuruluna devletimiz ve milletimizi yönetmek uğruna çıktıkları zorlu ve kutsal yolda üstün başarılar diliyorum.
Tarihi motiflerden esinlenerek kabul ettikleri İYİ ismi ve GÜNEŞ simgesinin etrafında bölünmüş ve parçalanmış Türk milletinin yumruk gibi bir araya gelerek yeniden güçlü bir devlet oluşturmasını umut ediyorum.
Yolları hayırlı ve açık olsun…

***

31 Temmuz 2017 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 49

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 49


GAZETE BAŞLIKLARI DEVAMI


Ek-11: 


Refah Partisi’nin bazı konularda ki görüşleri (türban, kurban derilerinin toplanması, karayolu ile hacca gidilmesi ve Taksim’e cami vb.) Ankara’da siyasetin tansiyonunu yükseltmiştir. 

Ek-12: 



Kamuoyunda “Zinde Güçler” diye ifade edilenler, medyanın desteğini de alarak Refah-Yol koalisyonunu bozmak için harekete geçmiş, DYP’li siyasetçilere 
verilen gözdağının etkisi ile parti içerisinde istifa sesleri yükselmeye başlamış ve partideki çözülmeyi Cumhurbaşkanı Demirel ve ANAP lideri Yılmaz’ın birlikte 
planlayarak hızlandırmaya çalıştıkları bir süreç yaşanmıştır. Hazırlanan senaryoya göre Çiller parti içindeki otoritesini kaybedecek ve 54.Hükümet dağılacaktı. 

Ek-13: 



Ankara’nın Sincan ilçesinde düzenlenen “Kudüs Gecesi” programında yaşanan olaylar ülke gündemini derinden sarsmış, cuntacı güçlerin elini güçlendirmiş 
ve darbeci basın bütün gücüyle koalisyonun dağılacağına dair manşetler atmaya başlamıştı. Tankların Sincan caddelerinden geçişini “ Demokrasiye Balans Ayarı ” olarak tanımlayan dönemin kudretli paşası Org. Çevik Bir, daha sonra laikçi çevrelerin alkış tuttuğu “post modern” darbenin mimarlarından biri olarak döneme damgasını vurmuştur. 

Ek-14: 

Yaşanan bütün bu olaylar ülke gündemini derinden sarsmış olmakla beraber Genelkurmaydan sivil hükümete uyarı çağrıları gelmeye başlamış ve ordu ülkenin içinde bulunduğu durumdan duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir. 

Ek-15: 


28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısında Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın çok önemli bir konuşma yapması bekleniyordu. Artık askeri vesayetin sivil hükümet(ler) üzerindeki etkisi artık apaçık görünür hale gelmişti. 


Ek-16: 



28 Şubat1997 tarihli MGK toplantısı öncesinde darbeci medyanın bilinçli ve planlı şekilde hükümeti baskı altına almaya yönelik manşetleri, üst düzey askeri 
yetkililerin beyanatlarıyla süsleniyordu. Org. Çevik Bir, adeta muhtıra niteliği taşıyan sözleriyle Başbakan Erbakan’ı MGK’da köşeye sıkıştıracaklarının sinyalini 
veriyordu. Atatürkçülük ve laiklik konularında Erbakan’ın kendileri gibi düşünmeyeceğini iyi bilen cuntacılar bir kez daha “laiklik elden gidiyor” yaygarasıyla militan laikçilerin darbe özlemini dindirmeyi istemişlerdi. 

Ek-17: 


Yaşanan bütün bu olumsuz gelişmelerin yanında artık bütün kesimler Cuma günü toplanacak olan 28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısına kilitlenmiş ve 
toplantıda alınacak olan kararları bekler olmuştu. Ağırlıklı olarak “Rejim ve Laiklik” konularının ele alınacağı toplantıda Demirel uyarmış, Erbakan sertleşmiş 
ve Çiller ise koalisyon ortağının dikkatini çeker olmuştu. 

Ek-18: 



 Darbeye hazırlık sürecinde silahsız kuvvetlerin başını çeken dönemin darbeci medyası hükümete karşı geniş bir hoşnutsuzluk durumu varmış gibi davranarak 
işçi ve esnaf kesimini de müdahalenin parçası yapmaya çalışmıştır. 

Ek-19: 



Tarihi MGK toplantısına bir gün kala Cumhurbaşkanı Demirel bir kez daha sahneye çıktı ve askeri çevrelerin hükümeti çekilmeye zorlamasına çanak tutan 
açıklamalarını cuntacı basın manşetlere taşıdı. Bütün bu haberler 28 Şubat 1997 tarihi MGK toplantısından hükümete karşı muhtıra çıkması ihtimalini 
güçlendiriyordu. 

Ek-20: 



Nihayet darbeci medyanın beklediği büyük gün geldi ve 28 Şubat kararlarının alındığı tarihi MGK toplantısı yapıldı. Medya toplantıdan beklentisini çoktan ilan 
etmişti. Generallerin irtica bahanesiyle Başbakan Erbakan’a muhtıra verilmesi sağlanacak ve Cumhurbaşkanı Demirel’in işaretiyle de DYP’nin dağıtılarak ANAP 
lideri Yılmaz’ın önü açılacaktı. Sonuç beklendiği gibi oldu da. 

Ek-21: 


Tarihi MGK Toplantısı sonucu imza gerilimi yaşanmış, Başbakan Erbakan ilk olarak alınan kararları beğenmeyip “imzalamıyorum” mesajı vermiş ve liderler 
turuna çıkmıştır. 

Ek-22: 



28 Şubat 1997 MGK kararlarının ülkede nasıl bir felakete yol açacağını gören Erbakan önce bu dayatmaya direnmeye çalıştı. Ancak cuntacı medyanın ablukası sona erecek gibi görünmüyordu. Koalisyonun elden gitmekte olduğunu gören DYP lideri Çiller ve kurmaylarının şantajları da etkili oldu ve Başbakan MGK kararlarını imzalamak zorunda kaldı. 

Ek-23: 



28 Şubat tarihli MGK kararlarıyla laik kesimin zafer kazandığını yazan bu kararları Atatürkçülük adına öve öve bitiremeyen darbeci medyasında Refah Partisi seçmeniyle alay edilen manşetler öne çıkarılmıştır. 

Ek-24: 


28 Şubat 1997 MGK Kararlarının en önemli maddeleri arasında belki de eğitim alanında yapılan reformlar dikkat çekmiş olmakla beraber Erbakan imzalamış 
olduğu kararlarının hayata geçirilmemesi için provokasyon yoluna gitmiştir. 

Ek-25: 



Dönemin Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın MGK kararlarının uygulanmasına yönelik Refah-Yol Hükümeti’ne baskı yapmasını “ Emredici ” bir üslupla manşetlere taşıyan darbeci basının tavrı ibret verici niteliktedir. 

Ek-26: 



Netice itibariyle 28 Şubat kararlarıyla hükümetin Refah kanadı tam bir abluka altına alınmış ve hükümetin eli kolu bağlanmıştı. Silahsız kuvvetlerin öncülüğünde gerçekleşen post modern darbenin kaçınılmaz sonucu iktidar değişikliği olmuştu. Org. Çevik Bir’in sivil siyaseti her yönüyle hedef alan açıklamalarıyla koalisyona karşı tehditler devam ediyordu. 

Ek-27: 


Yaşanan bütün bu gelişmeler artık Erbakan ve Çiller ortak koalisyonunda kurulan Refah-Yol Hükümeti’nin düşürülmesi yönünde adımların atılmasını 
kolaylaştırmıştı. 

Ek-28: 



Maşa varken elini yakmamayı öğrenen cuntacılar medyanın gücünden yararlanarak ilk kez post modern bir darbeyi gerçekleştirmiş oldular. Her türlü uydurma haber ve senaryo ile kamuoyunu yönlendirmeyi başaran darbeci basın, attığı manşetlerle Refah-Yol Hükümeti’ni yıktığını adeta ilan etmekteydi. 
Böylece Türkiye 2002 seçimlerine kadar sürecek olan askeri vesayet rejiminin parçaladığı siyasal, toplumsal ve ekonomik sorunlarla baş başa bırakıldı. 

Ek-29: 


Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi ortaklığında kurulan Refah-Yol Hükümeti artık yolun sonuna gelmiş ve kamuoyunda Çiller’e yönelik olumsuz bir algı oluşmuştu. 

Ek-30: 


Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi ortaklığında kurulan Refah-Yol Hükümeti siyaset sahnesinden silinmek istenirken bütün tarikatlar ittifak yapıp hükümeti 
kurtarmak için harekete geçmişlerdir. 

Ek-31: 


Genelkurmay Başkanlığı tarafından yapılan açıklamada rejim ve irtica tartışmalarının gündemde olduğu dönemde, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya 
çalışanlara gerekirse silah bile kullanabileceklerini açıklamıştır. 

Ek-32: 


Askerin artık rejimi koruma konusunda ki hassasiyeti her geçen gün artıyor ve bu durum kamuoyunda Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan gideceği sinyalini 
veriyordu. 

