12 EYLÜL 1980 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
12 EYLÜL 1980 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Kasım 2020 Cuma

12 Eylül 1980’den Günümüze Türkiye.,

 12 Eylül 1980’den Günümüze Türkiye.,








BU YAZI 11/09/2011 TARİHİNDE OKAN YÜKSEL TARAFINDAN YAZILMIŞTIR.

GİRİŞ ve ÖN DEĞERLENDİRME:

 12 Eylül 1980, kuşkusuz, Türkiye siyasal yaşamının önemli dönemeçlerinden bir tanesi ve belki de en önemlisidir. Bu önemli tarihten önce ve sonra yaşanan tüm olay ve olgular Türkiye?nin siyasal yaşamı içinde tam anlamıyla bir kırılmayı yansıtmaktadır. 12 Eylül 1980?de başlayan sürecin günümüze dahi siyasal, ekonomik ve sosyal yansımalarını hissetmek mümkündür. 
Öyle ki 12 Eylül 1980 halen akıllarda olan; üzerine türkülerin, şarkıların, marşların söylendiği, tiyatrolarda oyunların oynandığı, sinemalarda filmlerin gösterildiği, üniversitelerde kitaplarının okunduğu bir tarihtir.
Bu tarih, Türkiye?nin siyasal yaşamında, özellikle de ekonomik ve sosyal yaşamda önemli bir dönemeci, bir dönüşümü ifade etmektedir. Çalışmanın amacı; söz konusu bu dönüşümün günümüze yansımalarını ve özellikle de bu dönüşümden Türkiye?nin siyasal yaşamına düşen payı, bilimsel bir metodoloji izleyerek, literatürde yer alan çalışmalar gözden geçirilerek ve objektif bir bakış açısıyla yansıtmaktır.

    12 EYLÜL 1980 ÖNCESİ TÜRKİYE’DE SİYASAL YAŞAM:

    Türk Silahlı Kuvvetleri nin 12 Eylül 1980 tarihinde Türkiye?nin siyasal yaşamına yönelik olarak gerçekleştirdiği müdahaleyi ve sonrasında yaşanan olay ve olguları analiz etmek için, kuşkusuz, Türkiye yi bu noktaya sürükleyen olay ve olguları ortaya koymak gerekmektedir. Bu noktada kısaca da olsa 12 Eylül 1980 öncesini değerlendirmek ve Türkiye nin şartlarını ortaya koymak zaruri bir hal almaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları tarafından, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ile I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış ve savaşı kazanan devletlerce paylaşılmış Osmanlı İmparatorluğu’nun Anadolu ve Trakya’da kalan toprakları üzerine kurulmuştur. Kuşkusuz bu devletin kuruluşunda silahlı kuvvetlerin üstlendiği rol önemlidir. Dünyanın diğer pek çok devletinde de, örneğin bir Amerika Birleşik Devletlerinde de olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devletinde de kurucular askerlik mesleğini icra eden kişiler arasından çıkmıştır. Fakat dünyanın diğer pek çok devletinin aksine Türk Silahlı Kuvvetleri kuruculuk misyonunun yanı sıra “iç tehditlere yönelik koruma ve kollama” misyonunu da edinerek dönem dönem Türkiye nin yönetimini kendi eline almıştır.
Türkiye?nin kısa tarihine bakıldığında, 1960 yılından itibaren ülkede Türk Silahlı Kuvvetleri?nin doğrudan yönetimi ele alarak siyasal hayata dâhil olduğu dönemlerin olduğu görülür. 1960?dan 1980?e, yani sadece 20 yılda Türkiye, Türk Silahlı Kuvvetleri?nin üç müdahalesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu askeri müdahaleler 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde gerçekleşen askeri müdahalelerdir.

12 EYLÜL 1980 VE TSK’NIN SİYASAL YAŞAMA MÜDAHALESİ:

12 Eylül 1980?de gün henüz aydınlanmamışken, TRT radyolarından yayınlanan İstiklal ve Harbiye Marşı eşliğinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu?nun verdiği “Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama” görevini yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bir kez daha el koyduğunu kamuoyuna duyurmuştur.
Mevcut siyasal, ekonomik ve toplumsal durumun oldukça kötü olması nedeniyle halk tarafından önceleri normal ve hatta kimilerince geç kalmış olarak değerlendirilen bu girişim, ilerleyen zamanda temel hak ve özgürlükler de dâhil olmak üzere baskıcı bir yönetimin izlendiği bir harekete dönüşmüştür. Söz konusu süreçte Süleyman Demirel?in Başbakanı olduğu hükümet ve Türkiye Büyük Millet Meclisi feshedilmiş, sendika ve derneklerin faaliyetleri durdurulmuş ve tüm Türkiye?de sıkıyönetim ilan edilmiştir. 

1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası tamamen rafa kaldırılmış ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir askeri dönem başlamıştır. 12 Eylül 1980 ardından partiler kapatılmış, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutulmuş ve ardından yargılanmışlar ve siyaset yapmaları yasaklanmıştır.

12 Eylül 1980 sonrasında Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından geniş çaplı tutuklamalar ve özellikle sol görüşlü kesime yönelik operasyonlar başlamıştır. Yapılan tutuklamalar çerçevesinde 650.000 kişi gözaltına alınmış, 1.683.000 kişi fişlenmiş, 7.000 kişi için idam cezası istenmiş, 517 kişiye idam cezası verilmiş ve haklarında idam cezası verilen 50 kişi asılmıştır. “Asılmayıp da beslenen” on binlerce insana hapishanelerde işkenceler yapılmış, ancak sadece 171 kişinin bu işkenceler sonucu, 300 kişinin ise kuşkulu bir şekilde öldüğü belgelenebilmiştir.
Medya ve özellikle dönemin hâkim medya aracı olan gazeteler ve haliyle gazeteciler için de operasyonlar yapılmış, bu operasyonlar çerçevesinde 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istenmiş, gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verilmiştir. Yine aynı dönemde 300 gazeteci saldırıya uğramış, bunlar arasından 3 tanesi öldürülmüştür. Söz konusu ortamda 300 gün boyunca yayın yapılamamış, 39 ton gazete ve dergi ise imha edilmiştir. 13 büyük gazete için toplamda 303 dava açılmıştır.

Eğitim ve üniversiteler de söz konusu müdahalelerden etkilenmiş, 3 bin 854 öğretmen, üniversitelerde görevli olan aralarında Emre Kongar, Murat Belge, Bülent Tanör gibi isimlerin de olduğu 120 öğretim üyesinin işine son verilmiştir. Özellikle üniversitelerde, Yüksek öğretim Kurulu kurularak, “düzen ve disiplin” sağlanmaya çalışılmıştır.

Yüksek öğretim Kurumu?nun faaliyete geçtikten sonra ilk icraatı üniversitelerdeki sol görüşlü akademisyen ve öğrenci gruplarını sindirmek olmuştur. Bu görüşe sahip kişilerin doçentlik ya da profesörlük atamaları yıllarca ertelenmiştir, yine bu özellikle bu kişilerin saç ve sakalları kontrol edilerek öğretim üyelerinin akademik kimlikleri rencide edilmiştir. İşte bu süretçe üniversiteler özgür düşünce, değişim ve gelişimin beşiği olmaktan çıkıp asker devletin bir uzantısı olarak polis-jandarma üsleri haline getirilmişlerdir.
Doksanlı yıllarla birlikte üniversitelerde tehlike olarak görülen sol eğilimin yerini Türkiyede laiklik karşıtı veyahut daha açık tabiri ile irticacı kesim olarak adlandırılan dindar akademisyenler ve öğrenciler almıştır. İhtilal sonrası kadrolarını sol görüşlü akademisyenlerden temizleyip yerlerine milliyetçi-muhafazakâr görüşe sahip akademisyenleri alan Yüksek öğretim Kurumu doksanlı yıllarla birlikte yeniden sol görüşlü akademisyenlere üniversitelerde görev vermeye başlamışlardır.

Türkiye?yi baştan sonra şekillendiren 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi?nin Amerika Birleşik Devletleri?nin bilgisi dâhilinde yapılmış olup, daha önceleri de gündeme gelmiş olmasına rağmen uygun ortamın oluşması beklendiğinden ertelenmek suretiyle malum tarihte gerçekleştiği bilinmektedir.1 Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin söz konusu müdahaleden haberdar olduğu ve darbe gecesi “bizim çocuklar işi bitirdi” anlamında bir mesajın, bir toplantının ortasında Amerikalı ilgililere iletildiğinin anlaşılması, 12 Eylül’de Amerika Birleşik Devletlerinin rolü konusunda ciddi tartışmalara yol açmıştır.

İlk kez Mehmet Ali Birand’ın 12 Eylül 04.00 (1984) adlı kitabında ortaya attığı bu iddia, 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze’in askeri müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın “your boys have done it – senin çocuklar işi bitirdi” anlamındaki konuşması, 12 Eylül müdahalesi içinde Amerika Birleşik Devletleri’nin rolü konusunda toplumun büyük bir bölümü tarafından inandırıcı bulunmuştur.

12 EYLÜL 1980 SONRASI TÜRKİYE’DE SİYASAL YAŞAM:

12 Eylül 1980 sonrasında Türkiye?nin siyasal yaşamında tam anlamıyla bir normalleşmenin yaşanması uzun yıllar adlı. Şeklen de olsa siyasi hayatın normalleşmesi ise 6 Kasım 1983 tarihli Genel Seçimler ile mümkün olabildi.
6 Kasım 1983?e kadar Türkiye, Milli Güvenlik Konseyi adı altında oluşturulan “askeri hükümet” tarafından yönetilmiştir. Milli Güvenlik Konseyi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin aksine, yasama ve yürütme yetkilerini tek bir elde, kendisinde toplamıştır. Milli Güvelik Konseyi?nin başkanı olan Orgeneral Kenen Evren dışındaki konsey üyeleri ise Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanı olmuştur. Cumhurbaşkanı?nın görev ve yetkileri de, devlet başkanı sıfatıyla, yine Genel Kurmay Başkanı olan Orgeneral Kenan Evren tarafından üstlenilmiştir.
Milli Güvenlik Konseyi oldukça geniş yetkilerle donatılmıştır. Öyle ki Konsey tarafından çıkarılan her türlü bildiri, karar ve yasanın Anayasaya aykırı olduğunu öne sürmek yasaklanmıştır. 

Ayrıca Anayasaya aykırı olmaları durumunda söz konusu bildiri, karar ve yasaların Anayasa değişikliği ile yürürlüğe girmeleri kararlaştırılmıştır. Böylece genel hukuk teamüllerine aykırı olarak, bu dönemde hiyerarşik yapılanmada bildiri, karar ve yasa, Anayasanın üzerinde konumlandırılmıştır.

Milli Güvenlik Konseyi tarafından 6 Kasım 1983?e kadar yönetilen Türkiye?de dönemin önemli bir yapılanması da Danışma Meclisi olmuştur. 12 Eylül 1980 tarihine kadar hiçbir siyasal oluşumun ve partinin içerisinde yer almamış 160 kişiden oluşturulan Danışma Meclisi?nin de katılımıyla bir Kurucu Meclis oluşturulmuş ve bu meclis yasama faaliyetlerini yürütmüştür. Kurucu Meclis?in bir diğer önemli görevi ise yeni bir Anayasa hazırlamak olmuştur.
Kurucu Meclis tarafından hazırlanan ve halen yürürlükte olan 1982 Anayasası, 10 Ekim 1982 tarihinde kabul edilmiş, Resmi Gazetede yayınlanmış ve 7 Kasım 1982 tarihli referandum sonucu resmen yürürlüğe girmiştir. Katılımın Türkiye ortalamasının çok üzerine çıkıp, %92 seviyelerine ulaştığı söz konusu referandum sonucunda 1982 Anayasası, oylamaya katılanların %91,37?sinin “Evet” oyuyla yürürlüğe girmiştir.2 Türkiye?den tek farklı ses Bingöl ilinden gelmiş ve oylamaya katılan Bingöl halkı %90 oranında “Hayır” oyuyla tüm Türkiye?nin dikkatini kendi üzerine çekmiştir.
Yeni bir Anayasa çerçevesinde siyasal yaşamın yeniden şekillenmeye başladığı dönemin Türkiye?sinde yeni başrol sahipleri, yavaş yavaş siyasi aktörler olmaya başlamıştır. Fakat söz konusu dönemde halen Milli Güvenlik Konseyi?nin egemenliği söz konusudur. Şöyle ki Türkiye siyasetinde rol almak, Milli Güvenlik Konseyi?nin kontrolü ve onayı ile mümkün olabilmiştir. Genel Seçimlerin 1983 yılında yapılmasına karar veren Milli Güvenlik Konseyi, „sınırlı çok partili” yaşama geçme adına veto ve baraj sistemi mekanizmasını kullanmıştır.
6 Kasım 1983 seçimleri öncesinde, bu şartlarda, kurulabilen partiler Milliyetçi Demokrasi Partisi, Halkçı Parti, Anavatan Partisi, Sosyal Demokrasi Partisi, Refah Partisi, Büyük Türkiye Partisi ve Doğru Yol Partisi olmuştur.

6 Kasım 1983 Tarihli Genel Seçim ve Anavatan Partisi:

Türkiyenin siyasal yaşamında önemli bir yeri olan 6 Kasım 1983 tarihli Genel Seçim, Askeri Müdahale sonrası yapılan ilk ve %92 oranında gerçekleşen katılım ile Türkiyedeki en yüksek katılımlı ikinci Genel Seçimi olması münasebetiyle özel bir önem arz etmektedir. Bu seçim ile Türkiyenin siyasal yaşamı normalleşme sürecinde önemli bir aşama kaydetmiştir.

Seçimler öncesinde kuruluşu tamamlanan ve yukarıda adlarını saydığımız siyasi partilerin tamamının seçime girmesi mümkün olmamış, bu partilerin birçoğu Milli Güvenlik Konseyi?nin vetosu sonucu seçime katılamamışlardır. Milli Güvenlik Konseyi?nin bu anti-demokratik uygulaması sonrasında 6 Kasım 1983 Genel Seçimleri?ne sadece üç siyasal parti katılabilmiştir: Bunlar, Milliyetçi Demokrasi Partisi(MDP), Anavatan Partisi(ANAP) ve Halk Partisi(HP) dir.

