Hakan Fidan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hakan Fidan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ocak 2021 Pazar

SAKİNE CANSIZ CİNAYETİNİ "CEMAATE YÜKLEMEK" MANİPÜLASYON MUYDU?

SAKİNE CANSIZ CİNAYETİNİ "CEMAATE YÜKLEMEK" MANİPÜLASYON MUYDU?

 


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
19.03.2015 


KCK Eş Başkanı Cemil Bayık, Cumhuriyet Gazetesinden Ahmet Şık'la yaptığı söyleşide, "Sakine Cansız ve arkadaşlarının" öldürülmesi olayıyla ilgili olarak önemli açıklamalarda bulundu. Bu açıklamayı önemli kılan, olayın oluş şeklini Hakan Fidan'ın anlatımına dayandırmış olmasıdır. Söyleşide Bayık, Cinayetlerin sorumluluğu ile ilgili olarak  MİT ve Hakan Fidan'ın sorumluluğu konusunda dikkatli bir dil kullansa da MİT'in başında bulunan birinin bu cinayetlerin olması sürecinde haberdar olmamasının mümkün olmayacağını söylemiş olmasıdır. Demek ki, olay sonrasında KCK ile MİT arasında yoğun bir tartışma süreci yaşanmıştır. O dönemde bu tartışmanın ortak noktası "Paris cinayetinin MİT içindeki Cemaat Yapılanmasının" çözüm sürecinin önlenmesine yönelik bir eylemi olarak kabul edilmiştir.  Bayık'ın açıklamasına bakalım: "MİT içinde cemaatçiler, ulusalcılar var onlar yaptığını" Hakan Fidan bize söyledi. Devamında MİT'in bundan haberdar olmayacağını söylemiş olması yeni bir durumu işaret etmektedir.
Cinayetlerin işlendiği dönem itibarıyla bakıldığında, olayın meydana geldiği 9 Ocak 2013 tarihinde AKP ile Cemaat arasında belirgin bir çatışmanın olmadığı görülmektedir. Bu da MİT'in bütün olarak(AKP'lisi, Cemaati ve ulusalcısı ile) bu olayı organize ettiğini gösteriyor. O dönemde (bana göre her zaman) yürürlükte bulunan "hem mücadele hem müzakere" [1]politikası gereği bu tip eylemlerin hazırlıklarının yapıldığı biliniyordu. O gün de bu gün de Cemaat'in yaptığı söyleniyorsa bu dolaylı olarak MİT'in yapmasının kabulü anlamına gelmektedir. Burada önemli olan husus, bu cinayetlerin "çözüm süreci" için adımların atıldığı bir dönemde işlenmiş olmasıdır. Hatırlanacağı gibi, olayın hemen sonrasında devlet yetkilileri olayı "örgüt içi infaz ", KCK yetkilileri ise "devletten ileri gelen bir olay" olarak değerlendirdiler. Böylesine birbirine zıt değerlendirmeler yapılırken, Fransa polisinin tetikçisini yakalaması, tetikçininTürkiye bağlantıları ortaya çıktıkça, Türkiye'nin bu konuda KCK'yi ikna çalışmaları yürüttüğü tahmin edilebilir. Nitekim kısa bir süre sonrasında Radikal'den Ezgi Başaran'ın 18 Mart 2015 tarihli yazısında belirttiği gibi  "Ömer Güney'in ses kaydı çıktığında dahi MİT'in PKK yönetimi tarafından katiyen doğrudan itham edilmemiş, kendi içindeki 'güçleri' kontrol edemediği için eleştirilmiş ama fatura 'Yeşil Gladio'ya, 'paralel devlete', sonunda da tüm açıklığıyla Cemaat'e kesilmiş"[2] olması doğrultusunda hareket edilmiştir. Çözüm sürecinin devamı bu çerçevede sağlanmıştır.

Cemil Bayık'ın açıklaması yeni bir duruma işaret ediyor. Sorumluluğun cemaate atılması görüşünden vazgeçilip, MİT'in sorumluluğundan söz ediliyor. Daha öncesinde MİT'in sorumluluğu konusunda ısrar devam etmiş olsaydı, çözüm sürecinin MİT-İmralı ilişkileri şeklinde devam etmesi mümkün olamazdı. Bu saatten sonra eğer KCK, MİT'i bu cinayetlerden sorumlu tutuyorsa bundan sonrasında aynı aktörler üzerinden çözüm sürecinin sürdürülmesi zora girmiştir. Çünkü, sürecin başlangıcında bir tarafın "sözleşme öncesi kusurlu" bir davranışta bulunarak, sözleşmenin geçerliliğini ta baştan sakatlamıştır.

Öyle anlaşılıyor ki, KCK ve MİT başlangıçta "faturanın paralele" kesilmesinde oluşan "ortak görüşte" çatlaklar meydana gelmiştir. Bu çatlaklar  KCK'nin ve kamuoyunun gözünde "cemaatin sorumlu olduğu" kanısının zayıflamasını beraberinde getirmiştir. Hatta daha da ileri gidilerek, "cemaatin bu işte olmadığının" yolu açılmış durumdadır.

Zaten cinayetten cemaatin sorumlu olduğu konusunda onca imkanı elinde bulunduran devlet bu konuda ortaya bir delil koyamadı. Tersine cinayetten MİT'in sorumlu olduğu konusunda çok sayıda delil ortaya çıktı. Cinayet konusunda gizemini koruyan Fransa, Cinayetlerde resmi Türkiye ilişkilerine ulaşabilecek bilgilere sahip olmasına rağmen bunları resmen açıklamamış olması, Fransa'nın Türkiye'nin cinayetteki bağlantısı olduğu şeklinde yorumlanabilir. Eğer, cinayetler Türkiye'nin iddia ettiği gibi "cemaat vs" ile ilgili olsaydı, Fransa bunu Türkiye ile ilişkileri nedeniyle gizleme gereği duymaz, Türkiye ile  Fransa, Türkiye'nin doğrudan doğruya işin içinde olduğunu bilerek bunu, Türkiye'ye karşı koz olarak kullanmak istemiş olabilir. Aynı dönem içinde Türkiye'nin üst düzeyindekilerin Almanya tarafından dinlendiğinin de bilinirliği ile birlikte değerlendirildiğinde bu konuda sağlam delillerin olabileceğini söylemek mümkündür.