Ek-33: 


Refah-Yol Hükümeti Başbakanı Necmettin Erbakan 18 Haziran 1997 günü istifa etti. 

Ek-34: 


Yaşanan bütün bu olumsuz gelişmeler 18 Haziran 1997 tarihinde Başbakan Necmettin Erbakan’ın istifası ile sonuçlanmış ve sonrasında Cumhurbaşkanı Demirel hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz’a vereceği gündeme gelmiş olmakla beraber DSP ve DTP’nin yanı sıra CHP’nin de dışarıdan destek vereceği bir koalisyon hükümetinin kurulacağı siyaset kulislerinde konuşulan konular arasında yerini almıştır. 

ÖZGEÇMİŞ 

Kişisel Bilgiler: 
Adı Soyadı: İsmail GÜLMEZ 
Doğum Yeri ve Tarihi: Erzincan / 28. 08. 1988 
Eğitim Durumu: 
Lisans Öğrenimi: Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ana Bilim Dalı / 2007-2011 
Yüksek Lisans Öğrenimi: Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Ana Bilim Dalı / 2012-2014 
Atatürk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü / Tarih Öğretmenliği 
Bildiği Yabancı Diller: İngilizce 
İletişim: glz024@hotmail.com.tr. / 
ismail.gulmez@atauni.edu.tr. 


KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


ÖZEL NOT;
BU GÜZEL TEZ ÇALIŞMASINDAN DOLAYI  TÜRKİYE CUMHURİYETİ SİYASİ TARİHİNİN BİR DÖNEMİNE IŞIK VE KAYNAK TEŞKİL EDECEK BU ÇALIŞMASINDAN DOLAYI SAYIN; İSMAİL GÜLMEZ  BEYEFENDİYE ŞÜKRANLARIMI VE SAYGILARIMI SUNARIM.. EĞİTİM VE YAŞAM HAYATINDA BAŞARILARININ DEVAMINI TEMENNİ EDERİM..
( TANER ÇELİK ) 
POLİTİK - ACILAR BLOGGER  SAYFASI ADMİNİ
31 TEMMUZ 2017

***

27 Şubat 2016 Cumartesi

28 ŞUBAT TÜRK SİYASETİNİN ACI VEREN YÜZÜ, ÖNCESİ VE SONRASI,, BÖLÜM 2



   28 ŞUBAT  TÜRK SİYASETİNİN  ACI VEREN YÜZÜ, ÖNCESİ VE SONRASI,, BÖLÜM 2



28 Şubat sürecinde Şemdin Sakık'ın sözlerinden yola çıkarak kaleme aldığı " Alçakları Tanıyalım " başlıklı yazısı ile ilgili üzüntüsünü ifade eden Oktay Ekşi, o yazıyı yazdığı sırada, yazı nedeniyle mağdur olan kişilerin kim olduğunu bilmediğini dile getiriyor:

- "O tarihte gazeteye gelen bir haber vardı; 'bazı kişiler PKK'ya maddi karşılık alarak yardım ediyormuş'. Haber buydu, 'Sakık bunu söylüyor' deniliyordu. Ben de bu haber geldiğinde o yazıyı kaleme aldım. Böyle bilgi geldiğinde bu yazıyı 5 defa yazarım."

Şemdin Sakık kim?.. 33 silahsız erin kurşuna dizilmesinden sorumlu kişi!.. Hem de sözümona PKK'nın "ateşkes" ilan ettiği dönemde!.. Adam yerine konmuş! Tanık olarak dinlenmiş! PKK'ya yardım edenler dışında, gördüğünü değil de, dedikoduları nakletmiş! Hapisteki generaller onun sözleri ile suçlanmış!

"O dönem hiç talimat aldınız mı?" sorusuna ise Oktay Ekşi şöyle cevap veriyor:

- "Benim 44 senem Hürriyet'te, 59 senem de meslekte geçti. Bana talimat verdiğini söyleyebilen bir kişi çıkarsa hemen milletvekilliğini bırakabilirim. Hiç kimse talimat verme cesaretinde dahi bulunamamıştır." "O dönemde irtica tehlikesi var mıydı?" sorusuna şu sözlerle cevap veriyor:

- "Vardı tabii. Ciddi bir şekilde vardı. 'Kanlı mı geleceğiz, kansız mı geleceğiz' diyen Erbakan. 'Gulu gulu dansıdır bunlar' diye ifade kullanan Şevket Kazan. 'Refah Partisi'ne oy vermeyenler patates dinindendir' diyen Erbakan... Bütün bunlar o tarihlerde benim de yazdığım kendisi tarafından kaynak gösterilerek ifade edilen hususlar. O dönemde bunu birileri ayrıca kullanmış olabilir, doğrudur. Zaten 28 Şubat'ın gerisinde bir psikolojik harekat var diyorsak -ki bende olduğunu kabul ediyorum-, muhtemelen o dönemde bunları abartacak şekilde birilerinin kullanmasına servis edenler de olmuştur."

İşte bu tarz baskılar karşısında hükümetin DYP kanadından istifalar başladı...

Sonunda 18 Haziran 1997'de Necmettin Erbakan başbakanlıktan istifa etti. İstifasının hedefinin başbakanlığı Tansu Çiller'e devretmek olduğunu belirtti.

28 Şubat darbesinden on yıl sonra, darbenin lideri mason-dönme Orgeneral Çevik Bir, Can Dündar'ın programında, bakın, neler diyor:

- "Türk Silahlı Kuvvetleri lâik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yılmaz bekçisi ve koruyucusudur. 28 Şubat 1997 günü Milli Güvenlik Kurulu toplantısında ordu, Türkiye'nin önündeki en büyük tehlikenin irtica olduğunu açıkladı. Erbakan'a rağmen imzalanan 28 Şubat kararları, gizli andıçlarla, yollarda tanklarla, seri brifinglerle, sivil toplum da harekete geçirilerek uygulamaya kondu ve sonunda Erbakan, hükümeti bırakmak zorunda kaldı."

19 Haziran 1997'de, zoru her gördüğünde şapkasını alıp kaçmakla ün yapmış olan Cumhurbaşkanı mason Süleyman Demirel, Ordu'nun gelmekte olduğunu sezdiği için, kendi koltuğunu garantiye almak için, hükûmeti kurma görevini o sırada arkasında TBMM çoğunluğu olan DYP lideri Tansu Çiller'e vermeyip, ANAP Genel Başkanı ve Rize Milletvekili Mesut Yılmaz'a verdi.

Bir parti başkanı hükûmet kurma görevini alınca ne yapar dersiniz?.. Derhal kendi partisinin yetkili kurullarını toplayıp meseleyi görüşmez mi?.. Pontuslu, hayatında bir kere bile "TÜRK" kelimesini kullanmamış olan Mesut Yılmaz, kendi partisinin elemanları ile görüşeceğine, yellim yepelek medya patronu Aydın Doğan'a koştu, ondan işadamlarının istek ve talimatlarını aldı. Refahyol hükümetinin 'mağdur ettiği' iş adamları idi bunlar... Devlet ihalelerinin İslamî kesime verildiğini iddia eden bazı turizmciler, sanayiciler, inşaat sahipleri, medya patronları... Her birinin inşaatı, turizm yatırımları vardı... Bu yüzden 28 Şubat'a "askerin darbesi" kadar, "ekonomik çıkarcıların darbesi" veya "İstanbullu işadamlarının darbesi", veya "medyacı işadamlarının darbesi" de denilebilir.

27 Haziran'da ANAP Başkanı Mesut Yılmaz, DSP Başkanı Ecevit ve DYP'den kopanların oluşturduğu DTP'nin Başkanı Cindoruk koalisyon için anlaştılar.

Necmettin Erbakan'ı köstekleyip te Mesut Yılmaz'ı öne süren iş adamlarının "destekleme" için şartları vardı. Bizzat onların hazırladıkları bakanlar listesini kabul edecekti Mesut bey! Herkes kendi branşına göre bakan seçmişti. Tabii en yakın adamları arasından... Turizmle uğraşan işadamları Turizm Bakanı'nı (İbrahim Gürdal), Sanayici işadamları Sanayi ve Ticaret Bakanı'nı (Enis Yalım Erez), ormanlara göz dikmiş inşaatçı işadamları Orman Bakanı'nı (Ersin Taranoğlu), Bayındırlık Bakanı Yaxşar Topçu, kıyak tarafından doğal gazla işletilen santrallere yatırım yapmak isteyenler Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı'nı (Mustafa Cumhur Sümer), ve tabii dış destek sağlamak için daima ABD'nin onayı alınarak seçilen Dışişleri Bakanı (dönme ve dönek İsmail Cem İpekçi)...

Hükümet işte böyle ANAP, DSP ve Demokrat Türkiye Partisi tarafından oluşturulan azınlık koalisyonu halinde kuruldu. CHP de hükümeti dışardan destekledi. Ne karşılığında?.. "ATATÜRK'ün CHP'si" olma vasfını mandacı İsmet'in başa geçmesi ile kaybetmiş olan CHP, 12 Eylül'de elinden alınıp ta Devlet'e maledilmiş olan (ki doğruydu) "İş Bankası hisseleri"nin partiye iadesi şartıyla destek verdi. Mesut Yılmaz da işbaşına gelir gelmez, bunu sağladı... O hisseler yüzünden CHP iktidara gelme ihtiyacı duymaz, zaten Devlet'i sömürmektedir... Bağımsız milletvekillerinin oyları da onlara "bakanlık" verilerek sağlandı. Bu kabinede tam 19 Devlet Bakanı vardı!

