Cizre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cizre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ocak 2021 Perşembe

DİYARBAKIR BOMBALAMALARI YENİ BİR STRATEJİNİN STARTI MI?

DİYARBAKIR BOMBALAMALARI YENİ BİR STRATEJİNİN STARTI MI?



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
16.06.2015 

Adana ve Mersin’de HDP binalarının bombalanması, Bingöl’de Hamdullah Öge’nin  öldürülmesi, Erzurum’da linç ve kundaklama olayları, HDP’nin Diyarbakır Mitingine yapılan “çifte bombalama” eylemlerinin seçim öncesi oluşu nedeniyle hep seçim sonuçlarını etkilemeye yönelik eylemler olarak nitelendirildi. Bu olayların oluşmasının temel nedeni, Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde Kürtlerin “siyasal aktör” olarak sahneye çıkmasından dolayı, statüko güçlerinin Kürtlerin siyasal yükselişini önleme girişimleridir.

19 Eylül 2014’te IŞİD’in “Türk rehineleri” serbest bırakması, bu serbest bırakmanın “bayram havasına” büründürülmesi, eş zamanlı olarak IŞİD’in Kobani’yi istila etmeye başlaması, Türkiye’nin Kürtlere bakış açısını açığa çıkarıyordu. Türkiye, kendisine göre Rojava devrimini Kobani’de boğdurarak Kürtlere geçmişteki yüzyılı aratacak düzeyde yeni bir boyunduruk koymak istiyordu. Kürtlerin direniş ve karşı koyuşu bunu engelledi.

2013 Yılının başında Paris katliamı oldu. Sakine Cansız ve iki kadın Kürt siyasetçi katledildi. Sonrasında Lice, Yüksekova, Cizre derken kan dökülmeye devam edildi. Bu olaylar, Provokasyon olarak nitelendirilip geçiştirildi. Bu geçiştirme Kürtlerin olası örgütsüz tepkisinin dışavurumu bakımından olumlu olsa da Kürt siyasetinin burada inisiyatif alıp, bu eylem ve olayların gerçek amacını anlayıp, toplumla paylaşması gerekirdi. Aksi durumda, her olay karşısında halka çağrı yapıp, “provokasyona gelmeyelim” demek basit bir söylemin tekrarı anlamına gelir. Ki bu da toplum/parti ilişkisindeki güven ilişkisini zedeleyebilir.

7 Haziran seçimlerinde HDP’nin yüzde 13 üzerinde oy alıp barajı yıkması, AKP’nin tek parti iktidarını geriletmesi, Kürt siyasetinin tarihsel bir başarısıdır. Bu başarıyı gölgelemek ve Kürtleri cezalandırmak için, Kürtlerin başına “IŞİD benzeri” belaların getirilmesi bilinen klasik bir yöntemdir. 9 Haziran’da Diyarbakır’da Hüda-Par’a yakınlığı ile bilinen Yeni İhya Der başkanına suikast düzenlenmesi, bu yöntemin yeniden denendiğinin göstergesidir. Tipik provokasyon deyimi bu olay için kullanılabilir.

AKP, Türkiye Kürdistan’ında şimdiye kadar kendisini “Kürt kardeşlerinin” partisi olarak niteliyordu. Diğer Türk partilerinin Kürdistan’daki varlıklarının yok oluşu, AKP’ye bu konuda manevra alanı yaratıyordu. Bu şekilde, diğer Türk partilerine oy veren kesimlerin de oyunu alıyordu. 7 Haziran seçimlerinin en önemli sonuçların dan biri AKP dahil olmak üzere bütün Türk partilerinin silinmesi ve HDP’nin büyük bir başarı elde etmiş olmasıdır. Kürdistan’da Kemalist partilerin tükenişine alternatif olarak çıkarılan Türk/İslam ideolojik temelli siyasal İslam bu seçimlerde alınan sonuçlarla Kürdistan’da tarihe gömülmüştür. Türkiye, Klasik sömürgeci / statükocu güçlerin yaptığı gibi, Kürdistan’da kaos oluşturma ya da kendisine bağlı işbirlikçi “bağımlı özerk” yapıların oluşturmak isteyebilir. Diyarbakır’da patlayan bombalar ve Yeni İhya Der başkanı suikastinden elde edilmek istenilen amaç bu olabilir. 
Kontrollü bir kaos oluşturup, Kürt toplumunun kendi kendisini yönetemeyeceği algısını oluşturarak egemenliğini sürdürmek istemiş olabilir. 
Buna benzer en yakın örnek Rusya’nın Çeçenistan’da kendisine bağımlı/özerk Çeçen Kadirov’u Çeçenistan’ın başına getirip onu Çeçen halkı ile savaştırmasıdır. Kürtlerin siyasal birliği, oluşan ulusal bilinç, Kürdistan’ı Çeçenistanlaştırmanın önünde engeldir. Partisinden aşiretine kadar Kürtlerin bu bilinçlerini sürdürmeleri örgütlülüğü ile birlikte sürdüğü müddetçe statükocuların Kürdistan üzerindeki hayalleri gerçekleşmeyecektir.   


***

23 Aralık 2020 Çarşamba

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 2

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 2



Hanefi Avcı, Cem Ersever, karşılaşması, Diyarbakır İl Başkanı, Vedat Aydın, Silopi, Cizre, Şırnak, Hüseyin Kocadağ, Derin Devlet, Güncel Hayat ve Siyaset, Haliçte yaşayan Simonlar, Halkın Emek Partisi, Jitem, Kitaplık, MİT, Öteki Tarih,


      Yine ” Ben ihbar etmeme rağmen kimse gitmiyor, Cudi Dağı x bölgesinde PKK’lılar var,” diyen bir köylüyü, söylediğinin yalan olduğunu bilmesine rağmen gece önüne katıp Cudi dağına operasyona tek başına gidecek kadar gözü kara idi. İşte Cem böyle biriydi. Bir müddet sonra JİTEM’in kurulmasıyla birlikte, Cem’in ve bazı subayların JİTEM’in bazı kurucuları arasında olduklarını duydum. Cem’in kendisi de bu faaliyetlerin içerisinde olduğunu söylemişti. O ilk başta Silopi 
bölgesindeydi, yanında Arif Doğan vardı. Muhtemelen o zaman Arif Doğan daha üst rütbedeydi. Cem ve yanındaki birkaç üsteğmen ve yüzbaşı beraber çalışıyorlardı. 

Kendilerine bir helikopter verilmişti. Kuzey Irak’taki yönetimlerle görüşerek 
PKK hakkında bilgi toplama faaliyetlerini organize etmeye çalışıyorlardı. Bir 
defasında Kuzey Irak’ta irtibat subayı gibi görev yaptıklarını da duymuştum. 
Bir süre sonra Cem binbaşının elemanlarının Silopi, Cizre ve Şırnak bölgesinde 
bulunduklarını ve faaliyet gösterdiğini duydum. Kimi zaman karşılaşıp 
konuşuyorduk.

 Bir müddet sonra Cem binbaşı Olağanüstü Hal Asayiş Kolordu Komutanlığının JİTEM 

Grup Komutanı olarak atandı ve bir yıla yakın burada görev yaptı. O süre içinde 
bir veya iki defa kendisini ziyarete gitmiştim. Yanında askeri personel olarak, 
daha sonra adı JİTEM faaliyetlerinde adı geçen bazı subayları farklı kod 
isimleriyle tanımıştım, ayrıca askerlik görevini yapan itirafçılar da bulunuyordu. Bunların bir kısmı daha sonra uzman olarak veya farklı görevlerle resmi kadrolar alarak Cem’in yanında çalışmaya devam etmişlerdi ama daha çok istihbarat toplama faaliyetlerinde bulunuyorlardı.O da bir veya iki kebzenim ziyaretime gelmişti, tabii bu karşılıklı görüşmelerimizde birbirimize itimat ettiğimizden her şeyi çok rahat konuşabiliyorduk. Cem bir gün bana illegal örgüt mensuplarının bazılarını gizli yakaladıklarını, sorguladıklarını söyleyerek onlardan aldığı silah ve malzemeleri gösterdi.Sorgulanan bu insanların akıbetlerinin ne olduğu konusuna açıklık getirilemiyordu, fakat dolaylı olarak sonucun ne olduğu tahmin edilebiliyordu.

