Cem Ersever etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cem Ersever etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2020 Çarşamba

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 2

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 2



Hanefi Avcı, Cem Ersever, karşılaşması, Diyarbakır İl Başkanı, Vedat Aydın, Silopi, Cizre, Şırnak, Hüseyin Kocadağ, Derin Devlet, Güncel Hayat ve Siyaset, Haliçte yaşayan Simonlar, Halkın Emek Partisi, Jitem, Kitaplık, MİT, Öteki Tarih,


      Yine ” Ben ihbar etmeme rağmen kimse gitmiyor, Cudi Dağı x bölgesinde PKK’lılar var,” diyen bir köylüyü, söylediğinin yalan olduğunu bilmesine rağmen gece önüne katıp Cudi dağına operasyona tek başına gidecek kadar gözü kara idi. İşte Cem böyle biriydi. Bir müddet sonra JİTEM’in kurulmasıyla birlikte, Cem’in ve bazı subayların JİTEM’in bazı kurucuları arasında olduklarını duydum. Cem’in kendisi de bu faaliyetlerin içerisinde olduğunu söylemişti. O ilk başta Silopi 
bölgesindeydi, yanında Arif Doğan vardı. Muhtemelen o zaman Arif Doğan daha üst rütbedeydi. Cem ve yanındaki birkaç üsteğmen ve yüzbaşı beraber çalışıyorlardı. 

Kendilerine bir helikopter verilmişti. Kuzey Irak’taki yönetimlerle görüşerek 
PKK hakkında bilgi toplama faaliyetlerini organize etmeye çalışıyorlardı. Bir 
defasında Kuzey Irak’ta irtibat subayı gibi görev yaptıklarını da duymuştum. 
Bir süre sonra Cem binbaşının elemanlarının Silopi, Cizre ve Şırnak bölgesinde 
bulunduklarını ve faaliyet gösterdiğini duydum. Kimi zaman karşılaşıp 
konuşuyorduk.

 Bir müddet sonra Cem binbaşı Olağanüstü Hal Asayiş Kolordu Komutanlığının JİTEM 

Grup Komutanı olarak atandı ve bir yıla yakın burada görev yaptı. O süre içinde 
bir veya iki defa kendisini ziyarete gitmiştim. Yanında askeri personel olarak, 
daha sonra adı JİTEM faaliyetlerinde adı geçen bazı subayları farklı kod 
isimleriyle tanımıştım, ayrıca askerlik görevini yapan itirafçılar da bulunuyordu. Bunların bir kısmı daha sonra uzman olarak veya farklı görevlerle resmi kadrolar alarak Cem’in yanında çalışmaya devam etmişlerdi ama daha çok istihbarat toplama faaliyetlerinde bulunuyorlardı.O da bir veya iki kebzenim ziyaretime gelmişti, tabii bu karşılıklı görüşmelerimizde birbirimize itimat ettiğimizden her şeyi çok rahat konuşabiliyorduk. Cem bir gün bana illegal örgüt mensuplarının bazılarını gizli yakaladıklarını, sorguladıklarını söyleyerek onlardan aldığı silah ve malzemeleri gösterdi.Sorgulanan bu insanların akıbetlerinin ne olduğu konusuna açıklık getirilemiyordu, fakat dolaylı olarak sonucun ne olduğu tahmin edilebiliyordu.

 Cem PKK ile mücadele etmek için kanun dışı her türlü yöntemin kullanılması 
gerektiğini, normal yol ve yöntemlerle bu işin başarılamayacağını ima etmeye, 
anlatmaya çalışıyordu. PKK ile ancak böyle mücadele edilebileceğini çünkü bu 
kişilerin mahkemelerde ceza almadığını, korktukları için kimsenin onların 
aleyhine şahitlik yapmadığını ve davacı olamadığını, olaylar gece gerçekleştiği 
için kimsenin bir şey görmediğini, hatta onlara destek veren kişilerin 
suçlarının hukuki olarak ispatlanmasının ve cezalandırılmasının çok zor olduğunu 
ve bunun için bu kişilerin infaz edilmesi yöntemlerinin kullanılması 
gerektiğini, bu örgüt mensuplarının ancak bu tür yöntemlerle durdurulabileceğini 
çok hararetle savunuyordu. Bunun üzerine ben anlattığı yöntemlerin doğru yollar 
olmadığını söyledim. Çünkü bu bölgedeki PKK varlığının artmasında birçok kişinin 
olumsuz faaliyetinin payı olduğunu, bunun içerisinde bu bölgede çalışıp rüşvet 
yiyen, hatta koruculuk faaliyetlerinde bile silah dağıtılırken para alan kamu 
görevlileri olduğunu, PKK’nın bu açıkları kullanarak taraftar bulduğunu 
belirterek terör olaylarının artmasında etkili olan buna benzer yüzlerce başka 
olayı anlattım.
“Burada suçlu kim? PKK’ya ekmek veren, onlara yardım eden köylü mü, yoksa burada rüşvet mekanizmasını çalıştırmak suretiyle yanlış uygulamalar yaparak toprak ağalarına ya da nüfuzlu insanlara karşı köylüleri yanlız bırakıp PKK’nın 
kucağına atanlar mı?” diye sordum. Cem “Evet sen haklısın,” dedi ama sonra elini 
boynuna götürerek “Ben burama kadar bu işe battım, bana anlatma. Bu işe var 
mısın, yok musun?” dedi. Ben “yokum” demekle kalmadım, yine ısrarla bu 
yöntemlerin olayları daha da azdıracağını, bizim legal yöntemler dışına 
çıkmamamız gerektiğini kendisine epeyce anlattım ama o kanunsuz yöntemlere kesin inanıyordu.
 Bir müddet sonra iki itirafçı ve bir arkadaşıyla (bunlardan bir tanesi 
sanıyorum A.A. idi, önce itirafçı olup devlete sığındı, devlet içindeki 
yanlışları da gördükten sonra yurtdışına çıktı, orada PKK hem de bu olaylarla 
ilgili tarafsız ve kapsamlı bilgi ve gözlemlerini çeşitli gazetelere anlattı) 
yanımıza geldi; dört kişilerdi. O zamanki HEP adlı partinin binasında açlık 
grevleri yapılıyordu ve polis açlık grevlerinin olduğu yerde bekliyordu. Binanın 
yakınlarına patlayıcı madde koymayı düşündüklerini, herhangi bir polisin veya 
bir devlet görevlisinin zarar görmesini istemediklerinden oradaki polisin 
çekilmesini, bu konuda yardımcı olmamı istediler. O gün uzun uzun konuştuk, 
böyle bir şeyin olamayacağını, bu yolun doğru olmadığını kendisine dilimin 
döndüğünce anlattım. Cem hararetle bu tür şeylere taraftardı. Aslında o zamanlar 
yeni gerçekleştirilmiş bazı infazlar vardı ama onların yaptığını pek tahmin 
etmiyordum. PKK’nın legal yayını görünümündeki bir dergi yayınlanıyordu. 
Derginin bulunduğu binaya gidilerek dergi tahrip edilmiş ve buraya patlayıcı 
madde konmuştu. Bu arada o zamanki Baro Başkanı ve PKK’yı desteklediği söylenen bir kişinin, polis lojmanlarının hemen yakınında Ofis semtindeki arabasının altına patlayıcı konmuştu. Telsizlerle anonslar edildi. Şüpheli bir aracın 
plakası verilmişti. Bir iki dakika geçmeden telsizi dinlediğimde polis ekipleri 
plakası verilen aracı durdurmuş, aracın içerisinde Jandarma Asayiş Komutanlığı 
JİTEM ‘de çalışan itirafçılarla bazı asker ve subayların olduğu bilgisi verilmişti. Merkez aracı ve içindekilerin bırakılması talimatını verdi. 
    Bu olayla birlikte artık zihnimde olayları tek tek birleştirmeye, bu türden 
olayları gerçekleştirenlerin JİTEM’e mensup görevliler olduğunu düşünmeye 
başladım.
 Yine bir süre sonra HEP Diyarbakır il başkanı Vedat Aydın Diyarbakır Şehitlik 
semtindeki evinden polis görünümündeki kişiler tarafından Emniyete götürüleceği 
söylenerek kaçırılmıştı. O zamanlar Cem’in yanındaki bazı kişilere uyan bir 
eşkal tarif ediliyordu. Bu eşkallere göre faillerin Cem’in yanında çalışan 
insanlardan bazıları olabileceği kanaati bende de uyanmıştı ama tam olarak 
netleşmemişti. Olaylarla ilgili tahkikat yapılıyordu ve araştırmada Ankara’dan 
görevli olarak gelen insanlar da bulunuyordu. Diyarbakır’daki soruşturmanın 
başına o tarihte Emniyet Müdür Yardımcısı olan Hüseyin Kocadağ verilmişti. 

Bir gün polis evine gittiğimde bir kenarda çalışma yapıyor, kendi aralarında 
konuşuyorlardı. Ben de yanlarına gittim ve Hüseyin Kocadağ ortaya konan en ciddi buldukları şüpheyi anlattı:

Vedat Aydın’ın cesedi, Elazığ Maden ilçesi yakınlarında yani Diyarbakır’dan 
Ergani Maden istikametine giderken Maden ilçesi sınırları içerisinde bulundu. 
Cesedin bulunduğu yerle kaçırıldığı Diyarbakır arasındaki her yere sorup 
soruşturulurken yol üzerindeki trafik ekiplerine de sormuşlardı. O gün Ergani’de 
bulunan bölge trafik ekibi, Ergani Maden arasında hemen Ergani çıkışında Çimento fabrikasının az ilerisinde yolda trafik kontrolü yapıyormuş. Bu trafik kontrolü esnasında Ergani merkezden, Bölge Trafik İstasyonuna bir anons gelmiş, Ergani Dicle istikametinde (yani ters istikamette) bir trafik kazası olduğu, oraya 
bakmaları söylenmiş. Ekip yoldaki kontrolü bırakıp Ergani’ye gitmiş, Ergani’den 
Dicle istikametine dönmüş. Belirtilen yere vardıklarında herhangi bir kazanın 
olmadığını görmüşler ve tekrar kendi görev yerlerine dönmüşler. İşte ekibin 
verdiği bu ifade dikkat çekmişti. Olmayan bir kazanın kontrol edilmesi 
bahanesiyle ekip yoldan çekilmişti. Bunun üzerine Hüseyin Kocadağ ve araştırmayı yapan diğer görevliler bu anonsu geçen Ergani polis merkezine neden böyle bir anons yaptıklarını sorduğunda ihbarın İlçe Jandarma Komutanlığından geldiğini söylemişler. İlçe Jandarma Komutanlığına sorulduğunda, bu bilginin Jandarma Bölge Komutanlığından geldiğini anlatmışlar. Jandarma Bölge Komutanlığına sorulduğunda ise bilginin Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Harekat Merkezin den geçindiğini söylemişlerdi. İşte o safhadan sonrası sorulmamıştı veya bana anlatılmadı. Ama ban anlayacağımı anlamıştım. 
Bana göre Vedat Aydın’ı kaçıranlar, onu Elazığ Maden ilçesine götürürken yolda trafik ekipleri tarafından kontrol edilme ihtimaline karşı Asayiş Kolordu Komutanlığı ara kademeler üzerinden bilgi aktararak polis ekibinin oradan çekilmesi sağlanmıştı. 

