Bülent Orakoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bülent Orakoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 10

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 10


Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, Türkiye’nin, Genelkurmay Başkanı’nın statüsünden dolayı NATO’da yaşadığı uyumsuzluğu ve sıkıntıyı şu şekilde anlatır: 
NATO Askeri Komitesinde kıran kırana mücadele ediliyor ve benim rastladığım iki sene de o askerî komitede Türkiye’yi temsil ettim- maalesef, Türk 
Genelkurmay Başkanı en fazla sıkıntıya sahip olan askerî komutandır. Bir kere, diğer NATO ülkelerinin Genelkurmay başkanlarının komutanlık sıfatları yoktur, 
karargâh subayıdır. Karargâh subayıdır. NATO’da komutanlık sorumluluğu ve yetkisi olan tek komutan Türk’tür. Karaya da komutanlık yapar, Denize de, 
Havaya da, Jandarmaya da komutanlık yapar. NATO ülkelerinde başka böyle bir ülke yok. Karargâh subayı. Ama kritik konular olduğunda bir bakarsınız, o 26 kişi anında birleşir, tek kalırsınız. Neden? Çünkü NATO’da görev yapan Genelkurmay başkanlarının birçoğu Avrupa Birliği üyesinin Genelkurmay 
başkanlarıdır.122 

4. İç Güvenlik 

Ordu, 1921-1922 arasındaki Millî Mücadele yıllarından başlanarak Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’de her zaman bir zabıta kuvveti olarak görülmüş ve kullanılmıştır. 
Öyle ki, asayişin sağlanması için hiçbir yasa ve ahlak anlayışında yeri olmayan infaz mangası gibi davranmaktan, banka ve özel sektöre ait fabrikaların bekçiliğine kadar yerine getirilen çok çeşitli işler herhalde esas görevi yurt savunmasına hazırlanmak olan askerin, yurttaş nezdinde prestij kaybetmesinden başka bir sonuç doğurmamaktadır. Bir kimsenin suçlu olup olmadığına ancak mahkeme karar verebilir. Suçlu bile olsa cezayı mahkeme takdir edebilir. Başka hiçbir kimse veya makam, böyle bir yetkiye sahip değildir. Türkiye Cumhuriyeti ’nde ise bir devlet politikası olarak ordunun asayiş işlerinde kullanılması halkın vicdanında derin yaralar açan bazı olayların yaşanmasına neden olmaktadır. Özellikle askeri yönetim dönemlerinde rastlanan bu tür olayların rejim ve asker ilişkisini hangi yönde etkileyeceği açıktır. Mustafa Muğlalı ve Mersin Arslanköy olayları, tek parti dönemindeki rejim ve asker ilişkisinin şekli boyutlarını göstermesi bakımından çok düşündürücüdür. 

Türkiye’de artık şu noktanın tartışılması gerekir. Asker ile yurttaşın karşı karşıya bırakılması, yalnızca 1946 öncesinde rastlanılan tek parti yönetimine özgü bir politika değildir. Daha sonra, bugün de benzeri öldürme olaylarına tanık olunmaktadır. Böyle olaylarda suçlu ile sorumluyu ayırmak ve ona göre önlem bulmak gerekir. Belki tetiği çekenin suçlu olduğu rahatlıkla söylenebilir. Peki, sorumlu kimdir? Sorumlu bizzat devletin kendisidir; 1923’ten beri orduya asayiş görevi yaptıran, olur olmaz ilan edilen sıkıyönetimlerde bir devlet politikasına dönüşen garnizon-devlet uygulamaları ile yurttaşları baş başa bırakanlardır. Asker, dünyanın her yerinde kendisine öldürme teknikleri öğretilen kişidir. Özel savaş okullarında bunun için eğitilir. Yok etmesi gerekenin düşman olduğu anlatılır. Emir ve disiplin onun her şeyidir. Ateş emri verilmişse, ateşkes emrine kadar ateş edecektir. “Öldür”, denilirse öldürecektir. Her kademeye bir emir veren bulunacaktır. Belki bazıları daha ileriye giderek, emirlerden kendilerine ek görevler de çıkaracaklardır. 

İşverene karşı grev yaparak hakkını arayan işçinin, taban fiyatı yetersiz bularak protesto yürüyüşü yapan çiftçinin, ülkesindeki insan haklarına aykırı uygulamalara karşı çıkan aydının ve öğrencinin yol açtığı dalgalanmaya bir devlet politikası olarak baraj diye sıkıyönetimler ve askeri rejimler konulmaya devam edilirse ve bu, yurt savunması amacıyla eğitilen silahlı kuvvetler aracılığı ile yapılırsa; bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da ordu zarar görecektir. Yakın zamanlarda, 1960, 1971 ve 1980 müdahaleleri ardından 1961, 1973 ve 
1983’de kışlasına dönmek durumunda kalan Türk Ordusu, biraz da kendi yaralarını sarmak, yıpranmasını asgariye indirmek için geri çekilmiştir. 123 
Türkiye’de Cumhuriyetin ilanından 19.07.1987 tarihine kadar geçen 63 yıl 8 ay 20 günlük sürede, ülkenin çeşitli yerlerinde uygulanan sıkıyönetimin süresi 25 yıl, 9 ay, 18 gündür. Diğer bir deyişle, bu dönemin yüzde 40’ında sıkıyönetim uygulanmıştır.124 Bu süreye olağanüstü hal dönemleri de ilave edilirse, Cumhuriyetin yaklaşık 46 yılı olağandışı koşullar altında yaşanmış demektir. 
Türkiye’de rejim, İkinci Dünya savaşı bitiminden 1970’lerin başına kadar ağır çekim bir film gibi, garnizon-devlet uygulamalarından millî güvenlik devletine doğru ilerlemesini sürdürürken, ordunun zabıta kuvveti olarak üstlendiği asayiş sağlama görevinde esaslı bir değişim gözlenmektedir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki ayrılıkçı Kürt aşiretlerin ayaklanmalarına karşı söz konusu bölgelerde görev yapan ordu, 1960’lı yıllarda ve sonrasında işçi sınıfının büyük bir nüfus yoğunluğuna ulaştığı İstanbul, 
Kocaeli, Zonguldak, İzmir, Bursa, Ankara, Adana, İçel gibi metropollerde de asayiş görevini üstlenmiştir. Bu metropollerin hemen hepsinde üniversitelerin bulunması, işçi ve memur kesimine göre radikal düşünceye daha açık öğrenci ve aydınların, uygulanan resmi politika gereği nüfusun potansiyel tehlike taşıyan kesimi olarak gözetimde bulundurulmalarını gerektirmiştir. Nitekim rejimin askeri yönetim dışında kalan dönemlerde sıkıyönetimi olağan bir yönetim biçimi şeklinde kullanması, uygulamanın süreklilik kazandığını göstermektedir. 
1960-80 döneminde, 1964-70 arasındaki beş yıl dışında İstanbul-Ankara başta olmak üzere işçi nüfusun yaşadığı metropoller ve Diyarbakır-Siirt illeri sıkıyönetim ile yönetilmiştir. 
1920’lerin başında Anadolu’da gayrimüslimlere zulüm uygulamaları ile ün yapan merkez ordusu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa gibi 1943’te 33 yurttaşı kurşuna dizdiren General Mustafa Muğlalı’nın çok özel örnekler olduğu söylenebilir. Bir daha Sakallı Nurettin Paşaların ve General Muğlalıların çıkamayacağı söylenebilir mi? 

1960’da değil, fakat 1971 ve 1980 darbelerinde askeri hapishane ve garnizonlar, fabrika ve atölyelerde işverene karşı sendika kurma mücadelesi veren, hak aramak için anayasa ve yasalar ile kendilerine sağlanmış toplantı ve gösteri hakkını kullanan işçi ve sendikacılarla doldurulmuştur. Soru garip gelebilir, işçinin sigorta primini yatırmadı veya insanca yaşaması için gerekli ücret ve sosyal yardımları ödemedi diye askeri makamlarca hakkında soruşturma açılan işveren var mıdır? Grev yasağını duyuran sıkıyönetim bildirilerinin sigortasız işçi 
çalıştırmaya herhangi bir yasak getirmemesi, ordunun hakemlik rolünü savunanlar açısından yanıtlanması gereken bir sorudur. İşveren örgütleri ve askeri makamlar, çeşitli amaçlarla kamuoyuna bilgi vermek için hazırladıkları broşür ve kitaplarda yalnızca grevler yüzünden kaybedilen iş günleri ile ilgili istatistikleri açıklarlar. Nedense, işçi ücretlerindeki reel azalma, kötü çalışma koşulları ile işverenin ağır ihmali yüzünden her yıl ölen, yaralanan veya sakat kalan işçilerin sayısı Genelkurmay Başkanlığı veya ordu komutanlarının dokümanlarında yer almaz. 

