OYAK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
OYAK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 15


DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 15


8. Ekonomi ve Darbeler 

Türkiye’de yaşanan bütün darbeler aslında ekonomiyle önemli ölçüde iç içe süreçlerdir. Örneğin, 1954’ten itibaren Demokrat Partinin iktisadi olarak kriz yaşamaya başladığı, bu krizin 1956’da ithalatın sıkıştığı, 1958’de devalüasyon ve istikrar politikasının uygulanmasına yol açan bir süreçle devam ettiği dönem, ilk cuntaların kurulduğu döneme denk gelmektedir. 
Demokrat Parti, özellikle dış politikada ve ekonomik krizi çözme yönündeki arayışlarını çeşitlendirme yönünde adımlar atmaya başladığında da darbe süreciyle karşı karşıya kalmıştır. 
12 Mart’a giden süreçte de, istikrar politikaları çerçevesinde Türk lirasının dolar karşısında değer kaybetmesi ve ekonomik kriz sonucunda halkın iki biçimde askeri müdahale sürecine hazırlanması amaçlanmıştır: Birincisi, “yönetenler bizi istediğimiz gibi yönetemiyorlar” ikincisi de “biz bu hayat pahalılığından ve ekonomik krizden de yorulduk” algılarını toplumda oluşturmak biçiminde. Bununla, toplumun, “bu sorunların çözümünü acaba hangi halaskâr sağlayacaktır” arayışına sokulması ve böylece, psikolojik olarak hazırlanması hedeflenmiştir. Keza 12 Eylül’e baktığınızda da 24 Ocak istikrar tedbirlerinin alınmasından itibaren -ki çok önemli bir kırılmadır, tıpkı 71’de olduğu gibi serbest piyasa ekonomisinin Türkiye’de uygulanması yönünde atılmış son derece önemli bir adımdır- dönemin DPT Müsteşarı Turgut Özal 3 kere askerlere giderek 24 Ocak istikrar tedbirlerini onlara izah etme ihtiyacı duymuştur. Bunlar 
henüz 12 Eylül askerî rejimi gerçekleşmeden yaşanmıştır; orada Kaya Erdem diyor ki: “Biz, özellikle DİSK’in gerçekleştirdiği ve yaklaşık 100-110 bin işçiyi kapsayan, mesela, karşı hak grevleri sırasında bunları anlattığımızda, dönemin kuvvet komutanlarından biri, ‘O zaman bu iktisadi tedbirleri uygulamanın imkânı yok, işçileri bir şekilde bu sürecin dışında bırakmak gerekir.’ açıklamasını yapıyor.” 

Sayın Evren de o dönemde eğer, 12 Eylül olmasaydı, 24 Ocak198 istikrar tedbirlerinin bu ülkede uygulanamayacağı yönünde bir beyanatta bulunmuştur. Benzer bir beyanat Memduh Tağmaç tarafından 12 Mart döneminde halkın sosyal uyanışıyla iktisadi gelişmenin geride kalması arasındaki benzetmesidir. Dolayısıyla, 28 Şubat sürecinin alâmetifarikalarından biri, 1994 iktisadi krizinin yarattığı ortam ve bu ortamla 2001 krizine kadar giden süreç içerisinde Türkiye’deki sermaye birikiminin çeşitli çevreler tarafından bir şekilde ele geçirilmeye çalışılması ya da bu çevrelerin bundan büyük bir pay kapma yarışına girmiş olmalarıdır. Özellikle 1993-2001 sonu aralığını dikkate alacak olursak, o dönemde özellikle 2001 krizinde hangi bankaların o döviz krizinden büyük paralar kazanmış olduğu sorusu, bugün hâlâ tam olarak yanıtlanamamış bir sorudur. Oysa kamuoyunun çok merak ettiği bir sorudur aynı zamanda. Çünkü aşağı yukarı 200-250 milyar dolar civarında bir parayı halk ödemek zorunda kalmıştır. 94 krizinde de yaklaşık 800 bin kişinin işsiz kaldığı, sübvansiyonların ortadan kaldırıldığı, döviz krizi nedeniyle iflasların yaşandığı bu dönemin sonunda insanlar “Ben artık böyle yaşamak istemiyorum.” duygusuna fena hâlde sahiptiler. İşte o sahip olma duygusudur ki bir darbenin meşruiyetini de sağlayabilirdi.199 

Bir ülkede demokratik işlevlerin geçerliliğini yitirdiği darbe süreçleri siyasi sonuçları yanında ekonomik sonuçları bakımından da önemli tahribatlar meydana getirmektedir. Toplumsal reflekslerin tam olarak gelişmediği Türkiye gibi ülkelerde kamu kaynakları rasyonaliteden uzaklaşılarak darbeyi destekleyen çıkar gruplarının istekleri doğrultusunda kullanılmaktadır. 
Aynı zamanda kendileri gibi düşünmeyen diğer grupların ekonomik aktiviteleri de çeşitli yöntemler kullanılarak engellenmektedir. Bunun yanında kurumların işleyişinde piyasa kurallarının dışına çıkılması, işletmelerin muadil ekonomilere göre küçük, yoğunlaşmanın az, risk yönetimi kültürünün tam olarak yerleşmediği yapıya bürünmelerine neden olabilmektedir. 

Böylesi bir durumda ulusal ekonominin uluslararası platformda rekabetçi kimliğe kavuşması mümkün olmadığı gibi dışarıdan gelecek şoklara karşı kırılganlık katsayısı da artış göstermektedir. Öte yandan küreselleşme sürecine bağlı olarak ülkelerin birbirlerine karşı bağımlılıklarının giderek arttığı içinde bulunduğumuz dönemde uluslararası sermaye akımlarının bir ülkede makro ekonomik performans üzerindeki etkinliği daha da belirginleşmektedir. Sermaye yetersizliğinin bulunduğu Türkiye gibi ülkelerde demokrasinin kesintiye uğradığı darbe dönemlerinde uluslararası sermayenin ülkeye girişleri de önemli oranda düşmektedir. Demokratik işleyişe dışarıdan yapılan her türlü müdahale ulusal ve uluslararası bağlamda iktisadi faaliyetlerin ülke lehine gelişmesine engel olmakta ve bedeli ağır tahribatlar meydana getirmektedir. Bu bakımdan siyasi ve ekonomik yapının doğal dinamiklere bağlı olarak değişimine mani olan dış müdahaleleri ortadan kaldıracak toplumsal refleksin oluşturulmasına yönelik çalışmaların yapılması gerekmektedir. Bunun yanında demokrasiye müdahaleyi engelleyecek yasal düzenlemelerin de hayata geçirilmesi, önümüzdeki süreçte kaynakların daha etkin kullanıldığı rekabetçi üretim yapan ekonomik yapının oluşumuna önemli düzeyde katkı sağlayacaktır. 

Demokratik usullerin geçerli olduğu ekonomilerde şeffaf kuralların bulunması bir taraftan belirsizliği azaltırken, diğer taraftan yöneticilerin kaynakları gayri meşru araçları kullanarak bir başkasına devretmelerini ve politik aşırılığa gitmelerini engellemektedir. Demokrasi politik gücün barışçı ve öngörülebilir biçimde transferini ifade ederken, otokrasilerde politik güç şiddetle ve intizamsız biçimde transferlere konu olmaktadır. Bu türden yönetimlerde kamu harcamalarına ilişkin büyüklükler siyasal karar alma sürecinde baskı ve çıkar gruplarının rant 
kollama faaliyetleri yoluyla aktif görevler aldığı ve kamu harcamaları kompozisyonunu büyüme ve kalkınmanın finansmanı yerine hiç de rasyonel olmayan kişisel ya da grupsal çıkarlar doğrultusunda belirlenmektedir. 

Nitekim Türkiye’de bunun en son örneği 28 Şubat sürecinde yaşanmıştır. 
1997 yılından itibaren kamu harcamalarının kullanımında ekonomik kriterlerin göz ardı edilmesi yanında harcamaların finansmanında da ekonomik rasyonaliteden uzaklaşılmasının meydana getirdiği sorunlar borçlanmayı besleyen ve daha maliyetli konuma getiren sebeplere dönüşmüştür. Bu dönemde kamu ve bankalar asli görevlerinden uzaklaşmışlardır. Popülist 
politikaların finansmanı amacıyla kamu bankalarının kullanılması bu bankaların görev zararları yazmalarına neden olmuştur. 2001 krizi sonrasında finansal sistemin güçlendirilmesi sürecinde kamu bankalarının görev zararlarının ülkeye maliyeti 21,9 milyar ABD doları seviyesindedir. Öte yandan yüzde 100 mevduat garantisi altında özel sektör bankalarının zayıf denetim altında toplamış oldukları fonları geri dönüşü olmayan ekonomik birimlere transfer etmeleri, öz kaynakları yetersiz ve küçük ölçekli özel bankaların risklere karşı kırılganlığını artırmıştır. Nihayetinde bankacılık görevini yerine getiremeyecek hale gelen şirketlerin yönetimlerine TMSF tarafından el konulmuştur. TMSF’nin yönetimlerini 
devraldığı 25 banka için 31,4 milyar ABD dolarlık kaynak ihtiyacı doğmuştur. Sonuç olarak bu süreçte, özel sektör ve kamu sermayeli bankaların yeniden yapılandırılmasının ülkeye maliyetinin 53,3 milyar ABD doları olduğunu ifade edebiliriz. 

Türkiye’de yüksek kamu borçlanma gereğine bağlı olarak artan faiz oranları bir taraftan özel sektör yatırımlarını dolayısıyla da büyüme sürecini olumsuz etkilerken, diğer taraftan da bankacılık kesiminin asli görevinden uzaklaşmasına ve daha çok Hazinenin fon ihtiyacına cevap verecek yapıya bürünmelerine neden olmuştur. 28 Şubat süreci sonrasında şoklara karşı kırılganlıkların daha da yükselmesiyle 1999 ve 2001 yıllarındaki ekonomik küçülmelerin yatırımlara olumsuz yansımaları 47 milyar ABD doları civarındadır. Devlet iç borçlanma 
senetlerinin bankaların toplam aktiflerindeki payı 1990 yılında %10 iken, bu oran 1999’da %23 seviyesinde gerçekleşmiştir. Kamu kesiminin faiz harcamalarının gayri safi milli hasılaya oranının değişmediğini kabul ettiğimizde 1997-2007 periyodunda yaklaşık 119 milyar ABD doları fazladan faiz giderlerine harcama yapıldığı görülmektedir.

Bunun yanında ilgili dönemde hükümetlerin yapısal sorunlara kayıtsız kalması ve popülist harcamalarını finanse etmek için yüksek faiz oranlarını teşvik etmeleri kısa vadeli sermaye akımlarını teşvik etmiş ve kur-faiz arasındaki makasın açılmasına neden olmuştur. Böylesi durumlarda ekonomi kısa vadeli sermaye akımlarına karşı bağımlılık katsayısı yükselmekte ve meydana gelen cari açığın sürdürülemez boyuta ulaştığının hissedilmesinin akabinde sermaye çıkışlarının yaşanması, iktisadi büyümeyi olumsuz etkilemekte ve büyüme performansını 
istikrarsız kılmaktadır. Bu bağlamda 1999 yılında meydana gelen ani sermaye çıkışlarının ardından ekonomide %6,1 oranında, 2001 yılındaki sermaye çıkışları sonrasında ise gelir seviyesinde %9,5 oranında daralma söz konusu olmuştur. İki dönemdeki sermaye çıkışları sonrasında gayri safi milli hasıla düzeyinde toplamda 75 milyar ABD Doları azalış meydana gelmiştir. 

Fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu ve karlılık oranlarının tahmin edilemediği ekonomilerde doğrudan yabancı sermaye girişleri beklentilerin altında kalmaktadır. Küresel bazda sermaye girişlerine yönelik genel eğilimlerin yoğunlaştığı 1994- 2001 yılları arasında Türkiye’ye yönelik doğrudan sermaye yatırımları beklentilerin altında kalmıştır. Meksika ve Brezilya örneklerinde 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da %3 ve Meksika’da %3,2 
düzeyinde iken ilgili yıllarda Türkiye için bu oran %0,4 seviyesindedir. Milli gelirin %2 seviyesinde sermaye girişlerinin olacağını varsaydığımız takdirde 16,5 milyar ABD Doları daha fazla net doğrudan yabancı sermaye girişlerinin olacağını söyleyebiliriz. 2001 yılında yaşanan büyük ekonomik kriz sonrasında uygulamaya konulan ekonomik program ve 2002 Kasım ayında yapılan genel seçim sonrasında şekillenen tek partili hükümet yapısı ile birlikte makro ekonomik istikrarın sağlanması yönünde alınan önlemler ekonomide 
istikrarsızlıkların azalmasını sağlamış, bankacılık sektöründe 2003 yılında yaşanan İmar Bankası olayı dışında her hangi bir olumsuzluk görülmemiştir. 

Ekonominin krizlere maruz kalması, mafyatik örgütlerin toplumun hücrelerine kadar nüfuz edip finansal sistemin işleyişine ve adalet sistemine bile müdahale edecek cesaret gösterisine kalkışması, bankaların peş peşe batması darbe süreçlerinde yaşanan deformasyonun ve çürümenin vahim sonuçları arasında yer aldığını söyleyen eski TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) Başkanı Ahmet Ertürk, komisyonumuza şu açıklamalarda bulunmuştur: 
Ekonomik manipülasyonlar, darbe korkusunu oluşturmak ve darbeyi insanların zihninde meşrulaştırmak için yapıldı. 