Böylece olayın artık kimin tarafından gerçekleştirildiği net olarak 
anlaşılıyordu.

 Vedat Aydın, kaçırılmasından kısa bir süre sonra Diyarbakır’dan 70-80 km 
uzaktaki Maden ilçesi yakınlarında Diyarbakır-Elazığ karayolu üzerinde Maden 
çayının kenarında kalaşnikof makineli tüfekle ile taranarak öldürülmüş olarak 
bulundu. Cesedin bulunmasıyla birlikte de fırtına koptu.

 Vedat Aydın’ın cenaze töreni, Diyarbakır’da çok ciddi olaylara sahne olmuştu. 
İlk defa Diyarbakır’da geniş bir toplumsal tabana yayılan ciddi manadabir olay 
gerçekleşmişti. HEP için Türkiye’nin her yerinden binlerce insan Diyarbakır’a 
gelip cenaze törenine katılmış, bu olay büyük bir yürüyüşe ve ciddi tepkilere 
neden olmuştu. Bütün devlet kurumlarına (TRT’ye, polise vb.) saldırılmıştı. 
Cenaze, defnedileceği yere götürülürken surlarla Mardin Kapı Karakolu arasındaki 
dar yoldan geçen cenaze konvoyundaki bazı kişiler (özellikle kontrolden çıkan 
gençler ve çocuklar) Polis Karakolunu taşlamış ve karakola saldırmıştı. 
Karakoldaki görevlilerin kendilerini korumak için silah kullanması sonucunda 
(göstericilerin de silah atması iddiaları vardı) üç kişi ölmüş, 5-6 kişi 
yaralanmıştı. Cenazenin defnedilmesinin ardından ise aynı yerden tekrar geçmek 
isteyen kalabalık karakola daha yoğun bir şekilde saldırdığında,görevlilerin 
tekrar ateş açması sonucunda (bir kısmı düşerek, bir kısmı uçurumlara 
yuvarlanarak) on dokuza yakın kişi hayatını kaybetmişti. Yüzlerce de yaralı 
vardı. Böyle ağır bir olay daha önce hiç yaşanmamıştı. Aslında bana göre o 
cenaze töreni, tören sırasında o bölgede olup biten herşeyi ayrı bir skandaldı, 
çünkü cenazenin önce köye götürüleceği köyde defnedileceği belirtilmişti ama 
sonra şehir merkezine defnedilerek inanılmaz olaylara sebebiyet verilmişti. Bu 
cenaze töreninde HEP’lilerin ve valiliğin yaptığı yanlışlar başka bir kitaba 
konu olacak kadar çok ve ibretlik olaylardan oluşmaktadır. Sonuç olarak tüm 
tarafların hesapsız ve sorumsuz davranışları 23 kişinin ölümüne sebebiyet 
vermişti. İşte Cem aslında bu olayın baş planlayıcısı ve failiydi.

İlgili yazılar:

  Hanefi Avcı anlatıyor: Binbaşı Cem Ersever’i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? ,
  Birkaç Kitapta Açık Olarak Anlatıldığı Halde 20 Yıldır Çözülmeyen Musa Anter     Cinayeti, 
  Hanefi Avcı: Devletin psikolojik harekât yöntemleri, insanların olayları anlamalarını imkansızlaştırıyor ,
  Hanefi Avcı açıklıyor: ABD Kimi Destekliyor? PKK’yi mi, Türkiye’yi mi?, 
  Hanefi Avcı anlatıyor: Cemaat Nasıl Yönetiyor, Kimler Yönetiyor?, 
  Fikret Başkaya: “Çağdaşlaşma, kalkınma… Paradigmasının iflas ettiğini kabullenmeliyiz, 
  Psikolojik savaş Stratejisi ve medyanın rolü – Şaban İba 
  Yılmaz Güney: Faşizm Bütün Halkların Düşmanıdır [Siyasal Yazılar, Konuşmalar] 
Başbakanın solcusu Doğan Tarkan, Zaman’a ifade verdi: “ Bütün Sol koyun gibidir”

Sonraki İçerik
Öykü | Dur Bakalım Ne Olacak – Aziz Nesin
cafrande.org

DIEGO ARMANDO MARADONA | FUTBOL, UYUŞTURUCU, POLİTİKA VE TANRI’NIN ELİ…
MÜDAHALE ETMEK KİMİN HAKKI? BARBARLIĞA KARŞI EVRENSEL DEĞERLER – IMMANUEL WAILLERSTEIN
“SİYASİ SUÇLU” AHLAKİ VE SOSYAL BAKIMDAN SUÇLU SAYILABİLİR Mİ? – CEMİL MERİÇ
KOMPLO TEORİLERİNİ ANLAMAK TEŞHİS ETMEK VE BAŞA ÇIKMAK
ERİCH REMARQUE: “ÇOCUKLAR!” DİYORUM, NE ÖĞRETEYİM SİZLERE? “EVLERİNİZE GİDİN. BUGÜN OKUL YOK.”
KİTLE VE İKTİDAR: ELE GEÇİRME VE İÇE ALMA – ELİAS CANETTİ
© www. cafrande.org 
Farklı fikirlere, renklere ve seslere yolculuk 
Kaynak 
gösterilmeden alıntı yapılamaz | iletişim: 
cafrande.org@gmail.com, 
bariskisin@gmail.com
İranlı gazeteci Pervin Ardalan uyardı: “ Herşey yavaş yavaş oluyor gözünüz açık... ''

https://www.cafrande.org/hanefi-avci-anlatiyor-binbasi-cem-erseveri-kim-neden-nicin-ve-nasil-oldurdu/

***

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 1

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 1


Hanefi Avcı, Cem Ersever, karşılaşması, Diyarbakır İl Başkanı, Vedat Aydın, Hüseyin Kocadağ, Derin Devlet, Güncel Hayat ve Siyaset, 
Haliçte yaşayan Simonlar, Halkın Emek Partisi, Jitem, Kitaplık, MİT, Öteki Tarih,

cafrande.org -
12/10/2010
Hanefi Avcı’nın Cem Ersever’le karşılaşması, HEP* Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın öldürülmesi

*HEP:Halkın Emek Partisi Vedat Aydın kimdir?.

Vedat Aydın, 1953 yılında Diyarbakır’ın Bismil İlçesi’ne bağlı Kürthacı Köyü’nde 
dünyaya geldi. 1979′da Diyarbakır’daki Dicle Üniversitesi Eğitim Enstitüsü 
Edebiyat Bölümü’nden mezun oldu. 12 Eylül harekatından sonra tutuklanıp 4 yıl 
hapis yattıktan sonra 1990 yılında Diyarbakır’da İnsan Hakları Derneği’nin 
kurucu üyesi oldu. 28 Ekim 1990′da İHD Genel Kurulu’nda yaptığı Kürtçe 
konuşmadan dolayı tekrar tutuklandı. Kapatılan Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki 
duruşmada Türkçe konuşmayı reddetti. 5 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest kalan Vedat Aydın, İHD Diyarbakır Şube Başkanlığı’na seçildi. 1991 yılı Haziran ayında HEP Diyarbakır İl Kongresi’nde başkanlığa seçildi. Başkan seçildikten 20 gün sonra kaçırılarak işkenceyle öldürüldü. Diyarbakır’da 10 Temmuz 1991 günü cenaze töreni düzenlendi. Aydın’ın Mardinkapı Mezarlığı’na defnedilmesi sırasında çıkan olaylarda mezarlık çevresindeki Surların üzerinden kalabalığa açılan ateş sonucu 3 kişi öldü, çok sayıda kişi yaralandı.

Hanefi Avcı itiraf ediyor…
Cem Ersever’in öldürülmesi Güneydoğu’daki olayları veya Türkiye’deki iç güvenlik 
anlayışını (veya JİTEM anlayışını) birçok açıdan ibret alınacak şekilde gözler 
önüne seren bir olaydı. Yalnızca bu olayın irdelenmesi ve tam manasıyla 
aydınlatılması ve faillerinin yargılanması bile Türkiye’de Susurluk ve Ergenekon 
anlayışının teşhiri ve ne olduğunun anlaşılması açısından yeterlidir. 

Ama maalesef her şeyi ile açık ve net olmasına rağmen bu olay hala istenilen 
seviyede soruşturulup, failleri yargılanamadı. Cem Ersever’in öldürülmesi ile 
ilgili olarak Meclis Susurluk Araştırma Komisyonunda ve daha sonra adliyede 
geniş olarak ifade verdim ama bu ifadeler hep resmi kalıplar içerisinde kaldığı 
için belki şimdi olayı bir hikaye ya da bir film senaryosu içerisinde anlatmak 
ve daha iyi anlaşılır hale getirmek gerekiyor.

Cem Ersever’i ne zaman tanıdım? Eruh ve Şemdinli ilçelerinin 15-16 Ağustos 
1984’te PKK gerillaları tarafından basılmasından sonra Güneydoğu illerini 
terörle mücadele ve istihbarat açısından desteklemek amacıyla yapılan 
çalışmalarda, ben de çalıştığım Mersin Terörle Mücadele Şubesinde mimlenip önce 
İstihbarat Daire Başkanlığının açtığı Yeraltı Yıkıcı Faaliyetlerle Mücadele 
(YYFM) kursuna alındım. 

   Daha sonra, 1984 yılının son günlerinde de bir grup arkadaşımla birlikte tayinim Diyarbakır’a çıktı ve hemen gidip göreve başladım. 

Yeni atanan grubun amiri bendim, ekip halinde hızlı bir şekilde Güneydoğu’daki 
olayları öğrenmeye çalışıyorduk. Diyarbakır İstihbarat Şube Müdür Vekiliydim ama Diyarbakır’dan çok tüm Güneydoğu bölgesinde görev almak gereğini duyuyordum veya Genel Müdürlük de bana biraz böyle bir görev biçiyordu. 