 Cem PKK ile mücadele etmek için kanun dışı her türlü yöntemin kullanılması 
gerektiğini, normal yol ve yöntemlerle bu işin başarılamayacağını ima etmeye, 
anlatmaya çalışıyordu. PKK ile ancak böyle mücadele edilebileceğini çünkü bu 
kişilerin mahkemelerde ceza almadığını, korktukları için kimsenin onların 
aleyhine şahitlik yapmadığını ve davacı olamadığını, olaylar gece gerçekleştiği 
için kimsenin bir şey görmediğini, hatta onlara destek veren kişilerin 
suçlarının hukuki olarak ispatlanmasının ve cezalandırılmasının çok zor olduğunu 
ve bunun için bu kişilerin infaz edilmesi yöntemlerinin kullanılması 
gerektiğini, bu örgüt mensuplarının ancak bu tür yöntemlerle durdurulabileceğini 
çok hararetle savunuyordu. Bunun üzerine ben anlattığı yöntemlerin doğru yollar 
olmadığını söyledim. Çünkü bu bölgedeki PKK varlığının artmasında birçok kişinin 
olumsuz faaliyetinin payı olduğunu, bunun içerisinde bu bölgede çalışıp rüşvet 
yiyen, hatta koruculuk faaliyetlerinde bile silah dağıtılırken para alan kamu 
görevlileri olduğunu, PKK’nın bu açıkları kullanarak taraftar bulduğunu 
belirterek terör olaylarının artmasında etkili olan buna benzer yüzlerce başka 
olayı anlattım.
“Burada suçlu kim? PKK’ya ekmek veren, onlara yardım eden köylü mü, yoksa burada rüşvet mekanizmasını çalıştırmak suretiyle yanlış uygulamalar yaparak toprak ağalarına ya da nüfuzlu insanlara karşı köylüleri yanlız bırakıp PKK’nın 
kucağına atanlar mı?” diye sordum. Cem “Evet sen haklısın,” dedi ama sonra elini 
boynuna götürerek “Ben burama kadar bu işe battım, bana anlatma. Bu işe var 
mısın, yok musun?” dedi. Ben “yokum” demekle kalmadım, yine ısrarla bu 
yöntemlerin olayları daha da azdıracağını, bizim legal yöntemler dışına 
çıkmamamız gerektiğini kendisine epeyce anlattım ama o kanunsuz yöntemlere kesin inanıyordu.
 Bir müddet sonra iki itirafçı ve bir arkadaşıyla (bunlardan bir tanesi 
sanıyorum A.A. idi, önce itirafçı olup devlete sığındı, devlet içindeki 
yanlışları da gördükten sonra yurtdışına çıktı, orada PKK hem de bu olaylarla 
ilgili tarafsız ve kapsamlı bilgi ve gözlemlerini çeşitli gazetelere anlattı) 
yanımıza geldi; dört kişilerdi. O zamanki HEP adlı partinin binasında açlık 
grevleri yapılıyordu ve polis açlık grevlerinin olduğu yerde bekliyordu. Binanın 
yakınlarına patlayıcı madde koymayı düşündüklerini, herhangi bir polisin veya 
bir devlet görevlisinin zarar görmesini istemediklerinden oradaki polisin 
çekilmesini, bu konuda yardımcı olmamı istediler. O gün uzun uzun konuştuk, 
böyle bir şeyin olamayacağını, bu yolun doğru olmadığını kendisine dilimin 
döndüğünce anlattım. Cem hararetle bu tür şeylere taraftardı. Aslında o zamanlar 
yeni gerçekleştirilmiş bazı infazlar vardı ama onların yaptığını pek tahmin 
etmiyordum. PKK’nın legal yayını görünümündeki bir dergi yayınlanıyordu. 
Derginin bulunduğu binaya gidilerek dergi tahrip edilmiş ve buraya patlayıcı 
madde konmuştu. Bu arada o zamanki Baro Başkanı ve PKK’yı desteklediği söylenen bir kişinin, polis lojmanlarının hemen yakınında Ofis semtindeki arabasının altına patlayıcı konmuştu. Telsizlerle anonslar edildi. Şüpheli bir aracın 
plakası verilmişti. Bir iki dakika geçmeden telsizi dinlediğimde polis ekipleri 
plakası verilen aracı durdurmuş, aracın içerisinde Jandarma Asayiş Komutanlığı 
JİTEM ‘de çalışan itirafçılarla bazı asker ve subayların olduğu bilgisi verilmişti. Merkez aracı ve içindekilerin bırakılması talimatını verdi. 
    Bu olayla birlikte artık zihnimde olayları tek tek birleştirmeye, bu türden 
olayları gerçekleştirenlerin JİTEM’e mensup görevliler olduğunu düşünmeye 
başladım.
 Yine bir süre sonra HEP Diyarbakır il başkanı Vedat Aydın Diyarbakır Şehitlik 
semtindeki evinden polis görünümündeki kişiler tarafından Emniyete götürüleceği 
söylenerek kaçırılmıştı. O zamanlar Cem’in yanındaki bazı kişilere uyan bir 
eşkal tarif ediliyordu. Bu eşkallere göre faillerin Cem’in yanında çalışan 
insanlardan bazıları olabileceği kanaati bende de uyanmıştı ama tam olarak 
netleşmemişti. Olaylarla ilgili tahkikat yapılıyordu ve araştırmada Ankara’dan 
görevli olarak gelen insanlar da bulunuyordu. Diyarbakır’daki soruşturmanın 
başına o tarihte Emniyet Müdür Yardımcısı olan Hüseyin Kocadağ verilmişti. 

Bir gün polis evine gittiğimde bir kenarda çalışma yapıyor, kendi aralarında 
konuşuyorlardı. Ben de yanlarına gittim ve Hüseyin Kocadağ ortaya konan en ciddi buldukları şüpheyi anlattı:

Vedat Aydın’ın cesedi, Elazığ Maden ilçesi yakınlarında yani Diyarbakır’dan 
Ergani Maden istikametine giderken Maden ilçesi sınırları içerisinde bulundu. 
Cesedin bulunduğu yerle kaçırıldığı Diyarbakır arasındaki her yere sorup 
soruşturulurken yol üzerindeki trafik ekiplerine de sormuşlardı. O gün Ergani’de 
bulunan bölge trafik ekibi, Ergani Maden arasında hemen Ergani çıkışında Çimento fabrikasının az ilerisinde yolda trafik kontrolü yapıyormuş. Bu trafik kontrolü esnasında Ergani merkezden, Bölge Trafik İstasyonuna bir anons gelmiş, Ergani Dicle istikametinde (yani ters istikamette) bir trafik kazası olduğu, oraya 
bakmaları söylenmiş. Ekip yoldaki kontrolü bırakıp Ergani’ye gitmiş, Ergani’den 
Dicle istikametine dönmüş. Belirtilen yere vardıklarında herhangi bir kazanın 
olmadığını görmüşler ve tekrar kendi görev yerlerine dönmüşler. İşte ekibin 
verdiği bu ifade dikkat çekmişti. Olmayan bir kazanın kontrol edilmesi 
bahanesiyle ekip yoldan çekilmişti. Bunun üzerine Hüseyin Kocadağ ve araştırmayı yapan diğer görevliler bu anonsu geçen Ergani polis merkezine neden böyle bir anons yaptıklarını sorduğunda ihbarın İlçe Jandarma Komutanlığından geldiğini söylemişler. İlçe Jandarma Komutanlığına sorulduğunda, bu bilginin Jandarma Bölge Komutanlığından geldiğini anlatmışlar. Jandarma Bölge Komutanlığına sorulduğunda ise bilginin Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Harekat Merkezin den geçindiğini söylemişlerdi. İşte o safhadan sonrası sorulmamıştı veya bana anlatılmadı. Ama ban anlayacağımı anlamıştım. 
Bana göre Vedat Aydın’ı kaçıranlar, onu Elazığ Maden ilçesine götürürken yolda trafik ekipleri tarafından kontrol edilme ihtimaline karşı Asayiş Kolordu Komutanlığı ara kademeler üzerinden bilgi aktararak polis ekibinin oradan çekilmesi sağlanmıştı. 