DP’nin 1950’de 6 Haziran operasyonu ile başlayan ve 1960 Mayısında bu defa Genelkurmay’a ve kendilerine karşı genç subayların gerçekleştirdikleri bir başka askeri operasyonla sona eren iktidar yıllarındaki rejim ve asker ilişkisi açısından, bu partinin ciddi kapsamlı ve hedefleri belirlenmiş bir ordu politikasına sahip olmadığı görülür. Rejimi sivilleştirme vaadi ile geniş halk desteğine dayanarak iktidara gelen DP ciddi bir ordu politikası oluşturmak yerine, kendine bağlı generalleri göreve getirmek şeklinde ifade edebilecek, kolay fakat komplocu yola girmiştir. Hükümetlerin birlikte çalışacakları askeri şeflere her anlamda güven duymak istemeleri doğaldır ve haklarıdır. Fakat önemli olan güven içinde işleyen bir sistemin kurulmasıdır. Yoksa iş, fazlasıyla subjektif değer yargılarıyla karar vermeye kalır.125 

Sedat Laçiner, ordunun bir iç güvenlik birimi olarak terörle mücadeledeki rolünü farklı bir bakış açısıyla ele alır ve TSK’yı bekleyen tehlikenin ne olduğunu söyler: 

PKK terörüyle mücadelenin 24 yılını şöyle bir hatırlayacak olursak hangi yılında güvenlik güçlerinin mücadelede yetersiz kaldıklarını itiraf ettiklerini ve ciddi bir 
hesaplaşma içine girdiklerini gördük. Aksine her safhada ne kadar çok başarılı olunduğu tekrarlandı duruldu. Oysa PKK teröründe İspanya’nın yaklaşık 20, 
İngiltere’nin ise yaklaşık 40 misli insan ölmüştür. Yaralananlar, sorgudan geçirilen yüz binlerce insan, dağılan hayatlar, çeyrek asır boyunca olağanüstü bir halde yaşamak zorunda bırakılan milyonlar ve ulusal ekonominin kaybettiği 1 trilyon dolarlık kayıp da eklendiğinde ortada ciddi bir başarı olmadığı anlaşılacaktır. 
Fakat meseleyi sadece terörist kovalamak olarak aldığınız zaman başarınızı sadece öldürdüğünüz ve yaraladığınız terörist sayısı ile ölçersiniz. ‘Ne kadar insan öldürdük, o kadar başarılıyız’ anlayışı yerleşir. Sizin kayıplarınız ise başarısızlığınızın göstergesi değil, yeni yeni teröristler öldürmek için güçlü 
gerekçeler oluverir. Artık zaman kalmadı. Halının altında yer kalmadı. Toplum kendi kaderine el koymak zorunda. Terörle mücadelede Meclis ve Hükümet 
sorumluluklarını kolluk güçlerine ve Ordu’ya atmamak zorunda. Aksi takdirde çeteler ülkenin dört bir yanını sarmaya devam edecek, terörle mücadele her 
seferinde yeni teröristler üretecek, bazıları terörist peşinde terörle mücadele ettiğini sanırken ülke yangın yeri olmaya devam edecek ve en kötüsü kolluk 
güçleri ve Ordu yeteneklerini kaybederek ülkenin iç ve dış güvenliğini koruyamayacak hale gelecektir.126 

Terörle mücadelenin yanında, kolluk kuvveti olarak görev yapan jandarma teşkilatının mevcut durumu modern demokratik devletlerde olması gereken kriterlere uymamaktadır. 
Avrupa’da olmayan jandarma teşkilatının (sadece Fransa ve İtalya’da var, ancak bunlar da Türkiye’nin Jandarma teşkilatı gibi değil tamamen sivil bir birim gibi İçişleri Bakanlığına bağlıdır) Türkiye’de taşıdığı askeri bakış açısı gereği, iç güvenlik ve adli mekanizmada görev yapması sakıncalar taşımaktadır. Jandarma ya tamamen sivil bir kır polisi örgütlenmesine dönüştürülmeli ve Genelkurmayla bağlantısı kesilmeli veya iç güvenlik-adli görevden alınmalıdır. Polis sayısı da buna göre arttırılabilecektir.127 

5. Özel Harp Dairesi, Kontrgerilla ve Gayri Nizami Harp 

Derin devlet kavramını Türkiye’de ilk kullanan kişi Mahir Kaynak’tır128 ve 1995 yılında şunları ifade etmektedir: Türkiye’de derin devlet yok. Oysa dünyada 
büyük güçleri temsil eden devletlerin hepsinin içerisinde görünen yöneticilerin arkasında derin devlet vardır. Sovyetler Birliği’nde derin devlet yapılanması gizli 
servis içerisindedir. ABD’de büyük sermayenin etrafında kümelenmiştir. Türkiye’de - eğer kurulursa- her iki devletinkine de benzemeyecek ve ordu etrafında kurulacaktır. Çünkü Türkiye’de siyasal açıdan deneyimli olan, siyasal kararları veren güç, esas itibariyle ordudur. 

Ordu Cumhuriyetin de kurucusudur. Türkiye’de istihbarat servisi böyle bir fonksiyona ve yapıya sahip değildir; onun için derin devlet rolünü oynayamaz.129 
Mahir Kaynak başka bir yerde; “Türkiye’de problem devletin tek olmamasıdır.” derken aslında ışığı doğru yere tutmakta ve konuyu tam olarak aydınlatmak, 
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e kalmaktadır: Gladiodan bahsediliyor, derin devletten bahsediliyor, “Derin devlet var mı yok mu?” Derin devlet var. 
Derin devlet askeriye. Türkiye’de bir tane devlet var aslında. Bunun derini de, düzü de bir tane. Eğer ikinci bir devlet arıyorsanız o, askeriye işte.130 

Türkiye’yi bir askeri darbeye sürüklemek için bir kargaşa ortamı131 yaratılır ve devlete çalışan bazı kiralık katiller bu amaçla cinayet işler. 
Maşalar ve maşaları kiralayanlar belliyse de maşaları kullananlar hiç ortaya çıkartılamaz. 
Rıdvan Akar, 12 Eylül öncesi Maraş olaylarında ‘şartların olgunlaşması’nın nasıl beklendiğini, toplumun darbelere nasıl hazırlandığını komisyonumuza şu 
şekilde anlatmıştır: 
Bugün bile yapılan anketlerde “Özellikle terörle mücadeleyi ne bitirir?” sorusuna halkın yüzde 44’ü “Askerî darbe, askerî müdahale bitirir.” şeklinde yanıt 
verebiliyor. Biz bunca badireleri atlatmış olmamıza, demokrasi bunca yara almış olmasına karşın, hâlâ böylesi bir yaklaşımın halkın kafasının bir yerlerinde var 
olması, yani bu anlayışın ortadan kaldırılması gerekiyor. Çünkü darbecileri en çok yaptıkları şey şu: Ekonomik ve siyasi konjonktürü kullanarak toplumu bir süre darbeye hazırlıyorlar ve bu hazırlık süreci onların olgunlaşması, yani darbenin olgunlaşmasına kadar geçen bir zaman dilimini kapsıyor. Düşününüzki 

Kahramanmaraş katliamı gerçekleştiği sırada Başbakan Bülent Ecevit, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’i arıyor ve diyor ki: “Lütfen bir şeyler yapın, 
müdahale edin.” Yaklaşık 500 bin askeri olan, NATO’nun ikinci kalabalık askeri olan bir ordudan söz ediyoruz. Sayın Evren’in verdiği yanıt: “Yeterli gücümüz 
yok.” İnsanlar orada ölmeye devam ediyorlar. Biliyorsunuz, Maraş katliamı üç gün süren bir katliamdır. Yani üç gün boyunca insanlar orada hayatlarını çoluk 
çocuk kaybederken neden asker müdahale etmiyor? Çünkü o sırada Bülent Ecevit’le sıkıyönetimin ilan edilmesi, hangi illerde ilan edileceği ve sıkıyönetimin 
hangi yetkilerle donanacağı konusunda ciddi ve sert pazarlıklar oluyor. Ne zaman ki pazarlıklar sonucunda asker istediğini alıyor, gidiyor Maraş’a, müdahale ediyor ve can kaybını durdurabiliyor. Dolayısıyla, bu bir süreç işi, yani darbeler olgunlaştırılan bir zaman ve sonunda gerçekleştirilen bir süreç.132 

Yıllarca derin devlet üzerinde araştırmalar yapan emekli deniz subayı Erol Mütercimler sonunda ulaşılamayan bu örgüte ulaşır. Mütercimler’e göre ülkeyi darbelere sürükleyen de bu örgütün ta kendisidir: 

İlk kez bu örgütün adını Emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ten133 öğrendiğimde şok oldum. Gerçek anlamda şok oldum. Ünlütürk Paşa kendisinin 
de bu örgütün içinde olduğunu söyledikten sonra devamında: ‘Genelkurmayın da, hükümetlerin de, bürokrasinin de herkesin üstünde bir örgüttür. Yasayla falan kurulmuş bir örgüt değildir. Bu, 27 Mayıs darbesinden sonra CIA, Pentagon tarafından kurdurulmuştur. Bunun içinde bulunan insanlar, vatana ihanet olsun 
diye hizmet etmezler. Biz vatanı kurtarıyoruz, vatana hizmet ediyoruz, vatana yararımız dokunuyor düşüncesiyle bu örgütün içinde yer almışlardır. Özellikle 
Amerika’da kontrgerilla eğitimi görmüş olan, bu kurslardan geçmiş olan generallerin bir bölümü yeri geldiğinde bu kontrgerilla içinde yer alır.’ dedi. 
Sonuçta ben daha başka insanlardan konuyu araştırdığımda şunu gördüm: Bunun içinde subaylar, emniyetçiler, profesörler, gazeteciler, işadamları ve sıradan insanlar var. Bugün çeteler dediğimiz bu küçük birimler var ya, işte bu birimler yapının içindeki birer bölüm, birer parça. Bülent Ecevit araştırmalarında bunun ne olduğunu gördü. Cumhuriyet tarihinde tanıdığım en gözü kara, daha doğru deyimle en deli cesareti olan Cumhurbaşkanı Turgut Özal, kendisine yapılan suikastı araştırdığında ne dedi? ‘Bir örgüte geldim çakıldım.’ İşte Özal’ın bahsettiği örgüt bu.134 

Türkiye’de derin devlet, hakim ve oligarşik zümre olan askeri yelpaze etrafında vücut bulmuştur. Karar alıcılar merkez olarak askeri yapı etrafında ve liderliğinde oluşmuşsa da, yapının içinde istihbarat, medya, mafya, sermaye ve bürokrasiden unsurlar mevcuttur. 