Tabi i sıkıyönetim komutanlığının Diyarbakır’da olması, bölgesel düzeyde bir görev olması ve bizim sıkıyönetim karargahında bulunmamız da böyle bir imkanı bize veriyordu. Göreve başlamamdan birkaç gün sonra, SASON operasyonu olmuş ve Ali Ozansoy isimli örgütün önemli kadrolarından Sason bölge komitesi sorumlusu, geniş bilgi birikimine sahip entelektüel bir örgüt yöneticisi yakalamıştı. Ali Ozansoy’un ilk sorgulanması sırasında PKK’nın kuruluşundan o güne kadarki (yani 1985 yılı itibariyle) geçmişini, varlığını, yurtdışı ve yurtiçi faaliyet ve hedefleri, bu 
yeni çıkışının amacının ne olduğunu, ne yapömak istediğini bir bütünlük içerisinde kapsamlı olarak anlatan ifadesini bir videobanda kaydetmiştik. Sonra bu kaydı sistematik yazılı bir metin haline getirip, bölgedeki görevlilere dağıtarak herkesin PKK hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamıştık. Bu farklı bilgi alma yöntemi, PKK’yı gösteren faaliyetimiz bize önemli bir güç ve bilgi kazandırmış, aynı zamanda Sıkıyönetim Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü düzeyinde farklı bir bakış açısı edindirmişti.
   O güne kadar bazı terör faaliyetleri gerçekleştirilmiş, Eruh ve Şemdinli 
ilçelerinin basılmış olmasına karşın güvenlik kuvvetleri karşılarındaki grubun, 
PKK’nın amacının ne olduğunu, ne yapmak istediğini bilmiyordu. Hatta birçoğu 
Eruh ve Şemdinli baskınlarını Suriye’den gelen insanların yaptığını 
zannediyordu. 
    Eruh Şemdinli baskınından sonra bölgeye gönderilen Güvenlik Kuvvetlerinin aldığı ilk ifadelerde çok ilginç noktalar vardı. İnanılmaz ve tuhaf bir biçimde ifade alınmıştı; olay bir türlü kavranamamış, olayın ne olduğu hakkında bir fikir sahibi olunamamıştı. Bu yüzden tüm yönleriyle almış olduğumuz Ali Ozansoy’un ifadesi, PKK’nın ne olduğunu, ne yapmak istediğini, gelecekte PKK’nın neler yapacağını, hedeflerinin ne olduğunu ortaya koyan çok önemli bir belgeye dönüşmüştü. PKK’nın yeni süreçteki çıkışı, o güne kadar daha derli toplu anlatılmamıştı.

İlk yıllarda Diyarbakır’da fazla bir PKK varlığı yoktu, daha doğrusu Alaattin 
Zuhurlu ve bölge halkından birkaç arkadaşından oluşan bir gerilla grubu vardı 
ama onlar da pek fazla etkin değillerdi. Eylemsel olarak da fazla bir şey 
yapmamışlardı, daha çok keşif, belki bölgeyi tanıma gibi faaliyetlerde 
bulunuyorlardı. Bizim Genel Müdürlük adına PKK faaliyetlerinin daha yoğun olduğu birçok yere ( Siirt, Hakkari ve Şırnak bölgelerine ) gidip oralarda inceleme 
yapma imkanlarımız vardı. Güneydoğu illerini gezip tanımaya ve oradaki 
meslektaşlarımızla veya askeri yetkililerle ya da sıkıyönetim görevlileriyle 
görüşerek PKK hakkında bilgi toplamaya yönelik bu tür inceleme çalışmalarının 
birinde Siirt’e gittik. O zamanlar Siirt’te Emniyet Terörle Mücadele Şube 
Müdürümüz Cafer Şahin’di. Bu konulara yatkın ve yetenekli biriydi. Zaten daha 
önce Ankara Asayiş Cinayet Masasında çalışmış, siyasi örgütleri sorgulamış 
olduğundan bu konuda oldukça donanımlı biriydi. Cafer Şahin’in örgüt mensupları, onların faaliyetleri, kod isimleri vs. hakkında tuttuğu küçük not defterinin bir fotokopisini almıştım. Bu defter bizim çok işimize yaramıştı.

İşte o arada birileriyle konuşurken, Siirt Jandarmasında sorgu operasyonları 
işlerine bakan Cem Ersever’le karşılaştım. O zamanlar üsteğmen veya yüzbaşıydı. 
Karşılaştığımızda, nereye gitse hep bizden bahsedildiğini söyledi. Genel Müdürlük adına yapılacak bazı görevler dolayısıyla defalarca Şırnak’a Hakkari’nin en ücra ilçesi Beytüşşebap’a gidiyor, buradaki meslektaşlarımızla ve halkla görüşerek bölgeyi ve insanları tanımaya, olayların iç yüzünü anlamaya çalışıyorduk. Biraz da belki Diyarbakır bölgesinde örgütün pek etkin olmamasından dolayı oradan gelmenin rahatlığıyla etrafta çekinmeden dolaşıyorduk. Birçok insan oralara gelip gittiğimizi ve adımızı biliyordu ama bizi polis değil de daha çok Milli İstihbarat Teşkilatının elemanı zannediyorlardı. Çünkü polisin oralarda dolaşması pek alışılmış bir şey değildi. 

Siirt İl Jandarma Alay Komutanlığı bölgesinde çalışan Cem yüzbaşı da tüm bölgeyi 
dolaşan, bölgede olup biten her şeyi kontrol eden gözü kara biriydi. İşte 
bölgede dolaşırken Siirt’teki bütün köylerde, mezralarda bizim adımızı duyduğunu 
söyledi. Bir süre Cem’le sohbet ettik. Kısa süre içerisinde onun işine sarılan, 
bütün mesaisini ve zamanını her şeyiyle canı gönülden işine adayan, sürekli işi 
takip eden, olayları çok önemseyen ve bu davaya inanmış biri olduğu kanaatine 
vardım.
 O da belki bende belli şeyleri gözlemlemişti. İlk karşılamamızla birlikte 
aramızda aynı inanç ve düşünceyi paylaşan insanların yakınlığı ve samimiyeti 
oluşmuştu. Görevle ilgili her konuda rahat konuşabileceğim, derdimi rahat 
anlatabileceğim, farklı konularda tartışıp fikir birliği kurabileceğim biri gibi 
görünüyordu. Çünkü biz bütün varlığımızla, bütün mealimizle üzerinde olduğumuz 
işe odaklanmamız gerektiğine inananlardandık. O da bu anlayıştaydı.
Daha sonraki dönemlerde çok sık görüşemedik. Çok nadiren birkaç defa karşı 
karşıya gelmiştik. Ama kendimizi birbirimize çok yakın hissediyor, her 
karşılaşmamızda kimseyle paylaşmadığımız sırlarımızı birbirimizle 
paylaşabiliyorduk. Aradan epey bir zaman geçti. Bu arada Şırnak’ta bir iki defa 
karşılaştık zannediyorum. O karşılaşmalarımızda çok daha kızgındı. Özellikle 
askeri birimlerin şuurlu, makul ve mantıklı şekilde hareket edemediklerinden 
bahsediyordu. Hatta ilginç denemeler yapıyordu, daha sonra uyguladığı bu 
yöntemlerin bazılarından yazdığı kitaplarda da bahsetti.
 O zamanlar Şırnak Uludere arasında gelip geçen herkes askerler tarafından 
sürekli kontrol ediliyordu. Durdurup araçları arıyorlar, yolcuların nereden 
gelip nereye gittikleri ve isimleri defterlere kayıt ediyorlardı. Ve tabii 
herkesten kimlik soruyorlardı. Cem kendisi için, PKK’nın o zamanki en önemli 
yöneticilerinden Duran Kalkan veya herkes tarafından Selim Hoca diye bilinen 
Selahattin Çelik gibi birkaç insan adına sahte kimlikler hazırlamıştı. Bir gün 
Cem otomobile sivil olarak binmiş, otomobil kontrol için durdurulduğunda 
askerlere kendi kimliği yerine bir seferinde Duran Kalkan’ın, başka bir sefer de 
Selahattin Çelik’in kimliğini göstermiş, kayıtlara da bu isimler geçmişti. Daha 
sonra tugay yetkililerine gidip, Şırnak’taki kontrol noktalarından Selahattin 
Çelik ve Duran Kalkan’ın geçtiğini söylemişti.
Bunun üzerine askerler Şırnak’ın giriş ve çıkışında gelip geçen herkesin 
kimliklerinin yazıldığı defterleri getirip baktıklarında gerçekten Selahattin 
Çelik ve Duran Kalkan’ın adları yazılıydı. Cem’in göstermek istediği durum da 
buydu. Kontrol noktalarında bölgelere girip çıkanların adı yazılıyor, kimlikleri 
kaydediliyordu fakat örgüt mensupları, yöneticileri hakkında hiç kimse bilgi 
sahibi olmadığından örgütün yönetici kadrolarından ya da aranan bir kişi bile bu 
kontrol noktalarından çok rahatça geçebiliyordu. İsimler hakkında bilgi sahibi 
olmadan yapılan bu kontrol ya da kayıt tutmaların hiçbir işlevi olmuyordu. İşte 
Cem bu türden denemeler yapmıştı, kendisi bana bunları anlatmıştı, hatta daha 
sonra kitabında da benzeri şeyleri okumuştum. Kabına sığmayan sürekli koşturan biriydi.
 Bu bölgedeki terör olayları nedeniyle hepimiz örgütün yeri ve faaliyetleri 
hakkında istihbarat almaya çalışıyorduk. Bazı insanlar da bu durumdan istifade 
etme gayretindeydi. Cem yüzbaşı (bir müddet sonra binbaşı olmuştu sanıyorum) 
bunlardan bir kısmını deşifre etmişti. Bu insanlar önce Jandarma Emniyet veya 
diğer istihbarat birimlerine gidip şu kişiler PKK’ya yardım ediyor, şu gün PKK 
mensupları onların yanına geldi, şu olayda kavuzluk yaptılar, şu kişi şu olayda 
PKK mensuplarına öncülük yaptı gibi ihbarlarda bulunuyorlardı. Sonra ihbar edip 
yakalattığı kişilerin evlerini ziyaret ediyor, polis ve askerlere rüşvet vererek 
onları kurtarabileceklerini söyleyip ailelerinden para alıyorlardı. Ardından 
Jandarmaya ya da polise gidip, bu kişilerin devlete çalışarak PKKhakkında tekrar 
bilgi aktaracaklarını söyleyerek onların salıverilmesini sağlıyorlardı. Masum 
insanları örgütle irtibatlı oldukları iddiasıyla yakalatıp daha sonra onları 
kurtarma vaadiyle yakınlarından para alan bu kişiler bu işi meslek haline 
getirmişlerdi. Bu yöntem maalesef bu bölgede çok yaygındı. Kimileri de önce 
jandarmaya gelip bir müddet bilgi vererek Jandarmayı oyalıyor, sonunda verdiği 
bilgilerin yanlış olduğu ortaya çıkıyordu. Bu defa Emniyete gidiyor, bir süre 
aynı şekilde emniyet mensuplarına bilgi veriyor, Emniyet bu kişilerin sahtekar 
olduklarını fark edince bu kez Milli İstihbarat Teşkilatına yöneliyorlardı. 
Orada da bu insanların üçkağıtçı oldukları anlaşılıncaya kadar epeyce bir zaman 
geçiyordu. İşte Cem binbaşı bunlardan bazılarını ilçe merkezlerine götürüp,” 
Sizi ihbar eden, hakkınızda iftira atan ve bize ihbar mektubu yazan üçkağıtçılar, sahtekarlar bunlar,” diyip onları kahvelerin orta yerinde teşhir etmişti.


