Feyzi Çelik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Feyzi Çelik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ocak 2021 Perşembe

ADANA MERSİN BOMBALAMALARI ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER

ADANA MERSİN BOMBALAMALARI ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER

 

Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
19.05.2015 

Şubat ayının ortalarında İzmir'de Ege Üniversitesi öğrencisi Fırat Yılmaz Çakırığlu adlı ülkücü bir genç öldürüldü. Bu öldürme olayı açık olmasına rağmen üstü örtülerek "Doğulu genç öğrenciler" tarafından yapıldığı imajı oluşturdu. Hatırlanacağı gibi MHP yetkilileri ambulansın geç gönderdiğini söyleyerek ölümden devleti sorumlu tutan açıklamalar yapmıştı. Bu olayın meydana geldiği zaman İç Güvenlik Yasası tartışmalarının en yoğun yaşandığı bir zaman olduğu dikkate alındığında bu olayın karanlık yüzünün aydınlanmamış olması daha sonraki olaylara zemin hazırlamıştır. 

Ergenekon hükümlüsü mafya lideri Sedat Peker'in Fırat Yılmaz'ın ölümünden sonra verdiği mesaj sonradan meydana gelen olayların kimler tarafından organize edildiğini göstermektedir. Sedat Peker, "Şehitimize karşı kan isteyen genç arkadaşlarım, haklısınız ancak sizler Türk-İslam davasını başarıya ulaştıracak olan kadrolarsınız. Her şeyden çok ihtiyaç duyduğumuz geleceğin bilim adamları ve fikir adamlarısınız. Şehit kardeşlerimizin kanı mutlaka alınmalıdır. Bu kanı alacak olanlar ise en az bizim kadar Milliyetçi olan polislerimiz, askerlerimiz ve istihbaratçılarımız olmalıdır." Demişti. Aynı açıklamasında AKP'nin Meclis Genel Kuruluna sevk ettiği İç Güvenlik yasasını da "hareketlerimizi bir plan dahilinde gerçekleştirmeliyiz. Vakti zamanını akıllıca ve sabırlı bir şekilde beklemeliyiz. Mevcut hükümet toplumda bu yönde ki serzenişlerin çoğalması üzerine iç güvenlik yasası adı altında bir kanun paketi çalışması hazırladı. Maalesef ki muhalefet partilerinin tamamı ve paralel yapı bu pakete var gücüyle karşı çıktılar." Savunmuştu. MHP'nin CHP ve HDP ile birlikte karşı çıktığı İç Güvenlik Yasasına ülkücüler adına Sedat Peker'in sahip çıkmış olması, geçmişin ülkücü mafyası ile AKP hükümeti arasındaki bağlantıyı göstermektedir. 

Fırat Yılmaz cinayetinden sonra Lüleburgaz'da üniversite öğrencisi Adıyamanlı Ramazan Fırat da, birlikte yaşadığı ülkücü arkadaşları tarafından hunharca öldürüldü. Ne yazık ki bu olay da unutuldu. Bu olaylar aydınlatılmadan, peşinden gelecek olayları önlemek mümkün değildir. Bu olayların oluşunda AKP'nin siyasi bir kararı vardır. Bu siyasi kararın sorumluları üst düzeyde bulunuyorlar. Bu tür olaylarla "kontrollü bir kaos" ortamı oluşturmak istiyorlar. Bunun sonucunda rakiplerini daha kolay tasfiye ediyorlar. Son günlerde "paralel" adı altında Gülen hareketi üzerinde uygulanan baskı ve tutuklamaların yoğunluğu da dikkate alındığında AKP'nin bu fırsatttan yararlandığı görülüyor. Yılbaşından bu yana Savcının rehin alınması, Fenerbahçe otobüsüne silahlı saldırı yapılması, HDP Genel Merkezine yapılan saldırıların hepsi bu konsept çerçevesindedir. Ağrı Diyadin olayı da bundan kopuk değildir.
 
CB Erdoğan'ın çözüm sürecini yok sayan açıklamalarıyla bu olaylar arasında bağlantı vardır. 

HDP'ye yönelik yapılan organize saldırılar, 2009 yılında DTP'ye yapılan saldırıları hatırlatmaktadır. Samsun'da DTP Eş Başkanı Ahmet Türk'e yumruklu saldırı, İzmir'deki saldırılar, Balıkesir'de Kürtlerin ev ve iş yerlerine yönelik saldırılardaki benzerlik dikkat çekicidir. O dönemde KCK adı altında tutuklamalar oluyor, DTP'nin kapatılmasının hazırlıkları yapılıyordu. Şu anda HDP'ye karşı yapılanların bundan farkı yoktur. Kritik bir aşamada emekliliği henüz gelmemiş Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının emekliliğini istemesi, sonrasında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına Erdoğan'ın yeni atama yapmış olması HDP'ye yönelik kapatma davasının hazırlığı olabilir. Erdoğan'ın son günlerde PKK'ye terör örgütü, HDP'ye "terör örgütünün uzantısı" demeye başlaması kapatma davasının hazırlığı olabilir. 

Böylece, barajı aşacak HDP'yi kapatma davası ile durdurmak ya da kontrol altına almak amaçlanmış olabilir. Burada önemli olan husus "Devletin Kürtlerle hem mücadele hem de müzakereyi birlikte yürüttüğünün" bilinmesidir. Daha dün müzakereler yoğun yapılırken, mücadele de devam ediyordu. Her iki yöntemin bir arada yürümesi mümkün değildir. "Müzakere yaparken, mücadele edemezsin ya da mücadele ederken müzakere edemem" demeden bu konuda yol almak mümkün değildir. Her şey ortada olmasına rağmen, HDP'de "iyimserlik konforuna" kapılmış yöneticilerin bu anlayışa devam etmiş olmalarının maliyeti daha büyük olabilir. 
Adana ve Mersin parti binalarına konulan patlayıcıların konulma biçimi, patlatılma yöntemi organizasyonun büyüklüğünü ve HDP'nin içine sızmanın boyutunu da ele veriyor. Bu patlayıcıları, HDP binalarına taşıyanlar isterlerse daha büyük patlayıcılar da koyabilirler. HDP ve Kürt hareketine bu şekilde mesaj da verilmek istenmiş olabilir. Burada HDP'nin çıkarması gereken derslerden biri de "kolayca sızma ve sızanları" ortaya çıkarmaktır. Aksi durumda "Paris katliamına" benzer katliamlar yakın olabilir. Unutulmaması gereken bir husus da Türkiye'de bir iç savaş olması halinde, bunun en kanlı süreci Adana ve Mersin'de olacaktır. Bunda kaybecekler Türk, Kürt, Arap, Sünni ve Alevi olacaktır. Kısacası Türkiye olacaktır. Tüm partilerdeki duyarlı insanlar bunun farkına varmalı, yanlışların önüne geçmelidirler. 

Geçmişin Ülkücü tarlalarının sürücüleri Süleyman Soylu gibi kişiler AKP içinde bu işi yapıyorlar, MGK kararıyla...

***

7 HAZİRANA DOĞRU: ERDOĞAN ALGISININ DEVAMINDA CHP VE MHP'NİN ROLÜ HDP'NİN YÜKSELİŞİ

7 HAZİRANA DOĞRU: ERDOĞAN ALGISININ DEVAMINDA CHP VE MHP'NİN ROLÜ HDP'NİN YÜKSELİŞİ


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
17.05.2015 

Erdoğan, 1994 Yılında İstanbul Belediye Başkanlığına seçildiğinde onun 20 yıl sonra CB olabileceğini hiç kimse aklından geçirmiyordu. O günden bu güne kadar yapılan tüm seçimleri ve referandumları kazandı. 

Erdoğan, 2002'de yasaklı olduğu için seçimlere giremedi. Buna rağmen partisi tek başına iktidara geldi. Erdoğan, seçilmiş bir başbakan gibi hemen yurtdışı gezilerine başladı. Uluslararası dengelerin rüzgarını arkasına alarak kısa bir süre sonra CHP'nin destek vermesiyle Siirt seçimlerinin iptalinden sonra minik bir Anayasa değişikliği sonucunda yapılan ara seçimle Siirt milletvekili olarak meclise girdi. Yapılan kabine değişikliği ile kısa bir süre sonra başbakan oldu. 
Ondan sonra yapılan tüm seçimlerde başarılı oldu. Bu dönem zarfında bir tek 2009 yerel seçimlerinde yüzde kırkın altında oy aldı. Küresel ekonomik krizin yaşandığı bir süreçte yaşanan bu düşüş sonraki seçimlerde yeniden yükselişe geçti. 
7 Haziran seçimlerine doğru gidilirken, tarafsız olması gereken Erdoğan, mitinglerine tüm partilerden önce başladı. 

Erdoğan, 10 Ağustos 2014 CB seçimlerinden önce seçildiği takdirde "fiili başkan" olacağını açıkça söylemişti. Nitekim seçilir seçilmez bir süreliğine AKP genel başkanlığını ve Başbakanlığını sürdürerek AKP Genel Başkanını kendisi belirledi. AKP Genel başkanlığını kazanma olasılığı en büyük olan Abdullah Gül'ün değil adaylığını, üyeliğini dahi usta bir şekilde engelledi. 2014 yılı bu bakımdan Erdoğan'ın önünün her yönüyle açılması oldu. Sulh Ceza Mahkemelerinin kurulması, HSYK'nın AKP'nin yan kolu haline gelişi, Yargıtay ve Danıştay'a toplu üye atanması, Anayasa Mahkemesine müdahale, MİT ve İç güvenlik yasaları bunlardan akla gelenlerdir. 

Erdoğan işi tesadüf ve şansa bırakmıyor. AKP programının en kritik maddelerini kendisi yazdı, milletvekili listelerini kendisi düzenledi. Seçim meydanlarında yerini aldı. Seçim meydanlarının en önemli sloganı da "başkanlık sistemi" oldu. Erdoğan, başkanlık sistemini seçimin ana konusu yapması, karşısında bulunanlar da "Erdoğan'ı başkan yaptırmayacağız" konusunda kutuplaştı. HDP dahil olmak üzere muhalefetin "Erdoğan karşıtlığı" üzerinden oluşan algı, Erdoğan'a bulunmaz bir fırsat sunmuştur. CB seçimlerinde aldığı yüzde 52 oya güvenerek, Milletvekili seçimlerini kendisi açısından 10 Ağustos CB seçimine benzer bir algı oluşmasını başarmıştır. Seçimlere doğru gidilirken, bu algı daha da somutlaşıp, AKP'ye beklenenden daha büyük bir başarı getirebilir. Bu da Türkiye siyaseti açısından CB ve Başbakanlığın iç içe geçtiği, her şeyi Erdoğan'ın mutlak/muktedir hale gelmesidir. Kısacası, TC Devleti'nin "Erdoğan'da cisimleşmesi"dir. 

HDP ve Demirtaş'ın "Erdoğan'ı başkan yaptırmayacağız" temelinde yürüyen seçim propagandası HDP açısından en doğru siyasi söylemdir. Bu söylem, HDP'ye hiç ummadığı kadar oy getirebilir. CHP, MHP ve (Saadet+Büyük Birlik) AKP karşısında alternatif olmadıkları için, Erdoğan'dan hoşnut olmayan kararsız seçmenin HDP'ye yönelip, HDP'nin barajı geçmesini sağlayabilir. CB seçimlerinde bunu başaran HDP, 7 Haziran'da barajı aşarak yeni bir rekora imza atabilir. 

7 Haziran seçimlerinden önce İngiltere seçimlerine benzer bir sonuç Türkiye seçimlerinde de yaşanabilir. İskoç Ulusal Partisinin başarısı HDP ile, Muhafazakar Partinin başarısı AKP ile kıyaslanabilir. İngiltere muhalefetinin başarısızlığı da Türkiye'deki muhalefetin başarısızlığıyla kıyaslanabilir. En önemlisi de anket şirketlerinin yanılgısı 7 Haziran seçimlerinde de yaşanabilir. 

HDP'ye Yönelik Çiftte Karalama Kampanyası

AKP Medyası ile Doğu Perinçek'in Aydınlık Gazetesi eş zamanlı olarak HDP'ye psikolojik savaş başlattı. AKP ve medyasının temel çıkış noktası HDP'nin İslam dışı olduğu, Aydınlık'ın çıkış noktası ise HDP'nin İslam kardeşliğini savunduğu yönündedir. AKP, HDP'yi Alevi, Zerdüşt vs gösterek HDP'nin Sünni Kürtlerden oy almasını engellemeye çalışırken, Vatan Partisi ve Aydınlık grubu tam tersi şekilde HDP'nin Sünni İslam'ı esas aldığını söyleyerek HDP'ye yönelen Alevi oylarının HDP'ye gitmesini önlemeye çalışıyor. Bu bakımdan AKP ve Aydınlık medyası zıt kutuplar şeklinde olsa da her ikisinin HDP karşıtlığında bir araya gelmiş olmasıdır. Dikkat edilecek olursa gerek Erdoğan gerekse Perinçek, Kobani'ye ısrarla Ayn el Arab diyerek IŞİD'in Kobani'yi düşürmesini de canü gönülden istemişlerdir. Benzer bir durum Perinçek'in Ermeni soykırımını inkara yönelik davasında da yaşanmış, AKP yargıyı etkileyerek alelacele Perinçek'in yurtdışı çıkış yasağını kaldırmıştı. 
7 Haziran seçimleri öncesinde CHP ve MHP CB seçiminde yaptıkları taktik ve stratejik hatalara devam ettiler. CB Seçimleriyle CHP'den kopuş yaşamaya başlayan ulusalcıların kopuşu biraz daha ileri gidilirken, ulusalcılardan doğan boşluk aynı oranda demokratik sol kesimler tarafından doldurulamadı. 