30 Haziran 1997 günü Cumhurbaşkanı'nca da onaylanan Hükümet, 8 Temmuz'da TBMM'den 256'ya karşılık 281 oyla güvenoyu aldı, ama Mesut Yılmaz'ın kurduğu bu hükûmeti, "28 Şubat'ın gayrımeşrû çocuğu" olmaktan aldığı bu oylar kurtaramadı!

İstedikleri ortamın oluştuğuna inanan zıpçıktı generalin biri "28 Şubat süreci bin yıl sürer!" dedi. On yıl zor sürdü. Tıpkı "1000 yıllık Reich" diyen Hitler'in Nazi imparatorluğunun sadece 10 yıl sürmesi gibi!.. 2008 başlarından itibaren ordu içindeki darbeci yeni akımlar ortaya çıkmaya başladı, mason-dönme Çevik Bir ekibinin sarstığı ordunun prestiji iyice bozuldu.

Şamil Tayyar bir süre sonra Star gazetesinde şöyle yazıyordu:

- "Meclis Genel Kurulu’nda bütçe görüşmelerinin başladığı pazartesi günü Saadet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın davetindeydim. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu kürsüye çıkmadan görüşmeyi tamamlayıp Meclis'e döndüm."

- "Hocayla uzun bir sohbete koyulduk. Laf dönüp dolaşıp 28 Şubat post modern darbeye geldi. Darbezede bir başbakan olarak söyleyecekleri vardı. Siyonistlerin, dar anlamda ABD ve İsrail’in darbe planına, 50 civarındaki iktidar mensubu korkak milletvekili yüzünden yenik düştüklerini anlattı."

- "Sonra 30 Ekim 1996 tarihli tercüme edilmiş gizli belgeyi arşivden çıkardı. Belge, Wikileaks yayınları gibi Ankara’dan Washington’a gönderilen ve dedikodulara dayalı ham istihbarat notu değil, Washington’da karara dönüştürülmüş ulusal güvenlik belgesiydi."

- " İkisi arasındaki farkı son yazımda tarif etmiştim. Biri ("Wikileaks " gibi) pek gizli olmayan ve mahcubiyetten öte sonuç doğurmayan metin, diğeri ölümüne hesaplaşmaya yol açabilen ulusal güvenlik belgesidir."

- " Belgede dönemin ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher’in imzası var. Ankara Büyükelçiliği'ne gönderilmiş. Bilgi olarak Atina, Beyrut, Moskova, Sofya Elçilikleri ile Geneva, NATO ve BM Amerikan misyonlarına da ulaştırılmış."

- "Refahyol hükümetiyle ilgili değerlendirme ve iktidardan düşürme yöntemine yer verilen belgede, ilk yorum koalisyonun büyük ortağı RP ile ilgili olarak yapılıyor:

- ABD, Türk hükümetinin millî eğilimlerinden ve Başbakan Erbakan’ın ideolojisinden ilham alarak dış politikayı Batı'dan ayırıp Arap ve Müslüman dünyasına doğru yeniden yönlendirilmesinden dolayı derin endişe içerisindedir. Kanaatimizce Türkiye’nin İran, Irak, Libya, Nijerya ve Sudan ile bağlarını kuvvetlendirmek konusundaki mevcut tutumu, bizim milli menfaatlerimize aykırıdır, düşmancadır."

- "İkinci yorum, koalisyonun küçük ortağı DYP ile ilgili...

- DYP, Erbakan’ın radikal İslamî söylemlerini ılımlaştırmada başarılı olamadığına göre, kendisinin RP ile koalisyonu verimsiz görünmektedir. Biz inanıyoruz ki, Tansu Çiller’in koalisyondan çekilmesi Erbakan’ı düşürür ve ülkeyi genel seçimlere götürür. Sonuç kesin olmamakla birlikte RP büyük ihtimalle seçimlerden eskisinden daha güçlü olarak çıkacaktır."

- "Özetle denmek isteniyor ki: RP düşmanca hareket ediyor, DYP ise bunu frenleyebilecek güce sahip değil, seçim de çare olmayacak. O halde? Türkiye’yi hizaya çekebilmek için hükümetin dövülüp hırpalanması, iktidar ortaklarının yerde süründüğü ve güçsüz kaldığı ortamda seçimlere gidilmesi lâzım!"

- "Peki kim dövecek?.. Belgeden okuyalım:

- Türkiye, Birleşik Devletler'in anahtar stratejik ortağı olarak kalmak mecburiyetindedir ve onun bu pozisyonunu gerçekleştirip sürdürmedeki başarımız, bizim millî menfaatlerimizi doğrudan etkileyecektir. Türk askeriyesi, bu sonucu elde etmeye doğru daha büyük çaba sarf etmesi için harekete geçmeye zorlanmalıdır. Bu konudaki aksiyon planlarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum."

- "Anlaşılıyor ki, ABD, 15 Ekim 1996 tarihinde post modern darbe için düğmeye basmış, TSK’ya da görev biçmiş."

- "Bu iddiayı, ilk olarak eski Başbakanlık Müsteşarı Yaşar Yazıcıoğlu, 11 Şubat 2007 tarihli Vakit Gazetesi’ne yaptığı açıklamada dile getirmiş, '28 Şubat’ın startı ABD Dışişleri Bakanlığı’nın gönderdiği çok gizli bir yazıyla verilmiştir' demişti."

- "Ancak belge sırdı. Erbakan’ın masasında ilk defa gördüğümüz bu belge, 28 Şubat’ın nasıl tezgâhlandığını göstermesi bakımından çok önemlidir. Bir yerde darbe emrinin belgesidir. Üstelik Wikileaks dedikodusu değil... "

( Wikileaks Türkiye Belgeleri İngilizce & TÜRKÇE Asıl belge )

http://blogeditoru.blogspot.com/2010/11/wikileaks-turkiye-ile-ilgili-yaynlanan.html

( Wikileaks Türkiye Belgeleri AKP-cemaat-ABD-PKK-İsrail -ilişkileri )

http://www.analizmerkezi.com/gulen-cemaati-wikileaks-belgelerinde-35446h.htm

( Wikileaks Türkiye Belgeleri )

http://www.ntv.com.tr/dunya/wikileaksten-yeni-belgeler,tPn92jjs0UCH5m8JRvK5cg

( Wikileaks Türkiye Belgeleri Erdoğan kanser )

http://isikerol.blogspot.com.tr/2010/11/wikileaks-turkiye-belgelerinin-tum.html


TBMM Muhtıraları ve Darbeleri Araştırma 28 Şubat Alt Komisyonu sürecin yakın tanığı eski istihbaratçı Bülent Orakoğlu’nu dinledi. Dönemin Emniyet Genel müdürlüğü İstihbarat dairesi eski başkan vekili Bülent Orakoğlu, 28 Şubat’ın yaşanmasındaki en önemli siyasi sorumlunun Süleyman Demirel olduğunu söyledi.

28 Şubat darbe değildir, demenin mümkün olmadığını belirten Orakoğlu:

- "28 Şubat Türkiye’nin savunma refleksini kırmıştır. Türkiye kutuplaştırılmıştır, cunta devleti ele geçirmiştir. Türkiye’nin genleriyle oynanmıştır, tankların yerine medya kullanılmıştır. Batı Çalışma Grubu’nun darbenin alt yapısını hazırlayan fişleme çalışmasına ilişkin belgeyi önce Emniyet Genel Müdürü'ne verdik. Oradan da hiyerarşik sırayla İçişleri Bakanı'na, Tansu Çiller’e, Başbakan Erbakan’a, oradan da Cumhurbaşkanı Demirel’e gitti. Ancak Demirel’in gereğini yapmadı. Önce belgeyi Orgeneral Karadayı’ya verdi, oradan da Çevik Bir’e gitti. Demirel BÇG belgesinin araştırılmasını istemedi. Bu belge cuntacılara, darbecilere iade edilmiştir. Cumhurbaşkanı Demirel’in görevini yapmadığı, yargılanması gerektiği kanaatindeyim. Belgeyi eline aldığı andan itibaren bu süreci durdurabilirdi, yapmadı. TSK’nın bütün üyeleri çocukları birer fişleme aracı gibi çalıştılar. Batı Çalışma Grubu illegal bir cunta kuruluşudur, hiçbir hukuki alt yapısı yoktur, TSK’da da bir karşılığı yoktur."

- "O dönemde 11 milyon kişi fişlendi. O fişler şimdi MİT’de. Nesim Malki’nin parası Mossad’ındı. Görevde olduğum süre içinde Nesim Malki cinayeti ve Türkbank olayını araştırdık ve ciddi bulgular elde ettik. Bir ekip olayı araştırmak için Bursa’ya gitti. Mossad'la ilgili ciddi bulgulara rastladık."