***

18 Ağustos 2019 Pazar

UYUŞTURUCUDAN SUSURLUK'A BÖLÜM 11

UYUŞTURUCUDAN SUSURLUK'A  BÖLÜM 11



Örgüt,
10/7/2000 - 11:00
Atin,

İbrahim Anatolya’da AĞA CEYLAN’ın yeğenini getirtti masasına oturttu. Çankaya MHP İlçe Başkanını da çağırttı oturttu.
Bir yerde, MHP Çankaya İlçe Teşkilatı arkamda mesajını veriyor. Konuştuğunda en büyük ülkücü olarak kendisini empoze ediyor.

Yeşil, DEP Meclis Üyesi 

Çankaya İlçe Başkanı bana “siz nereden geliyorsunuz, ne iş yapıyorsunuz?” dedi. Ben “Diyarbakır’dan geliyorum, DEP’in meclis üyesiyim” dedim, adam bir tuhaflaştı.
İbrahim “Bunda ne var, böyle tuhaflaştın” dedi. Adam inanmayınca ben kimliğimi de gösterdim. Öyle şaşırdı kaldı. Gırgır muhabbetler yaptık öyle. 
Cumhurbaşkanları ve Başbakanların Dostundan Vergi
İbrahim, bana orda iki şey empoze etmeye çalıştı. Ülkücülüğünü ve birde Ağa CEYLAN’ların kendi himayelerinde olduğunu. Oraya zaten CEYLAN’lardan vergi, bağış toplamaya diye geldi. 
Yani bunları ben yiyorum sen bunlara dokunma. “Bu çocuk burda doğmuş, büyümüş, her yeri biliyor, iyi bir çevresi var, bunlara dokunma”. CEYLAN’ın arkasında H.E. (Emniyet Müdürü) var. 
Ben H.E.’ye “Kardeşim, tamam, PKK’lı olduğuna, olmadığına ben bir şey demiyorum, ne olursa olsun, ancak ben sıkıntıdayım, beni görmesi, desteklesi lazım” dedim. 

Aracı Polis Müdürleri

H.E. hemen 250 milyonu aldı, getirdi, "ihtiyacın olunca söyle" dedi. 
Zaten benim kayıplara uğramayan tek param o 250 milyon. “Bunu hesaba yatırsan dedim” Yani yapmak istediğim, parayı ben kayıpsız şey yapmayayım, kayıt, kuyut, belli olsun, kimden ne aldığım belli olsun. “O zaman sen götür yatır, birisine yaptım çekmedi" dedi. 
Ağa CEYLAN’dan çok memnunum yani. Geçenlerde CEYLAN’lardan 250 milyon daha geldi. Polis okulundaki A. Bey getirdi parayı.

Telefon Başkasına Kayıtlı Olunca

Bu işte o kadar garip tesadüfler var ki, şimdi bu tesadüflerden dolayı, inanmanız zor bir olay, ben bunu kabul ediyorum.
İki üç tane isim söyledi o gün başkanım (Mehmet EYMÜR), vallahi tanımıyorum, Başkan o gün bana telefon numarasını veriyor, adresini veriyor, diyor "kim?", ben de diyorum ki "vallahi bilmiyorum başkanım."
Şimdi ben kendimi onun yerine koyuyorum, ben birisine böyle soru soracağım, o diyecek ki "vallahi ben tanımıyorum", şerefsizim ben böyle kalkar oyarım. Allah ne sabır vermiş, "olabilir" diyor. Hiç kahır tutmam, vallahi tutmam.
Yani sen gel de bu ilişkiye inan, bu senin adamın, aradığın görüştüğün adam. İnandırıcı olması mümkün değil ama doğruluk var. Ama ne var? Ben senin adını biliyorum, telefon numaranı biliyorum, şahsen tanıyorum çağrına not bırakıyorum “bu numarayı ara” diye ama o ismi bilmiyorum. Benim görüştüğüm sensin ama o telefon başkasına kayıtlı, o adamı da tanımıyorum.

PKK İşi Hayal Ürünüdür

Şimdi olayın PKK’nın işi olduğunu düşünmek bana göre sadece hayal ürünüdür. Metin, Hacı KARA’nın ortağıdır, Savaş BULDAN’ın da akrabasıdır.
Bana göre Hurşit, çok üst düzeydir, sağlam bir yerdedir. Kesin ben iddia ediyorum, bunun konumu çok yüksektir. 
Bu olayı bir kere PKK yapamaz. O şekilde olması mümkün değil. Polis korkusunu biliyorsunuz. Eğer arabadan indirip ellerini arabaya dayayıp, aramış, bilmem ne yapmişlarsa, yok bunu onlar yapamaz.
Şehir gerillasında Dev-Sol profesyoneldir, açık infazlarda onlar profesyoneldir. Dev-Sol dahi bunu yapamaz. Yapsa bile bu kadar aleni yapmazlar, dışarı götürürler.

O operasyonu MİT dahi öyle rahat yapamaz. 

Şimdi bir defa akıl var mantık var. PKK’nın tüm yeteneklerini şöyle bir inceleyin. Şehir yönünden şöyle bir inceleyin. Şu sokakta, şu caddede bir operasyon yaparken her an polis ekiplerine muhatap olabilirsiniz.

PKK'yı Kimse Benim Kadar Bilemez

Hiç bir PKK’lı, PKK’yı benim kadar iyi bilmez. Taktiğini, yöntemini, çalışma şeklini, propogandasını, şunu, bunu. Sadece savaşmasını bilir, bir bok bilmez. Cepheci sadece kendi birimini bilir, başka bir şey bilmez. Yani herkes kendi bölümünü bilir, başka bir şey bilmez.

Şimdi enterasan bir şey daha var. Ankara Emniyet Müdürlüğüne alındığımda bu olayla ilgili hiç bir şey sorulmadı, hiç bir şey, uzaktan yakından. Hani orada ne yapmak istediler. Benim silahımla atış yaptırıp, bir torba boş kovanı niye oraya koydular, silahımı elime verip, parmak izimle niye bir torbaya koydular, niye, neden?

Beni Öldürecekler

Olayın akışında öyle bir durum var ki, belki ön yargıdır, bu olaydan sonra benim ivedilikle ölmem gerekiyor, tamamlanması için öldürülmem lazım. Parayı alan işte bunlar denilir. Belki hazırlık devresi, hani beni kendileri öldürmemiş empozesini yapmak için, aldık, bıraktık. Belki de ben öldükten sonra kendilerini savunmak için. Artık neler planlıyorlar, tahmin ve yorumlara kaldı yani.
Şimdi bu ÇATLI’nın bir kere polis korkusu ve tereddütü yok. Öyle bir tereddütü yok. Artı, PKK nasıl devreye girdi? Kendi bir ajanını devreye koydu. İyi konumda olan bir ajanını devreye koydu, kendi ajanına bu açıklamayı yaptırdı, olay tuttu. Bu benim yorumumdur.
Ama ben bu olayı en ince detayına kadar çözeceğim. Belli bir zaman süresi içinde ben o eylemi yapanlardan biriyle muhakkak diyalog kurarım.

Yeşil de Telefon Dinlemelerinden Şikayetçi

Şu telefonlarla biz çok rahat konuşuyorduk. Gerçi dinlense ne olacak. Bir tek işte o kırıklarla konuşmamız yani biraz böyle yüzsüz. Her şeyimiz ortada. Biz bu siniri, stresi ancak böyle atabiliriz. Ben kendimi çok iyi biliyorum. Hiç bir tanrı kulu çamurlu tarafımı ortaya çıkarıp kafama indiremez, indirtmem yani. Açık ve net söylüyorum. Artık neler planlıyorlar, tahmin ve yorumlara kaldı yani. Ha şimdi benim bu polis olayı olmasa, iddia ediyorum, bizzat operasyonda olan adamları buraya getiririm, ben buna inanıyorum.
Burda bir haftayı doldurmadık, bu arada onların planları gerçekleşiyor.
Sizin dikkatinizi bir noktaya çekerim. Şimdi ben veya siz böyle bir operasyon yapsak, bunları böyle alırken, çok. gizliliğe riayet ederiz, tecrübemiz, disiplin anlayışımız hep o yönde.

Polis Fazla İnce Düşünmez

Polisin de bir tecrübesi var, birçok büyük operasyonlar yapmış. Yapmış ama, polis öyle bir gizlilik falan gibi fazla ince düşünmez, bilmez. Benim düşündüğüm gibi, sizin düşündüğünüz gibi polis bunu düşünmez. Böyle bir operasyonda görevlendirilen memurun, sırtı pek, rahatı yerinde, kimse ona müdahale etmez, bir şey yapmaz, kendi tecrübesi böyle.
Bir de, bu adamlar eğer bu İranlıların sizinle irtibatını biliyorlarsa, bence operasyondan beklenen olay başka. Acaba Emniyet bunların sizinle irtibatlı olduğunu biliyor mu, bilmiyor mu? Bunu bilmiyorum.

Kurd-A'nın Kaynağı Kim?