Uygulayıcılar görünür, yerüstü birimi Özel Kuvvetler Komutanlığı; yeraltı birimleri ise vatansever sivillerden müteşekkildir. Eski CIA Başkanı William Colby, yaptığı açıklamada 

“NATO üyesi olması münasebetiyle Türkiye’de Gladio muadili bir yapının varlığı ihtimalinin bulunduğunu” ve Türkiye’nin komünistlerin eline düşmemesi için CIA’in antikomünist kuruluşlara destek vermiş olması ihtimali bulunduğunu” en azından ifade etmiştir. Türkiye’de derin devlet devasa bir yapıdır, operasyonel eylemler yapmıştır, yapmaktadır ve tasfiyeye tevessül edilmediği için belli ki yapmaya devam edecektir.135 

NATO’ya katılmanın doğrudan bir sonucu bu kuruluşun Türkiye’nin hızla militaristleşen yapısını desteklemesi ve hatta yönetmesi olmuştur. Soğuk Savaş boyunca birçok NATO üyesi devlette olduğu gibi, Türkiye’de de Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı’nın (CIA) desteklediği kontrgerilla gladio oluşumu Ankara’daki Amerikan Yardım Delegasyonu136 binasında faaliyet gösterdi. Aşırı sağ grupların kullanılarak sokağın militarize edilmesinde NATO’nun uzantısı olarak oluşturulan bu kontrgerilla örgütünün etkisi büyük olmuştur.137 
1970’lerde sol örgütlerin Türkiye’deki NATO üslerini ve Amerikan birimlerini hedef alması bir taraftan da sokağı gittikçe artan bir militaristleşmeye mahkûm etmiştir. Yine NATO üç askeri müdahalede de dolaylı ya da dolaysız bir şekilde rol alarak siyasal iktidarın militer bir yapıya bürünmesinin en önemli ayaklarından birini oluşturmuştur.138 

12 Eylül darbesinde Amerika’nın tavrını CIA’in ünlü Türkiye istasyon şefi Paul Henze139 açıklar: “Aslında Washington olayların bu şekilde gelişmesine izin verdi. Zira çıkarlarımız bunu gerektiriyordu.” Amerika 1980’e gelindiğinde İran ve Afganistan’ı kaybettikten sonra, Türkiye gibi bir müttefikin sağlam kazığa bağlanması, Amerika’yı mutlu etmeye yetti.140 
Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla 27 Eylül 1952 yılında Silahlı Kuvvetler bünyesinde ve Millî Güvenlik Kurulu işlevini gören Millî Savunma Yüksek Kurulu'nun kararıyla kurulan, Özel Harp Dairesi’nin tarihi aynı zamanda Türkiye'nin gizli tarihidir. Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye'nin gizli ordusunun yani Özel Harp Dairesi'nin adı gizlendi. Daire kâğıt üzerinde Seferberlik Tetik Kurulu olarak gözüktü. Özellikle sivil unsurların oluşturulmasında daha rahat faaliyet yürütmek için bu isim tercih edildi. Ancak görevliler kendi aralarında dairenin gerçek adını kullandılar. Özel Harp Dairesi'nin merkezini konuşlandırmak üzere Ankara Kızılay'da bir ev kiralandı. Adakale Sokak 36 numaradaki tek katlı bu ev bahçe içindeydi. 
Doğrudan NATO merkezinden yönetilen bu daire, Türkiye'de doğrudan Genelkurmay İkinci Başkanlığı'na bağlandı. Böylece yönetimi ve denetimi en üst düzeyde oldu. Askeri hiyerarşi açısından bu, çok önemli bir ayrıcalıktı. 

Sovyetler Birliği işgaline karşı ülkenin belli yerlerinde gizli silah ve patlayıcı depoları oluşturuldu. Bunlar çoğunlukla tenha yerlerde yer altına gömüldü. Bu silah zulalarının yerini o bölge ile ilgili görevi bulanan, dairedeki önemli askerler ve bir de o bölgede bulunan ve kamplarda eğitimden geçirilen sivil unsurlar biliyordu. Olası bir Sovyet işgali veya Komünist tehlikede, Özel Harp Dairesi'nde görevli siviller, bu silahları çıkartacaktı. Büyük bir gizlilikle yer altına gömülen bu silahların numara kayıtları devlette kesinlikle bulunmuyor, kaybolmaları halinde hiç bir yasal işlemde yapılamıyordu. 1970'li yıllarda ülke içinde gerçekleştirilen katliamlarda kullanılan silahlar, sivillerin kullanması için gömülenlerdendi. 
Yine bu katliam, cinayet ve suikastları gerçekleştirenler, dairenin sivil unsurunu oluşturan "vatanseverler"di. İlk özel harpçi subaylardan ve Özel Harp Dairesi'nin ilk Lojistik Şube Müdürü olan emekli Albay İsmail Tansu, bu sivil güçleri şöyle anlatıyor: “Sivil uzantılar, ülke işgal edilince kullanılmak üzere barış zamanından eğitilip bekletilenler dir. Görev verilemez. Kopuk tespih taneleri gibi her yere dağılmışlardır. Türkiye'nin her yerindedirler. Savaşla beraber tespihin ipi bağlanır. Görev alırlar. Karı-koca aynı birim dedirler ama birbirlerinden 
haberleri yoktur. Herkes kendi görevini yapar.141 

Albay Tansu’nun söz ettiği “Beyaz Kuvvetler”, gerekmedikçe silah kullanmayan, daha çok toplum içinde etkin olan, toplumsal kesimleri manipüle eden elemanlar. Meslek sahibi, etkili, itibarlı; ama derin yapı hesabına organize edilmiş ve çalıştırılan kimseler (gazeteci, yazar, milletvekili, siyasetçi, doktor, öğretim görevlisi, din adamı, öğretmen, avukat, polis, hemşire vs). Eğer mevcut iktidarda veya Türkiye’de bir tökezleme, bir sürçme olursa bu sivil unsurlar alana iner ve Türkiye’ye yeniden kâbuslar yaşatabilecek kudrette. Avrupa’daki gizli ordularda olduğu gibi, Özel Harp Dairesi’nin yapısı da Amerikan kuvvetlerine göre oluşturuldu. 

Amerikan askeri yönergelerinin birebir örnek alındığı bu yapıya göre Özel Harp Dairesi üç ana bölümden oluşturuldu: Gayrinizamî Harp, İstikrar Hareketi ve Psikolojik Harp. Bunlardan Gayrinizamî Harp kendi içinde üç farklı birime ayrıldı: Gerilla Harekâtı, Mukavemet Harekâtı ve Kurtarma Kaçırma Harekâtı. Eğitimlerdeki başucu kaynağı ise FM- 31 koduyla başlayan Amerikan askeri yönergeleri oldu. Bunlardan önemli olanları ST-31 koduyla Türkçeye çevrildi. Özel Harpçilerin yanlarında hiç ayırmadıkları temel yönerge; FM- 31-15, ST-31-15 koduyla aynen Türkçeye çevrilen142 Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Harekât’tır. (Sahra Talimnamesi’nin orijinali: FM-35 Unconventional Warfare Department Of The Army, Government Printing Office, 1961). 

Bu dairenin eğitimlerde kullandığı diğer bir kaynak da CIA ajanı David Galula'nın yazdığı “Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı Teori ve Tatbikatı” adlı kitap oldu. Albay Hasan Lembet tarafından Türkçeye çevrilen kitap Genelkurmay Başkanlığı tarafından basılıp askerlere dağıtıldı. Yönerge ve Galula'nın Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı kitabında Özel Harp Dairesi'nin yapacağı eylemler ve operasyonlar tek tek yer alıyor. Bunun yanı sıra özel harpçilerin de görevleri net olarak belirtiliyor. Bu görevler ve öneriler dikkatlice okunduğunda 1970’li yılların başından itibaren solculara ve halka yönelik katliamların, aydınlara yönelik suikastların ve hatta darbelerin kimler tarafından ve neden yapıldığı çok net 
görülebiliyor. 