Erdoğan ve MİT'in "Cinayetleri cemaate yüklemekteki amacı" nedir?

Paris cinayetlerinin "cemaatin işi" olduğunu Erdoğan en etkili bir şekilde 30 Mart 2014 Seçimleri öncesinde Şanlıurfa mitinginde bizzat söylemiştir. Erdoğan'ın Urfa mitingi öncesinde, Urfa'da "Osman Baydemir rüzgarı esiyor, anketlerde AKP ile başa baş gösteriliyordu. Erdoğan bu rüzgarı dağıtmak için Urfa mitingine çok önem vermişti. Kürtleri en hassas noktasından yakalayarak Paris cinayetini usta bir şekilde Cemaatin üzerine atmıştı. Bu gerçekleri ters yüz etmekti; Kürtlere cemaati gerçek düşman diye gösterip, kendisini çözüm isteyen taraf gibi göstermekti. Erdoğan bunu söyledikten sonra Urfa'da yeniden bir çıkış yakaladı. Çözüm sürecinin kendisi tarafından sürdürüldüğü, cemaat tarafından engellenmeye çalışıldığını söylemekle çözüm sürecinin gerçek sahibi olduğu imajını verdi. Bu AKP için iyi Kürt Siyasal Hareketi(KSH) için kötü oldu.

AKP ve Erdoğan siyasi sorumlu olarak, olumsuz gelişmelerin hiçbirinden kendisini sorumlu tutmaktan ustaca kaçındı.AKP'nin henüz egemen olmadığı dönemde, yapılmayanın sorumluluğunu hep "vesayetçi güçlere" yükledi. Egemen olduktan sonra da bunu "cemaate" yükledi. İşin ilginç yanı KSH'nin de bu konuda AKP'nin söylemini dolaylı da olsa benimsemiş olmasıdır. Sakine Cansız, cinayetinde, gerek KSH'nin gerekse, AKP'nin "cinayet MİT içindeki cemaatçilerin eylemi" olduğu yönündeki benzer söylemdir. Bir çok konuda farklı düşünen AKP ile KSH'nin üstelik çetrefilli bilinmezliklerle dolu bu cinayetin sorumluluğunu Cemaat'in üzerinde atmaları ne kadar gerçekçi? AKP, açısından bakıldığında, politik çıkar bakımından kendi suçunu başkasına atmak normal gelse de bu şekilde yansımasının KSH açısından normal olamaz. Neticede öldürülen kişi PKK'nin öncü/simge kadın önderlerinden biridir. Diğer iki kadının örgütün uluslar arası alanda rolü olanlardır. Bunların öteden beri Türkiye istihbaratının hedefinde olduğu biliniyordu.
Cinayetin MİT tarafından planlanıp, gerçekleştirildiğine dair en önemli delil olan MİT'in orijinal belgeleriyle ortaya koyan cemaattir. Eğer cemaatin bu cinayette rolü varsa, cemaat neden bu cinayetlerle ilgili belgeleri ortaya çıkarsın ki? Bu belgelerin gerçekliği karşısında cemaat üzerine atılmasındaki niyet nedir? AKP ve KSH'ne göre "çözüm sürecini engellemek" olarak gösteriyor. Siyasi karar verme gücü bu kadar kısıtlı olan bu grup ellerindeki imkanlarla cinayet işleyebilecek gücü nereden alabilmektedir? Her şeyden önce buna benzer olayları olmuş mu? Daha önce KCK, Ergenekon ve Balyoz gibi soruşturmaları kendi başına yapmış mı yoksa AKP'nin siyasi/hukuki desteğiyle mi yapmıştır. Tüm bu soruların cevabı verilmeden, cemaatin engelleyici/geçmişteki derin devlet olduğu yönündeki söylemler abartılıdır. Bana göre, AKP'nin desteği ortadan kalktıktan sonra, cemaatin varlık/yokluk sorunu çerçevesinde komplovari cinayetlere başvurması mümkün değildir. Emniyet ve yargı içinde etkili olduğu dönemde, bu etkinliğini mevcut yasalar ve bu yasaların yorumlardan almaktaydı. AKP hükümeti olumsuzluklara neden olabilecek yasalar konusunda hiçbir değişiklik yapma yoluna gitmedi. Konuyu, yargının bir sorununa indirgedi.

Burada sorulması gereken soru "her şeye rağmen" KCK neden süreci devam ettiriyor? Şu veya bu şekilde "suskunluk kumkumasına" bürünmek Kürt tarafına ne kazandırıyor ki?

 Hele hele, Cemaatin onca tasfiye/tutuklanmasına rağmen devletin bu konudaki yalanlarına prim verilmeye devam ediyor oluşu doğrusu insanı şaşırtıyor. "Ortak vatan, demokratik ulus, demokratik cumhuriyeti" Kürtlere yedirmenin bedeli mi ödetildi acaba? 


***

28 Eylül 2017 Perşembe

AKP – Gülen Çekişmesinin Arka Planı ; AKP-CEMAAT MÜCADELESİ .,




AKP-CEMAAT MÜCADELESİ .,  

AKP – Gülen Çekişmesinin Arka Planı ;






