Bunda HDP faktörünün etkisini de göz önünde bulundurmak gerekir. CHP'nin ekonomik vaatleri gündeme getirmesi, CHP için farklı görülse bile Kılıçdaroğlu'nun aday belirleme sürecinde Kemal Derviş'i ekonomiden sorumlu başbakan yardımcı yapacağını söyleyen CHP'nin yıllardır AKP'nin uyguladığı ekonomik programı uygulayacağı anlamına geliyor. Faizlerin düşürülmesi ve Merkez Bankasının rolü konusunda Erdoğan'ın Derviş'in ekonomi politikasında değişiklik sinyallerini vermiş olması, AKP'nin 7 Haziran'dan sonra yeni bir ekonomi politikasına yöneleceğinin belirtilerini gösteriyor. CHP ise, AKP döneminde uygulanan ekonomi programına sahip çıkacağını söylüyor. Bu da toplumda CHP konusunda bir yenilik olarak görülmüyor. Benzer bir politika dış siyaset açısından da geçerlidir. AKP'nin önemli dışişleri bürokratı Murat Özçelik'i bu konuda görevlendirmesi, AKP'nin Erdoğan aracılığıyla bıraktığı siyaseti devam ettireceğinden başka bir anlama gelmiyor. Benzer bir durum MHP için de geçerlidir. AKP döneminin Merkez Bankası başkanı Durmuş Yılmaz'ın adaylığı bu kapsamda ele alınmalıdır. Murat Başeskioğlu ve Ekmeleddin İhsanoğlu'nun aday gösterilmesi de geçmişte uygulanan AKP politikalarının aynen benimsendiği gösteriyor. AKP ise, gerek uygulaması gerekse söylemiyle farklılık göstereceğini diğer partilerden daha fazla hissettirmektedir. 
CB Seçimlerini esas alırsak, CHP+MHP'nin oy oranı yüzde 38'dir. Bu nedenle CHP'nin yüzde 30-35, MHP'nin yüzde 15-18 oy alacağı konusundaki tahminlerin hiçbirisi doğru değildir. 
Erdoğan'ın seçim meydanlarına inip, AKP'nin gerçek lideri olduğu algısını yeniden oluşturması, AKP'nin öyle sanıldığı gibi bir gerileme yaşamayacağını gösteriyor. Muhalefetin bir bütün olarak "başkan yaptırmayacağız" bloklaşması, seçimleri hiç olmadık kadar ikinci bir CB seçimlerine döndürmüş durumdadır. Erdoğan ve AKP'nin güvenlik ve yargı bürokrasisi üzerindeki etkinliğinin kurumsallaştığı da dikkate alındığında Erdoğan, 10 Ağustos 2014 seçimlerinden daha fazla avantajlı durumdadır. Bu anlamda "Seni başkan yaptırmayacağız" söyleminin CHP ve MHP açısından bir artısı yoktur. HDP açısından ise durum farklıdır. HDP'nin barajı aşmaması halinde bir çok milletvekilinin AKP'ye geçme tehlikesi, bir kısım oyun HDP'ye gitmesini sağlıyor, bu oylar HDP'nin barajı aşması için kritik öneme sahiptir. Bu nedenle "başkan yaptırmayacağız" söylemi HDP açısından en doğru söylemdir. 

Vatan Partisi, Anadolu Partisi(Emine Ülker Tarhan) gibi partiler, CHP'den oy alırken, Saadet ve BBP, AKP'den çok MHP'den oy alıyorlar. Erdoğan ve AKP'nin milliyetçi söylemi akışı AKP'ye doğru yöneltiyor. 

Fetullah Gülen cemaatine uygulan hükümet baskısı bu seçimin önemli yönelimlerinden biridir. Yerel ve CB seçimlerinde Cemaat/CHP-MHP ilişkilerindeki yoğunluk bu seçimlerde görülmüyor. Cemaatin HSYK'dan tasfiye edilip yeni oluşan HSYK'da oluşan dengeler, kritik durumlarda MHP'nin AKP'ye koltuk değneği olmaya devam ettiğini gösteriyor. MHP siyasal etkinliğini HSYK üzerinde kurarak hakim ve savcıların tutuklanması veya görevlerinden ihraç edilmemesini sağlayabilirdi. HSYK'nın kararlarına karşı sadece cemaata yakınlıkları bilinenlerin muhalefet şerhini yazmış olmaları sosyal demokrat veya ulusalcı olarak bilinen üyelerin de hakim ve savcılar aleyhine verilen kararlara iştirak ettiğini göstermektedir. HDP'ye yakın HSYK üyesi bulunmadığına göre, bu konuda en temiz kalan siyasal parti HDP'dir. Yine MHP'nin AKP'ye yönelik eleştiri ve tepkisi çözüm süreci ve yolsuzluklarla ilgilidir. AKP hükümetinin Suriye'ye yönelik politikasına esaslı bir eleştirisi yoktur. Ayuka çıkan MİT tırlarıyla Suriye'ye silah taşınması konusunda sessizliğini korumaktadır. 

Suriye ve Irak'a silah gönderilmesine açıkça karşı çıkan Sinan Ogan'ın yeniden aday gösterilmeyişinin arkasında bu tepkisizlik rol oynamış olabilir. AKP-MHP birlikteliğinin bir örneği de HDP seçim bürosu ve mitinglerine saldırıda kendisini gösteriyor. AKP ve Erdoğan'ın HDP'yi hedef alması sonrasında HDP'ye saldırmanın normal bir hale gelmesinde AKP/MHP birlikteliğini görmek gerekiyor. CHP'nin de HDP'ye yönelik saldırılar karşısında sessizliği de bu saldırıların sürmesini sağlıyor. Benzer sessizlik - Mahmut Tanal'ın çıkışları hariç - Cemaat'e yönelik hukuksuzluk  da sürüyor. 
Bu nedenle 7 Haziran seçimlerinden farklı olarak Cemaat, bu seçimlerde daha önceki iki seçimden farklı olarak AKP karşısında kim güçlü ise ona destek verme tavrından vazgeçebilir. Çünkü onlara verdiği desteğin karşılığını alamıyor. 
Tüm bu veriler ışığında tıpkı 2014 CB seçimlerinde olduğu gibi bu seçimlere damga vuracaklar Erdoğan ve Demirtaş'tır. Geride kalanların kaderi İngiltere'de seçimi kaybedenler gibi olabilir. Buna Ahmet Davutoğlu da dahildir. Türkiye "fiili başkanlıktan" "süper fiiili başkanlığa" doğru gidiyor. Fiili başkanlığın yolunu açan da CHP ve MHP'nin CB seçimlerinde Ekmeleddin İhsanoğlu'nun ortak olarak belirlenmesidir. Bu aynı zamanda Cemaat'in de yanılgısıydı. 

Hiç kimse bundan HDP'yi sorumlu tutmasın, Öküz altında buzağı aramasın!

***

17 Ocak 2021 Pazar

ORTADOĞU, SURİYE VE 7 HAZİRAN SEÇİMLERİ

ORTADOĞU, SURİYE VE 7 HAZİRAN SEÇİMLERİ




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
12.05.2015 

Suriye'de Özgür Suriye Ordusun(ÖSO) El Qaide bağlantılı El Nusra örgütüyle birlikte hareket etmesi, Müslüman Kardeşler(MK) ile El Qaide'nin ittifakı anlamına gelmektedir. Bu ittifakın oluşmasında en büyük rolü de Türkiye/Katar/Suudi Arabistan/Ürdün rol oynamıştır. MK, Mısır'dan çok Suriye'de etkin olmaya çalışacaktır. Suriye'de önce İdlib'in alınması, şimdi de Halep'e yönelik hazırlıkların olması bu ittifakın sonuçlarıdır. Yemen'e hava harekatına Mısır'ın katılması, Türkiye'nin ise desteğini açıklamış olması, Türkiye ile Mısır ilişkilerinin düzeldiği anlamına gelmez. Zaman zaman birlikte hareket ettikleri izlenimi verse de Sisi'nin MK konusundaki dışlayıcı politikası devam ettiği müddetçe Türkiye ile aynı çizgide hareket etmesi mümkün değildir. Bu nedenle El Qaide aşılı Suriye Müslüman Kardeşlerin Esad karşısında başarılı olma şansı yoktur. Bundan bir iki ay önce Rusya Devlet Başkanı Putin'in Mısır ziyareti ve sonrasında Rusya ile Mısır arasında askeri malzeme konusunda yapılan anlaşma, son olarak Rusya'nın Moskova'daki askeri gövde gösterisine Sisi'nin katılmış olması, Mısır'ın tercihini Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar'dan yana kullanmayacağını gösteriyor. Esad'ın devrilmesi, ABD açısından radikal İslamcıların, Mısır açısından da Müslüman Kardeşlerin hakim olması anlamına geleceği için Mısır'ın Rusya ile anlaşma yapmasına ABD karşı çıkmaz. ABD ve Rusya bir çok konuda birbirine ters düşse de Mısır ve Suriye konusunda aynı hareket ettiklerinin çokça işaretleri mevcuttur.

El Nusra'nın bu ittifakın ana dinamiklerinden biri olduğu dikkate alındığında, bu ittifakta IŞİD'in yerinin ne olacağı tartışılabilir. Şu anda görüldüğü kadarıyla El Nusra ve IŞİD aynı tarafta yer almıyor. Hatta yer yer çatıştıkları söylenebilir.  El Qaide-IŞİD rekabeti sert bir şekilde devam ediyor. Son günlerde Idlib ve civarında içinde El Nusra'nın da bulunduğu Fetih grubunun başarı göstermesinden sonra Halep'te Suriye rejimine yönelik başarı elde edilmesi halinde, radikal İslamcı gruplar arasındaki ilişki ve çatışmalar yeni bir boyut kazanacaktır. Türkiye-Suudi-Katar'ın öncülüğünde örgütlenen bu yapının Halep'i İdlib gibi düşürmesi halinde bu büyük bir prestij oluşturacak, Suriye'de şimdiye kadar 'muhaliflerin' elde ettiği en somut başarı olacaktır. Suriye'nin ekonomik başkenti olarak da adlandırılan Halep'in bu şekilde muhaliflerin eline geçmesi, Esad'ı Şam'a sıkıştıracak, Şam'ın farklılıkları barındıran toplumsal yapının etkisiyle Esad en zorlu dönemini yaşayabilir. Esad, bu zorluğu aşabilmek için Hizbullah'tan daha fazla yararlanacaktır. İsrail'e dişini göstermek bakımından El Fetih ve Hamas'tan daha fazla etkili olan Hizbullah'ın zayıflamasını İsrail'in istediği de biliniyor. Suriye üzerinden Hizbullah/Suriye Muhalifleri çatışmasından en çok faydalanacak gücün İsrail olacağı unutulmamalıdır.

İsrail’in, 5+1 devletlerin İran'la yaptıkları nükleer anlaşmayı içine sindirmediği de biliniyor. İleriki aşamalarda İsrail’in fırsat bulması halinde bunu engelleyecek manevralara girebilir. Esad’ın dolayısıyla İran’ın başarılı olması halinde İsrail’in bunu engellemesi kolay olmayacaktır. ABD, AB ve Rusya’nın radikal İslam tehlikesi önceliği Esad ve İran’a avantajlar sağlıyor.

Rojava’daki Kürtlerin Durumu

Esad'ın sıkışıklığı, Esad'ın Kürtlerle özerkliği konuşmaya kadar götürüyor. Özellikle önümüzdeki günlerde başlanacak Cenevre görüşmelerine PYD'nin çağrılı oluşu, Esad rejiminin politik değişikliğini gösteriyor. Bu şekilde PYD/Suriye rejimi ilişkileri Halep ve Afrin'deki Kürtlerle muhalifler arasındaki ilişkilere yeni bir boyut getiriyor. PYD ile muhalifler arasında çatışmalar yaşanabilir.

Türkiye'nin içinde bulunduğu koalisyon, Kürtleri kendi tarafına geçmeye zorlamak için her şeyi yapabilir. Kobani benzeri manzaranın daha kötüsü Halep ve Afrin'de meydana gelebilir. Bu konuda kesin karar verilmiş olsa da nasıl uygulanacağı seçim sonrasına bırakılmış durumdadır. Seçimlerde AKP'nin yeniden tek başına hükümet kuracak sayıyı bulması halinde, Türkiye, fiili askeri gücünü de devreye sokabilir. Bunun anlamı, Türkiye Kürdistan'ında önceki yıllarda olduğu gibi KCK benzeri kitlesel gözaltı ve tutuklamaları gündeme getirebilir. Bu açıdan 7 Haziran seçimleri, sadece Türkiye'yi değil, Ortadoğu'yu da doğrudan etkileyecektir.

Irak Kürdistan’ı

Ortadoğu'daki yeni bloklaşmada, Sünni eksenli Türkiye, Katar, Suudi Arabistan ve Mısır'ın konumu eskisinden farklıdır. Bu farklılık, Sünni bloğun İran/Şii karakterinden ileri gelmektedir. ABD'nin bu bloklaşmadaki konumu, İran'a daha yakındır. Bu da ister istemez Sünni blokla ABD arasında çelişki ve çekişmeye neden olmaktadır. Tam bu sırada Kürtlerin önemi artmaktadır. Her iki taraf Kürtleri kendi yanına çekmek için çaba sarf ediyor. Sünni blok, Güney Kürdistan'a bağımsızlık önerisini daha fazla gündemine almış olabilir. Çünkü Irak Kürdistan'ının Irak'tan kopması demek Sünni Irak bölgesinin de Irak'tan kopması anlamına gelecektir. Bu şekilde Sünni bloklaşma, Irak Kürdistan’ı ve Sünni bölgesi üzerinde kontrolü ele geçirecek ileriki süreçte Irak'ın Güney'ine sıkışan Irak yönetimi giderek zayıflayıp İran'ın etkisinden çıkarılmaya çalışacaktır. Tüm bunların olabilmesi için Irak Kürdistan Bölgesel yönetiminin tavrı belirli olacaktır. Bu açıdan Barzani'nin ABD ziyareti kritik bir öneme sahiptir. Bazı Kürt çevreler bu ziyareti Kürdistan'ın bağımsızlığı yönünde bir adım gibi görmek istese bile ortaya çıkan tablo daha farklıdır. Irak'ın bütünlüğü mesajının verilmiş olması Bağımsız Kürdistan'ın öyle sanıldığının tersine gündeme gelmemiştir. Temel konu ABD'nin "düşmanları" çerçevesinde konumlanmıştır. Bu da IŞİD'le mücadele ve Musul'a yapılacak operasyonla sınırlı olacaktır.