- "28 Şubat sürecinde boşaltılan bankalar var. 300 milyarlık zarardan bahsediliyor. Darbenin iç ve dış ayakları vardır. Dış ayağı belli. Türkiye’deki İsrail ayaklarını tespit etmek amacıyla Malki cinayetini araştırdık. Ergenekon iddianamesinde de görüyoruz ki Perinçek’in evindeki aramada Nesim Malki’ye borcu olanların listesi çıkmıştır. Nesim Malki'ye olan borçlarından dolayı bazı bankaların içinin boşaltıldığı iddiası var. Aslında bu paraların MOSSAD’ın olduğu ve bankaların içinin boşaltılmasında Mossad’ın parmağının olduğu iddiaları var."

Bülent Orakoğlu, 28 Şubat’ta NATO subaylarının rolünün sorulması üzerine şu değerlendirmeyi yaptı:

- "Bunun için Gladyo'ya girmemiz lâzım. Bütün NATO ülkelerinde Gladyo tipi yapılanmalar var. 16 NATO ülkesinde bu yapıya rastlanmış. Türkiye ile ilgili bilgi alınamamış, Bu da faal olduğunu gösteriyor. Gladyo tam olarak temizlenemedi. Türkiye’deki adı Gladyo, şimdi bağlantı olarak Ergenekon'dan bahsediliyor."

Bülent Orakoğlu, 28 Şubatçılar'ın MOSSAD, GLADYO ile bağlantılarından söz ediyor, ama bu ilişkiler içinde olanların Türk Silahlı Kuvvetleri içinde en üst rütbelere yükselmiş Yahudi Dönmesi (Sabetayist) olduğunu dile getirmiyor.

Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener şöyle diyor:

- "28 Şubat'ın 80 ve 60 ihtilâllerinden net bir farkı var. Sivil toplum, yargı, sermaye ve medyanın üzerinden, aydın diye tabir edilen kişiler üzerinden, sihirli demokrasi sözcüğü üzerinden yapılmış bir müdahaledir."

- "Refah Yol hükümetinin ekonomi yönünün başarılı olduğunu dün de söyledim, bugün de söylüyorum. Refah Yol'un ekonomik tedbirleri İstanbul sermayesinin ciddi mânâda işine gelmemişti. Refah Yol yıkıldıktan sonra birdenbire bankaların çöktüğünü görebeliriz. Birileri durumdan vazife çıkardı, birileri de milletin parasından hırsızlık çıkardı."

- "Refah Yol'un kurulmasını baştan istemeyen DYP'li milletvekilleri, il başkanları vardı. Ben kurulmasını savunanlardanım. Bu bir siyasi parti... Eşit rekabet şartları içinde seçime gitmişsiniz. Savunma nedenim de cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ihtilaf sahaları var. Millet-devlet kaynaşmasının sağlanmasında önemli bir adım olacağını düşünmüştüm. Hâlâ bu iddianın arkasındayım. Rahmetli Erbakan'a büyük haksızlık edildiğini düşünüyorum. Bütün her şey onun üzerine bırakıldı ama kimse düşünmüyor. Afganistan'da Kur'an-ı Kerim yaktılar, halk tepki gösteriyor, bir tane askerinizi çekmiyorsunuz. O dönemde Erbakan'ın partisinin tabanı Filistin'di, imam hatiplerdi. Halktan bir tazyik söz konusuydu. Rahmetli Erbakan yıllardır bir siyasi geleneğin temsilcisi olarak 'Biz bu iktidarı yönetebiliriz' deyip sistemin sahibi olduğunu iddia eden aktörlere (sözde Atatürkçülere) karşı bir tavrı vardı. Tabanının tazyikine rağmen onlarla uyuşmaya gayret ediyordu."

- "Refah Yol hükümeti 28 Şubat'taki o maddeleri imzalamayıp, meselâ erken seçim kararı alsaydı... Doğru olan buydu."

AKP'nin Meclis Başkanı, Bakanı, Hükûmet Sözcüsü, kısacası önde geleni, eski Refah partili Bülent Arınç şöyle diyor:

- "Tabii MGK'dan çıkan kararlar fevkâlâde üzücü kararlardı. Onların imzalanıp imzalanmayacağı söz konusu idi. SONRADAN İMZALANDI. Hükûmet'e sevkedildi, dediler. Bu şartların kabulü veya bu kararların kabulü noktasında değil; Hükûmet bunları öncelikle görüşür, anlamında... Bu kararları istedim. Veremeyiz, dediler. Kararların çok gizli bir kararname haline geldiğini veya MGK'dan almamız gerektiğini söylediler."

28 Şubat darbesi sorumlularının yargılanmaya başladığı günlerde Gazeteci Oktay Ekşi uyanıp KULLANILDIK! dedi... Gerçekten de medyadaki dönmeler bilerek, sahiden irtica geliyor zehabına kapılan kendini Atatürkçü sayanlar da bilmeden kullanılmışlardı. Bu "kullanılma" sona erdi, geçmişte kaldı sanılmasın!.. 1980 öncesinin bunalımla ve kanlı günlerinde feryat eden, 12 Eylül'ü alkışlayarak karşılayan gazeteciler, bugün geçmişte söylediklerini, yazdıklarını unutmuş olarak 12 Eylül'ü bahane edip askerler aleyhine konuşabilmekte, ve orduyu küçük düşüren davranışlar içinde yer almaktadırlar.

28 Şubat sonrasında bir gazeteci kıyımı meydana geldi. Uzanlar Star'ın kadrosunu daraltma kararı aldı. Star gazetesinin kadrosunda yüzde 40'lık bir azaltma yapıldı. Hürriyet gazetesi yazarlarından Oya Berberoğlu istifa etti. Enis Berberoğlu'nun istifası kabul edilmedi. Zeynep Atikkan, Kurthan Fişek ve Pınar Türenç'in de yazılarına son verildi. Gözcü gazetesinin yayınına son verileceği de gelen haberler arasında idi. Gruba bağlı gazeteler ilavelerini kapatırken yüzde 20 küçülme kararı aldı. Medyadaki kriz Sabah gazetesi ile başlamıştı. Önce Sabah grubuna bağlı Yeni Binyıl gazetesi kapatılmış, orada çalışan gazetecilerin işine son verilmişti. Sabah'ın daha sonra başlattığı el değiştirme ve küçülme operasyonlarında da yaklaşık 1200 gazeteci işsiz kalmıştı. Aynı şekilde İhlas Grubu'ndan da 400 gazeteci işten ayrılmak zorunda kalmıştı.

Türkiye'nin sosyal ve ekonomik olarak geri kalmasına bize göre en büyük sebep kendi çıkarlarını herşeyin üzerinde tutan medya patronlarıdır. Ancak kader öyle bir oyun oynadı ki hesap yapanların da haricinde bir hesap yapanın varlığı ortaya çıktı. Gerçek, bu insanların bacaklarına dolanarak yüz üstü kapaklanmalarına sebep oldu. Önce kendi silüetleri kaybolmaya başladı, ardından ise 10 binlerce dolar maaş verdikleri köşe başındaki adamlarına yol gözüktü. Ancak bu arada yükünü tutanlar tutmuş, basın emekçileri 'altta kalanın canı çıksın' mantığıyla defterden silinmişti. Ancak işin tek açıklaması ekonomik kriz miydi? Peki neydi gerçek? Tekel olması muhtemel Aydın Doğan'ın rakibi konumuna gelen Karamehmet bütün dengeleri alt üst etmişti. İnsanın aklına gelmeden etmiyor; acaba 28 Şubat öncesi plaza yönetim kurullarına giden yazar kıyımı listeleri bir kredi karşılığı şimdi yeniden gündeme getirilmiş olmasın... Çünkü böyle bir yazar kıyımının başka türlü bir açıklaması yok.

Dinç Bilgin'in önce Yeni Yüzyıl, o kapandıktan bir müddet sonra Yeni Binyıl adıyla çıkardığı (en azından seviye bakımından) iddialı gazete fazla dayanamadı. Belki de o seviyesizlik içinde Yeni Binyıl gibi seviyeli gazete fazla geliyordu. Kapandı ve arkasında yüzlerce işsiz bıraktı. Sabah gazetesinin Etibank'ı soymasının ardından gazeteciler mağdur vatandaş konumuna düştüler. 28 Şubat'ın oluşmasında rol oynamış dönemin YÖK Başkanı Kemal Gürüz, TİSK Başkanı Refik Baydur, DİSK Başkanı Rıdvan Budak, TESK Başkanı Derviş Günday, TOBB Başkanı Fuat Miras, Türk-İş Başkanı Bayram Meral gibi...

28 Şubat süreciyle birlikte DYP'den ayrılan milletvekilleri, DTP'yi kurdular. DTP, yaptığı transferlerle grup kurmayı başarırken, transferlerde milyarların döndüğü söylentisi Meclis'in üzerine kara bir leke olarak kaldı. DTP, Türkiye'nin, seçime girmeden yaptığı transferlerle hükümet ortağı olan ilk partisi olmayı başardı. 1995'de 134 milletvekili ile Meclis'e gelen DYP, 91'e kadar düştü. Refah Partisi'nin kapatılmasıyla Bağımsızlar'ın sayısı 163'e kadar çıktı. Seçimde 12 milletvekilliği kazanmış olan ANAP transferlerle saydalye sayısını 138'e çıkardı. CHP de milletvekili sayısını 49'dan 55'e yükseltti.