AKP-CEMAAT MÜCADELESİ ., Doç.Dr.Sait YILMAZ



Gülen Cemaati ile Erdoğan arasındaki ipleri kopartan gelişme, 2011 seçimleri sonrası cemaatin 6-7 bakanlık istediğine Erdoğan’ın olumlu karşılık vermemesi oldu. EGM içinde hâkim olan cemaat, KCK operasyonları ile aslında pek de ilgisi olmayan hükümetin adamı pek çok kişiyi de hapse soktu. KCK taşının altından da çıkan Hakan Fidan nedeni ile başı sıkışan Erdoğan kılıcı çekti ve EGM içindeki cemaat uzantısı önce 3.200, daha sonra 1.600 kişiyi tayin etti. Bununla beraber EGM istihbarat ile narkotik ve mali dairelerin de hala etkin olan cemaat, hukuk sisteminde dokunulamayan savcıları ile birlikte kendi operasyonlarını yapabilme kabiliyetine sahiptir. Erdoğan tasfiye ettiği polisler ise bugün il ve ilçelerde yani yerelde cemaatin uzantıları oldular. Son operasyonlar ise Erdoğan’ın cemaatin para ve insan devşirme kaynağı olan dershanelerin kapatılmasına yönelik inadından kaynaklandı gibi gözükse de arkasında iç ve dış hesapların yapıldığı ve hedefte Erdoğan’ın olduğu bir satranç oyunu başladı. Erdoğan’ı destekleyen dini grupların durumu pekiyi değilken, Gülen kurduğu dershane ağı ile en niteliksiz insanını bile çaycı yaparak kadrosunu güçlü ve kendine bağlı tutabiliyor. Türkiye’deki hukuk sistemi ve EGM içindeki uzantıları temizlenmedikçe cemaat bürokrasisi çökmeyecektir. Cemaatin hesabı yakın zamana kadar Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması ve parti aygıtının elinden çıkması ile cemaatin tüm kontrolü ele geçirmesi idi. Bunun farkına varan Erdoğan, Numan Kurtulmuş’u yerine hazırlamak, Başkanlık sistemini getirerek hem Cumhurbaşkanı hem de Başbakan olarak yetkileri elinde toplamak istedi. İkisi de ABD projesi olan AKP ve Gülen Cemaati arasındaki mücadeleyi anlamak için biraz sabırla okuyarak, kökleri 11. yüzyıla kadar Nakşibendilik ve Kadirilik arasındaki rekabeti anlamakla işe başlamalıyız.
Türkiye’de Tarikat ve Cemaatler
Bir bütün olarak irtica; (din devleti kurmak isteyen) Siyasal İslâm, (onların kaynağını teşkil eden) cemaat ve tarikatlar ile (silahlı terör yoluna sapan) radikal İslamcılar olarak tasnif edilmelidir. Siyasal İslâm’ı temsil edenler daha kalabalık ve daha ılımlı bir ideolojik eğilime sahiptir. Bunların saflarında daha çok Müslüman aydınlar, İslamcı siyasi partiler ve tarikatlar bulunmaktadır. Mezhep ve tarikat kavramları sık sık karıştırılır. Mezhep; gitmek, izlemek, gidilen yol demektir. Kur’anı Kerim’de mezhep veya tarikat diye bir kavram yoktur. Mezhepler dört halife döneminden sonra Kur’anı Kerim’in farklı yorumlarından ortaya çıkmıştır. Tarikat, Tanrı’ya ulaşma yollarından biridir. Nerede olursa olsun, her din, tarikatlarla doludur. Tarikata (yola) giren kimseler (mürid) ve yolda ilerleyenler (salik) tasavvuf öğretisinin esaslarını yaptıkları pratiklerle (zikir, tefekkür, rabıta, murakabe, nafile ibadetler vs.) icra ederler. Müslümanlıkta 8. yüzyılın sonlarına kadar tarikat ve tasavvuf adlı herhangi bir kurum yoktu. M.S. 8. yüzyıldan itibaren Harezm, Maveraünnehir ve Fergana bölgesinde Türkler, İslam’ın Sünni yorumu ile karşılaştılar, Hanefilik ve Maturidilik mezheplerini kabul ettiler. Öte yandan hayvan sürülerinin ardından sürekli yer değiştiren ve okuma-yazma bilmeyen Türkler arasında ise farklı bir İslam gelişti. Bu İslam’ı göçebe Türk toplulukları içinde Ahmed Yesevi’den önce ve onun zamanında yaşamış isimlerini bilemediğimiz sufiler yaymıştı. İslam’ın bu yorumu 11. yüzyılda Orta Asya’daki Türkler arasında daha çok tasavvufi tarikatlar içinde gelişirken, Türkmen göçleriyle Anadolu’ya geldi.
İslam tasavvufu Kur’an ayetlerinin birbirinin içine geçmiş muhkem (manası açık) ve müteşabih (manası açık olmayan) ayetlerden kaynaklandı. Muhkem ayetlere bakarak mezhepler, müteşabih ayetlere bakarak da tarikatlar ortaya çıktı. Yozlaşmamış bir tarikatın tekkesi aynı zamanda çok yönlü bir eğitim kurumu niteliğindeydi. Buralarda müritler çeşitli din bilimleri, sanat ve meslek eğitimi, iş ahlakı, görgü kuralları gibi konularda eğitilirlerdi. İslam dünyasında sayıları yüzleri bulan ve çoğu çeşitli kollara ayrılmış tarikatların sayısı belirsizdir ve her zaman yeni bir tarikat ortaya çıkabilir. 18. yüzyıla gelindiğinde tarikatlar neredeyse Türkiye’deki hemen her şehir ve köyde kendine yer edinmiş, mesleki ve toplumsal hayata egemen hale gelmişlerdi. Tarikatlar ve tekkeler, yozlaşana kadar, birer avunma-dayanışma, acılara ve güçlüklere bir arada göğüs germe yuvalarıydı. Tanzimat’ın başında pek fazla sesini çıkaramayan tarikatlar Sultan 2. Abdülhamit’in dini yanlarından faydalanarak öne çıkmış, Sultan’ın İslam politikası içinde rolleri abartılmıştı. Nakşibendîler, hilafetin ve şeriatın hâkimiyetinden her türlü sapmaya sistemli olarak karşı çıkıyorlardı. Atatürk Eylül 1925’de tarikatları kaldırdı, tekke ve zaviyeleri kapattı. Ancak, yasak olmasına rağmen, bir gericilik, sömürme, nüfuz sağlama aracı olarak tarikatlar, halkın bir kesimini kendine bağlamak, bir sınıf haline getirip bağnazlaştırmak için kullanılmaya devam etmektedir.
Namaz kılmak ya da mevlit dinlemek için bir araya gelmiş kişilerden oluşan topluluğa ‘cemaat’ denir. Kökleri çok eskiye dayanan tarikatların çizgisinden geldiğini iddia eden pek çok cemaat vardır. Sık sık kendi içlerinde bölünmektedir. Örneğin Nakşibendî tarikatı ile diğer Nurculuk cemaatleri kendi içlerinden çıkan Fethullah GÜLEN cemaati ile içten içe mücadele halindedir. Türkiye’de cemaatlerin bazılarının siyasetle çok yakın bağları varken, bazıları politikayla ilgilenmemektedir. Ancak tüm Türkiye’nin her bölgesinde günlük hayatı ve insan ilişkilerini etkilemektedirler. Said-i Nursi’nin (1873-1960) kuruculuğunu yaptığı Nurculuğun Türkiye’deki kolları şu şekilde sıralanabilir; Fethullah Gülen Grubu, Meşveret Grubu (Mustafa Sungur grubu, Mehmet Kırkıncı Grubu, Mehmet Kurdoğlu Grubu), Yeni Asya Grubu, Med-Zehra Grubu, Acz-i Mendi Grubu. Bu gruplar arasında özellikle Fethullah Gülen grubu faaliyetleri ile ön plana çıkmıştır. Türkiye’nin en büyük tarikatı olan ve sayıları oldukça çoğalan, arkasındaki iktidar desteği ile başta sermaye ve medya olmak üzere her alana el atan Nakşibendîlerin Sünni Kürtler ile arasında güçlü bir bağ vardır.