Türkiye, milliyetçi bir söyleme doğru bir yol almış olsa da Irak Kürdistan'ın tüm Kürtlerin cazibe merkezi olmasını istiyor. Seçime yönelik planları bu yöndedir. HDP'nin seçim barajını aşmayacağını düşünerek kendi listelerinde çok sayıda geçmişinde politik Kürtlük bulunan  isimlere yer vermiş olması seçimlerde Irak Kürdistan'ına yönelik ne tür politika yürüteceğinin işaretleri mevcuttur. Ancak HDP'nin barajı aşması halinde AKP'nin başkanlık dahil hiçbir politikası gerçekleşme şansı bulmayacaktır. Tayyip Erdoğan'ın başkanlık hayali Türkiye ile sınırlı değildir. O başkanlığında Suriye ve Irak'tan toprak dahil etmek istemektedir.
Türkiye'nin mezhepsel savaşa sürüklenmesi, Türkiye Kürdistan'ında aşiretlerin kendi aralarında bölünmesi ile sonuçlanabilir. AKP ve CHP Kürdistan'da son hamlelerini yaparak, Kürt halkının aşiretler arası yarışı bir tarafa bırakıp HDP'de bütünleşmesini önlemek için elinden geleni yapıyorlar. Bucak gibi önemli bir aşiretin önde gelenlerinin bağımsız aday ve CHP'den aday olmaları bir kısmının da AKP'yi destekliyor oluşu, bütünsel olarak görülen aşiretlerin bile iç çatışmaya doğru sürüklenebilir. Bu sürüklenişin önlenebilmesi HDP'nin güçlü bir şekilde mecliste temsili ile olacaktır. Benzer durum, Kürdistan'daki diğer aşiretler için de geçerlidir.

Türkiye Kürdistan'ında kaba PKK karşıtlığından öte siyasi yorum getirmekten aciz bazı kişiler, Barzani'nin son ABD ziyaretinin Bağımsızlık ilanı ile ilgili olduğu yorumlarını ön plana çıkarıyorlar. Bundan hareketle PKK'nin Irak Kürdistan'ının bağımsızlığını engellediğini söylüyorlar. Bu yorumlar doğru değildir. Tam tersine, Türkiye'nin Irak Kürdistan'ının Sünni blokla birlikte hareket etmesi halinde bağımsızlığını destekleme ihtimali daha yüksektir. Ancak, ABD ve Rusya gibi küresel güçlerin karşı çıkacağı bağımsızlığın gerçekçi olmayacağını Barzani herkesten daha fazla bilmektedir. Çünkü Türkiye ve Arabistan'ın bağımsız Kürdistan’ı desteklemesi Musul'un Irak'tan kopmasına bağlıdır. Bu da radikal İslamcıların etkinliğinin sürmesi anlamına geliyor. Musul düştükten sonra IŞİD'in Erbil'e doğru ilerleyişini Barzani'nin unutması mümkün değildir. Kaldı ki, bu şekilde oluşacak Kürdistan'ın yaşama şansı yoktur. Kim ne derse desin ABD'nin onaylamadığı Bağımsız Kürdistan'ın yaşama şansı yoktur. Barzani ziyaretinin en önemli sonuçlarından biri de Barzani'nin bunu anlamış olmasıdır. Barzani'nin bundan sonra Sünni blokla hareket etmesinin koşulları kalmamıştır. Sünni blokla birlikte hareket etmemek Kürtleri değişik güçler karşısında üçüncü bir güç üçüncü bir yola daha fazla yaklaştırmaktadır. Üçüncü güç olmak hem Kürtlere karşı düşmanların artmaması hem de Kürtler arası barışçı ilişkilere zemin hazırlamaktadır.

Türkiye Kürdistan’ı, 7 Haziran Seçimleri ve Barajın aşılması sorunu
Türkiye Kürdistan’ı açısından düşünüldüğünde AKP'nin, HDP'yi parlamentoya sokmama yönündeki tehlikeli politikalar Türkiye Kürdistan'ında Kürtler arası çatışmayı tetikleyecek niteliktedir. AKP'nin planlarını HDP'siz yaparak, HDP'yle yakınlaşan aşiretlerin bazı önde gelenlerine yer vermiş olması ileride HDP'siz bir mecliste onları Kürtler arası çatışma zemini yaratmak içindir.

(Irak Kürdistan Bölgesel Yöntemi)KBY'nin hem kendi içinde ilkeli duruşu hem de diğer Kürt örgütleriyle ilişkilerini hukuki ve ahlaki bir zemine oturtmasında yarar vardır. İlişkilerin düzeyi Kürdistan'daki aşiret ilişkilerine de bir düzey getirecektir.
TIR Savcılarının tutuklanmalarıyla Suriye'ye müdahale arasında bağ vardır. Ancak Türkiye seçimi bekleyecektir. 1974 Kıbrıs harekatı seçimden sonra yapılmıştı. AKP, çoğunluğu sağlamasa da MHP'yle birlikte yapabilir. Bu konuda karşı çıkış noktasında en net tavrı koyanlar CHP ve HDP'dir. MHP, Suriye tezkeresine evet demişti. Süleyman Şah operasyonundan beri hazırlıklar yapılıyor. Bir gece aniden Türk ve yeni koalisyon uçakları Yemen'de olduğu gibi yapabilirler. Mısır ne yapacak Mısır hem ABD ile Hem de Rusya ile denge politikası izleyerek kendisini yaşatmaya çalışan bir ülkedir. İç siyasi kazanımlar karşılığında Suriye müdahalesine destek verebilirse de Suriye'de Esad'ın düşmesi MK'nın başarı kazanması Filistin'deki Hamas'ın da MK'nın Suriye kolu olduğu dikkate alınırsa bu MK'nın güçlü bir şekilde Mısır'la komşu olması anlamına geleceği için Sisi'nin bunu kabul etmesi mümkün değildir.

AKP-MHP Birlikteliği olabilir mi?

İsrail'in Suriye karşıtlığı temelinde Suudi / Türkiye birlikteliğine destek vereceği yönündeki yorumlar doğru değildir. 

MK'nın yönettiği Suriye, İsrail'in geleceği için daha tehlikelidir. 
Tıpkı MK'nın Mısır'da yaptığı gibi. Öyle anlaşılıyor ki, gerek Türkiye'nin gerekse Suudi Arabistan'ın Suriye'ye müdahale etmek istemeleri kendi iç 
siyasetlerindeki çekişme ve bölünmeden ileri gelmektedir. Yakın zamanda Türkiye'de yapılacak seçimler AKP'nin kaderini belirleyecektir. 
Bir anda tersi de olabilir. Ancak MHP'nin AKP'ye koltuk değneği olma ihtimali her zamandan çoktur. Özellikle çözüm sürecinin kaldırılması, Qandil'e Türk 
Bayrağı dikilmesi arzusu MHP'yi AKP'nin maceralarına dahil edebilir. 
Seçimlerde MHP'ye oy vermeyi düşünen Cemaat taraftarlarının bu hususu dikkate alıp o şekilde tavır almaları beklenebilir. 

Aynı şekilde Vatan Partisi adı altında bir araya gelen Ergenekoncular da bu konuda Truva atı rolünü oynayabilirler. 

HSYK yapısındaki Ulusalcı, Milliyetçi ve Muhafazakar koalisyon bu konuda fikir verebilir. Seçimlere bu kadar yakın bir süre kala hakim ve savcıların 
tutuklanması bu birlikteliğin somut sonucudur. Seçimlerdeki başarıya göre bu daha da görünür olacaktır. Bu nedenle MHP'nin göstereceği başarı 
AKP'yi durdurmayacaktır. AKP'yi durduracak olanlar HDP, CHP ve SP+BBP olabileceği söylense de CHP'de şimdilik görünür olmasa da yaşanan iç çelişki 
ve çekişmeler CHP'nin mevcut potansiyelinin altına doğru gerilemesiyle sonuçlanabilir. Bu olasılık HDP faktörünün bu seçimler için ne kadar önemli 
hale geldiğini gösteriyor. HDP'ye değişik kesimlerden gelen desteği sadece "Erdoğan'ı durduracak güç HDP'dir." argümanı ile açıklamak yeterli değildir. 
CHP'deki yetmezlik ve alternatifsizlik de bunda etkilidir. CHP'ye oy verme alışkanlığı olan kitle CB Seçimlerinde CHP'yi desteklemede büyük bir kırılma yaşadı. 

Bu kırılma Erdoğan'ın fiili başkan olmasının yolunu açtı. 

CB seçimlerinde böyle bir kırılma yaşayan liderliklerin bu seçimlerde cezalandırılacaklarını düşünüyorum. 

Benzer durum MHP için de geçerlidir. Planlarını ikincilik üzerine kurup da iktidarı AKP'nin doğal alanı gibi gören CHP ve MHP'nin AKP ile ilişkiler 
yönünden HDP kadar radikal olmayışları da bu partilerin en zayıf noktasıdır.


***

ERDOĞAN: DEVLET DİLİNİN EN ÖNEMLİ SÖZCÜSÜ

ERDOĞAN: DEVLET DİLİNİN EN ÖNEMLİ SÖZCÜSÜ




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
05.05.2015 

Seçime doğru gidilirken, Tayyip Erdoğan'da belirginleşen milliyetçi söylemin milliyetçi kesime taktik bir mesaj olduğu yönünde yapılan yorumlar doğru değildir. Doğru olan Erdoğan'ın "Devlet dilinin en önemli sözcüsü" haline geldiğidir. Bu sözcülük, CB olmasıyla birlikte öncülüğe dönüşmüş durumdadır. 
Dönüşümün kritik tarihi 30 Ağustos resepsiyonudur. 30 Ağustos'ta Genel Kurmay Başkanı Özel'in "çözüm sürecinden haberimiz yoktur" demiş olması Erdoğan'ın bu dönüşümü "ordu" desteğinde yaptığının en önemli işaretidir. Sonrasında IŞİD'in Kobani işgal girişimi ve 6-8 Ekim'de Kürt Halkının gösterdiği bunun somut sonuçlarıdır. 
Erdoğan'ın şahsında oluşturulan Türk devletinin yeniden inşasıdır. Yeni Türkiye olarak ifade edilen Yeni Türkçülükte eskiden olduğu gibi Kürde ve Kürtlüğe dair bir şey yoktur. Erdoğan bu konuda nettir. Söylediklerini seçimlere dönük taktik olarak görmemek gerekiyor. 
AKP'nin 7 Haziran seçimlerinde yeniden iktidar çoğunluğunu elde etmesi, Erdoğan'a fiili başkanlık konusunda büyük imkanlar sunacaktır. AKP, bir parti olmaktan çıkacak, devlet kadrolarını oluşturan yargı mensuplarından en küçük memurlara partili/militanlık ön planda olacaktır. Bu da karşıt durumda olanların yaşam alanlarının daha da yok olmasıdır. 2015 yılı 1 Mayısı bu anlamda 7 Haziran sonrasının provası niteliğinde idi. İstanbul gibi metropol bir şehri bir günlüğüne ev hapsine mahkum etmesi, bunu önümüzdeki dönemlerde Türkiye'nin her alanında yaygınlaştırma yoluna gidebilir. 
Bu bakımdan 7 Haziran seçimleri dönüm noktasıdır. AKP'nin yeniden kazanması, önceki dönemler gibi AKP'nin kazanması gibi olmayacaktır. CB seçimlerinde yüzde 52 oy alan Erdoğan'ın AKP üzerinden totaliterliğin ilanı anlamına gelecektir. Yanlış tercihiyle, Erdoğan'a CB seçimlerinin birinci turda seçilmesini sağlayan CHP ve MHP'nin bu konuda inandırıcılığı kalmamıştır. Muhalifliğin kalbi HDP'de atmaktadır. HDP'nin başarısı Erdoğan'ın totaliterliğini önlemenin ötesi anlamlara sahiptir. AKP ve Erdoğan bunu bildiği için seçim stratejisini HDP Ve Demirtaş karşıtlığı üzerine kurmuştur. 

***

SEÇİMLER VE HDP'YE KADEMELİ SALDIRILAR

SEÇİMLER VE HDP'YE KADEMELİ SALDIRILAR



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
18.04.2015 

Seçimlere az bir süre kala, AKP'deki HDP rahatsızlığı, fiili saldırılara dönüşmüş durumdadır. Ağrı'da yaptıkları provakasyonla "HDP'nin Doğu'da ayrı, Batı'da ayrı söylemde bulunduğu" imajını oluşturarak, Batı illerinde HDP'nin kaydettiği ilerlemeyi durdurmaya çalışıyorlar. Antalya Serik, sonrasında HDP Genel Merkezinin kurşunlanması benzeri olaylarla HDP seçimlerde propaganda yapamaz duruma getirilmeye çalışılıyor. Meclisin tatilde olmasına rağmen Ermeni soykırım kararları nedeniyle AKP-CHP-MHP'nin işbirliği içinde birlikte hareket etmeleri, HDP'nin ise bu işbirliğinin dışında kalmış olması, HDP'nin bu üçlü parti karşısında ötekileştirilme zemini oluşturuluyor. Bu işbirliği, gerektiğinde birbirinin kanına susamışları HDP karşısında bir araya getirdiğini göstermekle gerçek muhalefetin kalbinin nerede attığı konusunda derslerle doludur. 