Bir de burada bir soru işareti daha var. Yapılan gazete açıklamasında o İranlıların bilmediği husular var mı? Mesela, o iki adam Mehmet Eymür’ün adını, ne iş yaptığını biliyor mu, bilmiyor mu? Acaba o açıklama bir sorgudan mı çıktı, veya açıklamada onların bilmediği ilave şeyler var mı? Bence çok önemli bir ayrıntı. Sorgulananlar bilmiyorsa, kim biliyor? 
Örneğin, itham falan değil de misal veriyorum, efendim orada yazılan bir hususu diyelim ki Korkut Ağabey biliyor, o zaman açıklamanın içindeki adam, oradaki bilgilerden kendiliğinden ortaya çıkar. 
Fakat, çok aşikar olan, olayın tamamen polis tarzı olduğu. Tanıdığınız polisleri düşünün, bunların böyle mantıklarını güzel bir şey yapın, hiç bir zaman böyle ince detay bilmezler. O operasyonu, polisin dışında resmi jandarma bile yapsa, polis tutup sorar, hemşerim ne yapıyorsun der yani, polisin dışında o işi, o şekilde başka kimse yapamaz. PKK’nın şehirlerde en çok eylemi, pek başarılı olmamakla beraber patlayıcılar. Patlayıcı da en basit, en rizikosuz eylem türüdür. Yani böyle fazla aktif olmaya gerek yok. Bu tür bir eylemi PKK’nın yapması mümkün değil, hem dört tane arabayla yapacaksın, hem de bu kadar süre içerisinde öldürmeyeceksin. 

Şartlandığım Zaman Başka Şey Düşünmem 

Bir defa ben, yani ölçü olarak, ANAP’çı MANAP’çı, partici değilim yani. 
Şimdi mesela, kendime bir hedef seçtiğim zaman, kendimi şartlandırdığım zaman saniyede kafamda bir şey çakıyor, başka hiç bir şey düşünmüyorum. 
Gece yattığım zaman da rüyalarımda onunlayım. O, ben o işi bitirene kadar bir saniye aklımdan çıkmaz, bitirene kadar hiç bir iş yapamam, böyle kitlenir kalırım, allahıma bin şükür, kitlenip de başarmadığım hiç bir iş de olmadı, önce ona sığınırım.

Kitlendimmi, yemek yerken, yanımda konuşulurken hiç duymam, konuşurlar, ben duymam, hep kafamda o, bitirene kadar, ama az sürmüş, ama çok sürmüş, illa şey ederim, hep onunla ilgili projeler, hep onunla ilgili şeyler, öyle olmazsa böyle olsun, böyle olmazsa şöyle olsun. 

En Büyük Özelliğim

Yaradana sığınırım, tabi o şeyi de veren o. Benim en büyük özelliğim, eylem anında, değişik durumlara karşı ani bir plan koyabilmem. 
Bir de şuna inanıyorum, bir eyleme giderken, burda yaptığın plan program hep boş oluyor, hepsi çürüyor orda, bitiyor, değişik değişik gelişmeler çıkıyor. Sen mevcut planı uygulamaya kalktığın an orada bocalıyorsun.
Kesinlikle, kitlendiğim olayda, televizyon seyrederim, vallahi billahi ne dediğini bilmem. Bir de kitlendiğim zaman araba kullanmam. Evet ben direksiyonda, bu araba da gidiyor ama, ben çok başka yerlerdeyim, onun için araba kullanmam.
Böyle kitlendimmi, o olay hariç başka hiç bir konuşmayı hatırlamıyorum. Bana diyeceksiniz, "falan yerde yemek yedik", ben "bilmem" dediğim zaman, vallahi şaşırmayın.

Psikolojikman Hastayım

Bazen ben hasta olduğumu kabul ediyorum, psikolojikman hasta, çünkü “yahu biz falan yere gidip yemek yemedik mi?” diye sorulunca “bilmiyorum” dersem inanmıyorlar. Ama ben hatırlamıyorum, zira kitlenince kafamda sadece o olay var, nereye gitmişim, nerde yemişim, nerde yatmışım, vallahi billahi hiç onları hatırlamam. O durum dışında ne varsa hepsi hafızada kayıtlıdır, detaylı böyle, en ince detayına kadar. Benim cürmüm, imkanlarım belli, ben, devlet için çok zor şartlarda mücadele veririm.

Para İşleri - Çirkin Eller

Ben buraya geldikten sonra bu para-mara işlerine bulaştım, burada bulaştım yani, bulaşmak da zorundaydım. Benim tek eksiğim paraydı, param oldu, şu anda hiç bir eksiğim yok, yok oğlu yok.
Benim iki tane engelim vardı, bir, PKK’yla aramda bir set vardı: devlet, bir de para. Parayı bulduğum zaman devlet engelini kaldırırım, rüşvetle kaldırırım, yedire yedire kaldırırım. Ben bunu çok iyi biliyorum, çok da oldu, yedire, yedire engelleri aşarım, bir tek parayla aşarım, başka şekilde aşamam.
Şimdi o zor şartlarda, o kıt imkanlarda, benim verdiğim mücadeleler, aldığım adamlar, neler aldım, neler yaptım, bunların hepsini bana yaptıran çirkin ellerdi, vallahi hiç sevmedim. 
Şimdi benim APO’yla ilgili bazı çalışmalarım sizce malumdur, o kadar kritik bir örgütlenme yaptım ki, şu Türkiye’de kimsenin benim kadar kritik noktalarda örgütlenme yapabileceğine inanmıyorum, bununla da övünürüm. 
O kadar süper bir örgütleme yaptım ki, yani APO’nun gitmemesi mümkün değil. Benim örgütlediğim kişi iki tane El Muhaberat’çıyı ayarladı, ister sağ, ister ölü teslim etmeye hazırlardı. Bendeki başarının sırrı inanç, inanç, inanç. 

En Güvenli Jandarma 

Bizde reklam olmaz, reklam adamı bitirir. 
Ben Jandarma’nın sosyal tesislerinde kalıyorum, lojmanlarda da kalabilirim.
Sınır geçişlerini rahat yaparım, istediğim an jandarma frekansına girerim, bendeki cihazlar taramalıdır, girdiğim yerde “Yeşil” dedim mi beni karşılarlar. 
Her yerde dostlarımız var bizim, bizde gönüldaşlık olayı var. Ben sevdiğim insanla görüşürüm, yani en kötü anımda, en kötü şartlarda yanımda olacak, olabilecek. Jandarma’da var, Polis’te var, MİT’de var, allah razı olsun, vatandaşda var. Var yani, her şeyimizle kabul etmişler, jandarma zaten beni tanıdı.

Gönüldaşlık

A. Ö. binbaşıya “benimle geleceksin gideceğiz, şu elbiselerini çıkar, sivillerini giy gidiyoruz” desem bitmiştir yani, sadece şöyle bir bakar “öyle mi, iyi, öyle mi karar verdiniz?” der, "öyle karar verdik" deriz, ikinci soruyu sormaz. Onları çıkarır, sivillerini giyer, gelir bizimle, bu kadar basit. 
Ha bunu ona yaptıran nedir, bağ olayı, başka birşeyler üzerine konmuş bağ filan değil ha.
Kalmam için en güzel yer jandarma, öyle girip alamazlar, güvenliği süper, sıkar, ordu üstüne yürür onun (polisin), jandarmadaki hakimiyetim süperdir.
Jandarma’ya sizden çok güveniyorum manasında değil, onlar kazma, sap gibi adamlar, anlamazlar bu işlerden yani, lojmanlarda kalacağım yerler de var, S. binbaşı var mesela, .. subayı, gider anında gönderirim, “sen git kendi işine bak”, ben de evinde yatarım, polis gelsin ordan alsın beni, en emniyetli yer de onun evi yani.

Ağar, "Yeşil Kafa Kopartıyor" Demiş

Geçenlerde AĞAR ne demiş biliyor musunuz? "Siz onun (Yeşil), neler yaptığını biliyor musunuz, kafa kopartıyor" demiş.
AĞAR efendi, kırkbin tane kafa kopartsak senin bir tek kalemin olmaz, bizim yüzümüzden sen ne paralar kazanıyorsun, bizden kaçıp gelip sana sığınanlar hep paketleri sana indiriyorlar, bizim sırtımızdan para kazanıyor, Necdet işte, benden korkan gidiyor oraya indiriyor, ben hepsinin ekmek parası olmuşum vallahi, billahi.
Mehmet AĞAR, Semra Özal’ın küloduna selam duran bir adamdır, ona yaptığı yalakalıkları filan, neler yaptığını ortak dostlar vasıtasıyla biliyorum. Rahmetli Turgut ÖZAL, allah var şimdi, devlete hizmetleri olmuş. başbakanlık yapmış, Cumhurbaşkanlığı yapmış, şu yapmış, bu yapmış. Bugün burda dul bir hanımı var, çoluğu çocuğu var, bunlara olan vefasına bak.
O kadına ne biçim yalvarışlar, yakarışlar, böyle ayağına kapanmalara kadar ne şekillere giriyor, hiç yani bu kadar yakın adamısın, daha güzel bir yere gelmişsin.
Yani bugün, bir şampiyonluk, madalya olayı falan olursa, en süper yalakalık madalyasını Mehmet AĞAR alır, ama hak ederek alır o madalyayı.

Esas "Kafa Koparıcılar"

Şimdi bu Korkut Ağabey'in bak allah var, benim bu kadar aleyhimde davrandığı halde parasal bir olayını duymadım. Ama, İbrahim allahına kadar yapıyor yani, AĞAR kafanın allahını koparıyor, hepsi koparıyor vallahi.
İbrahim diğerinden iyidir en azından, Ben daha önce de arz ettim, ben Mehmet AĞAR’ı sevmem, istihbarat, dedikodur hayatı, yani laf yetiştirmek hayatıdır, gel bana, işte şu olmuş, bu olmuş.

"Örgütten Ayrılma" İkazı

Ben size ilk geldikten sonra birileri bunu duymuş, beni "örgütten ayrılma" diye ikaz ettiler, "özel bir birim kuruluyor, bu özel birim kurulursa çok rahat bir nefes alırız, senin sorunların biter" dediler, aslında ben laf hammallığını sevmiyorum yani.
Bana özet olarak verilen mesaj, "Mehmet Eymür’ün bu işlerden uzak tutulması". İşte şöyledir, böyledir, şudur, budur, falandır. Ben kendi kendime düşünüyorum, allah şahidim yani, şimdi burda yüzümüz eğik, sizden rahatsız olan adamları ben biliyorum, öyle düşünüyorum, bu adamlar sizden rahatsızlık duymasaydı, onlar sizi methetseydi, yemin ederim ben size de kin duyardım, bunu allahım biliyor.
Ben, bazı olayları, benden duyulan rahatsızlığı biliyorum, neden rahatsızlık duyduklarını da biliyorum, benim için önemli olan bir olay vardır, o da devlet, ben ÇATLI yapısında bir adam değilim, ben temiz bir kişiyim, bana sahip çıkarsanız, bana çok yardım etmiş olursunuz.