Nakşibendiliğe, günümüzde dört cemaat bağlıdır; İskenderpaşa Cemaati, Erenköy Cemaati, İsmail Ağa Cemaati ve Adıyaman Menzil Dergâhı. Kadiri tarikatının en belirgin ismi Hacı Muharrem Hilmi’nin 1964 yılında ölmesi üzerine tarikat mensupları dağılmışlardır. Birbirinden bağımsız hareket eden birçok şeyhin bulunduğu gruplar arasında en etkin olanını Haydar Baş’ın etrafında toplanan grubun olduğu bilinmektedir. Kadiri Tarikatının kolları; Muhammediye, Galibiler, İcmalciler ve Tillocular’dır.
Tarikat ve Cemaatlerin Gelişmesi
Türkiye’de iki kutuplu bir din çekişmesi yaşanmaktadır. Birinci grupta Melamiler, Nakşiler ve Bektaşiler, ikincide ise Kadiriler, Yeseviler ve Mevleviler bulunmaktadır. Bunlar birbirlerinin mezarlıklarına bile gitmezler. Nakşibendilik ve Kadirilik tarikatlarının kökeni 11. yüzyıla kadar geri gider. Nakşibendiliğin kurucusu Abdulhalik Gücdevani (Ölümü 1119) ve Kadiriliğin kurucusu Abdülkadir Geylani (1077-1166), Yusuf Hemedani’nin (1048-1140) öğrencisi idi.