Hükümetin HDP'ye karşı oluşan bu saldırı dalgasını durdurmak için hiçbir şey yapmamış olması, önümüzdeki günlerde HDP'ye karşı daha kapsamlı saldırıların olabileceği konusunda kuşkuları artırmaktadır. Bununla HDP'nin seçimi boykot etmesinin yolu mu açılmaya çalışılıyor? Seçim gereği istifa etmiş bulunan Efkan Ala'nın fiili bir iç işleri bakanı olarak görev yapması, yasadışı yöntemlerle, yasadışı ilişkilerle HDP'ye yönelik saldırıların merkeziliği dikkate alındığında, barajı aşacağı kesinleşen HDP'yi saldırılarla yıldırıp, HDP'nin seçimleri boykota zorlamanın fiili koşulları oluşturuluyor. Papa, Avrupa Birliğinin Ermeni Soykırımı ile ilgili kararları nedeniyle HDP karşıtlığında oluşan mutabakat buna zemin oluşturuyor. Başta CHP olmak üzere MHP'nin bunu görüp, AKP'nin oynamak istediği oyuna alet olmaması gerekir. 

Ermeni konusunda Vatikan ve AB'nin tavır takınmış olmasının nedeni AKP'nin yanlış dış politikasından ileri gelmektedir. Bir yıl önce, taziye mesajı yayınlayan AKP'nin bu yıl 24 Nisan gününü provakatif bir şekilde "Çanakkale günü" ilan etmiş olmasının rolü belirgindir. Yine AKP'in IŞİD ve El Kaide ile yakınlığı, AB üyeliğini gündemden çıkarmasındaki siyaseti de göz önünde bulundurulduğunda, AKP'nin hatalarından dolayı CHP ve MHP'nin AKP'nin önergesini kabul etmeleri, AKP'nin kazançlı çıkmasından başka bir sonuç da çıkarmıyor. 

***

HDP'NİN GÜLEN HAREKETİNDEKİ "MUHALİFLİĞİ" GÖRMESİ ÜZERİNE BİR YORUM

HDP'NİN GÜLEN HAREKETİNDEKİ "MUHALİFLİĞİ" GÖRMESİ ÜZERİNE BİR YORUM




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
15.04.2015 


"Seni başkan yapmayacağız" sözü çok haklı bir söz olsa da 10 Ağustos 2014'ten sonra bir anlamı kalmadı. Bunun ciddiyeti o zaman anlaşılmalı, ona göre birlikte hareket edilmeliydi. "Yasal başkan" olmak belki sorun değil ancak "yasadışı/fiili başkan" olmak büyük bir sorun ve de bunu normalmiş gören bir anlayış. Ona karşı çıkabilecek kimse yok. Dolu dizgin başını almış gidiyor. 
Açık ameliyat yapılmış, hasta ameliyat masasında, hastanın geleceği "doktor" dahi olmayan birinin elinde. Ne gelmek isteyen doktora izin veriyor. Ne de hastanın o masadan alınıp başka hastaneye götürülmesine imkan var. 
HDP'nin kararsızlığı ve açmazı. AKP ve Erdoğan sonrası oluşacak belirsizliğin verdiği kaygıyı gidermek için bir şey yapılmıyor. Şu anda AKP'ye muhalefetin ana kalbi Gülen hareketinde görülüyor. Gülen hareketi bu açıdan elinden geleni yapıyor. Mücadele ve direnişini genişletiyor. 
HDP'nin bunu görüp kararını vermesi gerekiyor. HDP ne tamamen AKP'den kopuyor ne de gerçek muhalefet odaklarına yaklaşamıyor. Ya mevcut durumda AKP ile birlikte hareket edecek ya da geliştirmeye çalıştığı AKP/Erdoğan karşıtlığını cepheleştirmek dahil olmak üzere Gülen hareketiyle birlikte hareket edecektir. Aksi durum, tavırsızlık olarak algılanacaktır. Bu da AKP'ye sessiz destek anlamına geleceği için AKP buradan elde ettiği başarıyı kendinden menkul sayacaktır. Sessiz destek böylece, alttan alta doğru HDP'ye açıktan şiddete dönüşecektir. Nispetten Gezi ve 17-25 Aralıkta olan da buydu. Sonuçta bir kısım KCK'linin tahliyesinden öte bir sonuç alınamadı. Halen binlerce kişi yargılanıyor, cezası onaylananlar hapse atılıyor. İktidarın tedrici şiddetinin başlangıcı anlaşılmadıkça, en sonunda şiddetin mağduru sen olursun ve de yanında destek de bulmaktan yoksun olursun. 
AKP'nin Gülen'e yönelik ardı arkası kesilmeyen hamleler yapması,giderek Gülen hareketini terörize edecek şekilde Fetullahçı Terör Örgütü(FTÖ) olarak adlandırması, Gülen hareketini teslim almaya ve biat etmeye zorlamak amaçlıdır. Tüm bu zorlamalara rağmen Gülen hareketinden AKP'nin beklediği çapta bir kopma olmadı. Bundan sonra da kopması da mümkün görünmüyor. İktidarın baskı aygıtları karşısında bu denli direniş göstermek ve iktidarın en üst düzeydeki karar ve uygulamalardan Fuat Avni gibi Twittir fenomenin varlığını devam etmesi karşı çıkışın boyutlarını gösteriyor. Erdoğan'ı çileden çıkartırcasına delirten de budur. Ağrı olayındaki HDP'nin tespitlerininb Fuat Avni'nin Twitleriyle doğrulanması, eğer HDP, gerçek anlamda Erdoğan'a karşı muhalefet yapmak istiyorsa dayanışma gösterilecek muhalefet odağı buradadır CHP, MHP, sol-sosyalist-liberal-İslamcıların yapacakları sınırlıdır zaten yapabildikleri muhalefeti yapıyorlar. 
Cemaat'in "terör örgütü" olarak nitelenip, iddianameler düzenlenmesi ve yeni kurulan İhtisas(?) Ağır Ceza Mahkemelerince iddianamelerin kabul edilmesi, gelecekteki tehlikeye gözler önüne seriyor. Cemaati terör örgütü kapsamına alan bir anlayışın HDP'nin sıradan bir milletvekili veya üyesini "Ağırlaştırılmış müebbetle" yargılayabileceği akıldan çıkarılmamalıdır. Geçmişte Ergenkon'un "terör örgütü" olarak tanımlanmasından sonra en kapsamlı davaların KCK etiketi altında Siyasal/yasal Kürt siyasetine açıldığını unutmamak gerekiyor. 

AKP'nin niyeti ortaya çıkmıştır. Çözüm sürecini "HDP'siz yürütmeyi" göze almıştır. HDP'nin barajı aşmaması için her türlü şiddeti kullanmaktan geri durmayacaktır. Şiddet şiddeti doğuracağından dolayı, dostları artırmaktan başka bir yol yoktur. 

***

AĞRI OLAYI ÜZERİNDEN MERKEZİLEŞEN FİİLİ BAŞKANLIK VE ASKERİ VESAYETİN GERİ GELDİĞİ ALDATMACASI

AĞRI OLAYI ÜZERİNDEN MERKEZİLEŞEN FİİLİ BAŞKANLIK VE ASKERİ VESAYETİN GERİ GELDİĞİ ALDATMACASI




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
14.04.2015 

Bir devleti devlet yapan temel özellik o devletin hukuk devleti olmasıdır. Hukuk devletinin somut ifadesi "bağımsız yargı"dır. Bağımsız yargı yoksa hukuk devleti soyut bir kavram olarak açıkta kalır. 

Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı "seçim barajı" ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesinin karar vereceğini söylediği anda CB Erdoğan ve hükümet yetkilileri Anayasa Mahkemesi üzerinde baskı oluşturdular. Bu baskının sonucu olarak Anayasa Mahkemesi "seçim barajı" ile ilgili başvurunun reddine karar verdi. Böylece barajın devamına karar verildi. 

En yüksek mahkeme üzerinde bu kadar baskı varken, seçimlerin denetiminden sorumlu olan yargı sandık güvenirliğini sağlayabilir mi? Yüksek yargıçlardan oluşan YSK Yürütmenin baskısına dayanabilir mi? Savcıların adliye binalarında rehin alındığı, Bingöl'de polis müdürlerinin açıktan öldürüldüğü bir ortamda hakim ve savcılar rahat görev yapabilir mi? Hükümete bağlı Sulh Ceza Hakimliklerinin varlığı ve verdikleri kararlarla bizzat yargının üzerinde vesayet getirmek değil mi? 
AKP Erdoğan'la merkezileşerek yargıyı yürütmeye bağlamakla kalmıyor, Ağrı'da olduğu gibi Türk Silahlı Kuvvetlerini iç politika üzerinde kullanmak istiyor. Bazıları, bunu "askeri vesayetin geri gelişi" şeklinde yorumlayarak "AKP'nin sivil siyaset" yürüten bir mekanizma olduğunu söylemeye çalışıyorlar. Ne yazık ki, olaya bu şekilde bakan çok sayıda HDP'li de vardır. Bu açıdan Selahattin Demirtaş'ın Ağrı olayından sonra TSK'yı "AKP'nin sem faaliyetine" alet olarak kullandığını söylemiş olması, AKP/Ordu-polis ilişkisi konusunda yanlış bir teşhistir. Milli Ordu'ya kumpas, Balyoz sanıklarına beraat, Balyoz nedeniyle Erdoğan'ın "kandırılıdık ve özür" mesajları, askeri vesayetin geri gelişinden çok, bu tür kurumlar üzerinde Erdoğan ve AKP vesayetinin kurulmuş olmasıdır. Geçmişte, AKP bunu dava ve hapis yoluyla yaparken, bu gün iki yöntemi bir arada yapıyor. Paralel yapı adı altında yüzlerce polisin tutuklanması, MİT Nakliyat şirketinin TIR’larını durdurma gerekçesiyle onlarca askerin tutuklanması örnekleri ortada iken "askeri vesayetin geri gelişinden söz etmek" ne kadar doğrudur. Selahattin Demirtaş'ın TSK konusundaki bu yanlış teşhisi, AKP'ye hiç olmadığı kadar büyük propaganda imkanı vermiştir. 

İç Güvenlik Yasasındaki Hükümet-Asker/polis ilişkisindeki merkeziyetçiliğin hükümette toplanmış olduğu da göz önünde bulundurulduğunda, TSK'nin Ağrı olayındaki kullanım biçiminin hükümetin inisiyatifinde olduğunun görülmesi gerekiyor. Demirtaş'ın bu gerçekleri göz ardı edip, olaydaki politik ağırlığı bir tarafa bırakacak şekilde, TSK'yi direkt hedef alması, her şeye rağmen geniş toplumsal kesimlerin orduya bakış algısındaki "milli ordu" imajı nedeniyle, HDP'ye şimdiye kadar oy vermeyi düşünmeyip de bu seçimlerde HDP'nin barajı aşma saikiyle oy vermeyi düşünenler üzerinde tereddütlere yol açmıştır. Ortaya çıkan görüntüler, TSK'nın olay yerine AKP'nin valisinin emriyle gittiğini gösteriyor. AKP bunu inkar da etmiyor. Olayın yaşandığı anda Erdoğan'ın, Efkan Ala'nın ve valinin bu konudaki eş güdümü bunu göstermeye yetiyor. Asıl tehlikeli durum seçimlerden sonra yaşanacaktır. Göstermelik bir başbakan ve bakanlar kurulu, güvenlik eksenli gerilim politikaları CB-İç işleri bakanı-vali üçlüsü içinde yürütülecektir. İç güvenlik yasası ile bunun yasal alt yapısı tamamlanmıştır. 
AKP, barajdan nemalanmak için elinden geleni yapacaktır. Öncelikle barajı kaldırmamakla, ikincisi Anayasa Mahkemesinin barajı iptal ihtimaline karşı baskı uygulayarak, üçüncüsü HDP'nin fiili engellemeler yaparak bu konuda kararlı olduğunu göstermiştir. Artık hukuk ve yasaları uygulayan bir hükümet yoktur. En tepesinde CB'nin yer aldığı totaliterlik sahnededir. HDP'nin seçim startının başında yürüttüğü "Seni başkan yaptırmayacağız" söylemine devam etmesi gerekiyor. Gece yarısı evine baskın yapılma gerekçesi olarak gösterilen "paralel yapı" aldatmacasını teşhir etmede etkin olmalı, yapılan tüm haksızlıkların arkasında kimin olduğunu cesur bir şekilde ortaya koymalıdır. O zaman barajı aşacak, barışı getiren kendisi olacaktır. 

***

2015 NEWROZ'U AKP'NİN ORTADOĞU YENİLGİSİNİN TESCİLİ VE ERDOĞAN'DAN YENİ ARAYIŞLAR

2015 NEWROZ'U AKP'NİN ORTADOĞU YENİLGİSİNİN TESCİLİ VE ERDOĞAN'DAN YENİ ARAYIŞLAR

 


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
23.03.2015 

Yine bir Newroz... Görünürde önceki yıllardan farklı olmadığı söylense de bu yılki Newroz'da "kazanan Kürt ve Kürdistan gerçekliği" belirgin bir şekilde ön plandaydı. Bu da Kürtlerde oluşan öz-güvenin ifadesiydi. Newroz'dan bir gece öncesinde "Üç peşmergenin infazı ve Haseke katliamı" Kürtlerde oluşan bu öz-güveni yıkmaya yetmedi. Yediden yetmişe Newroz alanına akın ettiler. Alanlara akın edenler sadece Kürtler değildi. Medyanın yoğun ilgisi vardı. Tüm haber kanalları normal yayın akışını kesip Newroz meydanına yöneldiler.
Mesajın okunmasına saatler kala, meydanda toplanan toplulukta, "mesajın içeriğinin" ne olacağı konusunda bir merakları yoktu. Onlar, giyinişiyle, sloganlarıyla, taşıdıkları bayrakları, söyledikleri şarkı ve marşlarla isteklerinin ne olduğunu ortaya koyarak, Newroz'u her defasında olduğu gibi "mesaja" indirgeme tuzağına düşmediler. Newroz'a "Kürtlük ve Kürdistanilik" temelinde yaklaşarak herkese büyük bir ders verdiler. Gültan Kışanak'ın, "Topluluğa hitap edebilecek" şekilde Kürtçe konuşması bile yaşanan değişimin en önemli işaretiydi.