Darbeci güçler, demokrasi düşmanı unsurlar zaman içinde model ve strateji değişikliğine gittiler ve bizzat doğrudan darbe yapmak yerine darbe korkusu yaratma yoluna gittiler. Bu yeni model, birilerinin “postmodern darbe” diye adlandırdığı bu yeni strateji darbeciler için daha kolay ama toplum için sonuçları daha ağır ve daha tahrip edici bir modeldir. Darbeciler için kolaydı çünkü darbe yaparken aslında darbe yapmamış görünüyorlardı. Toplum için daha zahmetli ve vahim idi çünkü darbe korkusu yaratma süreci toplumun en kritik kesimlerini zihinsel olarak darbe destekçisi bir psikolojiye soktu. Toplumun, ekonominin, sosyolojinin ve toplum psikolojisinin bütün dinamiklerini deforme etti. Korkuyu besleyen bir ortam oluşturmak için toplumda ağır ajitasyonlar ve manipülasyonlara başvuruldu. Suikastlar dâhil, ekonomik manipülasyonlar dâhil darbe korkusunu oluşturmak ve sonuçta modern veya postmodern -her neyse- meydana gelen darbeyi insanların zihninde meşrulaştırmak için böyle bir dezenformasyon ve manipülasyon süreci yaşandı. Bu, medyanın, bazı sivil toplum kuruluşlarının, meslek örgütlerinin, üniversitelerinin, yargının 28 Şubat sürecinde oynadıkları rol, bu vahim sonuçların ibret verici, acı örnekleri arasında hatırlanmaktadır. Ekonominin krizlere teşne hâle gelmesi, mafyatik örgütlerin toplumun hücrelerine kadar nüfuz edip finansal sistemin işleyişine ve adalet sistemine bile müdahale edecek cesaret gösterisine kalkışması, bankaların peş peşe batması bu deformasyonun ve çürümenin vahim sonuçları arasındadır. Onun içindir ki birilerinin “Ben, darbeyi önledim aslında.” demesinin hiçbir kıymeti yoktur. Bu tavır ve söylem, aslında o darbe sürecinin bizatihi bir parçasıdır. Yani, bu rol aslında o senaryoda zaten yazılmıştır, bu yazılan rolü oynamıştır birileri. Darbe korkusu yaratmak ile aslında darbe yapmış gibi aynı sonuçları alıyorsunuz ve almışsınız. 

28 Şubat aynı zamanda bir finansal mühendislik projesidir. 28 Şubat bir toplumsal ve siyasal mühendislik projesiydi. Bununla birlikte, aynı anda, buna 
paralel olarak bir finansal mühendislik projesi de o zaman, o dönemde hayata geçirildi. Bu iki proje arasındaki bağlantı neydi? Aynı güçler tarafından mı eş 
zamanlı olarak bu iki proje oluşturulup dizayn edilip hayata geçirilmişti, yoksa başka bir şey miydi? Ben şahsi fikrimi arz etmek isterim: Burada, aslında bu 
projenin siyasi ve toplumsal ayağını dizayn edenlerin mantığı şuydu: Banknot matbaasını basarsın, parayı sürersin piyasaya, memleketin ihtiyacı hallolmuş olur. 
Böyle bir mantık, böyle bir ekonomi felsefesine sahip bir proje mimarının bu kadar ince işi dizayn edebildiğine ben inanamıyorum. O hâlde şöyle bir durum 
vardı: Eş zamanlı, iki proje iki farklı güç tarafından ama birbirlerinden destek alarak, birbirlerine gülücükler atarak hayata geçirildi. Bu, ikinci finansal 
mühendislik projesi bankaların batmasına sebep olan bu proje, aslında öbür projenin yarattığı kaotik ortamda yüksek kâr, hak etmedikleri kazançlar, adaletsiz kârlar peşinde koşan, kötü niyetli müteşebbisler tarafından hayata geçirildi. Siyasette hak etmediği mevkileri silah zoruyla veya silah korkusuyla elde etmeye çalışan güçler ekonomide de hak etmediği kazançları manipülasyon larla, çeşitli gayrimeşru yollarla elde etmeye teşvik etmiştir. Bu iki güç, bu iki paralel haksızlık ve adaletsizlik birbirini destekleyerek, birbirini besleyerek ekonomiyi çöküşe sürüklemiştir. Bunlar -şöyle bir izlenim kamuoyunda var- bankaların bir kısmında sizin de bildiğiniz gibi asker kökenli kişiler yönetim kurulu üyelikleri 200 yaptılar. 

Şu anda tam sayı olarak veremeyeceğim ama sayısını vermenin de çok önemli olduğunu düşünmüyorum ama en azından beş altı tane bankada emekli askerler 
yönetim kurulu üyesi olarak görev almışlardır. Şimdi, burada şu soru sorulabilir: Şimdi, emekli askerlerin ya da emekli güvenlik mensuplarının o bankaya ne gibi 
katkıları olabilir? Bunların bankanın finansal işleyişine bir katkılarının olmayacağı açıktır. O hâlde neye katkıları olmuştur? O banka sahipleri bu kişilerden ne 
beklemişlerdir ki bunları yönetim kurulu üyesi yapmışlardır? Burada benim açıklamam şu: Bu eski emekli askerler o bankalardan yararlanmak için oraya 
gitmediler, o banka sahipleri hak etmedikleri kazançları, çözmek istedikleri işleri elde etmek, çözebilmek için o günün güçlü gördükleri kişilerinden yararlanma 
yolunu seçtiler. Aslında, sonra, muhtemelen bu emekli generallerin büyük kısmı, belki de hepsi çok pişmanlık duydu ve çok acı çekti çünkü bunlar aleyhine hukuk davaları açıldı. Bir kısmı aleyhine ceza davaları açıldı ve bunların sonuçta aldığı, yönetim kurulu ücretleriydi. Yani orada bu banka sahiplerinin profilini aklımıza getirirsek bunların önemli bir bölümü bazı iyi niyetli olan, o günün kaotik, kötü ekonomik şartlarından dolayı zor duruma düşmüş olan banka sahiplerini hariç tutarsak, bir bölümü kötü niyetle bu sektöre girmiştir. 

Batık bankaların paraları nereye gitti? 25 tane banka o dönemde battı, bunların yirmi tanesi denetim ve yönetimi fona devredilerek, geri kalan beşi tamamen doğrudan tasfiyeye sokularak ve iflas yoluyla tasfiye edilerek. Ayrıca batan yirmi beş bankanın on tanesi aynı zamanda medya sahibi olan bankalardır. Yani on tanesinin ya televizyonu, gazetesi veya ikisi birden olan bankalardır. Bazı paralar nereye gitti? Bunun açıklaması finansal mantık içinde mümkün olamadı ve bunun izini sürmek de o kadar kolay değil, para uçucu. Bugünün şartları içinde bir bilgisayar tuşuna bastığınız zaman, o paranın dünyanın neresine gittiğini artık izleyemez hâle gelebilirsiniz çünkü dünyada maalesef bu tür paralara sığınak olmak için yaratılmış mekânlar da var. Oralara gittiği zaman bu paranın akıbetini süremiyorsunuz. Dolayısıyla, açıklanamayan, bankaların kaynaklarının gittiği yerlerden bir kısmı bilinmiyor, belli değil. 

Şimdi, şunları bilebiliyoruz: Bankaların zararlarının önemli bir bölümü, o banka sahiplerinin kendilerine aktardığı kaynaklardır, doğrudan veya dolaylı olarak. 
Kendi şirketlerine kredi açmış, sonra o krediler geri ödenmemiştir. Kendi şirketlerine iştirak edilmiş, yani şirketin hisselerini banka satın almış, o şirketler 
sonra sıfırlanmış, o paralar gitmiş. Dolaylı yollardan akrabalarına, eşine, dostuna, tanıdıklarına krediler aktarmış, o paralar batmış. Bunlar klasik, bildiğimiz “back to back” krediler yoluyla yani iki batık bankacının birbirlerine kredi vermişler, o ona kredi vermiş, o ona vermiş. Bir de “fiduciary” dediğimiz bir işlem var. Türkiye’deki bir banka yurtdışındaki bir bankaya para gönderiyor, orada bir hesap açıyor, o hesabı teminat olarak göstererek yurtdışındaki banka bu kişiye kredi açıyor, bir de böyle bir yolla… Yani bu yolları tespit edebiliyoruz, bu yollarla ne kadarlık paranın kaybolduğunu tespit edebiliyoruz ama buna rağmen, izah edilemeyen zararlar var, bunların akıbeti nedir? Bunları bilemiyoruz. Dolayısıyla, bu iki süreç arasında finansal, parasal bir ilişki olmuş olabilir ama bunu çok somut rakamlarla tespit etmek maalesef mümkün değil ve bu sürecin, bu ekonomik ve politik sürecin en büyük hasarlarından biri bütün bunlar olup biterken yani ekonomi çöküşe doğru giderken, siyasi sistem işlemez hâle gelmişken bunlara “Dur” diyecek bir akıl ve sağduyuyu da yok etmişti o dönem. Batık bankalardan TMSF eliyle 20 milyar dolar civarında bir tahsilât yapıldı ve bu tahsilatın önemli bir bölümü daha sonra yapılan hukuksal düzenlemelerle, güçlendirilen yaptırımlar sayesinde alınmış oldu. Yoksa aslında bu paranın belki dörtte biri bile eski sistemle ve eski mantaliteyle dörtte bir bile alınması mucize olurdu.201 

Yabancı sermayenin bir ülkede yatırım yapması için siyasi, ekonomik istikrar ve kârlılık oranları önemli faktörler arasında bulunmaktadır. Bu anlamda sık sık darbelerin yapıldığı, konuşulduğu ya da tehlikesinin bulunduğu ekonomilerde yabancı sermaye girişleri sınırlı düzeyde kalmaktadır. Bunun yanında fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu ve kârlılık oranlarının tahmin edilemediği ekonomilerde doğrudan yabancı sermaye girişleri beklentilerin altında kalmaktadır. Küresel bazda sermaye girişlerine yönelik 
genel eğilimlerin yoğunlaştığı 1994-2001 yılları arasında Türkiye’ye yönelik doğrudan sermaye yatırımları beklentilerin altında kalmıştır. Meksika ve Brezilya örneklerinde 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da yüzde 3 ve Meksika’da yüzde 3,2 düzeyinde iken ilgili yıllarda Türkiye için bu oran yüzde 0,4 seviyesindedir. Milli gelirin yüzde 2 seviyesinde sermaye girişlerinin olacağını varsaydığımız takdirde 16,5 milyar ABD doları daha fazla net doğrudan yabancı sermaye girişlerinin olacağını söyleyebiliriz. Türkiye’de bir taraftan yatırım ve üretimde bulunması için yurt dışından yabancı sermayenin gelmesini istenirken, diğer taraftan da kendi bünyesinde bulunan yerli sermayenin bir kısmına yeşil sermaye adı verilerek, sahiplerinin yatırımlarını engelleme veya ürettikleri malların bazı kurumlarda satışına izin verilmeme gibi bir uygulama 28 Şubat darbesi sonrasında yaşamıştır. 

Darbelerin bir iç denge ve iç dinamikler sorunu olarak görülmemesi gerektiğini, Türkiye’nin dünyadaki ekonomik değişimlerden doğrudan etkilenen bir ülke olduğunu söyleyen İstanbul Üniversitesi İktisat Politikaları Ana Bilim Dalı Profesörü Mehmet Altan komisyonumuza yaptığı açıklamada: 

Türkiye’nin darbeleri hep dünyayı iyi okuyamamaktan kaynaklanmıştır ve Türkiye’de darbeler aslında içeriden kaynaklanan unsurlar değildir. Türkiye bir 
NATO ülkesidir ve siyaseti dünyayı algılayamadığı vakit, dünyadaki gelişmeleri okuyamadığı vakit uluslararası sistem, işin çok çıkmaza girdiği noktalarda 
askeriyeyi kullanmıştır. Yani siyasetin okuyamama bazen de 80’de olduğu gibi okumasına rağmen alamayacağı, alamadığı kararlara karşı dünya sisteminin 
reaksiyonu olarak gelmiştir ve dünya sistemini okuyamayan girişimlerde Talat Aydemir, Balyoz gibi hikâyeler de akamete uğramıştır. Uluslararası sistemin bir 
şekilde emir-komuta zinciri dışındaki darbeler kişisel macera olarak kalmıştır ve hepsi bir şekilde akamete uğramıştır. Yani aynı siyaset gibi askeriye de bunu iyi 
okuyamadığı vakit, yeryüzünü iyi değerlendiremediği vakit, kendi başına kalkıştığı vakit iyi okuyamamasının cezasını iktidara gelerek değil işte, başına belalar gelerek öder. Onun için bu dış politikadaki esas, dünyayla irtibatların ahenksizleştiği noktadan darbelere bakmak gerek hep biz bunu iç nedenlere bağlarız. Aslında, iç nedenler hiç önemli değildir yani o Türkiye’de her seferinde bu darbeler dış dünyayla anlaşmazlıktan, dış politikadaki kaymalardan şekillenmiştir. Ve Amerika’nın izni olmadan Türkiye’de darbe olmaz. 

Türkiye cumhuriyet tarihi Osmanlı’yı da içine alarak baktığınızda tasarruf oranı çok düşük bir ülkedir. Yani zenginleşme refleksleri gelişmemiş bir ülkedir, kendi 
ihtiyacı olan kalkınmayı hiçbir zaman kendi kaynaklarıyla sağlayamaz. Onun için hep dış tasarruflara ihtiyaç duyar, dış tasarruflara ihtiyaç duyduğu vakit dünya 
sisteminin gelişmesi, değişmesi, dönüşmesini iyi okumak lazımdır. Okuyamadığın vakit dış tasarruf gelmez, içeride kriz başlar, kriz başladığı vakit dış politikada bu söylediğim yapı 28 Şubatta biraz daha farklılaşmıştır çünkü ikili bir dünya sistemi olduğunda, Sovyetler’in var olduğunda, Batı’yla başı derde girdiği vakit 
Sovyetler’den kaynak bulmaya gitmiştir. Yani 60 darbesine ve Hükümet üyelerinin başbakanın asılmasının gerekçelerine bakarsan ihanettir o, NATO’ya 
ihanettir aslında, ondan başı belaya girmiştir. İçeride o kaynak gelmeyince Sovyetler’den kaynak almaya kalkışmıştır ve dış politikasını değiştirmek, en 
azından esnetmek istemiştir ve ceza olarak geri dönmüştür. 28 Şubatta da Müslüman dünya zorlamasıyla sistemin sınırlarının dışına girmiştir yani o bir 
postmodern darbe olması Amerikalıların askerleri kullanmadan yani fiilî darbe için kullanmadan ama mevcudu da Batı sisteminin dışına doğru fazla taşmasını 
engelleyecek bir yapı olarak ortaya çıkmıştır. Yani bunun ekonomik olarak tasarruf yetersizliğini giderecek bir dış dünyayla ahenk bozulur. O, dış politikaya 
yansır, sonra krize dönüşür ve darbeyle sonuçlanan bir şeyi vardır. Bunların temelinde tabii, Türkiye’nin kendisinin istediği kaynakları bulamaması, o 
kaynakları bulabilecek bir dünya okuması yapamaması. 