28 ŞUBAT SONRASI TÜRKİYEDE NELER OLDU ? - 1 - vidyo

https://www.youtube.com/watch?v=bdO06X2EvaU

28 ŞUBAT SONRASI TÜRKİYEDE NELER OLDU ? - 2 - vidyo

https://www.youtube.com/watch?v=rwEVlYergQY



EMASYA yapılanması 28 Şubat'ta oluşturulmuştu. ÖHD'nin (Seferberlik Tetkik Kurulu) hazırladığı eylem planında "Toplumda infial uyandıracak olayların planlanması ve gerçekleşmesi neticesinde sokaklara dökülecek kalabalığa EMASYA birliklerinin kullanılması ve mevcut durum bahane edilerek hükümetin görevine son verilmesi" isteniyordu.

Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Raporu'nda, "28 Şubat sürecinin ülke ekonomisine maliyeti" çıkarıldı.

Raporda, 28 Şubat darbesinin Türkiye üzerinde yapmış olduğu etkinin ekonomik boyutunun ele alındığı belirtilerek şöyle denildi:

- "2001 krizi sonrasında finansal sistemin güçlendirilmesi sürecinde kamu bankalarının görev zararlarının ülkeye maliyeti 21,9 milyar dolar seviyesindedir."

- "Nihayetinde bankacılık görevini yerine getiremeyecek hale gelen şirketlerin 28 Şubat süreci sonrasında şoklara karşı kırılganlıkların daha da yükselmesiyle 1999 ve 2001 yıllarındaki ekonomik küçülmelerin yatırımlara olumsuz yansımaları 47 milyar ABD doları civarındadır."

- "Kamu kesiminin faiz harcamalarının gayri safi millî hasılaya oranının değişmediğini kabul ettiğimizde 1997-2007 periyodunda yaklaşık 119 milyar ABD doları fazladan faiz giderlerine harcama yapıldığı görülmektedir."

- "Bu bağlamda 1999 yılında meydana gelen ânî sermaye çıkışlarının ardından ekonomide yüzde 6,1 oranında, 2001 yılındaki sermaye çıkışları sonrasında ise gelir seviyesinde yüzde 9,5 oranında daralma söz konusu olmuştur. İki dönemdeki sermaye çıkışları sonrasında gayri safi millî hasıla düzeyinde toplamda 75 milyar ABD Doları azalış meydana gelmiştir."

Türkiye'de 2001 yılında meydana gelen devalüasyon sonrasında ihracat, ithalat ve dış borçlar bağlamında aynı miktarda yabancı para karşılığının daha fazla mal ve hizmet satışı ile gerçekleşmesi nedeniyle kazançtan ziyade maliyet unsuru olduğu kaydedilen raporda,

- "Ulusal paradaki değer kaybının öncesi ve sonrası kıyaslandığında ihracat, ithalat ve dış borç servisi bağlamında kriz yaklaşık 13,8 milyar dolarlık ek maliyet getirmiştir."

denilmektedir. 2000-2008 yılları aralığında IMF'den yaklaşık 48,7 milyar dolar destek kredisi alındığı belirtilen raporda,

- "Alınan bu kredinin maliyeti 6 milyar $ seviyesinde gerçekleşmiş ve ABD doları bazında yüzde 12,3 gibi oldukça yüksek faiz oranından borç alınmıştır"
ifadeleri yer aldı.

27 Mayıs 1960 askerî darbesi sonrasında kurulan OYAK'ın 28 Şubat sonrasında siyasî etkinliğini kullanarak finans sektöründe, özellikle de bankacılık alanında önemli gelişmeler kaydettiğine işaret edilen raporda,

- " Aynı zamanda OYAK bu etkin gücü sayesinde Sümerbank'ı TMSF'den çok uygun bedel karşılığında satın almış ve bu dönemde karlılığını önemli düzeyde artıran nâdir kuruluşlardan birisi olmuştur. 28 Şubat öncesinde sıralamaya giremeyen OYAK 2000 yılında 4,9 milyar dolarlık ciroyla Koç ve Sabancı Holding'den sonra üçüncü sıraya yerleşmiştir "

denilmektedir... Askerlerin, daha doğrusu subayların ticaretle, bankacılıkla elbette ki işi yoktur. Üstelik OYAK, emekli general ve albaylara yüksek emekli ikramiyeleri verdiği gibi, karılarına, kızlarına iş sahası olmakta, biriken paralar çarçur edilmektedir. Böyle bir kuruluş TSK bünyesi içinde yer almalı, ticaret ve bankacılık yerine biriken paralar ordunun ihtiyacını karşılayacak tesisler kurulmasına harcanmalıdır. Askerî vakıflar da aynı şekilde TSK bünyesi içinde birer kuruluş haline getirilmelidir.

Halbuki yıllardır bunun tersi yapılıyor!.. Üst rütbeli subaylar OYAK'tan kıyak emeklilik ikramiyeleri aldıktan sonra (2010 yılında bir emekli başçavuş 198.000 TL , bir general ise 960.000 TL. alıyordu. 1. dereceden emekli bir üst düzey memur ise ancak 60-80.000 TL emekli ikramiyesi alabilmekteydi!) , bu da yetmezmiş gibi OYAK koltuklarına yerleşiyor, oğlunu kızını da OYAK'ta işe sokuyor du!.. . Yine yetmedi!.. Bu üst rütbeli emekli subaylar, işadamlarının ordu ile ile ilişkilerini iyi yürütmesi, ordunun sömürülmesi için özel sektörde, sanki işten anlarlarmış gibi, çeşitli holdinglerin yönetim kurullarında "görev" üstleniyorlardı!..

İşte Utanç listesi:

TEOMAN KOMAN: Jandarma eski Genel Komutanı olan Orgeneral Koman, halen İnterpol tarafından kırmızı bültenle aranan Cavit Çağlar’ın şirketi olan Nergis Holding’te uzun süre yönetim kurulu üyeliği yaptı.

MUHİTTİN FİSUNOĞLU: Kara Kuvvetleri eski Komutanı olan Orgeneral Fisunoğlu emekli olduktan sonra batık bankalardan Sümerbank’ta yönetim kurulu üyeliği görevine getirildi. Fisunoğlu hakkında Sümerbank yönetim kurulu üyeliği nedeniyle İstanbul DGM tarafından dava açıldı.

VURAL BEYAZIT: Emekli orgeneral Beyazıt, MİGROS’ta da yönetim kurulu üyeliğini yaptı.

KEMAL YAVUZ: Harp Akademileri eski Komutanı olan Orgeneral Kemal Yavuz, emekli olduktan sonra MARET’te yönetim kurulu üyeliği görevine getirildi. Sucuk, sosis, salam üretti.

AHMET ÇÖREKÇİ: Hava Kuvvetleri eski Komutanı olan Orgeneral AHMET Çörekçi, Park Holding’in sahibi Turgay Ciner’in devletten ihale ile aldığı HAVAŞ’ın yönetim kurulu üyeliği’ni yaptı. Çörekçi kamuoyundan gelen tepkiler üzerine HAVAŞ’taki görevinden istifa etmişti.

GÜVEN ERKAYA: Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Oramiral Erkaya, kanserden vefat ettiği tarihe kadar Koç Üniversitesi mütevelli heyeti üyeliği yaptı. Erkaya, Anasol-D hükümetinin Başbakanı Mesut Yılmaz’a da danışmanlık yaptı.

DOĞU AKTULGA: Bir dönem Ege Ordu Komutanlığı yapan Orgeneral Aktulga, Ergenekon’un firarî sanığı Bedrettin Dalan’ın sahibi olduğu İstek Vakfı’nın kurduğu Yeditepe Üniversitesi’nde uzun süre mütevelli heyeti üyeliği yaptı.

BÜLENT ULUSU: 12 Eylül darbesinin ardından darbeciler tarafından başbakanlığa getirilen mason Oramiral Bülent Ulusu da, tıpkı Doğu Aktulga gibi kaçak olarak kurulan Yeditepe Üniversitesi’nde mütevelli heyeti üyeliği yaptı. Ulusu aynı zamanda AKSA Holding yönetim kurulu üyeliği görevinde de bulundu.

SÜREYYA YÜKSEL: 12 Eylül sonrasında Ege Ordu Komutanlığı yapan Orgeneral Süreyya Yüksel, emekli olduktan sonra Yaşar Holding’te danışman unvanıyla görev yapmaya başladı.

İSMAİL HAKKI AKANSEL: 2. Ordu Komutanı’yken emekli olan Orgeneral İsmail Hakkı Akansel, PETKİM’de danışma kurulu üyesi olarak görev yapmaya başladı.