AKP’nin Ortadoğu Yenilgisinin Tescili

Bu yılki Newroz'un en önemli özelliklerinden biri de AKP şahsında Türkiye Cumhuriyetinin Ortadoğu'da yaşadığı yenilginin tesciliydi. "Kobani düştü düşecek, Kuzey Irak'tan sonra Kuzey Suriye istemiyoruz" diyenlerin iflas ettiği PYD Eş Başkanı Asya Abdullah'ın Newroz meydanında sahnede yerini almakla tescillenmişti. Üzerinden saatler geçmeden Hükümet ile CB Erdoğan arasında çatlak gün yüzüne çıktıkça bunun siyasal bedellerini ödeme zamanın da geldiği görüldü.
Bu Newroz'da ortaya çıkan bir sonuç da "Öcalan'ın rehine olarak tutulmasının gereksizliğinin" ortaya çıkmış olması ve "Öcalan'dan kayıtsız şartsız bir şekilde, PKK'ye silah bıraktırma" çağrısını yaptıramamış olmasıdır. AKP'nin beklentisi o yöndeydi. Öyle anlaşılıyor ki, seçimlere az bir süre kala bunun söylenmemiş olması, AKP'ye olumsuz etkileri olacaktır.

28 Şubat Deklarasyonu ile KSH'e atılan top, bu Newroz'la birlikte AKP'ye atılmıştır. Temsil ve yöneteme krizinde olan AKP, bundan sonra ya Erdoğan'ın yapmak istediği gibi ya maçı durduracak, ya da Erdoğan'a rağmen maça devam edecektir. Seçimlere az bir süre kala Erdoğan'ın isteğinin olması halinde, AKP daha büyük kaybedeceği açıktır. Bu nedenle, maçın durdurulması seçeneğine başvurulmayacak; tıpkı "Merkez Bankası" krizinde olduğu gibi, "tatlıya bağlamış" gibi yapılarak seçimlere "gürültüsüz bir şekilde" gidilip, iç tartışmalar seçim sonuna ertelenecektir. Seçim öncesi, AKP listelerinin kimin denetiminde hazırlanacağı daha fazla önem kazanacaktır. Erdoğan'ın "AKP'den rol çalarak" her gün en az iki etkinlik düzenliyor olması, MV listelerinin belirlenmesinde Erdoğan'ın etkili olacağı belirgindir. Bu nedenle, Hükümetin "çözüm süreci devam ediyor" tarzı bir taktik ve zaman kazanmaktan öte bir anlama sahip değildir. Son tahlilde, Erdoğan'a karşı Davutoğlu'nun söylem kapasitesi yoktur. Son sözü söyleyecek olan Erdoğan'dır. Erdoğan, 10 Ağustos'ta fiili başkanlığını ilan etmiş, Ak Saray'ında "paralel devletini" oluşturmuştur; onun bu saatten sonra AKP'den beklentisi Anayasayı değiştirebilecek sayıda MV kazandırmasıdır. Belki de bu onun AKP'den son beklentisidir. Belki sonrasında AKP'ye(Basit bir seçim aracı olmaktan başka) ihtiyacı kalmayacaktır. AKP'deki politikacılar sürecin bu yöne doğru gittiğini görmedikçe, lider ve çevresi için "kullan-at" olduklarını anlamaları mümkün değildir. Cemaat'e, Gül'e, Haşim Kılıç'a, Fidan'a yapılanları hatırlamak yeterlidir. Özgül ağırlığı olup da zamanında kullanmayanlar da özgül ağırlıklarını kaybettikçe kullanılıp atıldıklarını göreceklerdir. Bundan kısa vadede Erdoğan karlı çıkabilir, uzun vadede onun da kazanamayacağı ortaya çıktıkça, kendisi de aynı akibete uğramaktan kurtulmayacaktır. Vesayetin altından çıkıp, vesayetin başına oturmak onu da kurtarmayacaktır. Sırtındaki "suç delilleriyle" daha uzun süre orada kalması mümkün değildir. Erdoğan, suçunun ortaya çıkmaması için kendisine suç ortağı oluşturarak bundan kaçınmaya çalışıyor. Yeni dönem MV'lerinin bu şekilde olacağının çokça işaretleri var. Ankara'yı yeni mekan olarak tutan Bilaloğlan'ın "MV Aday adaylarından" bağışa öncelik vermesi, yeni dönemde ara sıra "hesap sorabilecek hiç AKP'linin" olmayacağı bir meclise doğru gidildiğini gösteriyor. Bunu durdurmak, nitelikli bir HDP grubunun mecliste yerini almasıyla mümkün olacaktır. Erdoğan kah iç güvenlik yasası ısrarı kah süreci boşa çıkarma çabaları HDP'yi proveke etmemeli, HDP "barışçı, dayanışmacı, kardeşlik" esaslı söylem ve pratiğine devam etmelidir. Barajı aşıp meclisteki grubunu katlayacak HDP, AKP'nin 13 yıllık iktidarını sarstığında "kazanç/kar" amacıyla meclise gelen AKP'liler içinde" içindeki çözülme hızlanacaktır. Erdoğan'ın korkusu, kızgınlığı, kıskançlığı ve kibirliği yüzde on barajını aşan HDP'nin kendi iktidarını geriletecek ve planlarını alt üst etmesinden dolayıdır. Kürt tarafının içine sindiremediği "izleme heyeti üyeleri" üzerinden Erdoğan'ın yaygara koparmasının gerçek niyetini gizleme maskesi olduğu bilinmelidir. Seçimlere kısa bir süre kala, AKP listelerinin belirlemekte "mutlak belirleyen" olmak istediği açıktır. 

***

SAKİNE CANSIZ CİNAYETİNİ "CEMAATE YÜKLEMEK" MANİPÜLASYON MUYDU?

SAKİNE CANSIZ CİNAYETİNİ "CEMAATE YÜKLEMEK" MANİPÜLASYON MUYDU?

 


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
19.03.2015 


KCK Eş Başkanı Cemil Bayık, Cumhuriyet Gazetesinden Ahmet Şık'la yaptığı söyleşide, "Sakine Cansız ve arkadaşlarının" öldürülmesi olayıyla ilgili olarak önemli açıklamalarda bulundu. Bu açıklamayı önemli kılan, olayın oluş şeklini Hakan Fidan'ın anlatımına dayandırmış olmasıdır. Söyleşide Bayık, Cinayetlerin sorumluluğu ile ilgili olarak  MİT ve Hakan Fidan'ın sorumluluğu konusunda dikkatli bir dil kullansa da MİT'in başında bulunan birinin bu cinayetlerin olması sürecinde haberdar olmamasının mümkün olmayacağını söylemiş olmasıdır. Demek ki, olay sonrasında KCK ile MİT arasında yoğun bir tartışma süreci yaşanmıştır. O dönemde bu tartışmanın ortak noktası "Paris cinayetinin MİT içindeki Cemaat Yapılanmasının" çözüm sürecinin önlenmesine yönelik bir eylemi olarak kabul edilmiştir.  Bayık'ın açıklamasına bakalım: "MİT içinde cemaatçiler, ulusalcılar var onlar yaptığını" Hakan Fidan bize söyledi. Devamında MİT'in bundan haberdar olmayacağını söylemiş olması yeni bir durumu işaret etmektedir.
Cinayetlerin işlendiği dönem itibarıyla bakıldığında, olayın meydana geldiği 9 Ocak 2013 tarihinde AKP ile Cemaat arasında belirgin bir çatışmanın olmadığı görülmektedir. Bu da MİT'in bütün olarak(AKP'lisi, Cemaati ve ulusalcısı ile) bu olayı organize ettiğini gösteriyor. O dönemde (bana göre her zaman) yürürlükte bulunan "hem mücadele hem müzakere" [1]politikası gereği bu tip eylemlerin hazırlıklarının yapıldığı biliniyordu. O gün de bu gün de Cemaat'in yaptığı söyleniyorsa bu dolaylı olarak MİT'in yapmasının kabulü anlamına gelmektedir. Burada önemli olan husus, bu cinayetlerin "çözüm süreci" için adımların atıldığı bir dönemde işlenmiş olmasıdır. Hatırlanacağı gibi, olayın hemen sonrasında devlet yetkilileri olayı "örgüt içi infaz ", KCK yetkilileri ise "devletten ileri gelen bir olay" olarak değerlendirdiler. Böylesine birbirine zıt değerlendirmeler yapılırken, Fransa polisinin tetikçisini yakalaması, tetikçininTürkiye bağlantıları ortaya çıktıkça, Türkiye'nin bu konuda KCK'yi ikna çalışmaları yürüttüğü tahmin edilebilir. Nitekim kısa bir süre sonrasında Radikal'den Ezgi Başaran'ın 18 Mart 2015 tarihli yazısında belirttiği gibi  "Ömer Güney'in ses kaydı çıktığında dahi MİT'in PKK yönetimi tarafından katiyen doğrudan itham edilmemiş, kendi içindeki 'güçleri' kontrol edemediği için eleştirilmiş ama fatura 'Yeşil Gladio'ya, 'paralel devlete', sonunda da tüm açıklığıyla Cemaat'e kesilmiş"[2] olması doğrultusunda hareket edilmiştir. Çözüm sürecinin devamı bu çerçevede sağlanmıştır.

Cemil Bayık'ın açıklaması yeni bir duruma işaret ediyor. Sorumluluğun cemaate atılması görüşünden vazgeçilip, MİT'in sorumluluğundan söz ediliyor. Daha öncesinde MİT'in sorumluluğu konusunda ısrar devam etmiş olsaydı, çözüm sürecinin MİT-İmralı ilişkileri şeklinde devam etmesi mümkün olamazdı. Bu saatten sonra eğer KCK, MİT'i bu cinayetlerden sorumlu tutuyorsa bundan sonrasında aynı aktörler üzerinden çözüm sürecinin sürdürülmesi zora girmiştir. Çünkü, sürecin başlangıcında bir tarafın "sözleşme öncesi kusurlu" bir davranışta bulunarak, sözleşmenin geçerliliğini ta baştan sakatlamıştır.

Öyle anlaşılıyor ki, KCK ve MİT başlangıçta "faturanın paralele" kesilmesinde oluşan "ortak görüşte" çatlaklar meydana gelmiştir. Bu çatlaklar  KCK'nin ve kamuoyunun gözünde "cemaatin sorumlu olduğu" kanısının zayıflamasını beraberinde getirmiştir. Hatta daha da ileri gidilerek, "cemaatin bu işte olmadığının" yolu açılmış durumdadır.

Zaten cinayetten cemaatin sorumlu olduğu konusunda onca imkanı elinde bulunduran devlet bu konuda ortaya bir delil koyamadı. Tersine cinayetten MİT'in sorumlu olduğu konusunda çok sayıda delil ortaya çıktı. Cinayet konusunda gizemini koruyan Fransa, Cinayetlerde resmi Türkiye ilişkilerine ulaşabilecek bilgilere sahip olmasına rağmen bunları resmen açıklamamış olması, Fransa'nın Türkiye'nin cinayetteki bağlantısı olduğu şeklinde yorumlanabilir. Eğer, cinayetler Türkiye'nin iddia ettiği gibi "cemaat vs" ile ilgili olsaydı, Fransa bunu Türkiye ile ilişkileri nedeniyle gizleme gereği duymaz, Türkiye ile  Fransa, Türkiye'nin doğrudan doğruya işin içinde olduğunu bilerek bunu, Türkiye'ye karşı koz olarak kullanmak istemiş olabilir. Aynı dönem içinde Türkiye'nin üst düzeyindekilerin Almanya tarafından dinlendiğinin de bilinirliği ile birlikte değerlendirildiğinde bu konuda sağlam delillerin olabileceğini söylemek mümkündür.

Erdoğan ve MİT'in "Cinayetleri cemaate yüklemekteki amacı" nedir?

Paris cinayetlerinin "cemaatin işi" olduğunu Erdoğan en etkili bir şekilde 30 Mart 2014 Seçimleri öncesinde Şanlıurfa mitinginde bizzat söylemiştir. Erdoğan'ın Urfa mitingi öncesinde, Urfa'da "Osman Baydemir rüzgarı esiyor, anketlerde AKP ile başa baş gösteriliyordu. Erdoğan bu rüzgarı dağıtmak için Urfa mitingine çok önem vermişti. Kürtleri en hassas noktasından yakalayarak Paris cinayetini usta bir şekilde Cemaatin üzerine atmıştı. Bu gerçekleri ters yüz etmekti; Kürtlere cemaati gerçek düşman diye gösterip, kendisini çözüm isteyen taraf gibi göstermekti. Erdoğan bunu söyledikten sonra Urfa'da yeniden bir çıkış yakaladı. Çözüm sürecinin kendisi tarafından sürdürüldüğü, cemaat tarafından engellenmeye çalışıldığını söylemekle çözüm sürecinin gerçek sahibi olduğu imajını verdi. Bu AKP için iyi Kürt Siyasal Hareketi(KSH) için kötü oldu.