Böylece olayın artık kimin tarafından gerçekleştirildiği net olarak 
anlaşılıyordu.

 Vedat Aydın, kaçırılmasından kısa bir süre sonra Diyarbakır’dan 70-80 km 
uzaktaki Maden ilçesi yakınlarında Diyarbakır-Elazığ karayolu üzerinde Maden 
çayının kenarında kalaşnikof makineli tüfekle ile taranarak öldürülmüş olarak 
bulundu. Cesedin bulunmasıyla birlikte de fırtına koptu.

 Vedat Aydın’ın cenaze töreni, Diyarbakır’da çok ciddi olaylara sahne olmuştu. 
İlk defa Diyarbakır’da geniş bir toplumsal tabana yayılan ciddi manadabir olay 
gerçekleşmişti. HEP için Türkiye’nin her yerinden binlerce insan Diyarbakır’a 
gelip cenaze törenine katılmış, bu olay büyük bir yürüyüşe ve ciddi tepkilere 
neden olmuştu. Bütün devlet kurumlarına (TRT’ye, polise vb.) saldırılmıştı. 
Cenaze, defnedileceği yere götürülürken surlarla Mardin Kapı Karakolu arasındaki 
dar yoldan geçen cenaze konvoyundaki bazı kişiler (özellikle kontrolden çıkan 
gençler ve çocuklar) Polis Karakolunu taşlamış ve karakola saldırmıştı. 
Karakoldaki görevlilerin kendilerini korumak için silah kullanması sonucunda 
(göstericilerin de silah atması iddiaları vardı) üç kişi ölmüş, 5-6 kişi 
yaralanmıştı. Cenazenin defnedilmesinin ardından ise aynı yerden tekrar geçmek 
isteyen kalabalık karakola daha yoğun bir şekilde saldırdığında,görevlilerin 
tekrar ateş açması sonucunda (bir kısmı düşerek, bir kısmı uçurumlara 
yuvarlanarak) on dokuza yakın kişi hayatını kaybetmişti. Yüzlerce de yaralı 
vardı. Böyle ağır bir olay daha önce hiç yaşanmamıştı. Aslında bana göre o 
cenaze töreni, tören sırasında o bölgede olup biten herşeyi ayrı bir skandaldı, 
çünkü cenazenin önce köye götürüleceği köyde defnedileceği belirtilmişti ama 
sonra şehir merkezine defnedilerek inanılmaz olaylara sebebiyet verilmişti. Bu 
cenaze töreninde HEP’lilerin ve valiliğin yaptığı yanlışlar başka bir kitaba 
konu olacak kadar çok ve ibretlik olaylardan oluşmaktadır. Sonuç olarak tüm 
tarafların hesapsız ve sorumsuz davranışları 23 kişinin ölümüne sebebiyet 
vermişti. İşte Cem aslında bu olayın baş planlayıcısı ve failiydi.

İlgili yazılar:

  Hanefi Avcı anlatıyor: Binbaşı Cem Ersever’i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? ,
  Birkaç Kitapta Açık Olarak Anlatıldığı Halde 20 Yıldır Çözülmeyen Musa Anter     Cinayeti, 
  Hanefi Avcı: Devletin psikolojik harekât yöntemleri, insanların olayları anlamalarını imkansızlaştırıyor ,
  Hanefi Avcı açıklıyor: ABD Kimi Destekliyor? PKK’yi mi, Türkiye’yi mi?, 
  Hanefi Avcı anlatıyor: Cemaat Nasıl Yönetiyor, Kimler Yönetiyor?, 
  Fikret Başkaya: “Çağdaşlaşma, kalkınma… Paradigmasının iflas ettiğini kabullenmeliyiz, 
  Psikolojik savaş Stratejisi ve medyanın rolü – Şaban İba 
  Yılmaz Güney: Faşizm Bütün Halkların Düşmanıdır [Siyasal Yazılar, Konuşmalar] 
Başbakanın solcusu Doğan Tarkan, Zaman’a ifade verdi: “ Bütün Sol koyun gibidir”

Sonraki İçerik
Öykü | Dur Bakalım Ne Olacak – Aziz Nesin
cafrande.org

DIEGO ARMANDO MARADONA | FUTBOL, UYUŞTURUCU, POLİTİKA VE TANRI’NIN ELİ…
MÜDAHALE ETMEK KİMİN HAKKI? BARBARLIĞA KARŞI EVRENSEL DEĞERLER – IMMANUEL WAILLERSTEIN
“SİYASİ SUÇLU” AHLAKİ VE SOSYAL BAKIMDAN SUÇLU SAYILABİLİR Mİ? – CEMİL MERİÇ
KOMPLO TEORİLERİNİ ANLAMAK TEŞHİS ETMEK VE BAŞA ÇIKMAK
ERİCH REMARQUE: “ÇOCUKLAR!” DİYORUM, NE ÖĞRETEYİM SİZLERE? “EVLERİNİZE GİDİN. BUGÜN OKUL YOK.”
KİTLE VE İKTİDAR: ELE GEÇİRME VE İÇE ALMA – ELİAS CANETTİ
© www. cafrande.org 
Farklı fikirlere, renklere ve seslere yolculuk 
Kaynak 
gösterilmeden alıntı yapılamaz | iletişim: 
cafrande.org@gmail.com, 
bariskisin@gmail.com
İranlı gazeteci Pervin Ardalan uyardı: “ Herşey yavaş yavaş oluyor gözünüz açık... ''

https://www.cafrande.org/hanefi-avci-anlatiyor-binbasi-cem-erseveri-kim-neden-nicin-ve-nasil-oldurdu/

***

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 1

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 1


Hanefi Avcı, Cem Ersever, karşılaşması, Diyarbakır İl Başkanı, Vedat Aydın, Hüseyin Kocadağ, Derin Devlet, Güncel Hayat ve Siyaset, 
Haliçte yaşayan Simonlar, Halkın Emek Partisi, Jitem, Kitaplık, MİT, Öteki Tarih,

cafrande.org -
12/10/2010
Hanefi Avcı’nın Cem Ersever’le karşılaşması, HEP* Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın öldürülmesi

*HEP:Halkın Emek Partisi Vedat Aydın kimdir?.

Vedat Aydın, 1953 yılında Diyarbakır’ın Bismil İlçesi’ne bağlı Kürthacı Köyü’nde 
dünyaya geldi. 1979′da Diyarbakır’daki Dicle Üniversitesi Eğitim Enstitüsü 
Edebiyat Bölümü’nden mezun oldu. 12 Eylül harekatından sonra tutuklanıp 4 yıl 
hapis yattıktan sonra 1990 yılında Diyarbakır’da İnsan Hakları Derneği’nin 
kurucu üyesi oldu. 28 Ekim 1990′da İHD Genel Kurulu’nda yaptığı Kürtçe 
konuşmadan dolayı tekrar tutuklandı. Kapatılan Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki 
duruşmada Türkçe konuşmayı reddetti. 5 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest kalan Vedat Aydın, İHD Diyarbakır Şube Başkanlığı’na seçildi. 1991 yılı Haziran ayında HEP Diyarbakır İl Kongresi’nde başkanlığa seçildi. Başkan seçildikten 20 gün sonra kaçırılarak işkenceyle öldürüldü. Diyarbakır’da 10 Temmuz 1991 günü cenaze töreni düzenlendi. Aydın’ın Mardinkapı Mezarlığı’na defnedilmesi sırasında çıkan olaylarda mezarlık çevresindeki Surların üzerinden kalabalığa açılan ateş sonucu 3 kişi öldü, çok sayıda kişi yaralandı.

Hanefi Avcı itiraf ediyor…
Cem Ersever’in öldürülmesi Güneydoğu’daki olayları veya Türkiye’deki iç güvenlik 
anlayışını (veya JİTEM anlayışını) birçok açıdan ibret alınacak şekilde gözler 
önüne seren bir olaydı. Yalnızca bu olayın irdelenmesi ve tam manasıyla 
aydınlatılması ve faillerinin yargılanması bile Türkiye’de Susurluk ve Ergenekon 
anlayışının teşhiri ve ne olduğunun anlaşılması açısından yeterlidir. 