Özel harpçi subayların “öğretmeni” kabul edilen David Galula’nın kitabı, 1960’lı yıllardan günümüze kadar gelen büyük kanlı olaylara adeta ışık tutuyor. Darbeden sonra gerçekleştirilecek seçimlerin dahi nasıl yapılacağını tüm detaylarıyla anlatan Galula, hem sol hareketleri hem de muhalefeti ayaklanma olarak nitelendiriyor. 
Bu ayaklanmaların en önemli özelliğinin halk için yapılan mücadele olduğunu kabul eden Galula ayaklanmaların en tehlikeli evresini ise halkla bütünleştiği dönem olarak gösteriyor. Gizli orduya, sol hareketlerin ve muhalefetin halkla bütünleşmelerine izin verilmeden, hızla müdahale etmeleri önerisinde bulunuyor. Sol hareketlerin “siyasi oyunla ya da yıkıcı faaliyetlerle” iktidarı ele geçirebileceğini söyleyen Galula, gizli orduya halkı ayaklanmacılardan yani solculardan ayırmak için teröre yani kontrgerilla operasyonlarına başvurması gerektiğini belirtiyor. Galula, bu operasyonlardan ilkini “şuursuz terörizm” olarak adlandırıyor: 

Şuursuz terörizm; alaka toplamak ve halkın dikkati bir defa çekildikten sonra gizli olarak bulunan tarafları cezp etmektir. Bu da gelişi güzel yapılan terör 
hareketleriyle, bombaların patlamasıyla, yangın çıkartmakla, suikastlar yapmakla ve mümkün olduğu kadar fazla seyirci cezp edebilecek şekilde toplu olarak, koordine edilerek ve ayarlı şekilde yapılır. 

Galula, ilk operasyonunun başarılı olması için devamında gizli ordunun yapacağı suikastlarda kimleri öldürerek başlayabileceğini açıklıyor, “seçilmiş terörizm”: 
Seçilmiş terörizm; çarçabuk şuursuz terörizmi takip eder. Bundan maksat halkı mücadeleye sokmak ve askeri olarak halkın pasif suç ortaklığını temin etmektir. 
Bu memleketin muhtelif yerlerinde bazı kimseleri, halkla en yakın teması olan küçük rütbeli hükümet memurlarını, polis, postacı, belediye reisi, belediye meclis azası ve öğretmen gibi insanları öldürerek yapılır. (David Galula Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı ve Teori ve Tatbikatı (ABH-T ve T) Genelkurmay Basımevi, 1965, s. 84).143 

Galula’nın bu öğretileri uzun yıllar Özel Harp Dairesi’nde “Kontrgerilla, Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri” adlı derste okutuldu. Türkiye'de işlenen cinayet ve suikastlar düşünüldüğünde akla, yaşananlar bu dersin uygulanması mıydı sorusu geliyor. 1964 yılında dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Ali Keskiner imzasıyla yine Genelkurmay Basımevi'nden yayımlanan ve Amerikan ordu yönergesiyle aynı olan ST 31-15 kodlu “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât Talimatnamesi”nde ise dairenin yeraltı örgütünü oluşturan 
sivil unsurların yapılanmasıyla ilgili detaylı bilgiler yer alıyor. Talimname olduğu için daire içinde uygulanması emir kabul edilen bu düzenlemede; “Sivil kuvvetler genel olarak askeri kuvvetlerin yardımına ve desteğine muhtaçtır. Yardıma ihtiyaç, kaide olarak teşkilat, eğitim ve harekâtın planlanması konularında; desteğe ihtiyaç ise silah, mühimmat, ulaştırma, muhabere malzemesi ikmalinde kendisini gösterir.” deniliyor. Talimatnamede bu sivil unsurların eylemlerinden yargılanmalarının engellenmesi için de bunların hiçbir kanuni statüsünün 
bulunmadığına yer veriliyor. Aynı talimatnamede bu yeraltı örgütünün yapabileceği eylemler olarak adam öldürmekten başlanarak bombalamaya kadar pek çok yöntemden bahsediliyor. 

Korkunç olarak nitelendirilebilecek noktalardan birisi Emekli Tümgeneral Cihat Akyol’un144 beyanlarından çıkmaktadır. Özel Harp Dairesinin eski başkanlarından aynı zamanda eski bir MİT görevlisi olan Akyol, Silahlı Kuvvetler Dergisi’nin Mart 1971 tarihli sayısında yazdığı bir yazıda Özel Harp Dairesinde egemen olan anlayışa yönelik olarak şu ibret verici satırları 
kaydetmektedir: 

BÖLÜM DİPNOTLARI ;


122 Yaşar Büyükanıt, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, İstanbul Dolmabahçe Sarayı, 8 Kasım 2012, s. 7.
123 Hikmet Özdemir (1993); s. 28, 30, 37, 38. 
124 Zafer Üskül, Siyaset ve Asker, Ankara, 1997, s. 71 
125 Hikmet Özdemir (1993); s. 39, 41, 46, 50. 
126 Sedat Laçiner; Şeffaf ve hesap veren bir ordu ihtiyacı, Radikal Gazetesi, 17 Ekim 2008. (Erişim: 13 Haziran 2012) 
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=903799&CategoryID=99 
127 Gültekin Avcı (2008); s. 241. 
128 9 Mart 1971 Darbe Teşebbüsü: Mahir Kaynak, 9 Mart cuntacılarını deşifre ettikten sonra MİT tarafından deşifre edilmiştir, 
belki de kendi istihbarat servisi tarafından deşifre edilen tek ajandır. 12 Mart 1971 darbesine giden süreçte Doğan Avcıoğlu'nun çıkardığı Devrim gazetesi 
etrafında toplanan ve içlerinde 27 Mayıs Darbesini yapan Millî Birlik Komitesi'nin gerçek lideri Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu’nun da bulunduğu 
“Millî Demokratik Devrimciler”, o dönemin siyasi partilerinin demokrasi anlayışının bir oyalamaca olduğunu ileri sürerek ulusçu-devrimci yöntem olarak ifade edilen ilkeler doğrultusunda parlamento dışı muhalefeti savunuyorlardı. Devrim gazetesinin genel yayın yönetmeni Hasan Cemal çok sonraları anılarını anlattığı ‘Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim’ adlı kitabında o zamanki maksatlarının “ulusalcı” subayları ikna ederek onlarla birlikte bir “Millî Demokratik Devrim” darbesi yapmak olduğunu yazdı. Nitekim 9 Mart 1971 tarihinde planlanan darbe, içlerinde Mahir Kaynak ve Mehmet Eymür'ün de bulunduğu Millî İstihbarat Teşkilatı mensuplarının durumu Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve 1. Ordu Komutanı Faik Türün'e haber vermesiyle akamete uğratıldı ve darbeye adı karışan ve Orgeneral rütbesinden daha kıdemsiz olanlar re'sen emekliye sevk edildi. 
129 Ömer Lütfi Mete ve Mahir Kaynak; Derin Devlet Tanımlanamayan Güç, Timaş Yayınları, İstanbul, 2005, s. 114, 151. 
130 Süleyman Demirel, Türkiye Cumhuriyeti 9. Cumhurbaşkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 7 Haziran 2012, Ankara Güniz Sokak, s. 64. 
131 Darbe şartlarının oluşmasını beklemek: 12 Eylül’ün önde gelen paşalarından olan Orgeneral Bedrettin Demirel’in acı itirafı: “Darbe kararını çok önceden aldık, ama darbe şartlarının oluşmasını bekledik.” 12 Eylül öncesi iki yılda Türkiye’de 5 bine yakın genç hayatını kaybetti. Bu kanlı sonuçtan özellikle sivillerin büyük ders çıkarmaları gerekir. (Fikri Sağlar ve Emin Özgönül (2000); Kod Adı Susurluk Derin İlişkiler, Boyut Kitapları, İstanbul, s. 315.) 
132 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 17. 
133 Tümgeneral Memduh Ünlütürk: 7 Nisan 1991 günü uğradığı suikast sonucunda yaşamını yitirdi. Kontrgerilla ve darbelerle özdeşleşen Ünlütürk, 1917 doğumluydu. Topçu subay, kurmaylığın ardından general oldu. Kontrgerillayı en iyi bilen isimdi. Bu örgütün bütün sırlarına sahipti. Zaten Ziverbey Köşkü’ndeki işkenceli sorguları bizzat yönetmişti. Ama ilginç olan Memduh Ünlütürk'ün son dönemde kontrgerilla hakkında çevresindeki insanlara bir şeyler anlatmasıydı. Yapının sırlarını deşifre ediyordu. İşte o günlerde öldürüldü. (Ecevit Kılıç, 2011, s. 99) 
134 Can Dündar ve Celal Kazdağlı; Ergenekon Devlet İçinde Devlet, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, s. 83-85. 
135 Gültekin Avcı (2008); s. 256, 257. 
136 JUSMAT (Joint US Military Mission for Aid to Turkey, "Türkiye'ye Yardım için Ortak ABD Askeri Kurulu"), resmi amacı Türk Silahlı Kuvvetleri'ne eğitim yardımı yapmaktır ve Ankara Kirazlıdere’de yerleşik ABD askeri kuruluşudur. 
137 CIA, NATO’ya üye devletler içinde oluşmasında ve eğitiminde büyük katkılar sağladığı yasadışı, gizli ve gölge ordularının örtülü ve kanun dışı operasyonların da, bu ülkelerin NATO ile yaptığı anlaşmaları bir şemsiye olarak kullanmaktadır. Bu yasadışı yapının faaliyetlerin ortaya çıkması halinde CIA veya NATO gündeme gelmemekte, yıpranan o ülkede sızdığı kuruluşlardaki birimler olmaktadır. (Bülent Orakoğlu; İhanet Çemberi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008, s.11) 
138 Ali Balcı (2011); s. 45, 46. 
139 [Y]our boys have done it. 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin ABD Merkezi Haberalma Ajansı CIA Türkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze'in askerî müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın [y]our boys have done it (seninkiler yaptı/bizim çocuklar işi bitirdi) anlamındaki konuşması, 12 Eylül Darbesi içinde ABD'nin rolü konusunda tartışmalara neden olmuştur. Henze'den sonra Ankara’daki çocuklar başardı şeklindeki mesaj Başkan Jimmy Carter’a iletilmiştir. Paul Henze 2003 yılında bir Türk gazetesine verdiği demeçte Bizim çocuklar işi başardı sözlerinin Mehmet Ali Birand’ın uydurması olduğunu belirtmiş, ancak kısa bir süre sonra Birand 1997'de Henze ile yaptığı görüşmenin sesli ve görüntülü kayıtlarını yayınlayarak Henze'i yalanlamıştır. 
140 Mehmet Ali Birand ve diğerleri, 12 Eylül Türkiye’nin Miladı, Doğan Kitap, İstanbul, 2010, s. 148. 
141 Ecevit Kılıç, Özel Harp Dairesi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, s. 11, 44, 52. 
142 Mümtaz’er Türköne bu tercüme ile ilgili ironi yapar: “Galiba hepimiz bir yanlış tercümenin kurbanıyız. Özel Harp Dairesi’nin talimatnamesi ‘Sahra Nizamnamesi’ ABD’de hazırlanan ‘Field Manuel 31-15’in tercümesi. Bu tercüme yanlış yapılmış. Orijinalinde, ülke dışındaki askeri operasyonlar için önerilen yöntemler, yanlış tercüme sonucu ülke içinde, yani ‘içimizdeki düşmanlar’ için uygulanmış. Dışımızın “dış düşmanlarla” çevrili olması ayrı konu, ama içimizin ‘iç düşmanlar’ la dolu olması, bu yanlış tercümenin eseri.” Mümtaz’er Türköne (2010); Sözde Askerler, Nesil Yayınları, İstanbul, s. 95. 
143 Ecevit Kılıç (2010); 56-58. 
144 Tümgeneral Cihat Akyol: 1966-1971 yılları arasında Özel Harp Dairesinde başkanlık yaptı. Dairenin 27 Mayıs darbesinden 
sonra oluşan sorunlarını çözdü. Özel Harp Dairesi’nde varlığını bugün bile sürdüren yeni yapılanmaya gitti. Amerikan askeri 
yapısı ve teknikleri doğrultusunda birlikleri, hatta timleri yeniden dizayn etti. Özel harpçi subaylara göre, Özel Harp Dairesi'nin bugünkü temelleri Cihat Akyol döneminde atılmış, dairenin kurumsallaşmasını sağlamıştır. Ecevit Kılıç (2010); s. 121, 145. 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