AKP ve Erdoğan siyasi sorumlu olarak, olumsuz gelişmelerin hiçbirinden kendisini sorumlu tutmaktan ustaca kaçındı.AKP'nin henüz egemen olmadığı dönemde, yapılmayanın sorumluluğunu hep "vesayetçi güçlere" yükledi. Egemen olduktan sonra da bunu "cemaate" yükledi. İşin ilginç yanı KSH'nin de bu konuda AKP'nin söylemini dolaylı da olsa benimsemiş olmasıdır. Sakine Cansız, cinayetinde, gerek KSH'nin gerekse, AKP'nin "cinayet MİT içindeki cemaatçilerin eylemi" olduğu yönündeki benzer söylemdir. Bir çok konuda farklı düşünen AKP ile KSH'nin üstelik çetrefilli bilinmezliklerle dolu bu cinayetin sorumluluğunu Cemaat'in üzerinde atmaları ne kadar gerçekçi? AKP, açısından bakıldığında, politik çıkar bakımından kendi suçunu başkasına atmak normal gelse de bu şekilde yansımasının KSH açısından normal olamaz. Neticede öldürülen kişi PKK'nin öncü/simge kadın önderlerinden biridir. Diğer iki kadının örgütün uluslar arası alanda rolü olanlardır. Bunların öteden beri Türkiye istihbaratının hedefinde olduğu biliniyordu.
Cinayetin MİT tarafından planlanıp, gerçekleştirildiğine dair en önemli delil olan MİT'in orijinal belgeleriyle ortaya koyan cemaattir. Eğer cemaatin bu cinayette rolü varsa, cemaat neden bu cinayetlerle ilgili belgeleri ortaya çıkarsın ki? Bu belgelerin gerçekliği karşısında cemaat üzerine atılmasındaki niyet nedir? AKP ve KSH'ne göre "çözüm sürecini engellemek" olarak gösteriyor. Siyasi karar verme gücü bu kadar kısıtlı olan bu grup ellerindeki imkanlarla cinayet işleyebilecek gücü nereden alabilmektedir? Her şeyden önce buna benzer olayları olmuş mu? Daha önce KCK, Ergenekon ve Balyoz gibi soruşturmaları kendi başına yapmış mı yoksa AKP'nin siyasi/hukuki desteğiyle mi yapmıştır. Tüm bu soruların cevabı verilmeden, cemaatin engelleyici/geçmişteki derin devlet olduğu yönündeki söylemler abartılıdır. Bana göre, AKP'nin desteği ortadan kalktıktan sonra, cemaatin varlık/yokluk sorunu çerçevesinde komplovari cinayetlere başvurması mümkün değildir. Emniyet ve yargı içinde etkili olduğu dönemde, bu etkinliğini mevcut yasalar ve bu yasaların yorumlardan almaktaydı. AKP hükümeti olumsuzluklara neden olabilecek yasalar konusunda hiçbir değişiklik yapma yoluna gitmedi. Konuyu, yargının bir sorununa indirgedi.

Burada sorulması gereken soru "her şeye rağmen" KCK neden süreci devam ettiriyor? Şu veya bu şekilde "suskunluk kumkumasına" bürünmek Kürt tarafına ne kazandırıyor ki?

 Hele hele, Cemaatin onca tasfiye/tutuklanmasına rağmen devletin bu konudaki yalanlarına prim verilmeye devam ediyor oluşu doğrusu insanı şaşırtıyor. "Ortak vatan, demokratik ulus, demokratik cumhuriyeti" Kürtlere yedirmenin bedeli mi ödetildi acaba? 


***

ORTAK AÇIKLAMA İYİMSERLİĞİ (!)

"ORTAK AÇIKLAMA" İYİMSERLİĞİ(!)




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
 01.03.2015 

Günlerdir beklenen an nihayet geldi. HDP İmralı heyeti ile Hükümet yetkilileri bir araya gelerek "ortak açıklama" yaptılar. Bu ortak açıklamaya devletin katılımı "tarihi bir adım" olarak nitelendirilerek, devletin "adım attığı" algısı oluşturuluyor. AKP'nin "ortak açıklamaya" katılması "tarihi" değil, sıradan bir olaydır. Asıl, ortak açıklamayı "tarihi" kılan, henüz müzakere yapılıp yapılmayacağı kesin olmayan bir konuda Kürt Siyasal Hareketinin(KSH) minimalize ve belirsizliklerle dolu bir metni ortak açıklama çerçevesinde okuyarak kamuoyu önünde "taahhüt altına girenin KSH" olduğu algısı oluşmuş durumdadır. 

AKP Hükümeti açısından bakıldığında AKP yetkilileri daha da ileri giderek, KSH'nin ileri sürdüğü "KCK'lilerin Öcalan'la görüştürülmesinin sağlanması" dahil olmak üzere daha ileri adımlar atabilir. AKP geçmişteki uygulamalarıysa bunun sayısız örneklerini ortaya koydu. AKP bunu yaparken, İmralı çözüm süreci bürokrasinin bütünsellik içinde "kamusal" bir duruma getirilişinin AKP'ye sunduğu avantajlar, AKP'nin rahatlığının en önemli nedenidir. Bu şekilde AKP atacağı adımların sınırını karşısına kabul ettirirken, karşısındakini de kendisine mecbur olacak durumda bırakmaktadır. Hatta AKP, bazen daha da ileri giderek "İç güvenlik" adı altında kabul edilemez yasal düzenlemeleri dahi kolayca çıkarılmasını sağlayabiliyor. Çünkü, KSH'nin yerel yönetimlerin güçlendirilmesini talep etmesine rağmen AKP'nin Türkiye'nin başkana doğrudan bağlanmasını sağlayan merkeziyetçiliğin artırılmasını esas alan MİT ve Yargı alanındaki düzenlemeler AKP'nin bu konudaki eğilimlerini ortaya koyuyordu. Bu düzenlemelere karşı etkin bir mücadele yapmamış bulunan HDP'nin İç güvenlik yasasına karşı çıkışı yetersiz oluyor. 

Son oturumlardaki cılız karşı çıkışının ne kadar etkili olduğu da görüldü. Kuşkusuz, bu tepkinin gösterilmesinde CHP ve MHP'nin de karşı çıkışı dikkate alınmalıdır. Bu karşı çıkışları yatıştırmak için AKP, iç güvenlik yasa tasarısını geri çekebilir. Ancak bu geri çekme, tamamen ortadan kaldırma anlamına gelmez, bu yasadan önce çıkarılan yasaları tamamlamak üzere iç güvenlik paketi yeniden gündeme gelecektir. Şimdilik "ortak açıklama" ile seçimlere sakin bir şekilde gidileceği ortaya çıktığı için iç güvenlik yasasına şimdilik ihtiyaç da kalmamıştır. 

Asıl ihtiyacın seçim sonrasında ortaya çıkıcak siyasal tabloya göre belirlenecektir. 
Bilindiği gibi Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, "ortak açıklama söz konusu değil” demişti. Arınç'ın bu açıklamasından kısa bir süre sonra Pervin Buldan'ın deyişiyle "Bülent Bey'e selamlar" deniliyorsa, KCK Yetkilisi Mustafa Karasu'nun "ortak açıklama" öncesinde ANF Ajansında, "AKP Hükümeti Önderliğin ortaya koyduğu 10 başlıkta müzakere edip sorunu çözecek midir, çözmeyecek midir? Bu sorunun cevabı çok önemlidir. Bu sorun çözülmeden PKK silah bırakacak, PKK Kongresini yapıp silah bırakma kararı alacak biçimindeki yaklaşımlar demagojidir, aldatmak ve sorunu çarpıtmaktır." Açıklamasına da birilerinin "Karasu'ya selam" demek gerekmiyor mu? Gerek Arınç'ın gerekse Karasu'nun açıklamasını "selamlar" diyerek küçümsemek, yok saymak doğru değildir. Tersine, soruna da çözüme de birbirinden uzak bakış açılarıyla bakılmaya devam ediyor. Ortaklaşma tam yokken, "ortak açıklamadan" bir sonuç beklemek iyimserlikten öte saflıktır. 

Ortak açıklama ile görev yine KSH'ne düşmüştür. Bunun en önemli sonucu da şimdiye kadar devam eden ateşkesin KCK'nin "bugüne kadar sürdürdüğümüz ateşkesi tahkim edilmiş hale getirmek için biz de sorumluluklarımızı yerine getireceğimizi" şeklindeki açıklaması olmuştur. Tahkim edilmiş ateşkes, bundan önceki ateşkesin kapsamını aşacak şekilde, (hendek, yol kesme, kepenk kapama vs.) olabilir. Bunun en önemli sonucu da seçim güvenliğinin sağlanmış olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında "çözüm süreci" adına idari nitelikli kararlar dışında adımların atılması Haziran seçimlerinden sonra oluşacak yeni hükümete bırakılmış durumdadır. Bu nedenle, Demirtaş ve KCK'nin devlete çağrı yaparak "derhal müzakereye geçilmesi" çağrısı beklentisi yüksek bir çağrıdır. Yukarıda da belirttiğim gibi, hükümet güvenlik yasa taslağında değişiklik veya rafa kaldırma yoluna giderek, tepkileri "karşılamış gibi" görünerek durumu idare etmek yoluna gidebilir. 

"Ortak açıklama"nın "tarihi" olarak nitelenmesi için daha çok atılması gereken adımlar olmalıdır. Geçmişte yapılan/yapılmayanlara bakılırsa bir tür "zaman kazanma, top dolaştırma, oyalama"nın devam edecektir. Umarım, taraflar, "ortak açıklama"yı "ortak çözüm" açıklamasıyla taçlandırırlar. 