HALİL SÖZER: 1983-1986 yılları arasında Hava Kuvvetleri Komutanlığı yapan, 1986 senesinde de emekli olan Orgeneral Sözer, Borusan Holding’de yönetim kurulu üyeliği yaptı.

SABRİ DELİÇ: İshak Alaton’un sahibi olduğu Profilo Holding’in Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı olan Deliç, bir süre Maltepe Üniversitesi’nde de mütevelli heyet üyeliği yaptı.

İBRAHİM ŞENOCAK: Orgeneral İbrahim Şenocak emekli olduktan sonra bankacılığa soyundu. Şenocak, Etibank Dinç Bilgin’e devredilmeden önce Etiban yönetim kurulu başkanlığı’nı yapıyordu.

TURGUT SUNALP: Harp Akademileri Komutanlığı görevini yaparken emekli olan Korgeneral Sunalp, 12 Eylül askeri darbesinin ardından 1983 senesinde Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni kurdu. Partinin kapanmasının ardından Sunalp uzun süre NETAŞ Yönetim Kurulu üyeliği ve Garanti Bankası Yönetim kurulu üyeliği yaptı. Sunalp, öldüğü 28 Ağustos 1999 tarihine kadar holding yöneticiliği görevini sürdürdü.

SEMİH SANCAR: Kenan Evren’den önce Genelkurmay Başkanlığı yapan Orgeneral Semih Sancar, emekli olunca holding yöneticiliğine soyundu. Sancar, Sabancı Grubu’nun bankası Akbank’ta uzun süre yönetim kurulu üyeliği yaptı.

ADNAN ERSÖZ: MİT eski müsteşarlarından general Adnan Ersöz de emekli olduktan sonra holding yöneticiliği yapanlar arasında yer alıyor. 1981 senesinde emekli olan Ersöz, vefat ettiği 1991 senesinde kadar İşbankası yönetim kurulu üyesi olarak görev yaptı.

SERVET BİLGİ: Orgeneral rütbesiyle emekli olan Servet Bilgi, emekli olduktan sonra PTT Yönetim Kurulu Başkanlığı görevinde bulundu. Bilgi, PTT’deki görevinin ardından, BEKOTEKNİK A.Ş. yönetim kurulu üyeliği yaptı.

VECİHİ AKIN: Emekli Orgeneral Akın, AKSİGORTA yönetim kurulu üyeliği yaptı.

ŞEREF AKINCI: Emekli Orgeneral Akıncı, : Doğuş Holding yönetim kurulu üyeliği yaptı.

NAZİF OKA: Emekli Orgeneral Oka HEMA Holding yönetim kurulu üyeliği yaptı.

FEVZİ AYSUN: Emekli KorgeneralAysun Derborsa yönetim kurulu üyeliği yaptı.

TEVFİK ALPARSLAN: Emekli Korgeneral Alparslan ALTAY ŞirketlerGrubu yönetim kurulu üyeliği yaptı.

CEMİL METE : Emekli Tümgeneral Mete MİNEX Savunma Sanayi yönetim kurulu üyeliği yaptı.

TANJU ERDEM : Emekli Tümgeneral Erdem Yaşar Holding danışmanlığı yaptı.

FİKRİ TOPSEVER : Emekli Tuğgeneral Topsever AKSA Holding Personel Müdürlüğü görevini yaptı.

ŞAHAP AR : Emekli Tuğgeneral Ar ALARKO Holding yönetim kurulu üyeliği yaptı.

SITKI GÜNDAY : Emekli Tuğgeneral Günday OTOMARSAN Yönetim Kurulu Başkan Vekilliği yaptı.

ORHAN KÖKER : Emekli Tuğgeneral Köker Profilo Holding müşavirliği yaptı.

YILMAZ ORAL : Emekli Tuğgeneral Oral HEMA Holding yönetim kurulu üyeliği yaptı.

KÂMURAN GÜMÜŞSOY : Emekli Tuğgeneral GİMA yönetim kurulu üyeliği, yaptı.

YANLIŞ ANLAŞILMASIN!.. BİZ BU İFADELERLE ŞANLI TÜRK ORDUSUNUN BÜTÜN FERTLERİNİ LEKELEMİYORUZ!.. ELBETTE Kİ, PEK ÇOK DÜRÜST, VATANSEVER VE FEDÂKÂR SUBAYIMIZ VAR. Hatta Dönmeler (Sabatayistler) arasında da var. BİZ SADECE ASLEN TÜRK OLMAYIP, KENDİSİNE TANINAN TÜRKLÜK VASFINA RAĞMEN, BİR TÜRK GİBİ ORDU KADEMELERİNDE YÜKSELMESİNE İMKÂN TANINMASINA RAĞMEN, TÜRK DEVLETİ'NE, TÜRK MİLLETİ'NE İHANET EDİP, YABANCILARLA İŞBİRLİĞİ İÇİNDE OLAN GAYRITÜRK SUBAYLAR İLE, TÜRKLÜĞÜNÜ UNUTUP ONLARIN GÜDÜMÜNE GİREN ZAVALLI TÜRK SUBAYLARI KASTEDİYORUZ!.. ASLA PEYGAMBER OCAĞI TÜRK ORDUSUNA BİR SÖZÜMÜZ YOK! ONUN BAŞIMIZIN ÜSTÜNDE YERİ VAR!.. ÜSTELİK MEDYADA, MAHKEMELERDE BU HAİNLER BAHANE EDİLEREK DÜRÜST TÜRK SUBAYLARINA VE TÜRK ORDUSUNA YAPILAN BÜTÜN SALDIRILARI DA LÂNETLİYORUZ!

Şimdi geldik en önemli kısıma... Yahudi Dönmesi Orgeneral Çevik Bir, Cumhuriyet tarihinde Menderes'in ABD ile yaptığı gibi gizli ikili anlaşmalardan sonra en büyük ihaneti yaparak, Başbakan Necmettin Erbakan'ın ümüğüne basarak, tehditle İSRAİL ile 20 gizli anlaşmayı bir anda imzalatmıştır! Elbette daha önce de imizalanan anlaşmalar vardı. Bu bir "yahudileştirme" sürecidird. 1993 yılından 1996 Ekimi'ne kadar İsrail ile 13 anlaşma imzalanmış iken, 1996 Ekimi'nden 1997 Martı'na kadar 20 anlaşmaya imza atılmıştır!.. Nasıl oldu da müslüman geçinen Erbakan böyle bir gaflete düştü, belki zaman içinde ortaya çıkacaktır.

Bu 20 gizli anlaşmanın konuları şunlardır:

- Silahların Yenilenmesi: 623.5 Milyon Dolarlık İsrail-Türkiye savunma anlaşmalarının en büyüğüne göre 54 Türk F-4 uçağının modernizasyonu İsrail Hava Kuvvetleri tarafından yapılacaktır. Bu aslında bir Amerikan kazığıdır. Amerika'dan satın altığımız uçakların bakımı, modernizasyonu, yedek parçası ABD tarafından sağlanması gerekirken, "Artık siz bunları İsrail'den alın, biz yardımcı olamıyacağız," denmiş , TÜRK Silahlı Kuvvetleri siyonist ve kaatil İsrail'in kucağına oturtulmak istenmiştir... İlk anlaşma Tansu Çiller zamanında yapılmıştı.

- Donanım Satışı: Popeye-1 füzeleri, erken uyarı uçak sistemleri, Suriye ve Irak sınırını denetleyecek çit ve radar sistemi, 5 Milyar dolar tutarında Merkava tankları... Bir Türk analizcinin ifadesine bu dönemde yahudi dönmesi Çevik Bir'in gayreti ile Türkiye İsrail'in elinde olan her şeyle ilgilenmeye başlamıştı.

- Ortak Üretim: Popeye-2 füzesinin yapımı

- Eğitim: İsrail uçakları, kendi ülkelerinin eni boyu dar olduğu için, Anadolu üzerinde, Konya ovasında uzun menzilli uçuşlar ve dağlık alanlarda uçuşlar yapma imkânı elde ediyordu. Bu, su üstünde uçmaktan çok farklı bir eğitim idi. Aynı zamanda İran'a yapılacak muhtemel bir hava harekâtı için elzem bir eğitim idi... İşin vehametini görebiliyor musunuz?.. Türkiye, dost ve müslüman bir ülke üzerine saldırsın diye İsrail uçaklarına eğitim imkânı tanımış!.. İsrail ile böyle bir anlaşma Türk tarihinde ilk kez gerçekleşiyordu. İsrail de tarihinde ilk kez bir Müslüman ülke ile resmi bir askeri anlaşma imzalıyordu.

- Ortak Tatbikat: Türkiye Haziran 1977'de Akdeniz'de İsrail ile ortak bir hava ve deniz tatbikatı yaptı. Tatbikatın görünüşteki sebebi arama-kurtarma çalışmalarının koordinasyonu idi. Pek de şaşırtıcı olmayan bir şekilde tatbikat, uluslararası sularda, ama Suriye kıyılarına yakın yerlerde yapıldı... Türkiye ile İsrail'in hangi ortak düşmanı var ki? Yine Türkiye dost ve müslüman bir ülkeye saldırı için eğıtim ve işbirliği yapıyordu... Aynı soru Yunanistan ile Ege Denizi'nde yapılan ortak tatbikatlar için de sorulabilir.