Ama maalesef her şeyi ile açık ve net olmasına rağmen bu olay hala istenilen 
seviyede soruşturulup, failleri yargılanamadı. Cem Ersever’in öldürülmesi ile 
ilgili olarak Meclis Susurluk Araştırma Komisyonunda ve daha sonra adliyede 
geniş olarak ifade verdim ama bu ifadeler hep resmi kalıplar içerisinde kaldığı 
için belki şimdi olayı bir hikaye ya da bir film senaryosu içerisinde anlatmak 
ve daha iyi anlaşılır hale getirmek gerekiyor.

Cem Ersever’i ne zaman tanıdım? Eruh ve Şemdinli ilçelerinin 15-16 Ağustos 
1984’te PKK gerillaları tarafından basılmasından sonra Güneydoğu illerini 
terörle mücadele ve istihbarat açısından desteklemek amacıyla yapılan 
çalışmalarda, ben de çalıştığım Mersin Terörle Mücadele Şubesinde mimlenip önce 
İstihbarat Daire Başkanlığının açtığı Yeraltı Yıkıcı Faaliyetlerle Mücadele 
(YYFM) kursuna alındım. 

   Daha sonra, 1984 yılının son günlerinde de bir grup arkadaşımla birlikte tayinim Diyarbakır’a çıktı ve hemen gidip göreve başladım. 

Yeni atanan grubun amiri bendim, ekip halinde hızlı bir şekilde Güneydoğu’daki 
olayları öğrenmeye çalışıyorduk. Diyarbakır İstihbarat Şube Müdür Vekiliydim ama Diyarbakır’dan çok tüm Güneydoğu bölgesinde görev almak gereğini duyuyordum veya Genel Müdürlük de bana biraz böyle bir görev biçiyordu. 

Tabi i sıkıyönetim komutanlığının Diyarbakır’da olması, bölgesel düzeyde bir görev olması ve bizim sıkıyönetim karargahında bulunmamız da böyle bir imkanı bize veriyordu. Göreve başlamamdan birkaç gün sonra, SASON operasyonu olmuş ve Ali Ozansoy isimli örgütün önemli kadrolarından Sason bölge komitesi sorumlusu, geniş bilgi birikimine sahip entelektüel bir örgüt yöneticisi yakalamıştı. Ali Ozansoy’un ilk sorgulanması sırasında PKK’nın kuruluşundan o güne kadarki (yani 1985 yılı itibariyle) geçmişini, varlığını, yurtdışı ve yurtiçi faaliyet ve hedefleri, bu 
yeni çıkışının amacının ne olduğunu, ne yapömak istediğini bir bütünlük içerisinde kapsamlı olarak anlatan ifadesini bir videobanda kaydetmiştik. Sonra bu kaydı sistematik yazılı bir metin haline getirip, bölgedeki görevlilere dağıtarak herkesin PKK hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamıştık. Bu farklı bilgi alma yöntemi, PKK’yı gösteren faaliyetimiz bize önemli bir güç ve bilgi kazandırmış, aynı zamanda Sıkıyönetim Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü düzeyinde farklı bir bakış açısı edindirmişti.
   O güne kadar bazı terör faaliyetleri gerçekleştirilmiş, Eruh ve Şemdinli 
ilçelerinin basılmış olmasına karşın güvenlik kuvvetleri karşılarındaki grubun, 
PKK’nın amacının ne olduğunu, ne yapmak istediğini bilmiyordu. Hatta birçoğu 
Eruh ve Şemdinli baskınlarını Suriye’den gelen insanların yaptığını 
zannediyordu. 
    Eruh Şemdinli baskınından sonra bölgeye gönderilen Güvenlik Kuvvetlerinin aldığı ilk ifadelerde çok ilginç noktalar vardı. İnanılmaz ve tuhaf bir biçimde ifade alınmıştı; olay bir türlü kavranamamış, olayın ne olduğu hakkında bir fikir sahibi olunamamıştı. Bu yüzden tüm yönleriyle almış olduğumuz Ali Ozansoy’un ifadesi, PKK’nın ne olduğunu, ne yapmak istediğini, gelecekte PKK’nın neler yapacağını, hedeflerinin ne olduğunu ortaya koyan çok önemli bir belgeye dönüşmüştü. PKK’nın yeni süreçteki çıkışı, o güne kadar daha derli toplu anlatılmamıştı.

İlk yıllarda Diyarbakır’da fazla bir PKK varlığı yoktu, daha doğrusu Alaattin 
Zuhurlu ve bölge halkından birkaç arkadaşından oluşan bir gerilla grubu vardı 
ama onlar da pek fazla etkin değillerdi. Eylemsel olarak da fazla bir şey 
yapmamışlardı, daha çok keşif, belki bölgeyi tanıma gibi faaliyetlerde 
bulunuyorlardı. Bizim Genel Müdürlük adına PKK faaliyetlerinin daha yoğun olduğu birçok yere ( Siirt, Hakkari ve Şırnak bölgelerine ) gidip oralarda inceleme 
yapma imkanlarımız vardı. Güneydoğu illerini gezip tanımaya ve oradaki 
meslektaşlarımızla veya askeri yetkililerle ya da sıkıyönetim görevlileriyle 
görüşerek PKK hakkında bilgi toplamaya yönelik bu tür inceleme çalışmalarının 
birinde Siirt’e gittik. O zamanlar Siirt’te Emniyet Terörle Mücadele Şube 
Müdürümüz Cafer Şahin’di. Bu konulara yatkın ve yetenekli biriydi. Zaten daha 
önce Ankara Asayiş Cinayet Masasında çalışmış, siyasi örgütleri sorgulamış 
olduğundan bu konuda oldukça donanımlı biriydi. Cafer Şahin’in örgüt mensupları, onların faaliyetleri, kod isimleri vs. hakkında tuttuğu küçük not defterinin bir fotokopisini almıştım. Bu defter bizim çok işimize yaramıştı.

İşte o arada birileriyle konuşurken, Siirt Jandarmasında sorgu operasyonları 
işlerine bakan Cem Ersever’le karşılaştım. O zamanlar üsteğmen veya yüzbaşıydı. 
Karşılaştığımızda, nereye gitse hep bizden bahsedildiğini söyledi. Genel Müdürlük adına yapılacak bazı görevler dolayısıyla defalarca Şırnak’a Hakkari’nin en ücra ilçesi Beytüşşebap’a gidiyor, buradaki meslektaşlarımızla ve halkla görüşerek bölgeyi ve insanları tanımaya, olayların iç yüzünü anlamaya çalışıyorduk. Biraz da belki Diyarbakır bölgesinde örgütün pek etkin olmamasından dolayı oradan gelmenin rahatlığıyla etrafta çekinmeden dolaşıyorduk. Birçok insan oralara gelip gittiğimizi ve adımızı biliyordu ama bizi polis değil de daha çok Milli İstihbarat Teşkilatının elemanı zannediyorlardı. Çünkü polisin oralarda dolaşması pek alışılmış bir şey değildi. 