***

6-8 EKİM OLAYLARI AKP/HÜDA-PAR İLİŞKİSİ VE KÜRT SİYASETİNDE YENİ ARAYIŞLAR

6-8 EKİM OLAYLARI AKP/HÜDA-PAR İLİŞKİSİ VE KÜRT SİYASETİNDE YENİ ARAYIŞLAR




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
14.02.2015 

Hüda-Par ve AKP’nin 6-8 Ekim Olayları ve Kobané’ye yaklaşımı birbirine benzemektedir. 6-8 Ekim Kobané’ye destek eylemleri, Kürtler açısından önceden planlanmış eylemler değildir. AKP Hükümetinin(İçişleri Bakanı Efkan Ala) IŞİD'e destek vererek, IŞİD'in Kobané'yi düşürmeye çalışması, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın da "Kobané düştü, düşecek" demesinden sonra oluşan spontane bir tepkinin dışa vurumudur. Devlet ve Hüda-Par, Kürt halkından böyle bir tepkinin gelebileceğini tahmin ederek, önceden önlem alarak örgütlenmiş olabilirler. Ancak tepkinin kapsam ve derecesi hiç kimsenin ön göremeyeceği büyüklükte olunca bunun karşısında AKP de HDP de şaşkınlık yaşadı.(*) 
Askeri birliklerin sokağa inmesinin dahi tansiyonu düşürmeye yeterli olmadığı görülünce, Davutoğlu’nun MİT’i devreye koyup, Öcalan’dan “eylemlere son verilmesi” çağrısını almış olması ve bu çağrının Demirtaş tarafından okunmasıyla tansiyon düşebilmiştir. Sanırım, Erdoğan ve Davutoğlu'nun "çözüm sürecine" yaklaşımları arasındaki ilk farklılık da bu konuda yaşandı.(Erdoğan'ın CB olduktan sonra verdiği resepsiyonda, Genel Kurmay Başkanı Necdet Özel'in çözüm sürecinden haberimiz yoktur anlamına gelen sözleri, Ergenekon hükümlüsü Doğu Perinçek ile Erdoğan'ın Kobané konusundaki yaklaşımlarındaki benzerlik vs.) Aslında, IŞİD’le iş yapma kararı veren AKP’nin bir çözüm süreci derdi olmadığı da biliniyordu. Kürt halkının sert tepkisi, Kobané’nin düşmesinin kolay olmadığını gösterdikçe, Türkiye çözüm sürecine sarılmaktan başka bir çıkış yolu görmeyince çözüm süreci görüşmelerine yeniden başlamaya karar verdi. Kobané ile ilgili olarak Öcalan’ın çözüm süreci ile Kobané bağlantısını kurmuş olması, Kobané düşerse, darbe olacağını söylemiş olması, IŞİD’in Ortadoğu’nun JİTEM’i olduğunu söylemiş olması, çözüm sürecinin neredeyse Öcalan’la dahi bittiğini gösteren bulgulardı. Kürtlerin, Türkiye'nin ve dünyanın dört bir yanında demokratik gösteri hakkı çerçevesinde tepkilerini ortaya koyması, dikkatlerin Kobane'ye yönelmesine, sınırlı da olsa Kobane'ye koridor açılması, hem Kobane'nin düşmesini önledi hem de çözüm sürecinin devamını sağladı. Aksi gerçekleşmiş olsaydı, Kobane'de IŞİD'in, Türkiye Kürdistan'ında Hizbullah'ın AKP'nin yedeğine girmesi anlamına gelecekti. Hizbullah'ın manipülatif bir şekilde kendisini Kürt-İslami kesimlerin temsilcisi olarak göstermesi bu şekilde görünür hale gelecekti. Böylece, Türkiye Kürdistan’ı ile Rojava arasındaki hayat bağları kesilmiş olacaktı. Üstüne üstlük Hizbullah/Hüda-Par, Bunu kendi gücüne dayanarak yapmak yerine devletin ve AKP’nin gücüne dayanmıştır. Diyarbakır’da Yasin Börü’nun öldürülmesi gündemde tutulup, bundan KSH sorumlu tutularak, KSH dışında kalan toplumsal kesimlere devleti veya Hüda-Par’ı adres olarak gösterilmiştir. Burada, devlet tarafından Hüda-Par o kadar ustaca kullanılıyor ki, çözüm sürecinde Kürt hak ve özgürlüklerinin kolektif olarak tanınmasının önlenmesidir. Kürtleri, kendi içinde güvenlik/kamu düzeni ihtiyacı içinde bırakarak, kendi güvenlik aygıtını kalıcı hale getirmektir. Geçmişte, bu Hizbullah’la birlikte Köy Koruculuğu aracılığıyla yapılıyordu. Özellikle, köy koruculuğunun dayandırıldığı aşiretlerin toplumsal yapısından faydalanılarak, Kürt toplumu içinde asimetrik bir gücün Kürt örgütlülüğünün sınırlandırılmasında rol oynuyordu. Köy koruculuğunun eski önemi kalmamış olsa da bu kurumun tamamen kaldırılmaması nedeniyle her an eski işlevine dönüşümü kolaydır. Gerek Hizbullah’ın gerekse Köy Koruculuğunun dönüşümünün yapılmayışında KSH’nin bu konuda güven verebilecek politik adımların atılmayışının rolünün olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır. Varlığını devlete borçlu olan kesimlerin, bu avantajlarını kaybetme korkusu, olası KSH’nin hegemonluğunda kendilerine zarar verebileceği kuşkusu devam ettiği müddetçe, onların devlet veya devletin paramiliterliğine dayanma ihtiyacı kendisini hissettirecektir. İşte, demokratik siyaset bunun için gereklidir. Bunların KSH’nin içinde temsili zorunlu değildir. Demokratik siyaset içinde kendi özgünlüğü içinde örgütlülüğünü yapmak onların en doğal hakkıdır.
Hüda-Par’ın amacı, sömürgeci gücün Kürdistan’da sökülüp atılması halinde, sömürgeci güçten geride kalan ve varlığını sömürgeci gücün varlığına bağlamış bulunan toplumsal kesimlere kendisin koruyucu olarak gösterip, Kürt toplumu içinde taban oluşturmaktır. Bu toplumsal kesimlere PKK’nin gelecekteki olası iktidarında “Eğer güç ve imkânları olursa İslami kesimler başta olmak üzere herkese karşı PKK’nin tutumunu daha ağır olabileceğini” ileri sürerek, kendilerini PKK karşısında koruyucu bir güç gibi gösteriyorlar. Bunu kendi başına yapmaktan çok AKP ve devletle beraber yapmaktadır. Devletin, buraları bırakıp gitmesi halinde, orada devleti kendi adlarına sürdürebilecek bir yapı haline getirmeye çalışıyorlar. Bunun önünde en büyük engel olarak da KSH’nin siyasal ve askeri gücünü görüyorlar. Hüda-Par’ın bu süreç zarfında, Köy korucuları, devlet yanlısı aşiret ve cemaatlere yönelik çağrı ve çalışmaları dikkatten kaçmıyor. Bu çalışma ve çağrılarda anormal bir durum yoktur. Ancak Hüda-Par’ın ileride oynayacağı role bakacak olursak, bunu Türk devlet gücünün yerini alma amaçlı olduğunu görebiliyoruz. Siyasi İslam’ın iktidarın kalbine yerleşmesiyle birlikte kendisi açısından bunun avantaj yaratacağını biliyor. Kürdistani bir perspektifi olmadığı için, siyasal İslam eksenli Türk politikasıyla çelişki yaşamayacağı açıktır.
Hüda-Par’ın gelecekte Kürdistan uluslaşması ve bağımsızlaşması önünde engel olacağı, Kobané’deki IŞİD saldırısını “PYD ile IŞİD’in alan hâkimiyeti mücadelesi” şeklinde niteleyişi, onların bu konudaki niyetlerini açığa çıkarmaktadır. Hüda-Par, AKP’yle paralel olarak PYD’yi İslam dışı, IŞİD’i İslami bir yapı olarak göstererek, IŞİD’ın Kürtlere saldırısını, “Kafirlere” karşı verdiği görüşünü paylaştıklarını ifade ediyorlar. IŞİD’in Kobani’deki İslami yaşama ne kadar yabancı olduğu ortadadır.
Hüda-Par, PKK'nin yönetime gelmesi halinde devletten oluşacak boşluğun PKK tarafından doldurulacağını söyleyerek İslami kesimleri kendi tarafına çekmek için PKK karşısında yoğun ideolojik propaganda yapıyor. Bir yandan elindeki bilgileri hükümete verip, KSH'ni hükümete şikayet etmekte öte yandan PKK ile AKP'nin anlaşıp Kuzey Kürdistan'da yönetimin PKK'ye bıraktığı propagandası yapılarak İslami kesimleri kendisine doğru çekmeye çalışmaktadır. Bunu en yoğun olarak da KSH'nin en etkili olduğu yerlerde yapmaktadır. KSH'nin zayıf olduğu, Ş.Urfa gibi yerlerde ise meydanı AKP'ye bırakıyor. Hedefinde AKP yoktur. Olmuş olsa islamiyet hassasiyetinin en yoğun olduğu yerlerde örgütleme yapması gerekirdi. KSH'nin ezici üstünlüğü olan Dargeçit ve Bulanık'ta Kobani protestocularının üstüne devletle birlikte ateş açtılar. Bir kere Hüda-Par PKK'yi din ve İslam dışı olarak nitelediği için mevcut zayıf durumunda dahi onun meşruluğunu kabul etmiyor. Etkin olması durumunda ne yapacağı tahmin edilebilir.
Kürdistan'da AKP biterse AKP'ye oy veren milyonlar hangi partiye yönelecekler. 

Bu tabanın ihtiyaçlarını ne PKK ne de Hizbullah karşılayabilir. Bunların Kürtlük paydasında kendisine özgü yapılamaları oluşturmaları gerekmektedir. Aksi durumda bu kitle üzerinden PKK ve Hizbullah büyük çatışma içine girebilirler. Bunlar kendi demokratik örgütlemelerini sağlarlarsa her iki parti arasında dengeyi de sağlayıp, onların demokratik siyasete uyumunu sağlayabilirler. Bunların bu dengeyi sağlama gücü vardır.
Suriye ve Irak örneklerine bakalım. Kısa bir süre önce olması bakımından Suriye ve Rojava'nın durumu bir çok derslerle doludur. 2012'de Esad, Şam'da sıkıştığı anda Kuzey Suriye'den güçlerini çekti. Kürtlerin yoğun olduğu yerlerde yönetim Kürtlere, İsyancıların yoğun olduğu yerlerde ise isyancılar yönetimleri ele aldı. Yönetimi eline alanlar kim olursa olsun olaya askeri yönden baktılar. Silahlı olanlar politika üzerinde etkili olarak farklılıkları ya kendileri gibi davranmaya ya da orayı terk etmeye zorladılar. Farklılıklar özellikle orta sınıfları teşkil eden silahsız savunmasız toplumsal kesimler topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Kimisi rejimin etkili olduğu yerlere kimisi de komşu veya Avrupa ülkelerine gitmeyi tercih ettiler. Orta sınıfların savaş ortamında yok oluşu bu şekilde ortaya çıktıkça meydan sadece savaşları düşünenlere kalınca savaş kısa zamanda oradakilerin yaşam biçimi haline gelir. Hayatında eli silaha değmemiş insanlar bir anda savaş makinelerine dönüşürler. Suriye'nin kuzeyinde yaşanan buydu. Bu nedenle toplumsal dinamikler yok oldular. Kim olursa olsun radikaller ve fanatikler etkili oldular.
Irak Kürdistan'ı açısından bakıldığında, Rojava'dakine benzer bir durum olmadı. Saddam öncesinde Kürt toplumu farklı siyasal renkleriyle birlikte yaşıyorlardı. Serbest seçimler yapılıyor, YNK, PDK ve İslami partiler demokratik siyasette yerini alabiliyorlardı. Aynı durum Irak diğer bölümleri ve özellikle Sünni bölgeleri için geçerli değildi. Bu nedenle bu bölgeler tıpkı Afganistan'da olduğu gibi sonsuz savaşın merkezi haline gelerek hem Irak'ın geneli hem de Irak Kürdistan'ının istikrarını tehlikeye koymaya devam ediyorlar.

Sömürgeci ve işgalciler er geç gideceklerdir. Önemli olan onlar gittikten sonra geri kalanların çatışmamasıdır. Aksi durumda sömürgeci ve işgalciler yeniden geri döneceklerdir. Hem de bir kurtarıcı gibi.

İslamiyet, Kürdistan’ın bir gerçeğidir. Geçmişte, nasıl rol oynadıysa gelecekte de bu rolünü oynamaya devam edecektir. Kürtlerin, İslam’la ilişkisi, devletle birlikte var olan bir ilişki değildir. Bu nedenle, Kürtlerde iktidar hırsıyla dinin siyasallaşması, devletli toplumlardan farklı olarak gelişmiştir. Bunun sonucunda, Kürt ulusal kimliğinin oluşumunda İslam’ın önemli bir yeri vardır. Temelinde sekülerlik olsa da PKK’nin İslam’a yaklaşımındaki bakış açısı benzer hareketlerden oldukça farklıdır. Hüda-Par, PKK’nin bu bakış açısını bilmesine rağmen, kendisini Kürdistan’daki Müslümanların temsilcisi sayarak, kendisini Kürt sorunu ve çözümünde PKK’den daha fazla yetkili olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Siyasal anlamda, bir hareketin varlığı, kendi benzerleri üzerinden değil de asıl mücadele etmesi gereken güç karşısındaki konumuna göre belirlenir. Hizbullah ve Hüda-Par’a bakıldığında, bunların kendilerinden doğmuş bulunan sömürgeci güç karşısında herhangi bir duruşu ve çatışması yoktur. Duruş ve çatışmasının ana ekseni, kendi içindeki İslami Kürt kesimleriyle, PKK’ye yakın duranlara karşı duruş ve çatışmasına dayanmaktadır. İslam eksenli politika yapmak doğru bir tutum olmasa da, ilahi yapılması gerekiyorsa, bu konuda bir boşluk olduğu kabul edilmelidir. Bu boşluğu doldurması gerekenin Hüda-Par olmayacağı da bilinmelidir. AKP’yi yanına alıp, kendisini buna monte etmek ahlaki olmadığı gibi siyaseten de yanlıştır.