Yeryüzündeki iktisat politikasını anlamak. 60’taki nispi, ordu eliyle gelen özgürleşmenin temelinde ithal ikamesi vardır. Yani bir büyüme modeli, montaj 
sanayinin, dışarıdaki sanayinin ki bu, dayanıklı tüketim mallarıdır ve onu Türkiye’de herkesin alabileceği bir alım gücünü yükseltmek ve dolayısıyla daha 
toplu sözleşme, grev, aynı zamanda işçilerin alım gücünün yükselmesi. Bu, uluslararası sermayenin gelişmesini sağlayacak bir montaj sanayinin gelişmesiyle bağlantılı bir iktisat politikasını bize enjekte etmiştir. Ama onu da bizim sermayemiz kendi aklıyla ve talebiyle oluşturamadığı için o ithal ikamesinin ikinci aşamasına biz geçemedik. Ama daha sonra, yeryüzündeki yapı değişmeye yani sanayi döneminden sanayi sonrası döneme geçmeye başladığı sırada Türkiye bunu okuyamadı ve 71 muhtırasıyla 80 arasında hiçbir fark yoktur. 24 Ocak kararları siyasetin alabileceği bir karar değildi çünkü bütün alım gücünü sıfırlıyordu ve böyle bir baskıyı ancak darbeyle sağlayabildi Türkiye. Amerika Birleşik Devletleri bugün dünyanın siyasi, ekonomik yapısı içinde en güçlü devlet ama Amerika Birleşik Devletlerinden de daha güçlü olan bir güç var. O, zamanın ruhu, tarihin temposudur, teknolojik değişimdir. Türkiye’nin iç tartışmaları, bunun sosudur, biberidir, tuzudur ama esas belirleyici unsur uluslararası sistemdir. Sistem seni geliştirmeye çalışıyor ki işte iPhone 5 satsın. Türkiye’de hane başına düşen gelir, aylık gelir, 683 lira bugün. 683 lira geliri olan bir hane iPhone 5 alamaz, onun için buranın demokratikleşmesi, gelişmesi, dönüşmesi lazım. Belki bugünkü siyasi kadroların anlamadığı bu, demokratikleşmeden gelişemez, ekonomik olarak kalkınamaz. 

Banka soygunları. Son Bankalar Birliğinin açıkladığı bir rakama göre, bankalardaki, toplam mevduatın yüzde 46’sı, yani Türkiye’de ne kadar banka 
varsa, bu bankalardaki paraların aşağı yukarı yarısına yakını, 49 bin kişiye ait. Yani, askerî dönemlerdeki soygun dışında da, “Egemenlik milletin de paralar 
kimin?” yani o çarpıklık temelde hiçbir zaman değişmez. 28 Şubattaki soygunda banka sahipleri bankaları çaldılar yani adam halkın verdiği mevduatı 
cebine koydu, gitti. Laiklik, bilmem gericilik kavgası derken esas bankaları alıp götürdüler ve bu paraların 50-60 milyar doların götürülmesinde siyasetçinin 
ortaklığı vardır, aynı zamanda bürokratın ortaklığı vardır, paşaların, ordunun üst kademelerinin vardır, iş adamlarının. Bunları söylüyorum ama burada sistem 
değişmiyor yani eğer bu darbeler, bu Araştırma Komisyonu, Sovyetik modeller görüntüden ibaret değilse ki inşallah değildir, o zaman bu sistemi, rejim, 
Parlamentonun demokrasiden yana mevcut rejim muhalifi olması lazım. Resmî olarak statükonun her unsuru o 60 milyardan yararlanmıştır. 60 milyarı geri 
alamadık biz, uçtu, gitti yani onların hepsi halkın parasıydı. Burası aslında bir Prusya tipi bir ordudur. Prusya tipi ordu, askerlerin “Biz milletin parçasıyız.” 
demeleriyle çok kısaca anlatılabilen bir yapıdır. Hâlbuki gelişmiş demokratik ülkelerde ordu, milletin parçası değildir, devletin hizmet üreten, güvenlik üreten 
bir birimidir; sorgulanır, şu olur, bu olur. Ama Türkiye’de sistemi ve rejimi demokratikleştirmek yerine sosyal sınıfların gelişmemesi, emek ve sermayenin 
olmaması, tasarruf oranlarının düşüklüğü, sanayi devrimini yapamaması başka bir yapılanma çıkarmıştır.202 

1960 darbesinin ardından sermayenin iki yönlü olarak, militaristleştiği söylenebilir. İlk olarak, bizzat sermaye kesiminin ordunun politikalarını onaylayıcı ve ordu ile yakın ilişkiler geliştiren bir yaklaşımı olmuştur. Bu bağlamda Sakıp Sabancı anılarında babasının sürekli bir şekilde askerlerle irtibat halinde olduğunu ve Sabancı şirketlerinde emekli askerlerin yönetici olarak 
sorumluluk üstlenmelerine özen gösterildiğini dile getirmiştir. Ordunun 1960 öncesi işadamlığı karşıtı tutumu, bu tarihten itibaren değişmiş ve karşılığında iş dünyası seçkinleri de bir ortaklık ya da boyun eğme duygusuyla, orduya hem insan gücü hem de maddi kaynaklar sunmayı akıllıca bir yönelim olarak görmeye başlamışlardır. Zaten siyasal nitelikli bir özerkliğin ve müdahale yetkisinin bir sonucu olarak ortaya çıkan OYAK, orduyu kapitalist sisteme ihtiyacı olan ve bu nedenle siyasal sisteme müdahale etmekten kaçınan bir yapıya dönüştürmemiş, aksine ordunun ülkenin siyasal gelişimine müdahale etme eğilimini daha da arttırmıştır.203 

Türkiye’de 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden kısa bir süre sonra, günün askeri-sivil hükümetince önerilen sui generis bir yasa maddesi Kurucu Meclis tarafından çıkarılan bir “özel Kanun” ile OYAK adı altında bir oluşum meydana getirerek, hızla onandı.204 Bu Yasanın “amaç” maddesi (Türk Silahlı Kuvvetleri üyeleri için yardımlaşma hizmetlerinin sağlanması), oluşumun asıl etkinlik alanını olduğundan eksik gösteriyordu; son maddenin ayrıntılı listesi, büyük bir ticari işletmenin silahlı kuvvetlerin kurumsal yapısıyla birleştirileceği gerçeğinden azını anlatmıyordu. Çoktan siyasetçi olmuş at sırtındaki memur; tüccar, sanayici, sermayedar ve gelir sahibi olacaktı. Öyle de oldu ve bunu başarılı bir şekilde yaptı. 1961’den 1970’e OYAK’ın net değeri şaşılacak bir biçimde yüzde 2.400 oranında arttı.205 

Ordu açısından bakıldığında temel güdünün, askerin geçmiş yıllarda oldukça kötüleşmiş olan maddi koşullarını iyileştirme ve kendilerini o koşullara düşüren 
sivil iktidarlar karşısında iktisadi özerkliklerini garantileme olduğu söylenebilir. 205 sayılı Yasa Teklifi ile Güvenlik ve İktisat Komisyonu Raporları’nda OYAK'ın 
kuruluş gerekçesi: 

Filhakika, uzun hizmet yılları sonunda TC Emekli Sandığı'ndan alınan maaş ve ikramiye ile ancak mütevazı geçim şartları sağlanmakta, küçük bir ev sahibi olmak hususunda müşküllerle karşılaşılmaktadır... İktisadi hayatın gün geçtikçe inkişaf ettiği memleketimizde ordu mensupları herhangi bir sebep tahtında vazifeden ayrıldıkları takdirde, bugünkü mevzuat muvacehesinde kendilerine sağlanan yardımlarla kendi içtimai seviyelerine uygun bir hayat seviyesi temin 
edememektedirler... 

Ordu mensuplarının kendi içlerinde ve kendi mali imkânlarıyla bir dayanışma suretiyle istikbal endişesinden kurtularak maddi ve manevi huzura kavuşmalarını temin maksadıyla Ordu Yardımlaşma Kurumu Kanunu Tasarısı hazırlanmış bulunmaktadır. 

OYAK ile Askeri personelin üst orta sınıflara denk refah düzeyinde bir yaşam sürebilmesini sağlamak hedeflenmektedir.206 

Kurumun özel hukuka mı kamu hukukuna mı tabi olduğuna ilişkin Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin aralarındaki uyuşmazlığın görüldüğü 1978 tarihli Uyuşmazlık Mahkemesi, OYAK’ı bir kamu tüzel kişiliği olarak tanımlamış ve ancak üçüncü kişilerle olan ilişkilerinde özel hukuka tabi tutulabileceğine karar vermiştir. Kazanç merkezli faaliyetlerinde kendisine daha geniş bir alan açmasını sağlamak amacıyla kurum 1. madde ile özel hukuk hükümlerine bağlanmış ve buna karşılık 2001 yılana kadar hiçbir kurumun denetimine açık 
olmamıştır. OYAK böylelikle hukuksal düzlemde de piyasadaki diğer rakiplerinden daha ayrıcalıklı bir konuma kavuşturulmuştur. Bu durum ordunun siyasî ve ekonomik sınıf karşısındaki ayrıcalıklı konumu ile birlikte düşünüldüğünde kurumun mutlak bir güçle piyasaya dâhil olduğu söylenebilir. Bu mutlak gücün sonuçları hemen hissedildi. Kurumun net varlığı yaşanan bütün ekonomik krizlere rağmen 1960-1980 arası dönemde sürekli bir artış trendinde seyretti ve el attığı bütün girişimlerde başarılı oldu. 1971 ve 1980 askeri darbelerinin hemen ardından kurumun gelirlerinin ilk olarak 1973 ve 1974’te daha sonra 1981 ve 1982’de olmak üzere ikişer kat artması ise kurumun nasıl geliştiği noktasında hayli dikkat çekicidir. 1990’a gelindiğinde Türkiye’nin en büyük holdingi olan kurum, 1996’da dördüncü, 2000’de yine üçüncü sırada yer almıştır. Bu hızlı gelişim sayesinde kurum kısa sürede Türkiye’nin pazar ekonomisini yönlendirebilecek kadar güçlü bir kuruluş halini aldı ve ülkenin sanayileşmesinin ve ekonomik gelişiminin doğal müttefiki oldu. Sonuç olarak 
OYAK’ın böylesine güçlü bir şekilde piyasaya dâhil olması kaçınılmaz bir şekilde “sermayecilerin militaristleşmesi” denen sürece katkıda bulundu.207OYAK çeşitli yasal ayrıcalıklara sahiptir ve bunlar arasında en önemlisi vergi muafiyetleri olup OYAK’a bağlı iştirakler normal bir şekilde vergi ödemesine rağmen, OYAK’ın kendisi vergi muafiyetleriyle diğer holdinglere göre bir ayrıcalık taşıyor.208 OYAK şunlardan muaftır: Kurumlar vergisi, diğer her türlü gelir vergisi, katılım ücreti ve düzenli aidat alan tüm kuruluşların ödediği özel gelir vergisi, bütün satış ve tüketim vergileri, tüm yasal işlemlerden alınan damga vergisi. 

Dahası, OYAK'ın serveti, kazancı ve tahsil olunacak hesapları, tıpkı hükümetlerinki gibi üçüncü şahıslara karşı rüçhan hakkına sahiptir. OYAK'ın mal varlığına zarar veren her şahıs ya da kuruluş devlet malına zarar vermiş gibi işlem görür. Bunlara rağmen Özel Yasa, OYAK'ın Özel Ticaret Yasası'na bağlı yasal bir oluşum olduğunu söyler. Bu çelişkiler tablosunu tanımlamak için, yasanın OYAK'ı Savunma Bakanlığı'na bağlı, mali ve idari anlamda özerk, özel bir anonim şirket olarak tanımladığını ayrıca belirtmemiz gerekir. Askeri 
seçkinler ve iş dünyasının seçkinleri arasında kusursuz bir görüş birliğinin varlığı, Türk sanayisi ve ticaretinin “imparator”u Vehbi Koç'un ve Türk özel bankacılığının baronu Kazım Taşkent’in, ilk yönetim kurulunda yerlerini almış olmalarıyla ve ayrıca ilk önemli OYAK girişimlerinde -Koç, OYAK Goodyear'da; Taşkent, OYAK Renault'da- birer kurucu hissedar olmalarıyla kanıtlanmıştır.209 

Türkiye’de ordunun savunma sanayinde girişimci olarak yer almaya başlaması, 1970’lerin ikinci yarısında kuvvetlere (Kara, Deniz ve Hava) bağlı vakıfların kurulmasıyla başlamış olmakla beraber, bünyesinde yerli ve yabancı sermaye ortaklıkları olan 15 şirketi barındıran büyük bir holding yapısına kavuşması, çok kısa bir yasa olan 3388 sayılı yasa210 ile tüm 
vakıfları bünyesinde birleştiren “Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı”nın kurulmasının ardından gerçekleşmiştir. Vakıfların birleşmesi ile beraber TSKGV’ye şu şirketler o dönemdeki hisse oranlarıyla geçmiştir: 
. ASELSAN yüzde 83,16; 
. TUSAŞ yüzde 45; 
. TAI yüzde 1,9 (yüzde 49 hissesi Tusaş’ındır, diğer ortak yüzde 42 ile Lockheed 211 Martin Turkey ve yüzde 7 ile General Electric International’dır.) 
. HAVELSAN yüzde 98,7 
. TEI yüzde 3,02; 
. ASPİLSAN yüzde 95,1; 
. İŞBİR Elektrik yüzde 90,47; 
. ROKETSAN yüzde 15; 
. MERCEDES-BENZ TÜRK yüzde 5; 
. DİTAŞ yüzde 20; 
. NETAŞ yüzde 5 vb.212 

Medeni Kanuna bağlı bu yeni kurum şunlardan muaftır: Kurumlar Vergisi (kendi ekonomik girişimlerinin dışında), bağışlar ve aldığı yardımlarla ilgili veraset ve intikal vergisi, tüm resmi işlemlerden alınan damga vergisi. 

OYAK ve TSKGV, bir başlarına, hesaba katılması gereken birer ekonomik güç haline geldiler. İkisi bir arada düşünüldüğünde ekonomide daha da güçlü bir varlık oluşturuyorlar. 

Daha şimdiden 55 ortak girişimde yatırımları bulunuyor (sırasıyla 25 ve 30), yaklaşık 40.000 insanın işvereni durumundalar (OYAK daha 1990'da 23.000, TSKGV ise 1998’de 10.000). 