Yapılan Genel Seçim sonrasında, Turgut Özal ın başkanı olduğu ANAP oyların yüzde 45,14 ü ile 211 sandalye sayısına ulaşarak yüzde 52,88 temsil oranı ile tek basına iktidara gelmiştir. Sandıktan ikinci çıkan parti ise HP olmuş, yüzde 30,46 oy, 117 milletvekili ile yüzde 29,32 temsil oranı elde etmiştir. MDP ise beklenenlerin aksine yüzde 23,27 oy, 71 milletvekili ve 17,80 temsil yüzdesi ile üçüncü ve son parti olmuştur.4
Turgut Özal iktidara geldikten sonra politikalarını, Uluslararası Para Fonu, IMF?in direktifleri ve zamanın başbakanı Süleyman Demirel?in emriyle hazırladığı 24 Ocak 1980 Kararları çerçevesinde yürüttü. 1980 yılında kabul edilen 24 Ocak Kararları doğrultusunda liberal politikaları savunan Turgut Özal, girişimciliği, özel mülkiyeti ve özelleştirmeleri destekleyen politikalar izlemiştir. Turgut Özal?a göre değişimin en temel dinamiklerinden birisi sürekli değişen ve dönüşen, yenidünya düzenine ayak uydurma zorunluluğudur.
Turgut Özal?ın devlet felsefesi, devletçilik karşıtı bir ekonomik düzene dayalıdır.5 Dünyadaki konjonktüre uygun olarak Turgut Özal, liberal politikalara dönüş yapmış ve liberal politikalar çerçevesinde Türkiye yeniden şekillenmeye başlamıştır. Türkiye?de ciddi bir özelleştirme çalışması başlatılmış, Cumhuriyet döneminde bin bir zorluklarla var edilen, Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) zarar ettikleri öne sürülerek ve yarattıkları istihdam ve artı değerler görmezden gelinerek özel sektöre bırakılmıştır. Kendisi de bürokrat kökenli olan Turgut Özal, devletin yeniden yapılanması doğrultusunda radikal önlemler alarak bürokrasiden kaynaklanan sorunları gidermeye çalışmıştır.
Küreselleşen ve ülkeler arasındaki siyasal ve ekonomik duvarların kalkmaya başladığı seksenli yılların uluslararası sistemi içerisinde Turgut Özal da Türkiye?yi dışa açarak, bu yönde ciddi adımlar atmıştır. Turgut Özal?ın uyguladığı liberal politikalar sonrasında, çeşitli iyileşmeler yaşanmışsa da beklentiler tam anlamıyla karşılanamamıştır. Örneğin özelleştirmeler yeteri kadar başarılı olamamış, istenilen sürede özelleştirme hamlesi gerçekleştirilememiştir. Ayrıca toplum içerisinde önemli bir yozlaşma başlamış, özellikle bürokraside “benim memurum işini bilir” anlayışı egemen olmuştur. Ekonomik anlamda ise yerli üretim dünya ile rekabet edemez durumda olduğundan, bu süreçte yerli üreticiler hırpalanmış ve dış ticaret dengesi alt üst olmaya başlamıştır. Bu süreç sonrasında Türkiye?de enflasyon kavramı ortaya çıkmış, enflasyonist bir ekonomi doğmuştur.
29 Kasım 1987 Genel Seçimleri ve Türkiye’nin Katılım Oranı En Yüksek Seçimi
Takvimler 29 Kasım 1987 tarihini gösterdiğinde, Türkiye yine seçim sandıklarının başındadır. 29 Kasım 1987 seçimleri, %92,38 katılım oranıyla Türkiye?nin siyaset tarihinde önemli bir yere sahiptir. Nitelim çok partili dönem sonrası yapılan genel seçimlerin hiçbirisinde %92,38 katılım oranı bir daha yakalanamamıştır.
Katılımın böylesine yüksek olmasının başlıca sebebi, şüphesiz 12 Eylül 1980 öncesinde kalan siyasi aktörlerinin de birer birer tekrar Türkiye?nin siyasal sahnesindeki yerlerini almaya başlamalarıdır.
12 Eylül 1980?de yaşanan askeri müdahale sonrası siyaset yapmaları yasaklanan Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş ve Necmettin Erbakan 29 Kasım 1987 seçimlerine partilerinin başında girmişlerdir. Turgut Özal?ın tüm aleyhte çalışmalarına rağmen 6 Eylül 1987 tarihli referandumda halkın %50.16 “Evet” oyuyla, kıl payı da olsa siyasal haklarını tekrar kazanan bu isimler seçimlerin renklenmesini ve Türkiye?nin siyasal yaşamının “bilindik” formunu tekrar kazanmasını sağlamışlardır.
Bu çerçevede 29 Kasım 1987 tarihli genel seçimlere katılan başlıca partiler şöyleydi: 
Süleyman Demirel başkanlığındaki Doğru Yol Partisi, 
Bülent Ecevit başkanlığında Demokratik Sol Parti, 
Aydın Güven Gürkan başkanlığındaki Sosyal Demokrat Halkçı Parti, 
Alparslan Türkeş başkanlığında Milliyetçi Çalışma Partisi, 
Necmettin Erbakan başkanlığında Refah Partisi ve 
Turgut Özal başkanlığındaki Anavatan Partisi.

12 Eylül 1980 sonrası Türkiye?nin siyasal yaşamında var olmaya çalışan MDP ve HP yaşadıkları yenilgi ardından 1987 yılında yapılan bu seçime dahi katılmadılar.
Böylesine çeşitli ve çok sayıda partinin katıldığı 29 Kasım 1987 seçimlerinin sonucu tüm partiler için öğretici oldu: %36,31 oy oranıyla tekrar birinci parti olmasına rağmen ANAP, önceki seçime göre neredeyse %10?luk bir oy düşüşü yaşadı. SHP ise %24,74 oy oranıyla, parlamentoda 99 koltuğa sahip oldu. DYP ise %19.14?lük oy oranıyla 59 sandalye ile parlamentoda yer aldı.
%10?luk seçim barajının altında kalan partiler ise şöyle sıralandı: Bülent Ecevit?in başkanlığındaki DSP %8,53?lük oy oranıyla barajın altında kaldı. Necmettin Erbakan?ın RP?si %7.16 ve Alparslan Türkeş?in MÇP?si ise %2.93 lük oy oranlarıyla parlamento dışı kalan diğer iki parti oldu.6
Yapılan seçimler ve elde edilen sonuç, 12 Eylül?ün izlerinin Türkiye?nin siyasal yaşamından yavaş yavaş silindiğini göstermekte idi. 12 Eylül öncesinin politikacıları yine halk tarafından inandırıcı bulunmuş ve bu isimler seçimlerde ciddi oy toplayarak parlamentoda yerlerini almışlardır.
Seçimde, bir önceki seçime göre, sağ kanatta sayabileceğimiz partilerin oy oranlarında düşüş yaşanmış, soldaki yükselmeye karşın DSP?nin küçük bir oy farkıyla baraja takılması nedeniyle bir önceki parlamentoya kıyasla solun parlamentodaki temsil oranı düşmüştür.
Tekrar hükümeti kurmakla görevlendirilen Turgut Özal, 1983?ten bu tarihe izlediği politikaları izlemeye devam etmiş, SHP ana muhalefet, DYP ise muhalefet partisi görevini üstlenmiştir.
20 Ekim 1991 Genel Seçimleri ve Sonrasında Koalisyon Hükümetleri Dönemi:
Türkiye?de 10 Ekim 1991 Genel Seçimleri ile ANAP dönemi kapanmış, koalisyon hükümetleri dönemi başlamış oldu. %83,93 katılım oranıyla bir önceki seçimlere nispeten halkın seçime olan ilgisinde önemli bir düşüş yaşanmıştır.
Seçimlerin galibi %27,03?lük oy oranıyla Süleyman Demirel?in başkanlığındaki Doğru Yol Partisi olmuştur. Seçimde ikinci parti, %24,01 oy oranıyla ANAP; üçüncü parti %20,75 oy oranıyla SHP; dördüncü parti %16,88 oy oranıyla RP ve beşinci parti %10,75 oy oranıyla DSP olmuştur.7

Seçimin ardından beş partili bir parlamento oluşmuştur. Cumhurbaşkanı, seçimlerin galibi olan DYP?nin başkanı Süleyman Demirel?e hükümeti kurma görevi vermiş ve böylece DYP-SHP koalisyon hükümeti kurulmuştur. Turgut Özal?dan boşalan Başbakanlık koltuğu Süleyman Demirel tarafından doldurulmuştur. Fakat Süleyman Demirel?in başbakanlığı beklenmedik bir şekilde, Cumhurbaşkanı Turgut Özal?ın 17 Nisan 1993 tarihinde vefatı ile son bulmuş ve Süleyman Demirel Türkiye Cumhuriyeti 9. Cumhurbaşkanı seçilerek Başbakanlık görevinden ayrılmıştır.

Süleyman Demirel?in ayrılmasıyla boşalan DYP?nin başkanlık koltuğuna oturan isim Tansu Çiller olmuştur. Aynı zamanda Başbakanlık görevini de üstlenen Tansu Çiller, böylece Türkiye Cumhuriyeti?nin ilk kadın başbakanı olmuştur.
Bu süreçte koalisyonun SHP tarafında da hareketli günler yaşanmış, başkan Erdal İnönü?nün yerini önce Murat Karayalçın almıştır. Cumhuriyet Halk Partisi ile birleşen ve CHP çatısı altına giren SHP?de sonrasında Hikmet Çekin başkan seçilmiştir. Buna karşın Murat Karayalçın hükümetteki görevine son vermemiş, hükümet çalışmalarına kendisi devam etmiştir. Daha sonra ise Deniz Baykal genel başkanlığa gelmiş ve Deniz Baykal?ın başkanlığı döneminde DYP-SHP koalisyon hükümeti de son bulmuştur.
DYP-SHP koalisyon hükümetinin son bulması üzerine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, DYP başkanı Tansu Çiller?i hükümeti kurmakla görevlendirmiştir. Bir başarısız denemenin ardından CHP ile tekrar koalisyon hükümeti kuran Tansu Çiller, koalisyon kurulmadan önce verdiği erken seçim sözünü yerine getirerek Türkiyeyi yeni bir seçim atmosferine sokmuştur.

24 Aralık 1995 Genel Seçimleri ve Refah Partisi İktidarı

24 Aralık 1995 tarihinde yapılan seçimler sonrasındaki parlamentodaki partiler değiştirmedi. Fakat bu seçimlere ciddi oy artışı yakalayarak birinci parti olmayı başaran Necmettin Erbakan başkanlığındaki Refah Partisi damgasını vurdu. Bu erken seçimin yapılmasının en önemli mimarlarından birisi olan CHP başkanı Deniz Baykal, bu seçimin kaybedenleri arasında oldu.

Yapılan erken seçimin ardından, Necmettin Erbakan başkanlığındaki Refah Partisi %21,38 oy oranıyla birinci parti oldu. Seçimlerin sonucunda ikinci çıkan parti %19,65 oy oranıyla ANAP, üçüncü parti %19,18 oy oranıyla DYP oldu. Parlamentonun sol kanadında ise, %14,64 oy oranıyla DSP dördüncü ve %10,71 oy oranıyla CHP ise beşinci parti oldu.8

Parlamentonun böylesine şekillendiği bir atmosferde, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümeti kurma görevini RP lideri Necmettin Erbakan?a verdiyse de Necmettin Erbakan hükümeti kuramayarak görevi Cumhurbaşkanına iade etmek durumunda kaldı. Bu sefer Süleyman Demirel?in görev verdiği isim, ANAP lideri Mesut Yılmaz oldu.

Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller?in koalisyonu kurmak üzere anlaşmalarıyla ANAP-DYP koalisyon hükümeti kurulduysa da bu iki liderin sürekli anlaşmazlığa düşmeleri söz konusu koalisyonun ömrünü kısalttı ve dört ay gibi bir sürede hükümet dağıldı.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından tekrar hükümeti kurmakla görevlendirilen isim RP lideri Necmettin Erbakan oldu. Necmettin Erbakan?ın ve yine Tansu Çiller?in girişimleriyle RP-DYP koalisyon hükümeti kuruldu ve göreve başladı.

Necmettin Erbakan?ın başkanlığındaki bu hükümet başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere toplumun bir kesiminde ciddi rahatsızlıklara neden oldu. Seçim çalışmaları sırasında RP kurmaylarının sarf ettikleri radikal dinci söylemler toplumda laiklik karşıtlığı olarak değerlendirildi ve önemli bir hassasiyetin doğmasına neden oldu.

Necmettin Erbakanın oluşan bu hassasiyeti çok da iyi okuyamayarak iç ve özellikle dış politikada yaptığı “farklı” atılımlar işin daha da içinden çıkılmaz bir hal almasına neden oldu.
Yine bu dönemde Türkiye?de yaşanan en önemli olaylardan birisi de 3 Kasım 1996 tarihinde, lüks bir Mercedes in Balıkesir in Susurluk ilçesinde karıştığı bir kaza idi. 

Kaza yapan araç içerisinde Abdullah Çatlı, Gonca Us, DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak yaralı olarak ve İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ ise ölü olarak bulunmuştur. Bu kaza ile Türkiye?de kendini ciddi anlamda hissettiren Polis-Mafya-Siyaset üçgeni tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmış, kamuoyu adeta şaşkına dönmüştür.

Dönemin dikkat çeken olayları Susurluk?la da sınırlı kalmamış, RP bünyesindeki kimi isimlerin laiklik karşıtı eylem ve söylemleri kamuoyunun ve özellikle de Türk Silahlı Kuvvetleri?nin dikkatini çekmiştir. Özellikle RP?li Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe?nin “Süslü püslü görünüşüme bakıp da laik olduğumu sakın sanmayın. İnancımıza saygı duyulmadığı, sövüldüğü bir dönemde, içim kan ağlayarak, bu günkü törenlere katıldım. Belki Başbakan’ın bakanların, milletvekillerinin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak sizin hiçbir mecburiyetiniz yok. Bu düzen değişmeli! Bekledik, biraz daha bekleyeceğiz. Gün ola, harman ola, Müslümanlar içlerindeki hırsı, kini, nefreti eksik etmesin”9 açıklaması ve sonrasında söz alan RP Kayseri Milletvekili Memduh Kılıç?ın “Başkanımızın duygularımıza tercüman oldu” demesi dikkatlerin tekrar RP ve irtica tehdidi üzerinde odaklanmasına neden olmuştur.

Yine bu dönemde Sincan da RP?li Sincan Belediyesince yapılan Kudüs Gecesi adlı etkinlik de sahnelenen oyunlar ve katılan İran Büyük elçisinin konuşmaları Türk Silahlı Kuvvetleri ni oldukça rahatsız etti. Takvimler 4 Şubat ı gösterdiğinde Sincan da tanklar sokaklardaydı. Genel Kurmay İkinci Başkanı Org. Çevik Bir yaşananları „ Balans Ayarı? olarak değerlendirdi.10

Türkiye?nin böylesine gergin bir olaylar yaşadığı ve kimilerince “postmodern darbe” olarak nitelenen 28 Şubat sürecine girildiği bu dönem çok değil, 18 Nisan 1999 tarihinde yapılan Genel Seçim?e kadar sürdü. 19 Nisan 1999 sabahında Türkiye?de iktidar değişmişti.

18 Nisan 1999 Genel Seçimleri ve Solun Yükselişi:

Doksalı yıllar içerisindeki gerçekleştirilen seçimler göz önüne alındığında halkın en yoğun ilgisini çeken seçim 18 Nisan 1999 Genel Seçim?i olmuştur. Yoğun katılımlı, 18 Nisan 1999 tarihli bu seçimin galibi Bülent Ecevit başkanlığındaki DSP olmuştur. Türkiye?de uzun bir dönem sonrasında tekrar sol bir parti en yüksek oy oranıyla parlamentoda yer almıştır. Devlet Bahçeli başkanlığındaki MHP?nin de ikinci parti olduğu bu seçimler, kamuoyu araştırma şirketlerini ciddi anlamda yanılmıştır.
Seçim sonrasında açılan sandıklardan çıkan sonuç şöyle olmuştur: Birinci parti %22,18 oy oranıyla DSP, ikinci parti %17.97 oy oranıyla MHP olurken üçüncü, dördüncü ve beşinci partiler şöyle sıralanmıştır: %15.41 oy oranıyla kapatılan FP yerine kurulan Fazilet Partisi, %13,22 oy oranıyla ANAP, %12,01 oy oranıyla DYP. %8,71 oy alabilen CHP ise baraja takılarak, parlamentoda yer alamamıştır.11
Bu sonuçlar üzerine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümeti kurma görevini DSP lideri Bülent Ecevit?e verdi. Bülent Ecevit, hükümeti kurmak için MHP lideri Devlet Bahçeli ve ANAP lideri Mesut Yılmaz ile masaya oturdu ve DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti 28 Mayıs 1999 tarihinde kuruldu. Koalisyonun iki büyük ortağı DSP ve MHP?nin 1980 öncesindeki anlaşmaz tavırları ve aralarındaki siyasal çatışmalar sonrasında böylesine bir koalisyon hükümetini kurmaları Türkiye?nin siyasal yaşamında önemli bir aşamanın kazanıldığını göstermekte idi.
DSP liderliğindeki üçlü koalisyon hükümeti, 3 Kasım 2002 tarihine kadar iktidarda kalmayı başardı. Bu süre zarfında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, 10. Cumhurbaşkanlığı görevine bir siyasi değil bir hukukçu olan Ahmet Necdet Sezer getirildi.
Yine üçlü koalisyon döneminde yaşanan doğal afetler ve özellikle 17 Ağustos 1999 depremi Türkiye?yi toplumsal ve ekonomik bir trajedi yaşamaya zorladı. Deprem sonrasında uluslararası yardımların da desteğiyle açılan yaralar birer birer kapanmaya başladı.
Üçlü koalisyon hükümetinin iktidarının son bulmasında önemli etkenlerin başında, şüphesiz, yaşanan ekonomik kriz gelmektedir. Yaşanan kriz Türkiye?de ciddi toplumsal sıkıntıların yaşanmasına neden oldu. Öyle ki Başbakanlık binası önünde bir esnaf “Sayın Başbakanım…” diyerek Başbakanlığa giriş yapmakta olan Bülent Ecevit?in önünde yazarkasasını fırlattı. Gazete ve televizyonlara yansıyan bu görüntü, tüm Türkiye?de zihinlere kazındı.