Eymür'e Güveniyor

Köşk çağırıyor, yok orası çağırıyor, yani bana bu şeyden sonra, "gel AĞAR’la çalış, o senin hemşerindir, falan filan", allah şahidim olsun, sizi, kusura bakmayın, makamınızdan şundan, bundan dolayı değil, şahsınıza, ben vallahi açık söylüyorum, ben Müsteşarınızı da tanımam, bilmem, güvenmem, ama size güvenirim. Yarın emekli olun, yine sizin yanınızdayım.
Beni ikaz edenlere, “ben, her gönüldaşımla konuşurum, inandığım her insanla konuşurum, hiç bir zaman teşkilatımı da götürmem, ben prensip sahibiyim” dedim. 
“Ben elbiseye bakamam, içindeki adama bakarım, içindeki adam benim için önemlidir, şimdi bana paşa, maşa filan diyorsunuz, çok paşa var, sadece boş elbise, içinde adam yok, yani ben öyle boş elbiselerle konuşmak istemiyorum, görüşmek te istemiyorum” dedim. 

Kemal Paşa Çağırttırdı

Hani o laf da, Kemal (YILMAZ) Paşa’dan açıldı, Genel Kurmayda Daire Başkanı, hatta geçenlerde ... yarbay aradı, “kardeş, Kemal Paşa seninle görüşmek istiyor, görüşmemiz lazım, bu gece görüşelim” dedi, telefon detaylarında da vardır, “ben İstanbul’dayım, gelir gelmez arar, görüşürüm” diyerek atlattım.
Ben çok farklıyım, benim için Teşkilat önemli, ben size, yaptığınız görevlere inanmışım, sizinle her şartta varım, oturulan masalar, koltuklar, makam ve mevkiler, hiç bir zaman benim için güven olayı olmamıştır, yani güven, makamı mevkisi olmadan belli olur. 
Bu güne kadar, konuştuklarımızın meyvesini çok gördük, görevdeyken ne edebiyat yapanlar var, sonra anlıyorsun ki o zaman vatan millet dediği, koltuğuymuş, varı yoğu bu olmuş, onun için ben güvendiğim insanla çalışırım, güvendiğim makamla değil. Şimdi bütün samimiyetimle söylüyorum, benim için sizin ağzınızdan çıkan söz bir peygamber bir allah...

Eymür Katli Vacip Desin Yeter,

Dün Arena'da Dündar KILIÇ vardı. Dündar KILIÇ, "efendim Mehmet EYMÜR beni öldürtmek istiyor" diyor. Vallahi telefonu bilmiyordum, yoksa arayacaktım ARENA’yı, veya beni çıkaracaktı oraya, diyecektimki Uğur DÜNDAR’a, "Mehmet Eymür, bunun katli vaciptir diyecek, bu 24 saat yaşayacak mı?, yahut da bak bu gece emretsin, yarın güneşin batışını görürse ben bu kellemi koparır atarım buraya".

Kamer Genç Ölmüştü

Şimdi, Nazımiye’de, PKK’da çok üst düzeyde birileriyle görüştüğünü bildiğim bir kişi ile sohbette, “Kamer GENÇ niye seninle bu kadar uğraşıyor?” diye bir soru yöneltildi. Adam, Kamer GENÇ’i metede, ede göklere çıkardı, “bu topraklarda onun kadar bu devlete sahip çıkan, en dar gününde göreve hazır olan, danışma meclis üyeliğine hazır, çok saygı duyduğum, kıymetli falan filan...
Kamer GENÇ’in, o sıralarda köye gitmesi lazım, Nazımiye’deki kendi köyüne.
Kamer GENÇ, Nazımiye’ye geldi, kendi köyünde olması gerekirken, Nazımiye’de kalmış. O gece yirmi iki kişilik bir grupla o köyü bastık, evleri tek tek aradık, sorduk. Bu, Jandarma Genel Komutanlığı’na gitti, Başbakan’a gitti, “Sakallı beni tehdit etti” diye şikayette bulundu. Güneş Gazetesinin birinci sayfasında açıklama yaptı. Yani Kamer GENÇ o gece orada olsaydı, ölmüştü.

Kimse Olayın Tamamını Bilmez

Para konusunu aşırı derecede abartıyorlar, diyorlar ki bana, sen diyorlar 34 milyar almışsın, bu doğru değil, kim bana çıkarıp tak 34 milyar verecek. Bir miktar para vardı, beş yüz, bir milyar lirasını Bervan Kod FATMA götürdü. Ama, Fatma bizim baldızımız olmuş, haberim yok.
Bunlar hep benim yaşadığım şeyler. Şimdi şu var, ben hayatta lükse, servete, sermayeye yatırım yapmadım, başımı sokacak yere yatırım yaptım.
Dün başkana da söyledim, daha önce de söyledim, eskiden bilmediğimiz bazı şeyler oldu, yani bazı şeyler dediğim, ne oldu, yani sen bilirsin de soramazsın.

Cem ERSEVER, bildiği bütün olayları en detaylı şekilde yazmıştı. Peki derinlendirilmiş şekliyle hepsini yazmış mıydı? Tek kelimeyle hayır, bunu yapamadı. Zira o sadece bir kısmını biliyordu, o kadarını yazdı., gerçek olay daha büyük.

http://www.atin.org/detail.asp?cmd=articledetail&articleid=223

12. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***


25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 12




DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 12


PKK Terör Örgütü’nün Güneydoğu Anadolu Bölgesinde artan terör faaliyetleri üzerine, 1983’te kurulmuş bulunan Jandarma İstihbarat Grup Komutanlığı bölgede aktif hale getirildi. Cem Ersever’in hazırladığı raporlar doğrultusunda bu komutanlık yeniden yapılandırıldı. 1987’de Jandarma İstihbarat Grup Başkanlığı’nın adı Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele olarak değiştirildi. Böylece varlığı yıllarca tartışılacak JİTEM kurulmuş oldu. 1996 yılında 
patlayan Susurluk skandalının ardından dönemin Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın hazırladığı meşhur Susurluk Raporu’nun devlet sırrı olduğu gerekçesiyle sansürlenen bölümlerinde JİTEM’in kuruluş hazırlıklarının Hulusi Sayın’ın Jandarma Genel Komutanlığı Kurmay Başkanlığı yaptığı dönemde tamamlandığı bilgisi yer aldı (Kutlu Savaş, Susurluk Raporu, s.79). 

JİTEM kurulmuştu ama hiçbir yasal dayanağı yoktu. Tamamen illegal bir yapıydı. 
JİTEM oluşturulurken Özel Harp Dairesi’nin yapısı örnek alınmıştı.

 JİTEM’in kurulmasıyla birlikte Güneydoğu’da faali meçhul cinayetler başladı. İnsanlar evlerinden, iş yerlerinden götürülüp ya da yolda çevrilip gözaltına alındı. Kaçırılanların bazıları birkaç gün sonra ya bir köprü altında, ya da bir yol kenarında ölü olarak bulundu. 

Büyük çoğunluğun cesetleri bile bulunamadı. 

Bu cinayetlerin arkasında hep aynı örgüt vardı: JİTEM. Eylemleri nedeniyle 
JİTEM, en çok terörle mücadeleye zarar verdi. Hatta sekteye uğrattı. Bugün artık kabul edilen bir gerçek var: JİTEM’in terörün bitirilmesi noktasında hiçbir faydasının olmadığı, aksine büyük zararlara sebebiyet verdiği gerçeği. JİTEM’in bölge halkına verdiği zarar ortada. En büyük zararlardan birisini ise Türk Silahlı Kuvvetlerine verdi. Çünkü kurucu unsurlarının subaylar olması nedeniyle bölge halkı, bu yapıyı orduyla bir tuttu. Bu da dağda terörle mücadele eden subayların bile zan altında kalmasına neden oldu. En önemlisi ise JİTEM, bölge halkının devlete güveninin sarsılmasına yol açtı. JİTEM’in eylemlerine baktığımız zaman PKK ile Kürt halkını bir tutma politikası net bir şekilde görülüyor. Bu JİTEM liderlerinin gazete arşivlerine düşen sözleriyle kendini gösteriyor. Ama JİTEM 
liderlerinin aksine terörün şiddetle bitmeyeceği noktasında ısrar eden, bu noktada yapılacak en büyük hatanın da yöre halkı ile PKK’ya aynı gözle bakılması olacağını vurgulayan güvenlik görevlileri de var: Korgeneral İsmail Selen, Emniyet Müdürü Gaffar Okkan gibi… Ama ne yazık ki bu isimler de suikastlara kurban gitti. 