Aralarındaki rekabetin başlama nedeni Kur’an tefsiri yazma konusundaki farklı düşünceler idi. Nakşibendilik, Türkistan’da yaşayan ve Türk Mutasavvıfı Ahmed Yesevi’nin talebesi olan Muhammed Bahaüddin Nakşibend (1318-1389) tarafından kuruldu. Türk toplulukları arasında gelişen tarikatın 1850 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki en güçlü olan kolu, Nakşibendiliğin Halidiye kolunun temsilcisi Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi idi. Nakşibendilik, aşırı tapım ve gizli zikir (zikr-i hafi) ile Tanrı gerçeklerine ulaşım amacı güder. Daha açık bir deyişle, bu tarikatta zikir (Tanrı adını anma) içten ve sessizce yapılır. Geceleyin tek başına, temiz giysiler içinde, yüksek sesle olmaksızın belli sayıda ‘Allah’ denir. Tarikata beş bin tespih çekmekle girilir. Nakşibendilik, Türkiye’de en etkin tarikatlar arasındadır. 1930 Menemen isyanını müteakip Nakşibendîlerin lideri Şeyh Mehmet Esat ve yardımcıları mahkemeye çıkarıldı. Şeyh hapishane revirinde öldü, en büyük oğlu idam edildi. Nakşibendîler, 1940’ların
sonuna doğru canlandılar, ancak 20 yıl boyunca sessiz ve derinden giderek üniversite profesörleri, devlet memurları ve serbest meslek sahiplerini de aralarına alarak sayılarını artırdılar. Çok partili hayata geçiş ile birlikte DP’nin demokrasi düzeni başta Said-i Nursi ve Süleymancılar olmak üzere çeşitli cemaatlerin serbest dolaşımına imkân vermişti. 1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlükçü ortam içinde 1970'li yıllarda, Türkiye’deki derneklerin % 60'ı dinci derneklerdi. 1973 yılında İmam Hatip okullarının liselere denklik alması ve üniversitelere gidebilmesi en büyük kazanımları oldu. Böylece, kırsal ve taşra kesiminden kentlere doğru ilerlemeye başlayan İslamcı kesim, 1970'li yıllardan itibaren gençliğe büyük yatırım yaptı. 12 Eylül 1980 sonrasında, İslami kesimde dergiler dönemi başladı, neredeyse her tarikatın, dergâhın, cemaatin dergisi vardı. 1970'lerin ortalarında, Milli Görüş istikametinde hizmet gören Ak-Evler hareketinden koparılarak "Akyazılı" Vakfı kurdurulan Fethullah Gülen, giderek Bediüzzaman'ın çizgisinden uzaklaşarak Masonik merkezlere yaklaştı. Dünya'ya hükmeden, çok gizli ve kirli işler çeviren karmaşık ve karanlık ilişkiler ağına takıldı. Gülen’e göre, 12 Eylül 1980’de asker tam zamanında yetişmeseydi, ‘Bütün millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı.’ MSP’nin yükselişi ile Nakşibendîlerin sesi duyulmaya başlandı. 1980’lerde Anavatan Partisi içinde Nakşibendîler politika ve ekonomi içinde etkili olma imkânı buldular. 1980'li yılların sonuna doğru ve 1990'lı yıllarda, çok daha aktif bir siyasî hareketliliğe girdiler. Artık yalnız siyasî parti değil; dernekler, vakıflar yoluyla çok daha rahat bir para akışına kavuştular, eğitim amaçlı çalışmalar yaptılar.
1990’lardan itibaren, Türkiye’de Alevilik diğer bir kutba çekilirken, Sünnilik de siyasal İslam ile birlikte gittikçe Araplaşmaya başladı. 1990’lı yıllarda, “İslam” dergisinden kopanlar (Zahid Akman, Fehmi Koru vd.) milletvekili oldular, şirket kurdular, zengin oldular, ünlendiler. Bugün ise, köktenci İslam dergileri, gazeteleri, radyoları, televizyonları ve diğer iletişim araçları kestirilmesi güç bir boyuta ulaşmıştır. Türkiye’de irtica iki hedefe yöneliktir; devlet yapısı ve toplum. Devleti ele geçirmenin birinci koşulu toplumu ‘cemaatleştirmektir’. Bu süreçte, siyasal iktidarı da sağlayacak partileşmekten camileri ele geçirmeye, medyalaşmaktan şirketleşmeye kadar her yönteme başvurmaktadırlar. İrtica’nın hedefi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Atatürk’ün öngördüğü milliyetçilik anlayışına bağlı demokratik, laik ve sosyal hukuk düzenini yıkmaktır. Siyasal İslam’ın stratejisi, devlet aygıtını eline geçirerek ve elinde tutarak ülkenin tüm kurumları ile dönüşümünü sağlamaktır.
Onlara taban teşkil eden cemaat ve tarikatların ortak strateji ise tebliğ, cemaatleşme ve cihat’tır. Mısır’da Müslüman Kardeşler, Almanya’da Süleymancılar ve İspanya’da Opus Dei aynı yılda 1928’de kuruldular. Bunların stratejileri de aynı idi; diğer ülkelerde okullar ve hastaneler açarak, çocukları yetiştirip devlete sızmak.
Müslümanlık öğeleriyle çatışan birçok unsuru bulunan ve bir çeşit din olarak nitelenen Nurculuk, 20. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’da kurulmaya çalışılmıştır.
Amacı Nakşibendîliğe dayanan dinsel bir devlet kurmaktır. AKP’nin 2002 seçimlerini kazanmasında cemaat ve tarikatların büyük katkısı oldu. Milletvekilleri yerel olarak bunların arasındaki pazarlıklarla belirlendi. Bunların bir kısmı Nurcu olduğu gibi içlerinde Kürtçü ve millici olanlar da vardı. Bugünleri göremeyen Erdoğan, bu gruplardan uzun süre istifade etti. AKP – Gülen Çekişmesinin Arka Planı ; Türkiye’de iki kutuplu din çekişmesinden ayrı olarak Nakşilerin içinde Başbakan’ın ve bugünkü iktidara yakın olan kişilerin dâhil olduğu İskender Paşa Cemaati ile Gülen’in Nur Cemaati arasında ideolojik çekişme vardır. İdeolojik çekişmenin temelinde de Said-i Nursi’nin (bazılarına göre Said-i Kürdi) nasıl kabul edildiğine ilişkin görüş ayrılığı vardır. Said-i Kürdi ise Nurs denen yerde doğduğu ve bu yüzden Nursi soyadı takındığı, ‘nur’ sözünden kuvvet alarak bu ayetle kendisinin müjdelendiğini, Allah’ın nuru olduğunu iddia etmiştir. Said-i Nursi’nin 14 risalesinin içeriği öğrencilerine yazdıkları mektuplar, Kur’an tefsirleri (bitmemiş) ve çağın sorunlarına kendince verdiği cevapları içermektedir. Nakşi olan Said-i Nursi (1878-1960), yazmakta olduğu Kur’an tefsirlerinin yarısını bitirdikten sonra Abdülkadir Geylani’nin “Fut-Ül Rabbani” adlı eserini okur ve Nakşibendiliği bırakıp, Kadiriliğe geçer. Bunun nedenini de 14 Nur Risalesinden Tasdik-i Gayri isimli ciltte uzun uzun anlatır. Bu geçişten sonra Kur’an tefsiri yazmayı bırakır. Bunun üzerine Nakşiler ve bir kısım Nurcu gruplar Said-i Nursi’yi takip ederken, Erzurum’daki Mehmet Kırkıncı grubu ve hemşerisi Gülen ayrı bir yol izledi. Diğer gruplar bunlara cephe alıp, aralarından atarken, Kırkıncı Gülen’i Komünizmle Mücadele Derneği’ne üye yaptı. Fethullah Gülen’in en büyük düşmanı Erbakan oldu. 1980 sonrası Türk soluna karşı alternatif oluşturmak isteyen Kenan Evren, Gülen’i ABD’ye takdim etti.
Bu dönemde Gülen’in vaaz kasetlerini Genelkurmay Başkanlığı çoğaltıp, dağıtıyordu. Gülen’in daha sonra Dinler Arası Diyalog Projesi’ni başlatması diğer gruplarla bağlarını iyice koparttı ve “diyalogcu” diye anılmaya başlandı.