Bu şartlar altında koalisyonun ikinci büyük ortağı MHP?nin lideri Devlet Bahçeli, 3 Kasım 2002 tarihli erken seçimin önünü açtı. Türkiye artık yeni bir seçim arifesindeydi…

3 Kasım 2002 Genel Seçimleri ve Türk Siyasal Yaşamında AKP’li Yıllar
3 Kasım 2002?de yapılan Genel Seçim %79,10 katılım oranıyla halkın çok da ilgi gösterdiği bir seçim olmadı, hatta 1980 sonrasında yapılan Genel Seçimler arasında en düşük katılım oranı bu seçimlerde görülmüştür. Seçim sonucunda ise Türkiye?nin alıştığı çok partili bir parlamento oluşmadı, aksine iktidar ve muhalefetten oluşan iki partili bir parlamento kuruldu. İkili bir parlamento halkın çok da alışık olduğu bir şey değildi.

Bu seçimlerle birlikte Türkiye?nin siyasal yaşamına iki yeni parti dâhil oldu. Seçim sonrasında ciddi oy oranı alan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve Genç Parti (GP) de artık kendinden söz ettirmeye başladılar.

Türkiye?nin siyasal yaşamında kendinden yeni yeni söz ettirmeye başlayan, Necmettin Erbakan önderliğindeki Fazilet Partisi?nden kopan “yenilikçi kanat” tarafından kurulan AKP seçimlerin favori partisi idi.

Açılan sandıklardan çıkan sonuç şöyle oldu: %34,42 oy oranıyla AKP ciddi bir zafer kazandı. Seçimin ikinci kazananı ise %19,40 oy oranıyla CHP oldu. DYP ise bu seçimlerde yoğun bir kampanya yürütmesine rağmen %9,53 oy oranıyla yarım puanla barajı geçemedi ve parlamentoda yer alamadı. Yine %8,34 oy oranıyla MHP, %7,25 oy oranıyla GP ciddi oranda oy almalarına karşın barajı geçemedikleri nedeniyle parlamentoda yer alamadılar. 12

Önceki hükümetin başbakanı Bülent Ecevit?in başkanlığındaki DSP, bu seçimlerde neredeyse öncesinde aldığı oyların tamamını yitirerek, ancak %1,21 oy alabildi.
Seçimin galibi Adalet ve Kalkınma Partisi, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer?in hükümeti kurma görevini Abdullah Gül?e vermesiyle 18 Kasım 2002 tarihinde iktidar partisi oldu. Böylece Türkiye?de koalisyon hükümetleri dönemi de son buluyordu.

Abdullah Gül ün başbakanlığındaki hükümet 11 Mart 2003 tarihine kadar görevde kaldı ve sonrasında istifasını sunarak yeni hükümetin kurulmasına önayak oldu. Recep Tayyip Erdoğan?ın, CHP?nin de desteğiyle tekrarlanan Siirt seçimleriyle TBMM?ye sonradan da olsa girmesiyle AKP?nin başındaki isim de değişmiş oldu. Bunun üzerine, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, yeni hükümeti kurma görevini Recep Tayyip Erdoğan a verdi.

Hükümet, Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında, 14 Mart 2002 tarihinde kuruldu ve Başbakan, Recep Tayyip Erdoğan olurken önceki dönem Başbakanlık koltuğunda oturan Abdullah Gül de Dışişleri Bakanı oldu.

Ana muhalefette ise Deniz Baykal başkanlığındaki CHP vardı. CHP önceki seçimlere nazaran önemli bir oy artışı yakalayarak solun neredeyse tüm oylarını toplamayı başarmış oldu.

Seçimin kaybedenleri ise Türkiye?nin siyasal yaşamında önemli bir döneme damgasını vuran, Türkiye?nin bugüne kadar en önde gelen partileri oldular. 

Bu seçimlerle birlikte DYP, ANAP, FP ve DSP gibi Türkiye?nin siyasal yaşamında önemli bir yere sahip partiler, konumlarını büyük oranda kaybettiler.
AKP yönetiminde Türkiye, AKP?nin doğduğu “milli görüş” düşüncesinin aksine, küreselleşme sürecine son sürat müdahil olmaya çalışmış, tüm ülkede geniş çaplı özelleştirmeler yapılmıştır. Türkiye?nin önde gelen değerleri bu süreçte genellikle yabancıların ellerine geçmiştir. Avrupa Birliği?ne giriş temel hükümet politikaları arasında belirlenmiş ve bu konuda ciddi mesai harcanmıştır.
Her ne kadar yüzü Batı?ya dönük bir parti izlenimi veriyor olsa da AKP, toplumun büyük bir bölümü ve belki de Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından çok inandırıcı bulunmamış ve toplumda çeşitli kaygılar doğmaya başlamıştır. Bu kaygıların bir sonucu olarak başta İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana olmak üzere tüm Türkiye?de düzenlenen “Cumhuriyet Mitingleri”nin bazılarına bir milyonun üzerinde eylemci katılmıştır.

AKP nin içinde bulunduğu durumdan ve bir takım parti üyelerinin eylemlerinden kaygı duyan toplum kesimleri arasında yargı üyeleri de vardır. Bu süreçte AKP?ye yönelik olarak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından kapatılma davası açılmışsa da AKP ceza almasına rağmen kapatılmaktan “kıl payı” kurtulabilmiştir.
Böylesine ciddi bir muhalefetle girilen 22 Temmuz 2007 tarihli seçimlerde AKP iktidarına bir alternatif olarak CHP-MHP koalisyon hükümeti düşünülmeye başlanmıştır.
22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri ve AKP: “Durmak Yok, Yola Devam”
Cumhuriyet mitinglerinin yarattığı atmosferde, bir takım farklı beklentilere rağmen 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan Genel Seçim?in galibi Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki AKP oldu.
Seçim sonucunda, %46,58 oy oranıyla AKP birinci parti olurken, %20,88 oy oranıyla CHP ikinci ve %14,27 oy oranıyla MHP üçüncü parti oldu ve %10?luk seçim barajını aşarak parlamentoda kendine yer buldu. %5,42 oy oranıyla DP, %3,04 oy oranıyla GP ciddi oylar almalarına rağmen barajı aşamayan partiler arasında kaldılar.13

Bu seçimlere parti çatısı altında girmeyen Demokratik Toplum Partisi (DTP), bağımsız adaylar göstererek, dolaylı bir yoldan da olsa %10 seçim barajını aşarak parlamentoda grup kuracak kadar sandalyeye sahip oldu.

Bir önceki seçimlere göre ciddi bir oy artışı yakalayan AKP, bu başarısına rağmen %10?luk seçim barajını aşan MHP ve ayrıca DTP çatısı altında birleşerek grup kuran bağımsız adaylar nedeniyle parlamentodaki sandalye sayısında düşüş yaşadı.

Yaşanan ekonomik krize ve artan teröre rağmen kamuoyu araştırma şirketlerince halen favori parti gösterilen AKP, 2002?den beri izlediği politikalarla geride kalan sekiz yılda Türkiye?yi baştan aşağı yeniden şekillendirdi. Bugün, Türkiye’de ciddi bir politik değişimin yaşandığı noktasında Türkiye’nin neredeyse tamamı hemfikir. Politik üst yapıda yaşanan söz konusu değişim/dönüşüm şüphesiz ekonomik ve kültürel alt yapıyı da baştan sona şekillendiriyor. Türkiye’de egemen güçler de sokaktaki vatandaş da değişti, değişiyor!

Yaşanan Değişimin/Dönüşümün Lokomotifi, şüphesiz sekiz yıldır iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi. Sekiz yıllık iktidarı süresince AKP, Türkiye’yi kendi programına göre yeni bir şekle sokmayı büyük ölçüde başardı. Öncesinde marjinalleştirilmeye çalışılan AKP, sonrasında sistemin merkezindeki kurum ve kuruluşları marjinalleştirerek kendisini neredeyse tek sistem partisi haline getirdi. Ergenokon sürecinde yaşananlar özellikle buna hizmet etti, muhalifler sistemden ayıklanarak ve marjinalleştirilerek sistem AKP’ye uyduruldu.


Okan Yüksel.,

1988'de Adana'da doğdu. Uludağ Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler, Anadolu Üniversitesi'nde Medya ve İletişim öğrenimi gördü. 2011'de Olay TV'de 
dış haber editörü olarak gazeteciliğe başladı. 2014'te Al Jazeera Turk'e katıldı. 
Blog, makale ve haber dallarında 6 ödülü bulunuyor. 
Politik Akademi'nin genel koordinatörlüğünü üstleniyor.

https://politikakademi.org/2011/09/12-eylul-1980den-gunumuze-turkiye/


***

29 Ağustos 2018 Çarşamba

12 EYLÜL ÖNCESİ TOPLUMSAL HAREKETLER, PARTİLER VE SİYASAL EYLEM BÖLÜM 2


12 EYLÜL ÖNCESİ TOPLUMSAL HAREKETLER, PARTİLER VE SİYASAL EYLEM BÖLÜM 2


Toplumsal hareketlerin uzun-dönemli başarısı ayrıca birçok genel koşula da dayanır. 

Herşeyden önce bu hareketlerin sürekli siyasal etkinliğe heves ve bağlılık 
uyandırabilecek bir öğreti formüle etmesi gerekir. Ulusal kurtuluşu, bir sınıfın 
özgürleşimini, kadınların özgürleşimini veya çok sayıda insanın önemli gördüğü 
başka bir genel amacı konu alabilecek olan bu öğretinin belli başlı sorunları 
açıklayabilen amaçları ve amaçlara ulaşma yollarını gösteren ve alternatif toplum biçimlerinin geneI hatlarını çizebilen bir toplumsal kuramı içermesi veya böyle bir kuramın üzerine kurulmuş olması gerekir. Ondokuzuncu yüzyılda işçi hareketi ve daha dar bir çerçevedeki milliyetçi hareketler bu yolu izleyerek gelişmiştir. 1960'ların toplumsal hareketleri böylesi öğretiler üretmede görece başarısız kalmışlardır; keza öğrenci hareketleri özel olarak işçi sınıfı hareketiyle ilişkisi üzerine, toplumdaki ekonomik ve yapısal değişmelere karşı kültüreI değişimin önemi üzerine ve toplumsal değişim hareketlerinde şiddetin işlevi üzerine tartısmalarla kuşatılan, radikal toplumsal değişmenin etkenleri ve amaçlarına ilişkin çatışan görüşler kargaşasında son bulmuştur. ABD 'deki zenci hareketi de sadece Beyazların radikalizm ile olan ilişkisi ve şiddet kullanımı konusunda değil, daha temelde nihai amacının diğer azınlık kümeleriyle eşit koşullar altında Amerikan toplumuyla tamamen bütünleşmek mi yoksa bir biçimde ayrılık ve bağımsızlık mı olacağı konusunda ikiye bölünmüştür. 
Toplumsal bir hareketin başarısı için önemli bir ikinci gereklilik bulunmaktadır. 
Toplumsal bir hareket gelişiminin bir noktasında bir iktidar savaşımına doğrudan 
katılabilecek, iktidarı ellerine geçirdiklerinde de toplumu yeniden-kurmak amacıyla kullanabilecek daha örgütlü siyasal kümeler yaratmalı veya varolan siyasal örgütleri değiştirmeli veya ele geçirmelidir. 1960'lardaki hareketlerin çoğu, genellikle geleneksel partilerin bürokratik niteliğine karşı düşmanlıkları nedeniyle bu adımı atmakta isteksizdi; kaldı ki, göründüğü kadarıyla bunlar ekonominin, siyasal sistemin ve kültürel kalıpların istenen dönüşümünün etkili bir şekilde fiilen nasıl gerçekleştirilebileceği hakkında açık bir fikir oluşturmuş da değildiler. 

Sık sık gerilla etkinliklerine ve doğrudan eyleme duydukları sempatiyi dile 
getirirlerken, başarılı gerilla hareketlerinin, ya (Çin 'de olduğu gibi) örgütlü ve disiplinli bir parti tarafından denetlendi ğ ini veya yönetimlerini belirtmek ve siyasalarını yürütmek için gerekli hale geldiğinde, kendilerini (Küba'da olduğu gibi) geleneksel türde bir partiye dönüştürdüklerini görmezden gelmişlerdir. Birçok üçüncü Dünya ülkesinde, etkili siyasal partiler yaratmayı başaramayan ulusal kurtuluş hareketleri, ya askeri seçkinlerin eline geçmiş, ya da oluşturdukları hükümetler askeri darbelerle devrilmiştir. Öte yandan, endüstriyel ülkelerdeki milliyetçi hareketler, İskoç Ulusal Partisi veya Parti Quebiecois örneğinde olduğu üzere, güçlü parti örgütleri kurabildiklerinde bazı başarılara ulaşmışlardır. 

1960'ların toplumsal hareketlerinde etkin olanların çogu partilere güven duymaz bazı durumlarda topluma -ideal bir topluma-sürekli hicbir yerleşik kurumu olmayan bitimsiz bir imgesel yaratım etkinliği süreci olarak bakarlarken, parti siyasasına iyice girmiş olanlar da bu hareketleri sadece bozguncu ve sorumsuz olarak görme eğilimindeydiler. Yirminci yüzyıl sonlarının hiç değilse asgari söz ve dernek kurma özgürlüğünün mevcut olduğu toplumlarında, toplumsal hareketler toplum üyelerinin dolaysız ve aracısız bir tarzda karşıtlığını dile getirebildiği, parti makinelerinin ilgisizliğine, uzaklığına veya ihmalkarlığına meydan okuyabildiği bir araçtır. Diğer yandansa, partiler iktidarı elde etme veya elde tutmanın, böylelikle de uzun dönemler boyunca karmaşık toplumsal siyasaları yerine getirebilme ve yürütebilmenin vazgeçilemez araçlardır. Bu iki siyasal eylem biç imi arasında, bizzat partilerin gelişimini incelediğimizde doğası daha fazla açığa çıkacak sürekli bir gerginlik bulunmaktadır. Toplumsal hareketler gibi, siyasal partiler de modern bir olaydır. 
Demokrasiyle birlikte, -parlamentoların ve seçimlerin gelişmesiyle- Amerikan ve 
Fransız Devrimlerinden sonra ortaya ilk kez çıkan partiler ilkin "soyluların partileri", yani kendi çevresinde veya seçim bölgelerinde saygınlık ve servet sahibi olan bireylerden oluşan görece küçük seçim kurullarıydı. Oy hakkının giderek yaygınlaşması ve seçilmiş meclislerin iktidarlarının artmasıyla, partiler ulusal çapta daha sürekli bir örgüt halini aldı; ama bundan sonraki büyük gelişme ancak ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, sadece seçim kampanyalarının finansman aracı olarak değil, siyasal eğitim ve katılımın bir aracı olarak da kitlesel üye kaydınıhedefleyen işçi ve sosyalist partilerinin (ilkin Almanya ve Avusturya'da olmak üzere) ortaya çıkışıyla gerçekleşti. 