11 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 9


DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 9


1776 Tarihli Virginia İnsan Hakları Bildirisinin 13. maddesi: “Ordu her durumda sivil gücün emri altında bulunmalı ve sivil güç tarafından yönetilmelidir.” Fransız kamu hukukçusu Leon Duguit: “Silahlı kuvvetler hükümetin elindeki pasif bir araçtır. Onun görevini yapabilmesi, hükümetin emrinde tam anlamıyla bilinçsiz bir aygıt olarak kullanılabilecek bir konumda olmasına bağlıdır. Askeri liderlerin hükümetin emrini tartışma konusu yapabildikleri yerde devlet yoktur.” demiştir. Sanıldığının aksine, anayasa düzeni bakımından Türkiye’de durum aslında bundan çok farklı değildir. Nitekim Anayasa’nın 117. maddesine göre, Bakanlar 
Kurulu ve Cumhurbaşkanı tarafından atanan Genelkurmay Başkanı Silahlı Kuvvetlerin komutanı olarak görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumludur. Yine aynı maddenin 2. fıkrasından, silahlı kuvvetlerin anayasal görevinin “yurt savunmasına hazırlanmak” olduğu anlaşılmaktadır. Yine 117. maddeden, bu görevin bihakkın yerine getirilmesinden ve genel olarak “millî güvenliğin sağlanmasından siyasi bakımdan sorumlu olan merciin Bakanlar Kurulu olduğunu da öğreniyoruz. Silahlı kuvvetler her ne kadar “yurt savunması”  için teşkil edilmiş bir devlet gücü ise de, yurdun ne zaman savunulacağına, böyle bir ihtiyacın var olup olmadığına Silahlı Kuvvetlerin kendisi karar veremez. Gerçi İç Hizmet Kanunu (m.35) açıkça Silahlı Kuvvetlerin “Türk Yurdunu” ve “Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak”la görevli olduğunu belirtmektedir; ama Silahlı Kuvvetler, bu görevi, ancak anayasal organlarca kendisine bu görev verildiğinde, hükümetin emir ve talimatı çerçevesinde yerine getirebilir. Nitekim Anayasa’nın 92. maddesine göre, “savaş hali ilanına” ve “silahlı kuvvetlerin yabancı ülkelere gönderilmelerine” izin vermeye TBMM ve istisnai olarak da “silahlı kuvvetlerin kullanılmasına” Cumhurbaşkanı yetkilidir. Ayrıca, ‘ millî güvenlik ’ zaman zaman silahlı kuvvetlerden iç düzeninde yararlanılmasını gerektirebilir. 
Nitekim olağanüstü hal ilan edilen yerlerde sivil makamlar silahlı kuvvetlerden bu konuda yardım isteyebilirler; sıkıyönetim dönemlerinde ise siyasi yönetim değilse de, mülki-idari yönetim tümüyle silahlı kuvvetlere geçer. Ancak, Anayasa’nın 119-122. maddeleri gereğince, bütün bunlar yürütme organı tarafından (Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından) tayin ve takdir edilecek hususlardır. Yoksa silahlı kuvvetler kendiliğinden bu tür görevleri 
üstlenmez.110 
Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu, 28 Şubat süreci örneğinde ülkenin Millî Güvenlik Kurulu eliyle birbirine düşürüldüğünü Komisyonumuza ifade etmiştir. 

Orakoğlu, devamında şunları belirtmiştir: 

12 Eylül 1980 darbesi, askerî vesayeti çok ciddi anlamda arttıracak, sivil iradeyi, millet iradesini yok edecek birtakım yetkilerle Millî Güvenlik Kurulunu 
donatmıştır. Onun için, 28 Şubat sürecinde askerlerin fiili bir darbe yapmasına 
gerek yoktu. 28 Şubat sürecinin önüne “post” sözünü koyarak bunun bir darbe 
olmadığını söylemek yanlıştır. 28 Şubat süreci Türkiye’de yarattığı sosyal açıdan, hukuk açısından, iç ve dış dinamikler, savunma refleksleri açısından, kurumlar arası birlik ve beraberlik açısından, en önemlisi kamplaşmalar açısından Türkiye’ye çok ciddi anlamda zarar vermiş bir süreçtir. Yani burada Türkiye’de ilk defa o cunta ekibi tarafından millî güvenlik siyaset belgesi, iktidarın bilgisi dışında değiştirilmiştir. Birinci sıraya “irtica” adı altında milletin değerleri konmuştur. PKK ve diğer tehditler alt sıralara indirilmiştir. Burada bu yapılırken yani neye dayanarak yapılmıştır belli değildir.111 

Demokratik ülkelerdeki MGK benzeri kuruluşlar, askerlerin sivil siyasete müdahale etmesini sağlayacak nitelikte olmadığı gibi, askerlerin güvenlik ve savunmaya ilişkin görüşlerini ifade edebilecekleri başka platformlar bulunuyor. Millî Güvenlik Kurulu niteliğindeki kuruluşların hepsinde içişleri, dışişleri ve savunma bakanları daimi üye statüsünde ve pek çok ülkede genelkurmay başkanı MGK üyesi değil. ABD ve Avrupa Birliği ülkelerindeki MGK benzeri 
kuruluşlar, Türkiye’deki MGK’dan çok farklıdır. Bunlar, sadece danışma fonksiyonu gören ve sivillerin emrinde olan kuruluşlardır; Avrupa Birliği ülkelerinde ise daha çok istişari kuruluş mahiyetindedirler. Bu itibarla söz konusu kuruluşlar Batı’da polemik konusu olmamaktadır. İngiltere’de ise MGK benzeri bir kuruluş yoktur; Millî güvenlik kurullarının yaptığı işleri hükümet yerine getirmektedir.112 