Ama bütün bu ekonomik göstergelerden daha önemlisi, OYAK ve TSKGV, Türkiye ekonomisinin yapısını ve doğasını değiştirmiş bulunuyor. Önce OYAK’la birlikte pazara askeri sermayenin girişi, sonra, TSKGV ile birlikte ekonomide, savunma ve savaş sanayinin gelişimiyle ekonominin militaristleştirilmesi. Belki daha da önemlisi, bu olgu, özel sektörle kamu sektörü ve ekonomiyle siyaset arasındaki çizgiyi bulanıklaştırdı ve ayrıca yansız bir bürokrasinin tüm kalıntılarını tehlikeye attı; ordu sermayesi ve yerli-yabancı özel sermayenin 
organik birlikteliğini yarattı. 

TSK'nın OYAK aracılığıyla kapitalist ilişkiler ve çıkarlar geliştirmesi, 'siyasal' nitelikli bir özerkliğin ve müdahale potansiyelinin nedeni değil sonucudur. Kurum ve diğer toplumsal aktörler arası ilişkiler üzerinden bakıldığında, siyasal özerkliği sınırlayıcı etki çok daha barizdir. Her ne kadar tek tek OYAK mensupları steril bir orta sınıf yaşamına çekilerek toplumsal ve siyasal yaşamdan belli oranda soyutlansalar da bir (bütün) kurum olarak ordu, OYAK ve TSKGV'nin faaliyetleri sonucunda sermaye birikim sürecinin ve sınıflar arası ve sınıf içi güç ilişkilerinin daha çok içine çekilmekte ve özellikle orta vadeli yeniden yapılanma sürecinin de doğrudan bir tarafı olarak yer almaktadır. Özellikle sınıf içi ilişkiler açısından 
bakıldığında büyük sermaye kesimi ile aynı organik çıkarları paylaşan ordu, büyük sermaye ve küçük ve orta boy işletmeler arasındaki çelişkilerden azade olamayacaktır. Anadolu'daki esnafa, küçük ve orta boy sanayi işletmelerine kepenk kapattıran krizleri, büyük sermaye kesimleri gibi askeri sermaye de kapitalist sermaye birikiminin çalışma sistematiği uyarınca bir fırsat olarak algılayacaktır. Ya da örneğin Anadolu menşeli İslamcı sermayenin 1990’lar boyunca gelişmesi, Türkiye büyük sermayesinin yaşam alanlarına el uzatması ve dünya ile alternatif bir bütünleşme modelinin taşıyıcısı olması, TÜSİAD gibi yapılarda örgütlenen büyük sermaye için olduğu kadar aynı organik çıkarlara sahip askeri sermaye açısından da bir tehdit olgusudur. Ancak bu tehdit salt ideolojik-kültürel bir algılamanın ötesinde bir olgudur, tıpkı İslamcı sermayenin askeri sermayenin hâkim olduğu savunma sanayisine gireceğini 
beyan etmesinin orduda yarattığı tedirginlik gibi.213 

OYAK, kamu çalışanları arasında eşitsizlik yaratan bir kurumdur. TBMM Dilekçe Komisyonuna Şubat 2012’de bilgi veren Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) Genel Müdürü Coşkun Ulusoy; 2010 yılı itibariyle OYAK’a 30 yıl aidat ödeyen bir subaya 260 bin lira, 30 yıl aidat ödeyen astsubaya 205 bin lira,45 yıl aidat ödeyen bir orgenerale emekli olurken 600 bin lira emekli ikramiyesi ödendiğini ifade etmiştir.214 Sivil bürokraside durum farklıdır ve hemen hemen aynı hizmet süresiyle emekli olan bir büyükelçinin emekli ikramiyesi ise yalnızca 75 bin liradır. Hakim, savcı, vali, kaymakam ve benzer statülerdeki kamu görevlilerinin ikramiyeleri büyükelçinin üstünde değildir. Dışişleri, Maliye, Millî Eğitim 
gibi kamu kurumlarında çalışanların, aynı şartlarda fabrikaları, holdingleri neden olmasın? 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

198 Kenan Evren anılarında: “12 Eylül olmasaydı 24 Ocak kararları fiyasko ile biterdi. 24 Ocak kararlarına bağlı tedbirler ancak böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde meyvesini verdi.” demiştir. Ayrıca, Korkut Boratav: 24 Ocak Kararları’nın uluslararası sermayenin özellikle Dünya Bankası aracılığıyla pazarladığı, içe ve dışa karşı piyasa serbestliği ile uluslararası ve 
yerli sermayenin emeğe karşı güçlendirilmesi gibi yönleri de vardır. Programın bu boyutu zaman içinde daha da ön plana çıkmaktadır. 
Bir diğeri Demirel Hükümeti bu programı, Özal’ın ve sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda yani sistemli ve sürekli olarak emek aleyhtarı bir doğrultuda uygulayabilmenin ve geliştirebilmenin araçlarından yoksundur. İşte 12 Eylül 1980’de gerçekleşen rejim değişikliği, 24 Ocak programının önündeki bu önemli engeli ortadan kaldıracaktır. Korkut Boratav (2003); s. 148. 
199 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 14, 15, 23. 
200 Komisyonumuzca Fon'a devredilen bankalar ve kamu bankalarında üst düzey yöneticilik yapmış olan asker kökenli kişilerin görev dönemlerine, sorumluluk alanlarına ve varsa haklarında yapılmış suç duyurularına ve akıbetlerine ilişkin ilgili kurum ve bankalardan bilgi talep edilmiş olup, söz konusu bankalarda görev yapmış olan asker kökenli personel ve görev 
dönemlerine ilişkin bilgiler ise şu şekildedir: (Emekli Orgeneral) Hüsnü ÇELENKLER (Halkbank Danışma Kurulu Üyesi) (1990-1991); (Emekli Orgeneral) A. Doğan BAYAZIT (Kentbank) (1996-1999); (Emekli Oramiral) Ö. Feyzi AYSUN 
(Bayındırbank) (1991-1993); (Emekli Orgeneral) Sabri YİRMİBEŞOĞLU (Bayındırbank) (1996); (Emekli Koramiral) Çetin ERSARI (İnterbank) (1996-1999); (Emekli Orgeneral) Teoman KOMAN (İnterbank) (1997-1999); (Emekli Koramiral) Işık BİREN (Egebank) (1989-1991); (Emekli Oramiral) H. Vural BAYAZIT (Etibank) (1999-2000); (Emekli Orgeneral) M. Muhittin FİSUNOĞLU (Sümerbank) (1998-1999); (Emekli Oramiral) Zahit ATAKAN (Impexbank) (1989-1991); (Emekli Koramiral) Ekmel TOTRAKAN (Etibank) (1997-Özelleştirme öncesi); (Emekli Korgeneral) Alaettin GÜVEN (Etibank) 
(1998-Özelleştirme öncesi); G. Aydın AKSAN (Etibank) (1994). BDDK ve TMSF tarafından gönderilen cevabi yazılarda bu kişilerden H. Vural BAYAZIT ve Muhittin FİSUNOĞLU hakkında BDDK tarafından, Teoman KOMAN ve Çetin 
ERSARI hakkında ise Hazine Müsteşarlığı tarafından görev yaptıkları dönemlere ilişkin suç duyurularının tespit edildiği belirtilmiştir. (23. Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu döneminde emekli paşaların bu tür görevlerde bulunmaları 
yasaklanmıştır.)  
201 Ahmet Ertürk, eski TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) Başkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma 
Komisyonu Dinleme Tutanağı, 16 Ekim 2012, s. 69, 77-81, 84, 86. 
202 Mehmet Altan, İstanbul Üniversitesi İktisat Politikaları Ana Bilim Dalı Profesörü, TBMM Darbe ve Muhtıraları 
Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 2 Ekim 2012, s. 12-15, 19, 21. 
203 Ali Balcı (2011); s. 65, 66. 
204 205 sayılı Ordu Yardımlaşma Kurumu Kanunu (1961, 1 Mart). T.C. Resmi Gazete 10702. 
205 Taha Parla; Türkiye’de Merkantilist Militarizm 1960-1998, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, 
İstanbul, 2009, s. 201, 202. 
206 İsmet Akça; Kolektif Bir Sermayedar Olarak Türk Silahlı Kuvvetleri, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 232, 233, 238. 
207 Ali Balcı (2011); s. 67, 68, 69. 
208 İsmet Akça (2009); s. 249. 
209 Taha Parla (2009); s. 205, 211. 
210 3388 sayılı Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı Kanunu (1987, 25 Haziran). T.C. Resmi Gazete 19498. 
211 Lockheed Martin: Lockheed Corporation ve Martin Marietta iştiraki olarak kurulmuş çok uluslu, ileri teknoloji ve havacılık 
şirketidir. Dünya çapında 56 ülkede faaliyet göstermektedir. İki ortaktan bir olan Lockheed, rüşvet skandalları ile 
hatırlanmaktadır. 1976 Şubat'ında Lockheed Aircraft Corporation'ın Japonya, Hollanda, Almanya, İtalya, Fransa ve 
Türkiye'de rüşvet dağıttığı ortaya çıktı. Türkiye, 1974–1975 yılları arasında Lockheed firmasından çok sayıda savaş uçağı 
satın almıştı. Lockheed skandalı, Japonya'da başbakanı hapse düşürdü. Hollanda'da kraliçenin tahtını sarstı. Türkiye’de 
TBMM ve Genelkurmay Başkanlığı, iddiaları araştırmak için birer komisyon kurmak zorunda kaldı. Türkiye dışındaki 
ülkelerde yürütülen soruşturmalar sonucunda yolsuzluk skandalına bulaşanlar yargılandı, ağır cezalara çarptırıldı. 
Mehmet Altan, komisyonumuza darbe ekonomisini anlattığı konuşmasının bir bölümünde: “Lockheed askerî uçak 
alımındaki rüşvet, burada ben yanılmıyorsam, hafızam beni yanıltmıyorsa (501) numaralı Meclis Komisyon Raporu’dur. 
Bu soygunları sorarken bir tane, en güzel örneklerinden biridir. Orada da muazzam, adam “Rüşveti ben verdim.” dedi, 
dünyanın her tarafında çıktı, Türkiye’de çıkmadı, aynı 28 Şubat ve yani o soygun sistemi bir, uluslararası iktisat politikasının 
değişimiyle meşru ülke içi paylaşım değişir ve o sırada darbeyi yapanların peynir fareliği vardır, onlar işte parasını, pulunu, 
bilmem nesini arttırır.” demiştir. (Mehmet Altan, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 2 Ekim 2012, s. 14) 
212 İsmet Akça (2009); s. 257-2598. 
213 İsmet Akça (2009); s. 263, 265. 
214 Ulusoy: Orgeneral emekli olurken 642 bin lira alıyor, 3 Şubat 2012, 
(http://t24.com.tr/haber/ulusoy-orgeneral-emekliolurken-642-bin-lira-aliyor/195615 Erişim: 20 Eylül 2012) 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 



***

27 Şubat 2016 Cumartesi

28 ŞUBAT TÜRK SİYASETİNİN ACI VEREN YÜZÜ, ÖNCESİ VE SONRASI,, BÖLÜM 2



   28 ŞUBAT  TÜRK SİYASETİNİN  ACI VEREN YÜZÜ, ÖNCESİ VE SONRASI,, BÖLÜM 2



28 Şubat sürecinde Şemdin Sakık'ın sözlerinden yola çıkarak kaleme aldığı " Alçakları Tanıyalım " başlıklı yazısı ile ilgili üzüntüsünü ifade eden Oktay Ekşi, o yazıyı yazdığı sırada, yazı nedeniyle mağdur olan kişilerin kim olduğunu bilmediğini dile getiriyor:

- "O tarihte gazeteye gelen bir haber vardı; 'bazı kişiler PKK'ya maddi karşılık alarak yardım ediyormuş'. Haber buydu, 'Sakık bunu söylüyor' deniliyordu. Ben de bu haber geldiğinde o yazıyı kaleme aldım. Böyle bilgi geldiğinde bu yazıyı 5 defa yazarım."

Şemdin Sakık kim?.. 33 silahsız erin kurşuna dizilmesinden sorumlu kişi!.. Hem de sözümona PKK'nın "ateşkes" ilan ettiği dönemde!.. Adam yerine konmuş! Tanık olarak dinlenmiş! PKK'ya yardım edenler dışında, gördüğünü değil de, dedikoduları nakletmiş! Hapisteki generaller onun sözleri ile suçlanmış!

"O dönem hiç talimat aldınız mı?" sorusuna ise Oktay Ekşi şöyle cevap veriyor:

- "Benim 44 senem Hürriyet'te, 59 senem de meslekte geçti. Bana talimat verdiğini söyleyebilen bir kişi çıkarsa hemen milletvekilliğini bırakabilirim. Hiç kimse talimat verme cesaretinde dahi bulunamamıştır." "O dönemde irtica tehlikesi var mıydı?" sorusuna şu sözlerle cevap veriyor:

- "Vardı tabii. Ciddi bir şekilde vardı. 'Kanlı mı geleceğiz, kansız mı geleceğiz' diyen Erbakan. 'Gulu gulu dansıdır bunlar' diye ifade kullanan Şevket Kazan. 'Refah Partisi'ne oy vermeyenler patates dinindendir' diyen Erbakan... Bütün bunlar o tarihlerde benim de yazdığım kendisi tarafından kaynak gösterilerek ifade edilen hususlar. O dönemde bunu birileri ayrıca kullanmış olabilir, doğrudur. Zaten 28 Şubat'ın gerisinde bir psikolojik harekat var diyorsak -ki bende olduğunu kabul ediyorum-, muhtemelen o dönemde bunları abartacak şekilde birilerinin kullanmasına servis edenler de olmuştur."

İşte bu tarz baskılar karşısında hükümetin DYP kanadından istifalar başladı...

Sonunda 18 Haziran 1997'de Necmettin Erbakan başbakanlıktan istifa etti. İstifasının hedefinin başbakanlığı Tansu Çiller'e devretmek olduğunu belirtti.