Bu tarihten itibaren, devamlılığı olan kitle partileri Batılı kapitalist toplumların 
siyasasında başat etken haline gelip, yirminci yüzyıl boyunca birbirinden farklı 
biçimlerde olmakla birlikte, dünyanın diğer alanlarına da yayıldı. Kitle partilerinin çeşitli oluşum şekillerini birbirinden ayırtetmek çok önemlidir. Baştaki ivmeyi kazandıran sosyalist partiler örneğinde, parti genellikle mevcut bir kitle hareketinin seçim siyasası alanına uzantısıydı; buna karşılık zaten parlamento ve hükümette güçlü bir şekilde temsil edilmekte olan tutucu ve liberal partiler, kitlesel örgütlerini esas olarak yukarıdan ve parlamenter önderlerin denetiminde oluşturdular. Bu farklı gelişme yönleri farklı siyaset ve siyasal kurum anlayışlarına vücut verdi. Sosyalist partiler kendilerini yeni bir tür toplum oluşturmak için çabalayan bir sınıfın öncüsü olarak görüyordu; üstelik bunlar için işçi sınıfının iktidar savaşımı, ilke olarak varolan herhangi bir kurumdan daha önemliydi. Bu bakış açısından, seçim siyaseti savaşımın sadece bir yönü olup, parlamento önderlerinin, aynı zamanda işçi sınıfının da önderi olan kitle partisinin buyruğu altında oldukları düşünülmekteydi . Tutucu ve liberal partiler, gerçekte sınıf çıkarlarını ne kadar çok temsil ediyor olsalar da, kendilerini yerleşik bir toplumsal düzeni içinde ve parlamentonun üstün olduğu bir 
siyasal kurumlar sistemi içinde işlev gören partiler olarak görüyorlardı. Dolayısıyla, parlamenter önderler sadece seçimlerde yarışma aracı olarak düşünülen kitle partisine egemendiler. Sosyalist bir parti anlayışı. Alman Sosyal Demokrat Partisinin gelişiminin başlarında çok açık bir şekilde dile getirilmiştir. Partilerin kendilerinden bağımsız olarak çalışan İmparatorluk Hükümetinin oluşumunda doğrudan hiçbir rol oynamadığı 1914 öncesi Almanya'sındaki siyasal durum, esas olarak SPD'nin etkinliklerini parlamenter koşullar içinde düşünmesine hiç bir neden olmaması demekti. Tersine, SPD 1878-90 arasındaki yasa-dışı döneminden sonra, varolan siyasaal sistemin dışında kalan (1914 'e gelindiğinde bir milyondan fazla üyesi bulunan) bir kitle partisi olarak hızla büyüdü, "katılımcı-olmayan muhalefete girişti ve 1914 'den itibaren "devlet içinde bir devlet görünümü" aldı. 
……………. 

Bu yüzyıldaki siyasal olayların gözlemlenmesi sonucu elde edilen izlenim, siyasal çıkarların örgütlenmesi ve dile getirilmesinde büyük bir istikrar veya devamlılık değil, daha çok hatırı sayılır bir kargaşa ve değişebilirlik izlenimidir. Elbette ki, siyasal partiler bazı ülkelerde diğerlerine göre çok daha fazla olmak üzere önemli bir süreklilik unsurunu barındırmaktadır lar, ama her yerde partiler değişen ekonomik koşulların, toplumsal katmanlar ve çıkar kümeleri bakımından toplumun kompozisyonundaki değişmelerin ve yeni kültürel yönlimlerin etkilerine çok fazla açıktır. Toplumsal hareketlerin büyük önemi işte burada ortaya çıkmaktadır; çünkü bu hareketler -ister sendika hareketi gibi geniş çaplı ve kalıcı olsun ister 1930' lardaki işsizler hareketleri gibi tarihsel bir dönemdeki özgül konularla ilgili daha özel hareketler olsun-kimi durumlarda sadece örgütlü siyasal formasyonların ortaya çıkışı veya dönüşümü için ön-koşulları koymakla kalmamakta, aynı zamanda siyasal savaşımlarda genellikle çok etkin özsel bir öge olan bağımsız bir siyasal bağlılık ve eylem biçimini oluşturmaktadırlar. Örneğin, Piven ve Cloward, ABD 'deki dört alt sınıf protesto hareketine ilişkin hayranlık uyandırıcı incelemelerinde, kitlesel protestolara, kitle tabanı olan kalıcı örgütler oluşturma çabalarından daha fazla etkililik yüklemektedirler: "Alt-sınıf kümeleri zaman zaman Amerikan siyasasında her ne etkide bulunuyorlarsa, bu etki örgütlenimden değil, kitle protestosundan ve protestonun yıkıcı uzantılarından kaynaklanmaktadır. Şili 'de Salvador Ailende'nin Halk Birliği Hükümeti'ni değerlendirirken toplumsal hareketlerin önemine ilişkin benzer bir görüşü benimseyen Touraine, koalisyon iktidarının içindeki çeşitli 
hareketlerin etkinlik ve faaliyetleriyle, yoksulların şikayetlerini, yekpare bir yönetici partinin resmi kanalları içinde sapmaya uğraması (belki de tıkanıp kalması) yerine, dolaysız ve sürekli olarak dile getirilebildiğini öne sürmektedir. Belki de geçen iki onyılın en çarpın özelliği, farklı türden toplumsal hareketlerin Batı demokrasilerindeki siyasal yaşamın kabul edilen bir parçası haline gelme şekilleri; bir ölçüde de eleştirinin, huzursuzluğun ve muhalefetin biçimsel siyasal kurumlar aracılığıyla dile getirilmesine fiilen olanak bulunmayan ülkelerdeki hareketler için model sağlamalarıdır. Bir dereceye kadar şematik bir biçimde, modern toplumsal hareketlerin gelişimindeki üç temel evreyi ayırtetmek mümkündür . İlki, avrupa'daki demokratik hareket veya işçi hareketi , daha sonraki bir dönemde kadınların oy hakkı hareketi ve sömürge bölgelerindeki veya günümüz otokratik devletlerindeki bağımsızlık hareketleri gibi hareketlerin sadece şikayetleri dile getirme ve siyasal değişmelere yol açma çabası için etkili araçlar sağladığı evredir. İkinci evre temsili hükümet, genel ve eşit oy hakkı ve özgür seçimlerle ilgili kazanımlar biçimsel kurumlar alanı dışındaki siyasal eylemin önemini azaltmış göründüğünde ortaya çıkar; bununla birlikte, bunalım dönemlerinde, işsizlerin hareketlerine veya bazı Avrupa ülkelerinde faşist hareketlere benzer toplumsal hareketler gelişebilir. Batı demokrasilerinde şimdiki durum olan üçüncü evre, bana öyle geliyor ki, toplumsal hareketlerin siyasal yaşamın (daha genel bir demokrasiyi yaygınlaştırma hareketini 
yansıtan) az çok daimi bir özelliği olarak önemli ölçüde yeniden'-canlanışı ve çoğalışı evresidir. Temsili hükümetin, partilerin ve seçimlerin bugün vazgeçilmez bir çerçeve sağladıkları ama kendi başlarına halk tarafından yönetim şeklindeki daha radikal anlamda bir demokratik toplumu kurmakta yetersiz kaldıkları giderek daha fazla anlaşılmaktadır. Ulusal düzeyde ekonomik ve toplumsal yaşamın ve diğer ulus devletlerle ilişkilerin genel düzenlenimi karmaşık bir hükümet ve idare aygıtını, geniş şekilde formüle edilen hedef ve siyasaları olan partileri ve partiler arasındaki yarışmayı gerektirmektedir; ama daha dolaysız ve ivedi siyasal eylem araçlarına da gereksinim bulunmakta olup, bu araçlar özgül şikayet ve çıkarların etkili şekilde dile getirilmesine imkan verecek, merkezileşme ve bürokratik yönetimin bazı uzantılarına karşı koyacak 
ve çok sayıda yurttaşın yaşam niteliklerini belirleme konusuna daha sürekli olarak pratik katılımını sağlayacaktır. Bu konunun bir başka ifade tarzı, gerek ekonomik olarak ileri, gerekse oldukça uzun bir demokrasi geleneği olan bu toplumlarda toplumsal hareketlerin yeniden-canlanması ve gelişmesinin bir ölçüde zaten mevcut olan toplumun "kendini-üretimi"nin belli başlı bir özelliği olduğunu; daha da önemlisi, topluluğun (collectivity) kendisini eşit yurttaşlar arasındaki ussal tartışma usulleriyle yönettiği, "egemenliğin bulunmadığı" ideal bir gelecek toplum biçiminin tasarımı olduğunu söylemektir. Günümüz toplumlarının bu yönde ne kadar yol alabilecekleri bir tartışma konusudur ama hiç değilse, son yıllarda siyasal eylem fikrinin bir hayli genişlediği; böylelikle de, şimdiden bireylerin ve birey kümelerinin muhalefetlerini her düzeyde öne sürebilmeleri nin ve kamusal tartışma alanına alternatif siyasaları  getirebilmelerinin çeşitli yollarına ilişkin oldukça yaygın bir bilinçliliğin bulunduğu kabul edilmelidir.

https://ismetparlak.files.wordpress.com/2015/02/tom-bottomore_toplumsal-hareketler.pdf

***

12 EYLÜL ÖNCESİ TOPLUMSAL HAREKETLER, PARTİLER VE SİYASAL EYLEM BÖLÜM 1



12 EYLÜL ÖNCESİ TOPLUMSAL HAREKETLER, PARTİLER VE SİYASAL EYLEM BÖLÜM 1


İSMET PARLAK


https://ismetparlak.wordpress.com/kitap-ve-kitap-bolumler/

Siyasal eylemi çözümlerken tikel bireylerin etkisi özgül bazı olayların incelenmesinde gözönüne alınmak gerekse de, esas olarak bireylerin eylemlerinden çok toplumsal kümelerin etkinliklerine bakmamız gerekir. Bu çözümlemede atılacak ilk adımlardan biri, toplumsal kümelerin siyasete katılabilme yollarını ve bu kümelerin doğasını belirlemektir. Zaman zaman ortaya çıkan protesto, ayaklanma ve kargaşalar veya coups d'etat'larda örgütlü siyasal partilerin, baskı kümelerinin veya politize subayların daha sürekli etkinliklerine kadar uzanan büyük bir çeşitlilik bulunduğu açıktır; ama bu olayların (fenomena) çoğu bence, "toplumsal hareketler" ve "örgütlü siyasal 
oluşumlar (formasyonlar)" olarak adlandıracağım iki genel kategori altında toplanabilir. 

1960'lardan bu yana. Aralarında öğrenci hareketi, çeşitli ulusal ve etnik hareketler ve kadın hareketlerinin bulunduğu, ç ok sayıda yeni toplumsal hareket siyasal yaşamda çok etkin hale geldiğinde, sosyologlar bu çeşit siyasal eylem tarzlarına daha fazla önem vermeye başlamışlardır. Bu eylemler sadece daha örgütlü siyasal etkinliklerin gelişmesinin temelini veya bağlamını oluşturan değil, yerleşik partilerin ve baskı kümelerinin yanı başında, kimi zaman ise bunlarla çatışma halinde bulunan kendi başlarına siy asal güçler olarak da görülebilirler. Genel olarak bir toplumsal hareketi, bir parçası olduğu toplumdaki değişmeyi özendirmeye ya da değişmeye direnme amacına yönelik kollektif bir çaba olarak tanımlayabiliriz: ama bir "hareket" ile bir "parti" arasındaki açık bir farkı gözden kaçırmamak istiyorsak, bu ifadenin bazı bakımlardan sınırlandırılması gerekmektedir. Bunun yollarından biri, hareketin daha örgütsüz karakterine dikkat çekmek olup, bir harekette düzenli veya kolayca  belirlenebilen üyelik ("parti kartı" veya ödentileri) bulunmayabilir; merkezi, bir büro ya da personel olarak da pek bir düzenlilik görülmeyebilir. B ir harekete mensup olmak daha çok belli bir toplumsal bakış veya Öğretiye sempati .duymak, bu sempatiyi gündelik siyasal tartışmalarda dile getirmek ve gösteriler veya "her kafadan bir ses çıkan meclisler" gibi zaman zaman yapılan etkinliklere katılmaya hazır olmak meselesidir. Ayrıca parti gibi örgütlü siyasal oluşumların, siyasal bir birimin yönetimini elde tutma veya ele geçirme çabası anlamında, doğrudan iktidar savaşımına katılmalarına karşılık , toplumsal hareketlerin daha dağınık bir şekilde eylem yaptığı, şayet başarıya ula şırlarsa, varolan siyasal sistemin (kısmen veya bütün olarak) meşruiyetini sorgulayarak , farklı bir görüş iklimi yaratarak ve alternatifler önererek siyasa ve rejim değişikliği için ön-koşulları oluşturduğu öne sürülebilir. 

Geniş çaplı hareketlerin, ondokuzuncu yüzyıldaki işçi hareketinde olduğu gibi, kendi içlerinde az çok doğrudan bir siyasal kümeler çeşitliliği yaratma eğiliminde olmaları bir hare ket ile parti veya diğer örgütlü kümeler arasındaki farkı ortaya koymaktadır; siyasal eylemin sonraki gidişatının da kısmen daha genel hareket ile çeşitli örgütlü kümeler arasındaki ilişki aracılığıyla anlaşılması gerekir. Marxist düşünce ve pratikte bu ilişki sınıf ile parti arasındaki ilişki olarak ortaya konmakta olup, bu konu ondo kuzuncu yüzyılın sonundan beri bir tartışma konusu olarak, Michels'in "oligarşinin demir yasası" üzerine düşüncelerinden, Lenin 'in Lukacs tarafından kuramsal olarak ayrıntısıyla islenen Bolşevik Parti anlayışına ve Avrupakomünizminin en yeni "çoğulcu" bildirgelerine kadar uzanan cok farklı biçimlerde dile getirilmiştir. Toplumsal hareketler ile örgütlü siyasal oluşumlar arasında bir ayrım yaptıktan ve toplumsal hareketlerin karakteristik lerini giriş kabilinden olmak üzere ortaya koyduktan sonra, çok sayıda yazarın denemiş olduğu gibi, bu hareketlerin büyüklükleri (katılanların sayısı), alanları (yerel, ulusal, uluslararası), süreleri, amaçları (özel veya genel, bireyleri veya birey-üstü sistemleri dönüştürmeye yönelik olma) ve buna benzer özellikleriyle bir tipolojisini oluşturmak çok güç Ama bu tür sınıflandırmalar ampirik araştırmalara yol göstermede kimi zaman yararlı olabilmekle birlikte, bana öyle geliyor ki, bunlar toplumsal hareketlerin tümcül toplumsal sistemlerin yeniden-üretimi ve dönüşümü sürecindeki anlamlarıyla ilgili en önemli soruları doğrudan ele almamaktadırlar. Yani, bir toplumsal hareketler kuramına çok 
önemli bir katkıları yoktur. 

Böylesi bir kuramın nasıl oluşturulabileceğini anlamak için, toplumsal hareketlerin esas olarak modern toplumların bir olayı (fenomen) olduğunu kabul ederek yola çıkmamız gerekir. Bu deyimin kendisi Batı Avrupa'da ancak ondokuzuncu yüzyılın başlarında genel bir kullanıma kavuşmuş olup, ilk sistemli tartışmalar toplumsal hareketi proleteryanın sınıf savaşımıyla doruğuna ulaşan, daha fazla toplumsal bağımsızlık kazanma savaşımı olarak betimleyen Lorenz von Stein'ın 1789'dan Günümüze Fransa'daki Toplumsal Hareketlerin Tarihi başlıklı kitabında bulunmak tadır. Stein 'in kitabı, Marx 'ın kapitalist toplumdaki proleterya formülasyonunu etkilemiş olabilir; ama etkisi olsa da olmasa da, ondokuzuncu yüzyıl Avrupa toplumlarındaki başat siyasal konulara iliş k in genelde savunulan fikirleri çok açık veetkili bir şekilde d ile getirdiğine kuşku yoktur; toplumsal hareket özellikle Almanyada büyük ölçüde işçi hareketiyle özdeş hale gelmiştir. Kuşkusuz, bu özdeşlik tam değildi; çünkü görmüş olduğumuz gibi, Tocqueville işçi sınıfından çok orta sınıf tarafından canlandırılan ve desteklenen demokratik harekete daha fazla önem veriyordu, ama 
işçi hare ketinin etkisi düzenli olarak gelişti ve "sosyal demokrasi " deyiminin gösterdiği gibi, büyük ölçüde demokratik hareketin yaygınlaşması olarak 
tasarımlandı. 