3. Devlet Teşkilatı ve Genelkurmay Başkanlığı 


Mustafa Kemal Paşa’nın 2 Mayıs 1920 tarihinde bir Meclis konuşmasıyla Genelkurmay’ın görevini tanımlaması ve bu istikametteki uygulamayla Genelkurmay, doğrudan doğruya iç ve dış siyasi kararların merkezinde yer almış, Millî Savunma Bakanlığı askeri karargâh merkezli bağımlı bir yapıya dönüşmüştür. Askeri merci, aynı sahada yetkili olan kuruluşlar üzerinde de 
üstünlük elde etmiştir. Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti, millî savunmaya ilişkin yetkileri tekeline almıştır. Bu gelişme sadece savaşa ilişkin gerekçeler içermez. İttihat ve Terakki’nin son dönemindeki uygulamaları, Enver Paşa’nın tüm yetkileri kendi elinde toplamasının bilinen sonuçları, ordu-siyaset, daha doğrusu asker-siyasi parti ilişkilerinin uç noktaya varması gibi kaygılar da devrededir. Mustafa Kemal Paşa, bu gerekçelerle sivilden askere uzanan bir 
siyasileşmeyi reddederken, siyasileşme fikrini tümüyle yok saymamış, askerden sivile uzanan siyasileşmeyi yeğlemiştir. Bu konuda Mustafa Kemal Paşa’nın şu sözleri açıktır: 
Bizim memleketimizde öteden beri Harbiye Nazırları harekâtı harbiyeyi ve 
kumandayı dahi uhdelerinde bulundurmaktan zevk alırlardı. Doğrudan doğruya 
Harbiye Nazırı’nın arzusu dâhilinde hareket eden bir Erkân-ı Harbiye reisi vardı. 
Tabii Harbiye Nezareti’ne Harbiye Nazırına merbut olan bir Erkan-ı Harbiye-i 
Umumiye reisinin mesuliyeti de Harbiye Nazırı olan zata münhasırdır. Bazen bu 
iki makam bir şahısta birleşmiştir. Enver Paşa’da olduğu gibi. Fakat kaideden 
hiçbir vakit Harbiye umur ile Erkan-ı Harbiye-i Umumiye’yi birleştirmek muvafık 
değildir ve garp memleketlerinde ve her yerde daima Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti müstakil bırakılmıştır. (TBMM Gizli Zabıt Ceridesi, c.1, s. 163-

164) Özerk Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti kaldırılarak yerine müstakil Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti kuran yasa 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılmıştır. Söz konusu yasanın ilgili maddeleri 
şöyledir: 
Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti ilga edilmiştir (madde 8). Reisicumhurca 
niyabeten hazarda orduya emir ve kumanda ile görevli en yüksek askeri makam 
Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’dir. Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti 
müstakildir (madde 9). Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Başvekil’in inhası ve 
Reisicumhur’un onayı ile tayin edilir (madde 10), Erkan-ı Harbiye-i Umumiye 
Reisi vazifesine giren hususlarda her vekâletle muhabere eder (madde 11). 
TBMM muvacehesinde askeri bütçenin sorumluluğu Müdafaa-i Milliye Vekili’ne 
aittir (madde 12). 
Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’nin bağımsız statüsü, askeri otoritenin idari açıdan sorumluluk dışı kalmasıyla tamamlanmıştır. Yasa herhangi bir idari bağımlılık ya da sorumluluk mekanizmasından söz etmediği gibi, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisini atayan ve barış sırasında adına başkumandanlığı temsil ettiği, bu yolla dolaylı sorumlu olduğu makam Reisicumhur da, 1924 Anayasası’na göre sorumluluk dışı tutulmuştur. Bu çerçevede Silahlı Kuvvetler “sorumlu bir makam”a bağlı olmayan bir kurumdur.113 
Zamanla bu savaş modeli pekiştirilmiştir. Bu kez riyaset, aynı sahadaki bir bakanlığın da üzerinde yer alan bağımsız bürokratik bir kurumdur. Nitekim bu ters ilişkide yeni nokta, daha doğrusu “kritik mekanizma” şudur: Siyasi yetkiye sahip olmayan, ancak sahip olmadığı siyasi yetkilerin siyasi sorumluluğunu taşıyan bir Millî Müdafaa Vekâleti ile taşıdığı yetkilere karşılık bu yetkilerden dolayı sorumluluk taşımayan bir Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti. Bütçe politikasının ardındaki savunma konsepti konularında yetki Genelkurmay’a aitken, bunun siyasi sorumluluğu Millî Savunma Bakanlığı’na aittir. Nitekim askeri bütçeler ordu tarafından hazırlanmakta, millî savunma bütçesi olarak sunulmaktadır. Bu, 1924-1927 arası böyle olduğu gibi bugüne kadar hep böyle kalmıştır. 

Bu durum, alınan yönetsel kararların toplumsal, ekonomik, vb. gibi kriterlere göre değil, asayiş kriterlerine göre alınmasına yol açacak; askerin devlet adına siyaseti denetlemesine zemin hazırlayacaktır. Bu Yasa söz konusu yetkiler açısından 1924’ten 1944’e değin bu tür uygulamalara dayanak olmuştur. Uygulamada yetki, bakanlıkların Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi’nden izin alması, daha da ötesinde devletin bütün işlerini Genelkurmay vizesine tabi kılan bir şekle dönüşmüştür. Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa bir siyasi karar alıcı gibi çalışmış, neredeyse tek başına bugünkü MGK’ya benzer bir işlev 
görmüş, demir-çelik sanayii alanında atılacak adımlardan, Doğu ve Güneydoğu illerinde yapılacak eğitim, bayındırlık, sanayi yatırımlarına kadar birçok konuda bakanlıklara müdahale etmiştir. Samet Ağaoğlu’nun bu konudaki, bakanlık belgeleriyle de sabit tanıklığı çarpıcıdır: 

Fevzi Paşa’nın askerlik bakımından muhafazakâr görüşleri birçok noktada 
alınması düşünülen olumlu ekonomik kararlarının önüne dikilmişti. Mesela demir 
çelik sanayinin kurulması konusunda İktisat Bakanlığı’nın ekonomik işletme 
prensipleriyle tesis yeri olarak seçtiği Karadeniz Ereğli’sini sırf askerlik 
bakımından savunulması zor düşüncesi ile kabul etmemiş… Demir sanayinin 
ekonomik şartları zor bir bölgede, Karabük’te kurulmasını sağlamıştı. Böylece de maliyeti yüksek, işletmesi zor bir tesis meydana gelmişti. Mareşal yine aynı 
düşüncelerle Doğu ve Güney illerinde sanayi kurulmasını, yollar yapılmasını 
istememiş, yol yapıldığı takdirde bir savaş halinde bu sınırlardan geçecek 
düşmanın memleketi kolaylıkla işgal edebileceğini ileri sürmüştür… Mareşal’e 
göre Doğu illerinde okul açılması bu iller halkını uyandıracak, Kürtlük gibi bir 
takım bölücü akımlara yol verecekti. Cehaletin, geriliğin Türk milliyetçiliğini 
başka milliyetçi akımlara karşı koruyabilecek bir silah olabileceği gibi zararlı 
zanlara kapılmıştı Fevzi Paşa. (Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, İstanbul 1972, s.135). 

Dönemin Urfa Milletvekili Behiç Bey’in İktisat Vekili Celal Bey’den (Bayar) bölgesine bir fabrika istemesi üzerine Vekilin verdiği yanıt da ilginçtir: 

Telefon burada emrinizde, şimdi Mareşal’ı arayalım, bulalım, siz konuşun. 
Mareşal izin versin ben Diyarbakır’da da, Urfa’da da birer fabrikanın temelini 
atayım. Ama müsaadeyi alın bakalım. Mareşal izin vermiyor, engelliyor… (Cemal 
Madanoğlu, Anılar 1911-1938, İstanbul, 1962, s.135.) 

Tüm bunlardan sonra fiili referansını savaş ve iktidar mücadelesi koşullarından alan askeri otorite - sivil otorite ilişkileri modeli şöyle tanımlanabilir: 

Silahlı Kuvvetler; siyasi işlerle doğrudan ve kurumsal olarak ilgili; siyasi kararlara ilişkin ilkeleri tespit eden, karar ve uygulamaları denetleyen; bu yolla, 
bazı siyasi sorunlar üzerinden siyasi alanın önemli bir bölümünü devletleştiren, yani bu sorunları ve siyasi alanı tartışmaya ve toplumsal taleplere, siyasi görüşmelere kapatarak toplumsal- siyasal niteliğinden arındıran; bu çerçevede ‘siyasetdevlet ayrımı’nı devreye sokan (bu ayrıma göre askerin siyaset dışılığı partiler karşısındaki ifade ederken millî meseleler, millî çıkarlar, devlet politikaları adı altında tanımlanan temel siyasi kararlar, devlet işleri ve siyaset dışı işler olarak tanımlanmakta, askerin görüş bildirme, müdahale etme sahasına girmektedir); bu işleri yerine getirebilmesi için devlet alanı içinde özerk, kendi içinde aşırı merkezi bir yapıda, siyasi etkiye kapalı, ancak bu siyasi karar süreçlerini etkileyebilecek oranda siyasallaşmış bir gelenekle donatılmıştır.

Bu çerçevede hem savunma kurumları arasındaki hem siyasi iktidar ile askeri bürokrasi arasındaki hiyerarşi ters yüz edilmiştir. Sonuç olarak devlet-toplum, devlet-siyaset ilişkilerinde devletin egemenliği bu yolla pekiştirilmiş ve devlet yapılanması ve işleyişinde militarizasyon normal bir hal olarak kabul görmüştür.114 

Fevzi Paşa’nın (Mareşal Fevzi Çakmak) kişilik özellikleri ile birlikte “Büyük Erkan-ı Harbiye Riyaseti” devlet içinde ayrıcalıklı bir yer alarak gelişmiş ve 1944’e kadar öyle kalmıştır. Bu süre boyunca TBMM’de askeri harcamalar hakkında tek bir soru dahi sorulamamıştır. Millî Savunma bütçesi Genelkurmay tarafından hazırlanarak adeta formalite tamamlansın diye Meclise gönderilmiştir. Böyle bir Genelkurmay modeline acaba neden gerek duyulmuştur? 