Siirt İl Jandarma Alay Komutanlığı bölgesinde çalışan Cem yüzbaşı da tüm bölgeyi 
dolaşan, bölgede olup biten her şeyi kontrol eden gözü kara biriydi. İşte 
bölgede dolaşırken Siirt’teki bütün köylerde, mezralarda bizim adımızı duyduğunu 
söyledi. Bir süre Cem’le sohbet ettik. Kısa süre içerisinde onun işine sarılan, 
bütün mesaisini ve zamanını her şeyiyle canı gönülden işine adayan, sürekli işi 
takip eden, olayları çok önemseyen ve bu davaya inanmış biri olduğu kanaatine 
vardım.
 O da belki bende belli şeyleri gözlemlemişti. İlk karşılamamızla birlikte 
aramızda aynı inanç ve düşünceyi paylaşan insanların yakınlığı ve samimiyeti 
oluşmuştu. Görevle ilgili her konuda rahat konuşabileceğim, derdimi rahat 
anlatabileceğim, farklı konularda tartışıp fikir birliği kurabileceğim biri gibi 
görünüyordu. Çünkü biz bütün varlığımızla, bütün mealimizle üzerinde olduğumuz 
işe odaklanmamız gerektiğine inananlardandık. O da bu anlayıştaydı.
Daha sonraki dönemlerde çok sık görüşemedik. Çok nadiren birkaç defa karşı 
karşıya gelmiştik. Ama kendimizi birbirimize çok yakın hissediyor, her 
karşılaşmamızda kimseyle paylaşmadığımız sırlarımızı birbirimizle 
paylaşabiliyorduk. Aradan epey bir zaman geçti. Bu arada Şırnak’ta bir iki defa 
karşılaştık zannediyorum. O karşılaşmalarımızda çok daha kızgındı. Özellikle 
askeri birimlerin şuurlu, makul ve mantıklı şekilde hareket edemediklerinden 
bahsediyordu. Hatta ilginç denemeler yapıyordu, daha sonra uyguladığı bu 
yöntemlerin bazılarından yazdığı kitaplarda da bahsetti.
 O zamanlar Şırnak Uludere arasında gelip geçen herkes askerler tarafından 
sürekli kontrol ediliyordu. Durdurup araçları arıyorlar, yolcuların nereden 
gelip nereye gittikleri ve isimleri defterlere kayıt ediyorlardı. Ve tabii 
herkesten kimlik soruyorlardı. Cem kendisi için, PKK’nın o zamanki en önemli 
yöneticilerinden Duran Kalkan veya herkes tarafından Selim Hoca diye bilinen 
Selahattin Çelik gibi birkaç insan adına sahte kimlikler hazırlamıştı. Bir gün 
Cem otomobile sivil olarak binmiş, otomobil kontrol için durdurulduğunda 
askerlere kendi kimliği yerine bir seferinde Duran Kalkan’ın, başka bir sefer de 
Selahattin Çelik’in kimliğini göstermiş, kayıtlara da bu isimler geçmişti. Daha 
sonra tugay yetkililerine gidip, Şırnak’taki kontrol noktalarından Selahattin 
Çelik ve Duran Kalkan’ın geçtiğini söylemişti.
Bunun üzerine askerler Şırnak’ın giriş ve çıkışında gelip geçen herkesin 
kimliklerinin yazıldığı defterleri getirip baktıklarında gerçekten Selahattin 
Çelik ve Duran Kalkan’ın adları yazılıydı. Cem’in göstermek istediği durum da 
buydu. Kontrol noktalarında bölgelere girip çıkanların adı yazılıyor, kimlikleri 
kaydediliyordu fakat örgüt mensupları, yöneticileri hakkında hiç kimse bilgi 
sahibi olmadığından örgütün yönetici kadrolarından ya da aranan bir kişi bile bu 
kontrol noktalarından çok rahatça geçebiliyordu. İsimler hakkında bilgi sahibi 
olmadan yapılan bu kontrol ya da kayıt tutmaların hiçbir işlevi olmuyordu. İşte 
Cem bu türden denemeler yapmıştı, kendisi bana bunları anlatmıştı, hatta daha 
sonra kitabında da benzeri şeyleri okumuştum. Kabına sığmayan sürekli koşturan biriydi.
 Bu bölgedeki terör olayları nedeniyle hepimiz örgütün yeri ve faaliyetleri 
hakkında istihbarat almaya çalışıyorduk. Bazı insanlar da bu durumdan istifade 
etme gayretindeydi. Cem yüzbaşı (bir müddet sonra binbaşı olmuştu sanıyorum) 
bunlardan bir kısmını deşifre etmişti. Bu insanlar önce Jandarma Emniyet veya 
diğer istihbarat birimlerine gidip şu kişiler PKK’ya yardım ediyor, şu gün PKK 
mensupları onların yanına geldi, şu olayda kavuzluk yaptılar, şu kişi şu olayda 
PKK mensuplarına öncülük yaptı gibi ihbarlarda bulunuyorlardı. Sonra ihbar edip 
yakalattığı kişilerin evlerini ziyaret ediyor, polis ve askerlere rüşvet vererek 
onları kurtarabileceklerini söyleyip ailelerinden para alıyorlardı. Ardından 
Jandarmaya ya da polise gidip, bu kişilerin devlete çalışarak PKKhakkında tekrar 
bilgi aktaracaklarını söyleyerek onların salıverilmesini sağlıyorlardı. Masum 
insanları örgütle irtibatlı oldukları iddiasıyla yakalatıp daha sonra onları 
kurtarma vaadiyle yakınlarından para alan bu kişiler bu işi meslek haline 
getirmişlerdi. Bu yöntem maalesef bu bölgede çok yaygındı. Kimileri de önce 
jandarmaya gelip bir müddet bilgi vererek Jandarmayı oyalıyor, sonunda verdiği 
bilgilerin yanlış olduğu ortaya çıkıyordu. Bu defa Emniyete gidiyor, bir süre 
aynı şekilde emniyet mensuplarına bilgi veriyor, Emniyet bu kişilerin sahtekar 
olduklarını fark edince bu kez Milli İstihbarat Teşkilatına yöneliyorlardı. 
Orada da bu insanların üçkağıtçı oldukları anlaşılıncaya kadar epeyce bir zaman 
geçiyordu. İşte Cem binbaşı bunlardan bazılarını ilçe merkezlerine götürüp,” 
Sizi ihbar eden, hakkınızda iftira atan ve bize ihbar mektubu yazan üçkağıtçılar, sahtekarlar bunlar,” diyip onları kahvelerin orta yerinde teşhir etmişti.


***

14 Ağustos 2018 Salı

1 MART TEZKERESİNİN ÖNEMİ

1 MART TEZKERESİNİN ÖNEMİ


1 Mart Tezkeresinin Önemi

24/02/2016


YAZAR: Osman N. ARARAT


KATEGORİ: Makale
Suriye’de Son Dönemde yaşanan önemli gelişmeler  

01 Mart 2003 Tezkeresini yeniden gündeme getirdi. 01 Mart Tezkeresinin yankıları devam etmekte ve ‘‘Tezkere geçmeli miydi? geç­memeli miydi?’’ 
tartışması bugün bile  hâlâ yapılmaktadır.

Açık kaynaklara yansıyan haberlere göre, önceki hafta Latin Amerika gezisi dönüşünde gazetecilerin soruları cevaplayan Cumhurbaşkanı Erdoğan,  
1 Mart Tezkere döneminde yaşananları hatırlatarak “ 
Ben 1 Mart Tezkeresinin yanındaydım. 
1 Mart Tezkeresinde Türkiye Irak’ta olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı. Çıkacak netice Türkiye’yi masaya getirecekti” diye konuştu. Türkiye’nin ABD 
öncülüğündeki koalisyon güçleriyle birlikte kuzeyden Irak’a girmesini öngören 1 Mart tezkeresinin Meclis’te reddedilmesiyle büyük hata yapıldığını vurguladı. 
“1 Mart tezkeresi geçseydi ve Türkiye Irak’ta olsaydı, Irak böyle olmazdı” yorumunu yaptıktan sonra, “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyorum”  diyerek önemli bir mesaj verdi.

Şimdi 2003 yılına dönerek, anılan yıllarda Irak’taki gelişmeleri hafızamızda tazeleyelim.

ABD’nin Irak’ı İşgali

 Dönemin AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, 9 Mart 2003 tarihinde yapılan Siirt milletvekili yenileme seçimi ile parlamen­toya girmesinden sonra, 
AKP Kayseri Milletvekili Abdullah Gül başkanlığındaki 58. Cumhuriyet Hükümeti, 11 Mart’ta istifa etti. Erdoğan baş­kanlığındaki 59. Cumhuriyet Hükümeti 
(2. AKP Hükümeti) de 14 Mart 2003’te kuruldu.

Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki yeni hükümet henüz daha kurulmadan ve güvenoyu alarak işe başlamadan çok önce, Irak krizi patlak vermiş ve 
1 Mart tezkeresi reddedilmişti. Daha sonra uzun süre tartışma konusu olan 1 Mart tezkeresinin reddi konusu, bu konusu krizi kucağında bulan yeni hükümeti 
bir hayli meşgul etmişti.