- İstihbarat Paylaşımı: İstihbarat alanında işbirliği yapılacak, bu kapsamda İsrail, Türkiye sınırından İran ve Suriye'yi dinleyecektir. Biz ise PKK'lı militanları eğiten İsrail subaylarını unutup, İsrail'den istihbarat bekledik. Hiç yararlı bir bilgi geldi mi acaba? Acaba biz onlara İran, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Hizbullah konusunda ne gibi bilgiler verdik?

- Ticaret: Mart 1996'da (Çiller dönemi) imzalanan Serbest Ticaret Anlaşması 1997 Mayıs'ında etkin hale geldi. Serbest Ticaret Anlaşması yapılan yeni düzenlemelerle icrai bir safhaya kavuşmaktu.

- Ulaşım anlaşması: İsrail Türkiye için yeşil pasaportlulardan vizeyi kaldırdı. Biz zaten, maşaallah, eski vatandaşlarımız Balkan halkları, Araplar, Afrikalılar ve Sovyetler Birliği'deki Türkler dışında, kimseye vize uygulamıyoruz ki!.. Bizim vizemiz kendi adamlarımızı dışarda tutmak, gavurları içeeri almak için!

- Su: Türk tarafının "barış hattı" ve İsrail tarafının "barış kanalı" hakkındaki fikirleri Türkiye'den İsrail'e taze su getirilmesi üzerinde yoğunlaştı. bu proje, zaten Yahudi hayranı Özal'ın Manavgat suyunu satma arzusuyla başlamıştı. Sonunda hükûmet Fırat nehrinin suyunu birilerine sattı, ama Yahuidiler'e mi bilinmez. Üstelik Başbakan Erdoğan bunu, "Bize Fırat'ı sattınız, diyorlar. Biz Fırat'ı satmadık. Kullanma hakkını sattık," diyerek savundu. Ne var ki bu savunma, karısını pazarlayan muhabbet tellalının, "Ben karımı satmıyorum, onun kullanma hakkını satıyporum," demesine benziyordu!

- Din: Nisan 1997'de ilk defa bir Türk dinî heyetinin İsrail'e yaptığı ziyarette, İstanbul Müftüsü "İsrail Devleti'nin varlığı hakkında İslamî açıdan hiçbir eleştiri getirilemez" dedi. Biz de o müftünün islâmî yönünden kuşku duyduk. Böyle bir şey söylemesine ne gerek vardı?

Daniel Pipes ve başka kaynaklardan toplanan bilgiler ışığında özetleyecek olursak İsrail Türkiye'ye silah satacak ve Türk savaş jetlerinin modernize edecek, istihbarat alışverişi olacak, ortak tatbikatlar yapılacaktır. Bu anlaşmayla, Ortadoğu'da yeni bir Türkiye-İsrail ekseni oluşturuluyor ve bu yeni eksen, o güne kadar Türk Dış Politikası'nda titizlikle korunmuş olan birçok ilkeyi temelinden yıkıp atıyordu.

Şöyle ki:

1. Türkiye artık Ortadoğu'da stratejik rol oynayamayacaktı. O güne kadar Türkiye, Ortadoğu'da şu üç güç noktasına eşit uzak durmuştu: İsrail, Araplar'ın temsilcisi olarak Mısır, ve İran... Oysa kurulan Türkiye-İsrail askerî işbirliğiyle Türkiye artık bölgede taraf oluyor, İsrail'den yana tavır alıyor ve Araplar'la İran'ı karşısına alıyordu.

2. Türkiye-İsrail askerî işbirliği ile en büyük yarayı İran almıştır. Çünkü bu anlaşma ile İsrail, gelip İran sınırına dayanmıştır. Bu anlaşmadan bir süre sonra, İsrail'in Türkiye-İran sınırında istihbarat ve dinleme istasyonları kurmuş olduğu rapor edilmiştir. Türkiye-İsrail askerî işbirliği anlaşmasından sonra, İsrail eğer isterse İran'ın askerî altyapılarına, cephaneliklerine Türkiye'den, belki o "manevra, tatbikat, eğitim yapıyor" dediği uçaklar ile saldırabilecektir. Muhtemel bir İsrail-İran askerî çatışmasında, İsrail askerî kuvvetleri yakıt ikmalini Türkiye'de yapabilecektir. Son dönemde (2013) Türkiye-Suriye sınırına getirip kondurulan ve TÜRK askerinin değil de, Amerikan, Alman, hollanda askerlerinin denetiminde Patriot füzeleri de Türkiye'yi değil; İsrail'i korumak için yerleştirilmiştir.

3. Türkiye-İsrail Askerî İşbirliği Anlaşması Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde hiç görüşülmemiştir!.. Dolayısıyla, Türkiye-İsrail askerî ilişkileri hâlâ kamu hukukundan yoksundur. Adeta böyle anlaşmalar yoktur!.. Ancak "One Minute" ve "Mavi Marmara" olaylarından sonra bozulduğu söylenen Türk-İsrail ilişkilerine bu hukuktan yoksun askerî anlaşmaların askıya alınması dahil midir, değil midir, belli değildir! Kimse de bu konuda bir açıklama yapmaya yanaşmamaktadır.

Washington Instutite'un Yahudi uzman danışmanı Alan Makovsky, söz konusu anlaşma için şu çok önemli değerlendirmede bulunmuştu:

- "Türkiye ile İsrail arasında yakın ilişkilerin kurulması Soğuk Savaş döneminden sonra Ortadoğu'da yaşanan en önemli stratejik gelişmedir."

Makovsky'yi böyle tarihî bir tesbite götüren anlaşmalar için Erbakan'ın bir tek şartı olmuştu: Anlaşmalar kesinlikle gizli tutulacak!..

O sebeple Ortadoğu'da tüm dengeleri İsrail lehine çeviren bu anlaşmaların hâlâ neler ihtiva ettiğini resmî olarak bilemiyoruz.

Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan'ın 10-12 Ağustos 1996 tarihinde İran'la başlattığı olaylı yurtdışı gezilerinin hemen sonrasında 29 Ağustos 1996 tarihli Hürriyet gazetesinin "İsrail'le Gizli İmza" başlığıyla verdiği haber ilgi çekiciydi. Habere göre 23 Şubat'ta Çevik Bir'in İsrail'le yaptığı ilk anlaşmadan sonra İsrail'le ikinci askerî anlaşma, Erbakan'ın "anlaşma kamu oyuna açıklanmayacak" şartıyla imzalanmıştı.

Dışişleri Bakanlığı Basın Sözcüsü Ömer Akbel, anlaşmanın Ankara'ya gelen İsrail Savunma Bakan yardımcısı Müsteşarı David Ivry ve Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarı Korgeneral Tuncer Kılınç tarafından imzalandığını açıkladı. Erbakan'ın bu şartı İsrail'e de bildirildi, Ivry'nin ziyaretinin ve anlaşmanın imzalanmasının kesinlikle kamuoyuna açıklanmaması istendi. Ne var ki, Ivry'nin ziyareti ve anlaşmanın imzalanacağı haberi duyuldu. Olayın açığa çıkması üzerine Dışişleri Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı anlaşmayı açıklamak zorunda kaldılar... Gizlilik kodunu bozan taraf sürekli İsrail olmuştur. Çünkü İsrail, İran ve Suriye'nin etkilenmesi için anlaşmaların duyulmasını istiyordu. Yani anlaşmaların psikolojik etkisinden de faydalanmak istiyordu. O sebeple de anlaşmalar İsrail tarafından ve el altından duyurulmuştur.

Yahudi Dönmesi Orgeneral Çevik Bir'in baskısıyla Erbakan hükumeti ile İsrail arasında yapılan gizli anlaşmaların İsrail'e kazandırdıklarını anlamak için, öncelikle Türkiye'nin öneminin Telaviv'de nasıl algılandığına bakmak gerekir.

Bu konuda Dr. Amikam Nechami'nin açıklamaları şöyledir:

- "İsrail Dış politikasında Türkiye'nin önemi, ABD ve İngiltere'den daha az değildir."

Ve bir başka İsrailli diplomatın değerlendirmesi:

- "Türkiye'nin İsrail ile güçlü ilişkileri parayla ölçülemez değerdedir."

Bugün İsrail'i ayakta tutan, yaşatan 3 ülkeden birisi Türkiye'dir. Prof. Dr. Yalçın Küçük'ün deyimiyle "Türkiye 'deki İsrail, İsrail'deki İsrail'den çok daha güçlüdür". Türkiye'de Türkler'i uyutup memleketin idaresini ele geçirmiş olan dönme politikacılar, bürokratlar ve işadamları sayesinde İsrail'i yaşatan ve şımartan ülke Türkiye'dir. Öyleyse İsrail'i ancak Türkiye durdurabilir ve bu işgalci ülke ile mücadele de samimiyet sınavı İsrail ile yapılan anlaşmaların behemehal feshinden geçmektedir. Öyle Gazze katliamı için ağlamakla, üç-beş kutu yardım göndermekle olmaz!