Böylesi yorum farklılıklarının ötesinde, Avrupa ve Kuzey Amerika'nın devrim- sonrası toplumlarındaki çok sayıda insanın toplumlarının kurulmasına ve yeniden kurulmasına şu ya da bu şekilde etkin ve bilinçli olarak katılmaya başlamış oldukları genel kabul görmektedir. Bu tarihsel durumu kitle hareketleri çağının başlangıcı olarak betimlemek mümkündür ve işçi hareketi bu kitle hareketlerinin içinde, 19. yüzyılın son bölümünde toplumsal bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. 

Bu tarihten başlayarak ilkin Avrupa ve Kuzey Amerika'da, daha sonra da dünyanın geri kalan yerlerinde çok sayıda toplumsal hareket gelişirken Orta ve Güney doğu Avrupa'daki, daha sonra da sömürgelerdeki milliyetçilik hareketleri; başlangıçta oy kullanma hakkıyla ilgili olan kadın hareketleri; gençlik hareketleri ve özgül amaçları savunan daha küçük, daha kısmi birçok hareket- işçi hareketi yaygınlaşmayı sürdürerek ulusal ve uluslararası ölçekte çeşitli yeni örgütler yarattı. Toplum bilimciler ve tarihçiler, modern toplumsal hareketlerin bu tarihseI deneyimine dayanarak ve bu hare ketleri anlamak için ortaya atılmış olan kavramların yardımıyla, söz gelişi köylü ayaklanmaları, "kalabalıkların" ve "güruhların " eylemleri gibi diğer toplumlardaki daha sınırlı türde, ama benzer nitelikteki hareketleri incelemeyi sürdürmüşlerdir. 
Bu incelemelerin değeri, dağınık, bölük pörçük, belirgin şekilde formüle edilmiş bir öğretiden yoksun olabilen veya kendisini esas olarak dinsel veya kültürel açıdan dile getirebilen, ama her zaman siyasal örgütlerin elverişli koşullarda  ortaya çıkabildiği bir matriks sağlayan siyasal halk eyleminin yaygınlığını açıkça 
göstermelerindedir.    
Nedir ki, bu tür hareketlerle modern toplumsal hareketler arasında hala büyük bir uzaklık bulunmaktadır; çünkü ikinci tür hareketler. ç o k daha geniş çaptadır, siyasal çatışmayla daha doğrudan ilgilidirler; daha katı ve gelişkin ideolojiler  den etkilenmekte olup, bir kural olarak daha kalıcı, daha sürekli bir yapıya  sahiptirler. Bu hareketlerin özgül önemi, modern toplumun "kendini-üretmesi" olarak adlandırılan bir süreçte canalıcı bir unsuru oluşturmalarından dır. Bu anlayışa göre, toplumlar artık kendilerini" bir toplumsal eylemin, karar ve işlemlerin, egemenlik veya çatışmaların sonucu olarak" görmeye başlamışlardır. Bu kendini-yaratma sürecinde, toplumsal hareketler tarihsel olarak yerleşik bir eylem sistemine karşı çıkan ve toplumun gelişimin i farklı bir yöne doğru çekmeye çalışan güçlerdir. Hareketlerin yenileyici gücüne ilişkin bu fikir, 1960'lann birdenbire geniş çaplı hareketler olarak ortaya çıkıp, varolan toplumsal ve siyasal düzene karşı kitlesel hoşnutsuzluğu ve muhalefeti d ile getiren olaylarına besbelli ki çok şey borçludur. 

Bu olaylar, Batılı kapitalist dünyadaki "istikrarlı demokrasi"lerle Doğu Avrupa'nın 
sosyalist dünyasındaki sözde "istikrarlı otokrasiler"in güçlendiği iki onyılın ve çoğu Batılı siyaset bilimcileri tarafından, tedrici bir "modernleşme " ve "sanayileşme " sürecine girdiği düşünülen (birçok yeni bağımsızlığına kavuşmuş devletin dahil olduğu) bir "üçüncü Dünya"nın ortaya çıkışının ardından gelişmiştir. Bu ayaklanmada başı çeken unsur öğrenci hareketiydi; keza öğrenciler dünyanın her yanında Batı'da olduğu kadar Doğu Avrupa'yla Üçüncü Dünya'da da -siyasal yaşamda bağımsız olarak etkin hale gelmekle birlikte, farklı bir radikal öğreti ve siyasal eylem tarzı, esas olarak ABD 'de, Demokratik bir toplum için öğrenciler birliği ifadesini bulmuş olup, bu öğreti ve siyasal eylem tarzı uluslararası hareketin tümü için geniş ölçüde bir model oluşturmuştur. 

SDS hareketi, 1959 yılında, eski Endüstriyel Demokrasi Cemiyeti'nin yeniden 
canlandırılan gençlik kesimi olarak, mütevazi bir çapta başlamıştır; ama Yeni Sol'daki radikal fikir ve hareketlerin genelde yeniden-doğuşunun bir parçası olarak, daha özgül bir şekilde de, öğrencilerin yurttaşlık hakları (civil rights) hareketine katılmalarıyla kısa zamanda gelişmiştir. SDS'nin ilk manifestosu olan, Port Huron Bildirisi, ilkin topluluk eylemi projeleriyle, daha sonra da üniversitelerde Vietnam savaşına karşı çeşitli doğrudan eylem biçimleriyle siyasal pratiğe çevrilen "katılımcı demokrasi" fikrini ortaya atmıştır. 


Öğrenci hareketi ABD’de olduğu gibi Avrupa'da da .doruğa 1968'de ulaşmış; bunu en çarpıcı olarak Fransız öğrencilerinin, işçi-sınıfı hareketinin büyük bir bölümü tarafından kısa süre desteklenen Mayıs ayaklanması imlemiştir. Daha sonra hareket hemen her yerde, genellikle aralarında Sovyetlerin Çekoslovakya’yı askeri işgali; de Gaulle'ün tam bir iç savaş durumunda Fransız ordusunu kullanacağı tehdidi; radikallerin, özellikle ABD ve Batı Almanya'da (ki buralarda, polis soruşturmaları ve radikal örgütlerle bağı olan bireylerin kamu görevlerinden dışlanması günümüzekadar gelen bir uygulamadır) genel olarak taciz edilmeleri gibi eylemlerin bulunduğu baskıcı önlemler sonucunda gerilemeye başladı. Bu sıkıntılara katlanan sadece öğrenci hareketleri değildi; ABD'deki Siyahların hareketi, özellikle Kara Panter Partisi (Black Panther Party) halinde devrimci bir biçim aldığında şiddet kullanılarak bastırıldı; Latin Amerika'daki demokratik ve radikal hareketler yok edilerek en belirgini Şili'de olmak üzere çoğunlukla Amerika'nın yardımıyla askeri diktatörlükler kuruldu. 
Oluşum dönemimdeki işçi hareketi - Çartizm veya ilk sendikalar veya ütopyacı 
topluluklar- gibi 1 960'ların toplumsal hareketleri de, içinde geliştikleri toplumların en baskıcı özellikleriyle savaşacak uygun bir öğreti ve siyasal eylem tarzı arayan özgürleşim hareketleriydi ; böylelikle etkinliklerini ayrı ayrı sömürgeci yönetime, dış ekonomik güçlerin egemenliğine, feodal -askeri seç kinlerin yönetimine, azınlıkların ikinci sınıf olmalarına, kadınların bağımlılıklarına veya toplumun katı, merkezi ve bürokratik bir aygıtın egemenliğinde olmasına karşı yönelttiler. Bu hareketlerin şu andaki sönük durumları olasılıkla uzun sürmeyecektir, çünkü karşı çıktıkları koşullar hala varlığını sürdürmektedir ve dönüştürülmeleri gerekmektedir. Kaldı ki, daha az çarpıcı biçimlerde olmakla birlikte hareketlerin bazıları gelişmeyi sürdürmüştür; bazı milliyetçi ve ayrılıkçı hareketler, İskoçya ve Quebeck'de olduğu gibi daha güçlenmiştir; kadın hareketinin, genel hedeflerine ulaşmaktan uzak olmakla birlikte 
etkisi artmıştır. 

1970'lerin ortalarında, birçok ülkede, özellikle de İngiltere 'de gözlenen siyasal 
duyumsamazlık bir ölçüde bizatihi varolan siyasal rejimlerin istikrarsızlığının bir 
göstergesiydi : çünkü yerleşik siyasal örgütlerle onların siyasetlerine ilişkin sihirin çözülmesini dile getiriyordu . Dahası, bu sihirin çözülmesi daha etkin biçimler almaya devam etmiştir. İspanya, Portekiz ve Yunanistan 'da önemli siyasal hareketler ve değişmeler olurken, Fransa ve İtalya'da da güçlü sosyalist hareketler ivme kazanmaktaydı; ve tüm bu siyasal eylemlerde tıpkı diğer Avrupa ülkelerindeki sosyal demokrat partilerin gençlik kesimlerinde olduğu gibi önceki onyılın hareketlerinin etkisi hissedildi. Ne var ki bu bugün i ç in 1960'ların ölçüsünde yeni siyasal eylem deneylerine girisme yönünde çok yaygın bir eğilim olduğu anlamına gelmemektedir. 

Toplumun üyelerinin kitlesel katılımını içeren "kendi kendini üretimi" belki 
bugünkünden daha canlı ve iyimser bir ruh durumunu gerektiren karmaşık ve zor bir girişimdir. 1960’lar boyunca endüstriyel toplumlarda toplumsal hareketlerin hızla gelişmesi kısmen sürekli ekonomik büyümeye, tam istihdama, yüksek öğretimin yaygınlaşmasına ve bu toplumların temeI üretim sorunlarının çözümlenerek yeni bir boş zaman ve eğlence toplumunun gelişim koşullarının yaratıldığı genellikle "kıtlık sonrası" diye adlandırılan bir döneme girilmiş olduğu şeklindeki genel bir düşünceye dayanıyordu. Bu radikal bolluk inancı şimdi zayıflamıştır; doğal kaynakların kullanımı konusunda daha derin bir kaygı bulunmaktadır. On yıl önceki siyasal tartışmaların çoğunda dile getirilmeyen öncüllerden biri olan sınırsız ekonomik büyüme olanağı giderek daha kuşkulu görülmektedir. 
Bu sorulardan bazılarına sonraki bir bölümde yeniden döneceğim. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 15


DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 15


8. Ekonomi ve Darbeler 

Türkiye’de yaşanan bütün darbeler aslında ekonomiyle önemli ölçüde iç içe süreçlerdir. Örneğin, 1954’ten itibaren Demokrat Partinin iktisadi olarak kriz yaşamaya başladığı, bu krizin 1956’da ithalatın sıkıştığı, 1958’de devalüasyon ve istikrar politikasının uygulanmasına yol açan bir süreçle devam ettiği dönem, ilk cuntaların kurulduğu döneme denk gelmektedir. 
Demokrat Parti, özellikle dış politikada ve ekonomik krizi çözme yönündeki arayışlarını çeşitlendirme yönünde adımlar atmaya başladığında da darbe süreciyle karşı karşıya kalmıştır. 
12 Mart’a giden süreçte de, istikrar politikaları çerçevesinde Türk lirasının dolar karşısında değer kaybetmesi ve ekonomik kriz sonucunda halkın iki biçimde askeri müdahale sürecine hazırlanması amaçlanmıştır: Birincisi, “yönetenler bizi istediğimiz gibi yönetemiyorlar” ikincisi de “biz bu hayat pahalılığından ve ekonomik krizden de yorulduk” algılarını toplumda oluşturmak biçiminde. Bununla, toplumun, “bu sorunların çözümünü acaba hangi halaskâr sağlayacaktır” arayışına sokulması ve böylece, psikolojik olarak hazırlanması hedeflenmiştir. Keza 12 Eylül’e baktığınızda da 24 Ocak istikrar tedbirlerinin alınmasından itibaren -ki çok önemli bir kırılmadır, tıpkı 71’de olduğu gibi serbest piyasa ekonomisinin Türkiye’de uygulanması yönünde atılmış son derece önemli bir adımdır- dönemin DPT Müsteşarı Turgut Özal 3 kere askerlere giderek 24 Ocak istikrar tedbirlerini onlara izah etme ihtiyacı duymuştur. Bunlar 
henüz 12 Eylül askerî rejimi gerçekleşmeden yaşanmıştır; orada Kaya Erdem diyor ki: “Biz, özellikle DİSK’in gerçekleştirdiği ve yaklaşık 100-110 bin işçiyi kapsayan, mesela, karşı hak grevleri sırasında bunları anlattığımızda, dönemin kuvvet komutanlarından biri, ‘O zaman bu iktisadi tedbirleri uygulamanın imkânı yok, işçileri bir şekilde bu sürecin dışında bırakmak gerekir.’ açıklamasını yapıyor.” 

Sayın Evren de o dönemde eğer, 12 Eylül olmasaydı, 24 Ocak198 istikrar tedbirlerinin bu ülkede uygulanamayacağı yönünde bir beyanatta bulunmuştur. Benzer bir beyanat Memduh Tağmaç tarafından 12 Mart döneminde halkın sosyal uyanışıyla iktisadi gelişmenin geride kalması arasındaki benzetmesidir. Dolayısıyla, 28 Şubat sürecinin alâmetifarikalarından biri, 1994 iktisadi krizinin yarattığı ortam ve bu ortamla 2001 krizine kadar giden süreç içerisinde Türkiye’deki sermaye birikiminin çeşitli çevreler tarafından bir şekilde ele geçirilmeye çalışılması ya da bu çevrelerin bundan büyük bir pay kapma yarışına girmiş olmalarıdır. Özellikle 1993-2001 sonu aralığını dikkate alacak olursak, o dönemde özellikle 2001 krizinde hangi bankaların o döviz krizinden büyük paralar kazanmış olduğu sorusu, bugün hâlâ tam olarak yanıtlanamamış bir sorudur. Oysa kamuoyunun çok merak ettiği bir sorudur aynı zamanda. Çünkü aşağı yukarı 200-250 milyar dolar civarında bir parayı halk ödemek zorunda kalmıştır. 94 krizinde de yaklaşık 800 bin kişinin işsiz kaldığı, sübvansiyonların ortadan kaldırıldığı, döviz krizi nedeniyle iflasların yaşandığı bu dönemin sonunda insanlar “Ben artık böyle yaşamak istemiyorum.” duygusuna fena hâlde sahiptiler. İşte o sahip olma duygusudur ki bir darbenin meşruiyetini de sağlayabilirdi.199 

Bir ülkede demokratik işlevlerin geçerliliğini yitirdiği darbe süreçleri siyasi sonuçları yanında ekonomik sonuçları bakımından da önemli tahribatlar meydana getirmektedir. Toplumsal reflekslerin tam olarak gelişmediği Türkiye gibi ülkelerde kamu kaynakları rasyonaliteden uzaklaşılarak darbeyi destekleyen çıkar gruplarının istekleri doğrultusunda kullanılmaktadır. 
Aynı zamanda kendileri gibi düşünmeyen diğer grupların ekonomik aktiviteleri de çeşitli yöntemler kullanılarak engellenmektedir. Bunun yanında kurumların işleyişinde piyasa kurallarının dışına çıkılması, işletmelerin muadil ekonomilere göre küçük, yoğunlaşmanın az, risk yönetimi kültürünün tam olarak yerleşmediği yapıya bürünmelerine neden olabilmektedir. 