Kriz, ilgili tarafların inatçı tutumu yüzünden aşılamamış, sonuçta ABD koalisyon ortakları ile birlikte 3 Mart 2003 ta­rihinde Irak’a karşı saldırıya geçmişti. 
ABD’nin saldırı gerekçesi, Irak’ın elindeki kimyasal silahlar, 11 Eylül 2001 olayının intika­mının alınması ve Saddam Hüseyin’i devirerek Irak’a sözde 
demokrasinin getirilmek istenmesiydi. ABD, tüm dünyanın ‘demokrasi şampiyonu’ olarak sözde de­mokrasi ihraç edeceği vaadiyle ve ellerinde mevcut 
kimyasal silah aldatmacasıyla Irak’a savaş açtı.

3 Mart 2003 günü başlayan II. Körfez savaşı yapılan tahmin­lerin aksine kısa sürdü. Harekâttan önce Saddam ve yönetimi­nin ABD’ye verdikleri gözdağı 
ve bu yöndeki sözleri boş çıktı. 20 Mart 2003 tarihi itibariyle Bağdat düştü, Saddam kaçtı. Öteden beri toprak bütünlüğünden yana olduğumuz Irak, kuzeyde Kürt­ler, ortada Sünniler, güneyde Şiiler olmak üzere fiili olarak üçe bölündü. Binlerce müslüman arap kadınının namusu zedelendi, yüzbinlerce insan öldü, iki milyon çocuk yetim ve öksüz kaldı.

Bizim açımızdan ise, artık ABD’nin kontrolü altında giren ve bizi doğrudan ilgilendiren Kuzey Irak topraklarında, öteden beri varlığını sürdüren -Kandil dahil- terör yuvaları pekiştirildi, terör kamplarına iyice yerleşildi, bölgede meydana gelen istikrarsız or­tamdan yararlanan PKK yeniden palazlandı. Ortaya çıkan boşlu­ğu iyi değerlendirerek ve bunu fırsat bilerek ABD’nin gözetimi ve himayesinde yeniden derlenip toparlanmaya başladı.

Nitekim 2003 yılının ikinci yarısına gelindiğinde, terör ve şid­detin kaldığı yerden olanca hızıyla yeniden başlayacağı yönünde emareler görülmeye başlandı. Bir süredir bölgede duran kanın ye­niden akmaya başlayacağının sinyalleri bölücü örgüt tarafından verilmeye başlandı.

01 Mart Tezkeresi ve Yankıları

ABD’nin Irak’ı işgalinin bizi yakından ilgilendiren önemli si­yasi meselesi 1 Mart Tezkeresi  olayı olmuştur. 1 Mart 2003 tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarihi günlerinden biri­ni yaşıyordu. Hükümet tarafından Türk Askerinin Kuzey Irak’a gönderilmesi için hazırlanan tezkere ile Irak’a girilecekti. ABD’nin plânı belliydi. ABD liderliğindeki koalisyon güçleri de Türk topraklarını kullanarak kuzeyden Irak’a girecek, güneyden de Basra Körfezi ve Kuveyt toprakları kullanılarak, Irak çift taraflı bir kuşatmaya maruz bırakılacak, sıkışan Saddam direnemeye­cek ve işi çabucak bitirilebilecekti. Tüm hazırlıklarını buna göre yapmışlardı.

Bilindiği üzere, ABD Irak’a yapacağı harekât için daha önce o dönemde Abdullah Gül’ün başkanlığındaki hükümet ile anlaşmaya varıl­mış, ABD ordu birliklerinin konuşlanacağı yerler ile liman ve hava alanlarındaki hazırlıklar yapılmış, hatta araziler bile kira­lanmıştı.

Mart 2003 ayına gelindiğinde, Meclis’te iki parti vardı; AKP’nin sandalye sayısı 361, CHP’ninki 178’di.

Oylamaya 533 milletvekili katıldı. 264 kabul oyuna karşılık, 250 ret oyu çıktı. Anayasa’nın 96. Maddesinde öngörülen 268 salt çoğunluk sağlanamadığı için tezkere dört oy farkla reddedildi.

Savaş gemilerini İskenderun Limanı’nda tezkerenin geçmesi için bekleten ABD büyük bir hâyâl kırıklığı yaşadı. Bu hâyâl kı­rıklığını, Türkiye defterinin bir köşesine—sonradan acısını çıkart­mak üzere—not etti. Bu sonuç yapılan oylamada 95-100 civarında fire ver­diği tahmin edilen çoğunluktaki ve tek başına iktidardaki AKP’de de şaşkınlığa sebep oldu.

1 Mart tezkeresinin reddedilerek meclisten geçmemesi ülke­de büyük yankılar uyandırdı. Kamuoyu ikiye bölündü, ekran­larda ve gazete köşelerinde gelir-gider, kayıp-kazanç tabloları hazırlandı.

Türkiye ABD’yi ‘Yarı Yolda Bıraktı’

Koalisyon güçlerine Türk topraklarını, Türk askerine de Irak’ın kapısını açacak tezkerenin reddedilmesi, okyanus ötesin­de adeta deprem etkisi yarattı.

Dönemin ABD Başkanı George W. Bush, 1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddedilmesine kadar uzanan süreci ve o dönemde ya­şananlara ilişkin düşüncelerini yıllar sonra yazdığı “Decision Po­ints’’ adlı kitabında şöyle anlatacaktı:

‘’Türklere, topraklarını kullanmamıza izin vermesi için aylardır baskı yapıyorduk, böylece 4’üncü Piyade Tümeni’nden 15 bin as­keri kuzeyden Irak’a sokabilecektik. Ekonomik ve askeri yardım­da bulunma, Türkiye’ye Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) kilit programlarına erişim sağlaması için yardım etme ve Türkiye’nin AB’ye katılımına güçlü desteğimizi sürdürme sözü vermiştik. Bir noktada, izni alacağız gibi görünüyordu. (Dönemin Başbakanı)  Abdullah Gül’ün kabinesi, talebimizi onaylamıştı. Ancak TBMM 1 Mart’ta tezkereye ilişkin nihai oylamayı yaptığında, tezkere az farkla kabul edilmedi. Hâyâl  kırıklığına ve hüsrana uğramış­tım. Şimdiye kadar yaptığımız en önemli taleplerimizden birinde, NATO müttefikimiz Türkiye, Amerika’yı yarı yolda bırakmıştır.’’

Şaşkınlığa uğrayan sadece Bush değildi. Dönemin ABD Sa­vunma Bakanı Donald Rumsfeld de “Bilinen ve Bilinmeyen’’ isimli kitabında 1 Mart tezkeresinin reddedilmesiyle ilgili şunları ya­zacaktı:

‘’Amerikan yönetimi emindi. Ancak TBMM, jilet farkıyla ABD’nin geçiş talebini onaylamamıştı. Bölgedeki kilit bir NATO müttefikin­den destek alınamaması, operasyonel açıdan ciddi terslik olma­sının yanında, siyasi bir utançtı.’’

 1 Mart Tezkeresinin reddedilmesi, Türkiye’de de uzun süre tartışıldı. Tezkerenin reddedilmesi savaş karşıtlarını memnun ederken, bir kesim ise Türkiye’nin tarihi bir fırsatı kaçırdığını sa­vunuyordu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, aradan 13 yıl geçtikten sonra konuyla ilgili önceki hafta gazetecilerin konuyla ilgili sorusuna karşılık şu açıklamayı yaptı.

“Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım. Karşı olanlar bunu söylemediler. O zaman Bush benden bir ricada bulundu. Ama maalesef kendi arkadaşlarımızın yanlışıyla baş başa kaldık. 1 Mart tezkeresi geçseydi bu Türkiye’yi masaya getirecekti. Ufku görmek çok önemli. Şimdi Suriye’de de bu iş ancak bir yere kadar böyle gider. Türkiye olarak hassasiyetlerimizi korumak zorundayız. Bu hava sahası aynı zamanda NATO hava sahasıdır. Onlar da gerekli adımları atmak durumundalar. Bunlar aynı zamanda herkes için test niteliği taşıyor. Her türlü ihtimale karşı hazır durumdayız. Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemize yönelik tehditlere karşı her türlü yetkiye sahiptir.”

1 Mart Tezkeresinin Esası

Türkiye’nin ABD öncülüğündeki koalisyon güçleriyle birlikte kuzeyden Irak’a girmesini öngören 1 Mart tezkeresinin politik-askeri önemi, her şeyden önce o tarihlerde Türk kamuoyuna iyi anlatılmamış, halk aydınlatılmamış ve yeterince bilgilendirilmemiştir.