İsrail'i durdurmanın yolu Türkiye'nin İsrail'e verdiği desteğin kalmasından geçiyor... Şayet Türkiye "İsrail'e hayat suyu veren ülke" rolünden vazgeçerse, İsrail'in de azgınlığı aynı oranda duracaktır. Ama bunun için önce Türkiye'nin tepesindeki İsrail ajanları temizlenmelidir!

Erbakan'ın oyuna mı geldiği, yoksa onda da bir İsrail hayranlığı olup olmadığı iyice araştırılmalıdır. Saadet Partisi'nin yahudi lobileri ile ilişkisi var mıydı? Erbakan partisi kapatıldıktan ve muhalefete düştükten sonra da aynı yola devam etmiş midir?.. Fazilet Partisi döneminde ABD'deki İsrail lobileri ile içli-dışlı olmuş mudur?

İddiaya göre Yahudi vatandaşımız Üzeyir Garih Refah-Yol hükûmetini desteklediğini açıklamakla yetinmedi, ABD'deki İsrail lobisini ikna etti. Yahudi ADL heyetine konuşan Devlet Bakanı ve Refah Partisi Başkan Yardımcısı Fehim Adak, "Dinî aşırılığa karşıyız ve İsrail ve Yahudi toplumu ile diyaloğumuz sürecektir." açıklamasını yaptı. Neo-Con'ların ABD'deki en ünlü isimlerinden Daniel Pipes'in Erbakan'ın iktidarda olduğu günlerde "A New Axis, The National Interest" de yazdığı yazıdan bir bölüm:

- "...Karşılıklı gidiş gelişler İsrail Dışişleri Bakanı David Levy'nin Ankara'yı 8-9 Nisan'da ziyaret etmesi ile başladı ...(Böylece) daha düşük bir seviyede de yarım yüz yıllık stratejik diyalog somutlaşıyor ve Haziran'da Türk savaş gemileri İsrail limanlarını ziyaret ediyordu."

Bu yoğun ve yüksek düzey gidip gelmelerin sonuçlarının hepsi kamuoyuna açık değildir. Ancak resmî açıklamalar ve konuşkan bazı yetkililerden anlaşıldığına göre 5 ana alanda yoğunlaşılmıştır ki, bunları yukarıda saydık.

Saadet Partili eski yetkililer haklı olarak Abdullah Gül'ü "İsrail Gülü" olduğunu söyleyerek eleştiriyorlar. Gül'ün Bakan iken özellikle Yahudi kuruluşları ile ABD'de yürüttüğü temasları "kişisel bağlam"da çevirdiğini ifade ediyorlar. Bakınız onlara Abdullah Gül, "Yol Ayrımı" kitabının 397. sayfasında nasıl cevap veriyor:

- "Şimdi hayretler içinde bakıyorum, ben Bakan olarak ABD'yi ziyaret etmişim. 58 tane toplantı yapmışım..... Erbakan Hoca'nın "gizli dünya devleti" dediği CFR'de onuruna verilen yemekli toplantıda, Türkiye'deki baş örtüsü sıkıntısını anlatmışım. O zamanlar parti büyüğü ağabeylerimiz, Erbakan Hoca, yaptıklarımızla övünürlerdi. Beni takdir ederlerdi. NE YAZIK Kİ BÜTÜN BUNLAR GİZLİ BİR BULUŞMAYMIŞ, BENİM GİZLİ İLİŞKİLERİMMİŞ GİBİ TAKDİM EDİLİYOR."

Abdullah Gül, CFR'nin Erbakan onuruna yemek verdiğini ve buna benzer kuruluşlarla 58 toplantı yaptığını söylüyor... Erbakan'a yakın isimler ise Gül'e bu imkânın Erbakan tarafından verildiğini söyleyerek, Gül'ü vefasızlıkla ve "bu ilişkileri kendi lehine kullanmakla" itham ediyorlar. Yani taraflar birbirlerini lobilerin gücünü çalmakla suçluyorlar. Ancak görünüş o ki, Yahudi lobileri ile kurulan gizli dostluklardan rahatsızlık duymuyorlar!

Bir dönem Fazilet Partisi'nin, Refah'ın akibetine uğramamak adına (ki uğradı, o da kapatıldı) hem iç politika ile, hem de dış politika ile ilgili konularda sisteme güven verme ve ehlileştiğini gösterme çabası sezilmekteydi. Fazilet Partisi'ndeki bu çaba en çok da parti başkanı Recai Kutan'ın 1999 yılının Kasım ayı başlarındabir heyetle gerçekleştirdiği ABD ziyaretinde açıkça ortaya kondu. Kutan'ın ABD gezisinin Washington'u kapsayan kısmı, Fazilet Partisi'nin Refah Partisi'nden farklı olduğunu, ya da olmaya çalıştığını anlatmakla geçti. Washington'daki temaslar boyunca görüşülen kişi ve çevreler gözönüne alındığında muhatabın Amerikan resmî çevreleri olduğu anlaşılıyordu. Bu yönüyle gezinin Washington ayağı çok da önemli değildi. Asıl önemli olan ve Kutan'ın ziyaretini kayda değer kılacak şey gezinin New York kısmıydı. Çünkü Fazilet heyeti, New York'ta İsrail için lobi faliyetleri yürüten Yahudi kuruluşları ile temaslarda bulunacaktı. New York'ta gerçekleştireceği temaslar, Amerikan derin devleti ile yapılmış görüşmeler anlamına geliyordu. Recai Kutan Woodrov Wilson düşünce kuruluşundaki konuşmasında soruları cevaplandırdı. "Asla İran gibi olmayız" mesajı verdi. Şöyle konuştu:

- "Bugün İsrail Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ile ilişki halindedir. Kimse İsrail yok demiyor. İsrail vardır, Türkiye de İsrail ile eşit şartlar altında işbirliği yapabilir. Bunda sakınca görmüyoruz."

Erbakan'ın seçim meydanlarındaki halka "Kudüs'ün kurtarılması için" çalışmanın da yer aldığı "Milli Görüş yemini" hâlâ hafızalarda canlıyken, Fazilet Partisi'nin İsrail'i bir gerçeklik olarak tanıdığını açıklayıp, "asla İran olmayacakları" yönünde Amerikalılar'a teminat vermesi, pek ikna edici bulunmasa da Fazilet'teki bu dönüşün, kendi tabanı üzerinde olumlu bir etki bırakmadığı da ortadaydı. Belki de 2001 seçimlerini bu yüzden kaybetti. Tabii bunda bir zamanlar "Haçlı Klubü" olarak nitelendirdiği AB'yi, daha sonra bir "ideal" olarak savunmasının, hatta "Seçime gitmeyelim, AB yasalarını çıkaralım," diyerek liberal partilerden daha hızlı AB'ci olmasının da etkisi vardır... Recep Tayyip Erdoğan'ın AKP'si de "Avrupa Birliği'ni biz daha çok savunuyoruz," diyerek durumdan istifade etmiştir. Zira Erbakan, "Haçlı Kulübü" dediği AB'yi savunmakla ülkenin en dinamik ve en dirençli bölümü olan muhafazakâr kesimi "galiba bu Avrupa Birliği iyi bir şey ki, Hoca bile methetti," düşüncesiyle AB'ci yapmış, bu büyük değişim ile, deyim yerinde ise AKP de kitlelerin kimyasını bozarak kötü günlerimizi hazırlamıştır. Öyle ki, Recep Tayyip Erndoğan'ın "Avrupa Birliği ile katolik nikâhı" kıymaya kalkması bile halkta fazla tepki uyandırmamıştır.

Prof. Laçiner yayınlanan son kitabı “ Dışımızdaki PKK İçimizdeki İsrail ” isimli kitapta en stratejik kurumlar olan TSK ve MİT’e girmeyi başarmış ayrıca PKK ile de ilişkisi olan İsrail’i anlatıyor:

- "İsrail’in bakışında Türkiye’nin İslam’dan uzaklaştırılması veya en azından İslamî unsurların ‘zararsız’ hale getirilmesi önemli bir rol oynamıştır. Tohumların ıslah edilmesi, kısırlaştırılması gibi bir durumdur bu. 'Türkiye’nin de-islamizasyonu' meselesi daha doğrusu ‘ehlileşmiş’, ‘ılımlı İslam’ projesi, sadece İsrail için değil Batı dünyası için de önemli bir projedir."

Sözün kısası, bizce AKP'nin iktidar olması, Erbakan'ın AB'ci olmasının bir sonucudur. Bu da "politikacı" olmanın özelliğidir. Siyaset "devlet idare etmek", politika ise "her ne yolla olursa olsun, iktidar olmak" demektir. Onun için politikacı daima "yanar-döner"dir. Nitekim Erdoğan da, "NATO'nun Libya'da ne işi var?" demesinin ertesi günü NATO saldırı güçlerine katılmış, Libya'ya gemi ve uçak göndermiş, müslüman bir ülkenin bombalanmasında rol üstlenmiştir.

Allah hepsini bildiği gibi yapsın!

http://www.angelfire.com/rnb/atadiyar/ata38.html



3 CÜ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR




...