Asayiş Kolordu Komutanlığı’nın ilk komutanı aynı zamanda JİTEM’in de kurucusu 
Korgeneral Hulusi Sayın, emekli olduktan iki yıl sonra 30 Ocak 1991’de bir suikast sonucu öldürüldü. Hulusi Sayın suikastını Dev-Sol üstlendi. Sayın’ın öldürülmesi, görünürde Dev-Sol tarafından, işlenecek seri general cinayetlerinin ilkiydi. Emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk 7 Nisan 1991, Tuğgeneral Temel Cingöz 23 Mayıs 1991, emekli Korgeneral İsmail Selen 24 Mayıs 1991, emekli Orgeneral Adnan Ersöz 13 Ekim 1991, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yapmış olan Emekli Oramiral Kemal Kayacan 29 Temmuz 1992’de uğradıkları suikastlar sonucunda hayatlarını kaybettiler. Peki, cinayetlerin arkasındaki güç kimdi? 
Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ün kontrgerilla hakkında sahip olduğu sırlara Orgeneral Adnan Ersöz de sahipti. Hem ordu içinde önemli bir istihbaratçıydı hem de MİT Müsteşarlığı yapmıştı. Oramiral Kemal Kayacan ise NATO konsepti çerçevesinde kurulan Özel Harp Dairesi'ni çok iyi biliyordu. Özel harp Dairesi hakkında bildiklerini yazmaya karar vermişti. İşte Kayacan da o günlerde öldürüldü. Asayiş Kolordu Komutanlığı'nı Hulusi Sayın'dan devralan İsmail Selen de JİTEM 'i yönetti. Ama pasifize ederek. Bu nedenle JİTEM'ci subayların hedefindeydi. Bir de terörle mücadele yönetimini eleştirince görevinden 
alınmıştı. Zaten öldürülmesi görevden alınmasından kısa bir süre sonra oldu.159 İşadamı Özdemir Sabancı’ya düzenlenen suikast, derin devletin gözünü kararttığı karanlık olaylardan sadece bir tanesidir.160 Bu suikastın stratejik amacı ile ilgili olarak 2005 yılında Mahir Kaynak’ın analizi: “Bütün para sahiplerine, ‘Kürt sorununa karışmayın. Sizi 27. Katta bile buluruz.’ mesajı verildi.”161 Bu sözlerin ciddiyeti ve doğruluğu 2 Eylül 2008 tarihinde 
basına da yansıyan bir videoda daha iyi anlaşıldı. Karagümrük çetesi lideri Nuri Ergin ve kardeşlerinin 2000 yılında Uşak Cezaevinde çıkardıkları isyan sırasında, Nuri Ergin Özdemir Sabancı suikastının faili Mustafa Duyar'ı öldürme emrini kendisine Tuğgeneral Veli Küçük'ün verdiğini söylemiştir. Görüntülerde Nuri Ergin: ‘Bu devlet bana Mustafa Duyar'ı öldürttü, ben öldürdüm. Şimdi canlı 
söylüyorum.’ Kardeşi Vedat Ergin de; ‘Veli abiyi ara, Veli Küçük'ü ara. Bizi sor! 
Başka bir şey söylemiyorum. Allah'a emanet olun!’ demişlerdir. Suikastın arkasında derin devletin olduğu, DHKP-C’yi taşeron olarak kullandığı şüphesi ağırlık kazandı. Peki, ama Sakıp Sabancı’yı derin devletle karış karşıya getiren şey neydi? Onu kimler, neden hedef almış olabilirdi? Gazeteci Ersin Kalkan: 
Çünkü sermaye sınıfı kontrolden çıkmaya başlamıştı o dönemde. Kürtler ve 
Türklerin arasında süren bu anlamsız savaşı çözmek için bir demokratikleşme 
paketi hazırlamışlardı. TÜSİAD, Prof. Doğu Ergil’in başkanlığında bir heyete 
demokratikleşme paketi hazırlatmıştı. TÜSİAD’ın yönetiminde o dönemde 
Sabancı ailesi vardı. Demokratikleşme paketi olmayacak şeyler söylüyordu. Asker vesayetine doğrudan değinmese bile, demokratikleşme sürecinin doğrudan meclisin iradesiyle ve meclis dışı güçlerin tasfiyesiyle mümkün olabileceğini ve onların kontrol edilmesiyle mümkün olabileceğini söyleyen, bugün aslında “açılım” adı verilen pakete de öncülük eden bir metindi. 

Sakıp Sabancı, bir yıl önce İstanbul Sanayi Odası’ndan bir heyetle birlikte Diyarbakır’ı ziyaret etmişti. Bu geziden sonra “Doğu Anadolu Ekonomik ve Sosyal Kalkınma Politikaları Raporu”nu hazırladı. Kitap olarak da yayımlanan bu rapor, bölgede yatırımların teşvik edilmesi ve artırılması için bir sistem geliştirmeyi öneriyordu. Ancak, sorunun sadece fabrika kurmakla çözülemeyeceği görüşündeydi. “İspanya ve İngiltere’de de bu tür olaylar oldu, 
onları inceleyelim” diyordu. Bu sözler o günlerde birçok kesimde tepki uyandırmıştı. Hatta MHP lideri Alparslan Türkeş, Sabancı’ya “Sakıp Ağa, çizmeden yukarı çıkıyorsun. Politikayı oyuncak mı zannediyorsun!” bile demişti. Suikastla birlikte Sabancı ailesi sessizliğe gömülürken, Mustafa Duyar cezaevine girdi. “Bildiğim her şeyi açıklamaya hazırım” dediği günlerde, Can Dündar kendisiyle röportaj yapmak istedi. Adalet Bakanının izin verdiği 
röportajı, dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun engelledi. Çok geçmedi, Duyar’ın kaldığı Afyon Cezaevi’ne “Karagümrük Çetesi” üyeleri nakledildi. Çete üyeleri, Duyar’ın kaldığı hücrede, başına üç kurşun sıkarak öldürdü, tarih 15 Şubat 1999’du. Mustafa Duyar artık bildiklerini asla açıklayamayacaktı.162 Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı (1997) Bülent Orakoğlu’nun bir tespitini burada hatırlatmakta yarar var: “11 yıl istihbarat ve terör şube müdürlüğü, 9 yıl da il emniyet müdürlüğü görevinde bulundum, edindiğim tecrübelerden Hizbullah, PKK ve Dev-Sol'un 
sanki bir yerlerden yönetildiğini gördüm.”163 Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, JİTEM isminde bir teşkilat görmediğini söyler: Devlette çok uzun süre hizmet yaptım, “JİTEM” diye bir teşkilat görmedim. 

Diyarbakır’da kolordu komutanlığı yaptım. Yasal zemine oturmuş “JİTEM” diye 
bir teşkilat yok.164 Ama ben mesela biliyorum. Bir tarihte Genelkurmay İkinci 
Başkanı iken bir bankanın yöneticilerinden biri beni ziyaret etti. Nezaket ziyareti 
yani iş ziyareti değil. 2 kişi gelmiş bankasına “Biz JİTEM elemanıyız. Şunu 
yapacaksınız, bunu yapmayacaksınız.” falan filan gibi birtakım şeyler söylemiş. 
Dedim ki: “Yahu, sen onları oyalayıp polise haber veremedin mi?” Ver polise 
haber. Gelmiş bana söylüyor. “Bana söylemenin ne faydası var, polise haber 
vereceksin.” Zaten sonra yok olmuşlar. Yani böyle kendilerine isim takan, 
karanlık işlere bulaşmış insanlar Türkiye’de olabilir. Ama buna “JİTEM” diye bir 
isim takmak da bence uygun değil.165 

İsmail Beşikçi, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’deki askeri darbelerin önemli nedenlerinden birinin Kürt sorunu ve Kürt milliyetçiliğindeki gelişmeler olduğunu ifade ediyor. Bunun dile getirilmemesi Kürtleri, Kürt sorununu, özellikle Kürtlerin bilincine çarptırmamak endişesiydi. Bu konuda bir bilincin gelişmesi, Kürt sorunun, Kürt milliyetçiliğinin gelişmesine hizmet ederdi. Bu bakımdan askeri darbelerin nedenleri sayılırken, Kürtlere, Kürt sorununa ima bile yapılmamasına özen gösterilirdi. Ama darbelerin önemli bir nedeni Kürt sorunuydu. Kürt sorununu geriletmek, toplumun gündeminden düşürmek önemli bir nedendi.166 

JİTEM, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde hukuk devletinin askıya alınmasını, yasadışılığı, teröre karşı terörü ifade ederken; bu oluşumun başka bir versiyonu 3 Kasım 1996’da Susurluk skandalıyla gün yüzüne çıktı. Görevleri terörle mücadele etmek olanların, ülkeyi yönetmek adına yola çıkanların, kamu görevlilerinin, uyuşturucu tacirleriyle girdiği sıkı işbirliğinin, karanlık işlerin, kanunsuzluğun, haraçların, fidyelerin, faili meçhullerin, 
derin devletin fotoğrafıydı. O fotoğrafta; mafya liderleri, PKK itirafçıları, özel harekâtçı polisler, emniyet güçleri, siyasiler, istihbarat elemanları, işadamları, askerler, silah kaçakçıları yerlerini aldılar. Kısa zamanda anlaşıldı ki Susurluk aslında yıllardır alttan alta süregelen düzenin adıydı. Sürekli Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi Üyesi Ufuk Uras, Susurluk’ta kapanmayan defterin Türkiye’ye maliyetini en iyi anlatanlardan: Susurluk olayı gerçekleştikten hemen bir gün sonra Türkiye genelinde süpürge eylemleri başlattık. Çeteleri süpürelim, yurttaşlar siyasetin bir parçası olsun diye. Fakat hatırlarsınız o dönem Mehmet Ağar’ın ‘Bir tuğlayı çekersem yıkılır bu duvar!’ veciz ifadesi vardı. Ya da ‘Ne yaptıysam MGK’nın bilgisi dâhilinde yaptım’ diye. Bu işler genelde birisine fatura ediliyor, doğrudan bir sistem sorgulanması gelmiyor. O defter kapanmadığı için bu gün hâlâ hikâye devam ediyor.167 

Özel Harp Dairesi’nin kuruluşunun üzerinden tam 60 yıl geçti. Bu süre içinde değişen tek şey adı oldu. En önemli ve en tehlikeli gerçek de 1970’li yılları kana bulayan sivil unsurların hala faaliyette olması. Uğur Mumcu’nun öldürülmesi168 Özel Harp Dairesi için yeni bir dönem oldu. Özellikle sivil unsurlar yeniden yapılandırıldı ve bu yapılanma hâlihazırda devam etmektedir.169 
1996 yılında Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı, öncesinde de Valilik ve Emniyet Genel Müdürlüğü yapmış olan Mehmet Ağar170, kalmış olduğu Aydın Yenipazar Cezaevinde, komisyonumuz tarafından ziyaret edilmiştir. “Türkiye’de derin devlet/kontrgerilla var mı? sorusuna verdiği yanıt: 