Türk kamuoyu tarafından o dönemde öyle sanılıyordu ki, Tür­kiye ABD’nin yanında ve koalisyon ortakları ile birlikte savaşa gi­recek, Irak’ın bir bölümünü işgal edecek ve Saddam’ın devrilme­sine ortak olacak ve Irak’a demokrasinin gelmesini sağlayacaktı. Savaşın izleri bununla da kalmayacak, ABD askerleri savaş baha­nesiyle Türk topraklarını işgal edecek, bölgeye getireceği 65 bin civarındaki askeri ile Güneydoğu Anadolu’muzun belli yörelerin­de çöreklenecek, buralarda uzun yıllar kalacak ve kolay kolay bir daha da çıkmayacaktı. Halkın nezdinde böyle bir algı oluşmuştu. Hâlbuki durum bundan farklıydı. İşin doğrusu şu şekildeydi.

Türkiye her şeyden önce savaşa, fiili çatışmaya falan girmeyecekti. ABD ve koalisyon ortakları tarafında yer almayacaktı. Sadece kendi mil­li güvenliği, bekası ve kendi menfaatleri doğrultusunda Kuzey Irak’ta sınırdan itibaren, 4-5 Tugay seviyesinde, 20- 25 bin asker ile, 15-20 km. ilerleyerek—batıdan doğuya PKK kamplarını da içi­ne alacak şekilde—en doğuda İran sınırına kadar, önceden plân­lanmış belli hatta kadar ilerleyecek, bu hatta duracak ve bölgenin emniyetini alarak belli üs bölgeleri oluşturacaktı. Bu durum bize avantaj sağlayacaktı. Zaten Özel Kuvvetlerimiz oradaydı, onlar da takviye edilecekti. Sınır boyunca, özellikle geçişe müsait alanlar­da güvenli bölgeler tesis edilecek ve uzunca bir süre orada ka­lınacaktı. Böylece, hem geçişler kontrol altında olacak, hem de PKK Terör Örgütünün bölgedeki etkinliği önemli ölçüde kırıla­caktı.

Her ne kadar 1 Mart tezkeresinin reddiyle ABD askerlerinin Türk toprakları üzerinden Irak’a girmeleri ve Güneydoğu Anado­lu’da üslenmeleri engellenmiş ise de, bu kez de, ABD ve koalisyon askerleri Türk hava sahasını ve Adana’da konuşlu İncirlik hava üssünü serbestçe kullandılar. Çünkü oylanan tezkerenin içeriğinde Türk hava sahasının kullanılması ile ilgili tahdit edici bir madde yoktu. Söz konusu üsten havalanan uçaklar kuzeyden Irak’ın yoğun hava bombardımanına iştirak ediyorlardı.

Esasen tezkerenin reddi bir işe yaramamıştır. Yine yabancı kuvvetler bu kez hava sahamızı kullanarak icra ettikleri harekâta istedikleri desteği rahatlıkla sağlamışlardır. Tezkereye karşı çı­kanların, İncirlik Üssünü ve özellikle I. Körfez Savaşından sonra bölgeye tarafımızdan davet edilen Çekiç Gücün varlığını nasıl iç­lerine sindirdikleri ve hazmettikleri de ayrıca merak ve tartışma konusudur.

Bunun yanında, tezkereye karşı çıkanların gözden kaçırdıkla­rı bir nokta daha var. Tezkerenin reddedilmesi durumunda Tür­kiye’nin bölgede izleyeceği politik ve askeri durum değerlendi­rilmesi yapılmamış, böyle bir durum karşısında bölgedeki yeni muhatabımız ABD’ye karşı izlenecek politik ve askeri tedbir ve öngörüler ortaya konulmamıştır. Tezkerenin geçmemesi görü­şünde olanlar tarafından, sadece tezkerenin reddedilmesi gerek­tiği yönünde kuru fikirler ortaya atılmış ve savunulmuştur.

01 Mart tezkeresinin Kabul veya Reddi arasındaki fark

Tezkerenin geçmesi durumunda Türkiye’nin izleyeceği yol, alacağı tedbirler askeri ve siyasi olarak önceden ayrıntılı bir bi­çimde plânlanmıştır. Ancak aksi durumda, yani tezkerenin geç­memesi durumunda, Türkiye’nin izleyeceği politika ve alacağı askeri tedbirler belirsizdir ve böyle bir plânlama yapılmamıştır. Bu yapılmadığı için 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi Türkiye’ye pahalıya mal olmuştur. Bir başka ifadeyle bu işin faturası ağır olmuştur. Bu faturanın neden olduğu olayları şöyle sıralamak mümkündür.

Tezkerenin TBMM’den geçmemesi, Kuzey Irak’ta belli bir hatta kadar ilerlemesi plânlanan ve en üst düzey alarm seviyesin­de hazırlık yaparak Kuzey Irak sınır hattında günlerce bekleyen birliklerimizde hâyâl kırıklığının yaşanmasına neden olmuştur. Bu durum, İç Güvenlik Bölgesinde ki birliklerin moral ve motivasyonlarını olumsuz yönde etkilemiştir.
PKK Terör Örgütü mevcut durumdan geniş ölçüde lehine olacak şekilde yararlanmış, bölgedeki boşluktan istifade ile böl­gede cirit atmaya başlamış, silah sayısını önemli ölçüde artırmış, tam da istedikleri ortama sahip olmaları morallerinin yükselme­sine neden olmuş, yeniden derlenip toparlanarak 1999’da terö­rist başının yakalanmasıyla bölgede kısmen sağlanan sükûnetli ortam bozularak yeniden çatışma ortamına geçilmiştir. Hâlbuki Türk askeri Kuzey Irak’ta olsaydı, daha önceki yıllarda defalar­ca girip-çıktığı ve avucunun içi gibi bildiği bölge PKK’ya teslim edilmezdi.
ABD’nin PKK’ya bilinen sempatik tutumu daha da artmış, öyle ki yaptıkları silah yardımı yanında, Kuzey Irak’a gönderdik­leri bazı elemanları sayesinde PKK’ya eğitim desteği verdikleri bile tespit edilmiştir. Böylelikle, bölgede terör, şiddet ve çatışma ortamı yeniden başlamış, PKK bu kez yoğun olarak uzaktan kumanda ile patlat­tıkları mayınlar sayesinde kendini göstermiş, çok sayıda cana mal olan mayın ve bombalama eylemleri ile birlikte, güvenlik güçleri terörle mücadeleye sil baştan yeniden başlamışlardır.
Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasıyla birlikte Erbil’de, Süleymaniye’de ve bölgenin daha birçok yerinde yapılan sevinç gösterileri ve nümayişler esnasında ne yazık ki Türk Bayrağı da ya­kılmıştır. Türkiye’ye karşı kin ve nefret tohumları yeniden yeşer­tilerek etrafa zehir saçılmaya devam edilmiş ve bölücülük had safhaya ulaşmıştır.
Daha önce Türk Askeri karşısında el-pençe divan duran Mesut Barzani ve ona bağlı unsurlar, ABD’den cesaret alarak bu sefer Türkiye’ye kafa tutmaya ve küstahça açıkla­malar yapmaya başlamış, ‘‘Türkiye Kerkük’e karışırsa, biz de Di­yarbakır’a karışırız’’ deme cesaretini göstermiş ve bu durum ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesine kadar devam etmiştir.Bu arada yine bilindiği gibi 4 Temmuz 2003 tarihinde Süleymaniye’de me­şum bir olay yaşanmıştır. Bu bölgede konuşlandırılmış Özel Kuv­vetlerimizin üs olarak kullandıkları binaya ABD askerleri tarafın­dan Barzani’nin peşmergeleri ile işbirliği ve koordinasyon içinde baskın düzenlenmiş, 11 askerimizin kafasına çuval geçirilerek 60 saate yakın bir süre esir alınmıştır. Bu durum, kamuoyunda geniş yankı uyandırmış, sırf 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi nedeniyle ABD askerleri tarafından yapılan bir nevi intikam alma ve cezalandırma şeklinde algılar oluşmasına neden olmuştur. Ne yazık ki, Türkiye bu durumun yarattığı ezikliğe askeri ve siyasi olarak istenilen ve gereken biçimde cevap verememiştir.