1924 Anayasası için TBMM’de yapılan görüşmelerde bu sorunun yanıtı bulunabilir. 
Başkomutanlık konusunu düzenleyen 40. maddenin uzun ve şiddetli tartışmalara neden oluşturması da rastlantı sayılmamalıdır. Sert eleştirilerde bulunanların en başında yer alanlardan Eskişehir Mebusu Arif Bey’e115 göre, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyasetine çok büyük mevki verilmiş ve Müdafaa-i Milliye Vekâleti bu makamın emrine sokulmuştur. Arif Bey açıkça “Fevzi Paşa Hazretleri Müdafaa-i Milliye Vekili olsaydı bu şekil kabul edilmezdi” diye konuşur. (TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem 2 (1924), Cilt 8, s. 337) Mareşal Çakmak, yeniliklere kapalı, sert mizaçlı ve tutucu bir asker, öfkeli bir asker/politikacı olarak ünlenmiştir. 

Bağımsız Genelkurmay modelinin Büyük Ekran-ı Harbiye Reisinin adı ve kişiliği ile ilgisi bulunmadığı kesindir. Mustafa Kemal ve İsmet Paşalara egemen olan görüş son derece açıktır: Paşalar, iç politika mücadelesinde ordunun siyasi rakipleri tarafından kullanılmasını önleyip savaş ve olağan dışı yönetim koşulları nedeniyle öne çıkan muhalif generalleri tasfiye etmek amacıyla, ordunun ve Çankaya’nın birlikte güven duyacağı, Mareşalin gözetiminde, fakat asıl güç olarak Reisicumhura “biat” ettirilen (Cumhurbaşkanının egemenliğini tanıyan) bir Genelkurmay Modeli. Türk Genelkurmayının gelişme evreleri arasında özel bir önemi bulunan Mareşal Çakmak’ın aşırı merkeziyetçi yönetiminin, Çankaya ve hükümet çevrelerinde de, tepki ile karşılanmak bir yana desteklendiği bilinmektedir.116 

Erken Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal Paşa, parlamenter olmak isteyen Millî Kurtuluş Savaşı kahramanı generallerin askerlikten istifasını isteyerek üniforma gölgesi dışında bir sivil siyasetten yana olduğunu gösterir. Ancak bu gelenek muğlaktır, çünkü 1920- 24 arasında görev yapan 6 kabinede de Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi (İsmet ve Fevzi Paşalar) bakanlar kurulunun üyesi olarak görev yapmıştır. Buna ek olarak Müdafaai Milliye Vekâletinde de Fevzi, Refet ve Kazım Paşalarla, kabinede her zaman iki generalin bulunduğu görülmektedir. 

Genelkurmay Başkanlığı 1924’te bakanlık statüsünü kaybettikten sonra 1944’e 
kadar Cumhurbaşkanına bağlanmış, hükümet ve parlamento denetiminin dışında tutulmuştur. Dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ve Fevzi Çakmak’tan oluşan üçlü troykanın kaygısı, aslında ordunun rakip bir iktidar odağı olarak güçlenme ihtimalini engellemektir. Bir diğer deyişle, bu dönemde ordunun sivil siyasette bir ağırlık taşımaması ve Batı ülkelerindeki sivil-asker ilişki modeline benzer bir modelin işler gibi olmasının ardında Silahlı Kuvvetler’in siyasetten arındırılmış olması değil, rejime sadakatini sağlayarak bir karşı 
darbe yapmasını engellemek fikri yatmaktadır.117 
İkinci Dünya Savaşının ortaya çıkardığı başka gerçekler de vardır. Askeri teknoloji alanındaki gelişmeler, piyade esastır şeklinde ifade edilen modası geçmiş savaş planlarına dayalı ordu örgütlenmelerinin terk edilmesini gündeme getirmiştir. 1939’a kadar teknik anlamda uçak ve hava kuvvetleri büyük gelişme göstermiş; uluslararası kara ve deniz stratejisi uzmanları bile olası bir savaşta bu silahın nasıl kullanılacağını tartışmaktan kendilerini alıkoyamamışlardı. 
Denizciler, uçağı donanmanın en iyi görme aracı ve uzun mesafe silahı saymaya 
başlamışlardı. Askeri anlamda uçak, savaşta da gerçekten mükemmel bir saldırı silahı olma yolunda hızla ilerlemiştir. Aynı şekilde denizaltıcılıktaki teknolojik gelişmelerin de komuta açısından önemli sonuçlar yarattığı bir gerçektir. Bu nedenle 1940’larda savaş gücü açısından Türk Genelkurmayının iflas ettiği tespiti yapılırken, faturayı Büyük Erkan-ı Harbiye Reisi Mareşal Çakmak’a çıkarmak yerine, ordu politikasını tartışmak ve gerçekte iflas edenin tek kuvvete (Kara Kuvvetleri) dayalı büyüme stratejisi olduğunu teslim etmek gerekmektedir. 
Nitekim Mareşal Çakmak’ın İkinci Dünya Savaşında Almanya’nın kaderi belli olduktan hemen sonra emekli edilmesi sorunu çözmemiş, sistemin tartışması gündeme gelmiştir. 

Millî Savunma Bakanlığına Bağlı Genelkurmay Başkanlığı 1949’da Cumhuriyet Halk Partili Şemsettin Günaltay Hükümeti tarafından hazırlanan Millî 
Savunma Yasa Tasarısının “gerekçe”sinde: Bugün (1949) demokratik rejimle idare olunan memleketlerde Devletin Silahlı Kuvvetlerine ait işlerden dolayı Millet Meclisine karşı muhatap ve mesul olan icra uzvu (yürütme organı) ya Millî Savunma Bakanı veya o memleketin teşkilatına göre Ordu, Deniz ve Hava Bakanlarıdır. Bizde ise bu hizmetler biri komuta, talim ve terbiye, diğeri idare, levazım ve kısmen zat işleri olmak üzere ikiye ayrılmış ve birinci kısım Başbakanın mesuliyeti altında Genelkurmay Başkanlığına ve diğer kısımda Millî Savunma Bakanının mesuliyetine tevdi edilmiş (sorumluluğuna verilmiş) bulunmaktadır. Askeri idarede mevcut olan bu iki başlılık her iki makamını vazife ve salahiyetleri arasında tedahüllere (birbirinin içine girmeye) ve aynı mevzu (konu) üzerinde muzaaf (fazladan) çalışmalara yol açmıştır. Millî Savunma Bakanlığı, Genelkurmayın kanunlarla tayin edilen özel durumu karşısında bu vazifesini tam yapmak için lazım gelen yetkiyi fiiliyatta (gerçekte) elde edememiş ve ikmal ve idare işleriyle muvazi ve ahenkli (paralel ve uyumlu) 
olarak yürümesi icap eden komuta ve eğitim hizmetleri de, muvaffakiyeti için 
lazım olan şartları ve imkânları tahakkuk ettirememiştir (gerçekleştirememiştir). 
Kaldı ki, bugünkü harplerin istediği süratin sağlanması ve birçok silah ve 
malzemenin kullanış, ikmal ve bakımlarının meydana getirdiği işlerin maksada 
uygun tarzda yürütülmesi için kara, deniz ve hava kuvvetlerinin komuta, eğitim 
ve ikmal ve idare hususlarında yeter yetki ile teşkilatlandırılmalarını icap 
ettirmektedir. Arz edilen sebepler, bugünkü gayri tabiiliğin (yapaylığın) 
giderilmesini ve aynı mevzu (konu) üzerinde çalışan teşkilatın bir araya getirilerek tek bir mercide (makamda) toplanmasını ve nihayet demokrasi rejimiyle idare edilen bir memlekete olduğu gibi bizde de askeri işlerin ilgili Bakanın yetki ve sorumluluğuna verilmesini zaruri kılmış ve ilişik kanun tasarısı hazırlanmıştır. 
Bu görüşler, İkinci Dünya Savaşından sonra (1944’te) Türk Genelkurmayında gerçekleştirilen statü değiştirme operasyonunun yeterli olmadığını kanıtlamaktan öte başka anlamlara da gelmektedir. 1944-1949 arası uygulamanın ortaya çıkardığı iki gerçek vardır: İki başlılık ve kuvvet komutanlıklarının yeterli yetki ile örgütlendirilmemesi. İlkini, Genelkurmayı Savunma Bakanlığına bağlayarak; diğerini Kuvvet Komutanlıklarına dayalı Genelkurmay modeli ile çözme şeklinde bir formülasyon 1949 sistemini oluşturmaktadır. 