28 Şubat darbesinden on yıl sonra, darbenin lideri mason-dönme Orgeneral Çevik Bir, Can Dündar'ın programında, bakın, neler diyor:

- "Türk Silahlı Kuvvetleri lâik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yılmaz bekçisi ve koruyucusudur. 28 Şubat 1997 günü Milli Güvenlik Kurulu toplantısında ordu, Türkiye'nin önündeki en büyük tehlikenin irtica olduğunu açıkladı. Erbakan'a rağmen imzalanan 28 Şubat kararları, gizli andıçlarla, yollarda tanklarla, seri brifinglerle, sivil toplum da harekete geçirilerek uygulamaya kondu ve sonunda Erbakan, hükümeti bırakmak zorunda kaldı."

19 Haziran 1997'de, zoru her gördüğünde şapkasını alıp kaçmakla ün yapmış olan Cumhurbaşkanı mason Süleyman Demirel, Ordu'nun gelmekte olduğunu sezdiği için, kendi koltuğunu garantiye almak için, hükûmeti kurma görevini o sırada arkasında TBMM çoğunluğu olan DYP lideri Tansu Çiller'e vermeyip, ANAP Genel Başkanı ve Rize Milletvekili Mesut Yılmaz'a verdi.

Bir parti başkanı hükûmet kurma görevini alınca ne yapar dersiniz?.. Derhal kendi partisinin yetkili kurullarını toplayıp meseleyi görüşmez mi?.. Pontuslu, hayatında bir kere bile "TÜRK" kelimesini kullanmamış olan Mesut Yılmaz, kendi partisinin elemanları ile görüşeceğine, yellim yepelek medya patronu Aydın Doğan'a koştu, ondan işadamlarının istek ve talimatlarını aldı. Refahyol hükümetinin 'mağdur ettiği' iş adamları idi bunlar... Devlet ihalelerinin İslamî kesime verildiğini iddia eden bazı turizmciler, sanayiciler, inşaat sahipleri, medya patronları... Her birinin inşaatı, turizm yatırımları vardı... Bu yüzden 28 Şubat'a "askerin darbesi" kadar, "ekonomik çıkarcıların darbesi" veya "İstanbullu işadamlarının darbesi", veya "medyacı işadamlarının darbesi" de denilebilir.

27 Haziran'da ANAP Başkanı Mesut Yılmaz, DSP Başkanı Ecevit ve DYP'den kopanların oluşturduğu DTP'nin Başkanı Cindoruk koalisyon için anlaştılar.

Necmettin Erbakan'ı köstekleyip te Mesut Yılmaz'ı öne süren iş adamlarının "destekleme" için şartları vardı. Bizzat onların hazırladıkları bakanlar listesini kabul edecekti Mesut bey! Herkes kendi branşına göre bakan seçmişti. Tabii en yakın adamları arasından... Turizmle uğraşan işadamları Turizm Bakanı'nı (İbrahim Gürdal), Sanayici işadamları Sanayi ve Ticaret Bakanı'nı (Enis Yalım Erez), ormanlara göz dikmiş inşaatçı işadamları Orman Bakanı'nı (Ersin Taranoğlu), Bayındırlık Bakanı Yaxşar Topçu, kıyak tarafından doğal gazla işletilen santrallere yatırım yapmak isteyenler Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı'nı (Mustafa Cumhur Sümer), ve tabii dış destek sağlamak için daima ABD'nin onayı alınarak seçilen Dışişleri Bakanı (dönme ve dönek İsmail Cem İpekçi)...

Hükümet işte böyle ANAP, DSP ve Demokrat Türkiye Partisi tarafından oluşturulan azınlık koalisyonu halinde kuruldu. CHP de hükümeti dışardan destekledi. Ne karşılığında?.. "ATATÜRK'ün CHP'si" olma vasfını mandacı İsmet'in başa geçmesi ile kaybetmiş olan CHP, 12 Eylül'de elinden alınıp ta Devlet'e maledilmiş olan (ki doğruydu) "İş Bankası hisseleri"nin partiye iadesi şartıyla destek verdi. Mesut Yılmaz da işbaşına gelir gelmez, bunu sağladı... O hisseler yüzünden CHP iktidara gelme ihtiyacı duymaz, zaten Devlet'i sömürmektedir... Bağımsız milletvekillerinin oyları da onlara "bakanlık" verilerek sağlandı. Bu kabinede tam 19 Devlet Bakanı vardı!

30 Haziran 1997 günü Cumhurbaşkanı'nca da onaylanan Hükümet, 8 Temmuz'da TBMM'den 256'ya karşılık 281 oyla güvenoyu aldı, ama Mesut Yılmaz'ın kurduğu bu hükûmeti, "28 Şubat'ın gayrımeşrû çocuğu" olmaktan aldığı bu oylar kurtaramadı!

İstedikleri ortamın oluştuğuna inanan zıpçıktı generalin biri "28 Şubat süreci bin yıl sürer!" dedi. On yıl zor sürdü. Tıpkı "1000 yıllık Reich" diyen Hitler'in Nazi imparatorluğunun sadece 10 yıl sürmesi gibi!.. 2008 başlarından itibaren ordu içindeki darbeci yeni akımlar ortaya çıkmaya başladı, mason-dönme Çevik Bir ekibinin sarstığı ordunun prestiji iyice bozuldu.

Şamil Tayyar bir süre sonra Star gazetesinde şöyle yazıyordu:

- "Meclis Genel Kurulu’nda bütçe görüşmelerinin başladığı pazartesi günü Saadet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın davetindeydim. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu kürsüye çıkmadan görüşmeyi tamamlayıp Meclis'e döndüm."

- "Hocayla uzun bir sohbete koyulduk. Laf dönüp dolaşıp 28 Şubat post modern darbeye geldi. Darbezede bir başbakan olarak söyleyecekleri vardı. Siyonistlerin, dar anlamda ABD ve İsrail’in darbe planına, 50 civarındaki iktidar mensubu korkak milletvekili yüzünden yenik düştüklerini anlattı."

- "Sonra 30 Ekim 1996 tarihli tercüme edilmiş gizli belgeyi arşivden çıkardı. Belge, Wikileaks yayınları gibi Ankara’dan Washington’a gönderilen ve dedikodulara dayalı ham istihbarat notu değil, Washington’da karara dönüştürülmüş ulusal güvenlik belgesiydi."

- " İkisi arasındaki farkı son yazımda tarif etmiştim. Biri ("Wikileaks " gibi) pek gizli olmayan ve mahcubiyetten öte sonuç doğurmayan metin, diğeri ölümüne hesaplaşmaya yol açabilen ulusal güvenlik belgesidir."

- " Belgede dönemin ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher’in imzası var. Ankara Büyükelçiliği'ne gönderilmiş. Bilgi olarak Atina, Beyrut, Moskova, Sofya Elçilikleri ile Geneva, NATO ve BM Amerikan misyonlarına da ulaştırılmış."

- "Refahyol hükümetiyle ilgili değerlendirme ve iktidardan düşürme yöntemine yer verilen belgede, ilk yorum koalisyonun büyük ortağı RP ile ilgili olarak yapılıyor:

- ABD, Türk hükümetinin millî eğilimlerinden ve Başbakan Erbakan’ın ideolojisinden ilham alarak dış politikayı Batı'dan ayırıp Arap ve Müslüman dünyasına doğru yeniden yönlendirilmesinden dolayı derin endişe içerisindedir. Kanaatimizce Türkiye’nin İran, Irak, Libya, Nijerya ve Sudan ile bağlarını kuvvetlendirmek konusundaki mevcut tutumu, bizim milli menfaatlerimize aykırıdır, düşmancadır."

- "İkinci yorum, koalisyonun küçük ortağı DYP ile ilgili...

- DYP, Erbakan’ın radikal İslamî söylemlerini ılımlaştırmada başarılı olamadığına göre, kendisinin RP ile koalisyonu verimsiz görünmektedir. Biz inanıyoruz ki, Tansu Çiller’in koalisyondan çekilmesi Erbakan’ı düşürür ve ülkeyi genel seçimlere götürür. Sonuç kesin olmamakla birlikte RP büyük ihtimalle seçimlerden eskisinden daha güçlü olarak çıkacaktır."

- "Özetle denmek isteniyor ki: RP düşmanca hareket ediyor, DYP ise bunu frenleyebilecek güce sahip değil, seçim de çare olmayacak. O halde? Türkiye’yi hizaya çekebilmek için hükümetin dövülüp hırpalanması, iktidar ortaklarının yerde süründüğü ve güçsüz kaldığı ortamda seçimlere gidilmesi lâzım!"

- "Peki kim dövecek?.. Belgeden okuyalım:

- Türkiye, Birleşik Devletler'in anahtar stratejik ortağı olarak kalmak mecburiyetindedir ve onun bu pozisyonunu gerçekleştirip sürdürmedeki başarımız, bizim millî menfaatlerimizi doğrudan etkileyecektir. Türk askeriyesi, bu sonucu elde etmeye doğru daha büyük çaba sarf etmesi için harekete geçmeye zorlanmalıdır. Bu konudaki aksiyon planlarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum."

- "Anlaşılıyor ki, ABD, 15 Ekim 1996 tarihinde post modern darbe için düğmeye basmış, TSK’ya da görev biçmiş."

- "Bu iddiayı, ilk olarak eski Başbakanlık Müsteşarı Yaşar Yazıcıoğlu, 11 Şubat 2007 tarihli Vakit Gazetesi’ne yaptığı açıklamada dile getirmiş, '28 Şubat’ın startı ABD Dışişleri Bakanlığı’nın gönderdiği çok gizli bir yazıyla verilmiştir' demişti."

- "Ancak belge sırdı. Erbakan’ın masasında ilk defa gördüğümüz bu belge, 28 Şubat’ın nasıl tezgâhlandığını göstermesi bakımından çok önemlidir. Bir yerde darbe emrinin belgesidir. Üstelik Wikileaks dedikodusu değil... "

( Wikileaks Türkiye Belgeleri İngilizce & TÜRKÇE Asıl belge )

http://blogeditoru.blogspot.com/2010/11/wikileaks-turkiye-ile-ilgili-yaynlanan.html

( Wikileaks Türkiye Belgeleri AKP-cemaat-ABD-PKK-İsrail -ilişkileri )

http://www.analizmerkezi.com/gulen-cemaati-wikileaks-belgelerinde-35446h.htm

( Wikileaks Türkiye Belgeleri )

http://www.ntv.com.tr/dunya/wikileaksten-yeni-belgeler,tPn92jjs0UCH5m8JRvK5cg

( Wikileaks Türkiye Belgeleri Erdoğan kanser )

http://isikerol.blogspot.com.tr/2010/11/wikileaks-turkiye-belgelerinin-tum.html


TBMM Muhtıraları ve Darbeleri Araştırma 28 Şubat Alt Komisyonu sürecin yakın tanığı eski istihbaratçı Bülent Orakoğlu’nu dinledi. Dönemin Emniyet Genel müdürlüğü İstihbarat dairesi eski başkan vekili Bülent Orakoğlu, 28 Şubat’ın yaşanmasındaki en önemli siyasi sorumlunun Süleyman Demirel olduğunu söyledi.

28 Şubat darbe değildir, demenin mümkün olmadığını belirten Orakoğlu:

- "28 Şubat Türkiye’nin savunma refleksini kırmıştır. Türkiye kutuplaştırılmıştır, cunta devleti ele geçirmiştir. Türkiye’nin genleriyle oynanmıştır, tankların yerine medya kullanılmıştır. Batı Çalışma Grubu’nun darbenin alt yapısını hazırlayan fişleme çalışmasına ilişkin belgeyi önce Emniyet Genel Müdürü'ne verdik. Oradan da hiyerarşik sırayla İçişleri Bakanı'na, Tansu Çiller’e, Başbakan Erbakan’a, oradan da Cumhurbaşkanı Demirel’e gitti. Ancak Demirel’in gereğini yapmadı. Önce belgeyi Orgeneral Karadayı’ya verdi, oradan da Çevik Bir’e gitti. Demirel BÇG belgesinin araştırılmasını istemedi. Bu belge cuntacılara, darbecilere iade edilmiştir. Cumhurbaşkanı Demirel’in görevini yapmadığı, yargılanması gerektiği kanaatindeyim. Belgeyi eline aldığı andan itibaren bu süreci durdurabilirdi, yapmadı. TSK’nın bütün üyeleri çocukları birer fişleme aracı gibi çalıştılar. Batı Çalışma Grubu illegal bir cunta kuruluşudur, hiçbir hukuki alt yapısı yoktur, TSK’da da bir karşılığı yoktur."

- "O dönemde 11 milyon kişi fişlendi. O fişler şimdi MİT’de. Nesim Malki’nin parası Mossad’ındı. Görevde olduğum süre içinde Nesim Malki cinayeti ve Türkbank olayını araştırdık ve ciddi bulgular elde ettik. Bir ekip olayı araştırmak için Bursa’ya gitti. Mossad'la ilgili ciddi bulgulara rastladık."

- "28 Şubat sürecinde boşaltılan bankalar var. 300 milyarlık zarardan bahsediliyor. Darbenin iç ve dış ayakları vardır. Dış ayağı belli. Türkiye’deki İsrail ayaklarını tespit etmek amacıyla Malki cinayetini araştırdık. Ergenekon iddianamesinde de görüyoruz ki Perinçek’in evindeki aramada Nesim Malki’ye borcu olanların listesi çıkmıştır. Nesim Malki'ye olan borçlarından dolayı bazı bankaların içinin boşaltıldığı iddiası var. Aslında bu paraların MOSSAD’ın olduğu ve bankaların içinin boşaltılmasında Mossad’ın parmağının olduğu iddiaları var."

Bülent Orakoğlu, 28 Şubat’ta NATO subaylarının rolünün sorulması üzerine şu değerlendirmeyi yaptı:

- "Bunun için Gladyo'ya girmemiz lâzım. Bütün NATO ülkelerinde Gladyo tipi yapılanmalar var. 16 NATO ülkesinde bu yapıya rastlanmış. Türkiye ile ilgili bilgi alınamamış, Bu da faal olduğunu gösteriyor. Gladyo tam olarak temizlenemedi. Türkiye’deki adı Gladyo, şimdi bağlantı olarak Ergenekon'dan bahsediliyor."

Bülent Orakoğlu, 28 Şubatçılar'ın MOSSAD, GLADYO ile bağlantılarından söz ediyor, ama bu ilişkiler içinde olanların Türk Silahlı Kuvvetleri içinde en üst rütbelere yükselmiş Yahudi Dönmesi (Sabetayist) olduğunu dile getirmiyor.

Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener şöyle diyor:

- "28 Şubat'ın 80 ve 60 ihtilâllerinden net bir farkı var. Sivil toplum, yargı, sermaye ve medyanın üzerinden, aydın diye tabir edilen kişiler üzerinden, sihirli demokrasi sözcüğü üzerinden yapılmış bir müdahaledir."

- "Refah Yol hükümetinin ekonomi yönünün başarılı olduğunu dün de söyledim, bugün de söylüyorum. Refah Yol'un ekonomik tedbirleri İstanbul sermayesinin ciddi mânâda işine gelmemişti. Refah Yol yıkıldıktan sonra birdenbire bankaların çöktüğünü görebeliriz. Birileri durumdan vazife çıkardı, birileri de milletin parasından hırsızlık çıkardı."

- "Refah Yol'un kurulmasını baştan istemeyen DYP'li milletvekilleri, il başkanları vardı. Ben kurulmasını savunanlardanım. Bu bir siyasi parti... Eşit rekabet şartları içinde seçime gitmişsiniz. Savunma nedenim de cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ihtilaf sahaları var. Millet-devlet kaynaşmasının sağlanmasında önemli bir adım olacağını düşünmüştüm. Hâlâ bu iddianın arkasındayım. Rahmetli Erbakan'a büyük haksızlık edildiğini düşünüyorum. Bütün her şey onun üzerine bırakıldı ama kimse düşünmüyor. Afganistan'da Kur'an-ı Kerim yaktılar, halk tepki gösteriyor, bir tane askerinizi çekmiyorsunuz. O dönemde Erbakan'ın partisinin tabanı Filistin'di, imam hatiplerdi. Halktan bir tazyik söz konusuydu. Rahmetli Erbakan yıllardır bir siyasi geleneğin temsilcisi olarak 'Biz bu iktidarı yönetebiliriz' deyip sistemin sahibi olduğunu iddia eden aktörlere (sözde Atatürkçülere) karşı bir tavrı vardı. Tabanının tazyikine rağmen onlarla uyuşmaya gayret ediyordu."

- "Refah Yol hükümeti 28 Şubat'taki o maddeleri imzalamayıp, meselâ erken seçim kararı alsaydı... Doğru olan buydu."

AKP'nin Meclis Başkanı, Bakanı, Hükûmet Sözcüsü, kısacası önde geleni, eski Refah partili Bülent Arınç şöyle diyor:

- "Tabii MGK'dan çıkan kararlar fevkâlâde üzücü kararlardı. Onların imzalanıp imzalanmayacağı söz konusu idi. SONRADAN İMZALANDI. Hükûmet'e sevkedildi, dediler. Bu şartların kabulü veya bu kararların kabulü noktasında değil; Hükûmet bunları öncelikle görüşür, anlamında... Bu kararları istedim. Veremeyiz, dediler. Kararların çok gizli bir kararname haline geldiğini veya MGK'dan almamız gerektiğini söylediler."

28 Şubat darbesi sorumlularının yargılanmaya başladığı günlerde Gazeteci Oktay Ekşi uyanıp KULLANILDIK! dedi... Gerçekten de medyadaki dönmeler bilerek, sahiden irtica geliyor zehabına kapılan kendini Atatürkçü sayanlar da bilmeden kullanılmışlardı. Bu "kullanılma" sona erdi, geçmişte kaldı sanılmasın!.. 1980 öncesinin bunalımla ve kanlı günlerinde feryat eden, 12 Eylül'ü alkışlayarak karşılayan gazeteciler, bugün geçmişte söylediklerini, yazdıklarını unutmuş olarak 12 Eylül'ü bahane edip askerler aleyhine konuşabilmekte, ve orduyu küçük düşüren davranışlar içinde yer almaktadırlar.

28 Şubat sonrasında bir gazeteci kıyımı meydana geldi. Uzanlar Star'ın kadrosunu daraltma kararı aldı. Star gazetesinin kadrosunda yüzde 40'lık bir azaltma yapıldı. Hürriyet gazetesi yazarlarından Oya Berberoğlu istifa etti. Enis Berberoğlu'nun istifası kabul edilmedi. Zeynep Atikkan, Kurthan Fişek ve Pınar Türenç'in de yazılarına son verildi. Gözcü gazetesinin yayınına son verileceği de gelen haberler arasında idi. Gruba bağlı gazeteler ilavelerini kapatırken yüzde 20 küçülme kararı aldı. Medyadaki kriz Sabah gazetesi ile başlamıştı. Önce Sabah grubuna bağlı Yeni Binyıl gazetesi kapatılmış, orada çalışan gazetecilerin işine son verilmişti. Sabah'ın daha sonra başlattığı el değiştirme ve küçülme operasyonlarında da yaklaşık 1200 gazeteci işsiz kalmıştı. Aynı şekilde İhlas Grubu'ndan da 400 gazeteci işten ayrılmak zorunda kalmıştı.

Türkiye'nin sosyal ve ekonomik olarak geri kalmasına bize göre en büyük sebep kendi çıkarlarını herşeyin üzerinde tutan medya patronlarıdır. Ancak kader öyle bir oyun oynadı ki hesap yapanların da haricinde bir hesap yapanın varlığı ortaya çıktı. Gerçek, bu insanların bacaklarına dolanarak yüz üstü kapaklanmalarına sebep oldu. Önce kendi silüetleri kaybolmaya başladı, ardından ise 10 binlerce dolar maaş verdikleri köşe başındaki adamlarına yol gözüktü. Ancak bu arada yükünü tutanlar tutmuş, basın emekçileri 'altta kalanın canı çıksın' mantığıyla defterden silinmişti. Ancak işin tek açıklaması ekonomik kriz miydi? Peki neydi gerçek? Tekel olması muhtemel Aydın Doğan'ın rakibi konumuna gelen Karamehmet bütün dengeleri alt üst etmişti. İnsanın aklına gelmeden etmiyor; acaba 28 Şubat öncesi plaza yönetim kurullarına giden yazar kıyımı listeleri bir kredi karşılığı şimdi yeniden gündeme getirilmiş olmasın... Çünkü böyle bir yazar kıyımının başka türlü bir açıklaması yok.

Dinç Bilgin'in önce Yeni Yüzyıl, o kapandıktan bir müddet sonra Yeni Binyıl adıyla çıkardığı (en azından seviye bakımından) iddialı gazete fazla dayanamadı. Belki de o seviyesizlik içinde Yeni Binyıl gibi seviyeli gazete fazla geliyordu. Kapandı ve arkasında yüzlerce işsiz bıraktı. Sabah gazetesinin Etibank'ı soymasının ardından gazeteciler mağdur vatandaş konumuna düştüler. 28 Şubat'ın oluşmasında rol oynamış dönemin YÖK Başkanı Kemal Gürüz, TİSK Başkanı Refik Baydur, DİSK Başkanı Rıdvan Budak, TESK Başkanı Derviş Günday, TOBB Başkanı Fuat Miras, Türk-İş Başkanı Bayram Meral gibi...

28 Şubat süreciyle birlikte DYP'den ayrılan milletvekilleri, DTP'yi kurdular. DTP, yaptığı transferlerle grup kurmayı başarırken, transferlerde milyarların döndüğü söylentisi Meclis'in üzerine kara bir leke olarak kaldı. DTP, Türkiye'nin, seçime girmeden yaptığı transferlerle hükümet ortağı olan ilk partisi olmayı başardı. 1995'de 134 milletvekili ile Meclis'e gelen DYP, 91'e kadar düştü. Refah Partisi'nin kapatılmasıyla Bağımsızlar'ın sayısı 163'e kadar çıktı. Seçimde 12 milletvekilliği kazanmış olan ANAP transferlerle saydalye sayısını 138'e çıkardı. CHP de milletvekili sayısını 49'dan 55'e yükseltti.

28 ŞUBAT SONRASI TÜRKİYEDE NELER OLDU ? - 1 - vidyo

https://www.youtube.com/watch?v=bdO06X2EvaU

28 ŞUBAT SONRASI TÜRKİYEDE NELER OLDU ? - 2 - vidyo

https://www.youtube.com/watch?v=rwEVlYergQY



EMASYA yapılanması 28 Şubat'ta oluşturulmuştu. ÖHD'nin (Seferberlik Tetkik Kurulu) hazırladığı eylem planında "Toplumda infial uyandıracak olayların planlanması ve gerçekleşmesi neticesinde sokaklara dökülecek kalabalığa EMASYA birliklerinin kullanılması ve mevcut durum bahane edilerek hükümetin görevine son verilmesi" isteniyordu.

Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Raporu'nda, "28 Şubat sürecinin ülke ekonomisine maliyeti" çıkarıldı.

Raporda, 28 Şubat darbesinin Türkiye üzerinde yapmış olduğu etkinin ekonomik boyutunun ele alındığı belirtilerek şöyle denildi:

- "2001 krizi sonrasında finansal sistemin güçlendirilmesi sürecinde kamu bankalarının görev zararlarının ülkeye maliyeti 21,9 milyar dolar seviyesindedir."

- "Nihayetinde bankacılık görevini yerine getiremeyecek hale gelen şirketlerin 28 Şubat süreci sonrasında şoklara karşı kırılganlıkların daha da yükselmesiyle 1999 ve 2001 yıllarındaki ekonomik küçülmelerin yatırımlara olumsuz yansımaları 47 milyar ABD doları civarındadır."

- "Kamu kesiminin faiz harcamalarının gayri safi millî hasılaya oranının değişmediğini kabul ettiğimizde 1997-2007 periyodunda yaklaşık 119 milyar ABD doları fazladan faiz giderlerine harcama yapıldığı görülmektedir."

- "Bu bağlamda 1999 yılında meydana gelen ânî sermaye çıkışlarının ardından ekonomide yüzde 6,1 oranında, 2001 yılındaki sermaye çıkışları sonrasında ise gelir seviyesinde yüzde 9,5 oranında daralma söz konusu olmuştur. İki dönemdeki sermaye çıkışları sonrasında gayri safi millî hasıla düzeyinde toplamda 75 milyar ABD Doları azalış meydana gelmiştir."

Türkiye'de 2001 yılında meydana gelen devalüasyon sonrasında ihracat, ithalat ve dış borçlar bağlamında aynı miktarda yabancı para karşılığının daha fazla mal ve hizmet satışı ile gerçekleşmesi nedeniyle kazançtan ziyade maliyet unsuru olduğu kaydedilen raporda,

- "Ulusal paradaki değer kaybının öncesi ve sonrası kıyaslandığında ihracat, ithalat ve dış borç servisi bağlamında kriz yaklaşık 13,8 milyar dolarlık ek maliyet getirmiştir."

denilmektedir. 2000-2008 yılları aralığında IMF'den yaklaşık 48,7 milyar dolar destek kredisi alındığı belirtilen raporda,

- "Alınan bu kredinin maliyeti 6 milyar $ seviyesinde gerçekleşmiş ve ABD doları bazında yüzde 12,3 gibi oldukça yüksek faiz oranından borç alınmıştır"
ifadeleri yer aldı.

27 Mayıs 1960 askerî darbesi sonrasında kurulan OYAK'ın 28 Şubat sonrasında siyasî etkinliğini kullanarak finans sektöründe, özellikle de bankacılık alanında önemli gelişmeler kaydettiğine işaret edilen raporda,

- " Aynı zamanda OYAK bu etkin gücü sayesinde Sümerbank'ı TMSF'den çok uygun bedel karşılığında satın almış ve bu dönemde karlılığını önemli düzeyde artıran nâdir kuruluşlardan birisi olmuştur. 28 Şubat öncesinde sıralamaya giremeyen OYAK 2000 yılında 4,9 milyar dolarlık ciroyla Koç ve Sabancı Holding'den sonra üçüncü sıraya yerleşmiştir "

denilmektedir... Askerlerin, daha doğrusu subayların ticaretle, bankacılıkla elbette ki işi yoktur. Üstelik OYAK, emekli general ve albaylara yüksek emekli ikramiyeleri verdiği gibi, karılarına, kızlarına iş sahası olmakta, biriken paralar çarçur edilmektedir. Böyle bir kuruluş TSK bünyesi içinde yer almalı, ticaret ve bankacılık yerine biriken paralar ordunun ihtiyacını karşılayacak tesisler kurulmasına harcanmalıdır. Askerî vakıflar da aynı şekilde TSK bünyesi içinde birer kuruluş haline getirilmelidir.

Halbuki yıllardır bunun tersi yapılıyor!.. Üst rütbeli subaylar OYAK'tan kıyak emeklilik ikramiyeleri aldıktan sonra (2010 yılında bir emekli başçavuş 198.000 TL , bir general ise 960.000 TL. alıyordu. 1. dereceden emekli bir üst düzey memur ise ancak 60-80.000 TL emekli ikramiyesi alabilmekteydi!) , bu da yetmezmiş gibi OYAK koltuklarına yerleşiyor, oğlunu kızını da OYAK'ta işe sokuyor du!.. . Yine yetmedi!.. Bu üst rütbeli emekli subaylar, işadamlarının ordu ile ile ilişkilerini iyi yürütmesi, ordunun sömürülmesi için özel sektörde, sanki işten anlarlarmış gibi, çeşitli holdinglerin yönetim kurullarında "görev" üstleniyorlardı!..

İşte Utanç listesi:

TEOMAN KOMAN: Jandarma eski Genel Komutanı olan Orgeneral Koman, halen İnterpol tarafından kırmızı bültenle aranan Cavit Çağlar’ın şirketi olan Nergis Holding’te uzun süre yönetim kurulu üyeliği yaptı.

MUHİTTİN FİSUNOĞLU: Kara Kuvvetleri eski Komutanı olan Orgeneral Fisunoğlu emekli olduktan sonra batık bankalardan Sümerbank’ta yönetim kurulu üyeliği görevine getirildi. Fisunoğlu hakkında Sümerbank yönetim kurulu üyeliği nedeniyle İstanbul DGM tarafından dava açıldı.

VURAL BEYAZIT: Emekli orgeneral Beyazıt, MİGROS’ta da yönetim kurulu üyeliğini yaptı.

KEMAL YAVUZ: Harp Akademileri eski Komutanı olan Orgeneral Kemal Yavuz, emekli olduktan sonra MARET’te yönetim kurulu üyeliği görevine getirildi. Sucuk, sosis, salam üretti.

AHMET ÇÖREKÇİ: Hava Kuvvetleri eski Komutanı olan Orgeneral AHMET Çörekçi, Park Holding’in sahibi Turgay Ciner’in devletten ihale ile aldığı HAVAŞ’ın yönetim kurulu üyeliği’ni yaptı. Çörekçi kamuoyundan gelen tepkiler üzerine HAVAŞ’taki görevinden istifa etmişti.