Bölgede bulunan Türkmenler tecavüz ve saldırılara maruz kalmış, binlerce Türkmen hunharca şehit edilmiştir. Irak’ın işga­linin ardından 10 Nisan 2003 tarihinde Kerkük, 11 Nisan 2003 tarihinde de Musul’da tapu kayıtlarının tutulduğu devlet dairele­rinin peşmergelerce basılarak büyük ölçüde Türkmenlere ait olan kayıtların tamamı yakılmıştır.
II. Körfez savaşından sonra 2004 yılından itibaren Kuzey Irak’taki boşluktan yararlanan PKK eylemlerini artırarak bugünlere gelinmiştir
ABD’nin Irak’ı işgali Türk ekonomisine olumsuz yönde yansımış, terörle sürdürülen mücadele maliyetinin iki kat artmasına neden olmuştur.

Pek tabiidir ki, 01 Mart tezkeresinin reddinin olumsuz sonuçları bunlarla sınırlı kal­mamıştır. Yukarda sıralanan olumsuzluklar sadece bilinen ve ba­riz olumsuzluklardır. Bunun yanında, kamuoyunca bilinmeyen siyasi ve askeri daha birçok durum Türkiye’nin aleyhine olarak gelişme göster­miştir.

Peki, Şayet tezkere geçip Türk askeri Kuzey Irak’a girseydi ne olurdu?

Her şeyden önce yukarda sıralanan olumsuzlukların hiçbiri yaşanmazdı. Terör, şiddet ve çatışma ortamı kesinlikle 2004 yılın­dan itibaren giderek tırmanan bir özellik gösteremez, hâlihazır ulaştığı seviyeye gelemezdi.
Türkiye kendi güvenliği ve bekası ile ilgili konularda daha etkili tedbirler alırdı. Kuzey Irak’ta bulunan terör yuvaları ve kamplar kontrolümüz altında bulunacağından teröristlerin ser­bestçe bölgede dolaşmaları engellenir ve PKK yeniden palazla­namazdı.
Türkiye’nin Orta Doğu’daki hâkimiyeti artar, bölge ülkeleri üzerinde müteakiben uygulayacağı politikaların belirlenmesinde etkin rol üstlenir ve söz sahibi olurdu.
Barzani ve peşmergeler, Türkiye’ye karşı bu derecede has­mane tutum gösteremez, politika izleyemez ve küstahça açıkla­malarda bulunamazdı. Bölgedeki Türkmen nüfusa vaki saldırı ve tecavüzlere mani olunurdu.
ABD askerleri sanılan ve iddia edilenlerin aksine Türkiye sınır­ları içerisinde uzun yıllar kalamazdı. Zaten Güneydoğu’da üs­lenmelerinin asıl nedeni harekâtın kuzeyden lojistik desteğini sağlamaktı. Bu maksatla Silopi, Cizre, Nusaybin ve Kızıltepe böl­gelerinde tesis edecekleri lojistik üsler geçiciydi. Harekât amacına ulaştığında çekileceklerdi.
En önemlisi de, Süleymaniye’de yaşanan ve Türk toplumunu derinden yaralayan çuval olayı yaşanmazdı.


1 Mart Tezkeresi sürecinde Abdullah Gül’ün başkanlığındaki 1. AKP hükümeti tarafından yapılan en büyük hata, henüz tezke­renin akıbetinin ne olacağı belli olmadan, ABD ile yapılan anlaş­malar ve tezkerenin geçeceği yönünde verilen ümitlerdir.

Hâlbuki hükümet tarafından söz konusu tezkerenin reddedil­mesi ihtimalinin de olabileceği göz önünde bulundurularak, bu konuda ihtiyatlı bir siyasi irade ortaya konulmalıydı. ABD ordu birliklerinin temsilcileri tezkere geçmeden Türkiye’ye davet edilme­meli, İskenderun körfezinde günlerce bekletilmemeli,  konuşlanacağı yerler ile liman ve hava alanlarındaki hazır­lıklara ve arazilerin kiralanmasına izin verilmemeliydi.

Tezkere sürecinde, ABD’ye karşı bu konuda istikrarlı bir irade gösterilseydi, iki ülke arasındaki ilişkilerde derin çatlaklar mey­dana gelmezdi.

Tüm bunlar gösteriyor ki, sadece dört oyla reddedilen tezke­renin Türk siyasi, askeri ve diplomasi hayatında önemi büyük­tür. Türkiye o tarihte tarihi bir fırsattan daha yararlanamamıştır. Mecliste yeterli çoğunluğa sahip iktidar partisi içerisinde tezke­reye verilen ret oylarının tamamı Güneydoğu Anadolu milletve­killerinden gelmiştir. Neden böyle olmuştur? Cevabı çok basittir. Şayet tezkere geçseydi PKK’nın bölgedeki etkinliği azalacak, yok olacak, PKK belki de silinip gidecekti.

Diğer taraftan, Silahlı Kuvvetlerin tezkere karşısındaki tutu­mu da çok eleştiri görmüş, günlerce konuşulmuş ve tartışılmıştır. ABD’nin güvenlikten sorumlu yetkili makamları, tezkerenin geç­memesinin baş sorumlusu olarak Silahlı Kuvvetleri göstermişler, sorumluluğu bu kuruma yüklemişlerdir. Tezkerenin acı faturası adeta Silahlı Kuvvetlere kesilmiştir.

Sonuç

Türkiye gerek I. ve gerekse II. Körfez Savaşın­dan sonra, bölgede doğru politikalar üretip yürütemediğinden her iki savaşın sonunda kendi beka ve milli güvenliği bakımından zararlı çıkmıştır.

Birinci Körfez savaşı sonunda o tarihte işbaşında bulunan Turgut Özal hükümeti zamanında ABD talebi uygun karşılandı ve Çekiç Güç Türkiye’ye davet edildi. Böylece Kuzey Irak’ta bir Kürt Bölgesi oluşumu gerçekleştirildi. 36. paralelin kuzeyi Kürtler için güvenli bir bölge olarak ilân edildi. O zamana kadar dağlarda yaşayan Barzani ve peşmergeleri bu fırsattan istifade ederek Ku­zey Irak’ta devlet olma istidadı göstermeye başladı. Yani ABD’nin teşvik ve desteği ile bölgede bir Kürt devletinin kurmanın temelleri ilk kez I. Körfez Savaşı sonunda atıldı.

İkinci Körfez Savaşı esnasında ise 1 Mart tezkeresi reddedi­lerek bu kez Kuzey Irak bölgesinin Türkiye’ye yakın bölümü tamamen bölücü örgütün kont­rol ve denetimine terk edildi. Terör ve şiddete davetiye çıkarıldı. Tezkerenin reddi PKK tarafından çok güzel kullanıldı ve istismar edildi. Örgüt buradan aldığı güç ve cesaret ile 2004 yılından iti­baren  kanlı eylemlerine yeniden başladı.

Türkiye, stratejik seviyede Irak ve Kuzeyi ile ilgili atması ge­reken doğru adımları ters istikamette attı. Bir yandan yıllarca “Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız’’ dedi, öte taraftan kendi iradesi ile Çekiç Gücü ülkesine yerleştirerek Irak’ın bölünmesine ve Kuzey Irak’ta Kürt Devletinin oluşumuna davetiye çıkardı. II. Körfez savaşı sırasında da 1 Mart tezkeresini reddederek kendi milli menfaatlerini tehlikeye atacak ve zarar görecek şekilde uy­gulamalarda bulundu.

   Şimdi Türkiye yukarda açıklanan ve 13 sene önce Irak’ta yaşanan olay ve gelişmelerden ders çıkararak, Kuzey Irak gibi bir ‘’Kuzey Suriye’’ oluşturulmasına seyirci kalmamalı, engel olmalı ve izin vermemelidir. Önümüzde yakın vadede Türkiye’nin güvenliği,  bekası  ve toprak bütünlüğü için askeri seçenek de dahil her türlü önlemi alınmalıdır.

http://ankaenstitusu.com/1-mart-tezkeresinin-onemi/

***