Türkiye’de kontrgerilla olsa hiçbir zaman yaygın terör örgütleri olamazdı, keşke 
olsaydı. Bu kadar yaygın terör örgütleri olamazdı yani mümkün değildi. Çoktan 
önlerlerdi o işi.171 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Kontrgerilla diye bir şey yoktur.” diyor ve ekliyor: “Yok olduğu hâlde var idiyse, onlar ortaya çıkarsa ‘yok’ diyen adamlar sorumludur.”: Kontrgerilla konusu çok tartışıldı Türkiye’de. 70’li yılları hatırlıyorum, rahmetli Ecevit, biz hükümetken çıkar çıkar“kontrgerilla” derdi, ben de hükümete güvenlik mensuplarını çağırırdım, yani Emniyet Genel Müdürünü, MİT Müsteşarını, Genelkurmay Başkanını teker teker çağırdım. “Muhalefet ‘kontrgerilla’ diyor, bu nedir kardeşim?”, “Yok efendim böyle bir şey.” Şimdi, devletin yüksek memurları “Yok efendim böyle bir şey.” diyorsa ya yok hakikaten ya yalan söylüyor. Benim bunu ayırt etme imkânım yok ki ama ne oldu sonradan? Sonradan 78’de Sayın Ecevit, rahmetli, bizim elimizden hükümeti aldı milletvekillerinin bir kısmını aktarmak suretiyle, Güneş Motel hadisesi, hükümeti aldı. Hükümetin üçüncü günü ben kendisine bir mektupyazdım “Hadi bakalım, bu kontrgerillayı bul çünkü dört sene her gün omzumdaydın ‘kontrgerilla’ diye, ben de bulamadım kimseyi, hadi sen bul kontrgerillayı kardeşim.” Bir süre sonra, rahmetli Hasan Işık geldi, Savunma Bakanıydı, Hasan Işık dürüst bir adamdı, bizim büyükelçiliğimizi falan yaptı, çok dürüst bir adamdı. O dedi ki: “Bu işi karıştırmayın, yok böyle bir şey.”, “Hasan sen temin ediyor musun bunu?”, “Evet.” Siyaseten “yok” diyorsanız yok kardeşim. Ondan sonra, ben, kendi başıma Cumhurbaşkanı olarak veya Başbakan olarak ne kontrgerilla kampı arayabilirdim ne şunu yapabilirdim ne bunu yapabilirdim. Bana derlerdi ki: “Kardeşim, biz sana söyledik ya işte yok yani bunlar.” Yok olduğu hâlde var idiyse, onlar ortaya çıkarsa “yok” diyen adamlar sorumludur. Ben size bir şey söyleyeyim: Bizim idaremizde, benim başında bulunduğum idarede Cumhurbaşkanlığı veya Başbakanlık veya herhangi bir şey, umumi müdürlük, devletin her kademesinde bulundum, meşruiyete dayanmayan hiçbir şey yoktur, her şey meşru ve meşru kökenden yetki almayan hiçbir hareket de yoktur.172 

“Kontrgerilla yoktur” sözünün bizzat kendisinin, kontrgerillanın psikolojik harp sloganı olduğu ve kontrgerillanın bugünkü rejimin çelik çekirdeği olduğu yönündeki düşünceler de anti tez olarak orta yerde durmaktadır. Türkiye’nin sahip olduğu bu iklimde, bilerek ya da bilmeyerek sivillerin payının olduğu muhakkaktır. Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, Susurluk’un baş sanıkları hakkında 1996’da: Bu millet uğruna, ülke uğruna, devlet uğruna kurşun atan da yiyen de her zaman bizim için saygıyla anılır. 

Onlar Şereflidirler... 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, devletin başı sıfatıyla 2000 yılında: 
Devlet, halin icabına göre hareket eder. Yani, her zaman rutini takip etmek 
mecburiyetinde değildir. Devletin yüksek menfaatleri icap ettirdiği zaman devlet 
rutinin dışına çıkabilir. > şeklinde yaptığı hukuksuzluğu çağrıştıracak açıklamalarının olumsuz etkileri olmuştur. Yine Kutlu Savaş’ın hazırladığı Susurluk Raporu’nda, devletin “itlaf” (öldürme, yok etme) yetkisinden     bahsedilmiştir. Bu raporun özü şuydu: Devletin itlaf yetkisi vardır, ancak devlet bu itlaf yetkisini olur olmadık insanlara devretmiştir, yanlış insanlar için kullanılmıştır, denetlenememiştir, mafya işin içine girmiştir.173 Bu karmaşık mesajlar ve yüzünden Susurluk’un derinliğine inilememiş bu da daha sonra devlet içindeki çete tipi örgütlenmelerin ipuçlarının elde edilmesine ciddi bir engel teşkil etmiştir. 

Türkiye’de bir gerginlik ve kutuplaşma iklimi oluşturan ve tetikleyen yapılar var. Bu gayri kanuni çetelerin sayısının 50’den aşağı olmadığı tahmin edilmektedir. Böyle bir yapılanma ortaya net izlerini koymuşken İtalya’nın ‘Gladio Operasyonu’ ile deşifre edilen illegal ağları gibi Türkiye de bu illegal iç buhran gönüllülerini tabandan zirveye tespit etmeli ve tasfiye etmelidir. Bu noktada sorumluluk; siyasi iktidar, ana muhalefet, TBMM’de grubu bulunan siyasi partiler, Genelkurmay Başkanlığı ve sivil toplum kuruluşlarının omzundadır. Yoksa 
kendini ve milleti yiyen bu kurt, ülkeyi ateşe verecektir.174 Temiz toplumun aydınlığına giden yolu, geçmişte karanlıkta kalmış dosyaların aydınlanmasından geçmektedir.175 Devlet hukukla yaşadığına göre, devleti hukuk dışına çıkartan her düşünce ve eylem devlete zarar verir. Çete usul ve mantığı ile devlet yönetilirse eşkıyadan da hükümdar olur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti gibi, yeryüzünün en köklü devlet birikimine sahip bir toplumun içinde yaşadığı bir 
devlette, “vatan elden gidiyor” diye ayağa kalkmanın, tarihte benzeri görünen “şeriat isteriz” ayaklanmalarından bir farkı yoktur. “Derin devlet”, devletin ve vatanın iflah olmaz düşmanıdır. Devlet silahla değil, silahın üzerinde bile egemen olan hukukla yaşar. Devleti hukuk korur ve güçlendirir.176 

BÖLÜM DİPNOTLARI;

159 Ecevit Kılıç; Jitem Türkiye’nin Faili Meçhul Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, s. 97-106. 
160 Özdemir Sabancı, 9 Ocak 1996'da DHKP/C militanları Fehriye Erdal, İsmail Akkol ve Mustafa Duyar tarafından İstanbul Levent’teki Sabancı Merkezi'nde uğradığı silahlı saldırıda Toyotasa Genel Müdürü Haluk Görgün ve Sekreter Nilgün Hasefe'yle birlikte yaşamını yitirdi. Sabancı Center binasında çalışan ve diğer iki katilin binaya girmesini sağlayan Fehriye Erdal, 3 Kasım 1996'da meydana gelen Susurluk Kazasında ölen polis müdürü Hüseyin Kocadağ'ın tavassutuyla işe alınmıştı. 

161 Ömer Lütfi Mete ve Mahir Kaynak (2005); s. 165.
162 Mehmet Ali Birand ve Reyhan Yıldız; Son Darbe: 28 Şubat, Doğan Kitap, İstanbul, 2012, s. 132-133. 
163 Hizbullah, PKK ve Dev-Sol bir yerlerden yönetiliyor. Zaman Gazetesi, 24 Mayıs 2012. (Erişim: 6 Eylül 2012) 
http://www.zaman.com.tr/newsDetail_getNewsById.action?haberno=1292577&title=bulent-orakoglu-hizbullah-pkk-vedevsol-
bir-yerlerden-yonetiliyor&haberSayfa=1 
164 Jandarma Asayiş Komutanı Korgeneral Hikmet Köksal imzalı ve 22 Şubat 1990 tarihli Jandarma Binbaşı Ahmet Cem Ersever’e verilen takdir belgesinde: “… SİLOPİ JİTEM-2 Tim Komutanı” tabiri geçmektedir. (Ecevit Kılıç 2011; s. 76) 
Yine “Jitem’i Ben Kurdum” diyen emekli Albay Arif Doğan, aynı isimli kitabında “Olay Değerlendirme Raporu” örneği sunmuş ve raporun altında ilgili Jandarma Üsteğmen’in adı soyadı ile “JİTEM-2 İsth. Sb.” unvanı yer almıştır. (Arif Doğan 2011; s. 208) 
165 Yaşar Büyükanıt, Türk Silahlı Kuvvetleri 25. Genelkurmay Başkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, İstanbul Dolmabahçe Sarayı, 8 Kasım 2012, s. 9.
166 İsmail Beşikçi; 27 Mayıs ve Kürtler, Resmi Tarih Tartışmaları - 9, 27 Mayıs: Bir Darbenin Anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2010, s. 159. 
167 Mehmet Ali Birand ve Reyhan Yıldız; Son Darbe: 28 Şubat, Doğan Kitap, İstanbul, 2012, s. 168, 171, 174, 175. 
168 24 Ocak 1993 günü Uğur Mumcu’ya yapılan suikasttan iki gün sonra ilginç açıklamalardan birini Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan yaptı. Erbakan; “Mumcu cinayetinde şüpheler, böyle profesyonel bir olay dolayısıyla 
Kontrgerillanın üzerinde toplanmaktadır. Hükümet, Gladio ve Özel Harp Dairesi’nin faaliyetlerini yasaklasın.” diyordu. Can Dündar ve Celal Kazdağlı (1997); s. 119. 
169 Ecevit Kılıç (2011); s. 300, 301. 
170 Mehmet Ağar, “Susurluk Davası” kapsamında Emniyet Genel Müdürü olduğu dönemle ilgili “cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturduğu” iddiasıyla yargılandı ve 5 yıl hapse mahkûm edildi. İddianameye giren suçlamalardan ikisi şöyle: Kayıp silahlar: Emniyet’e 1994’ten itibaren silah ve malzeme hibe eden İsrail silah şirketi Hospro’dan milyonlarca dolarlık silah ve 
malzeme satın alındı. Bu silah ve malzemenin kaydı tutulmadı, bir bölümü kayboldu. Hibe silahlardan birisi Susurluk’taki kazada bulundu. Çatlı’ya pasaport: Yaşar Öz’ün evinde kendisi ve MİT’çi Tarık Ümit adına düzenlenmiş yeşil pasaport bulundu. Ağar’ın “pasaportlar Öz’e yurtdışı istihbarat ve devlet sırrı niteliğindeki görevler nedeniyle verilmiştir” talimatı doğrultusunda Öz, serbest kaldı. Ağar’ın Çatlı’ya da yeşil pasaport düzenlediği ortaya çıktı. 
(http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspxaType=RadikalDetayV3&ArticleID=1085049&CategoryID=77 Ağar’a 2 yıl cezaevi yolu açıldı, Radikal Gazetesi, 16 Nisan 2012, Erişim: 16 Kasım 2012) 
171 Mehmet Ağar, Eski Adalet ve İçişleri Bakanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 
Aydın Yenipazar Cezaevi, 10 Kasım 2012, s. 57. 
172 Süleyman Demirel, Türkiye Cumhuriyeti 9. Cumhurbaşkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu 
Dinleme Tutanağı, 7 Haziran 2012, Ankara Güniz Sokak, s. 22. 
173 Gülay Göktürk, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 15 Ekim 2012, s. 30. 
174 Gültekin Avcı (2008); s. 213. 
175 Can Dündar ve Celal Kazdağlı (1997); s. 149. 
176 Mümtaz’er Türköne (2005); s. 102.


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

13 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***