Fethullah Gülen, cemaatinin kendi eserleri olmadığı için Said-i Nursi’nin eserlerini temel alır. Gülen gurubu hem Nakşi hem Nurcudur. Ancak, Said-i Nursi’nin Kadiriliğe döndüğü gerçeğini saklarlar. Çünkü Kadirilik ticaretin önünde engel olarak görülmektedir. Said-i Nursi’nin eserlerine sahip çıkmanın gerekçesi ise onun eserinin tamamlanmamış olması nedeni ile istedikleri gibi artırma ya da azaltma yapabilmeleridir. Özetle, Başbakan’ın dâhil olduğu İskender Paşa Cemaati de Gülen grubu da Nakşi olmakla birlikte, Kadiriliği ret bakımından ayrı düşmekte, birbirleri ile çekişmektedirler. Nakşilik ile Kadirilik arasında yukarıda anlatıldığı gibi bin yıldır süren bir çekişme var, ancak Kadirilik bugün etkinliğini yitirmiştir. Gülen grubu, Nakşi usule göre ibadet ve örgütlenme yapmaktadır. Hükümet içinde Gülen grubundan Hüseyin Çelik ismi öne çıkmaktadır. Abdullah Gül, Gülen grubundan olmamakla birlikte onlara yakındır. Gülen grubu bürokraside etkin olmaya önem verir.
İktidarda olan ve bugüne kadar Üç başbakan (Özal, Erbakan ve Erdoğan) çıkarmış olan İskender Paşa cemaati ise siyasette etkin olma peşindedir. Şu anda ideolojik mücadeleden ziyade iktidarı ele tutma/ele geçirme ve ülke sermayesinin paylaşımı konusunda gittikçe açık ve birbirini yok etmeye yönelik hale gelen bir çekişme yaşanmaktadır. Nakşiler MÜSİAD, Gülenciler ise önce İŞHAD, daha sonra onu da içine alan TUSCON ile ekonomik güç olmaya başladılar.
Sermaye çekişmesi MÜSİAD ve cemaatin TUSCON’u üzerinden yürümekte, hükümet MÜSİAD’ı büyütmeye çalışmaktadır.
Hükümete yönelik yolsuzluk soruşturmaları gibi Ergenekon, KCK ve Hakan Fidan’a yönelik operasyonlarının arkasında da Gülen Cemaati vardır. 2008’de partisi kapanma korkusu yaşayan Erdoğan, ABD ile yapılan anlaşmalar çerçevesinde dış politikada ve Kürt meselesinde esaslı değişikliklere giderken askerlere karşı düzenlenen komplolarda cemaatin yaptıklarına ses çıkarmadı. Ancak, gelişmeler kontrolden çıkıp, Erdoğan ve ekibinin de suyu ısınmaya başlayınca hükümetin tavrı değişti. Hükümet, bu davaları özel yetkili mahkemeler ile sınırlı tutarak, tertiplerin yükünü cemaatin sırtına yükledi. Cemaatin, Türkiye içinde Ergenekon tertibini yapacak kapasitesi yoktu. Bu kapasite desteği ve yönlendirme ABD tarafından sağlandı. Öte yandan ABD’den Kürt devletini kurma görevi alan hükümet, bunun alt yapısını MİT ile hazırlamaya başladı. 2008’den itibaren medyaya terörle mücadelede askeri yönden başarısız olunduğu, barışçı ve silahsız çözüm mesajları pompalanmaya başlandı. Mademki Kürt devleti kurulacaktı bunu biz kendi elimizle kurmalıydık. Böylece KCK’nın kurulması ve gelişmesinde MİT etkin bir rol aldı ve KCK adı 2010 yılına kadar resmi raporlara sokulmadı. Ancak, Kürtlerle de ideolojik çekişme içinde olan Cemaat Kürt açılımına karşı çıktı.
Bu çekişmenin temelinde de Gülen Cemaati’nin Said-i Nursi’nin Kürt olduğunu kabul etmemesi yatmaktadır. KCK operasyonlarını başlatan Adalet Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM) içindeki cemaat uzantıları, ulaştıkları bilgilerle içindeki MİT ajanlarının ve başbakanın sır küpü olan Hakan Fidan’ın altını oymaya başladılar. Sonuç; AKP-Gülen Çekişmesi Türkiye İçin Bir Fırsat Olabilir; Erdoğan gibi cemaatten şikâyetçi diğer kişi ise kankası Öcalan’dır. Öcalan, Kandil’e yazdığı mektuplarda sık sık cemaatin kurduğu, kendi tanımı ile “Paralel Devlet”e atıf yapmakta ve cemaatin sözde barış sürecine engel olmasının ötesinde yurt içi yurt dışında örgüte yönelik komplolara giriştiğinden şikâyet etmektedir. Basına yansıyan operasyonlar bir yandan AKP’nin içine düştüğü yolsuzluk batağını ve çürümüşlüğü, diğer yandan devlet içinde oluşan diğer devletin gücünü göstermektedir. AKP’nin beslediği liberal kesim çıkar kavgasına düşmüş ve doymamaktadır. Bu paranın kaynağı kara para olduğu için her şey ortaya saçıldı. Öte yandan, uzun zamandır ABD ile Erdoğan arasındaki uçurum o kadar belli idi ki, Erdoğan, Putin’e bizi Şangay İşbirliği Örgütü’ne alın diyerek, NATO’nun karşıtı olan bu örgüte ekonomik bir örgüt sanarak sarılmak istiyordu. 77 yılda Türkiye gelen yabancı para 20 milyar dolar iken 2002’den sonra her yıl Türkiye’ye 20 milyar dolar girdi ve böylece her yıl %5 civarında bir büyüme sağlandı. 600 milyar dolardan fazla borcu olan, üretimin %70’inden fazlasının yabancılar tarafından yapıldığı, borsanın %95 yabancı paralarla döndüğü Türkiye’de Merkez Bankası’nın 130 milyar dolar rezervi çok fazla önem arz etmemektedir. Bugün yabancıların hazır parasında sona gelindi, Kemal Derviş ABD’den gene kıpırdamaya başladı. Katar’dan istenen para olmadı, umut bağlanan Irak’ın kuzeyindeki petrol anlaşmasına ise ABD ve Maliki yönetimi engel oldu. ABD, iç ve dış politikada hüsrana uğrayan Erdoğan’ın işini bitirmek istiyor. Gülen okullarına baskın düzenleyen ABD, hem Türkiye’deki operasyonları tetikledi hem Gülen’i de baskı altına aldı. Erdoğan boşuna Halk Bankası üzerinden vurulmuyor. Halk Bankası, Irak’ın kuzeyine verilen ihalelerin ve İran’a uygulanması istenen yaptırımlara rağmen para transferlerinin yapıldığı bankadır. Erdoğan’ın köşke çıkması ile sırları ortaya saçılacak ve orada da çok uzun süre kalamayacaktır. Öte yandan cemaatin başbakanlık için düşündüğü isim öteden beri Abdullah Gül olagelmiştir. Erdoğan ile Gül arasında, cemaate yakın olması ve Batı ile daha yakın ilişkileri nedeni ile kişisel sorunlar vardır. EGM’yi istediği gibi kullanmayan Erdoğan, bu süreçte askerlere yakınlaşmakta, hatta Jandarma istihbaratından destek almaktadır. Türkiye’nin en önemli sorunu önce cemaatten sonra Erdoğan’dan kurtulmaktır. Önümüzde kaset savaşları ve muhafazakâr kesimde yeni partileşme gayretleri bizi beklemektedir. Cemaat yeni partinin başına Abdullah Gül’ü düşünmektedir. Kendilerine yakın buldukları küçük siyasi partiler ve gruplar ile temaslara başladılar bile. Sağlık sorunları nedeni ile çok yaşamayacağı belli olan Gülen’in yerini ise Hüseyin Gülerce alacaktır. Erdoğan da hastadır, kendi zengin ettiği liberal kesimin desteğini kesmesi ile oldukça yalnızlaşmıştır. AKP ise gittikçe ANAP’laşacak ve küçülecek tir. Erdoğan, cemaat ve Kürtçülerle olan stratejik ittifakında bir sona gelmektedir. Gelinen aşama Türkiye’de yeni ve sağlıklı dengelerin kurulmasına, dış güçlerin ellerinin kırılmasına bir vesile olabilir. Bu yüzden Erdoğan’ın Türk toplumunun ulusalcı ve milliyetçi kesimlerini görmezden gelmeyi artık bir kenara bırakarak, yeni ve milli bir barışın önünü açması en doğru yol olacaktır. Yabancı yol haritalarına göre değil ülke çıkarlarına göre iç ve dış politikaların yürütüldüğü, komploların olmadığı ve hukukun gerçekten üstün tutulduğu bir ülkeyi hepimiz özledik.