Böylesi bir durumda ulusal ekonominin uluslararası platformda rekabetçi kimliğe kavuşması mümkün olmadığı gibi dışarıdan gelecek şoklara karşı kırılganlık katsayısı da artış göstermektedir. Öte yandan küreselleşme sürecine bağlı olarak ülkelerin birbirlerine karşı bağımlılıklarının giderek arttığı içinde bulunduğumuz dönemde uluslararası sermaye akımlarının bir ülkede makro ekonomik performans üzerindeki etkinliği daha da belirginleşmektedir. Sermaye yetersizliğinin bulunduğu Türkiye gibi ülkelerde demokrasinin kesintiye uğradığı darbe dönemlerinde uluslararası sermayenin ülkeye girişleri de önemli oranda düşmektedir. Demokratik işleyişe dışarıdan yapılan her türlü müdahale ulusal ve uluslararası bağlamda iktisadi faaliyetlerin ülke lehine gelişmesine engel olmakta ve bedeli ağır tahribatlar meydana getirmektedir. Bu bakımdan siyasi ve ekonomik yapının doğal dinamiklere bağlı olarak değişimine mani olan dış müdahaleleri ortadan kaldıracak toplumsal refleksin oluşturulmasına yönelik çalışmaların yapılması gerekmektedir. Bunun yanında demokrasiye müdahaleyi engelleyecek yasal düzenlemelerin de hayata geçirilmesi, önümüzdeki süreçte kaynakların daha etkin kullanıldığı rekabetçi üretim yapan ekonomik yapının oluşumuna önemli düzeyde katkı sağlayacaktır. 

Demokratik usullerin geçerli olduğu ekonomilerde şeffaf kuralların bulunması bir taraftan belirsizliği azaltırken, diğer taraftan yöneticilerin kaynakları gayri meşru araçları kullanarak bir başkasına devretmelerini ve politik aşırılığa gitmelerini engellemektedir. Demokrasi politik gücün barışçı ve öngörülebilir biçimde transferini ifade ederken, otokrasilerde politik güç şiddetle ve intizamsız biçimde transferlere konu olmaktadır. Bu türden yönetimlerde kamu harcamalarına ilişkin büyüklükler siyasal karar alma sürecinde baskı ve çıkar gruplarının rant 
kollama faaliyetleri yoluyla aktif görevler aldığı ve kamu harcamaları kompozisyonunu büyüme ve kalkınmanın finansmanı yerine hiç de rasyonel olmayan kişisel ya da grupsal çıkarlar doğrultusunda belirlenmektedir. 

Nitekim Türkiye’de bunun en son örneği 28 Şubat sürecinde yaşanmıştır. 
1997 yılından itibaren kamu harcamalarının kullanımında ekonomik kriterlerin göz ardı edilmesi yanında harcamaların finansmanında da ekonomik rasyonaliteden uzaklaşılmasının meydana getirdiği sorunlar borçlanmayı besleyen ve daha maliyetli konuma getiren sebeplere dönüşmüştür. Bu dönemde kamu ve bankalar asli görevlerinden uzaklaşmışlardır. Popülist 
politikaların finansmanı amacıyla kamu bankalarının kullanılması bu bankaların görev zararları yazmalarına neden olmuştur. 2001 krizi sonrasında finansal sistemin güçlendirilmesi sürecinde kamu bankalarının görev zararlarının ülkeye maliyeti 21,9 milyar ABD doları seviyesindedir. Öte yandan yüzde 100 mevduat garantisi altında özel sektör bankalarının zayıf denetim altında toplamış oldukları fonları geri dönüşü olmayan ekonomik birimlere transfer etmeleri, öz kaynakları yetersiz ve küçük ölçekli özel bankaların risklere karşı kırılganlığını artırmıştır. Nihayetinde bankacılık görevini yerine getiremeyecek hale gelen şirketlerin yönetimlerine TMSF tarafından el konulmuştur. TMSF’nin yönetimlerini 
devraldığı 25 banka için 31,4 milyar ABD dolarlık kaynak ihtiyacı doğmuştur. Sonuç olarak bu süreçte, özel sektör ve kamu sermayeli bankaların yeniden yapılandırılmasının ülkeye maliyetinin 53,3 milyar ABD doları olduğunu ifade edebiliriz. 

Türkiye’de yüksek kamu borçlanma gereğine bağlı olarak artan faiz oranları bir taraftan özel sektör yatırımlarını dolayısıyla da büyüme sürecini olumsuz etkilerken, diğer taraftan da bankacılık kesiminin asli görevinden uzaklaşmasına ve daha çok Hazinenin fon ihtiyacına cevap verecek yapıya bürünmelerine neden olmuştur. 28 Şubat süreci sonrasında şoklara karşı kırılganlıkların daha da yükselmesiyle 1999 ve 2001 yıllarındaki ekonomik küçülmelerin yatırımlara olumsuz yansımaları 47 milyar ABD doları civarındadır. Devlet iç borçlanma 
senetlerinin bankaların toplam aktiflerindeki payı 1990 yılında %10 iken, bu oran 1999’da %23 seviyesinde gerçekleşmiştir. Kamu kesiminin faiz harcamalarının gayri safi milli hasılaya oranının değişmediğini kabul ettiğimizde 1997-2007 periyodunda yaklaşık 119 milyar ABD doları fazladan faiz giderlerine harcama yapıldığı görülmektedir.

Bunun yanında ilgili dönemde hükümetlerin yapısal sorunlara kayıtsız kalması ve popülist harcamalarını finanse etmek için yüksek faiz oranlarını teşvik etmeleri kısa vadeli sermaye akımlarını teşvik etmiş ve kur-faiz arasındaki makasın açılmasına neden olmuştur. Böylesi durumlarda ekonomi kısa vadeli sermaye akımlarına karşı bağımlılık katsayısı yükselmekte ve meydana gelen cari açığın sürdürülemez boyuta ulaştığının hissedilmesinin akabinde sermaye çıkışlarının yaşanması, iktisadi büyümeyi olumsuz etkilemekte ve büyüme performansını 
istikrarsız kılmaktadır. Bu bağlamda 1999 yılında meydana gelen ani sermaye çıkışlarının ardından ekonomide %6,1 oranında, 2001 yılındaki sermaye çıkışları sonrasında ise gelir seviyesinde %9,5 oranında daralma söz konusu olmuştur. İki dönemdeki sermaye çıkışları sonrasında gayri safi milli hasıla düzeyinde toplamda 75 milyar ABD Doları azalış meydana gelmiştir. 

Fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu ve karlılık oranlarının tahmin edilemediği ekonomilerde doğrudan yabancı sermaye girişleri beklentilerin altında kalmaktadır. Küresel bazda sermaye girişlerine yönelik genel eğilimlerin yoğunlaştığı 1994- 2001 yılları arasında Türkiye’ye yönelik doğrudan sermaye yatırımları beklentilerin altında kalmıştır. Meksika ve Brezilya örneklerinde 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da %3 ve Meksika’da %3,2 
düzeyinde iken ilgili yıllarda Türkiye için bu oran %0,4 seviyesindedir. Milli gelirin %2 seviyesinde sermaye girişlerinin olacağını varsaydığımız takdirde 16,5 milyar ABD Doları daha fazla net doğrudan yabancı sermaye girişlerinin olacağını söyleyebiliriz. 2001 yılında yaşanan büyük ekonomik kriz sonrasında uygulamaya konulan ekonomik program ve 2002 Kasım ayında yapılan genel seçim sonrasında şekillenen tek partili hükümet yapısı ile birlikte makro ekonomik istikrarın sağlanması yönünde alınan önlemler ekonomide 
istikrarsızlıkların azalmasını sağlamış, bankacılık sektöründe 2003 yılında yaşanan İmar Bankası olayı dışında her hangi bir olumsuzluk görülmemiştir. 

Ekonominin krizlere maruz kalması, mafyatik örgütlerin toplumun hücrelerine kadar nüfuz edip finansal sistemin işleyişine ve adalet sistemine bile müdahale edecek cesaret gösterisine kalkışması, bankaların peş peşe batması darbe süreçlerinde yaşanan deformasyonun ve çürümenin vahim sonuçları arasında yer aldığını söyleyen eski TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) Başkanı Ahmet Ertürk, komisyonumuza şu açıklamalarda bulunmuştur: 
Ekonomik manipülasyonlar, darbe korkusunu oluşturmak ve darbeyi insanların zihninde meşrulaştırmak için yapıldı. 

Darbeci güçler, demokrasi düşmanı unsurlar zaman içinde model ve strateji değişikliğine gittiler ve bizzat doğrudan darbe yapmak yerine darbe korkusu yaratma yoluna gittiler. Bu yeni model, birilerinin “postmodern darbe” diye adlandırdığı bu yeni strateji darbeciler için daha kolay ama toplum için sonuçları daha ağır ve daha tahrip edici bir modeldir. Darbeciler için kolaydı çünkü darbe yaparken aslında darbe yapmamış görünüyorlardı. Toplum için daha zahmetli ve vahim idi çünkü darbe korkusu yaratma süreci toplumun en kritik kesimlerini zihinsel olarak darbe destekçisi bir psikolojiye soktu. Toplumun, ekonominin, sosyolojinin ve toplum psikolojisinin bütün dinamiklerini deforme etti. Korkuyu besleyen bir ortam oluşturmak için toplumda ağır ajitasyonlar ve manipülasyonlara başvuruldu. Suikastlar dâhil, ekonomik manipülasyonlar dâhil darbe korkusunu oluşturmak ve sonuçta modern veya postmodern -her neyse- meydana gelen darbeyi insanların zihninde meşrulaştırmak için böyle bir dezenformasyon ve manipülasyon süreci yaşandı. Bu, medyanın, bazı sivil toplum kuruluşlarının, meslek örgütlerinin, üniversitelerinin, yargının 28 Şubat sürecinde oynadıkları rol, bu vahim sonuçların ibret verici, acı örnekleri arasında hatırlanmaktadır. Ekonominin krizlere teşne hâle gelmesi, mafyatik örgütlerin toplumun hücrelerine kadar nüfuz edip finansal sistemin işleyişine ve adalet sistemine bile müdahale edecek cesaret gösterisine kalkışması, bankaların peş peşe batması bu deformasyonun ve çürümenin vahim sonuçları arasındadır. Onun içindir ki birilerinin “Ben, darbeyi önledim aslında.” demesinin hiçbir kıymeti yoktur. Bu tavır ve söylem, aslında o darbe sürecinin bizatihi bir parçasıdır. Yani, bu rol aslında o senaryoda zaten yazılmıştır, bu yazılan rolü oynamıştır birileri. Darbe korkusu yaratmak ile aslında darbe yapmış gibi aynı sonuçları alıyorsunuz ve almışsınız. 

28 Şubat aynı zamanda bir finansal mühendislik projesidir. 28 Şubat bir toplumsal ve siyasal mühendislik projesiydi. Bununla birlikte, aynı anda, buna 
paralel olarak bir finansal mühendislik projesi de o zaman, o dönemde hayata geçirildi. Bu iki proje arasındaki bağlantı neydi? Aynı güçler tarafından mı eş 
zamanlı olarak bu iki proje oluşturulup dizayn edilip hayata geçirilmişti, yoksa başka bir şey miydi? Ben şahsi fikrimi arz etmek isterim: Burada, aslında bu 
projenin siyasi ve toplumsal ayağını dizayn edenlerin mantığı şuydu: Banknot matbaasını basarsın, parayı sürersin piyasaya, memleketin ihtiyacı hallolmuş olur. 
Böyle bir mantık, böyle bir ekonomi felsefesine sahip bir proje mimarının bu kadar ince işi dizayn edebildiğine ben inanamıyorum. O hâlde şöyle bir durum 
vardı: Eş zamanlı, iki proje iki farklı güç tarafından ama birbirlerinden destek alarak, birbirlerine gülücükler atarak hayata geçirildi. Bu, ikinci finansal 
mühendislik projesi bankaların batmasına sebep olan bu proje, aslında öbür projenin yarattığı kaotik ortamda yüksek kâr, hak etmedikleri kazançlar, adaletsiz kârlar peşinde koşan, kötü niyetli müteşebbisler tarafından hayata geçirildi. Siyasette hak etmediği mevkileri silah zoruyla veya silah korkusuyla elde etmeye çalışan güçler ekonomide de hak etmediği kazançları manipülasyon larla, çeşitli gayrimeşru yollarla elde etmeye teşvik etmiştir. Bu iki güç, bu iki paralel haksızlık ve adaletsizlik birbirini destekleyerek, birbirini besleyerek ekonomiyi çöküşe sürüklemiştir. Bunlar -şöyle bir izlenim kamuoyunda var- bankaların bir kısmında sizin de bildiğiniz gibi asker kökenli kişiler yönetim kurulu üyelikleri 200 yaptılar. 

Şu anda tam sayı olarak veremeyeceğim ama sayısını vermenin de çok önemli olduğunu düşünmüyorum ama en azından beş altı tane bankada emekli askerler 
yönetim kurulu üyesi olarak görev almışlardır. Şimdi, burada şu soru sorulabilir: Şimdi, emekli askerlerin ya da emekli güvenlik mensuplarının o bankaya ne gibi 
katkıları olabilir? Bunların bankanın finansal işleyişine bir katkılarının olmayacağı açıktır. O hâlde neye katkıları olmuştur? O banka sahipleri bu kişilerden ne 
beklemişlerdir ki bunları yönetim kurulu üyesi yapmışlardır? Burada benim açıklamam şu: Bu eski emekli askerler o bankalardan yararlanmak için oraya 
gitmediler, o banka sahipleri hak etmedikleri kazançları, çözmek istedikleri işleri elde etmek, çözebilmek için o günün güçlü gördükleri kişilerinden yararlanma 
yolunu seçtiler. Aslında, sonra, muhtemelen bu emekli generallerin büyük kısmı, belki de hepsi çok pişmanlık duydu ve çok acı çekti çünkü bunlar aleyhine hukuk davaları açıldı. Bir kısmı aleyhine ceza davaları açıldı ve bunların sonuçta aldığı, yönetim kurulu ücretleriydi. Yani orada bu banka sahiplerinin profilini aklımıza getirirsek bunların önemli bir bölümü bazı iyi niyetli olan, o günün kaotik, kötü ekonomik şartlarından dolayı zor duruma düşmüş olan banka sahiplerini hariç tutarsak, bir bölümü kötü niyetle bu sektöre girmiştir. 

Batık bankaların paraları nereye gitti? 25 tane banka o dönemde battı, bunların yirmi tanesi denetim ve yönetimi fona devredilerek, geri kalan beşi tamamen doğrudan tasfiyeye sokularak ve iflas yoluyla tasfiye edilerek. Ayrıca batan yirmi beş bankanın on tanesi aynı zamanda medya sahibi olan bankalardır. Yani on tanesinin ya televizyonu, gazetesi veya ikisi birden olan bankalardır. Bazı paralar nereye gitti? Bunun açıklaması finansal mantık içinde mümkün olamadı ve bunun izini sürmek de o kadar kolay değil, para uçucu. Bugünün şartları içinde bir bilgisayar tuşuna bastığınız zaman, o paranın dünyanın neresine gittiğini artık izleyemez hâle gelebilirsiniz çünkü dünyada maalesef bu tür paralara sığınak olmak için yaratılmış mekânlar da var. Oralara gittiği zaman bu paranın akıbetini süremiyorsunuz. Dolayısıyla, açıklanamayan, bankaların kaynaklarının gittiği yerlerden bir kısmı bilinmiyor, belli değil. 