***

SİSTEMİN "HEGOMONİK" SÖYLEMİNE TUTULMAK SORUNU

SİSTEMİN "HEGOMONİK" SÖYLEMİNE TUTULMAK SORUNU





Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
08.02.2015 

100 yıla yakın Kürtlerin ulusal, Alevilerin dinsel asimilasyonuna karşı büyük karşı koyuşlar olsa da, bu karşı koyuşun ön saflarında yer alanlarda bile zamanla sistemin "hegemonik söylemleriyle" aynı safa düşmekten geri kalınmıyor. Bu söylemlerin başında "Kürt sorunu" ve "Alevi sorunu" söylemlerinin söylene söylene kavramlaştırılmasıdır. Bilindiği gibi 'sorun' Arapça'da 'Mesele' Batı dillerinden Türkçe'ye 'problem' şeklinde geçmiştir. İster sorun, ister mesele isterse problem diyelim; temel anlamı, olumsuzluktur. Batı emperyalizm ve yayılmacılığının kendi dışındaki yerlere gidişinin asıl nedenini gizlemek için kendisini 'uygarlaştırıcı / modernleştirici misyonerliği' şeklinde tanımlamıştır. Eğer bir burada bir problem varsa o problem, Batı'nın kendisini bu misyonla tanımlamasıdır. Batılı bunu kendisinden emin olarak söyler, bunun sorgulanması mümkün değildir. O nedenle geldiği toplumun hastalıklı ve sorunlu olduğuna inanmakla kalmaz bu inancını oradaki toplumun siyasetçisi ve aydınına da kabul ettirir. Bir şeyi 'sorun' olarak kabul ettirdiğiniz zaman 'çözümü' de onlar kendilerine göre getirirler. 
Kürtler, Aleviler ve giderek İslam'ın bir sorun gibi algılanması için büyük eğitim seferberlikleri yapılır. Örneğin, Kürtlerin Türkçe okuma yazma öğrenmesi adı altında, Yoksul Kürt çocuk imgesi kullanılarak, buna meşruiyet kazandırılır. O çocuğun, ana dilini unutup, Türkçe öğrenmesi bir sorun veya hastalıktan kurtuluş olarak gösterilir. Buna karşı çıkmanın anlamsız olacağı düşüncesi toplumda yaygınlaşır. O nedenle, toplumların temel hakların 'sorunlaştırmak' başlı başına sorundur. 
Türkiye seçimlere doğru gidiyor. Seçimler açısından bakıldığında 'birinci dereceden genel oya' dayalı seçimler 65-70 yıldan beri yapılıyor. Uygulanan seçim sistemleri, seçim hileleri, demokratik olmayan parti sistemlerine rağmen seçimler hep yapılıyor. Seçimlerin bu şekilde yapılması başlı başına bir sorun olduğu halde, buna karşı çıkanlar sorun olarak görülüyor. Karşı çıkanlar kendilerinin sorun olduklarını içselleştirerek her defasında yapılan seçimlerin Türkiye tarihinin en önemli seçimleri olduğu vurgulanır; en önemlisi Kürtler adına politika yapanlar da bunu söylemekten geri kalmazlar. 1999 ve 2002'de seçimler yapılır, yüzde on barajının aşılmadığı bilindiği halde, 'Türkiye için tarihi' bir seçim denilerek, seçimlere girilir ancak baraj aşılmaz. Hiç kimsenin aklına 'seçimlerin Kürtler için' tarihi önemde olduğu vurgulanmaz. Bu da Kürt siyasetinin, farkında olmadan 'Kürtlüğü ve Kürdistaniliği' Türkiye içinde eritme anlamına gelir. Olan sadece ''Türk' yerine 'Türkiye'nin geçişidir. Bu Daha da vahimdir. Çünkü, Türklük bir köken iken, Türkiye onun bulunduğu yerdir. Bunun içinde, Türk vardır. Kürt, Ermeni, Arap vs. yoktur. İran'da yaşayan bir Kürt kimliğini İranlı, Irak'ta yaşayan bir Kürt, Iraklı, Suriye'de yaşayan Kürt kendi kimliğini Suriyeli olarak tanımlıyor mu? Kaldı ki, ne İran, ne Irak ne de Suriye adlandırmasında 'Türk'te' olduğu gibi etnik kökenlilik esas alınmamıştır.  Salt coğrafi bir adlandırmadır. İran için Acemya, Irak ve Suriye için Arabiya denilmemiştir. Türkiye, kendi söylemini Türkiye dışındaki Kürtleri ifade etmek için Kuzey Irak, Kuzey Suriye, Doğu İran söylemini kullanıyor. Kendi denetimindeki Kürdistan'ı ise Doğu ve Güneydoğu diyor. Kürt siyasetçiler de zamanla bu söylemlere uyum gösteriyorlar. İşte, başkasının yapay bir şekilde sorunlaştırdığını, sorun olarak görmek burada başlar. 
Aşağıdaki söz, Kürt Siyasal Hareketinin(KSH) önde gelenlerinden birine aittir. 
"Türkiye, tarihinin en önemli genel seçimlerine giriyor.seçim sonuçları ülkenin geleceğini belirleyecektir." İşte "Türkiye içselleştirmesinin" geldiği nokta budur. Ne yazık ki, ister parti olarak ister bağımsız olarak seçimlere girilsin değişen bir şey yoktur. Oysa, Kürtlük ve Kürdistaniliğin mecrası açıktır. Gerekli gücün orada olduğu biliniyor. Buna rağmen seçim zamanı olsun, seçim zamanı olsun var olup olmadığı, ne kadar olduğu bilinmeyen "devrimci demokratik güçler" klişesi kullanılıp, Mahirlerin, Denizlerin ve İbrahim Kaypakkayaların özlemi olan halkların birliği, kardeşliği, ortak mücadelesinden söz ediliyor. Kürtlerin mücadelesi bir anda geçmişte kalmış birkaç "isyancı" gençlik liderine eklemlenerek onların devamı gibi gösteriliyor. Aslında böyle yapmak onlar ve onun peşinden gidecek devrimci ve demokratlar için de iyi değildir. Bu anlayış o kadar ileri gidiyor ki, emek vermiş Kürt devrimcisinin emeğinin yok sayılmasına ve bunun başkalarının hizmetine girmesine kadar gidebiliyor. 
Söylemlerin klişeleşip normalleşmenin gidip dayanacağı yer hegemon anlayışın her tarafı kaplamasıdır. 
Özgür Gündem yazarı Ahmet Pelda, 2 Şubat 2015 tarihli "Kobanê’de Kürt aydınının Türk aklı" başlıklı yazısında "Lokal ve global düşün eksenimizi Kürdistan’dan dünyaya olacak şekilde ele alırsak, sanırım kendimize de halkımıza da politik güçlerimize daha çok katkı sunacaktır." Diyerek buna dikkat çekmiştir. (http://www.ozgur-gundem.com/index.php?haberID=125129&haberBaslik=Kobanê’de%20Kürt%20aydınının%20Türk%20aklı&action=haber_detay&module=nuce&authorName=Ahmed%20PELDA&authorID=71 )
Kendi dışındakiler için gösterilen yumuşak ve demokratik anlayış, kendisine yakın olanlara gösterilmeyiş de ayrı bir çelişki gibi duruyor. Tam da, dışarıda sinen, içeride ana ve çocuklara karşı acımaz olan babanın durumuna ne kadar benziyor değil mi? 
Merkeziyetçi anlayış, Batı'dan Türklere, oradan da Kürtlere ne kadar da kolay geçiyor ancak Kürtlere geçen merkezcilik farklı anlamdadır. Kendi toplumu üzerinde kendisini merkez yapma şeklindedir. Diyelim ki, ülke tek adamlılığa doğru gidiliyor, buna dur demek için adı ne olursa olsun(cemaat, CHP vs) size bir çağrı yapıyor. Birlikte, ortak hareket edilmesi gerektiği söyleniyor ve bunun toplumsal karşılığı da olduğu halde, bunu duraksamadan reddediyorsunuz. 
Bilindiği gibi, HDP'nin yüzde on barajına rağmen parti olarak seçime katılması tartışmasında "bağımsız olarak" seçime girmesi konusunda düşüncesini açıklayanlar, korkaklıkla, AKP'lilikle, CHP'lilikle suçlandılar. Halbuki, seçimlere ne şekilde girileceği konusunda sadece HDP merkezinin değil, her şeyden önce ona oy verenleri hatta CHP/MHP/AKP'yi de ilgilendirmektedir. 
HDP ve KSH, "bağımsız olarak seçimlere girilmesi gerektiğini" söyleyenlere karşı ileri sürdürdükleri "HDP'nin baraj sorunu yoktur" yaklaşımı politik duruş ve iddia açısından doğrudur. Bir parti buna inanarak adım atabilir. Bu onun parti olma niteliğinin sonucudur. "Bağımsızlarla seçime girmek HDP projesini boşa çıkarmak olur." Demek ise yanlıştır. Çünkü, yapılmak istenen Halkların Demokratik Kongresi(HDK)'nin başarılı olduğu söylenebilir mi? Onun yerinde esen küllerinin yerine konulan HDP'nin, eş başkanlığı dahil olmak üzere BDP'ye göre bir artısı yoktur, eksiği vardır.(EMEP, HDP'den çekilmiştir.) ve de sol ve sosyalist olarak adlandırılan kesimlerle aralarındaki mesafe daha fazla açılmıştır. ÖDP dahi kendisini, HDK'den çok CHP'ye yakın görmektedir. 
HDP, merkeziyetçi söylemiyle farkında olmadan sistemin kodlarının etkisinde kalarak sisteme karşı mücadele etmesi mümkün değildir. Hele hele HDP'nin bir çok kesimler tarafından "çözüm süreci mekanizması/enstrümanı" olarak görülmesi, devlet muhataplığının, toplumsal muhataplığın önüne geçmiş olması işi daha da zorlaştırıyor. 
Sistemin "hegemonik" söylemlerine tutulmamak, demokratik siyasetin temeli olmalıdır. Kendinizi hegemonik söylemden koruduğunuz oranda toplumsal güçler, farklılığınızı görerek size daha fazla yönelecektir. 

***

HAZİRAN 2015 SEÇİMLERİNDEN SONRA 1990'LI YILLARA DÖNÜŞ OLABİLİR Mİ?

 HAZİRAN 2015 SEÇİMLERİNDEN SONRA 1990'LI YILLARA DÖNÜŞ OLABİLİR Mİ?

 
Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
01.02.2015 


2001 Yılında yaşanan ekonomik kriz ve sonrasında oluşan alternatifsizlikten en büyük kazancı AKP elde etti. AKP, elde ettiği bu başarıyı süreklileştirip, giderek gücünü artırdı. Geçmişte, askeri vesayet vs.den söz eden AKP, vesayet makamı haline geldi. Bunu kalıcılaştırmak için, Cumhurbaşkanı yaptığı Erdoğan’la fiili başkanlık sistemine geçti. Başkanlık, fiili başkanlık, yargının yürütmenin bir parçası haline gelmesi, Türkiye siyasetinin en önemli sorunları haline gelmiş durumdadır. Genel seçimlere dört aya yakın bir süre kaldı. AKP karşısında ciddiye alınabilecek bir alternatifin olmayışı, Haziran’da AKP’ye dört yıl daha iktidar fırsatı sunuyor. Haziran ayında yapılacak seçimlerde AKP’nin bu seçimdeki başarısı daha önceki seçimlerden farklı olacaktır. AKP ilk kez Tayyip Erdoğan’ın genel başkan olmadığı bir seçime giriyor. Seçimlerden önce HSYK ve Yüksek Yargıda yaptığı düzenlemelerle, kendisini hukuki denetimden uzak tutacak bir iktidar gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Dünyada yaşanan sorunlar, Ortadoğu’da radikal İslam’ın giderek etkili olması, AB’nin yaşadığı ekonomik sorunlar, siyaseten Türkiye’yi demokratikleşmeye zorlayacak AB’nin etkisini de azaltmaktadır. Kendi ekonomik sorunlarıyla içe kapanmış Avrupa karşısında diğer ülkelere göre ekonomisi daha istikrarlı olan Türkiye’nin durumu AKP’yi rahatlatmaktadır. 17-25 Aralık 2013 Yolsuzluk Operasyonları, AKP’nin bu tür operasyonlar karşısında ne kadar kırılgan olduğunu ortaya koyuyor. AKP’nin 17-25 Aralık operasyonlarını “darbe” olarak nitelemesi şaşkınlığının bir sonucudur. Aslında, AKP’nin ilk kırılganlığı ve zayıflığı “Gezi direnişi” ile ortaya çıkmıştı. Tam olarak Gezi’yi savuşturduğunu sandığı bir anda 17-25 Aralık operasyonları geldi. Bundan sonra AKP için ‘çözüm süreci’, ‘demokratikleşme’, ‘yeni Anayasa’ önemli değildi. Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin geleceği ve güvenliği her şeyin önüne geçmişti. AKP ve Tayyip Erdoğan bu bakımdan kendisini güvende hissetmediği sürece, ‘çözüm süreci’, ‘demokratikleşme’, ‘yeni Anayasa’ rafa kalkacaktır. Varsa, yeni bir Anayasa değişikliği, o da “Erdoğan Tipi” başkanlığı esas alan bir Anayasa değişikliği olacaktır.   
Türkiye’nin durumu, 1991 Seçimlerindeki önceki duruma çok benziyor. 1991 öncesinde ANAP Genel Başkanı Turgut Özal Cumhurbaşkanı seçilmişti. Onun yokluğunda ANAP ilk seçimine giriyordu. Seçimin galibinin ANAP olup olmaması, Özal’ın adım atmasını kolaylaştırması veya zorlaştırmasını beraberinde getiriyordu. Eğer seçimler, ANAP’ın başarısıyla sonuçlanmış olsaydı, Turgut Özal kafasındaki “Kürt Çözümünü” daha kolay yapacağını düşünüyordu. ANAP’ın seçimleri kaybetmesi halinde, “Kürt Çözümünün” zora gireceğini biliyordu. Şu anki durum 1991’e benzese de şu anda Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’ın kafasında herhangi bir “Kürt çözümü” yoktur. Daha önceleri, “Kürt çözümünün” önünde önce askeriyeyi sonrasında cemaati gördüğünü söyleyen Erdoğan, bu iki gücü bertaraf ettikten sonrasında çözüme yönelik hiçbir adım atmayışı, asıl çözümsüzlük mimarının CB olan Erdoğan olduğunu göstermektedir.
1991’de az da olsa, Özal’ın varlığı sayesinde “Kürt çözümü” konusunda bir ihtimal vardı. Haziran 2015 Seçimlerinin AKP’nin üstünlüğü ile sonuçlanması halinde çözüm ihtimali azalmaktadır. Pek kazanma şansı olmasa da bir an için seçimlerde CHP/MHP koalisyon hükümetinin çıkması halinde de çözüm zora girecektir. Çünkü, CHP’nin “Kürtlerin hakları” konusunda, AKP’nin Kürt haklarını bireysel özgürlüklerle sağlanmasının ilerisinde bir politikasının olduğu bilinmektedir. MHP’nin ise Kürt haklarının bireysel olarak tanınmasına dahi karşı çıkıyor. Bu nedenle, kaba bir AKP karşıtlığında oluşacak siyasetten “Kürt çözümünü” beklemek hayaldir. Haziran’da, AKP’nin olası seçim zaferi de CHP/MHP ağırlığıyla olası yenilgisi de Türkiye’nin şimdiden içine girmeye yakın olduğu 1990’lı yıllara dönme potansiyeli vardır. Çünkü, iktidarın da muhalefetin de Kürt sorununu barışçı demokratik yöntemle çözme iradeleri yoktur. 1990’lı yıllara dönülmesi halinde, Kürt sorununun uluslararasılaşması ve Ortadoğu’daki kaos Türkiye’nin zorluğu iken, Öcalan’ın Türkiye’nin elinde “rehine” oluşu da Kürt Siyasal Hareketinin zorluğudur. Türkiye Cumhuriyeti, şu ana kadar Öcalan ve Kürt Siyasal Hareketinin “yasal kanadını” rehine gibi kullanarak, Türkiye Kürdistan’ının ‘Statü’ kazanmasını sürekli engelledi. Böyle olması, Kürt siyasetinin demokratik siyaseti temel alacak yaklaşımlara kendisini teslim etmesini engelledi. Bu şekilde, Öcalan’ın 2013 Newroz’unda okunan mektubu da işlevsiz hale geldi.
Kürt siyaseti ve HDP açısından en büyük zorluk da burada kendisini göstermektedir. Kürt siyaseti ve HDP, daha önceki seçimlerden farklı olarak parti olarak seçimlere girmeye hazırlanmaktadır. Barajın aşılıp, meclise temsili sağlanması halinde az da olsa çözüm umutları olacaktır. Barajın aşılmaması halinde, Kürt siyaseti tam da Türkiyelileşme arifesindeyken büyük bir yenilgi almış olacaktır. 1990’lı yılların bu şekilde geri dönüşünün olması halinde, bunun siyasi sonuçları Türkiye’de Türk/Kürt ilişkilerinde büyük bir kopuşa neden olabilir.
AKP, HDP’nin barajı aşmaması için elinden geleni yapacaktır. HDP’nin siyasi faaliyetlerini engeller çıkaracaktır. Özellikle, Batı ve İç Anadolu ve Karadeniz Bölgesinde, faşist çeteleri HDP’nin üstüne saldırtarak, HDP’nin buralarda gelişmesini önlemeye çalışacaktır. HDP’nin Selahattin Demirtaş’ın CB adaylığı döneminde yakaladığı, meşruiyeti gölgeleyerek, halkın HDP’yi desteklemesini önlemeye çalışacaktır. Siyasi stratejisini Kürt Bölgesinde, kendisini Kürtlerin Devleti şeklinde göstererek, başta Hüda-Par olmak üzere, diğer partilere yakın olan Kürtleri HDP ile karşı karşıya getirecektir. AKP Dış ilişkiler sorumlusu Yasin Aktay’ın Siirt Kongresindeki sözleri AKP’nin bu yöneliminin işaretlerini veriyor. “Kürt sorunu” diye bir sorun yok demekle kalmıyor, Kürtlerin devletinin Türk devleti olduğunu söylüyor, bu gidişle “Kürt yoktur” dese şaşırmamak gerekiyor.  

***