Bunu kendi içimizde bir an önce başarmalıyız.
Yoksa bu gemide hep birlikte Batacağız. @DocDrSaitYilmaz ***

9 Nisan 2016 Cumartesi

Metin Feyzioğlu Nereye Koşuyor



Metin Feyzioğlu Nereye Koşuyor 



Av. Mehmet Ali Ersoy
Tarih:10/03/2014 
Türü:İç Politika 


 İlker Başbuğ tutuklanıyor, ancak Başbakan buna karşıymış gibi yol ayrımının ilk hamlesi gösteriliyor.

Arkasından Hakan Fidan ın sorguya çağrılması ve dershane kapatma kararı sıralanmış.

Oysa ki Başbakan o tarihlerde ben bu davaların savcısıyım demekteydi. 

Feyzioğlu bunu nasıl unutur? Unutmuş olma ihtimali nedir?

Ve devam ediyor; 


 
www.acikistihbarat.com
11.03.2014


Metin Feyzioğlu'ndan Almanya da ilginç çıkış;

''12 yıl süren bir koalisyon var. AK Parti ile cemaat ilişkisindeki kırılma noktaları; "İlker Başbuğ’un tutuklanması, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın sorguya çağrılması, Başbakan’ın Ortadoğu’da mezhepçi bir politika izlemesi, dershanelerin kapatılması kararı ve 17 Aralık operasyonu."

Bu cümlede enteresan bir şekilde yapılan sıralama ile mesajlar veriliyor. 

İlker Başbuğ tutuklanıyor, ancak Başbakan buna karşıymış gibi yol ayrımının ilk hamlesi gösteriliyor. 

Arkasından Hakan Fidan ın sorguya çağrılması ve dershane kapatma kararı sıralanmış. 

Oysa ki Başbakan o tarihlerde ben bu davaların savcısıyım demekteydi. 

Feyzioğlu bunu nasıl unutur? Unutmuş olma ihtimali nedir?

Ve devam ediyor;

"17 Aralık’ta düğmeye basılmasının nedeni yolsuzlukla mücadele filan değildir. Düğmeye basılmasının sebebi iktidarın AKP kanadını silkelemektir. Dolayısıyla amacı yolsuzlukla mücadele olmayan bir soruşturmanın, Türkiye’deki bütün yolsuzlukların üzerine samimiyetle gittiğini kabul etmiyorum. Seçtiği yolsuzlukların üzerine gidiyor. Bana yolsuzluk soruşturmasını yürütenleri kahraman gibi göstermeye kalkmayın ''

Öyle tatlı bir üslup ile AKP yi savunuyor ki, operasyonun amacı AKP yi yıkmaktır, gerisi hikaye demeye getirmiş. 

Söylediği yer Almanya. Köln kentinde, Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu'nun düzenlediği toplantıda söyleniyor. 

8'i Türk 10 kişiyi öldüren ırkçı NSU Örgütü davası hakkında açıklama yaparken sözün devamını buraya bağlıyor. 

Hani geçenlerde Başbakan ın gidip de Merkel den yüz bulamadan döndüğü, Deniz Feneri Ev. davasının görüldüğü Almanya da. 

Alman ırkçılığının yargılandığı bir davayı koz kullanarak AKP yi savunuyor. 

Ne diyor? 

Soruşturmayı yapanlar seçtiği yolsuzlukların üzerine gidiyor. 

Ne demek 12 yıldır kim iktidarda? 

Yolsuzluğu muhalefetin yapmasını mı bekliyordunuz sayın Feyzioğlu? 

Yazmak istemedim, sustum. Gelecek tepkileri tahmin ediyordum. 

AKP lilerin çağın lideri fanatizmi gibi muhaliflerin de kahraman yaratma fanatizmi var. Ancak iş sempati boyutunu aştı. 

Başbuğ un tahliye edildiği gün Silivri de yanında gördüğümde şaşırdım. 

Ankara da görevli Başkan Silivri de akşamın bir saati tahliye nöbeti tutuyor. Görev yeri Ankara. 

Pekiyi nereden biliyor tahliye olacağını. Kesin bilgi verilmese bu kadar yoğun bir başkanın orada olma ihtimali nedir?