Ortak karargâh şeklinde örgütlenen Türk Genelkurmay modelinin Kuvvet Komutanlıkları uygulamasına 1949’da geçilmiştir. Bu yıla kadar Genelkurmay Başkanlarını Kara Kuvvetleri Komutanı olarak düşünmek gerekmektedir. İlk hava birliklerinin Kara Kuvvetleri içinde kurulması, donanmanın ise Balıkesir’deki karacı bir generale bağlı oluşu bunun kanıtlarındandır. 
1961 ve 1982 Anayasalarında ifadesini bulan sistemden ve 1970 sisteminden her alanda ileri ve demokratik öğelere sahip 1949 sistemi, Türkiye’deki asker-sivil ilişkileri açısından esaslı bir dönüm noktasıdır. Prof. Dr. Oral Sander, Survey of International Affairs Middle East 1945-1950 adlı kaynağa dayanarak: 

ABD’nin Türk Genelkurmayının statüsünde köklü değişiklikler yapılması için baskıda bulunduğu ve Amerikan askeri yardımı, askeri işlerin bir tek sorumlu 
hükümet organında odaklaşmasını gerekli kıldığı görüşündedir. (Oral Sander, Türk- Amerikan İlişkileri 1947-1964 Ankara 1979, s. 30-31). 

1949’dan 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesine kadar 11 yıl uygulanan Savunma Bakanlığına bağlı Genelkurmay modelinin ordu çevrelerini rahatsız ettiği 
şeklinde birtakım spekülatif iddialar dışında, ne tür aksaklıklara yol açtığına dair ciddi hiçbir örnek göstermek mümkün değildir. 1961 Kurucu Meclisinde, 
daha çok asker kökenli üyelerce savunma bakanı genelkurmay ilişkisine yöneltilen eleştirileri, 1949 sisteminin eleştirisi olarak değil, Demokrat 
Parti Hükümetinin ordu politikasından kaynaklanan bazı protokol ve nezaket sorunları olarak görmek doğru olacaktır. Aksi halde darbe sonrasının psikolojisi 
ile “Millî Savunma Bakanının paltosunu Genelkurmay Başkanı tutuyordu” veya “Gülhane Askeri Hastanesinde yatan Cumhurbaşkanını ziyarete gelen 
Genelkurmay Başkanı odaya alınmadı, bir şarkıcı alındı” türünden sözleri 1949 sistemini eleştiren ciddi görüşler olarak kabul etmek nasıl 
mümkün olabilir? İki olaydan kaynaklanan kişisel tutum ve davranışların asker kökenli kişilerce ifade şekli bile eleştirilerin yüzeyselliğini göstermek için yeterlidir. 
Günümüzde, komuta ve savaşa hazırlık için askeri planlama görevleri dışında Genelkurmay Başkanına, kamu güvenliğinden kültür, sivil eğitim ve öğretim 
alanına kadar oldukça geniş bir platformda görev verildiği ve kimi zaman bu makamın yetkilerinin, normal yönetim dönemlerinde bile sivil otoritenin denetimi dışında tutulabilmesini sağlayan yasal mekanizmalar ile donatıldığını söylemek mümkün olmaktadır. 1961 ve 1982 Anayasalarında yer aldığı şekli ile bakanlar üstü Genelkurmay modeli bu anlamda demokrasi kültürü gelişmemiş Türk siyasal elitine uygun görünmektedir.118 
Otonomi Askerler açısından 1961 Anayasasının getirdiği en önemli düzenleme, Genelkurmay Başkanlığının Millî Savunma Bakanlığından alınarak sistem içinde otonom bir halde bırakılması, yalnızca Başbakana karşı “sorumlu” tutulmasıdır. Anayasa komisyonlarındaki tartışmalar, Millî Birlik Komitesi ve Temsilciler Meclisinde yapılan uzun görüşmelerin esasında hep Genelkurmay Başkanlığı ile Millî Savunma Bakanlığı ilişkisinin ne şekilde düzenleneceği yatar. Askerler ve rejimin gelişmesi için kritik mekanizmalar getiren ‘Başkomutanlık ve Genelkurmay Başkanlığı’ ile ‘Millî Güvenlik Kurulu’ maddelerinin Millî 
Birlik Komitesi ve Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu arasında gidip gelmesi de bu yüzdendir. 

1970 tarihli ve 1325 sayılı, Millî Savunma Bakanlığı Görev ve Teşkilatı Hakkında Yasanın Bakanlık ile Genelkurmay işbirliğini düzenleyen 6. maddesi sivil otorite-silahlı kuvvetler ilişkisi açısından büyük önem taşımaktadır. Özellikle maddenin ikinci bendinde yer alan, Her iki makam, görev ve yetkileri icabı Kuvvet Komutanlıkları, diğer makamlar ve kurumlarla yaptıkları önemli ve ilgili yazışmalardan karşılıklı olarak birbirlerine bilgi verirler. şeklindeki ifade kritiktir. Bununla, 

• Genelkurmay Başkanlığı ve Millî Savunma Bakanlığının aracısız olarak Kuvvet 
Komutanlıkları, diğer makamlar ve kurumlarla yazışma yapabilecekleri kabul 
edilmektedir. 
• Bu yazışmalardan önemli ve ilgili olanlarını karşılıklı olarak Genelkurmay ve 
Bakanlık birbirlerine bildirecektir. Fakat önemli ve ilgili olan yazışmaların takdiri 
kendilerine bırakılmıştır. 
• Genelkurmay Başkanlığının diğer makam (bakanlıklar) ve kurumlarla yazışma 
yapabileceği hükme bağlanmıştır. 
Kaynağını Anayasadan alan bu düzenleme ile Genelkurmay Başkanlığının farklı statüsü yasa koyucuya bir kere daha tescil ettirmektedir. Bu yolla söz konusu makamın özerk yapısı daha bir pekiştirilmek istenmiştir. Sivil otoritenin askerleri kontrolü şeklinde bir bakış açısı kesinlikle gözlenmemektedir. Amaç, yalnızca ‘işbirliği’ni yasada belirterek zorunlu hale getirmektir.119 
1982 Anayasası’nın 117/2 maddesine göre silahlı kuvvetler “yurdu savunmak” görevini, bağımsız bir şekilde ve kendi takdirine göre değil, tam aksine TBMM’ye karşı sorumlu olan Bakanlar Kurulu’na bağlı olarak yerine getirmek zorundadır. Nitekim Genelkurmay Başkanı görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumludur (m.117/4). Esasen “demokrasi” olduğunu iddia eden bir rejimde bunun aksi düşünülemez. Bu hukuki durum karşısında, bazı asker memurların120 rütbeleri ne olursa olsun kendi görevleri dışına çıkarak Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu ve parlamentonun anayasal görevlerini sahiplenmesi, anayasal düzeni değiştirme girişiminden başka bir şey değildir. Ayrıca, ordu içindeki bazı unsurlar bu girişimde bulunma cesaretini ordunun ülke içindeki en büyük ve düzenli “silahlı kuvvet” olmasından aldıklarına göre, Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddesinde tarif olunan suçun “cebir” unsuru da gerçekleşmiş olmaktadır. Çünkü söz konusu unsurların eğer silahları 
olmasaydı, anayasal görev sınırlarını aşmaya tevessül etmeleri mümkün olmazdı. 

Esasen silahlı kuvvetler ancak askeri amaçlarla ve yurt savunmasına katkıda bulunmak üzere faaliyet gösterebilir, istihbarat yapabilir; bu ise ancak savaş durumunda veya sıkıyönetim ilan edilen bölgede ve sıkıyönetimin amacıyla sınırlı olarak yapılabilir. Silahlı kuvvetlerin Cumhuriyetimizin “yegane” koruyucusu olması sadece yurt savunması bakımındandır; onun dışında kalan, Cumhuriyetin nitelikleri gibi hususların vatandaşlara karşı korunması hiçbir şekilde söz konusu olamaz. Çünkü bir demokraside devletin nasıl olması gerektiğini 
belirleme yetkisine (egemenliğe) sahip olan zaten yurttaşların kendisidir, onların oluşturduğu millettir. Eğer devlet vatandaşların ise ve vatandaşlar için ise, kimi kimden koruyacaksınız? 

Öte yandan, bir kurumun kendi görevini algılama biçimi eğer yanlışsa, bu yanlışın on yıllar boyunca sürmekte olması onu doğru ve meşru yapmaz. Genelkurmay bu kuralın bir istisnası değildir.121 


BÖLÜM DİPNOTLARI;


110 Mustafa Erdoğan (2012); s. 96-98. 
111 Bülent Orakoğlu, Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 16 Ekim 2012, s. 88, 89, 103, 104. 
112 Gültekin Avcı; Genelkurmay Cumhuriyeti, Ordunun Devleti mi Devletin Ordusu mu? Metropol Yayınları,  İstanbul, 2008, s. 130-132. 
113 Ali Bayramoğlu; Asker ve Siyaset, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 61, 62, 67, 68. 
114 Ali Bayramoğlu (2009); s. 69-71, 73, 74. 
115 Eskişehir Mebusu Albay Arif Bey (Ayıcı Arif), 1926’da Ankara İstiklal Mahkemesi kararıyla İzmir Suikastı girişimi nedeniyle 
idam edilenler arasındadır. 
116 Hikmet Özdemir (1993); s. 74, 76, 77 
117 Ümit Cizre (2009); s. 141, 142.
118 Hikmet Özdemir (1993); s. 83, 84, 86-88, 96-98, 165. 
119 Hikmet Özdemir (1993); s. 273, 290. 
120 Memur: Devlet hizmetinde aylıkla çalışan kimse. (Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlük). 
121 Mustafa Erdoğan (2012); s. 179-182. 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***