Şimdi, şunları bilebiliyoruz: Bankaların zararlarının önemli bir bölümü, o banka sahiplerinin kendilerine aktardığı kaynaklardır, doğrudan veya dolaylı olarak. 
Kendi şirketlerine kredi açmış, sonra o krediler geri ödenmemiştir. Kendi şirketlerine iştirak edilmiş, yani şirketin hisselerini banka satın almış, o şirketler 
sonra sıfırlanmış, o paralar gitmiş. Dolaylı yollardan akrabalarına, eşine, dostuna, tanıdıklarına krediler aktarmış, o paralar batmış. Bunlar klasik, bildiğimiz “back to back” krediler yoluyla yani iki batık bankacının birbirlerine kredi vermişler, o ona kredi vermiş, o ona vermiş. Bir de “fiduciary” dediğimiz bir işlem var. Türkiye’deki bir banka yurtdışındaki bir bankaya para gönderiyor, orada bir hesap açıyor, o hesabı teminat olarak göstererek yurtdışındaki banka bu kişiye kredi açıyor, bir de böyle bir yolla… Yani bu yolları tespit edebiliyoruz, bu yollarla ne kadarlık paranın kaybolduğunu tespit edebiliyoruz ama buna rağmen, izah edilemeyen zararlar var, bunların akıbeti nedir? Bunları bilemiyoruz. Dolayısıyla, bu iki süreç arasında finansal, parasal bir ilişki olmuş olabilir ama bunu çok somut rakamlarla tespit etmek maalesef mümkün değil ve bu sürecin, bu ekonomik ve politik sürecin en büyük hasarlarından biri bütün bunlar olup biterken yani ekonomi çöküşe doğru giderken, siyasi sistem işlemez hâle gelmişken bunlara “Dur” diyecek bir akıl ve sağduyuyu da yok etmişti o dönem. Batık bankalardan TMSF eliyle 20 milyar dolar civarında bir tahsilât yapıldı ve bu tahsilatın önemli bir bölümü daha sonra yapılan hukuksal düzenlemelerle, güçlendirilen yaptırımlar sayesinde alınmış oldu. Yoksa aslında bu paranın belki dörtte biri bile eski sistemle ve eski mantaliteyle dörtte bir bile alınması mucize olurdu.201 

Yabancı sermayenin bir ülkede yatırım yapması için siyasi, ekonomik istikrar ve kârlılık oranları önemli faktörler arasında bulunmaktadır. Bu anlamda sık sık darbelerin yapıldığı, konuşulduğu ya da tehlikesinin bulunduğu ekonomilerde yabancı sermaye girişleri sınırlı düzeyde kalmaktadır. Bunun yanında fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu ve kârlılık oranlarının tahmin edilemediği ekonomilerde doğrudan yabancı sermaye girişleri beklentilerin altında kalmaktadır. Küresel bazda sermaye girişlerine yönelik 
genel eğilimlerin yoğunlaştığı 1994-2001 yılları arasında Türkiye’ye yönelik doğrudan sermaye yatırımları beklentilerin altında kalmıştır. Meksika ve Brezilya örneklerinde 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da yüzde 3 ve Meksika’da yüzde 3,2 düzeyinde iken ilgili yıllarda Türkiye için bu oran yüzde 0,4 seviyesindedir. Milli gelirin yüzde 2 seviyesinde sermaye girişlerinin olacağını varsaydığımız takdirde 16,5 milyar ABD doları daha fazla net doğrudan yabancı sermaye girişlerinin olacağını söyleyebiliriz. Türkiye’de bir taraftan yatırım ve üretimde bulunması için yurt dışından yabancı sermayenin gelmesini istenirken, diğer taraftan da kendi bünyesinde bulunan yerli sermayenin bir kısmına yeşil sermaye adı verilerek, sahiplerinin yatırımlarını engelleme veya ürettikleri malların bazı kurumlarda satışına izin verilmeme gibi bir uygulama 28 Şubat darbesi sonrasında yaşamıştır. 

Darbelerin bir iç denge ve iç dinamikler sorunu olarak görülmemesi gerektiğini, Türkiye’nin dünyadaki ekonomik değişimlerden doğrudan etkilenen bir ülke olduğunu söyleyen İstanbul Üniversitesi İktisat Politikaları Ana Bilim Dalı Profesörü Mehmet Altan komisyonumuza yaptığı açıklamada: 

Türkiye’nin darbeleri hep dünyayı iyi okuyamamaktan kaynaklanmıştır ve Türkiye’de darbeler aslında içeriden kaynaklanan unsurlar değildir. Türkiye bir 
NATO ülkesidir ve siyaseti dünyayı algılayamadığı vakit, dünyadaki gelişmeleri okuyamadığı vakit uluslararası sistem, işin çok çıkmaza girdiği noktalarda 
askeriyeyi kullanmıştır. Yani siyasetin okuyamama bazen de 80’de olduğu gibi okumasına rağmen alamayacağı, alamadığı kararlara karşı dünya sisteminin 
reaksiyonu olarak gelmiştir ve dünya sistemini okuyamayan girişimlerde Talat Aydemir, Balyoz gibi hikâyeler de akamete uğramıştır. Uluslararası sistemin bir 
şekilde emir-komuta zinciri dışındaki darbeler kişisel macera olarak kalmıştır ve hepsi bir şekilde akamete uğramıştır. Yani aynı siyaset gibi askeriye de bunu iyi 
okuyamadığı vakit, yeryüzünü iyi değerlendiremediği vakit, kendi başına kalkıştığı vakit iyi okuyamamasının cezasını iktidara gelerek değil işte, başına belalar gelerek öder. Onun için bu dış politikadaki esas, dünyayla irtibatların ahenksizleştiği noktadan darbelere bakmak gerek hep biz bunu iç nedenlere bağlarız. Aslında, iç nedenler hiç önemli değildir yani o Türkiye’de her seferinde bu darbeler dış dünyayla anlaşmazlıktan, dış politikadaki kaymalardan şekillenmiştir. Ve Amerika’nın izni olmadan Türkiye’de darbe olmaz. 

Türkiye cumhuriyet tarihi Osmanlı’yı da içine alarak baktığınızda tasarruf oranı çok düşük bir ülkedir. Yani zenginleşme refleksleri gelişmemiş bir ülkedir, kendi 
ihtiyacı olan kalkınmayı hiçbir zaman kendi kaynaklarıyla sağlayamaz. Onun için hep dış tasarruflara ihtiyaç duyar, dış tasarruflara ihtiyaç duyduğu vakit dünya 
sisteminin gelişmesi, değişmesi, dönüşmesini iyi okumak lazımdır. Okuyamadığın vakit dış tasarruf gelmez, içeride kriz başlar, kriz başladığı vakit dış politikada bu söylediğim yapı 28 Şubatta biraz daha farklılaşmıştır çünkü ikili bir dünya sistemi olduğunda, Sovyetler’in var olduğunda, Batı’yla başı derde girdiği vakit 
Sovyetler’den kaynak bulmaya gitmiştir. Yani 60 darbesine ve Hükümet üyelerinin başbakanın asılmasının gerekçelerine bakarsan ihanettir o, NATO’ya 
ihanettir aslında, ondan başı belaya girmiştir. İçeride o kaynak gelmeyince Sovyetler’den kaynak almaya kalkışmıştır ve dış politikasını değiştirmek, en 
azından esnetmek istemiştir ve ceza olarak geri dönmüştür. 28 Şubatta da Müslüman dünya zorlamasıyla sistemin sınırlarının dışına girmiştir yani o bir 
postmodern darbe olması Amerikalıların askerleri kullanmadan yani fiilî darbe için kullanmadan ama mevcudu da Batı sisteminin dışına doğru fazla taşmasını 
engelleyecek bir yapı olarak ortaya çıkmıştır. Yani bunun ekonomik olarak tasarruf yetersizliğini giderecek bir dış dünyayla ahenk bozulur. O, dış politikaya 
yansır, sonra krize dönüşür ve darbeyle sonuçlanan bir şeyi vardır. Bunların temelinde tabii, Türkiye’nin kendisinin istediği kaynakları bulamaması, o 
kaynakları bulabilecek bir dünya okuması yapamaması. 

Yeryüzündeki iktisat politikasını anlamak. 60’taki nispi, ordu eliyle gelen özgürleşmenin temelinde ithal ikamesi vardır. Yani bir büyüme modeli, montaj 
sanayinin, dışarıdaki sanayinin ki bu, dayanıklı tüketim mallarıdır ve onu Türkiye’de herkesin alabileceği bir alım gücünü yükseltmek ve dolayısıyla daha 
toplu sözleşme, grev, aynı zamanda işçilerin alım gücünün yükselmesi. Bu, uluslararası sermayenin gelişmesini sağlayacak bir montaj sanayinin gelişmesiyle bağlantılı bir iktisat politikasını bize enjekte etmiştir. Ama onu da bizim sermayemiz kendi aklıyla ve talebiyle oluşturamadığı için o ithal ikamesinin ikinci aşamasına biz geçemedik. Ama daha sonra, yeryüzündeki yapı değişmeye yani sanayi döneminden sanayi sonrası döneme geçmeye başladığı sırada Türkiye bunu okuyamadı ve 71 muhtırasıyla 80 arasında hiçbir fark yoktur. 24 Ocak kararları siyasetin alabileceği bir karar değildi çünkü bütün alım gücünü sıfırlıyordu ve böyle bir baskıyı ancak darbeyle sağlayabildi Türkiye. Amerika Birleşik Devletleri bugün dünyanın siyasi, ekonomik yapısı içinde en güçlü devlet ama Amerika Birleşik Devletlerinden de daha güçlü olan bir güç var. O, zamanın ruhu, tarihin temposudur, teknolojik değişimdir. Türkiye’nin iç tartışmaları, bunun sosudur, biberidir, tuzudur ama esas belirleyici unsur uluslararası sistemdir. Sistem seni geliştirmeye çalışıyor ki işte iPhone 5 satsın. Türkiye’de hane başına düşen gelir, aylık gelir, 683 lira bugün. 683 lira geliri olan bir hane iPhone 5 alamaz, onun için buranın demokratikleşmesi, gelişmesi, dönüşmesi lazım. Belki bugünkü siyasi kadroların anlamadığı bu, demokratikleşmeden gelişemez, ekonomik olarak kalkınamaz. 

Banka soygunları. Son Bankalar Birliğinin açıkladığı bir rakama göre, bankalardaki, toplam mevduatın yüzde 46’sı, yani Türkiye’de ne kadar banka 
varsa, bu bankalardaki paraların aşağı yukarı yarısına yakını, 49 bin kişiye ait. Yani, askerî dönemlerdeki soygun dışında da, “Egemenlik milletin de paralar 
kimin?” yani o çarpıklık temelde hiçbir zaman değişmez. 28 Şubattaki soygunda banka sahipleri bankaları çaldılar yani adam halkın verdiği mevduatı 
cebine koydu, gitti. Laiklik, bilmem gericilik kavgası derken esas bankaları alıp götürdüler ve bu paraların 50-60 milyar doların götürülmesinde siyasetçinin 
ortaklığı vardır, aynı zamanda bürokratın ortaklığı vardır, paşaların, ordunun üst kademelerinin vardır, iş adamlarının. Bunları söylüyorum ama burada sistem 
değişmiyor yani eğer bu darbeler, bu Araştırma Komisyonu, Sovyetik modeller görüntüden ibaret değilse ki inşallah değildir, o zaman bu sistemi, rejim, 
Parlamentonun demokrasiden yana mevcut rejim muhalifi olması lazım. Resmî olarak statükonun her unsuru o 60 milyardan yararlanmıştır. 60 milyarı geri 
alamadık biz, uçtu, gitti yani onların hepsi halkın parasıydı. Burası aslında bir Prusya tipi bir ordudur. Prusya tipi ordu, askerlerin “Biz milletin parçasıyız.” 
demeleriyle çok kısaca anlatılabilen bir yapıdır. Hâlbuki gelişmiş demokratik ülkelerde ordu, milletin parçası değildir, devletin hizmet üreten, güvenlik üreten 
bir birimidir; sorgulanır, şu olur, bu olur. Ama Türkiye’de sistemi ve rejimi demokratikleştirmek yerine sosyal sınıfların gelişmemesi, emek ve sermayenin 
olmaması, tasarruf oranlarının düşüklüğü, sanayi devrimini yapamaması başka bir yapılanma çıkarmıştır.202 

1960 darbesinin ardından sermayenin iki yönlü olarak, militaristleştiği söylenebilir. İlk olarak, bizzat sermaye kesiminin ordunun politikalarını onaylayıcı ve ordu ile yakın ilişkiler geliştiren bir yaklaşımı olmuştur. Bu bağlamda Sakıp Sabancı anılarında babasının sürekli bir şekilde askerlerle irtibat halinde olduğunu ve Sabancı şirketlerinde emekli askerlerin yönetici olarak 
sorumluluk üstlenmelerine özen gösterildiğini dile getirmiştir. Ordunun 1960 öncesi işadamlığı karşıtı tutumu, bu tarihten itibaren değişmiş ve karşılığında iş dünyası seçkinleri de bir ortaklık ya da boyun eğme duygusuyla, orduya hem insan gücü hem de maddi kaynaklar sunmayı akıllıca bir yönelim olarak görmeye başlamışlardır. Zaten siyasal nitelikli bir özerkliğin ve müdahale yetkisinin bir sonucu olarak ortaya çıkan OYAK, orduyu kapitalist sisteme ihtiyacı olan ve bu nedenle siyasal sisteme müdahale etmekten kaçınan bir yapıya dönüştürmemiş, aksine ordunun ülkenin siyasal gelişimine müdahale etme eğilimini daha da arttırmıştır.203 

Türkiye’de 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden kısa bir süre sonra, günün askeri-sivil hükümetince önerilen sui generis bir yasa maddesi Kurucu Meclis tarafından çıkarılan bir “özel Kanun” ile OYAK adı altında bir oluşum meydana getirerek, hızla onandı.204 Bu Yasanın “amaç” maddesi (Türk Silahlı Kuvvetleri üyeleri için yardımlaşma hizmetlerinin sağlanması), oluşumun asıl etkinlik alanını olduğundan eksik gösteriyordu; son maddenin ayrıntılı listesi, büyük bir ticari işletmenin silahlı kuvvetlerin kurumsal yapısıyla birleştirileceği gerçeğinden azını anlatmıyordu. Çoktan siyasetçi olmuş at sırtındaki memur; tüccar, sanayici, sermayedar ve gelir sahibi olacaktı. Öyle de oldu ve bunu başarılı bir şekilde yaptı. 1961’den 1970’e OYAK’ın net değeri şaşılacak bir biçimde yüzde 2.400 oranında arttı.205 

Ordu açısından bakıldığında temel güdünün, askerin geçmiş yıllarda oldukça kötüleşmiş olan maddi koşullarını iyileştirme ve kendilerini o koşullara düşüren 
sivil iktidarlar karşısında iktisadi özerkliklerini garantileme olduğu söylenebilir. 205 sayılı Yasa Teklifi ile Güvenlik ve İktisat Komisyonu Raporları’nda OYAK'ın 
kuruluş gerekçesi: 

Filhakika, uzun hizmet yılları sonunda TC Emekli Sandığı'ndan alınan maaş ve ikramiye ile ancak mütevazı geçim şartları sağlanmakta, küçük bir ev sahibi olmak hususunda müşküllerle karşılaşılmaktadır... İktisadi hayatın gün geçtikçe inkişaf ettiği memleketimizde ordu mensupları herhangi bir sebep tahtında vazifeden ayrıldıkları takdirde, bugünkü mevzuat muvacehesinde kendilerine sağlanan yardımlarla kendi içtimai seviyelerine uygun bir hayat seviyesi temin 
edememektedirler... 

Ordu mensuplarının kendi içlerinde ve kendi mali imkânlarıyla bir dayanışma suretiyle istikbal endişesinden kurtularak maddi ve manevi huzura kavuşmalarını temin maksadıyla Ordu Yardımlaşma Kurumu Kanunu Tasarısı hazırlanmış bulunmaktadır. 