Başbuğ un sağ yanında ve "Başbuğ bir yanımda Avukatım, diğer yanımda Başkanım" demek zorunda kalıyor. 

Görüntü verildi fotoğraf tamam.Başbakan ın yanına gitti görüştü ve çıktı. 

İlk cümle grevdeki işçilere müjde oldu. 

Ülke kıvranıyor ve grevdeki işçileri görüşüp düşünme sözü almış. 

İnsanın aklına gelmiyor değil. Erdoğan kendi Bakanlarını dahi biraz parladımı geri çeker. Hele ki kendisinden olmayanı asla öne çıkarmaz, parlatmaz. 


Açık İstihbarat @ 2014


http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10468


..
d=10469


..

20 Aralık 2015 Pazar

BARZANİ NE VERDİ, NE İSTEDİ






BARZANİ NE VERDİ,  NE İSTEDİ







Haşim Söylemez 
14 Aralık 2015

Barzani ne verdi, ne istedi?



     _ 800’ün üzerindeki Türk Askerinin varlığının konuşulduğu pazarlıklarda Herire’deki askerler de gündeme geldi. Barzani, ‘ajan’ ışid’çiler dosyasını masaya koydu. 

Türkiye, Şartları kabul etmek için zaman istedi.

Merkezî Irak Hükümeti ile Türkiye arasında Musul’da asker bulundurma konusunda başlayan gerginlik sürerken Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin Ankara ziyareti hem kafaları karıştırdı hem de ‘manidar’ bulundu. Her ne kadar önceden planlanmış olsa da Barzani’nin ziyareti önemli mesajlar içeriyordu. 

Heyet Türkiye’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanı ve MİT Müsteşarı ile görüşmeler yaptı.

Buluşma, Türkiye’nin bütün komşularıyla arasının bozuk olduğu bir dönemde gerçekleşmesi açısından önemli. Kürdistan’da sıkıntılar yaşayan ve geleceğini tayin etme konusunda kafası karışık olan Barzani açısından da tabii… Görüşmelerden iki taraf da memnun ayrıldı. Ama kozlar Barzani’nin elinde görünüyor. Çünkü Kuzey Irak’ta bulunan ve sayıları 800’ü aşan Türk askerinin varlığı konusunda henüz ikna edilmiş değil. İşte görüşmelerdeki başlıklar ve detaylar:

Irak’taki Türk Askeri konusu: 

Türkiye, her ne kadar Musul yakınlarındaki Başika bölgesine asker gönderdiğini ve daha önce burada bulunan askerlerin görev değişimi olduğunu söylese de Irak hükümeti buna itiraz etti. Daha önce burada 80 asker eğitim amaçlı bulunuyordu. Yerlerine 150 asker gönderildi ve peşmergeleri eğitmek amaçlı olduğu belirtildi. Bağdat hükümeti bu konudaki itirazını hâlâ sürdürüyor. Ama asıl tepki Başika bölgesindeki Türk askerlerine değil. Şaklava yakınlarındaki Herire’de bulunan eski askerî havaalanındaki sayıları 650’yi bulan ve zırhlı araçlarla desteklenen Türk askerî varlığı sorun yapılıyor. Kandil yolu üzerinde bulunan bölge stratejik açıdan önemli ve Musul ile bir ilgisi yok. Barzani buradaki Türk askeri varlığını henüz hazmetmiş değil. Pazarlıklar sürüyor. Bağdat ise bu konudaki ısrarını sürdürüyor. Barzani, burada Türk askerlerinin konuşlanmasına şimdilik izin verdiklerini, ancak kalıcı olmaları için kesin karar vermediklerini söyledi.

Musul Operasyonu: 

Barzani, IŞİD’e karşı yapılacak Musul operasyonunda peşmergenin de yer almasını istiyor. Sünni ordu içinde yer alacak olan peşmergelerin daha donanımlı olması için Türk askerinin verdiği eğitimde sona gelindiği belirtiliyor. Barzani, Musul’un kurtarılmasından sonra, Türk askerinin peşmergeyi eğitmesi konusunda konuşmaları gerektiğini söyledi. Türkiye bunu kabul etti. Barzani, şu anda Musul’da bulunan eğitmen Türk askerlerinin, kendilerinin misafiri olduğunu ve bu konuda Bağdat’tan farklı düşündüklerini söyledi.

IŞİD ve PKK konusu: 

Türkiye, Barzani’den bazı PKK liderlerinin teslim edilmesi veya yakalanması konusunda yardım istedi. Barzani ise kesin bir cevap vermedi ancak bunu yaparlarsa ciddi taleplerinin olabileceğini mizahi bir dille anlattı. Davutoğlu bu konuda her şeye hazır olduklarını iletti. Görüşmede, sayıları 150’yi bulan 
Türk vatandaşı IŞİD’linin peşmergenin elinde bulunması da gündeme geldi. Barzani, bazı IŞİD’lilerin kendilerini görevli olarak tanıttıklarını belirtip, bunların açıklığa kavuşturulmasını istedi. Konu Hakan Fidan’a havale edildi. Ayrıca, IŞİD içindeki 500 Türk vatandaşının Musul’dan çekilmesi için Türkiye’den yardım istendi. 

Çünkü bu kişilerin Musul’da IŞİD’i yönlendirdikleri bilgisi mevcut.

Kerkük ve Sıcak Para: 

Barzani, Kerkük’te referandum olması hâlinde Türkmenlerin haklarının korunacağını, Türkiye’nin konuya müdahil olmaması gerektiğini bildirdi. 

Sorunun bir iç mesele olduğu belirtilip referandumdan çıkacak sonuca Türkiye’nin destek vermesi talep edildi. Mesud Barzani ayrıca yukarıdaki bazı şartlarda anlaşma yapılabilmesi için sıcak paraya ihtiyaçları olduğunu iletti. Türkiye de Barzani’ye para konusunda yardım edeceği sözünü verdi. Ancak paranın nereden ve nasıl sağlanacağına dair bilgi verilmedi.


http://www.aksiyon.com.tr/diplomasi/barzani-ne-verdi-ne-istedi_553264


..