GÜVEN ERKAYA: Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Oramiral Erkaya, kanserden vefat ettiği tarihe kadar Koç Üniversitesi mütevelli heyeti üyeliği yaptı. Erkaya, Anasol-D hükümetinin Başbakanı Mesut Yılmaz’a da danışmanlık yaptı.

DOĞU AKTULGA: Bir dönem Ege Ordu Komutanlığı yapan Orgeneral Aktulga, Ergenekon’un firarî sanığı Bedrettin Dalan’ın sahibi olduğu İstek Vakfı’nın kurduğu Yeditepe Üniversitesi’nde uzun süre mütevelli heyeti üyeliği yaptı.

BÜLENT ULUSU: 12 Eylül darbesinin ardından darbeciler tarafından başbakanlığa getirilen mason Oramiral Bülent Ulusu da, tıpkı Doğu Aktulga gibi kaçak olarak kurulan Yeditepe Üniversitesi’nde mütevelli heyeti üyeliği yaptı. Ulusu aynı zamanda AKSA Holding yönetim kurulu üyeliği görevinde de bulundu.

SÜREYYA YÜKSEL: 12 Eylül sonrasında Ege Ordu Komutanlığı yapan Orgeneral Süreyya Yüksel, emekli olduktan sonra Yaşar Holding’te danışman unvanıyla görev yapmaya başladı.

İSMAİL HAKKI AKANSEL: 2. Ordu Komutanı’yken emekli olan Orgeneral İsmail Hakkı Akansel, PETKİM’de danışma kurulu üyesi olarak görev yapmaya başladı.

HALİL SÖZER: 1983-1986 yılları arasında Hava Kuvvetleri Komutanlığı yapan, 1986 senesinde de emekli olan Orgeneral Sözer, Borusan Holding’de yönetim kurulu üyeliği yaptı.

SABRİ DELİÇ: İshak Alaton’un sahibi olduğu Profilo Holding’in Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı olan Deliç, bir süre Maltepe Üniversitesi’nde de mütevelli heyet üyeliği yaptı.

İBRAHİM ŞENOCAK: Orgeneral İbrahim Şenocak emekli olduktan sonra bankacılığa soyundu. Şenocak, Etibank Dinç Bilgin’e devredilmeden önce Etiban yönetim kurulu başkanlığı’nı yapıyordu.

TURGUT SUNALP: Harp Akademileri Komutanlığı görevini yaparken emekli olan Korgeneral Sunalp, 12 Eylül askeri darbesinin ardından 1983 senesinde Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni kurdu. Partinin kapanmasının ardından Sunalp uzun süre NETAŞ Yönetim Kurulu üyeliği ve Garanti Bankası Yönetim kurulu üyeliği yaptı. Sunalp, öldüğü 28 Ağustos 1999 tarihine kadar holding yöneticiliği görevini sürdürdü.

SEMİH SANCAR: Kenan Evren’den önce Genelkurmay Başkanlığı yapan Orgeneral Semih Sancar, emekli olunca holding yöneticiliğine soyundu. Sancar, Sabancı Grubu’nun bankası Akbank’ta uzun süre yönetim kurulu üyeliği yaptı.

ADNAN ERSÖZ: MİT eski müsteşarlarından general Adnan Ersöz de emekli olduktan sonra holding yöneticiliği yapanlar arasında yer alıyor. 1981 senesinde emekli olan Ersöz, vefat ettiği 1991 senesinde kadar İşbankası yönetim kurulu üyesi olarak görev yaptı.

SERVET BİLGİ: Orgeneral rütbesiyle emekli olan Servet Bilgi, emekli olduktan sonra PTT Yönetim Kurulu Başkanlığı görevinde bulundu. Bilgi, PTT’deki görevinin ardından, BEKOTEKNİK A.Ş. yönetim kurulu üyeliği yaptı.

VECİHİ AKIN: Emekli Orgeneral Akın, AKSİGORTA yönetim kurulu üyeliği yaptı.

ŞEREF AKINCI: Emekli Orgeneral Akıncı, : Doğuş Holding yönetim kurulu üyeliği yaptı.

NAZİF OKA: Emekli Orgeneral Oka HEMA Holding yönetim kurulu üyeliği yaptı.

FEVZİ AYSUN: Emekli KorgeneralAysun Derborsa yönetim kurulu üyeliği yaptı.

TEVFİK ALPARSLAN: Emekli Korgeneral Alparslan ALTAY ŞirketlerGrubu yönetim kurulu üyeliği yaptı.

CEMİL METE : Emekli Tümgeneral Mete MİNEX Savunma Sanayi yönetim kurulu üyeliği yaptı.

TANJU ERDEM : Emekli Tümgeneral Erdem Yaşar Holding danışmanlığı yaptı.

FİKRİ TOPSEVER : Emekli Tuğgeneral Topsever AKSA Holding Personel Müdürlüğü görevini yaptı.

ŞAHAP AR : Emekli Tuğgeneral Ar ALARKO Holding yönetim kurulu üyeliği yaptı.

SITKI GÜNDAY : Emekli Tuğgeneral Günday OTOMARSAN Yönetim Kurulu Başkan Vekilliği yaptı.

ORHAN KÖKER : Emekli Tuğgeneral Köker Profilo Holding müşavirliği yaptı.

YILMAZ ORAL : Emekli Tuğgeneral Oral HEMA Holding yönetim kurulu üyeliği yaptı.

KÂMURAN GÜMÜŞSOY : Emekli Tuğgeneral GİMA yönetim kurulu üyeliği, yaptı.

YANLIŞ ANLAŞILMASIN!.. BİZ BU İFADELERLE ŞANLI TÜRK ORDUSUNUN BÜTÜN FERTLERİNİ LEKELEMİYORUZ!.. ELBETTE Kİ, PEK ÇOK DÜRÜST, VATANSEVER VE FEDÂKÂR SUBAYIMIZ VAR. Hatta Dönmeler (Sabatayistler) arasında da var. BİZ SADECE ASLEN TÜRK OLMAYIP, KENDİSİNE TANINAN TÜRKLÜK VASFINA RAĞMEN, BİR TÜRK GİBİ ORDU KADEMELERİNDE YÜKSELMESİNE İMKÂN TANINMASINA RAĞMEN, TÜRK DEVLETİ'NE, TÜRK MİLLETİ'NE İHANET EDİP, YABANCILARLA İŞBİRLİĞİ İÇİNDE OLAN GAYRITÜRK SUBAYLAR İLE, TÜRKLÜĞÜNÜ UNUTUP ONLARIN GÜDÜMÜNE GİREN ZAVALLI TÜRK SUBAYLARI KASTEDİYORUZ!.. ASLA PEYGAMBER OCAĞI TÜRK ORDUSUNA BİR SÖZÜMÜZ YOK! ONUN BAŞIMIZIN ÜSTÜNDE YERİ VAR!.. ÜSTELİK MEDYADA, MAHKEMELERDE BU HAİNLER BAHANE EDİLEREK DÜRÜST TÜRK SUBAYLARINA VE TÜRK ORDUSUNA YAPILAN BÜTÜN SALDIRILARI DA LÂNETLİYORUZ!

Şimdi geldik en önemli kısıma... Yahudi Dönmesi Orgeneral Çevik Bir, Cumhuriyet tarihinde Menderes'in ABD ile yaptığı gibi gizli ikili anlaşmalardan sonra en büyük ihaneti yaparak, Başbakan Necmettin Erbakan'ın ümüğüne basarak, tehditle İSRAİL ile 20 gizli anlaşmayı bir anda imzalatmıştır! Elbette daha önce de imizalanan anlaşmalar vardı. Bu bir "yahudileştirme" sürecidird. 1993 yılından 1996 Ekimi'ne kadar İsrail ile 13 anlaşma imzalanmış iken, 1996 Ekimi'nden 1997 Martı'na kadar 20 anlaşmaya imza atılmıştır!.. Nasıl oldu da müslüman geçinen Erbakan böyle bir gaflete düştü, belki zaman içinde ortaya çıkacaktır.

Bu 20 gizli anlaşmanın konuları şunlardır:

- Silahların Yenilenmesi: 623.5 Milyon Dolarlık İsrail-Türkiye savunma anlaşmalarının en büyüğüne göre 54 Türk F-4 uçağının modernizasyonu İsrail Hava Kuvvetleri tarafından yapılacaktır. Bu aslında bir Amerikan kazığıdır. Amerika'dan satın altığımız uçakların bakımı, modernizasyonu, yedek parçası ABD tarafından sağlanması gerekirken, "Artık siz bunları İsrail'den alın, biz yardımcı olamıyacağız," denmiş , TÜRK Silahlı Kuvvetleri siyonist ve kaatil İsrail'in kucağına oturtulmak istenmiştir... İlk anlaşma Tansu Çiller zamanında yapılmıştı.

- Donanım Satışı: Popeye-1 füzeleri, erken uyarı uçak sistemleri, Suriye ve Irak sınırını denetleyecek çit ve radar sistemi, 5 Milyar dolar tutarında Merkava tankları... Bir Türk analizcinin ifadesine bu dönemde yahudi dönmesi Çevik Bir'in gayreti ile Türkiye İsrail'in elinde olan her şeyle ilgilenmeye başlamıştı.

- Ortak Üretim: Popeye-2 füzesinin yapımı

- Eğitim: İsrail uçakları, kendi ülkelerinin eni boyu dar olduğu için, Anadolu üzerinde, Konya ovasında uzun menzilli uçuşlar ve dağlık alanlarda uçuşlar yapma imkânı elde ediyordu. Bu, su üstünde uçmaktan çok farklı bir eğitim idi. Aynı zamanda İran'a yapılacak muhtemel bir hava harekâtı için elzem bir eğitim idi... İşin vehametini görebiliyor musunuz?.. Türkiye, dost ve müslüman bir ülke üzerine saldırsın diye İsrail uçaklarına eğitim imkânı tanımış!.. İsrail ile böyle bir anlaşma Türk tarihinde ilk kez gerçekleşiyordu. İsrail de tarihinde ilk kez bir Müslüman ülke ile resmi bir askeri anlaşma imzalıyordu.

- Ortak Tatbikat: Türkiye Haziran 1977'de Akdeniz'de İsrail ile ortak bir hava ve deniz tatbikatı yaptı. Tatbikatın görünüşteki sebebi arama-kurtarma çalışmalarının koordinasyonu idi. Pek de şaşırtıcı olmayan bir şekilde tatbikat, uluslararası sularda, ama Suriye kıyılarına yakın yerlerde yapıldı... Türkiye ile İsrail'in hangi ortak düşmanı var ki? Yine Türkiye dost ve müslüman bir ülkeye saldırı için eğıtim ve işbirliği yapıyordu... Aynı soru Yunanistan ile Ege Denizi'nde yapılan ortak tatbikatlar için de sorulabilir.

- İstihbarat Paylaşımı: İstihbarat alanında işbirliği yapılacak, bu kapsamda İsrail, Türkiye sınırından İran ve Suriye'yi dinleyecektir. Biz ise PKK'lı militanları eğiten İsrail subaylarını unutup, İsrail'den istihbarat bekledik. Hiç yararlı bir bilgi geldi mi acaba? Acaba biz onlara İran, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Hizbullah konusunda ne gibi bilgiler verdik?

- Ticaret: Mart 1996'da (Çiller dönemi) imzalanan Serbest Ticaret Anlaşması 1997 Mayıs'ında etkin hale geldi. Serbest Ticaret Anlaşması yapılan yeni düzenlemelerle icrai bir safhaya kavuşmaktu.

- Ulaşım anlaşması: İsrail Türkiye için yeşil pasaportlulardan vizeyi kaldırdı. Biz zaten, maşaallah, eski vatandaşlarımız Balkan halkları, Araplar, Afrikalılar ve Sovyetler Birliği'deki Türkler dışında, kimseye vize uygulamıyoruz ki!.. Bizim vizemiz kendi adamlarımızı dışarda tutmak, gavurları içeeri almak için!

- Su: Türk tarafının "barış hattı" ve İsrail tarafının "barış kanalı" hakkındaki fikirleri Türkiye'den İsrail'e taze su getirilmesi üzerinde yoğunlaştı. bu proje, zaten Yahudi hayranı Özal'ın Manavgat suyunu satma arzusuyla başlamıştı. Sonunda hükûmet Fırat nehrinin suyunu birilerine sattı, ama Yahuidiler'e mi bilinmez. Üstelik Başbakan Erdoğan bunu, "Bize Fırat'ı sattınız, diyorlar. Biz Fırat'ı satmadık. Kullanma hakkını sattık," diyerek savundu. Ne var ki bu savunma, karısını pazarlayan muhabbet tellalının, "Ben karımı satmıyorum, onun kullanma hakkını satıyporum," demesine benziyordu!

- Din: Nisan 1997'de ilk defa bir Türk dinî heyetinin İsrail'e yaptığı ziyarette, İstanbul Müftüsü "İsrail Devleti'nin varlığı hakkında İslamî açıdan hiçbir eleştiri getirilemez" dedi. Biz de o müftünün islâmî yönünden kuşku duyduk. Böyle bir şey söylemesine ne gerek vardı?

Daniel Pipes ve başka kaynaklardan toplanan bilgiler ışığında özetleyecek olursak İsrail Türkiye'ye silah satacak ve Türk savaş jetlerinin modernize edecek, istihbarat alışverişi olacak, ortak tatbikatlar yapılacaktır. Bu anlaşmayla, Ortadoğu'da yeni bir Türkiye-İsrail ekseni oluşturuluyor ve bu yeni eksen, o güne kadar Türk Dış Politikası'nda titizlikle korunmuş olan birçok ilkeyi temelinden yıkıp atıyordu.

Şöyle ki:

1. Türkiye artık Ortadoğu'da stratejik rol oynayamayacaktı. O güne kadar Türkiye, Ortadoğu'da şu üç güç noktasına eşit uzak durmuştu: İsrail, Araplar'ın temsilcisi olarak Mısır, ve İran... Oysa kurulan Türkiye-İsrail askerî işbirliğiyle Türkiye artık bölgede taraf oluyor, İsrail'den yana tavır alıyor ve Araplar'la İran'ı karşısına alıyordu.