OYAK ile Askeri personelin üst orta sınıflara denk refah düzeyinde bir yaşam sürebilmesini sağlamak hedeflenmektedir.206 

Kurumun özel hukuka mı kamu hukukuna mı tabi olduğuna ilişkin Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin aralarındaki uyuşmazlığın görüldüğü 1978 tarihli Uyuşmazlık Mahkemesi, OYAK’ı bir kamu tüzel kişiliği olarak tanımlamış ve ancak üçüncü kişilerle olan ilişkilerinde özel hukuka tabi tutulabileceğine karar vermiştir. Kazanç merkezli faaliyetlerinde kendisine daha geniş bir alan açmasını sağlamak amacıyla kurum 1. madde ile özel hukuk hükümlerine bağlanmış ve buna karşılık 2001 yılana kadar hiçbir kurumun denetimine açık 
olmamıştır. OYAK böylelikle hukuksal düzlemde de piyasadaki diğer rakiplerinden daha ayrıcalıklı bir konuma kavuşturulmuştur. Bu durum ordunun siyasî ve ekonomik sınıf karşısındaki ayrıcalıklı konumu ile birlikte düşünüldüğünde kurumun mutlak bir güçle piyasaya dâhil olduğu söylenebilir. Bu mutlak gücün sonuçları hemen hissedildi. Kurumun net varlığı yaşanan bütün ekonomik krizlere rağmen 1960-1980 arası dönemde sürekli bir artış trendinde seyretti ve el attığı bütün girişimlerde başarılı oldu. 1971 ve 1980 askeri darbelerinin hemen ardından kurumun gelirlerinin ilk olarak 1973 ve 1974’te daha sonra 1981 ve 1982’de olmak üzere ikişer kat artması ise kurumun nasıl geliştiği noktasında hayli dikkat çekicidir. 1990’a gelindiğinde Türkiye’nin en büyük holdingi olan kurum, 1996’da dördüncü, 2000’de yine üçüncü sırada yer almıştır. Bu hızlı gelişim sayesinde kurum kısa sürede Türkiye’nin pazar ekonomisini yönlendirebilecek kadar güçlü bir kuruluş halini aldı ve ülkenin sanayileşmesinin ve ekonomik gelişiminin doğal müttefiki oldu. Sonuç olarak 
OYAK’ın böylesine güçlü bir şekilde piyasaya dâhil olması kaçınılmaz bir şekilde “sermayecilerin militaristleşmesi” denen sürece katkıda bulundu.207OYAK çeşitli yasal ayrıcalıklara sahiptir ve bunlar arasında en önemlisi vergi muafiyetleri olup OYAK’a bağlı iştirakler normal bir şekilde vergi ödemesine rağmen, OYAK’ın kendisi vergi muafiyetleriyle diğer holdinglere göre bir ayrıcalık taşıyor.208 OYAK şunlardan muaftır: Kurumlar vergisi, diğer her türlü gelir vergisi, katılım ücreti ve düzenli aidat alan tüm kuruluşların ödediği özel gelir vergisi, bütün satış ve tüketim vergileri, tüm yasal işlemlerden alınan damga vergisi. 

Dahası, OYAK'ın serveti, kazancı ve tahsil olunacak hesapları, tıpkı hükümetlerinki gibi üçüncü şahıslara karşı rüçhan hakkına sahiptir. OYAK'ın mal varlığına zarar veren her şahıs ya da kuruluş devlet malına zarar vermiş gibi işlem görür. Bunlara rağmen Özel Yasa, OYAK'ın Özel Ticaret Yasası'na bağlı yasal bir oluşum olduğunu söyler. Bu çelişkiler tablosunu tanımlamak için, yasanın OYAK'ı Savunma Bakanlığı'na bağlı, mali ve idari anlamda özerk, özel bir anonim şirket olarak tanımladığını ayrıca belirtmemiz gerekir. Askeri 
seçkinler ve iş dünyasının seçkinleri arasında kusursuz bir görüş birliğinin varlığı, Türk sanayisi ve ticaretinin “imparator”u Vehbi Koç'un ve Türk özel bankacılığının baronu Kazım Taşkent’in, ilk yönetim kurulunda yerlerini almış olmalarıyla ve ayrıca ilk önemli OYAK girişimlerinde -Koç, OYAK Goodyear'da; Taşkent, OYAK Renault'da- birer kurucu hissedar olmalarıyla kanıtlanmıştır.209 

Türkiye’de ordunun savunma sanayinde girişimci olarak yer almaya başlaması, 1970’lerin ikinci yarısında kuvvetlere (Kara, Deniz ve Hava) bağlı vakıfların kurulmasıyla başlamış olmakla beraber, bünyesinde yerli ve yabancı sermaye ortaklıkları olan 15 şirketi barındıran büyük bir holding yapısına kavuşması, çok kısa bir yasa olan 3388 sayılı yasa210 ile tüm 
vakıfları bünyesinde birleştiren “Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı”nın kurulmasının ardından gerçekleşmiştir. Vakıfların birleşmesi ile beraber TSKGV’ye şu şirketler o dönemdeki hisse oranlarıyla geçmiştir: 
. ASELSAN yüzde 83,16; 
. TUSAŞ yüzde 45; 
. TAI yüzde 1,9 (yüzde 49 hissesi Tusaş’ındır, diğer ortak yüzde 42 ile Lockheed 211 Martin Turkey ve yüzde 7 ile General Electric International’dır.) 
. HAVELSAN yüzde 98,7 
. TEI yüzde 3,02; 
. ASPİLSAN yüzde 95,1; 
. İŞBİR Elektrik yüzde 90,47; 
. ROKETSAN yüzde 15; 
. MERCEDES-BENZ TÜRK yüzde 5; 
. DİTAŞ yüzde 20; 
. NETAŞ yüzde 5 vb.212 

Medeni Kanuna bağlı bu yeni kurum şunlardan muaftır: Kurumlar Vergisi (kendi ekonomik girişimlerinin dışında), bağışlar ve aldığı yardımlarla ilgili veraset ve intikal vergisi, tüm resmi işlemlerden alınan damga vergisi. 

OYAK ve TSKGV, bir başlarına, hesaba katılması gereken birer ekonomik güç haline geldiler. İkisi bir arada düşünüldüğünde ekonomide daha da güçlü bir varlık oluşturuyorlar. 

Daha şimdiden 55 ortak girişimde yatırımları bulunuyor (sırasıyla 25 ve 30), yaklaşık 40.000 insanın işvereni durumundalar (OYAK daha 1990'da 23.000, TSKGV ise 1998’de 10.000). 

Ama bütün bu ekonomik göstergelerden daha önemlisi, OYAK ve TSKGV, Türkiye ekonomisinin yapısını ve doğasını değiştirmiş bulunuyor. Önce OYAK’la birlikte pazara askeri sermayenin girişi, sonra, TSKGV ile birlikte ekonomide, savunma ve savaş sanayinin gelişimiyle ekonominin militaristleştirilmesi. Belki daha da önemlisi, bu olgu, özel sektörle kamu sektörü ve ekonomiyle siyaset arasındaki çizgiyi bulanıklaştırdı ve ayrıca yansız bir bürokrasinin tüm kalıntılarını tehlikeye attı; ordu sermayesi ve yerli-yabancı özel sermayenin 
organik birlikteliğini yarattı. 

TSK'nın OYAK aracılığıyla kapitalist ilişkiler ve çıkarlar geliştirmesi, 'siyasal' nitelikli bir özerkliğin ve müdahale potansiyelinin nedeni değil sonucudur. Kurum ve diğer toplumsal aktörler arası ilişkiler üzerinden bakıldığında, siyasal özerkliği sınırlayıcı etki çok daha barizdir. Her ne kadar tek tek OYAK mensupları steril bir orta sınıf yaşamına çekilerek toplumsal ve siyasal yaşamdan belli oranda soyutlansalar da bir (bütün) kurum olarak ordu, OYAK ve TSKGV'nin faaliyetleri sonucunda sermaye birikim sürecinin ve sınıflar arası ve sınıf içi güç ilişkilerinin daha çok içine çekilmekte ve özellikle orta vadeli yeniden yapılanma sürecinin de doğrudan bir tarafı olarak yer almaktadır. Özellikle sınıf içi ilişkiler açısından 
bakıldığında büyük sermaye kesimi ile aynı organik çıkarları paylaşan ordu, büyük sermaye ve küçük ve orta boy işletmeler arasındaki çelişkilerden azade olamayacaktır. Anadolu'daki esnafa, küçük ve orta boy sanayi işletmelerine kepenk kapattıran krizleri, büyük sermaye kesimleri gibi askeri sermaye de kapitalist sermaye birikiminin çalışma sistematiği uyarınca bir fırsat olarak algılayacaktır. Ya da örneğin Anadolu menşeli İslamcı sermayenin 1990’lar boyunca gelişmesi, Türkiye büyük sermayesinin yaşam alanlarına el uzatması ve dünya ile alternatif bir bütünleşme modelinin taşıyıcısı olması, TÜSİAD gibi yapılarda örgütlenen büyük sermaye için olduğu kadar aynı organik çıkarlara sahip askeri sermaye açısından da bir tehdit olgusudur. Ancak bu tehdit salt ideolojik-kültürel bir algılamanın ötesinde bir olgudur, tıpkı İslamcı sermayenin askeri sermayenin hâkim olduğu savunma sanayisine gireceğini 
beyan etmesinin orduda yarattığı tedirginlik gibi.213 

OYAK, kamu çalışanları arasında eşitsizlik yaratan bir kurumdur. TBMM Dilekçe Komisyonuna Şubat 2012’de bilgi veren Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) Genel Müdürü Coşkun Ulusoy; 2010 yılı itibariyle OYAK’a 30 yıl aidat ödeyen bir subaya 260 bin lira, 30 yıl aidat ödeyen astsubaya 205 bin lira,45 yıl aidat ödeyen bir orgenerale emekli olurken 600 bin lira emekli ikramiyesi ödendiğini ifade etmiştir.214 Sivil bürokraside durum farklıdır ve hemen hemen aynı hizmet süresiyle emekli olan bir büyükelçinin emekli ikramiyesi ise yalnızca 75 bin liradır. Hakim, savcı, vali, kaymakam ve benzer statülerdeki kamu görevlilerinin ikramiyeleri büyükelçinin üstünde değildir. Dışişleri, Maliye, Millî Eğitim 
gibi kamu kurumlarında çalışanların, aynı şartlarda fabrikaları, holdingleri neden olmasın? 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

198 Kenan Evren anılarında: “12 Eylül olmasaydı 24 Ocak kararları fiyasko ile biterdi. 24 Ocak kararlarına bağlı tedbirler ancak böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde meyvesini verdi.” demiştir. Ayrıca, Korkut Boratav: 24 Ocak Kararları’nın uluslararası sermayenin özellikle Dünya Bankası aracılığıyla pazarladığı, içe ve dışa karşı piyasa serbestliği ile uluslararası ve 
yerli sermayenin emeğe karşı güçlendirilmesi gibi yönleri de vardır. Programın bu boyutu zaman içinde daha da ön plana çıkmaktadır. 
Bir diğeri Demirel Hükümeti bu programı, Özal’ın ve sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda yani sistemli ve sürekli olarak emek aleyhtarı bir doğrultuda uygulayabilmenin ve geliştirebilmenin araçlarından yoksundur. İşte 12 Eylül 1980’de gerçekleşen rejim değişikliği, 24 Ocak programının önündeki bu önemli engeli ortadan kaldıracaktır. Korkut Boratav (2003); s. 148. 
199 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 14, 15, 23. 
200 Komisyonumuzca Fon'a devredilen bankalar ve kamu bankalarında üst düzey yöneticilik yapmış olan asker kökenli kişilerin görev dönemlerine, sorumluluk alanlarına ve varsa haklarında yapılmış suç duyurularına ve akıbetlerine ilişkin ilgili kurum ve bankalardan bilgi talep edilmiş olup, söz konusu bankalarda görev yapmış olan asker kökenli personel ve görev 
dönemlerine ilişkin bilgiler ise şu şekildedir: (Emekli Orgeneral) Hüsnü ÇELENKLER (Halkbank Danışma Kurulu Üyesi) (1990-1991); (Emekli Orgeneral) A. Doğan BAYAZIT (Kentbank) (1996-1999); (Emekli Oramiral) Ö. Feyzi AYSUN 
(Bayındırbank) (1991-1993); (Emekli Orgeneral) Sabri YİRMİBEŞOĞLU (Bayındırbank) (1996); (Emekli Koramiral) Çetin ERSARI (İnterbank) (1996-1999); (Emekli Orgeneral) Teoman KOMAN (İnterbank) (1997-1999); (Emekli Koramiral) Işık BİREN (Egebank) (1989-1991); (Emekli Oramiral) H. Vural BAYAZIT (Etibank) (1999-2000); (Emekli Orgeneral) M. Muhittin FİSUNOĞLU (Sümerbank) (1998-1999); (Emekli Oramiral) Zahit ATAKAN (Impexbank) (1989-1991); (Emekli Koramiral) Ekmel TOTRAKAN (Etibank) (1997-Özelleştirme öncesi); (Emekli Korgeneral) Alaettin GÜVEN (Etibank) 
(1998-Özelleştirme öncesi); G. Aydın AKSAN (Etibank) (1994). BDDK ve TMSF tarafından gönderilen cevabi yazılarda bu kişilerden H. Vural BAYAZIT ve Muhittin FİSUNOĞLU hakkında BDDK tarafından, Teoman KOMAN ve Çetin 
ERSARI hakkında ise Hazine Müsteşarlığı tarafından görev yaptıkları dönemlere ilişkin suç duyurularının tespit edildiği belirtilmiştir. (23. Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu döneminde emekli paşaların bu tür görevlerde bulunmaları 
yasaklanmıştır.)  
201 Ahmet Ertürk, eski TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) Başkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma 
Komisyonu Dinleme Tutanağı, 16 Ekim 2012, s. 69, 77-81, 84, 86. 
202 Mehmet Altan, İstanbul Üniversitesi İktisat Politikaları Ana Bilim Dalı Profesörü, TBMM Darbe ve Muhtıraları 
Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 2 Ekim 2012, s. 12-15, 19, 21. 
203 Ali Balcı (2011); s. 65, 66. 
204 205 sayılı Ordu Yardımlaşma Kurumu Kanunu (1961, 1 Mart). T.C. Resmi Gazete 10702. 
205 Taha Parla; Türkiye’de Merkantilist Militarizm 1960-1998, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, 
İstanbul, 2009, s. 201, 202. 
206 İsmet Akça; Kolektif Bir Sermayedar Olarak Türk Silahlı Kuvvetleri, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 232, 233, 238. 
207 Ali Balcı (2011); s. 67, 68, 69. 
208 İsmet Akça (2009); s. 249. 
209 Taha Parla (2009); s. 205, 211. 
210 3388 sayılı Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı Kanunu (1987, 25 Haziran). T.C. Resmi Gazete 19498. 
211 Lockheed Martin: Lockheed Corporation ve Martin Marietta iştiraki olarak kurulmuş çok uluslu, ileri teknoloji ve havacılık 
şirketidir. Dünya çapında 56 ülkede faaliyet göstermektedir. İki ortaktan bir olan Lockheed, rüşvet skandalları ile 
hatırlanmaktadır. 1976 Şubat'ında Lockheed Aircraft Corporation'ın Japonya, Hollanda, Almanya, İtalya, Fransa ve 
Türkiye'de rüşvet dağıttığı ortaya çıktı. Türkiye, 1974–1975 yılları arasında Lockheed firmasından çok sayıda savaş uçağı 
satın almıştı. Lockheed skandalı, Japonya'da başbakanı hapse düşürdü. Hollanda'da kraliçenin tahtını sarstı. Türkiye’de 
TBMM ve Genelkurmay Başkanlığı, iddiaları araştırmak için birer komisyon kurmak zorunda kaldı. Türkiye dışındaki 
ülkelerde yürütülen soruşturmalar sonucunda yolsuzluk skandalına bulaşanlar yargılandı, ağır cezalara çarptırıldı. 
Mehmet Altan, komisyonumuza darbe ekonomisini anlattığı konuşmasının bir bölümünde: “Lockheed askerî uçak 
alımındaki rüşvet, burada ben yanılmıyorsam, hafızam beni yanıltmıyorsa (501) numaralı Meclis Komisyon Raporu’dur. 
Bu soygunları sorarken bir tane, en güzel örneklerinden biridir. Orada da muazzam, adam “Rüşveti ben verdim.” dedi, 
dünyanın her tarafında çıktı, Türkiye’de çıkmadı, aynı 28 Şubat ve yani o soygun sistemi bir, uluslararası iktisat politikasının 
değişimiyle meşru ülke içi paylaşım değişir ve o sırada darbeyi yapanların peynir fareliği vardır, onlar işte parasını, pulunu, 
bilmem nesini arttırır.” demiştir. (Mehmet Altan, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 2 Ekim 2012, s. 14) 
212 İsmet Akça (2009); s. 257-2598. 
213 İsmet Akça (2009); s. 263, 265. 
214 Ulusoy: Orgeneral emekli olurken 642 bin lira alıyor, 3 Şubat 2012, 
(http://t24.com.tr/haber/ulusoy-orgeneral-emekliolurken-642-bin-lira-aliyor/195615 Erişim: 20 Eylül 2012) 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 



***