2. Türkiye-İsrail askerî işbirliği ile en büyük yarayı İran almıştır. Çünkü bu anlaşma ile İsrail, gelip İran sınırına dayanmıştır. Bu anlaşmadan bir süre sonra, İsrail'in Türkiye-İran sınırında istihbarat ve dinleme istasyonları kurmuş olduğu rapor edilmiştir. Türkiye-İsrail askerî işbirliği anlaşmasından sonra, İsrail eğer isterse İran'ın askerî altyapılarına, cephaneliklerine Türkiye'den, belki o "manevra, tatbikat, eğitim yapıyor" dediği uçaklar ile saldırabilecektir. Muhtemel bir İsrail-İran askerî çatışmasında, İsrail askerî kuvvetleri yakıt ikmalini Türkiye'de yapabilecektir. Son dönemde (2013) Türkiye-Suriye sınırına getirip kondurulan ve TÜRK askerinin değil de, Amerikan, Alman, hollanda askerlerinin denetiminde Patriot füzeleri de Türkiye'yi değil; İsrail'i korumak için yerleştirilmiştir.

3. Türkiye-İsrail Askerî İşbirliği Anlaşması Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde hiç görüşülmemiştir!.. Dolayısıyla, Türkiye-İsrail askerî ilişkileri hâlâ kamu hukukundan yoksundur. Adeta böyle anlaşmalar yoktur!.. Ancak "One Minute" ve "Mavi Marmara" olaylarından sonra bozulduğu söylenen Türk-İsrail ilişkilerine bu hukuktan yoksun askerî anlaşmaların askıya alınması dahil midir, değil midir, belli değildir! Kimse de bu konuda bir açıklama yapmaya yanaşmamaktadır.

Washington Instutite'un Yahudi uzman danışmanı Alan Makovsky, söz konusu anlaşma için şu çok önemli değerlendirmede bulunmuştu:

- "Türkiye ile İsrail arasında yakın ilişkilerin kurulması Soğuk Savaş döneminden sonra Ortadoğu'da yaşanan en önemli stratejik gelişmedir."

Makovsky'yi böyle tarihî bir tesbite götüren anlaşmalar için Erbakan'ın bir tek şartı olmuştu: Anlaşmalar kesinlikle gizli tutulacak!..

O sebeple Ortadoğu'da tüm dengeleri İsrail lehine çeviren bu anlaşmaların hâlâ neler ihtiva ettiğini resmî olarak bilemiyoruz.

Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan'ın 10-12 Ağustos 1996 tarihinde İran'la başlattığı olaylı yurtdışı gezilerinin hemen sonrasında 29 Ağustos 1996 tarihli Hürriyet gazetesinin "İsrail'le Gizli İmza" başlığıyla verdiği haber ilgi çekiciydi. Habere göre 23 Şubat'ta Çevik Bir'in İsrail'le yaptığı ilk anlaşmadan sonra İsrail'le ikinci askerî anlaşma, Erbakan'ın "anlaşma kamu oyuna açıklanmayacak" şartıyla imzalanmıştı.

Dışişleri Bakanlığı Basın Sözcüsü Ömer Akbel, anlaşmanın Ankara'ya gelen İsrail Savunma Bakan yardımcısı Müsteşarı David Ivry ve Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarı Korgeneral Tuncer Kılınç tarafından imzalandığını açıkladı. Erbakan'ın bu şartı İsrail'e de bildirildi, Ivry'nin ziyaretinin ve anlaşmanın imzalanmasının kesinlikle kamuoyuna açıklanmaması istendi. Ne var ki, Ivry'nin ziyareti ve anlaşmanın imzalanacağı haberi duyuldu. Olayın açığa çıkması üzerine Dışişleri Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı anlaşmayı açıklamak zorunda kaldılar... Gizlilik kodunu bozan taraf sürekli İsrail olmuştur. Çünkü İsrail, İran ve Suriye'nin etkilenmesi için anlaşmaların duyulmasını istiyordu. Yani anlaşmaların psikolojik etkisinden de faydalanmak istiyordu. O sebeple de anlaşmalar İsrail tarafından ve el altından duyurulmuştur.

Yahudi Dönmesi Orgeneral Çevik Bir'in baskısıyla Erbakan hükumeti ile İsrail arasında yapılan gizli anlaşmaların İsrail'e kazandırdıklarını anlamak için, öncelikle Türkiye'nin öneminin Telaviv'de nasıl algılandığına bakmak gerekir.

Bu konuda Dr. Amikam Nechami'nin açıklamaları şöyledir:

- "İsrail Dış politikasında Türkiye'nin önemi, ABD ve İngiltere'den daha az değildir."

Ve bir başka İsrailli diplomatın değerlendirmesi:

- "Türkiye'nin İsrail ile güçlü ilişkileri parayla ölçülemez değerdedir."

Bugün İsrail'i ayakta tutan, yaşatan 3 ülkeden birisi Türkiye'dir. Prof. Dr. Yalçın Küçük'ün deyimiyle "Türkiye 'deki İsrail, İsrail'deki İsrail'den çok daha güçlüdür". Türkiye'de Türkler'i uyutup memleketin idaresini ele geçirmiş olan dönme politikacılar, bürokratlar ve işadamları sayesinde İsrail'i yaşatan ve şımartan ülke Türkiye'dir. Öyleyse İsrail'i ancak Türkiye durdurabilir ve bu işgalci ülke ile mücadele de samimiyet sınavı İsrail ile yapılan anlaşmaların behemehal feshinden geçmektedir. Öyle Gazze katliamı için ağlamakla, üç-beş kutu yardım göndermekle olmaz!

İsrail'i durdurmanın yolu Türkiye'nin İsrail'e verdiği desteğin kalmasından geçiyor... Şayet Türkiye "İsrail'e hayat suyu veren ülke" rolünden vazgeçerse, İsrail'in de azgınlığı aynı oranda duracaktır. Ama bunun için önce Türkiye'nin tepesindeki İsrail ajanları temizlenmelidir!

Erbakan'ın oyuna mı geldiği, yoksa onda da bir İsrail hayranlığı olup olmadığı iyice araştırılmalıdır. Saadet Partisi'nin yahudi lobileri ile ilişkisi var mıydı? Erbakan partisi kapatıldıktan ve muhalefete düştükten sonra da aynı yola devam etmiş midir?.. Fazilet Partisi döneminde ABD'deki İsrail lobileri ile içli-dışlı olmuş mudur?

İddiaya göre Yahudi vatandaşımız Üzeyir Garih Refah-Yol hükûmetini desteklediğini açıklamakla yetinmedi, ABD'deki İsrail lobisini ikna etti. Yahudi ADL heyetine konuşan Devlet Bakanı ve Refah Partisi Başkan Yardımcısı Fehim Adak, "Dinî aşırılığa karşıyız ve İsrail ve Yahudi toplumu ile diyaloğumuz sürecektir." açıklamasını yaptı. Neo-Con'ların ABD'deki en ünlü isimlerinden Daniel Pipes'in Erbakan'ın iktidarda olduğu günlerde "A New Axis, The National Interest" de yazdığı yazıdan bir bölüm:

- "...Karşılıklı gidiş gelişler İsrail Dışişleri Bakanı David Levy'nin Ankara'yı 8-9 Nisan'da ziyaret etmesi ile başladı ...(Böylece) daha düşük bir seviyede de yarım yüz yıllık stratejik diyalog somutlaşıyor ve Haziran'da Türk savaş gemileri İsrail limanlarını ziyaret ediyordu."

Bu yoğun ve yüksek düzey gidip gelmelerin sonuçlarının hepsi kamuoyuna açık değildir. Ancak resmî açıklamalar ve konuşkan bazı yetkililerden anlaşıldığına göre 5 ana alanda yoğunlaşılmıştır ki, bunları yukarıda saydık.

Saadet Partili eski yetkililer haklı olarak Abdullah Gül'ü "İsrail Gülü" olduğunu söyleyerek eleştiriyorlar. Gül'ün Bakan iken özellikle Yahudi kuruluşları ile ABD'de yürüttüğü temasları "kişisel bağlam"da çevirdiğini ifade ediyorlar. Bakınız onlara Abdullah Gül, "Yol Ayrımı" kitabının 397. sayfasında nasıl cevap veriyor:

- "Şimdi hayretler içinde bakıyorum, ben Bakan olarak ABD'yi ziyaret etmişim. 58 tane toplantı yapmışım..... Erbakan Hoca'nın "gizli dünya devleti" dediği CFR'de onuruna verilen yemekli toplantıda, Türkiye'deki baş örtüsü sıkıntısını anlatmışım. O zamanlar parti büyüğü ağabeylerimiz, Erbakan Hoca, yaptıklarımızla övünürlerdi. Beni takdir ederlerdi. NE YAZIK Kİ BÜTÜN BUNLAR GİZLİ BİR BULUŞMAYMIŞ, BENİM GİZLİ İLİŞKİLERİMMİŞ GİBİ TAKDİM EDİLİYOR."

Abdullah Gül, CFR'nin Erbakan onuruna yemek verdiğini ve buna benzer kuruluşlarla 58 toplantı yaptığını söylüyor... Erbakan'a yakın isimler ise Gül'e bu imkânın Erbakan tarafından verildiğini söyleyerek, Gül'ü vefasızlıkla ve "bu ilişkileri kendi lehine kullanmakla" itham ediyorlar. Yani taraflar birbirlerini lobilerin gücünü çalmakla suçluyorlar. Ancak görünüş o ki, Yahudi lobileri ile kurulan gizli dostluklardan rahatsızlık duymuyorlar!

Bir dönem Fazilet Partisi'nin, Refah'ın akibetine uğramamak adına (ki uğradı, o da kapatıldı) hem iç politika ile, hem de dış politika ile ilgili konularda sisteme güven verme ve ehlileştiğini gösterme çabası sezilmekteydi. Fazilet Partisi'ndeki bu çaba en çok da parti başkanı Recai Kutan'ın 1999 yılının Kasım ayı başlarındabir heyetle gerçekleştirdiği ABD ziyaretinde açıkça ortaya kondu. Kutan'ın ABD gezisinin Washington'u kapsayan kısmı, Fazilet Partisi'nin Refah Partisi'nden farklı olduğunu, ya da olmaya çalıştığını anlatmakla geçti. Washington'daki temaslar boyunca görüşülen kişi ve çevreler gözönüne alındığında muhatabın Amerikan resmî çevreleri olduğu anlaşılıyordu. Bu yönüyle gezinin Washington ayağı çok da önemli değildi. Asıl önemli olan ve Kutan'ın ziyaretini kayda değer kılacak şey gezinin New York kısmıydı. Çünkü Fazilet heyeti, New York'ta İsrail için lobi faliyetleri yürüten Yahudi kuruluşları ile temaslarda bulunacaktı. New York'ta gerçekleştireceği temaslar, Amerikan derin devleti ile yapılmış görüşmeler anlamına geliyordu. Recai Kutan Woodrov Wilson düşünce kuruluşundaki konuşmasında soruları cevaplandırdı. "Asla İran gibi olmayız" mesajı verdi. Şöyle konuştu:

- "Bugün İsrail Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ile ilişki halindedir. Kimse İsrail yok demiyor. İsrail vardır, Türkiye de İsrail ile eşit şartlar altında işbirliği yapabilir. Bunda sakınca görmüyoruz."

Erbakan'ın seçim meydanlarındaki halka "Kudüs'ün kurtarılması için" çalışmanın da yer aldığı "Milli Görüş yemini" hâlâ hafızalarda canlıyken, Fazilet Partisi'nin İsrail'i bir gerçeklik olarak tanıdığını açıklayıp, "asla İran olmayacakları" yönünde Amerikalılar'a teminat vermesi, pek ikna edici bulunmasa da Fazilet'teki bu dönüşün, kendi tabanı üzerinde olumlu bir etki bırakmadığı da ortadaydı. Belki de 2001 seçimlerini bu yüzden kaybetti. Tabii bunda bir zamanlar "Haçlı Klubü" olarak nitelendirdiği AB'yi, daha sonra bir "ideal" olarak savunmasının, hatta "Seçime gitmeyelim, AB yasalarını çıkaralım," diyerek liberal partilerden daha hızlı AB'ci olmasının da etkisi vardır... Recep Tayyip Erdoğan'ın AKP'si de "Avrupa Birliği'ni biz daha çok savunuyoruz," diyerek durumdan istifade etmiştir. Zira Erbakan, "Haçlı Kulübü" dediği AB'yi savunmakla ülkenin en dinamik ve en dirençli bölümü olan muhafazakâr kesimi "galiba bu Avrupa Birliği iyi bir şey ki, Hoca bile methetti," düşüncesiyle AB'ci yapmış, bu büyük değişim ile, deyim yerinde ise AKP de kitlelerin kimyasını bozarak kötü günlerimizi hazırlamıştır. Öyle ki, Recep Tayyip Erndoğan'ın "Avrupa Birliği ile katolik nikâhı" kıymaya kalkması bile halkta fazla tepki uyandırmamıştır.

Prof. Laçiner yayınlanan son kitabı “ Dışımızdaki PKK İçimizdeki İsrail ” isimli kitapta en stratejik kurumlar olan TSK ve MİT’e girmeyi başarmış ayrıca PKK ile de ilişkisi olan İsrail’i anlatıyor:

- "İsrail’in bakışında Türkiye’nin İslam’dan uzaklaştırılması veya en azından İslamî unsurların ‘zararsız’ hale getirilmesi önemli bir rol oynamıştır. Tohumların ıslah edilmesi, kısırlaştırılması gibi bir durumdur bu. 'Türkiye’nin de-islamizasyonu' meselesi daha doğrusu ‘ehlileşmiş’, ‘ılımlı İslam’ projesi, sadece İsrail için değil Batı dünyası için de önemli bir projedir."

Sözün kısası, bizce AKP'nin iktidar olması, Erbakan'ın AB'ci olmasının bir sonucudur. Bu da "politikacı" olmanın özelliğidir. Siyaset "devlet idare etmek", politika ise "her ne yolla olursa olsun, iktidar olmak" demektir. Onun için politikacı daima "yanar-döner"dir. Nitekim Erdoğan da, "NATO'nun Libya'da ne işi var?" demesinin ertesi günü NATO saldırı güçlerine katılmış, Libya'ya gemi ve uçak göndermiş, müslüman bir ülkenin bombalanmasında rol üstlenmiştir.

Allah hepsini bildiği gibi yapsın!

http://www.angelfire.com/rnb/atadiyar/ata38.html



3 CÜ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR




...